Bağış Yap

Amount :
Other : USD

6 Nisan 2013 Cumartesi

ABDULLAH BİN EBÛ BEKR EL-AYDERÛS


ABDULLAH BİN EBÛ BEKR EL-AYDERÛS;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah bin Ebû Bekr bin Abdürrahmân es-Sekâfî
el-Ayderûs, künyesi Ebû Muhammed'dir. 1408 (H.811) senesinde doğdu.
Babası, Abdullah Ayderûs doğmadan önce Allahü teâlâya kendisine sâlih bir evlat vermesi
için yalvarırdı. Evine sohbet için birçok velî gelirdi. Bir defâsında onlardan duâ istedi. Onlar
duâ edince, o sırada gâibden bir ses duyuldu. Bu ses; "Duâ kabûl oldu. İsteğiniz olacak." diye
yankılanıyordu. Doğmadan önce dedesi; "Doğacak bu çocuk büyük bir velî, doğu ve batının
kutbu olacak." buyurdu. Doğduktan sonra velîlerden olan dedesi ismini ve künyesini koyarak,
mânevî himâyesine aldı. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Abdullah Ayderûs, dedesinin
yanında Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. 8 yaşında iken dedesi vefât etti. Vefât etmeden önce
Abdullah'ın şânının yüksek olacağını söyledi. Sonra yetişmesini babası üzerine aldı. Babası
ona çok değer verir ve; "Bu oğlum Abdullah'da Peygamber efendimizin kokularından bir
koku duyuyorum." derdi. Fakat 10 yaşına basınca babası da vefât etti. Bunun üzerine
yetiştirilmesini amcası Şeyh Ömer Muhdâr üzerine aldı ve onu kızı ile evlendirdi.
Amcası Ömer Muhdâr, aynı zamanda onu tasavvuf yolunda yetiştirdi. Amcasından birçok
ilim ve ism-i a'zamı öğrendi. Ayrıca Sa'd bin Abdullah Ubeyd, Abdullah Bahrâve, İbrâhim
bin Muhammed Hürmüz ve Abdullah Guşeyr'den fıkıh öğrendi, Tenbîh, Hulâsa ve Minhâc
kitaplarını okudu. Ayrıca Muhammed bin Hasan ve amcaları Ahmed, Muhammed ve
Hasan'dan tasavvuf ilmini öğrendi. Sayılamayacak kadar âlime talebelik etti ve ilim öğrendi.
Abdullah Ayderûs hep nefsine karşı çıktı. Yedi sene orucunu yedi hurma tanesi ile açtı ve
başka bir şey yemedi. Çok açlık çekti. Annesi yemek yemesini ister, o da muhâlefet
edemezdi. Fakat nefsi pay çıkardığı için bundan vazgeçti. Yirmi sene bir yatakta yatıp
uyumadı.
Ayderûsî yirmi beş yaşında iken amcasıÖmer Muhdâr vefât etti. Bunun üzerine halk,
Muhammed bin Hasan'a mürâcaat ederek Ömer Muhdâr'ın vazîfesini yapmasını istediler. O
da istihâre yaptıktan sonra bu işe Abdullah Ayderûsî'nin daha lâyık olduğunu söyledi.
Ayderûsî ise bu vazîfeyi, genç olduğunu ve amcalarının bu işe kendisinden daha lâyık
olduğunu söyleyerek kabûl etmek istemedi. Fakat amcalarının ısrarları üzerine, ders vermeye
ve talebe okutmaya başladı. Dört bir taraftan gelen talebeler kendisinden fıkıh, tefsîr, hadîs ve
tasavvuf yolunu öğrendiler. Sohbetlerinde devlet ileri gelenleri bulunurdu. İmâm-ı Gazâlî'nin
İhyâu Ulûmiddîn kitabını çok okurdu. Neredeyse ezberlemişti.Bunu talebelerine de tavsiye
ederek; "Bizim için kitap ve sünnetin dışında bir yol, bir usûl yoktur. Bu yolu da
musanniflerin efendisi, müctehidlerin sonuncusu, Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî, İhyâu
Ulûmiddîn adlı eserinde açıklamşıtır. Bu eser, Kitab (Kur'ân-ı kerîm), Sünnet (hadîs-i
şerîfler), tarîkat ve hakîkatin açıklamasından ibârettir." buyurdu.
Abdullah Ayderûsî cömerd, ikrâm sâhibi idi. Bütün malını, mevkıini müslümanlara tahsis
ederdi. Herkese durumuna göre muâmele eder ve herkesin seviyesine inerdi. Konuştuğu
kimse onun en çok kendisini sevdiğine inanırdı.
Abdullah el-Ayderûs; dünyaya düşkün olmayıp haram ve şüpheli şeylerden çok sakınan bir
zât idi. Kerâmetleri ve menkıbeleri çoktur.
Abdullah el-Ayderûs'un hanımı Âişe binti Ömer Muhdâr çok ağır hasta oldu. Akrabâlarından
bir hanım onun odasına girdi. Âişe hanımın sanki nefes alması durmuştu. Kadın iyice
anlamak için, Âişe hanımı sağa sola çevirdi. Hiç ses alamadı. Abdullah el-Ayderûs'a haber
verince, hanımının yanına girdi. Dedikleri gibi nefes almadan yatıyordu. Hanımına duâ edip
üç defâ ismi ile seslendi, üçüncü seslenişte, Allahü teâlânın izni ile hanımı cevap verdi ve
hastalıktan kurtulmuş olarak kalktı.
Allahü teâlâ, daha birçok hastaya, Abdullah el-Ayderûs hazretlerinin duâsı ile şifâ ihsân
etmiştir.
Şöyle anlatılır:
Ali bin Ömer Meşûs isimli sâlih bir zât vardı. Bu zât, bir gün hanımına bedduâ etti. Hanımı
bir hastalığa yakalanıp bîtâb düştü. Bunun üzerine pişman olan ve üzülen o zât, hemen Ebû
Muhammed el-Ayderûs'un yanına gidip durumu anlattı. Ebû Muhammed el-Ayderûs, o zâtı
bir daha bedduâ etmekten men etti ve; "Sen şimdi hanımının yanına git." dedi. O zât
hanımının yanına gittiğinde, onun, sapasağlam olduğunu gördü; "Sen nasıl oldu da böyle
iyileştin?" diye sordu. Hanımı; "Sen gittikten bir süre sonra uyumuşum. Rüyâmda Şeyh
Abdullah yanıma geldi ve benim üzerime Mâşâallah okudu. Sonra da bana; "Kalk." dedi.
Uyanıp kalktım ve Allahü teâlânın izniyle yürüdüm." cevabını verdi.
Abdürrahmân Hatîb isimli bir zâtın, sağ elinde bir yara çıktı ve kısa zamanda yayıldı. Eli şişti.
Bu durum karşısında çok korktu ve ne yaptı ise çâre bulamadı. Kime gitti ise, yarası daha da
azdı. Sonunda o zât Ebû Muhammed el-Ayderûs hazretlerinin yanına gelip durumunu arz etti.
Şeyh Ebû Muhammed, yarasına baktı. Sonra eliyle şişkin olan yaranın üzerini meshetti. Bâzı
ilâçlar sürdü. "Şifâ Allahü teâlâdan." buyurdu. Orası iyileşti ve yaradan eser kalmadı.
Ebû Muhammed el-Ayderûs zamânında, bulunduğu beldenin ileri gelenlerinden bir kişinin,
bir kız çocuğu vardı. O kişi kız çocuğunu çok severdi. Bir gün kızın gözü ağrımaya başladı.
Sonunda kızın gözü kapandı. O zât, kızını alarak, Şeyh Ebû Muhammed'in yanına getirdi.
Kızının sıhhate kavuşması için duâ istedi. Şeyh Ebû Muhammed, şifâsı için Allahü teâlâya
duâ etti. Sonra eli ile gözün üzerine meshetti. Allahü teâlânın izni ile o kızın gözleri iyileşti.
Süleymân bin Ahmed-i Bahnâk şöyle anlatır:
Bir zaman küffâr beldesinde idim. O sırada çok hastalandım. Yanımda Şeyh Abdullah
el-Ayderûs'un bir elbisesi vardı. Onu giydim ve Abdullah Ayderûs'u vesîle ederek Allahü
teâlâdan şifâ dileğinde bulundum. Sonra yatıp uyudum. Rüyâmda; kendimi katıra binmiş
gördüm, peşimde de bir grup çocuk vardı. Çocuklar; "Yâ Hannân, yâ Mennân âfi Süleymân
(Yâ Hannân, yâ Mennân Süleymân'a şifâ ver)!" diye yalvarıyorlardı. Sabah kalktığım zaman,
hastalığımdan hiç eser yoktu.
Abdullah el-Ayderûs'un zamânındaki sultanın bir kız kardeşi vardı. Bu hanımın pekçok
mücevheri vardı. Bir gün mücevherler çalındı. Bu hâle sultan çok kızdı ve; "Mücevherleri
kim aldı ise, onu öldüreceğim." dedi. Abdullah el-Ayderûs bunu haber alınca, hemen sultanın
yanına gitti ve bir süre nasîhat etti:
"Yâ Sultan! Sen hiç bir kimseye zarar verme. Mücevherler bulunur." dedi.
Bu söz üzerine sultan ferahladı. Gece olunca, Abdullah el-Ayderûs yanına bir talebesini
alarak, sarayda çalışan bir görevlinin evine gitti ve mücevherlerin hepsini istedi. O kişi,
Abdullah el-Ayderûs'un heybetinden korkarak mücevherleri verdi. Abdullah el-Ayderûs
oradan ayrılıp, Şeyh Ömer mescidinin yanına geldi. Yanındaki talebesini saraya gönderip,
sultanın kız kardeşini çağırttı. O gelince, ona mücevherlerinin nasıl olduğunu sordu. O da,
hepsini bir bir târif etti. O kişiden aldığı mücevherler arasında bulunan ve târif edilen
vasıflara uyan mücevherleri sultanın kız kardeşine verdi. Geri kalan mücevherleri de, sâhibine
götürüp teslim etti.
Bir gün kadının biri küçük çocuğuyla birlikte bir bahçenin önünden geçiyordu. Kadın
bahçedeki meyvelerden çalmak istedi ve çocuğu bir kenara bırakıp ağaca çıktı. Bir mikdâr
meyve topladı. Aşağı indiğinde oğlunu hareketsiz bir hâlde buldu. Bunun üzerine ağlayıp
feryâd etmeye başladı. Oradan geçenler bu bahçenin Seyyid Abdullah hazretlerine âid
olduğunu söylediler. O zaman kadın tövbe etti. Topladığı meyveleri geri verdi. Çocuğunu alıp
giderken çocuğunun tekrar eski hâline geldiğini gördü.
Abdullah el-Eyderûs hazretleri bir gün bir yerde uyudu. Bu arada namaz vakti girdi. Bir zât
onu namaz kılması için uyandırdı. Namaz vaktinin girdiğini bildirdi. Bunun üzerine
Abdullah-ı Ayderûsî ona; "Ben namazımı cemâatle kıldım." dedi. O zât kendi kendine;
"Hâlbuki ben buradan hiç ayrılmadım. O ise cemâatle kıldığını söylüyor." diye düşündü.
Dışarı çıkıp gördüklerine; "Size namazı kim kıldırdı?" diye sorunca onlar da; "Şeyh
Abdullah-ı Ayderûsî" cevâbını verdiler. O zât bu durumun Abdullah-ı Ayderûsî'nin kerâmeti
olduğunu anladı.
Duâsı makbuldü. Abdullah bin Ali Kesîri, vefât edince, oğulları Muhammed ile Bedr arasında
ihtilaf çıktı. Bedr, Şuyun denen yeri işgâl etti ve burada yaşayan Ebû Bekr bin Herise isminde
velî bir zâtı hapsedip çeşitli eziyet ve işkenceler yaptı. Bunun üzerine o zâtın talebeleri
Abdullah-ı Ayderûsî'nin huzûruna gelip hocalarına yapılan işkencenin hafifletilmesi ve
hapisten kurtulması için duâ etmesini istediler. Ona duâ edip, korkmaması için haber
gönderdi. Ebû Bekr bin Herise bundan sonra yapılan işkencelerden acı duymadı. Bir müddet
sonra onu hapishâneden çıkardılar.
Vefâtı yaklaştığında talebelerine, sevdiklerine tavsiye ve nasîhatta bulundu. Oğlu Ebû Bekr'i
yerine şeyh tâyin etti. Diğer çocuklarına; "Artık bu diyâra dönemeyiz." dedi. Hazırlık yaparak
yolculuğa çıktı. Uğradığı her köyde halka nasîhat etmek için bir müddet kalırdı. Şuhr denen
şehre vardığında bütün halk onu karşılamak üzere yola çıktı. Burada bir ay kadar kaldı.
Pazartesi ve perşembe günleri vâz ve nasîhatlerde bulunurdu. Sonra ayrıldı. Yolda
rahatsızlandı. Yanındakilere, dostlardan, vatandan ayrı kalmak ile ilgili kasîde okumalarını
emretti. Terim şehrine vardığında 54 yaşında iken 1460 (H.865) yılında vefât etti. Zembîl
kabristanına defnedildi.
Abdullah el-Ayderûs'un diğer kerâmetleri, Fethullah el-Kuddûs fî Menâkibi Abdullah
el-Ayderûs adlı eserde anlatılmaktadır.
Abdullah el-Ayderûs'un yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır: 1) El-Kibrît-ül-Ahmer, 2)
Şerhü Kasîdet-is-Sa'îd, 3) Menâkıb-i Sa'd bin Ali.
->'&61%31:$)7
Fakîh Îsâ bin Muhammed şöyle anlatır:
Uzak bir diyârda idim. Abdullah el-Ayderûs'u açıkça bulunduğum yerde görmeyi temenni
etmiştim. Mescide gittim. Oraya bir dilenci ve yanında birisi gelip benden bir şey istedi. Bir
şey vermedim. Oradan ayrılıp başka yere gittim. O dilenci ve yanındaki kişi benim arkamdan
geldi. Sonra yine yanıma yaklaşarak benden bir şeyler istedi. Yine yüz vermedim. Bunun
üzerine o dilenci ve yanındaki ayrılıp gitti. Bir müddet sonra ben, Abdullah el-Ayderûs'un
bulunduğu yere döndüm. Şeyh Abdullah'ın yanına giderek; "Ben sizi gittiğim yerde alenen
görmeyi temenni ettim. Lâkin bu isteğim hâsıl olmadı." dedim. Bunun üzerine Ebû
Muhammed el-Ayderûs ; "Sana alenî görünmem hâsıl oldu. Falan gün duhâ vaktinde sen
falan mescidde idin. Senin yanına bir dilenci geldi. Yanında birisi de vardı. Senden bir şeyler
istediler. Onlara bir şey vermedin. Sonra kalkıp bir yere gittin. Onlar da seni tâkib etti ve yine
bir şeyler istediler. Yine yüz vermedin. İşte o dilencinin yanındaki ben idim. Ben, senin
yanına o kılıkla gelmiştim." dedi. Ben; "Efendim! Sizin dedikleriniz doğrudur. Fakat o size
fazla benzemiyordu." deyince, Şeyh Abdullah da; "Eğer ben bu hâlimle senin yanına gelse
idim, sen beni tanır ve insanlara haber verirdin." buyurdu.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.123.
2) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.38
3) El-Meşre-ur-Revî; c.2, s. 153

ABDULLAH BİN DÎNAR


ABDULLAH BİN DÎNAR;
Tâbiîn devri evliyâsından. İsmi Abdullah bin Dînar, künyesi Ebû Abdurrahmân'dır. Doğum
yeri ve târihi bilinmektedir. 744 (H.127) senesinde vefât etti.
Abdullah bin Dînar, Abdullah ibni Ömer'in âzâdlı kölesi idi. İlim ve edeb üzere yetişti.
Hadîs-i şerîf ilminde üstün bir dereceye yükselmiş olup müksirûndan yâni, çok hadîs-i şerîf
rivâyet edenlerdendir. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah ibni Ömer, Enes bin Mâlik'den
(radıyallahü anhümâ), ayrıcaSüleymân bin Yesâr ve Ebû Sâlih bin Selmân'dan ilim öğrenip
hadîs-i şerîf rivâyet etti. İmâm-ı Nesâî onu müksirûndan kabûl eder. Kendisinden, Mûsâ bin
Ukbe, Mâlik oğlu Abdurrahmân, Nâfi el-Kureyşî, Süfyân bin Uyeyne, Muhammed bin Sûka
gibi âlimler hadîs rivâyet ettiler. Hadîs âlimleri onu sika, güvenilir saydılar. Rivâyetleri
meşhûr hadîs kitapları olan Kütüb-i Sitte'de bulunmaktadır. Nasîhatleri ile yol göstermiş ve
insanların kalbinde yer tutmuştur.
Abdullah bin Dînar hazretleri, ahlâkça Tâbiînin en ileri gelenlerinden idi. Ebû Hamza bir gün
kendisine; "Allahü teâlâya yaklaşmak nasıl olur?" diyerek nasîhat isteyince;
"İnsanlardan uzak ve yalnız olduğunda kısaca her zaman Allah'tan kork. Beş vakit
namazını cemâatle kıl. Yönünü harama çevirme, böylece, Allahü teâlâya
yaklaşanlardan ol." buyurmuştur.
Abdullah bin Dînar bir sohbetinde talebelerine ve sevdiklerine buyurdu ki:
"Lokman Hakim oğluna şöyle dedi: "Ey oğul! Ateş gelirken ondan nasıl emin olunur?
Dünyadan ayrılmak muhakkak iken, ona nasıl meyledilir? Ölüm nasıl akıldan çıkar? Onun
geleceğinden aslâ şüphe edilmez. Uyuduğun gibi öleceksin. Ey oğlum! İnsanın üç şeyi vardır:
Rûhunu Azrâil aleyhisselâm alır. Hayır veya şer ne ise; ameli kendisine kalır. Bedenini de
kurtlar yer ve toprak çürütür."
1) Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s. 125
2) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.5, s. 626
3) Tehzib-ül-Esma, ve'l-Luga; c.1, s. 264
4) Mizan-ül-İtidâl; c.3, s. 417
5) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.5, s. 201
6) El-Menhel-ül Azb-ül Mevrûd; c.2, s. 286
7) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s. 162
8) İslam Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.93
ABDULLAH BİN EBÛ BEKR EL-AYDERÛS

ABDULLAH-I DEHLEVÎ


ABDULLAH-I DEHLEVÎ;
Hindistan evliyâsından. Silsile-i aliyye denilen büyüklerden olup, seyyiddir. 1745 (H. 1158)'te
Hindistan'ın Pencab şehrinde doğdu. 1824 (H. 1240) senesinde Delhi'de vefât etti. Kabri
Şâhcihân Câmii yakınındaki dergâhındadır. Binlerce seveni her zaman ziyâret edip, feyz
almaktadır.
Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin babası, Abdullatif Efendi âlim, sâlih, zâhid, dünyâya rağbet
etmeyen, yüksek haller sâhibi Kâdirî yolunda bir zât idi. Bu yolu Hızır'la görüşmüş olan
hocası Şeyh Nâsırüddîn Kadîrî'den aldı. Ayrıca Çeştiyye ve Şettâriyye yollarından da feyz
almıştı. Tasavvuf yolunda kemâle, olgunlaşmaya çalışırdı. Haram yemekten son derece
sakınır, kırlarda yetişen meyvelerle yetinir, nefsini terbiye etmek için uğraşırdı. Sahrâlarda
Allahü teâlânın ism-i şerîfini anarak dolaşır, yarattıklarına bakar, O'nun büyüklüğünü
tefekkür edip düşünür, bir an olsun Rabbini unutmazdı.
Bir gün rüyâsında hazret-i Ali ona şöyle dedi:
"Ey Abdüllatîf! Allahü teâlâ sana bir oğul ihsân edecek, o ilerde büyük bir zât olacak. Ona
bizim ismimizi koyarsın."
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de annesine rüyâsında; "Yakında dünyâya bir oğlun
gelecek. Ona bizim ismimizi koyarsın." buyurdu. Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve
sellem de evliyâdan bir zât olan amcasına rüyâsında, doğacak çocuğa Abdullah isminin
verilmesini emretti. Çocuk doğduğunda, ismini babası, Ali, annesi Abdülkâdir, amcası
Abdullah koydu. Abdullah-ı Dehlevî altı yaşına gelince, hazret-i Ali'ye karşı sevgi ve
edebinden kendisine Ali demeyip Ali'nin hizmetçisi mânâsına Gulam Ali dedi ve bu isimle
tanındı.
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri Allah vergisi çok üstün bir zekâya sâhipti. Kur'ân-ı kerîmi kısa
zamanda ezberledi. Dînî ilimleri ve zamanının fen ilimlerini öğrendi. Delhi'de hocası şeyh
Nâsırüddîn'in hizmetinde bulunan babası, onun terbiyesinde yetişip, Kâdiriyye yoluna girmesi
için, oğlu Abdullah'ı Delhi'ye çağırdı. Abdullah-ı Dehlevî Delhi'ye vardığı gece Şeyh
Nâsırüddîn vefât etti.Babası; "Oğlum! seni Şeyh Nâsırüddîn'den Kâdiriyye yolunu alman için
çağırmıştım. Nasîb değilmiş. Artık, sana nereden irşâd kokusu gelirse, oraya git. Serbestsin."
dedi.
O sırada Delhi'de Çeştiyye büyüklerinden, Şeyh Muhammed Zübeyr ve iki halîfesi, Şeyh
Ziyâüddîn, Şeyh Abdüladl, Şeyh Mîr Dered bin Şeyh Nâsır, Mevlâna Fahrüddîn ve başkaları
vardı. Yirmi iki yaşına kadar onların huzûrunda ve sohbetlerinde bulundu. Bu sırada
gönlünden, yine Delhi'de bulunan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin dergâhına gitmek
geldi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûruna varıp, kendisini talebeliğe kabûl
buyurmasını istedi. O da:
"Sen zevkin ve şevkin olduğu yere git. Bizim yolumuz, tuzsuz taşı yalamak gibidir." buyurdu.
Abdullah Dehlevî ise; "Zaten benim mûradım, isteğim de buyurduğunuzdur." dedi. Mazhar-ı
Cân-ı Cânân hazretleri; "Mübârek olsun."buyurup talebeliğe kabûl etti. Onu Nakşibendiyye
yolunun, Müceddidiyye koluna göre yetiştirip, bu yolun esaslarını ve edeblerini öğretti.
Abdullah-ı Dehlevî on beş sene onun sohbetiyle şereflendi. Evliyâlıkta yüksek derecelere
kavuşunca, mutlak icâzet, diploma alıp, halîfesi oldu.
İlk zamanlarda, "Nakşîbendiyye yoluna girmemden Gavs-ül-a'zam Seyyid Abdülkâdir-i
Geylânî hazretleri râzı olurlar mı?" diye tereddütler geçirmişti. Bir gün rüyâsında gördü ki,
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri bir makâma gelip oturdu. O makâmın tam karşısına da
Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn hazretleri teşrif etti. Şâh-ı Nakşibend'in yanına
gitmek istedi. Bu sırada Gavs-ül-a'zam; "Maksat, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktır.
Sıkılmayın, gidin." buyurdu.
Elinde malı, mülkü kalmadığı için başlangıçda geçim zorlukları ile karşılaşan Abdullah-ı
Dehlevî hazretleri, dâimâ tevekkül üzere oldu. Eski bir hasırı yatak, bir tuğla parçasını yastık
edindi. Bu şekilde, on beş sene kanâat köşesinde oturdu. Bir defâsında o kadar çâresiz kalıp,
bitkin düştü ki, "Artık bulunduğum bu hücre benim mezârım olacaktır." diye düşünmeye
başladı. Nihâyet Allahü teâlânın yardımı yetişti. Tanımadığı birisi, bir mikdâr para bırakıp
gitti. O günden sonra devamlı Allahü teâlânın bu şekilde yardımına kavuştu.
Hocasının vefâtından sonra yerine geçip, talebe yetiştirmeye başladı. Uzak yakın her yerden,
Diyâr-ı Rum, Şam, Irak, Hicaz, Horasan ve Mâverâünnehr'den pek çok talebe, ilim ve feyz
almak, sohbeti ile şereflenmek için yarışırcasına yanına koştu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî,
Şeyh Ahmed-i Kürdî, Seyyid İsmâil Medenî gibi bâzıları Resûlullah efendimizden aldığı
mânevî emirle geldi. Bazısı, sâdâtın, bu yolun büyüklerinin mânevî işâreti ile koşup teslim
oldu. Şeyh Muhammed Can bunlardandı. Bâzısı ise,Abdullah-ı Dehlevî hazretlerini rüyâda
görüp geldi.
Dergâhında iki yüz kişi civarında talebe vardı ve onların ihtiyaçlarını temin ederdi. Bununla
berâber, dâimâ mütevâzî ve gönlü kırık bulunurdu. Bir gün bir köpeği görüp; "Yâ Rabbî! Ben
kimim ki, seninle, sevdiklerim arasında vâsıta olayım. Bu yarattığın hürmetine bana
merhamet eyle!" buyurdu.
Peygamber efendimizin sünnet-i seniyesine uygun yaşamaya çok gayret ederdi. Az uyur,
teheccüd, gece namazına kalktığında uyuyanları da kaldırırdı. Sonra murâkabeye oturur,
peşinden Kur'ân-ı kerîm okurdu. Kur'ân-ı kerîmden her gün on cüz okurdu. Sabah namazını
kıldıktan sonra talebeleriyle beraber işrak vaktine kadar zikir, Allahü teâlâyı anmak ve
murâkabe, nefs muhâsebesi ile meşgul olurdu. Sonra hadîs ve tefsîr derslerine başlarlar bu hal
zevâl vaktine kadar sürerdi. Sonra yemek yenirdi. Zenginlerden birisi, lezzetli bir yemek
gönderse yemez, talebelerinin de yemesini istemez, komşularına hediye gönderirdi. Birisi
para gönderse, şüpheli bir durumu yoksa, İmâm-ı a'zam hazretlerinin ictihadına göre bir sene
dolmadan mal nisaba ulaştığında zekât vermek câiz olduğundan önce onun zekâtını verirdi.
Çünkü bir kuruş zekât vermenin binlerce lira sadaka vermekten kat kat üstün olduğunu
bilirdi. Sonra kalan paranın bir kısmı ile helva ve başka şeyler yaptırır dervişlere dağıtır, bir
kısmı ile dergâhın borçlarını öder, birazını da yanına gelen ihtiyaç sâhiplerine verirdi. Öğleye
yakın sünnet-i şerîfeye uymak için bir müddet kaylûle yapar, uyur, kalkıp bir mikdâr yemek
yiyip dînî kitablar okumak, bâzı mevzular üzerinde yazılan yazıları gözden geçirmek ve
yazılması lâzım olanları yazmakla uğraşırdı. Öğle namazını kılıp, ikindiye kadar, hadîs ve
tefsîr dersi verirdi. İkindiyi kıldıktan sonra, hadîs-i şerîf, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, Avârif-ul-Meârif ve Risâle-i Kuşeyrî'yi okur, sonra güneş
batıncaya kadar talebeleriyle zikir ve murâkabe ile meşgul olurdu. Akşam namazından sonra,
mânevî teveccühleri ile talebelerinden ileri gelenlerinin ilerlemelerini sağlardı. Yatsıyı
kıldıktan sonra geceyi zikr ve murâkabe ile ihyâ ederdi. Uyku bastırdığında seccâdesi
üzerinde sağ yanı üzere yatardı. Bazan otururken uyuyakalırdı. Hayâsının çokluğundan
ayağını uzattığı görülmezdi.
Kur'ân-ı kerîmi okumakdan ve dinlemekten çok hoşlanır şevk hâlinin gâlib olduğu zamanlar
dinleyince kendinden geçer ve; "Daha okumayınız, dayanamıyorum." buyururdu. Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî'nin Mesnevî'sini de çok okutup, dinlerdi. Bu esnâda vecd hâli hâsıl olur,
coşar, ilâhî muhabbete gark olurdu. Fakat başkalarının yaptığı gibi dînin emir ve yasaklarına
uymayan halleri görülmezdi. Her hâli dine uygun olurdu.
Emr-i mâruf ve nehy-i an'il-münker yapar, insanlara Allahü teâlânın emirlerini hatırlatır,
yasaklarından sakınmalarını emrederdi. Bir kerre Şimşîr Bahâdır Han papazlara mahsus bir
şeyi giyerek huzuruna geldi. Onu o hâlde görünce darılıp bu vaziyette yanında oturmamasını
istedi. Bahadır Han, bu kadarına müsâde etmezseniz, bir daha yanınıza gelmem dedi. "Allahü
teâlâ sizin bir daha böyle buraya gelmenizi nasîb etmesin." buyurdu. Huzûrundan kızarak
ayrılan Bahadır Hanın içi rahat etmeyip, üzerindeki o şeyi çıkarıp, huzuruna gelerek affını
istedi ve talebesi oldu.
Dünyâya ve dünyâlığa rağbet etmezdi. Zamânın pâdişâhı defalarca dergâhın ihtiyaçlarını
karşılayacak bir yardımda bulunmayı teklif ettiği halde, kabûl etmedi. Vâlî Emir Han da
dergâhın ihtiyaçları için yardım teklif ettiğinde talebelerinden Raûf Ahmed'e; "Hediye
gönderen Emîr Hana şu beyti cevap olarak yazınız.
Biz fakr-ü kanâati şeref biliriz,
Emîr Hana söyleyin mukadderdir rızkımız.
Ve biz, Allahü teâlânın meâlen; "Semâda ise, rızkınız ve vâd olunduğunuz Cennet
vardır." (Zâriyât sûresi: 22) âyet-i kerîmesine güveniriz.
Bir sıkıntısı olduğunda din büyüklerinin yardımına kavuşurdu. Şöyle anlatır.
Bir defasında karnım ağrımıştı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin rûhâniyetinden yardım istedim.
O anda kendisini gördüm. Yanıma teşrîf edip, rahatsızlığımı giderdiler.
Peygamber efendimizi son derece seven Abdullah-ı Dehlevî, O'nun şerefli ismini
duyduğunda, kendinden geçecek gibi olurdu. Bir kere hizmetçisi ona; "Resûlullah'ın
sallallahü aleyhi ve sellem manzûru yâni nazar buyurdukları bir zâtsın." demişti. Bu sözden
duyduğu mânevî hazla birden yüzlerinin rengi değişti ve hizmetçinin alnından öpüp; "Ben
kim oluyorum ki, Resûlullah efendimizin manzûru olayım." deyip tevâzu gösterdiler.
Yakın talebeleri anlatırlar; "Mübârek hocamızın odasından zaman zaman çok güzel kokular
duyardık. O zaman, Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ile büyük âlim ve
evliyânın rûhlarının ziyârete geldiklerini anlardık. Hocamız, Peygamber efendimizin sünnet-i
şerîflerine o kadar bağlıydı. Bir gün bize; "Biz muhabbet şerbetini içenlerdeniz. Bizim
muhabbetimizin artmasına sebep; kalblerimize çeşit çeşit zevk bahşeden hadîs-i şerîfler ve
salevât-ı şerîfelerdir." buyurdu.
Giyiminde Resûlullah efendimize uyar, O'nun gibi sert ve kalın elbise giyerdi. Birisi kıymetli
bir elbise getirse onu satar, parasıyla birkaç elbise alır, fakirlere sadaka olarak dağıtırdı.
"Birkaç kişinin giyinmesi bir kişinin giyinmesinden daha iyidir." buyururdu.
Buyurdular ki:
Rüyâda Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem sual edip; "Yâ Resûlallah;
"Rüyâda, beni gören gerçekten beni görmüştür." sizin hadîsiniz midir? dedim. "Evet."
buyurdu. Devamlı tesbih, sübhânellah ve tahmîd, elhamdülillah okuyup, mübârek rûhuna
hediye ederdim. Bir defâ okuyamadım. Rüyâda Resûlullah'ı, Tirmizî'nin Şemâil'inde anlatılan
şekilde gördüm. Geldiler ve; "Okumadın!" buyurdular.
Bir defâ Cehennem ateşi korkusu beni kapladı. Rüyâda Resûl-i ekremi sallallahü aleyhi ve
sellem gördüm. Geldi ve; "Bizi seven, Cehennem'e girmeyecek." buyurdu.
Hiçbir kerâmet ve hârika, Allahü teâlâyı sevmek ve peygamberlerin efendisine sallallahü
aleyhi ve sellem tâbi olmak gibi olamaz. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinde bu iki haslet
ziyadesi ile var idi.
Talebelerinin gönüllerine tasarruf eder, Hakk'ın feyz ve bereketlerini onların kalblerine
akıtırdı. Bu büyük iş, onda çok görüldüğünden binlerce talebenin kalbi devamlı Allahü teâlâyı
anar hâle getirdi. Yüzlercesini cezbelere ve ilâhî feyzlere kavuşturdu. Çoklarını yüksek
makam ve hâllere eriştirdi. Bununla berâber kerâmetleri, Allahü teâlânın izni ve ilâhî ilhâm
ile gaybdan haber vermeleri olurdu.
Abdullah-ı Dehlevî'nin talebelerinden iki tanesi bir yolculuktan hocalarına dönüyordu. Yolda
kendi aralarında konuşurlarken; "Hocamızın yüksek huzurlarına kavuştuğumuzda, bize ikrâm
olarak ne istiyelim?" dediler. Biri; "Bana bir seccâde vermesini isterim." öbürü; "Bana bir
takke vermesini arzu ederim." diye konuştu. Huzurlarına varınca, Abdullah-ı Dehlevî herkese,
arzu ettiği şeyi ikrâm etti.
İnsanların müşkillerini çözer, derdleri ve istekleri için duâ ederdi. Çoklarının işleri onun
duâları ile hallolurdu.
Beyt:
İşlerinin olması mutlak Allah'dandır,
Sakın zannetmeyin bu, kullardandır.
O yüksek makamlar sâhibinin her sözü hârika olup, Allah'ın Peygamberinin sallallahü aleyhi
ve sellem mûcizelerinin şuaları idi.
Birçokları Abdullah-ı Dehlevî'yi rüyâda görüp, büyüklerin yolunu anlar, içine düşen şevk ile
huzûrlarına gelir, yüksek makamlara kavuşup, memleketlerine dönerdi. Talebeleri çok olduğu
hâlde, teveccühleri ile herbirini makamdan makâma geçirir, hâlden hâle kavuştururdu.
Teveccühünün kuvveti sâyesinde, senelerce sürecek işleri, günlere sığdırırdı. Pek çok fâsık,
fâcir ve günahkar, yüksek nazarları, bakışları ile tövbe edip, doğru yola geldiler. Bir kısım
kâfirler de küçük bir iltifâtı ile müslüman oldular.
Bir gün yakışıklı bir gayr-i müslim genç, Abdullah-ı Dehlevî'nin meclisine, severek gelip,
sohbetini dinlemeye başladı. Mec.
Meclistekilerin hepsi bu hâle hayret ettiler. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin mübârek
nazarları o gence değince, gencin kalbinde bir değişiklik oldu. Hemen müslüman oldu.
Beyt:
Evliyâyla, onları candan severek otur,
Onlarla oturan kul, kalkınca sultan olur.
Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine hasta sâhipleri gelir, hastalarının şifa bulması için duâ
etmesini isterlerdi. O da, gelenleri boş çevirmez, sıhhate kavuşmaları için duâ buyururdu.
Allahü teâlâ, böyle sevgili bir kulunun duâsını kabûl buyurduğu için, hasta ânında iyi olurdu.
Bunu işiten herkes, Abdullah-ı Dehlevî'nin hâne-i saâdetlerinin önünde birikip, dertlerine
derman ararlardı.
Talebesinden Mevlevî Kerâmetullah, zâtülcenb hastalığına yakalanmışdı. Abdullah-ı Dehlevî
hazretlerinin elini hastanın üzerine temas ettirmesiyle, hastalık Allahü teâlânın izniyle geçti.
Delhi Câmisinin imâmı Mevlevî Fadl Ahmed'in çocuğu uzun zamandır hasta yatıyordu. Bir
gece rüyâda, Abdullah-ı Dehlevî hazretleri kendi evine gelip, hasta oğluna bir şey içirdi.
Sabah olunca oğlunun tamâmen iyileştiğini gördü. Çok sevindi. Sıdk ve hâlis bir niyet ile
biraz para alıp, huzûruna geldi ve; "Bunları kabûl ediniz." diye arzetti. Abdullah-ı Dehlevî
tebessüm edip; "Bu bizim geceki hizmetimizin ücreti midir?" diyerek keşf-i kerâmet
buyurduğunda, Mevlevî Fadl Ahmed; "Hayır efendim, bunlar, bu geceki, lütuf ve inâyetinize
şükür bile olamaz." dedi.
Abdullah-ı Dehlevî, bir gün Hakîm Nâmdâr Hanı ziyârete gitti. Onu sekerât hâlinde, gözlerini
kapamış ve şuûru gitmiş buldu. Yakınları; " Hastalığının gitmesi için Allahü teâlâya teveccüh
ediniz" dedi. O da, hastaya bir baktı. O anda hastanın şuûru yerine geldi, gözlerini açtı. Bir
müddet onunla konuştu. Abdullah-ı Dehlevî kalkıp mübârek adımını, kapısından dışarı atıp
çıkınca hasta hemen vefât etti.
Ölüm hâline yaklaşan birisini, dostlarından biri sırtına alıp, seher vaktinde Abdullah-ı
Dehlevî'nin huzûruna getirdi. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri duâ ettikten sonra hastaya
teveccüh buyurdu, o anda hasta iyileşti.
Talebelerinin büyüklerinden Mîr Ekber Ali'nin akrabâsından bir kadın hastalanmıştı.
Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinden, hastalığının azalması için duâ ricâ etti. Fakat o duâ
etmedi. Duâ etmesini istirhâm edince; "Bu kadın, on beş günden çok yaşamaz." buyurdu.
Allahü teâlânın takdîri ile on beşinci gün vefât etti. Lâkin Mîr Ali, kadına teveccüh edip,
hastalığının kalkmasına uğraşdı. Ama yaşamasına fayda vermedi. Abdullah-ı Dehlevî
hazretleri cenâzesinde bulundu ve; "Mîr'in teveccühlerinin bereketi, bu hanımın üzerinde
açıkça görülmektedir." buyurdu.
Delhi'de kıtlık, kuraklık olmuştu. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri mescidin avlusuna çıkıp,
kızgın güneşin altında oturdu ve yağmur yağması için Allahü teâlâya niyazda bulundu. Çok
geçmeden yağmur yağdı.
Talebelerinin ileri gelenlerinden Ahmed Yâr, ticâret için sefere çıkmıştı. Dönerken hocası
Abdullah-ı Dehlevî'yi yanında yürüyor gördü. Ahmed Yâr'a; "Hızlı yürü, kâfile geride kalsın!
Çünkü yolda, soyguncular, yol kesiciler vardır. Kâfileyi basmak istiyorlar." buyurdu ve
kayboldu. Ahmed Yâr sonradan bu hadiseyi; "Acele ettim. Kervândan çok ileri geçtim. Yol
kesiciler gelip, ardımdan kâfileyi bastılar. Ben kurtuldum. Sağ sâlim evime geldim." diye
anlattı.
Hazret-i Zülf Şâh anlattı:
Abdullah-ı Dehlevî'yi ziyârete gidiyordum. Fakat onu hiç görmemiştim. Memleketim
Delhi'den çok uzaktı. Yolu şaşırdım. Heybetli bir zât karşıma çıkarak yolu gösterdi. "Sen
kimsin?" dedim. "Ben, ziyâreti için yola çıktığın kimseyim." buyurdu. Bu hâl, başımdan iki
kere geçti.
Ahmed Yâr'ın amcası, sultan tarafından hapsedilmişti. Ahmed Yâr ağlayarak hocasının
huzûruna geldi ve durumu arz etti. Abdullah-ı Dehlevî; "Birisini gönder, onu hapisten
çıkarsın." buyurdu. Ahmed Yâr ise; "Bu nasıl olur, kale muhafız askerler ve nöbetçilerle
kuşatılmıştır." dedi. Hocası da; "Sen orasını düşünme, sözümü dinle git, onu kurtarırsın."
buyurdu. Ahmed Yâr; "Gittik, onu hapisten kurtardık ve nöbetçilerden hiçbiri bize
müdâhalede bulunmadı." diye anlattı.
Abdullah-ı Dehlevî'nin huzûruna bir şahıs gelip; "Ey efendim! Oğlum iki aydan beri kayıptır.
Çocuğumu bana vermesi için Allahü teâlâya duâ eder misin?" dedi. O da; "Çocuğunuz
evdedir." buyurdu. Gelen çok şaşırarak; "Ben şimdi evden buraya geldim." deyince tekrar;
"Evinize gidiniz. Çocuğunuz evdedir." buyurdu. O kimse emre uyarak evine gitti ve gerçekten
çocuğunu evde buldu.
Meyân Ahmed Yâr anlatır:
Bir gün mübârek hocam ile birlikte, kızı vefât etmiş olan yaşlı bir hanımın evine tâziyeye
gittik. Hazret-i Şeyh, o hanıma hitâben; "Allahü teâlâ, sana ona karşılık daha iyisini ihsân
eder." dedi. Kadın; "Hocam! Ben ihtiyârım, kocam da çok ihtiyârdır. Bu durumda bizim artık
çocuğumuz olmaz." diye cevap verince, hocam; "Hak teâlâ her şeye kâdirdir." buyurdu. Sonra
birlikte o evden çıktık ve eve bitişik bir mescide geldik. Hocam abdestini tâzeledi ve iki rekat
namaz kıldı. O kadına çocuk vermesi için Allahü teâlâya duâ etti. Sonra bana dönüp; "Allahü
teâlâya, o kadına bir çocuk vermesi için arz-ı hâcette bulundum. Duâmın kabûl olduğuna dâir
alâmetleri gördüm. İnşâallah çocuğu olacaktır." buyurdu. Daha sonra hocamın buyurduğu
gibi, Allahü teâlâ, o kadına bir oğul verdi ve çok yaşadı.
Onu üzenler yaptıklarının zararını görürlerdi.
Hakîm Rükneddîn Han başvezir olunca, Abdullah-ı Dehlevî, sevdiklerinden birini bir iş için
ona gönderdi. Rükneddîn Han ilgilenmedi. Abdullah-ı Dehlevî'nin kalbi kırıldı. Kısa bir süre
sonra hiçbir sebep yok iken Rükneddîn Han azlolundu ve bir daha o yüksek makâma
gelemedi. Başka bir seferinde Delhi vâlisine kalbi kırıldı ve o gün vâli azledildi.
Mübârek dergâhlarının yakınında, Eshâb-ı kirâma düşman olan biri vardı. Abdullah-ı
Dehlevî'nin talebesi çok olduğundan dergâh küçük geliyordu. Bunun için genişletilmesi
lâzımdı. Kadından, o yeri istediler. Kadın vermedi. Nihâyet Delhi'nin ileri gelenlerinden
Hâkim Şerîf Hanı ona gönderdiler ve; "Eğer satıp, para almaktan utanıyorsan, kıymetini gizli
olarak gönderelim. Siz, nezr, hediye gibi bir isimle bize verdiğinizi söyleyin." dediler. Allahın
velî kullarına düşman olan bu kadın, Hâkim'in sözünü kabûl etmedi. Ayrıca Abdullah-ı
Dehlevî hakkında, râfızîlerin âdetleri olduğu üzere çirkin, kaba sözler söyledi. Hâkim kalktı.
Abdullah-ı Dehlevî'nin yanına geldi ve durumu anlattı. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ellerini
açarak; "Yâ Rabbî, söylediklerini duydun!" dedi. Allah'ın takdîri ile o evde bulunanlardan bir
çocuk hâriç, hepsi kısa zamanda öldü. Çocuk da hastalandı. Anladılar ki, yaptığımız kötü iş
sebebiyledir. O çocuğu Abdullah-ı Dehlevî'nin huzuruna gönderdiler. O yeri de hediye ettiler.
Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin en büyük kerâmeti, yetiştirdiği binlerce âlim ve evliyâdır.
Bunlar içinde en büyükleri; Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn Bağdâdî, Ebû Sa'îd Fârûkî, Mevlânâ
Beşâretullah, Mevlânâ Pîrzâde, Rauf Ahmed, Mevlânâ Muhammed Cân, Mevlânâ Fâdıl
Gulâm, Mevlânâ Şeyh Sa'dullah Sâhib, Mevlânâ Şeyh Abdülkerîm, Mevlânâ Şeyh Gulâm
Muhammed, Mevlânâ Abdurrahmân, Mevlâna Seyyid Ahmed, Mevlânâ SeyyidAbdullah
Mağribî, Mevlânâ Pîr Muhammed ve Mevlânâ Muhammed Münevver'dir.
Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin gönülleri ferahlatan, kalplere neşe ve sevinç veren söz ve
sohbetleri ayrı bir nîmet sofrası idi. Buyururdu ki:
"Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin başıdır. Günahların başı ise küfrdür, îmânsızlıktır."
"Hizmet görmek isteyen hocasına hizmet etsin."
"Nefsinin arzularına tâbi olan, Allahü teâlâya nasıl kul olur? Ey insan! Kime tâbi isen onun
kulu olursun."
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri yanında bulunanları terbiye edip, yetiştirdiği gibi uzakta
olanlara da mektupları ile doğru yolu anlatır, gaflet, Allahü teâlâyı ve âhireti unutmaktan
uyandıracak nasîhatlarda bulunurdu.
Bir mektûbunda şöyle buyurdu:
Yüksek makamlar ve beğenilen hâller sâhibi Ahmed Han! Allahü teâlâ size selâmet versin.
Esselâmü aleyküm ve rahmetullah. Münşî Naîmüddîn Han, iyi hâllerinizden çok bahsettiler.
Bunun için, bu birkaç satır, kırık dökük ifâdeler yığını mektubu yazdım ki, uzakta kalmış
olanları inâyet nazarınızdan unutmayasınız ve teveccüh ediniz. Zîrâ bu ihtiyârın ömrü günah
işlemekle geçti. Şikâyet, gıybet, dil uzatma, ayıblama, lânet etme, büyükleri anlayamama
netîcesi sitemler şeklinde açık günahlar, yâhut huzur içinde olmayan, tecvîde riâyet
edilmeden namaz kılma, boş ve lüzumsuz şeylerden kesilmeden oruç tutma, mânâsını
düşünmeden Kur'ân-ı kerîm okuma ve boş vakitleri Allah korkusu ve huzûru ile geçirmeme
ve sayılı nefesleri gafletle harcama şeklindeki diğer günahlar o kadar çoktur ki, amel
defterimi kararttılar. Binlerce teessüfler, esefler olsun ki, cihân bahçesine gül için geldik, ama
diken topladık. Hasretler, ziyânlar olsun ki, bize sıhhat, âfiyet ve rahatlık verildi, hepsinin
şükründe kusûr ve eksiklik eyledik. Pişmanlıklar olsun ki, Kur'ân-ı kerîm ve Peygamber
efendimiz gibi eşsiz iki nîmet ihsân olundu. Biz ise onların şükründe olacak yerde hâlâ
gafletteyiz. Allah korusun. Hayretteyim. Yarın ne yüzle Allahü teâlânın ve Peygamberinin
huzûrunda kabûl görürüz. Bu ne anlayışsızlıktır. Bu uygunsuzluk ve liyâkâtsizlikle, şefâat ve
magfiret derecesine ulaşmak çok zordur. Ancak Allahü teâlânın gadabını aşmış rahmeti,
ümîdimizdir. Mücerred ihsânı ile muâmelesine güveniyoruz. Yoksa hiç özrümüz, özür
dileyecek yüzümüz yoktur.
Ölüm başımızın ucunda, kıyâmet çok yakın. İşe yarar hangi ameli işledik. İyiler Cennet'e
girip, Cennet nîmetlerine ve Hakk'ın dîdârına kavuşurlar. Bizim gibi gâfiller, elli bin senelik
hesâb gününde, bizi hesâba çektirecek, bırakmayacak şeylerle meşgûlüz. Düşünmek lâzımdır
ki, yarın elde hasret, ziyân kalmasın. Allah katında kıymetli kulların yaptıkları gibi, seher
vaktinde kalkıp, gözlerden hasret gözyaşları akıtmağı, mücâhede ve can çıkarırcasına gayretle
ibâdet ve kullukta bulunmayı Hak teâlâ nasîb eylesin. Hazret-i Münşî Naîmüddîn Han ve
sevgili zât-i âliniz, husûsî zamanlarınızda, yolda kalmış ihtiyarları hatırlayınız. Gıyâbî duâ
kabûle daha yakındır. Buradakiler ve bu fakîr size her zaman duâ ediyoruz. Allahü teâlâ iki
dünyâ seâdeti versin." (91. mektup)
Abdullah-ı Dehlevî namaz hakkında şöyle buyurdu: Namazı cemâatle kılmak ve "tumânînet"
(rükûda, secdelerde, kavmede ve celsede her uzvun hareketsiz durması) ile kılmak, rükû'dan
sonra "kavme" (kalkıp, ayakta her uzv yerine yerleşecek şekilde dik durmak) yapmak ve iki
secde arasında "celse" (dik durma) yapmak bizlere Allahın Peygamberi tarafından bildirildi.
Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler vardır. Hanefî mezhebinin müftîlerinden
Kâdıhân, bu ikisinin vâcibliğini, ikisinden birisini unutunca secde-i sehv yapmanın vâcib
olduğunu ve bilerek yapmıyanın namazı tekrar kılmasını bildirmiştir. Müekked sünnet
olduklarını bildirenler de, vâcibe yakın sünnet demişlerdir. Sünneti hafif görerek, ehemmiyet
vermeyerek terk etmek küfürdür. Namazın kıyâmında, rükûunda, kavmesinde, celsesinde,
secdelerinde ve oturulduğu zamânında, ayrı ayrı, başka başka keyfiyetler, hâller hâsıl olur.
Bütün ibâdetler namaz içinde toplanmıştır. Kur'ân-ı kerîm okumak, tesbîh söylemek (ya'nî
sübhânallah demek), Resûlullah efendimize salevât söylemek, günahlara istigfâr etmek ve
ihtiyaçları yalnız Allahü teâlâdan istiyerek O'na duâ etmek namaz içinde toplanmıştır.
Ağaçlar, otlar, namazda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rükû hâlinde, cansızlar da
ka'dede, oturuyor gibi yere serilmişlerdir. Namaz kılan, bunların ibâdetlerinin hepsini
yapmaktadır. Namaz kılmak, mîrâc gecesi farz oldu. O gece mîrâc yapmakla şereflenen,
Allahü teâlânın sevgili Peygamberine uymağı düşünerek namaz kılan bir müslüman, O yüce
peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklaştıran makamlarda yükselir.
Resûlullah efendimiz; "Gözümün nûru ve lezzeti namazdadır." buyurdu. Bu hadîs-i şerîf;
"Allahü teâlâ namazda zuhûr ediyor, müşâhede olunuyor. Böylece gözüme rahatlık geliyor."
demektir. Bir hadîs-i şerîfte; "Yâ Bilâl! Beni rahatlandır!" buyruldu ki; "Ey Bilâl! Ezân
okuyarak ve namazın ikâmetini söyleyerek, beni rahata kavuştur." demektir. Namazdan başka
şeyde rahatlık arayan bir kimse, makbûl değildir. Namazı zâyi eden, elden kaçıran, dînin diğer
emirlerini daha çok kaçırır.
Îmânı olmayan kimsenin Cehennem ateşinde sonsuz yanacağını Peygamber efendimiz haber
verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna
inanmak gibi lâzımdır. Ateşte sonsuz yanmak ne demektir? Herhangi bir insan sonsuz olarak
ateşte yanmak felâketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lâzım gelir. Bu korkunç
felâketten kurtulmanın çâresini arar.
Bu ise, çok kolaydır. "Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselâmın
O'nun son peygamberi olduğuna ve O'nun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna
inanmak" insanı bu sonsuz felâketten kurtarmaktadır. Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya
inanmıyorum, bunun için böyle bir felâketten korkmuyorum, bu felâketten kurtulma çârelerini
aramıyorum, derse, buna deriz ki: "İnanmamak için elinde senedin, vesîkan var mı? Hangi
ilim, hangi fen inanmana mâni oluyor?" Elbet vesîka gösteremeyecektir. Senedi, vesîkası
olmayan söze ilim, fen denir mi? Buna zan ve ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir ihtimâli
olsa da, "Sonsuz olarak ateşte yanmak" felâketinden sakınmak lâzım olmaz mı? Azıcık aklı
olan kimse bile böyle felâketten sakınmaz mı? Sonsuz ateşte yanmak ihtimâlinden kurtulmak
çâresini aramaz mı?
Abdullah-ı Dehlevî, ömrünün sonlarında hastalıklardan çok güçsüz kaldı. İbâdetlerini zevkle,
fakat büyük zorluklar içinde yapardı. Buyururdu ki:
Şu şiiri okuduğum zaman Allahü teâlâ vücûduma bir güç kuvvet veriyor, gençleşiyorum.
Gerçi ihtiyârım, kalbim hasta, dermansızım,
Yüzünü andıkça kuvvet gelir, gençleşirim.
Yâni; her ne kadar ihtiyâr, hasta ve mecâlsiz olsam da, hakîkî sevgilinin aşkı ve O'na
kavuşma isteğinin cilvelerini gördükçe gençleşirim.
Vefâtları: Abdullah-ı Dehlevî her zaman şehîd olmayı arzû ederlerdi. Lâkin buyururlardı ki:
"Mürşidim ve üstâdımın, yânî Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin şehîd edilmesinden
insanlara çok sıkıntılar geldi. Üç sene büyük kıtlık olup, binlerce insan öldü. Yine o şehîdlik
hâdisesi üzerine insanlar arasında olan kavga ve gürültülerde ölenler, herkesin bildiği gibi
yazıya sığmayacak kadar çoktu. Onun için şehîd olmaktan vazgeçtim."
Abdullah-ı Dehlevî'nin son hastalığında bâsur ve kaşıntısı arttı. Bu sırada Luknov'da bulunan
Ebû Sa'îd Fârûkî'ye kısa zamanda birçok mektuplar yazıp; "Benden sonra yerime siz
oturursunuz." dediler. Bu haberler üzerine Ebû Sa'îd çok şaşırdı. Çoluk çocuğunu Luknov'da
bırakıp süratle geldi. Huzurlarına gelince; "Sizinle karşılaştığım zaman içimden çok
ağlayacağım diyordum. Fakat öyle bir vakitte geldiniz ki, ağlayacak gücüm de yok." buyurup,
çok ihsânlarda bulundular. Âdetleri öyle idi ki, hastalandığında vasiyetnâme yazdırırlardı.
Şimdi de hem yazdırdılar hem söz ile anlattılar ve buyurdular ki:
"Devamlı zikrediniz. Büyüklere bağlılığınızı muhâfaza ediniz. Güzel ahlâklı olup, insanlarla
iyi geçininiz. Kazâ ve kader husûsunda nasıl ve niçini bırakınız. Yol kardeşleri ile birlik
olmayı lâzım biliniz. Fakr, kanâat, rızâ, teslim, tevekkül ve ferâgat üzerine olunuz. Benim
cenâzemi, âsâr-i nebeviyyenin (Peygamber efendimize âit eserlerin) bulunduğu Delhi'deki
Büyük Câmiye götürünüz Allah'ın Resûlünden şefâat isteyiniz."
Yine buyurdu ki:
Hazret-i Hâce Behâeddîn Nakşibend; "Bizim cenâzemizin önünde;
Huzûruna müflis olarak geldim,
Yüzünün güzelliğinden bir şey isterim.
Şu boş zenbilime elini uzat,
O mübârek eline güvenirim
beytlerini okuyun!" buyurmuşlardı. Ben de, bu şiirin ve ayrıca aslı Arabî olan şu şiirin güzel
sesle okunmasını istiyorum:
Kerîmin huzûruna azıksız geldim,
Ne iyiliğim var, ne doğru kalbim,
Bundan daha çirkin hangi şey olur?
Azık götürürsün, O ise Kerîm.
Cumartesi günü idi. Mevlevî Kerâmetullah Sâhib'e; "Çabuk Meyân Sâhib'i yâni Şâh Ebû
Sa'îd'i (r. aleyh) çağırınız." buyurdular. Mevlevî Sâhib acele kalkıp, Ebû Sa'îd hazretlerini
çağırdı. Kapıdan içeri girince, bakışlarını ona çevirdi ve bu hâlde, 22 Safer 1240 (m. 1824)
senesinde, kuşluk vakti murâkabe hâlinde iken, bu sıkıntılarla dolu dünyâdan ayrıldılar.
Vefâtı haberini duyan binlerce insan toplandı. Cenâze namazı Büyük Câmide kılındı. Şâh Ebû
Sa'îd imâm oldu. Cenâzesi, üstâdı Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin medfûn bulunduğu
kabrin sağ yanına defnolundu.
Bugün oradaki üç kabirden biri de Şâh Ebû Sa'îd hazretlerinindir. Hacdan dönerlerken
Tunek'de vefât etti. Cenâzesini oradan getirip, Abdullah-ı Dehlevî'nin sağ yanına defnettiler.
Bu duruma göre, Abdullah-ı Dehlevî'nin mezârı ortada olandır.
Abdullah-ı Dehlevî'nin vefâtı için; "Nevverallahu madca'ahü: Allahü teâlâ kabrini
nûrlandırsın." ve "Cân be-Hak Nakşibend-i sânî dâd: İkinci Nakşibend Hakka cân verdi."
târih düşürüldü. Şâh Rauf Ahmed de pek güzel bir rubâî söyledi ki şöyledir:
Zamânının kayyûmu Şâh Abdullah-ı Dehlevî,
Vefât etti, açıldı ona Cennât-i naîm.
Kalbimden vefâtına târih aradım, buldum:
Fî ravhın ve reyhânın ve Cennât-in-na'îm (1240)
Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin büyüklüğünü en güzel, talebesi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretleri meşhur dîvânında şöyle anlatmıştır:
"Mübârek hocam karanlık ufukları aydınlatıp, mahlûkâtı dalâletten hidâyete kavuşturmaya
vesîle oldu.
O, hidâyet yıldızı, karanlık gecelerin dolunayı, takvâ ummânı, feyzler defînesi, yüksek hâller
ve kerâmetler hazînesidir.
O, hilmde yer, vekarda dağlar, ziyâ bakımından güneş, yükseklikte semâ gibidir.
O, Dîn-i İslâmı en güzel bilen bir kaynak, irfân mâdeni, mahlûkâtın yardımcısı, iyilik ve ihsân
menbaıdır.
O, Allahü teâlâya kavuşturucuların kutbu, evtâdın rehberi, mahlûkların gavsi (yardımcısı),
ebdâl isimli Hak âşıklarının maksadı, hedefidir.
O, mahlûkların şeyhülislâmı, müslümanların baştâcı, büyüklerin reisi, müşkillerde mürâcaat
yeridir.
Gizli bir rehberlikle en iyiye götürücü, en iyi yol göstericidir. Bütün gücü ile insanları Allahü
teâlâya dâvet edici, çağırıcıdır.
O, âlemlerin Rabbinin sevdiği bir kuldur. Kim onun gösterdiği doğru yoldan giderse, sen o
kimseye; "Ey emsâllerine rehber olan zât!" diye hitâb et.
Nefs hevâsının bukağısıyla bağlanmış nice câhilleri, o, bir nazarla, teveccühle nefsinin
elinden kurtarmıştır.
Nice kâmil velîler, ondan yüz çevirdiği gibi yüksek hâllerden ve mârifetlerden mahrûm
kalmıştır.
Onun yüksekliğini inkâr eden nice kimseler helâk olmuş, Allahü teâlânın şiddetli azâbına
yakalanmıştır.
O, noksan olanların kemâle gelmesine vesîle olan, bütün kemâl ehlinin de noksanını
tamamlayandır.
Şânı yüceAllahü teâlâ, onu, azamet ve heybet kubbesi altında gizlemiştir."
Eserleri: 1) Makâmât-ı Mazhariyye: Hocası Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretlerini pek güzel
anlatmaktadır. 2) Mekâtib-i şerîfe: Pek faydalı bilgiler ve nükteleri ihtiva etmektedir.
1-6"*788
Abdullah-ı Dehlevî müslümanlara çok şefkatli idi. Seher vakti onlara duâ ederdi. Kötülük
gördüklerine de iyilik yapardı. Hâkim Kudretullah Han Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin
komşusu idi. Çoğu zaman Abdullah-ı Dehlevî'yi gıybet eder, aleyhinde konuşurdu. Bir gün
hapse düştü. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri onu hapishâneden çıkartmak için çok uğraştı.
Fakat bunu ona söylemedi.
Abdullah-ı Dehlevî'nin meclisindi dünyâ ile ilgili sözler konuşulmazdı. Birisi gıybet etse ona
mâni olur, gıybet edene; "O dediğine ben daha layıkım." derdi. Bir gün yanında; pâdişahı
kötülediler. O gün oruçlu idi. Kötüleyene dönerek; "Eyvâh orucumuz gitti!" buyurdu. "Siz
kimseyi kötülemediniz ki!" dendiğinde; "Evet, biz gıybet etmedik, ama dinledik. Gıybette
söyleyende dinleyen de aynıdır." buyurdu.
59):")&;1,1)1&%2'(-('7
Abdullah-ı Dehlevî'nin mübârek vücûtlarında birkaç tane hastalık vardı. Bu hastalıklar sebebiyle
namazlarını özürlü kılardı. Bunu bilen dostlarından biri dayanamayıp; "Efendim! Herkes hastalıktan
kurtulmak için sizden duâ istiyor. Cenâb-ı Hak da duâlarınızı reddetmiyor. Her gelen, şifâya
kavuşarak huzûrunuzdan ayrılıyor. Hâlbuki sizdeki hastalıkları biliyoruz. Duâ buyurup da bu
dertlerden kurtulsanız olmaz mı?" diye sordu. O da; "Onlar hastalıktan kurtulmak için duâ
istiyorlar. Biz ise, Allahü teâlânın verdiği bu dert ve belâlardan, O gönderdiği için râzıyız. Dert ve
belâlar, kemend-i mahbûb olduğundan Allahü teâlâ, bu dertleri sevdiği kullarından dilediklerine
verir. Bu sebeple dertlerin bizden gitmesini değil, gönderilmesini isteriz." buyurdu.
O, insanların sıkıntılardan kurtulmalarına yardımcı olurdu.
<2:(!&+",1#17
Abdullah-ı Dehlevî buyurdu ki;
Talebe, sâdık olan tâlib demektir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve O'nun sevgisine kavuşmak arzusu
ile yanmaktadır. Bilmediği, anlayamadığı bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar, göz yaşları
dinmez. Geçmişteki günahlarından utanarak başını kaldıramaz. Her işinde Allah'dan korkar, titrer,
Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabreder. Her
geçimsizlikte, sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her nefeste Allah'ını düşünür. Gaflet ile yaşamaz.
Kimseyle münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri Allahü teâlânın evi bilir. Eshâb-ı
kirâm hakkında hayr konuşur ve isimleri anıldığında "r.anhüm" der. Hepsinin iyi olduğunu söyler.
Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâm arasında olan şeyleri konuşmamağı emir buyurdu. Sâlih
müslüman, bunları konuşmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere karşı bir edebsizlikte
bulunmaktan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allah'ın Resûlünü sevmenin nişânıdır, alâmetidir.
Kendi bilgisi, kendi görüşü ile evliyâ-yı kirâmı, birbirinden aşağı ve yukarı diye ayırmaz. Birinin,
daha yüksek, daha üstün olduğu ancak âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve Sahâbe-i kirâmın sözbirliği ile
anlaşılır. Muhabbet sarhoşluğu elbet başkadır. Aşk sâhibi mâzûrdur.
*"<+",(!&)=31++$%
Abdullah-ı Dehlevî, şânı büyük bir velî,
Meşhurdu halk içinde, bir çok kerâmetleri.
Bir gün biri gelerek, mübârek huzûruna,
"Oğlumuz çoktan beri, kayıptır" dedi ona.
Ve ilâve etti ki: "Lütfen duâ ediniz,
Tekrardan ihsân etsin, onu bize Rabbimiz."
Onun bu sözlerini, dinleyip o büyük zât,
Buyurdu ki: "Oğlunuz, evindedir şu saat."
O kimse heyret edip, dedi: "Ama efendim,
Şimdi evden ayrılıp, huzûrunuza geldim."
O yine buyurdu ki: "Evine dön ki şu an,
Rabbimiz onu size, tekrardan etti ihsân."
"Peki efendim" deyip, evine gittiğinde,
Gördü ki oturuyor, oğlu gelmiş evinde.
Yine bir gün birisi, ölüm yatağındaki,
Hastasını sırtlayıp, geldi bir seher vakti.
Dedi ki:"Ey efendim, çok ağırdır hastamız,
Belki bir şifâ bulur, duâ buyurursanız."
Şöyle bir nazar etti, hastaya bir kerrecik,
Kavuştu sıhhatine, o kimse hemencecik.
Böyle, binlerce kişi, duâ alıp o zâttan,
Şifâya kavuşurdu, her türlü mazarrattan.
Lâkin kendisinin de, üç mühim derdi vardı,
Hattâ namazlarını, hep özürlü kılardı.
Sevdiklerinden biri, buna olup muttali
Bir gün kendilerine, suâl etti bu hâli.
"Efendim, bu devirde, kim hasta olsa eğer,
Kapınıza gelerek, sizden duâ isterler.
Siz bir duâ edince, gelen her bir hastaya,
Her biri, duânızla, kavuşuyor şifâya.
Hâlbuki sizin dahi, vardır hastalığınız,
Ve bilhassa üçünden, hiç yoktur râhatınız.
Lâkin hikmet nedir ki, etmezsiniz hiç duâ?
Etseniz, size dahi, verir Allah bir devâ."
Buyurdu ki: "Kurtulmak, istiyor dertten onlar,
Bu yüzden bize gelip, hep duâ istiyorlar.
Biz ise Rabbimizin, verdiği bu dertlerden,
O gönderdiği için, râzıyız herbirinden.
Mahbûb-u kemenddir ki, her musîbet ve belâ,
Sevdiği kullarına, gönderir Hak teâlâ."
Kıtlık vâki olmuştu, bir zaman da Delhi'de,
Buna çok üzülmüştü, Abdullah Dehlevî de.
Mescidin avlusuna, çıktı bir gün nihâyet,
Kızgın güneş altında, oturdu kısa müddet.
Dedi ki: "Yâ İlâhî, yağmur yağana kadar,
Buradan gitmemeğe, bu kulun verdi karar."
O böyle söyleyince, çok geçmedi aradan,
Nehirler akar gibi, yağmur yağdı havadan.
Çok nazlı kullarıdır, Allah'ın çünkü onlar,
Onların hürmetine, yağdırır yağmur ve kar.
Resûlullah'tan gelen, o ilâhî feyiz, nûr,
Onların kalplerinden, herkese vâsıl olur.
Bu büyük velîlerin hürmetine yâ Rabbî,
Bizi, her hâlimizde, onlara eyle tâbi.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; cild 6, s. 77
2) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s. 190
3) Makâmât-ı Mazhariyye; s. 159.
4) Hadâik-ul-Verdiyye; s. 209
5) İrgâm-ül-Merîd; s. 70
6) Âdab; s. 10.
7) Behçet-üs-Seniyye; s.8
8) Hadîkat-ül-Evliyâ; s. 122
9) Reşehât Zeyli; s.72.
10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s. 431, 1081.
11) RehberAnsiklopedisi; c.1, s.18
12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.18, s. 282.
13) Nüzhet-ül-Havâtır; c.7, s.306.
14) Sefînet-ül-Evliya (Hüseyin Vassâf); c.2, s. 28.
15) Persian Literature; c.2, s. 1034.
16) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s. 703.

ABDULLAH AYDERÛSÎ


ABDULLAH AYDERÛSÎ;
Yemen evliyâsından. İsmi, Abdullah bin Abdullah bin Abdullah Ayderûs, künyesi Ebû
Muhammed'dir. 1538 (H.945) senesinde Yemen'de doğdu.
Abdullah Ayderûsî küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Âlim bir zât olan babasından ilim
öğrendi.Annesi Fâtıma binti Abdurrahmân da, evliyâlık derecelerine kavuşmuş bir hanımdı.
Onun terbiyesi ile yetişti. Ayrıca dînî ilimleri Şihâbüddîn Ahmed, Hüseyin bin Abdullah,
Ahmed bin Abdullah ve başkalarından öğrendi. Sonra, Hindistan'ın Ahmedâbâd şehrinde
bulunan babasının yanına gitti ve okumaya devâm etti. Daha sonra hacca gitti. Hac farîzasını
yerine getirdikten sonra Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevveredeki birçok âlimden ilim
öğrendi. Fıkıh, hadîs, tefsîr ve usûl ilminde yükseldi. Memleketine dönüp ilim ve edeb
öğretmeye, ders vermeye başladı. Çok uzak yerlerden akın akın ilim öğrenmeğe geldiler.
Hadramût beldesinde ilimde en üstün zat oldu. Pek çok kimse talebesi oldu. Muhammed ve
Zeynelâbidîn adındaki oğulları ile,Abdurrahmân Sekkâf, Ebû Bekr Şiblî adlarındaki torunları,
İmâm Abdullah bin Muhammed, Hüseyin bin Abdullah, Şeyhülislâm Ebû Bekr bin
Abdurrahmân, Şihâbüddîn, Kâdı Ahmed bin Hüseyn, Fakîh Abdurrahmân bin Akîl, Seyyid
Ebû Bekr bin Ali, Hüseyn ve başkaları kendisinden ilim öğrendiler.
Abdullah Ayderûsî'nin ömrü, hep ilim öğretmekle geçti. Allahü teâlâ ona uzun ömür verdi.
Çok cömert olup, îtibâr sâhibiydi. Asrının büyük âlimlerinden olduğunu herkes kabul etti.
Yumuşak huyluluğu yanında heybetli olması ile karşısındakine saygı telkin ederdi. Susması
çok olup, lüzumsuz konuşmazdı. Evinde ibâdetle meşgûl olur, ancak cumâ namazı için veya
bir düğün yemeğine çağrıldığında evinden çıkardı. Evinden çıktığında sokaklar onu görmek
ve duâ almak isteyenlerle dolup taşardı. Çok kerâmetleri görüldü. Bir talebesine bir beldeye
gidip orada bulunmasını söyledi, o da gitti. Hocasına bağlılığı ve muhabbeti sebebiyle çok
geçmeden orada hizmetler yapıp mânevî derecelere kavuştu.
Sevdiklerinden birinin kıymetli bir eşyâsı çalınınca, bu duruma çok üzüldü. Ayderûsî onun bu
hâlini görünce; "Falan yere git. Orada bekle, yanına gelen ilk kimseye aldığı malı getirmesini
söyle." Getirip verirse güzel. İnkâr ederse onu al buraya getir." buyurdu. O da yanına ilk gelen
kimseye söyledi. O kimse aldığı malı getirip eksiksiz teslim etti.
Ayderûsî, Yemen'in Terîm şehrinde çok hayır eserleri yaptırdı. Yaptırdığı mescidler
meşhûrdur. Mescid-ül-ebrâr ve Mescid-ün-nûr bunlardandır. Yolcular ve fakîrlerin istifâdesi
için hurma fidanları dikti. Uzun bir zaman gözleri görmez oldu. Sonra açıldı. Fazîlet sâhibi
kimseler onu medh eden kasîdeler yazdılar.
1610 (H. 1019) senesinin Şubat ayının dokuzunda Perşembe günü ikindi namazının secdesini
yaparken vefât etti. Cenâze namazı cumâ günü büyük bir kalabalık tarafından kılındı.
Cenâzesinde sultan ve devlet adamları da yer aldılar. Önceden Yemen'de Terim kasabasının
Zenbil kabristanında hazırladığı yere defnedildi. Sonra mezarın üzerine bir de türbe yapıldı.
!1%231+,1%$&45!+.
Âriflerden biri rüyâsında, Peygamber efendimizi Müdeyhac Mescidinin mihrâbında namaz kılarken
gördü. Abdullah Ayderûsî de Peygamberimize uymuş olarak namaz kılıyordu. Abdullah bin Ahmed
de, Ayderûsî'nin arkasındaki safta idi. Ayderûsî, câminin sahn (ortasındaki boşluk) kısmında idi ve
üzerine yağmur yağıyordu. Rüyâyı gören zât, bu rüyâsını sâlih bir kimseye anlattı. O kimse rüyâyı
şöyle tâbir etti:
Bu rüyâ, Ayderûsî'nin Peygamber efendimize tam uyduğuna; yağmur da, kerâmetlerinin çokluğuna
delâlet eder. Çünkü onun kerâmetleri çoktur.

ABDULLAH BİN AVN


ABDULLAH BİN AVN;
Peygamber efendimizin arkadaşlarını gören büyük velîlerden. İsmi Abdullah bin Avn bin
Ertabân el-Müzenî'dir. İbn-i Avn diye de bilinir. Basra'da doğdu. Doğum târihi
bilinmemektedir. Hadîs-i şerîf mütehassısı olarak Basra'da şöhret buldu. 768 (H.151)
senesinde vefât etti.
Abdullah bin Avn, devrinin büyük âlimlerinden okudu. Hadîs-i şerîf ilminde zamânın önde
gelen âlimleri arasına girdi. Semâme bin Abdullah bin Enes, Muhammed ibni Sîrîn, İbrâhim
en-Nehaî, Ziyâd bin Cübeyr bin Hayve, Kâsım bin Muhammed, Hasan-ı Basrî, Şa'bî,
Mücâhid ve başkalarından hadîs-i şerîf rivâyet etti.
Hadîs-i şerîf öğrenmek için Mekke, Medîne, Kûfe, Basra ve daha pek çok yere seyahat etti.
İmâm-ı A'meş, Dâvûd bin Ebî Hind, Süfyân-ı Sevrî, Şû'be, Ebû Yahyâ el-Kattân, Abdullah
ibniMübârek, Vekî bin Cerrâh, Muâz ibni Muâz, Muhammed bin Abdullah el-Ensârî ve
başkaları kendisinden hadîs rivayet ettiler.
Büyük âlim Kurre (rahmetullahi aleyh) der ki:
"Biz İbn-i Sîrîn'in verâsına, haram ve şüphelilerden sakınmasına hayrân idik. Fakat Abdullah
ibni Avn, onu bize unutturdu. O bu hususta çok ileri mertebelerde idi."
Bikâr bin Abdullah es-Sîrînî anlatır:
"İbn-i Avn'ın kimseyle alay ettiğini görmedim. Çünkü o, kendi hâlinde ve nefsiyle meşguldü.
Günden güne olgunlaşıyor, tasavvufta git-gide yükseliyor ve derecelere kavuşuyordu.
Abdullah bin Avn hazretleri her gün sabah namazını talebeleri ile kılar, kimseyle
konuşmadan, kıbleye karşı oturur, Allahü teâlâyı zikrederdi. Bu hal güneşin doğmasına kadar
sürerdi. Talebeleri de aynı şekilde yapardı. Güneş doğduktan sonra onlara dönüp, derse başlar
ve nasîhat ederdi.
Bir defâsında; "Akıllı bir kimse bir hatâ işlediğinde ne yapalım?" diye kendisine soruldu.
Buyurdu ki:
"Akıllı bir kimseyi, işlediği hatâ için azarlamak yakışmaz. Şu zamânımızda da durum
budur. Kim birini incitirse, daha şiddetli azarı bir başkasından kendisi duyar."
Abdullah bin Avn, boş ve faydasız şeyler konuşmaz, insanların hayrına olan şeyleri anlatırdı.
Bulunduğu yerde kendisinden çok güzel koku yayılırdı. Temiz ve güzel giyinirdi.Belli
zamanlarda evine kapanır, sükût ve tefekkürle vakit geçirirdi. İyi işlerini gizler, belli etmezdi.
Ana ve babasına iyiliği çoktu. Onların yediği kaptan hiç yemek yemezdi. Bu sebeple
kendisine sordular: "Ey Allahın sevgili kulu niçin böyle yapıyorsun?" Cevâben buyurdu ki:
"Korkarım, yediğim kaptaki bir lokmada, onların gözü olur da farkına varmadan alıp
yiyebilirim."
Bir gün annesi çağırdı. Biraz sert bir şekilde cevap vermişti. Sonra bu hâline çok üzüldü.
Hemen gitti ve bu hareketine keffâret olsun diye, iki köle âzâd etti.
Evlerinin hepsinde müslümanlar parasız otururdu. İsteyeceği ücret onlara çok gelebilir
düşüncesiyle hiç kira almazdı. Diline sâhib olup, hiçbir zaman kötü söz söylemezdi.
Yaptıklarından pişman olmayan akl-ı selîm sâhibiydi. Kur'ân-ı kerîmi çok okur, cemâate
devâm ederdi.
İbn-i Mus'ab'a; "Abdullah bin Avn hakkında ne dersin?" denilince;
"Avn oğlu ile yirmi dört sene berâber kaldım. Her şeyine dikkat ettim. Her hâliyle dînimize
uygun yaşayışının netîcesinde meleklerin ona bir hatâ yazmadığı kanâatine vardım." cevabını
verdi.
Yahyâ el-Kattân da;
"Avn oğlu Abdullah'ın üstünlüğü, insanlar arasında dünyâyı en fazla terketmiş olması
bakımından değil, diline sâhib olması bakımındandır. O, insanlar arasında diline en
fazla sâhib olanlardandır."
İbn-i Mübârek onun için; "Onun gibi namaz kılan görmedim." dedi. Âlimlerden Ravh
ismindeki bir zât da; "Ondan daha ibâdet edici birisini görmedim." buyurdu.
Abdullah ibni Avn hiç kızmazdı. Bir gün birisi kendisini kızdırmak istedi, ona dönüp;
"Allahü teâlâ sana iyilikler versin." cevabını verdi ve duâ etti.
Muhammed bin Fudale anlatır:
Peygamber efendimizi rüyâda gördüm. "İbn-i Avn'ı ziyaret ediniz. Çünkü Allahü teâlâ ve
Resûlü onu çok seviyor." buyurdu.
Bikâr binAbdullah es-Sîrînî, onun bir gün oruç tutup bir gün tutmadığını söyler.
İbn-i Mübârek'e; "İbn-i Avn ne ile bu dereceye yükseldi?" diye sorulunca; "Doğrulukla."
cevabını verdi.
Abdullah ibni Avn vasiyetlerinde;
"Ey kardeşlerim! Sizin için üç şeyi seviyorum. Kur'ân-ı kerîmi gece-gündüz okumanızı,
cemâate devâmınızı ve kötü işlere mâni olmanızı." buyurdu.

4 Nisan 2013 Perşembe

ABDULLAH EL-ACEMÎ


ABDULLAH EL-ACEMÎ;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Şeyh Abdullah el-Acemî'dir. Doğum târihi bilinmemektedir.
Haleb civârında Bire yakınındaki Kefertaşe köyünde ikâmet ederdi. Bağ-bahçe ile uğraşır,
çiftçilik yapardı. Üstün hâller ve kerâmetler sâhibi bir zâttı. 1242 (H. 640) senesinde doğduğu
yer olan Kefertaşe köyünde vefât etti. Kabri ziyâret mahallidir.
Menkıbelerinden bâzıları şöyle nakledilmiştir:
Zamânın sultânı Melîk Zâhir Mücirüddîn, bir defâsında Abdullah el-Acemî hazretlerinin
köyüne gitmişti. Abdullah el-Acemî bahçelerde bekçilik yapıyordu. Melik onu bir bahçe
içinde görüp:
"Ey Genç! Bize tatlı bir nar getir." deyince, bulunduğu bahçedeki bir nar ağacından nar
koparıp götürdü. Melik kesip tadına baktı ve; "Bu nar ekşi sen nasıl bekçisin narın ekşisini
tatlısını ayırd edemiyorsun?" dedi.
Abdullah el-Acemî kendisine âid olmayan meyvelerden hiç yemediği için, ekşisini tatlısını
bilmiyordu. Melîk'in sözleri üzerine hem üzüldü hem de mahcûb oldu. Gidip bir ağacın
altında namaza durdu ve iki rekat namaz kılıp şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî bana hangi narın tatlı
olduğunu bildir, gidip Melîk'e vereyim..."
Onun namaz kılışını ve duâ edişini seyreden Melik hayretinden atın üstünde donakalmıştı.
Çünkü ağaçlar da onunla secdeye gidiyorlardı. Hayatında ilk defa böyle bir halle
karşılaşıyordu. Hayretle; "Ağaçlar! Evet, ağaçlar! O secdeye kapandıkça ağaçlar da secdeye
kapandılar! Demek bu genç erenlerden!" diyerek atından indi. Ayakta durarak Abdullah
el-Acemî hazretlerine sevgiyle baktı. Sonra koşup ayaklarına kapandı.
Abdullah el-Acemî hazretleri geri çekilerek böyle yapmasına mânî olmak isteyince Melik
Zâhir; "Sen namaz kılarken şu bahçenin bütün ağaçları seninle birlikte secdeye kapandılar.
Bunun kerametiniz olduğunu anladım. Sen mübârek bir kimsesin."dedi. Abdullah
el-Acemî'nin; "Belki hâyâl gördünüz..." buyurması üzerine;
"Hayır! Vallahi gerçek gördüm. Melik aslında sizsiniz. Biz Melik değil sizlerin
hizmetçisiyiz." dedi.
Bu konuşmalardan sonra Melik Zâhir ona duyduğu yakınlığı daha da artırmak istedi. Ona
ısınmış, kalbi kaynamıştı:
"Benim edebli ve sana lâyık bir kızım var. Onu size nikahlamak isterim." O; "Efendim ben,
malı mülkü olmayan, bir garibim" cevabını verdi.
Fakat Melîk niyetinde kararlı ve çok ısrarlı idi. Abdullah el-Acemî hazretleri onun bu samîmî
ve candan isteği karşısında teklîfini geri çevirmedi. Nikâhları yapıldı.
Melik Zâhir saraya gidip durumu hanımına anlatınca o da memnun olup, kızının çeyizini
düzdü. Sonra, kızını sultan kızına lâyık bir şekilde develer yükü çeyizle gönderdi.
Düğün alayı Abdullah el-Acemî'nin köyüne yaklaşınca haberciler durumu Abdullah Acemî
hazretlerine bildirdiler. Bu haber üzerine düğün alayını karşıladı. Sultanın kızı bir deve
üstünde tahtırevan içinde geliyordu. Peşinde de katar hâlindeki develer üzerinde yükler
dolusu eşyâ vardı. Sultanın kızına yaklaşıp; "Ey Sultân kızı! Benim hanımım olmayı mâdem
ki kabul ettin, şimdi senden bazı isteklerim var!" deyince kız; "Evet, buyurun söyleyin." dedi.
"O halde şimdi, sen üzerinde bulunduğun deveden in! Üzerindeki o süslü elbiselerin yerine
benim vereceğim şu sâde elbiseyi giy. Sonra şuradaki bahçıvan evine gir." buyurdu.
Kız isteğini memnuniyetle yerine getirdi.
Melik Zâhir ile Abdullah el-Acemî hazretlerinin arasında geçen bu hâdise Irak'ta evliyâ bir
zât ve talebeleri tarafından duyulmuştu. Ziyâret etmek için Abdullah el-Acemî'nin köyüne
geldiler.
Köye geldiklerinde, Abdullah el-Acemî bahçede çalışıyor, bahçenin otlarını topluyordu.
Gelen ziyâretçi heyetinin reisi Allahü teâlâya duâ etti ve otlara işaret etti. Allahü teâlânın izni
ile otlar bir yere toplandı. Abdullah el-Acemî hazretleri onları karşıladıktan sonra; "Niçin
böyle yaptınız?" diye sordu. O zât; "Efendim sizin yorulmamanızı, nasihat etmenizi istedim."
deyince de;
"Biz, böyle olmasını isteseydik, Allahü teâlânın izni ile otlar toplanırdı. Lâkin biz alın teri ile
lokma yeriz." dedi ve alnında toplanan terleri sildi. Terleri parmaklarından damla damla
toprağa döküldü. Sonra; "Ey bahçemin otları eski bulunduğunuz yere dönünüz." dedi. Otlar
bahçeye yayılıp eski hallerini aldılar.
Ziyâretine gelen zât onun yanından ayrılmadı. Vefâtına kadar hizmetinde ve sohbetinde
bulundu.

ABDULLAH BİN ABDÜLGANÎ EL-MAKDİSÎ


ABDULLAH BİN ABDÜLGANÎ EL-MAKDİSÎ;
Evliyânın büyüklerinden, hadis ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebû Mûsâ olup,
ismi, Abdullah bin Abdülganî bin Abdülvâhid bin Ali el-Makdisî'dir. Lakabı Cemâlüddîn'dir.
1185 (H.581) senesi şevvâl ayında doğdu. 1232 (H.629) senesi ramazan ayında cumâ günü
Şam'da vefât etti.
Abdullah el-Makdisî, Kur'ân-ı kerîmi amcası Şeyh el-İmâd'dan öğrendi. Fıkıh ilmini Şeyh
Muvaffakuddîn'den, Arab dilinin inceliklerini ise Ebi'l-Bekâ el-Akberî'den öğrendi. Şam'da;
Abdurrahmân bin Ali el-Harkî, İsmâil el-Cinzevî ve Ebû Tâhir el-Huşûî'den, Bağdâd'da;
Abdülmün'îm bin Küleyb, El-Mübârek bin Matuş ve Mes'ûd El-Cemâl'dan, İsfehan'da; Halîl
er-Râzânî ve Ebü'l-Mekârim el-Lebbân'dan, Mısır'da; Ebû Abdullah el-Ertâhî ve oğlu
Sa'd-ül-Hayr'dan, Nişâbûr'da; Mensûr el-Ferâvî, El-Müeyyid et-Tûsî'den ve birçok âlimden
hadîs-i şerîf dinledi, yazdı ve rivâyette bulundu. Bunun yanında Mûsul, Erbil, Mekke ve
Medîne'ye de gidip hadîs-i şerîf dinledi.
Kendisinden ise; Hâfız ez-Ziyâ, Şeyh Şemsüddîn, Şeyh-ül-Fahr, Şems ibni Hâzım, Şems
İbn-ül-Vâsıtî, Nasrullah bin Iyâş, Nasrullah Sa'd-ül-Hayr ve birçok âlim hadîs-i şerîf
rivâyetinde bulundular. Kendisinden icâzet (diploma) almak sûretiyle en son rivâyette
bulunan, Kâdı Takıyyüddîn el-Hanbelî'dir.
İbn-ül-Hacîb onun hakkında
Hâfız Cemâlüddîn, sağlam, güvenilir, dînine son derece bağlı bir zâttır. Emâneti koruma,
mârifet, ezberinin kuvvetli olması hususlarında, zamânımızda bir benzeri yoktu. Çok
mütevâzî, heybetli, vakûr, ağırbaşlı, cömert, müsâmehakâr, aklı selîm sâhibi, özür dileyenin
özrünü kabûl edici, çok ibâdet eden, vera' sâhibi, her an nefsi ile mücâdele eden bir zât idi."
demektedir.
Hâfız ez-Ziyâ ise onun hakkında; "Kur'ân-ı kerîmi kırâatına uygun, doğru ve güzel okurdu.
Ebû Mûsâ, fıkıh ve hadîs-i şerîf ilimlerinde zamanının büyük âlimi oldu. Birçok yere ilim
öğrenmek için gitti. Çok kere bu yolculukları yürüyerek yaptı. Her hâliyle örnek, kendisine
uyulan bir zât oldu. İnsanlar, onun derslerinden çok istifâde ettiler." demektedir.
Ebû Mûsâ, İsfehan veNişâbûr'a ilim öğrenmek için yalınayak giderdi. Yolda açlık ve susuzluk
sıkıntılarına da göğüs gererdi. Melik el-Eşref, onun için Sefh'de kendi ismiyle bir hadîs
külliyesi yaptırdı ve Ebû Mûsâ'yı buraya idareci ve müderris tâyin etti.
Zekîyyüddîn el-Berzâlî ise; "Hâfız Cemâlüddîn, sağlam, dînine bağlı olup ve doğruyu
yanlıştan ayırırdı." demiştir.
Muhammed bin Selâm onun için; "Ebû Mûsâ, bir müzâkere, ders meclisi kurdu. Pek çok
kimse akın akın ona koştu. O, ilim ve edeb olarak bütün üstünlükleri kendisinde toplamıştır."
demektedir.
Ebû Mûsâ hazretleri vefât ettikten sonra, talebelerinden pek çoğu rüyâda gördüler. Bir
talebesi onu rüyâda gördü ve; "Size nasıl muâmele yapıldı?" diye sordu. "Allahü teâlânın
ihsânı ve ikrâmı ile nîmetler içindeyim." dedi. Bir başkası onu rü'yâsında gördü ve; "Haliniz
nasıldır?" diye sordu. Ona da; "Hayra kavuştum." diye cevap verdi.
Ebû Mûsâ el-Makdisî bir talebesine rü'yâda şöyle dedi:
Yavrum! Benim, dünyâda iken okuduğum ve size yazdırıp öğrettiğim duâya devâm et. O duâ,
sana yazdırdığım falan kâğıttadır. O duâ; "Yâ Rabbî! Sen benim Rabbimsin. Senden başka
ilâh yoktur. Ancak sen varsın. Beni yoktan yarattın. Ben senin kulunum." duâsı olup, dünyâda
çok okunması sebebiyle burada kurtuluşuma sebeb oldu. Ona devâm et!
Vefâtı sebebiyle, Yûsuf bin Abdülmün'îm, söylediği kasîdede onun hakkında özetle şöyle der:
"Ölümüyle berâber sevinç ve neş'enin yok olduğu kimseye üzülmemek elde değildir. Şâyet o
kişi yaşasaydı, dîni öğretir, insanlara Allahü teâlânın yolunu gösterir ve sünnetleri yayardı."

ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ (OSMAN) EL-YUNEYNÎ


ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ (OSMAN) EL-YUNEYNÎ;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdullah bin Abdülazîz bin Ca'fer el-Yuneynî'dir. Künyesi
Ebû Osman'dır. Doğum târihi bilinmemekle berâber 1136 (H.530) senesinden sonra Sûriye'de
Ba'lbek beldesine bağlı Yuneyn köyünde doğduğu kaydedilmiştir. 1220 (H.617) senesinde
vefât etti. Ömrü seksen sene civârında idi. Defnedildiği yere türbe yapıldı. Türbesi Ba'lbek'de
olup, istifâde edilen bir ziyâretgâhtır. Şam'da zamânının âlim ve velîlerinden ilim ve feyz
alarak yetişti. Zühd sâhibi, dünyâya düşkün olmayan, heybetli, uzun boylu, cesur, iyiliği
emreden, kötülükten sakındıran, gece-gündüz dîn-i İslâmı yaymak için uğraşan, Allahü
teâlâyı bir an unutmayan, şânı yüksek, kerâmet sâhibi bir zât idi. Ba'lbek vâlisi kendisini
ziyâret ettiğinde, ona adâletle davranmasını tenbîh eder ve nasîhatta bulunurdu.
Es-Sehâvî şöyle anlatır: "Ebû Osman el-Yuneynî, senede üç dirhem ile geçinirdi. Bir
dirhemiyle un alır, bir dirhemiyle yağ, bir dirhemiyle de bal alırdı. Bunları karıştırıp, yuvarlak
yuvarlak üç yüz altmış tâne köfte gibi parçalar yapardı. Bayram günleri hariç devamlı oruçlu
olduğundan her akşam biri ile iftâr ederdi."
İbn-i Şühbe Târih-i İslâm adlı eserinde onun için; "Ebû Osman, aslenBa'lbek köylerinden
olan Yuneyn köyündendir. Kerâmet sâhibi bir zât olup, nefsiyle çok mücâdele ederdi.
Kimseden bir şey almazdı. Aza kanâat eden iffet sâhibi bir zât idi." demiştir.
Şeyh Muhammed bin Ebi'l-Fadl şöyle anlatmıştır: "Zamânın sultânı Sultan Îsâ, bir gün
Abdullah bin Abdülazîz hazretlerinin huzûruna gelip; "Efendim! Bize duâ ve nasîhat ediniz."
deyince; "Ey Sultan! Zulümden, kötülüklerden, şakî olmaktan sakın. Babanda bu haller
görülmüştü. Sen öyle olma!" dedi."
Bu sultan da, tebeasına âdil davranmıyordu. Bu bakımdan, söylenilen sözlere kulak asmadan
kalkıp gittiği gibi Abdullah bin Abdülazîz hazretlerine de bir hîle yapmayı düşündü. Üç bin
altın götürüp, hediyemizdir, ihtiyaçlarınıza harcayınız diye vererek deneyecek, kabul ederse
hemen geri alacaktı. Ertesi gün hilesini yapmak üzere huzuruna tekrar gitti. Yanında
götürdüğü üç bin dirhemi önüne bırakıp; "Efendim, bunlar size hediyemizdir. Buyurun,
dergâhınızın ihtiyaçlarına harcarsınız!" dedi. Abdullah bin Abdülazîz hazretleri sultana vakar
ve heybetle bakıp; "Ey câhil! Kalk hemen buradan git! Bizi denemeye kalkışıyorsun! Biz
Allahü teâlâya duâ edersek yer yarılır seni yutar. Bizi parayla ölçmek istiyorsun. Biz isteyince
Allahü teâlânın izniyle şu oturduğumuz seccâdenin altından, birinden gümüş diğerinden altın
akan iki çeşme ortaya çıkar! Su gibi altın ve gümüş akar." dedi.
Bu sözleri söyledikten sonra seccâdenin kenarını kaldırdı. Huzûrunda bulunanlar iki çeşme
gördüler, birincisinden altın diğerinden de gümüş su gibi akıyordu.
Abdullah bin Abdülazîz hazretlerinin zamânında Melîk Emced bir imârethâne yaptırıyordu.
Binânın inşâsında büyük taşlar kullanmak istedi. Beldesinde bulunan büyük taşların kırılıp
yontulmasını emretti. Ancak bu işle uğraşanlar taşları parçalamaya güç yetiremediler. Ne
kadar uğraştılarsa da âletleri bu iş için kâfi gelmedi ve çaresiz kaldılar. Abdullah bin
Abdülazîz hazretlerine gidip durumu anlattılar ve yardım istediler. O da yardım etmeyi kabûl
edip taşların bulunduğu yere geleceğini söyledi. Beklemeye başladılar. Baktılar ki havada
yürüyerek geliyor. Sonra, gelip havada tam taşların üstünde durdu. Taşlar onun himmetiyle ve
Allahü teâlânın izniyle gözleri önünde istenildiği gibi parça parça ayrıldı. Bu hâdiseye çok
şaşan işçiler, gidip durumu Melik Emced'e anlattılar. Melik buna hem çok hayret etti hem de
pek memnun oldu. Derhal huzuruna gidip hürmetle elini öperek teşekkür etti.
İbn-i Şühbe şöyle anlatmıştır:
Hanımımın bir örtüye ihtiyâcı vardı. Satın almamı istedi. Borcum olduğunu, bu sebeple
alamayacağımı söyledim. O gece uyudum. Rüyâda bana; "İbrâhim Halîlullah'ı görmek
istersen, Abdullah bin Abdülazîz el-Yuneynî'ye bak!" dendi.
Sabahleyin, Abdullah el-Yuneynî'nin bulunduğu yere gittim. Beni görünce, beklememi
istediler ve evlerine gidip geldiler. Berâberlerinde, bir örtü ve borcum kadar para vardı.
Onları bana verdi. Alıp evime döndüm.
Abdullah bin Abdülazîz hazretlerinin vefâtı şöyle anlatılır:
Bir cumâ günü yıkanmak üzere hamama gitti. Cumâ namazı için gusl abdesti aldı. Sonra
câmiye gelip, cumâ namazını kıldı. Sonra Dâvûd ismindeki müezzine; "Ey Dâvûd! Sen
cenâze yıkar mısın? Yarın sabah bak neler olacak!" dedi.
Müezzin bir şey anlamayıp; "Efendim biz sizin emrinizdeyiz." diyebildi.
Oradan ayrılıp dergâhına geldi. Talebelerini, her zaman altında oturduğu ağacın yanına
çağırdı ve; "Beni, buraya defnedin!" diye vasiyet etti. O gece bütün talebeleriyle sohbet etti ve
onlara ayrı ayrı duâ etti. Talebelerinden biri; "Efendim zât-ı âliniz için, tatlı menbâ suyu
getirmişler içer misiniz?" diyerek ikrâm etti.
Suyu alıp içti. Kalanıyla da abdest aldı. Sabah namazını cemâatle kıldıktan sonra, her zaman
çıktığı minderin üzerine çıkıp, kıbleye doğru bağdaş kurup oturdu. Her zaman olduğu gibi
tesbihi elinde idi. O hâlde hiç kimse ile konuşmadı. Herkes onun uyuduğunu zannedip
yavaşça oradan ayrıldı.
Bir ara hizmetçisi bir şey sormak için yanına girdi. Uyuyor zannederek geri çıktı. Bir süre
sonra; "Hocamız bu kadar geç kalmazdı!" diye düşünerek, tekrar odaya girdi ve; "Yâ Seyyidî,
ey efendim!" diye seslendi. Ebû Osman el-Yuneynî hiç ses vermedi. Yanına gidip baktığında,
vefât ettiğini gördü. Hemen Melik Emced'e haber verdiler. Derhal dergâha geldi. Ebû Osman
Abdullah'ın hiç renginin değişmediğini ve bağdaş kurmuş bir hâlde vefât etmiş olduğunu
gördü. Cenâze işlerine başladıklarında Müezzin Dâvûd gelip, Ebû Osman Abdullah'ı yıkadı.
O zaman Müezzin Dâvûd'a; "Yarın sabah bak neler olacak." demesinin, vefâtına işâret
olduğunu anladılar. Vasiyeti üzere, talebeleriyle altında sohbet ettiği ağacın dibine defnedildi.
Daha sonra buraya velilerden pek çok kimse defnedildi.
Abdullah bin Abdülazîz el-Yuneynîhazretleri bir şiiri devamlı okuyup, ağlardı. Bu şiirin
mânâsı şöyledir:
"Ey benim şefâatçım! Bütün arzum, özlem ve iştiyâkım sizedir. Bütün kerîmler, cömertler
kendilerinden şefâat istenilince kâbûl ederler. Benim özrüm, sizin arzunuzda esir olmaktır.
Aşk ateşiyle yanıp esir olan kişilerin boynu bükük olur. Benim size olan bu özrümü kâbûl
ederseniz ne iyi ve ne güzeldir. Eğer kabûl etmezseniz, seven büyük bir yük yüklenmiştir.
Size karşı benim sabrım vardır. Benim için bu sevgiliye kavuşmak, ulaşmak vardır."
#.),"%&/"%"0+(
Kâdı Yâkûb şöyle anlatır:
Birgün Şam'da bir mescidin kenarındaydım. Orada bir köprü vardı. Hava çok sıcaktı.
Abdullah el-Yuneynî, abdest almak için dereye indi. O sırada bir nasrânî, şarap yüklü katırı
ile köprüden geçiyordu. Katır bir ara ürktü ve yük yere yıkıldı. Çevrede başka kimse yoktu.
Abdullah el-Yuneynî, yukarı çıkıp bana; "Yükü yüklemeye yardım et!" dedi.
Nasrânîye yardım ettim ve yükü katıra yükledik. Nasrânî, oradan uzaklaşıp gitti. Kendi
kendime; "Bu zât böyle yapmamı niye istedi?" diye düşündüm. Sonra nasrânîyi tâkib ettim.
Nasrânî, katırıyla şarap satan bir dükkânın önüne geldi. Katırdaki yükü indirip açtı. Hepsi
sirke olmuştu. Şarap satıcısı; "Yazıklar olsun sana! Senden şarap getirmeni istedim. Bunlar
sirke!" dedi.
Nasrânî hayretten dona kalmıştı. Şaşkınlığından ağlamağa başladı ve; "Bunlar şaraptı. Fakat
neden sirke oldu sebebini anladım!" diyerek hemen katırını bir yere bağladı. Doğru Abdullah
bin Abdülazîz hazretlerinin dergâhına koştu. Huzûruna girer girmez: "Eşhedü enlâ ilâhe
illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühü." diyerek müslüman oldu ve artık
huzûrundan ayrılmayıp talebeleri arasına girdi.

ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ


ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ;
Dokuzuncu yüzyıldaki hadîs âlimlerinin meşhûrlarından. Ömerî ismiyle de tanınmıştır. 800
(H.184) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti. Babasından ve diğer âlimlerden hadîs-i
şerîf rivâyet etti. Kendisinden ise Süleymân bin Muhammed bin Yahyâ bin Urve bin Zübeyr,
İbn-i Uyeyne, İbn-i Mübârek, Mûsâ bin İbrâhim gibi âlimler hadîs-i şerîf bildirmişlerdir.
İbn-i Hibbân; "O, zamânının en zâhidi idi. Dünyâya düşkün olmıyan, âbid, hadîs ilminde sika,
güvenilir bir âlim idi." demiştir.
Fudayl bin İyâd buyurdu ki: "Abdullah bin Abdülazîz ile İbn-i Mübârek'in huzûruna gidip,
yanında bulunmayı çok seviyorum."
Ebû Ca'fer el-Hızâ, Abdullah Ömerî'nin bir gün büyüklerden birisinin şu sözünü naklettiğini
bildirdi: "Kur'ân-ı kerîmi çok okumalı. Çünkü, Kur'ân-ı kerîm, okunup emirlerine uyulduğu
zaman Cennet'e götürür."
Abdullah Ömerî hazretleri dâimâ kitaplarıyla beraberdi. Onları yanından hiç ayırmazdı.
Mutlakâ yanında bakacağı bir kitap bulunurdu. Ona; "Niçin kitapları bu kadar seviyorsun?"
dediler. O, bunlara şu sözlerle cevap verdi: "İnsana kabirden daha ibret verici ve daha çok
nasîhat eden bir şey yoktur. Yalnızlıktan daha emin bir şey yoktur. Kitap ise, insana yakın ve
samîmî bir arkadaştır."
Bir gün şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî! Sana, büyüğümüz, küçüğümüz tövbe ederiz.
Tövbelerimizi, doğru kıl. Bizi tövbesine uymayanlardan eyleme, Allahım!".
Ebû Münzir İsmâil bin Ömer anlattı. Abdullah Ömerî şöyle diyordu: "İnsanoğlu gaflete dalar
ise, Allahü teâlânın emirlerini yapmaz ve yasakladığı şeyleri yapmaya başlar. İnsanlardan
korkarak, emr-i ma'rûf ve nehy-i an-il-münker; iyiliği emredip, kötülüklerden alıkoyma
farzını terkeder."
Birisi Abdullah bin Abdülazîz'e; "Bana nasîhat et." dedi. Bunun üzerine, o zâta dönerek;
"Verâ, şüphelilerden sakınmak çok kıymetli bir haslettir. İnsanın kalbinde verânın bulunması,
bütün dünyâya bedeldir. Onun için, bir şey şüpheli ise ondan sakın. Yoksa haram işlersin."
dedi.
Talebelerinden biri; "Şükredici ve sabredici kimlerdir?" diye sorduğunda, Enes bin Mâlik'den
rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi okudu. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Dünyâ husûsunda,
kendisinden yukarı olanlara, din husûsunda kendisinden aşağıda olanlara bakan
kimseyi, Allahü teâlâ şükredici ve sabredici olarak yazmaz. Dünyâ husûsunda
kendisinden aşağıda olanlara bakıp, din husûsunda kendisinden yukarıda olana bakan
kimseyi Allahü teâlâ, şükreden ve sabırlı bir kul olarak yazar."
Eshâb-ı kirâma karşı çok muhabbeti vardı. Onlar Peygamber efendimizin en yakınları,
dostları, arkadaşları olduğu için bütün müslümanların onları sevmesini emrederdi.
İbrâhim bin Sa'd'dan rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi sık sık okurdu: "Eshâbım hakkında,
Allahü teâlâdan korkun. Sakın benden sonra onlara düşmanlık yapmayınız. Onları
seven beni sevdiği için sever. Onlara buğzeden, kin tutan, bana düşmanlığından dolayı
böyle yapmış olur. Onlara eziyet eden, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden, Allahü
teâlâya eziyet etmiş olur. Kim Allahü teâlâya eziyet ederse, Allahü teâlânın onu
cezalandırması çok yaklaşmış demektir."
Duâların kabûl olması ile ilgili olarak sorduklarında Peygamber efendimizin şu hadîs-i
şerîflerini nakletti: "Allahü teâlâya yalvarıp duâ etmeden önce ma'rufu (iyiliği) emredip,
münkerden nehyediniz. Günahınıza pişman olup, Allahü teâlâdan af ve mağfiret
dilemeden önce, elbette Allahü teâlâ sizin duâlarınızı kabul etmeyecek. O zaman af ve
mağfiret de olunmayacaksınız. Yahûdî âlimler ve hıristiyan din adamları emr-i ma'ruf
ve nehy-i an-il-münkeri terkettikleri için, Allahü teâlâ onları, kendi peygamberlerinin
lisânı üzere lânetleyip, umumî bir belâ vermiştir."
!"#$%&"'"#()(&*"+(%,"-()
Muhammed bin Harb el-Mekkî şöyle anlatır:
Abdullah bin Abdülazîz Ömerî hazretleri yanımıza gelmişti. Onun etrafına toplandık. Mekke-i
mükerremenin ileri gelenleri de oradaydı. Bu sırada Abdülazîz Ömerî hazretleri başını kaldırınca,
Kâbe-i muâzzamanın etrafında yükselen sarayları gördü. Şiddetli bir şekilde bağırarak; "Ey bu
köşkleri bu mukaddes mekanın yanına dikenler! Ölünce, yapayalnız kalacağınız mezarların zifiri
karanlıklarını hatırlayınız. Ey zevk ve sefâ sahipleri, ey dünyâ nîmetleri içerisinde yüzenler!
Kabirde, kurtların, böceklerin, yiyecekleri ve gıdâları olacağınızı, şu güzel vücutlarınızın, toprak
altında çürüyeceğini, o gören gözlerinizin akacağını, konuşan dillerinizin susacağını hiç düşündünüz
mü?" Abdülazîz hazretleri bunları söyleyince gözleri doldu.

3 Nisan 2013 Çarşamba

ABDİL DEDE - ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ


ABDİL DEDE;
Denizli'nin Acıpayam ilçesine bağlı Darıveren kasabasında medfundur. 1071'de Sultan
Alparslan'ın Malazgirt Zaferinden sonra Anadolu'da İslâmiyeti yayan derviş gazilerdendir.
Avşar ovasında Bizanslılarla yapılan savaşlarda gösterdiği kahramanlık ve kerâmetleri halk
arasında söylene gelmektedir.
ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ;
Dokuzuncu yüzyıldaki hadîs âlimlerinin meşhûrlarından. Ömerî ismiyle de tanınmıştır. 800
(H.184) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti. Babasından ve diğer âlimlerden hadîs-i
şerîf rivâyet etti. Kendisinden ise Süleymân bin Muhammed bin Yahyâ bin Urve bin Zübeyr,
İbn-i Uyeyne, İbn-i Mübârek, Mûsâ bin İbrâhim gibi âlimler hadîs-i şerîf bildirmişlerdir.
İbn-i Hibbân; "O, zamânının en zâhidi idi. Dünyâya düşkün olmıyan, âbid, hadîs ilminde sika,
güvenilir bir âlim idi." demiştir.
Fudayl bin İyâd buyurdu ki: "Abdullah bin Abdülazîz ile İbn-i Mübârek'in huzûruna gidip,
yanında bulunmayı çok seviyorum."
Ebû Ca'fer el-Hızâ, Abdullah Ömerî'nin bir gün büyüklerden birisinin şu sözünü naklettiğini
bildirdi: "Kur'ân-ı kerîmi çok okumalı. Çünkü, Kur'ân-ı kerîm, okunup emirlerine uyulduğu
zaman Cennet'e götürür."
Abdullah Ömerî hazretleri dâimâ kitaplarıyla beraberdi. Onları yanından hiç ayırmazdı.
Mutlakâ yanında bakacağı bir kitap bulunurdu. Ona; "Niçin kitapları bu kadar seviyorsun?"
dediler. O, bunlara şu sözlerle cevap verdi: "İnsana kabirden daha ibret verici ve daha çok
nasîhat eden bir şey yoktur. Yalnızlıktan daha emin bir şey yoktur. Kitap ise, insana yakın ve
samîmî bir arkadaştır."
Bir gün şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî! Sana, büyüğümüz, küçüğümüz tövbe ederiz.
Tövbelerimizi, doğru kıl. Bizi tövbesine uymayanlardan eyleme, Allahım!".
Ebû Münzir İsmâil bin Ömer anlattı. Abdullah Ömerî şöyle diyordu: "İnsanoğlu gaflete dalar
ise, Allahü teâlânın emirlerini yapmaz ve yasakladığı şeyleri yapmaya başlar. İnsanlardan
korkarak, emr-i ma'rûf ve nehy-i an-il-münker; iyiliği emredip, kötülüklerden alıkoyma
farzını terkeder."
Birisi Abdullah bin Abdülazîz'e; "Bana nasîhat et." dedi. Bunun üzerine, o zâta dönerek;
"Verâ, şüphelilerden sakınmak çok kıymetli bir haslettir. İnsanın kalbinde verânın bulunması,
bütün dünyâya bedeldir. Onun için, bir şey şüpheli ise ondan sakın. Yoksa haram işlersin."
dedi.
Talebelerinden biri; "Şükredici ve sabredici kimlerdir?" diye sorduğunda, Enes bin Mâlik'den
rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi okudu. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Dünyâ husûsunda,
kendisinden yukarı olanlara, din husûsunda kendisinden aşağıda olanlara bakan
kimseyi, Allahü teâlâ şükredici ve sabredici olarak yazmaz. Dünyâ husûsunda
kendisinden aşağıda olanlara bakıp, din husûsunda kendisinden yukarıda olana bakan
kimseyi Allahü teâlâ, şükreden ve sabırlı bir kul olarak yazar."
Eshâb-ı kirâma karşı çok muhabbeti vardı. Onlar Peygamber efendimizin en yakınları,
dostları, arkadaşları olduğu için bütün müslümanların onları sevmesini emrederdi.
İbrâhim bin Sa'd'dan rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi sık sık okurdu: "Eshâbım hakkında,
Allahü teâlâdan korkun. Sakın benden sonra onlara düşmanlık yapmayınız. Onları
seven beni sevdiği için sever. Onlara buğzeden, kin tutan, bana düşmanlığından dolayı
böyle yapmış olur. Onlara eziyet eden, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden, Allahü
teâlâya eziyet etmiş olur. Kim Allahü teâlâya eziyet ederse, Allahü teâlânın onu
cezalandırması çok yaklaşmış demektir."
Duâların kabûl olması ile ilgili olarak sorduklarında Peygamber efendimizin şu hadîs-i
şerîflerini nakletti: "Allahü teâlâya yalvarıp duâ etmeden önce ma'rufu (iyiliği) emredip,
münkerden nehyediniz. Günahınıza pişman olup, Allahü teâlâdan af ve mağfiret
dilemeden önce, elbette Allahü teâlâ sizin duâlarınızı kabul etmeyecek. O zaman af ve
mağfiret de olunmayacaksınız. Yahûdî âlimler ve hıristiyan din adamları emr-i ma'ruf
ve nehy-i an-il-münkeri terkettikleri için, Allahü teâlâ onları, kendi peygamberlerinin
lisânı üzere lânetleyip, umumî bir belâ vermiştir."

ABBÂS BİN HAMZA EN-NİŞÂBÛRÎ - ABBAS MEHDİ


Hadîs âlimi, hatîb ve velî. Künyesi Ebü'l-Fadl'dır. Evliyâdan Ebû Bekr Hafîd'in torunudur.
900 (H. 288) senesinde vefât etti. Zünnûn-i Mısrî ve Bâyezîd-i Bistâmî ile sohbet etmiştir.
Hadîs-i şerîf öğrenmek için memleketleri gezerdi. Evliyânın meşhûrlarından ve Şam'ın güzel
kokulu çiçeği diye meşhur Ahmed bin Ebi'l-Havârî hazretlerinden hadîs-i şerîf okudu.
Gündüzleri oruç tutar, geceleri namaz kılardı. İnsanlara doğru yolu gösterir, İslâmiyetin
emirlerine sıkı sarılmaları için çok gayret sarfederdi. Vâz ve nasîhatlar ederdi. Bu sebeple
"El-Vâiz" lakabıyla meşhûr oldu.
Hasan bin Muhammed Nişâbûrî annesinden şöyle nakletti: Annem vefât etmeden önce bana;
"Sana hâmile iken babandan izin alıp Abbâs bin Hamza'nın sohbet ettiği yere gittim. Münâsib
bir yere durup, onu dinledim. Sohbetini bitirince; "Ayağa kalkınız" dedi.Herkes kalktı ve hep
birlikte ellerini açıp duâ etmeye başladılar. Ben de el açıp; "Yâ Rabbî! Bana ilim sâhibi sâlih
oğul ihsân et" diye duâ ettim. Sonra eve döndüm. Gece bir rüyâ gördüm, bir zât bana; "Müjde
Allahü teâlâ senin duânı kabul buyurdu. Sana bir erkek evlâd verecek. Oâlim ve uzun ömürlü
olacak" dedi.
Hasan bin Muhammed bunu anlattıktan dört gün sonra vefât etti. Annesinin rüyâsında
müjdelendiği gibi âlim ve uzun ömürlü bir zât idi...
Abbâs bin Hamza hazretleri, hocasıZünnûn-i Mısrî'nin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"İnsanlar neyi istediklerini bilselerdi, arzu ettikleri şey için verdikleri onlara zor gelmezdi."
"Ey Allahım! Ben nasıl senin rızân için çalışmayayım, çünkü sen beni yoktan vâr ettin ve
İslâmiyetle şereflenmemi nasîb ettin."
Abbâs bin Hamza (r.aleyh) buyurdu ki: "Hocam Ahmed bin Ebi'l-Havârî, hocası Ebû
Süleymân Dârânî'den nakletti: "Bir vaktin insanlarının bozulduğuna alâmet, o insanların
korkudan çok ümid içinde olmalarıdır."
"Ârif olana, devamlı olarak Rabbinin emirlerine itâattan başka bir hâl yakışmaz."
Yine hocası Ahmed bin Ebi'l-Havârî'den nakleder: "Dünyâyı tanıyan ondan vazgeçer, âhireti
tanıyan ona sarılır, Allahü teâlâyı tanıyan da O'nun rızâsına kavuşmak için çalışır."
1) Ταβακτ−σ−Σφιψψε; σ. 25,26,139
2) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.3, s. 26
3) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s. 121
4) Tabakât-üs-Sûfiyye (Ensârî); s. 119
5) Hazînet-ül-Meârif; c.2, s.165
6) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.43
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.54
ABBAS MEHDİ
Erzurum'un Mehdî Abbas Mahallesine ismini veren bu mübârek zâtın Saltukoğulları devrinde
yaşadığı tahmin edilmektedir. Türbenin yakınında Abbas Mehdî'nin yaptırdığı bir de mescid
bulunmakta olup son yıllarda tamir görmüştür. Türbedeki dört kabirden yalnız birinin kitâbesi
vardır. Bu mezarda Kağızmani medresesini yaptıran Hacı Mehmed'in torunu ve aynı zamanda
medresenin ikinci vâkıfı Ahmed Ağa yatmaktadır. Vefâtı 1845 (H.1262)'dir. Medrese ise
günümüze ulaşmamıştır.

2 Nisan 2013 Salı

ABBÂDÎ


ABBÂDÎ;
Meşhûr tasavvuf âlimlerinden. İsmi Muzaffer bin Erdeşir bin Ebî Mensur el-Mervezî'dir.
Merv şehrinin bir köyüne nisbetle Abbâdî diye meşhur olmuştur. Künyesi Ebû Mansur, lakabı
Kutbüddîn'dir. 1098 (H.491)'de Merv şehrinde doğdu. 1152 (H. 547) senesinde Huzistan'da,
Asker Mükrem denilen yerde vefât etti.Sonradan Bağdâd'a nakledildi. Cüneyd-i Bağdâdî
hazretlerinin kabrinin bulunduğu Şunîziyye kabristanına defn edildi.
İlim öğrenmeye Merv'de başladı. Nasrullah ibni Ahmed bin Erdeşir, Nasrullah ibni Ahmed
el-Huşamî, İsmâil bin Abdulgafûr el-Fârisî, Abdulgaffâr eş-Şirevî, Zâhir bin Tâhir,
Abdülmünîm bin el-Kuşeyrî gibi zamânının meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi, hadîs-i şerîf
dinleyip rivâyet etti. Kendisinden ise Ebû Muhammed el-Akdân hadîs-i şerîf işitti.
Güvenilir bir hadîs râvisidir. Vâz ve nasîhatlarıyla şöhret bulmuştur. Hitâbeti çok düzgün,
tesirli ve anlatım gücü kuvvetli idi. Halk onun vâzlarından çok istifâde edip, şevkle dinlerdi.
Ona, "Sultan-ı Suhan", "Hâce-i Mânâ" ve zamânının allâmesi, en büyük âlimi mânâsında
"Allâme-i Rüzgâr" gibi medhedici ünvânlar verilmiştir. Bu derece tanınıp sevildikten sonra
Selçuklu hükümdârı Sultan Sencer onu Abbâsî halîfesi Muktefî Liemrillâh'a elçi olarak
gönderdi.
Abbâdî'nin tasavvuf ilminde, tasavvufun pekçok konularını açıklayan Sûfînâme adlı eseri
vardır. Bundan başka Menâkıb-us-Sûfiyye, hazret-i Ali ve Ehl-i beytin fazîleti hakkında
Merâsîmü'd-Dîn fî Mevâsim-ül-Yakîn adlı eseri bulunmaktadır. Mî'râcnâme ve Vesîle ilâ
Fazîlet-il-Fazîle diğer eserleridir. İbâhat-ül-Hamr adlı bir eserinden bahsedilmiş ise de
Semnânî ve İbn-i Hacer gibi âlimler böyle bir eserinin bulunmadığını bildirmişlerdir.
Buyurdu ki: "Kabre yılanlar dışardan gelir sanmayınız. Sizin kötü amelleriniz kabirde sizin
için engerek yılanıdır. Dünyâda iken yediğiniz haramlar da kabre yılan olarak gelir."
1) Vefeyât-ül-A'yân; c.5, s.212
2) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.7, s.299
3) El-Bidâye ven-Nihâye; c.12, s.230
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.12, s.297
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.7, s.144

ABAPÛŞ-İ VELÎ


ABAPÛŞ-İ VELÎ;
Anadolu evliyâsından. İsmi Bâli Mehmed Çelebi olup, Bâlî Sultan olarak da bilinir.
Germiyan şehzâdelerinden Hızır Paşanın oğludur. Dedesi Süleymân Şah, Mevlânâ Celâleddîn
Rûmî'nin oğlu Sultan Veled'in kızı Mutahhara Sultan ile evli olduğundan, soyu Mevlânâ
hazretlerine ulaşır. Babası ona, saltanat elbisesi yerine tarîkat abası giydiği için "Abapûş-i
Velî" lakabını vermiştir.
Abapûş-i Velî, küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Kısa zamanda ilim tahsîlini tamamladı.
Ahlâk ve edeb nümûnesi idi. Küçük yaşta Mevleviyye tarîkatı büyüklerinin mânevî
bakışlarına kavuştu. İnsanlara doğru yolu göstermek üzere icâzet, diploma aldı.
Devrinin büyük âlimleri ve devlet ileri gelenlerinin çoğu onun sohbetlerini tâkib ederlerdi.
Tîmûr Han Afyon taraflarına geldiğinde, onun bölgesine girmedi ve bâzı ihsânlarda
bulunmak isteyince; "Bizim abamız, elbisemizi terk ve ihtiyaçsızlık elbisesidir" deyip kabûl
etmedi. Tîmûr Han Abapûşî hakkında; "Böyle zatlar boş değildir. Allahü teâlâdan
başkasından ne korkarlar, ne bir şey beklerler. Şahların gönüllerinde onların heybeti, korkusu
yer etmiştir." dedi.
Abapûş-i Velî ömrünün sonlarını babasından kalan dergâhında yalnız geçirdi. Devamlı
ibâdetle meşgûl olurdu. Talebeleri ve sevenleri huzuruna gidip ders ve sohbetlerini dinler,
ondan istifâde ederlerdi. Çeşitli zamanlarda insanlar arasına çıkıp, onlara Allahü teâlânın emir
ve yasaklarını anlatır, herkesi iyiliğe teşvik ederdi.
Vefâtından önce kendi evine geçen Abapûş-i Velî, üç gün sonra 1485 (H.890) senesinde vefât
etti. Afyonkarahisar Mevlevî Dergâhının bahçesine defnedildi. Definden sonra bâzı hâller
görüldü. Talebeleri bunları hocalarının kerâmeti olarak kabûl ettiler. Bu sırada sâdece
görünüşe bakarak konuşanlardan birisi bu hâllerin, talebeler tarafından uydurulduğunu,
bunların aslının olmayacağı gibi sözler söyledi. Ayrıca kabre inkâr gözü ile baktığı anda,
Allahü teâlânın gazâbına uğrayarak gözleri görmez oldu, dili tutuldu. Baştan ayağa kadar
bütün vücûdu titremeye başladı. Bu hâle yakalandığının üçüncü günü kötü bir vaziyette öldü.
Allahü teâlânın evliyâsı hakkında uygunsuz konuşmanın, onu inkâr etmenin cezâsını hemen
gördü.
Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyye; (Sâkıb Dede; Mısır 1283) c.1, s.4