Bağış Yap

Amount :
Other : USD

1 Nisan 2013 Pazartesi

İngiliz Casusunun İtirafları


İngiliz Casusunun İtirafları (Özet)

İngilizler, Hıristiyanlık propagandası yapmak için Hempher’in 
itiraflarını yayınlamışlar. Müslüman yavrularını aldatmak için, 
İslam bilgilerini yalan ve yanlış yazmışlardır. Bu yalan ve iftiraları 
tashih ederek, gerekli açıklamalar yaparak gençlerimizi bu İngiliz 
hilesinden, tuzağından kurtarmak maksadı ile, bu kitabın özetini 
yayınlıyoruz.

Bu kitap üç kısımdır:
1- İngilizlerin İslamiyet’i imha etmek için hazırladıkları planları 
bildirilmektedir.

2- İngilizlerin planlarını, Müslüman memleketlerinde sinsice tatbik 
ettikleri, devlet adamlarını aldattıkları, Müslümanlara, akla, hayale 
gelmeyen işkenceler yaptıkları ve Hind ve Osmanlı İslam devletlerini 
yok ettikleri bildirilmektedir.

3- Hulasat-ül-kelam’dan tercüme olup, hak dinin İslamiyet 
olduğunu ispat etmektedir.

Kitabın tamamı www.hakikatkitabevi.com adresinden okunabilir ve 
temin edebilir.

İngiliz casusu Hempher diyor ki:Devletimiz, Hindistan, Çin ve 
Ortadoğu’daki sömürgelerini idaremizin altına alabilmek için çok faal 
ve başarılı bir politika tatbik ediyor. Burada iki şey mühimdir:
1- Elimize geçmiş yerleri elimizde tutmaya çalışmak,
2- Elimize geçmemiş yerleri ele geçirmeye çalışmak.

Sömürgeler bakanlığı, bu iki vazifeyi ifa etmek üzere, bu devletlerin 
her biri için, birer komisyon teşkil etmiştir. Vazifeye başlayınca, 
bakan bana itimat etti ve Doğu Hindistan şirketinde bir vazife verdi. Bu, görünüşte bir ticaret şirketi idi. Fakat asıl vazifesi, Hindistan’ın büyük ve geniş topraklarına hakim olmanın yollarını araştırmaktı.

Hükümetimizin, Hindistan için hiç endişesi yoktu. Zira Hindistan, değişik milletlere, ayrı dillere ve zıt çıkarlara sahip bir ülkeydi. Çin’den de pek korkumuz yoktu. Çünkü, Çin’e hakim olan Budizm ve Konfüçyüs dinlerinin canlanmasından korkulmuyordu. Zira bunlar, hayatla hiç alakalanmayan, iki ölü din idi. Binaenaleyh, bu iki ülke halkında vatan sevgisinin olması, çok uzak bir şeydi. Bu iki ülke, biz İngiltere hükümetini rahatsız etmiyordu. Fakat, ilerde olabilecek hadiseleri de gözümüzden uzak tutmuyorduk. Binaenaleyh, bu ülkelerde tefrika, cehalet ve fakirlik, hatta sari hastalıkları yaymak için, uzun vadeli planlar yapıyorduk. Bu iki ülke halkının âdetlerini taklit ederek, niyetlerimizi rahatça gizleyebiliyorduk.

İslam memleketleri son derece rahatımızı bozuyordu. Hepsi de, lehimize olmak üzere, Hasta Adamla [Osmanlı devleti ile] bir kaç anlaşma yapmıştık. Sömürgeler bakanlığının tecrübeli adamları, bu hastanın bir asırdan az bir zaman zarfında can vereceğini söylüyorlardı. Ayrıca, İran hükümeti ile de, gizlice bir kaç anlaşma yapmış ve bu iki ülkeye, mason yaptığımız, devlet adamlarını yerleştirmiştik. Rüşvet, kötü idare ve din bilgisi noksan idarecilerin, güzel kadınlarla meşgul olup, vazifelerini unutması, bu iki ülkenin belini kırdı. Fakat, bütün bunlara rağmen, şu sayacağım sebeplerden dolayı, yaptıklarımızın beklediğimiz neticeyi vermemesinden endişe ediyorduk:

1-
 Müslümanlar, İslam’a son derece bağlıdır. 

2-
 İslamiyet, bir zamanlar, idare ve hüküm dini idi. Müslümanlar da, azizdi. Bu efendi insanlara, şimdi siz kölesiniz demek zordur. İslam tarihini kötüleyip, Müslümanlara, bir zamanlar elde ettiğiniz izzet ve itibar, bazı şartlar icabıydı. O günler gitti, bir daha geri dönmez, dememiz de mümkün değildir.

3-
 Osmanlı ve İranlıların, yaptıklarımızın farkına vararak, planlarımızı bozup tesirsiz hâle getirmelerinden çok endişe ediyorduk.

4-
 İslam âlimlerinden son derece rahatsızdık. Çünkü, İstanbul ve El-ezher âlimleri, Irak âlimleri, Şam âlimleri, emellerimizin önünde aşılmaz engellerdi.

Bu hâl karşısında, bir çok toplantılar yaptık. Fakat, maalesef, her seferinde önümüzde yolun kapalı olduğunu gördük. Casuslarımızdan gelen raporlar, hep hayal kırıcı, konferansların sonuçları da sıfır idi. Lakin, yine de ümitsizliğe kapılmıyorduk. Çünkü, biz, derin nefes almayı ve sabretmeyi âdet edinmişizdir.

Bir toplantımıza, Bakanın kendisi, büyük papazlar ve bir kaç da uzman katılmıştı. Yirmi kişiydik. Üç saatten fazla süren bu toplantıda, hiçbir neticeye varılamadı. Fakat, bir papaz şu sözleriyle bizi cesaretlendirdi:
(Endişelenmeyin! Çünkü, Hıristiyanlık, ancak 300 yıl zulüm çektikten sonra yayıldı. Umulur ki Mesih, gayb âleminden bize nazar edip, 300 yıl sonra da olsa, düşmanlarımız olan müslümanları merkezlerinden çıkarmayı nasip eder. Biz kuvvetli bir inanç ve uzun bir sabırla silahlanmalıyız! Hükmü elimize geçirebilmek için, bütün vasıtaları elde edip, bütün yolları denemeliyiz. Hıristiyanlığı, müslümanların arasında yaymaya çalışmalıyız. Asırlar sonra da, neticeye varabilirsek, çok iyidir. Zira, babalar çocukları için çalışır!)

Sömürgeler bakanlığında, İngiltere’nin yanı sıra, Fransa ve Rusya’dan da, diplomat ve din adamlarının katıldığı bir konferans yapıldı. Bakan ile aramız iyi olduğu için, ben de katılmıştım. Konferansta, Müslümanları parçalayıp, İspanya gibi, dinlerinden çıkararak Hıristiyanlaştırmanın hesapları yapıldı. Fakat, varılan neticeler istenildiği gibi değildi.

Derinlere kök salmış büyük bir ağacı, kurutup, söküp atmak zordur. Fakat, biz zorlukları kolaylaştırıp, yenmeliyiz. Hıristiyanlık, yayılmak için gelmiştir. Bunu, Mesih bize vaad etmiştir. Sömürgeler bakanlığımızın ve diğer hıristiyan hükümetlerin büyük gayret ve çalışmaları neticesinde, Müslümanlar gerilemeye başladı. Hıristiyanlar ise, kuvvetleniyorlar. Uzun asırlar boyunca kaybedilen yerleri alma zamanı geldi. İslamiyet’i imha etmeye, Büyük Britanya devleti öncülük etmektedir.

Müslümanları parçalamak için hareket1710 yılında Sömürgeler bakanı beni, Müslümanları parçalamak için gerekli ve yeterli bilgileri toplamak ve casusluk yapmak üzere, Mısır, Irak, Hicaz ve İstanbul’a gönderdi. Aynı tarihte ve aynı vazife ile bakanlık canlılık ve cesaret dolu dokuz kişiyi daha vazifelendirdi. Bize lazım olabilecek para, bilgi ve haritanın yanında bir de, devlet adamlarının, âlim ve kabile reislerinin isimleri bulunan birer fihrist verildi. Hiç unutamıyorum! Sekreter ile vedalaştığımızda, bize demişti ki:
(Devletimizin geleceği başarınıza bağlıdır. Onun için, var kuvvetinizle çalışmalısınız.)

İslamiyet’in hilafet merkezi olan İstanbul’a doğru, denizden yola çıktım. Asıl vazifemin yanında, bir de ek olarak, orada Türkçe’yi çok güzel bir şekilde öğrenmem gerekiyordu. Zaten daha önce Londra’da epey Türkçe ve Arapça ve Farsça öğrenmiştim. Fakat, bir lisanı öğrenmek başka, o lisanı ülkenin halkı gibi konuşmak başka şeydi. İnsanların benden şüphe etmemeleri için, Türkçe’yi bütün incelikleriyle öğrenmem gerekiyordu.

Benden şüphe ederler diye endişem yoktu. Zira, Müslümanlar, müsamahakâr, açık kalbli ve iyi niyetlidir. Onlar bizim gibi, şüphe edici değildir. Kaldı ki, Türk hükümeti, o zaman casusları yakalayabilecek örgüte malik de değildi.

Çok yorucu bir yolculuktan sonra İstanbul’a vardım. İsmimin Muhammed olduğunu söyledim ve camiye gitmeye başladım. Müslümanların temiz ve itaatkâr oluşları çok hoşuma gitti. Bir ara kendi kendime: (Bu masum insanlarla neden savaşıyoruz? Mesih efendimiz, bize bunu mu emretti?) dedim. Fakat, ben hemen bu şeytani düşünceden dönüp en güzel bir şekilde, vazifemi yerine getirmeye karar verdim.

İstanbul’da Ahmed efendi isminde yaşlı bir âlim ile tanıştım. Ondaki inceliği, açık kalbliliği, gönül berraklığı ve iyilikseverliği hiçbir papazda görmedim. Bu zat, gece gündüz Peygamberlerine benzemeye çalışırdı. Ona göre, Peygamberleri en kâmil, en üstün insandı. Çok şanslıydım ki, bir kere bile, kim olduğumu, nereli olduğumu sormadı. Bana (Muhammed efendi) diye hitap ederdi. Sorduğum suallere cevap verir, bana şefkat ve merhamet ile muamele ederdi. Zira, beni Türkiye’de çalışmak ve halifenin gölgesinde yaşamak için İstanbul’a gelmiş bir misafir olarak bilirdi. Zaten, bu bahane ile İstanbul’da kalıyordum.

Bir gün Ahmed efendiye: (Annem ve babam öldü. Kardeşim de yok. Bana miras olarak da hiçbir şey kalmamış. Çalışıp kazanmak, Kur’an ve din bilgilerini öğrenmek, yani hem dünya, hem de ahireti kazanmak için, İstanbul’a) dedim. Bu sözlerime çok sevinip dedi ki:
Şu üç sebepten dolayı, sana hürmet göstermek lazımdır:
1- Sen Müslümansın. Bütün Müslümanlar kardeştir.
2- Sen misafirsin. Resulullah (Misafire ikramda bulunun!) buyurdu.
3- Sen çalışmak istiyorsun, (Çalışan, Allah’ın dostudur) diye bir hadis-i şerif vardır.

Bu sözler çok hoşuma gitmişti. Kendi kendime, (Keşke Hıristiyanlıkta da, bunun gibi parlak hakikatler olsaydı. Ne yazık ki, hiçbiri yok) dedim. Fakat hayret ettiğim şey, bu kadar yüce bir din iken, bazı kimseler elinde, İslam’ın zayıflamasıydı.

Ahmed efendiye, Kur’an-ı kerimi öğrenmek istiyorum dedim. Baş üstüne, sana öğretirim dedi. Fatiha suresinden öğretmeye başladı. Kur’an-ı kerimi okutmaya başlamadan önce, abdest alır ve bana da aldırırdı. Kıbleye karşı oturup okuturdu. İki yıl içinde, Kur’an-ı kerimi baştan sona kadar okudum.

İstanbul’da bulunduğum müddetçe, bir cami hizmetçisinin yanında, biraz para karşılığında yatardım. Bu hizmetçi, çok asabi bir adamdı.

Cuma günü işe gitmiyordum. Haftanın kalan günlerinde, Halid isminde bir marangozun yanında, haftalık ücret ile çalışıyordum. Sadece sabahtan öğleye kadar çalışıyordum.

İkindi namazından sonra Ahmed efendinin evine gider, ondan Kur'an, Arabi ve Türkçe lisan dersleri alırdım. Hakikaten, bana Kur'anı, İslam dininin icaplarını ve Arabi ile Türkçe lisanlarının inceliklerini gayet güzel bir şekilde öğretiyordu.

Ahmed efendi bekâr olduğumu anlayınca, beni evlendirmek istedi. Hayır dersem, ilişkilerimizin kesilmesine sebep olabileceğini anlayınca, ona yalan söyledim. Ben iktidarsızım dedim. Böylece, eski dost ve ahbaplığın devam etmesini sağladım.

İki yıl sonra, Londra’ya dönüp, Bakanlığa, hilafet merkezi ile alakalı geniş bir rapor sunup, yeni emirler almam gerekiyordu.

Londra’ya dönünce yeni emirler aldımMaalesef Londra’ya ancak altı kişi dönebilmiştik.

Türkçe ve Arapça ile Kur'anı ve ahkam-ı İslamiyeyi çok iyi öğrenmiştim. Fakat, bakanlığa Osmanlı Devletinin zayıf noktalarını gösterecek bir rapor hazırlamayı başaramamıştım. İki saat süren toplantıdan sonra, sekreter bu başarısızlığımın sebebini sordu. Ben de, (Önceki vazifem dil ile Kur’an ve İslamiyet’i öğrenmekti. Bunun haricindeki işlere fazla vakit ayıramadım. Fakat, bu sefer sizi memnun edeceğim) dedim. Sekreter, (Elbette başarılısın ancak birinci olmanı isterdim) dedi ve şöyle devam etti:
(Hempher, gelecek seferki vazifen ikidir:
1- Müslümanların zayıf noktaları ile, onların vücutlarına girip, mafsallarını ayırmamızı sağlayacak noktaları tespit etmektir. Zaten, düşmanı yenmenin yolu da budur.
2- Bu noktaları tespit edip, dediğimi yaptığın zaman, yani Müslümanların arasını açıp, onları birbirine düşürebildiğin zaman en başarılı ajan olacak ve bakanlık madalyasını kazanmış olacaksın.)

Londra’da altı ay kaldım. Amcamın kızı Maria ile evlendim. O zaman ben 22, o ise 23 yaşındaydı. Maria hamile iken Irak’a gitmem için emir geldi. Çocuğumun dünyaya gelmesini beklerken, bu emrin gelmesi beni üzdü. Fakat, vatanıma verdiğim önem, kocalık ve babalık hislerimin üstündeydi. Bunun için, hiç tereddüt etmeden, emri kabul ettim. Vedalaştığımız gün, ikimiz de çok ağladık. Az daha seferi iptal ediyordum. Fakat, hislerime hakim olmayı bildim. Onunla vedalaştım ve son talimatları almak üzere, bakanlık binasına gittim.

Altı ay sonra, kendimi Irak’ın Basra şehrinde buldum. Basra’da, Arap, Fars ve biraz da Hıristiyan vardı.

Bir gün, Sömürgeler bakanlığında Sünni ve Şii ihtilafından söz ettim, (Müslümanlar, hayattan bir şey anlasalar, aralarındaki Şii-Sünni ihtilafını kaldırır ve birleşirler) dedim. Birisi, hemen sözümü keserek,(Senin vazifen bu ihtilafı körüklemektir. Müslümanların nasıl birleşeceğini düşünmek değildir) dedi.

Sekreter, Irak seferine çıkmadan önce, bana dedi ki:
(Hempher, bu sefer vazifen, bu ihtilafları iyice tanımak ve bakanlığa bilgi vermektir. Müslümanların arasındaki ihtilafı şiddetlendirebilirsen, İngiltere’ye en büyük hizmeti yapmış olacaksın. Biz İngilizler, refah ve saadet içinde yaşamamız için, bütün dünya devletlerinde ve sömürgelerimizde tefrikalar çıkarmak zorundayız. Osmanlı Devletini de ancak böyle fitnelerle yıkabiliriz. Böyle olmazsa, sayıca az bir millet, sayısı çok olan bir millete nasıl hüküm edebilir? Bütün gücünle, zayıf noktaları ara bul ve oradan içeriye gir. Bilmiş ol ki, Osmanlı Devleti ve İran, zayıf devrelerini yaşıyorlar. Bunun için, senin vazifen, idarecilere karşı isyana sevk etmektir! Tarih, “Bütün inkılapların, halkın ayaklanmasından kaynaklandığını göstermiştir”. Müslümanların birlik beraberliği kuvvetleri dağılınca, onları rahatça imha ederiz.)

Muhammed’in Peygamberliği hususunda hakikate varabilmek için, daima inceleme ve araştırma yapıyordum. Bir kere, merakımı Londra’da papazın birine açtım. Taassup ve inat ile konuştu. İkna edici bir cevap da vermedi.

Müslümanlar, (Hazret-i Muhammed’in Peygamberliğinin delili çoktur. Bunlardan biri Kur’andır) derler. Kur’anı okudum, hakikaten çok yüce bir kitaptır. Hatta, Tevrat’tan ve İncil’den daha yüksektir. Zira, içinde düsturlar, nizamlar, ahlakiyat v.s. vardır.

Muhammed Peygamber gibi, okumamış, yazmamış bir zatın, böyle yüce bir kitabı nasıl bıraktığına hayret ediyorum. Çok okumuş, seyahat etmiş bir adamın dahi sahip olamadığı bilgi, zeka ve bir şahsiyete nasıl malik olabilmişti? Acaba bunlar, onun Peygamberliğinin delilleri miydi?

Basra’ya varıncaBasra’ya varınca, bir camiye yerleştim. Caminin imamı Şeyh Ömer Tai isimli, Arap asıllı Sünni bir zattı. Ama benden şüphelenip, beni sorguya çekti. Bu tehlikeli sohbetten kendimi şöyle kurtardım: (Ben Türkiyeliyim, Iğdırlıyım, İstanbul’daki Ahmed efendinin talebesiyim. Halid isminde bir marangozun yanında çalışıyordum) dedim ve gerekli bilgiler verdim. Birkaç cümle Türkçe de konuştum. İmam gözleriyle oradan birisine işaret ederek, benim Türkçe’yi doğru konuşup konuşmadığımı sordu. O da, olumlu cevap verdi. İmamı ikna ettiğim için çok sevinmiştim. Fakat, hayal kırıklığına uğradım. Çünkü, birkaç gün sonra, anladım ki, imam efendi benden şüpheleniyor ve Türk casusu olduğumu zan ediyordu. Daha sonra, Sultan tarafından tayin edilen vali ile, aralarında ihtilaf olduğunu öğrendim.

Şeyh Ömer efendinin camiinden uzaklaştım, orada misafir ve yabancıların kaldığı bir handa, oda kiraladım. Hanın sahibi Mürşid efendi her sabah rahatımı kaçırır, sabah ezanı okunur okunmaz, namaza kaldırmak için gelip, kapımı sert bir şekilde çalardı. Onu dinlemeye mecburdum. Ben de kalkar ve sabah namazını kılar görünürdüm.

Bir gün, Mürşid efendi, (Sen geldikten sonra, başım dertten kurtulmuyor. Ben bunu, senin uğursuzluğuna veriyorum. Zira, sen bekârsın. Bekârlık, uğursuzluktur. Ya evlen, ya da burayı terk et) dedi. Ona, evlenebilecek durumum, param yok dedim. Ahmed efendiye söylediğimi ona söyleyemedim. Zira Mürşid efendi, doğru söyleyip söylemediğimi öğrenebilmek için, soyup kontrol edebilecek biri idi.

Böyle deyince, Mürşid efendi, (Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfu ile zenginleştirir) âyetini duymadın mı?) dedi. Şaşırıp kaldım. Sonunda dedim ki, peki evleneyim, fakat masrafsız bir kız bulabilir misin?

Mürşid efendi, (Ben anlamam! Receb ayının başına kadar ya evlen veya çık git) dedi. Recebe 25 gün kalmıştı.

Bir marangozun yanında çok az bir ücretle iş bulup, Mürşid efendinin hanından çıktım. Marangoz Abdür Rıza Horasanlı bir Şii idi. Ondan Farisi öğrenmeye başladım. Her gün, İranlı Şiiler, onun yanında toplanır, siyasetten iktisada kadar, her konuda, konuşurlardı. Hem kendi hükümetlerine, hem de İstanbul’daki Halifeye çok dil uzatırlardı. Yabancı biri gelince, hemen sözü değiştirirlerdi.
Bana çok itimat ediyorlardı. Sonradan anladım ki, Türkçe bildiğim için, beni Azerbaycan halkından zan ediyorlarmış.

Marangoz dükkanına bir delikanlı arada bir uğrardı. İlim talebesi kıyafetinde ve Arabi, Farisi, Türkçe biliyordu. İsmi Muhammed bin Abdülvehhab Necdi idi. Bu delikanlı, son derece yüksekten konuşan ve gayet asabi biriydi. Osmanlı hükümetini çok kötülediği halde, İran hükümetinin aleyhine konuşmazdı. Onun dükkan sahibi Abdürrıza ile dostluğunun sebebi, ikisi de İstanbul’daki Halifeye muhalif idiler. Ama bu delikanlı, Farisi’yi nasıl biliyor ve Şii olan Abdürrıza ile nasıl arkadaşlık edebiliyordu?

Necdli Muhammed, Sünni idi. Sünnilerin çoğu, Şiilerin aleyhinde konuşmalarına ve hatta bir kısmı, Şiileri tekfir etmelerine rağmen, o hiç Şiileri rencide etmezdi. Necdli Muhammed, Sünnilerin dört mezhebinden birine tâbi olmayı gerektiren, herhangi bir sebep görmüyordu ve (Kur’anda bu mezhepler hakkında hiçbir delil yok) diyordu. Bu husustaki hadislere hiç önem vermiyordu. Kendini beğenmiş bu Necdli genç, Kur’anı ve Sünneti anlama hususunda, nefsine uyardı. Sadece kendi zamanındaki âlimlerin ve dört mezhep imamının değil, Ebu Bekir, Ömer gibi sahabenin de görüşlerini hiçe sayardı.

Aradığımı bu gençte bulmuştum. Zira, onun âlimlere saygısızlığı, dört Halifeye de önem vermeyişi, Kur’anı ve Sünneti anlama hususunda müstakil bir görüşe sahip oluşu, onu avlayıp elde etmek için, en zayıf noktalarındandı. Bu mağrur genç nerede, o Türkiye’de yanında okuduğum Ahmed efendi nerede! O âlim, selefleri gibi, dağa benziyordu. Hiçbir güç, onu yerinden oynatamazdı. Ebu Hanife’nin ismini zikir etmek istediği zaman, kalkar abdest alırdı. Buhari isimli hadis kitabını eline almak istediği zaman, yine abdest alırdı.

Necdli genç ise, Ebu Hanife’yi çok hafife alır, (Ben Ebu Hanife’den daha iyi biliyorum) derdi.

[Hempher’in itiraflarını okurken, şu olayı hatırladık: Lisede öğretmen iken derste, bir talebem, (Hocam, harpte ölen Müslüman şehid olur mu?) dedi. Evet olur dedim. (Peygamber bunu haber verdi mi?) dedi. Evet dedim. (Denizde boğulursa da, uçaktan düşerse de, şehid olur mu?) dedi. Evet olur dedim. (Peygamberimiz bunları da haber verdi mi?) dedi. Evet, haber verdi dedim. Bir kahraman edası ile ve gülerek, (Hocam! O zaman uçak var mı idi?) dedi. Yavrum! Peygamber efendimizin bir çok isminden biri, Camiul-kelim’dir. Çok şeyleri, bir kelime ile bildirirdi. İşte Peygamber efendimiz, (Yüksekten düşen şehid olur) buyurdu dedim. Bu cevabımı çocuk hayret ve şükran ile karşıladı. Bunun gibi, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde, çok kelimeler ve hükümler, yani emirler ve yasaklar vardır ki, herbiri, muhtelif manaları bildirmektedir. Bu manaları bulmaya ve aralarından lazım olanı seçmeye (İctihad) etmek denir. İctihad yapabilmek için, derin âlim olmak lazımdır. Bunun için, Sünniler, cahillerin ictihad yapmalarını yasak etti. Bu, ictihadı yasak etmek değildir. Hicretten dört asır sonra, mutlak müctehid hiç yetişmediği için, ictihad yapılamadı, ictihad kapısı kendiliğinden kapandı. Kıyamete yakın, İsa aleyhisselam gökten inecek ve Mehdi çıkacak, ictihad yapacaklardır.]

Ben, Necdli genç ile çok yakın bir arkadaşlık kurdum. Daima onu övüyordum. Bir gün ona, sen Ömer ve Ali’den daha büyüksün. Peygamber şimdi hayatta olsaydı, onları değil seni kendine halife tayin ederdi. Ben, İslam’ın senin elin üzerinde yenilenmesini ve yükselmesini umuyorum. İslam’ı cihana yayacak biricik âlim sensin dedim.

Onunla Kur’anı, sahabenin, mezhep imamlarının ve müfessirlerin tefsirlerine muhalif bir şekilde, tamamen kendi fikirlerimize göre tefsir etmeyi kararlaştırdık. Kur’anı okuyor ve bazı âyetler üzerinde konuşuyorduk. Bundan maksadım, onu tuzağa düşürmekti. Zaten o da, kendini devrimci olarak göstermek ve daha fazla itimadımı kazanmak için, görüşlerimi memnuniyet ile karşılardı.

Bir kere, Cihad farz değildir dedim. İtiraz etmesine rağmen onu ikna ettim, kabul etti. Bir kere de, ona müta nikahı caizdir dedim. İtiraz etti ve (Ömer, Peygamber zamanında mevcut olan iki mütayı yasak etti ve onu yapanı cezalandıracağını bildirdi) dedi. Ben, sen hem, Ömer’den daha iyi biliyorum diyor, hem de ona tâbi oluyorsun. Kaldı ki Ömer, Peygamber helal ediyordu, ben yasaklıyorum demiştir. Sen niye Kur’an ile Peygamberin sözünü bırakıp, Ömer’in sözünü tutuyorsun dedim. O cevap vermedi. Anladım ki, ikna oldu. Onun canının kadın istediğini biliyordum, kendisi bekâr idi. Ona, gel müta nikahı ile birer kadın alalım. Onlarla eğleniriz dedim. Başını sallayarak kabul etti. Bu fırsatı büyük bir ganimet bildim ve ona eğlencelik bir kadın bulmaya söz verdim. Benim gayem, onun insanlardan olan korkusunu kırmaktı. Fakat o, bu işin aramızda sır olarak kalmasını ve ismini de kadına söylemememi şart koştu. Alelacele, orada Müslüman gençleri ifsad etmek için, Sömürgeler bakanlığı tarafından gönderilen, Hıristiyan kadınların yanına gittim. Onlardan birine meseleyi anlattım. Kabul edince, ona Safiye ismini verdim. Necdli genci onun evine götürdüm. Evde sadece Safiye vardı. Necdli genç için bir haftalık müta yaptık. O da kadına ücret olarak biraz altın verdi. Ben dıştan, Safiye içten, Necdli genci avlamaya başladık.

Safiye, onu iyice eline aldı. Zaten, o da, ictihad ve fikir hürriyeti bahanesi ile, İslamiyet’in emirlerine karşı gelmenin nefsani tadını duymuştu.

Müta nikahının üçüncü gününde, âyet ve hadislere rağmen içkinin haram olmadığına dair uzun uzadıya onunla münakaşa ettim. Sonunda, sarhoş etmeyecek kadarı içmek haram değildir diye inandı ve (içki sarhoş etmediği zaman, haram değildir) dedi.

Aramızda geçen bu içki ile alakalı münakaşayı Safiye’ye bildirdim ve ona çok kuvvetli bir içki içirmesini tembih ettim. O da, (Senin dediğini yaptım, içkiyi içirdim, oynadı) dedi. İşte böylece, Safiye ile birlikte, onu iyice ele geçirdik. Sömürgeler bakanı ile vedalaştığım zaman bana, (Biz İspanya’yı Müslümanlardan içki ve zina ile aldık. Yine bu iki büyük kuvvet ile, diğer bütün topraklarımızı da geri alalım) demişti. Bu sözünde ne kadar haklı olduğunu şimdi anlıyorum.

Bir gün ona oruç meselesini açtım. Oruç sünnettir, farz değildir dedim. Buna da itiraz edip, (Beni temelli dinden mi çıkarmak istiyorsun?) dedi. Ben de ona, din, kalbin temizliği, ruhun selameti ve başkasının hakkına tecavüz etmemektir. Peygamber, (Din sevgidir) dememiş mi dedim. Bir kere ona, namaz farz değildir, Allah Kur’anda, (Beni anmak için namaz kıl) [Taha 14] demiyor mu dedim. Öyle ise, namazdan maksat, Allah’ı anmaktır. Binaenaleyh namaz kılmak yerine, Allah’ı an dedim. O da, (Evet bazı kimseler, namaz vakitlerinde namaz yerine Allah’ı zikir ediyorlarmış) dedi. Ben de, onun bu sözüne çok sevinmiştim. Bu fikri ileri götürmeye çok çalıştım ve onun kalbini ele geçirdim. Sonra baktım ki, namaza önem vermiyor. Bazen kılıp, bazen kılmıyor. Bilhassa sabah namazlarını çok kaçırıyordu. Zira, gece ortasına kadar onunla konuşarak, uyumasına mani oluyordum. Sabahları da, halsiz olduğu için, namaza kalkamıyordu.

Bir gün, Peygamber hakkında da yokladım, (Bundan sonra, bu konuda, konuşursan, aramız açılır ve seninle alakamı keserim) dedi. Bunun üzerine, bütün başarılarımın bir anda yok olacağı korkusundan, Peygamber hakkında konuşmayı bıraktım.

Sünnilik ve Şiiliğin haricinde, kendisine bir yol tutmasını telkin ettim. O da, bu fikrime önem veriyordu. Zira mağrur birisiydi. Onun yularını Safiye sayesinde, ele geçirdim.

Bir kere de, Peygamber eshabını birbirine kardeş yapmış, doğru mu dedim. (Evet), dedi. Bunun üzerine, İslam’ın ahkamı geçici mi, devamlı mı dedim. (Devamlıdır. Zira Peygamberin helali kıyamet gününe kadar helal, haramı da kıyamet gününe kadar haramdır) dedi. Ben de, öyleyse gel seninle kardeş olalım dedim ve onunla kardeş olduk.

O günden sonra, ondan hiç ayrılmadım. Sefere çıktığında da beraberdik. Kendisine çok önem veriyordum. Zira, gençliğimin en kıymetli günlerini vererek diktiğim ağaç, meyvesini vermeye başlamıştı.

Londra’ya, Sömürgeler bakanlığına her ay bir rapor gönderirdim. Gelen cevaplar çok cesaret verici ve teşvik edici idi. Necdli genç, kendisine çizdiğim yolda yürüyordu.

Benim vazifem ona, istiklal, hürriyet ve şüpheciliği aşılamaktı. İstikbalinin çok parlak olacağını söyler ve onu çok överdim. Bir gün, şöyle bir rüya uydurdum:
Dün gece Peygamberimizi rüyada gördüm. Hocalardan duyduğum sıfatlarını da söyledim. Bir kürside oturuyordu. Etrafında, hiç tanımadığım âlimler vardı. Siz girdiniz. Yüzünüz nur gibi parlıyordu. Peygamberin yanına vardığınızda, Peygamber yerinden kalktı ve her iki gözünüzün arasını öptü. Ve (Sen benim adaşım, ilmimin vârisisin, din ve dünya işlerinde, benim vekilimsin) dedi. Sen, (Ya Resulallah, ben ilmimi insanlara açıklamaktan korkuyorum?) dedin. Peygamber cevaben, (Sen büyüksün, hiç korkma) dedi.

Rüyayı duyduktan sonra, sevincinden uçuyordu. Birkaç defa doğru mu diye sordu. Ben de, her seferinde, yemin ettim, elbette doğrudur dedim. O da, doğru söylediğime emin oldu. O günden sonra, yeni bir mezhep kurmaya karar verdi.

[İstanbul Dar-ül-fünun’unda Akaid-i islamiyye müderrisi Bağdatlı Cemil Sıtkı Zehavi, El-fecr-üs-sadık kitabında diyor ki:
(İngilizlerin hazırladığı Vehhabi fırkasının bozuk fikirlerini, Muhammed bin Abdülvehhab 1737’de Necdde izhar etti. Deriyye emiri Muhammed bin Süud tarafından çok müslüman kanı dökülerek, yayıldı. [Vehhabilerin, müslümanlara, sapıktır, zararlıdır dedikleri ve yaptıkları işkenceler (Kıyamet ve Ahiret) kitabında uzun yazılıdır.] Vehhabiler, kendilerinden olmayan müslümanlara müşrik dediler. Bütün dedeleri gibi bunlar da kâfirdir dediler. Vehhabi dinini kabul etmeyenleri öldürdüler. Mallarını ganimet olarak yağma ettiler. Fıkıh, tefsir ve hadis kitaplarını yaktılar. Kur’an-ı kerimi, kendi düşüncelerine göre yanlış tefsir ettiler. Müslümanları aldatmak için, Hanbeli’yiz dediler. Halbuki, Hanbeli âlimlerinin çoğu bunları red eden, bozuk olduklarını bildiren kitaplar yazdılar. Haramlara helal dedikleri ve enbiyayı ve evliyayı suçladıkları için kâfir oluyorlar. Vehhabi dininin esası ondur. İnançları şöyledir:
1- Allah maddi bir varlıktır. Eli, yüzü ve ciheti vardır.
2-
 Dört mezhepten birini taklit eden kâfir olur.
3- Vehhabi olmayan kâfirdir.
4- Peygamberin ve Evliyanın mezarlarını ziyaret etmek haramdır.
5- Peygamberi, evliyayı vesile yaparak dua eden kâfir olur.
6- Allah’tan başkası ile yemin eden müşrik olur.
7- Allah’tan başkası için nezreden ve Evliya kabri yanında hayvan kesen müşrik olur.
8- İlk peygamber Âdem değil Nuh’tur, Âdem, İdris ve Şit peygamber değildir.
9- Kur’andan bizim anladığımız doğrudur diyorlar.
10- Eshab-ı kiramın ve âlimlerin bildirdiği şeyleri inkâr ederler.) [El-fecr-üs-sadık] [Dikkat edilirse, vehhabiliğin bu on esası, Hempher’in Necdli Muhammed’e telkin ettiği din bilgileridir.]

Londra’dan yeni emir geldiŞiilerin en çok sevdiği, aynı zamanda onların ilim ve ruhaniyet merkeziKerbela ve Necef şehirlerine gitmek için Londra’dan emir geldi. Necdli genç ile görüşmemize son vermeye, Basra’dan ayrılmaya mecbur oldum. Ama bu cahil ve ahlakı bozulan adamın, yeni bir fırka kuracağına ve İslamiyet’in içerden yıkılmasına sebep olacağına ve bu fırkanın bozuk inançlarını hazırlamış olduğuma sevinerek, Basra’dan ayrıldım.

Necef’e, Azerbaycanlı bir tüccar kıyafetinde gittim. Şii din adamlarıyla arkadaşlık ve samimiyet kurdum ve onları aldatmaya başladım. Onların ders halkalarına katıldım. Sünnilerin çalıştıkları gibi, fen bilgilerine çalışmadıkları ve onlardaki güzel ahlaka malik olmadıklarını gördüm.
Birkaçı şöyledir:
1- Osmanlıya son derece düşmanlar. Sünnilere kâfir diyorlar.

2-
 Şii âlimleri, tıpkı bizim duraklama devrindeki papazlarımız gibi, kendilerini tamamen dini ilimlere vermiş, dünyevi ilimlerle çok az ilgileniyorlar.

3- 
İslamiyet’in hakikatinden, fen ve teknikteki ilerlemelerden haberleri yok.

Birkaç kere, onları halifeye isyan etmek için teşvik ettim. Beni maalesef dinleyen olmadı. Çünkü onlar, Hilafete zapt edilmesi mümkün olmayan bir kale gibi bakıyorlardı. Onlara göre, ancak Mehdi geldiği zaman, hilafetten kurtulabilirlerdi.

Irak seferimde kalbimi ferahlandıran bir manzara ile karşılaştım. Bazı olaylar, Osmanlının sonunun yaklaştığını haber veriyordu. Zira, İstanbul hükümeti tarafından tayin edilen vali, cahil ve zalim biri idi. Halk ondan razı değildi.

Londra’ya dönmek istiyordum. Zira, uzun zaman gurbette idim. Vatanımı ve ailemi çok özlemiştim. Bundan dolayı, raporumla beraber, bakanlıktan kısa bir müddet için bile olsa, Londra’ya dönmek için izin talep ettim. Üç yıllık Irak seferimle alakalı intibalarımı şifahen anlatmak ve biraz istirahat etmek istiyordum.

Bakanlığın Irak’taki mümessili, kimse şüphelenmesin diye, kendisine fazla uğramamamı ve Dicle nehrinin kıyısındaki hanların birinde, bir oda kiralamamı tembih etti ve (Londra’dan haber gelince sana bildireceğim) dedi.

Basra’dan Kerbela ve Necef’e gittiğimde, Necdli genç, kendisine gösterdiğim yoldan sapacak diye, çok üzülüyordum. Zira o, çok değişken idi. Onun üzerinde inşa ettiğim bütün emellerimin zayi olacağından korkuyordum.

Kendisinden ayrılırken, İstanbul’a gitmeyi düşünüyordu. Bu fikrinden vazgeçmesi için, çok telkinde bulundum ve (Oraya gittikten sonra, seni tekfir edebilecekleri bir söz sarf edersin, seni öldürmelerinden çok endişe ediyorum) diyerek vazgeçirmeye çalıştım.

Gayem başka idi. Oraya gittikten sonra, eğrilerini doğrultacak, Ehl-i sünnet itikadına dönmesini sağlayacak derin âlimlerle görüşmesinden ve bütün emellerimin zayi olacağından korkuyordum. Çünkü, İstanbul’da ilim ve İslam’ın güzel ahlakı vardı.

Ondan ayrılırken, kendisine, takıyyeyi anlattım. (Şiiler arasında, takıyye et, Sünni olduğunu söyleme ki, başına bir felaket getirmesinler) dedim.

Oradan ayrılırken, zekat adı altında ona bir miktar para verdim.

Londra’ya dönmek için emir geldiNihayet dönmek için emir geldi. Londra’ya döndüm. Londra’da sekreter ve bazı bakanlık mensupları ile görüştüm. Onlara uzun seferimde yaptıklarımı ve müşahedelerimi anlattım. Çok sevindiler ve memnuniyetlerini bildirdiler. Daha önce gönderdiğim raporu da görmüşlerdi. Safiye de, benim raporuma mutabık bir rapor yollamış. Yine öğrendim ki, her seferimde, bakanlığın adamları, beni takip etmişler. Onlar da, gönderdiğim raporlara ve sekretere anlattıklarıma uygun raporlar vermişler.

Sekreter, Bakan ile görüşmem için bana vakit verdi. Bakanı makamında ziyaret ettiğimde, beni İstanbul’dan döndüğüm seferden farklı bir şekilde karşıladı. Kalbinde, müstesna bir yer işgal etmiş olduğumu anladım.

Bakan, Necdli genci elde ettiğime çok memnun oldu. (O, bakanlığımızın aradığı bir silah idi. Bütün mesain, sadece onu elde etmek için olsa da değer) dedi.

Ben de, (Necdli genç için çok endişeli idim. Zira fikrinden dönmüş olabilir) dedim. (Kalbin rahat olsun. Ondan ayrıldığında sahip olduğu fikirlerden dönmemiştir ve İsfahan’da bakanlığımızın casusları, onunla görüşmüşler, bakanlığa onun bozulmadığını haber vermişlerdir) dedi. Kendi kendime dedim ki, (Necdli genç nasıl sırlarını başkasına anlatabilir!) Bunu bakana sormaya cesaret edemedim. Fakat, sonra Necdli genç ile görüştüğümde anladım ki, İsfahan’da Abdülkerim isminde bir adam onunla görüşmüş ve (Ben Şeyh Muhammedin [Beni kast ediyor] kardeşiyim. Sizin hakkınızda ne biliyorsa hepsini bana söyledi) diyerek, Necdli Muhammedi aldatmış ve onun sırlarını öğrenmiş.

Necdli Muhammed bana, (Safiye benimle İsfahan’a geldi ve iki ay daha, onunla müta nikahı ile yaşadık. Abdülkerim de, benimle Şiraz’a geldi ve Safiye’den daha güzel ve daha cazip Asiye isminde bir kadın daha buldu. O kadınla da müta ile, hayatımın en neşeli dakikalarını geçirdim) dedi.

Daha sonra öğrendim ki, Abdülkerim, İsfahan havalisinden Celfa’da oturan, bakanlığın hıristiyan bir ajanıdır. Asiye ise, Şiraz Yahudilerinden olup, bakanlığın başka bir ajanıdır. Dördümüz, Necdli genci ileride kendisinden bekleneni en güzel bir şekilde yapabilecek surette yetiştirdik.

Ben, olayları anlatınca, Bakan bana, (Sen bakanlığın en büyük madalyasını hak ettin. Zira sen, bakanlığın en mühim ajanları arasında birincisin. Sekreter sana, vazifende yardımcı olacak bazı devlet sırları söyleyecek) dedi. Sonra, bana on günlük izin verdiler.

Yeni emirleri almak için Bakanlığa, gittiğimde, sekreter, (sana çok mühim iki devlet sırrı söyleyeceğim. İlerde, bu iki sırdan çok istifaden olacaktır. Bu iki sırrı, kendilerine tam itimat edilen, birkaç kişiden başka kimse bilmez) dedi. Elimden tutarak, Bakanlığın bir odasına götürdü. Bu odada çok cazip bir şeyle karşılaştım: Yuvarlak bir masanın etrafında on adam oturuyordu.
Birincisi, Osmanlı padişahının kıyafetinde idi. Türkçe ve İngilizce biliyordu.
İkincisi, İstanbul’daki Şeyh-ul-İslamın kıyafetinde idi.
Üçüncüsü, İran Şahının kıyafetinde idi.
Dördüncüsü, İran sarayındaki vezirin kıyafetinde idi.
Beşincisi, Şiilerin tâbi olduğu Necef’deki en büyük âlimin kıyafetinde idi.

Bu son üç kişi, Farsça ve İngilizce biliyorlardı. Bu adamların her birisinin yanında, onların söylediklerini yazmak için, birer katip bulunuyordu. Bu katipler aynı zamanda, bu adamlara, casusların İstanbul, İran ve Necef’deki, onların asılları olan beş kişi hakkında topladıkları malumatı bildiriyorlardı.

Sekreter, (Bu beş kişi, oralardaki beş kişiyi temsil ederler. Onların ne düşündüklerini anlamak için, asılları gibi yetiştirdik. Biz İstanbul, Tahran ve Necef’dekilerle alakalı elimize geçen bilgileri, bunlara bildiriyoruz. Bunlar da, kendilerini oradakilerin yerinde kabul eder. Biz onlara soruyoruz, onlar da bize cevaplandırıyor. Bizim tespitimize göre, buradakilerin cevapları, oradakilerin cevaplarına yüzde yetmiş uymaktadır. İstersen, tecrübe mahiyetinde bir şeyler sorabilirsin. Nasılsa, daha önce Necef âlimi ile görüşmüştün) dedi.

Ben de peki dedim. Zira, daha önce, Necef’deki şianın en büyük âlimi ile görüşmüş ve ona bazı hususlar sormuştum. İşte, onun benzerinin yanına yaklaştım ve bazı sorular sordum o da cevaplandırdı.

Bakanlıktaki bu adamın cevapları, Necef’deki Şii âliminin cevaplarına tıpa tıp mutabık idi. Bu adamın Necef’deki âlime bu kadar uygunluğu, beni hayretler içinde bıraktı. Bir de üstelik bu adam Farsça biliyordu.

Sekreter, (Şayet sen diğer dört kişinin asılları ile de görüşmüş olsaydın, şimdi onlarla da görüşebilir ve onların da asıllarına ne kadar mutabık olduğunu görebilirdin) dedi. Ben dedim ki, (Şeyh-ul-İslamın da nasıl düşündüğünü biliyorum. Çünkü, benim İstanbul’daki hocam Ahmed efendi, Şeyh-ul-İslamı bana iyice anlatmıştı.) Sekreter, (O zaman buyur, onun da numunesi ile görüşebilirsin) dedi.

Şeyh-ul-İslamın benzerinin yanına yaklaştım ve ona da bazı sorular sordum. O da cevaplandırdı. Bu soruları hocam Ahmed efendiye de, daha önce sormuş ve az bir fark ile aynı cevapları almıştım.

Sonra, sekretere dedim ki, (Bu benzer kimseleri hazırlamanın hikmeti nedir?) Bana; (Biz bu usul ile onların düşünce kabiliyetlerini öğreniyoruz. Siyasi ve dini mevzularda, onlar ile mücadele etmemize yardımcı tedbirler bulmaya çalışıyoruz. Mesela, düşman askerlerinin hangi taraftan geleceğini bilirsen, ona göre hazırlanır ve askerlerini uygun yerlere yerleştirirsin ve onu perişan edersin. Fakat, onun ne taraftan saldıracağını bilmezsen, askerlerini her tarafa gelişigüzel dağıtır ve mağlup olursun. Aynen öyle, Müslümanların, getirecekleri delilleri bilirsen, onların delillerini çürütebilecek karşı deliller hazırlaman mümkün olur ve o karşı delillerle onların akidelerini sarsabilirsin) dedi.

Sonra, bin sayfalık bir kitap verdi. (Okuduktan sonra getirirsin) dedi.

Bakanlığın verdiği kitabı okuduktan sonra, devletime olan itimadım biraz daha arttı ve Osmanlı İmparatorluğunun bir asırdan daha az bir zaman içinde yıkılması planlarının hazırlandığını yakînen anladım. Müslümanlarla alakalı malumatım arttı. Onların nasıl düşündüğünü, onların zayıf noktalarını, kuvvetli noktalarını, ayrıca, kuvvetli noktalarını zayıf nokta haline getirmenin usullerini iyice öğrenmiş oldum.

Kitap, (Müslümanların zayıf noktaları) olarak, zikir ettiği yukarıdaki maddelerden sonra, Müslümanları, dinleri olan İslamiyet’in maddi ve manevi üstünlüğünden cahil bırakmanın lazım olduğunu tavsiye ediyordu.

Kitabın, bozulup yok edilmesini emrettiği kuvvet noktaları da şunlardır:
1-
 İslam, ırk, dil, örf, âdet ve milliyetçilik taassubunu ortadan kaldırmıştır.
2- Faiz, ihtikâr, zina, içki ve domuz eti yasaktır.

3-
 Müslümanlar, sımsıkı bir şekilde âlimlerine bağlıdırlar.
4- Sünniler Halifeyi Peygamberin vekili olarak kabul eder. Allah’a ve Peygambere gösterilmesi lazım olan hürmeti, ona da göstermenin farz olduğuna inanırlar.

5-
 Cihad farz derler.
6- Şiilere göre, gayrimüslimler ve Sünniler necistir.

7-
 Bütün Müslümanlar, İslam’ın biricik hak din olduğuna iman ederler.
8- Yahudi ve Hıristiyanların Arap yarımadasından çıkarılmasının farz olduğuna inanırlar.
9- İbadetlerini, mesela (namazı, orucu, haccı...) çok güzel bir şekilde eda ederler.

10-
 Şiiler, İslam ülkesinde kiliselerin inşasının haram olduğuna inanırlar.
11- Müslümanlar, İslam akidesine sımsıkı bağlıdırlar.

12-
 Şiiler, (Humüs)ün yani ganimetin beşte birinin âlimlere verilmesini farz bilirler.
13- Müslümanlar, çocuklarını öyle büyütüyorlar ki, ecdatlarının yolundan ayrılmaları mümkün değildir.

14-
 Müslüman kadınlar, o kadar örtünüyor ki, onlara fesadın bulaşması çok zordur.
15- Müslümanları her gün beş defa bir araya getiren, cemaat namazları vardır.

16-
 Ali ve salihlerin kabirleri mukaddes olduğu için, oralarda da toplanırlar.
17- Peygamberlerinin neslinden gelen Seyyid ve şerifler Peygamberi hatırlatırlar.

18-
 Vaizler, müslümanların imanlarını kuvvetlendirir ve ibadete teşvik ederler.
19- Emr-i bil-maruf ve nehy-i anil-münker farzdır.

20-
 Müslümanların çoğalması için, evlenmek ve çok kadın nikah etmek sünnettir.
21- Müslüman için, bir insanı İslam’a getirmek, bütün dünyaya sahip olmaktan iyidir.

22-
 Müslümanlar arasında, (Kim hayırlı bir çığır, bir yol açarsa, onun sevabına ve o yolda giden her insanın kazandığı sevaplara nail olur) hadisi meşhurdur.

23- 
Müslümanlar, Kur’ana ve hadislere çok büyük hürmet gösterirler. Onlara tâbi olmanın, Cennete girmeye biricik sebep olduğuna inanırlar.

Kitap, Müslümanların kuvvetli noktalarını bozup, zayıf noktalarını yaymayı tavsiye ediyor ve bunu yapabilmek için, gerekli yolları sıralıyor.

Zayıf noktaları yaymak için şunları yapmalıyız:
1-
 Cemaatlerin, aralarına düşmanlık sokup, suizannı aşılayarak, bölücülüğü teşvik eden kitaplar yayınlamak suretiyle, ihtilafları yerleştireceğiz.

2-
 Okulların açılmasını, kitapların yayınlanmasını men etmeliyiz. Yakılması ve yok edilmesi mümkün olan din kitaplarını yakıp yok etmeliyiz. Din adamları hakkında muhtelif iftiralar uydurmakla, Müslümanları, çocuklarını dini okullara vermekten vazgeçirerek, cahil kalmalarını sağlamalıyız.

3-4-
 Onların yanında Cenneti övüp, dünyaya önem vermemeyi teşvik etmeliyiz.
5- Hükümdarları zulüm ve diktatörlük yapmaya teşvik etmeliyiz.

6-
 İdam cezasını kaldırmak. Gaspçıları, hırsızları cezalandırmaktan hükümeti alıkoymak ve anarşistleri silahlandırarak, bu işi yapmalarını teşvik etmek ve güvensizliği yaymak için çalışmalıyız.

7-
 Şu şekilde, onların hastalık içinde yaşamalarını sağlayabiliriz:
Her şey Allah’ın kaderi ile olur. Tedavinin iyileşmede hiçbir tesiri yoktur. Allah Kur’anda, (Rabbim beni yedirir ve içirir. Hasta olduğum zaman da, O bana şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek Odur) [Şuara 79-80-81] dememiş mi? Öyleyse, Allah’ın iradesi dışında kimse, ne şifa bulur ve ne de ölümden kurtulur diyerek tedaviden uzaklaştırmak gerekir.

8-
 Zulmü temin için, İslam, ibadet dinidir. Onun devlet işleriyle ilgisi olmaz demeli.

9-
 İktisadi çöküntü de, bahsi geçen zararlı işlerin tâbii bir neticesidir. Mahsulleri çürütmek, ticaret gemilerini batırmak, çarşıları yakmak, bentleri, barajları yıkıp ziraat sahalarını ve sanayi merkezlerini su altında bırakmak ve içme suyu şebekelerine zehir katmak suretiyle tahribatı arttırmalıdır.

[ÖNEMLİ NOT: 
Yukarıdaki 9. maddeyi okuyunca, tarihte bilinen meşhur Edirne, İstanbul ve Babıali yangınlarını hatırladık. Bakın o tarihlerden itibaren nasıl yangınlar olmuş. Bu kadar yangın tesadüf mü, yoksa casuslar mı yaptı? Ansiklopedilerdeki bilgiler şöyle:
* İstanbul, 24 Temmuz 1660 Cumartesi günü tarihinin en büyük yangın felaketine uğradı. Öyle ki 49 saat içinde şehrin üçte biri kül oldu. Yangın Unkapanı semtinde başlayarak, Topkapı Sarayı yönüne, Aksaray’dan surlara doğru ve Fatih semtine yayıldı. Deniz kenarındaki surların tepesinden aşarak, Marmara kıyılarında bulunanların üzerine kıvılcımlar sıçradı. En az 4000 kişinin öldüğü bu yangında 80.000 ev kül oldu. Yangında su yolları kapandı ve fırınlar çalışmadığı için, halkın büyük bir kısmı aç ve susuz kaldı. Sultan Dördüncü Mehmed Hanın büyük gayretleri ve yardımlarıyla iki ay içinde Anadolu’dan getirilen ustalarla yanan binaların yerlerine yenileri yaptırıldı. Bu yangında 360 cami ve mescit, 40 hamam, 100 han ve kervansaray, 100 depo, yüzlerce konak, okul, medrese, tekke yanmıştı.

* 5 Eylül 1693’de Ayazma Kapısında çıkan yangında; 18 cami, 19 mescit, 17 ilkokul, 10 medrese ve tekke, 11 hamam, 12 fırın, 2517 ev, 1146 dükkan birçok han ve depo yandı.

* 1700 senesinde, Edirne 350 bin nüfusu ile dünyanın en büyük birkaç şehrinden biriydi. Bunlar; İstanbul, Paris, Londra ve Edirne idi. On sekizinci asırdan itibaren gerilemeye başladı. 1745 senesinde çıkan büyük bir yangınla 60 mahalle kül oldu. 1751 yangını da 1745’deki yangın şiddetindeydi.

* 28 Eylül 1755’de İstanbul’da Hoca paşa semtinde çıkan yangın, dört kola ayrılarak büyük bir âfet hâline geldi. Yaklaşık otuz altı saat süren yangın sonunda Paşa kapısı da yandığından, sadâret dairesi bir müddet Kadırga Limanındaki Esma Sultan Sarayına nakledildi.

* 6 Temmuz 1756’da, Sultan Üçüncü Osman devrinin ikinci büyük yangını oldu. Bu yangın İstanbul’un dörtte üçünü kül hâline getirdi. Cibâli taraflarında başlayan yangın, on üç kola ayrıldı. Unkapanı, Süleymaniye tarafları, Vefa’dan itibaren Şehzadebaşı, eski yeniçeri odaları, Langa tarafları, Zeyrek, Saraçhane, Etmeydanı, Aksaray, Davutpaşa İskelesi, Fatih, Sultanselim, Ali Paşa Çarşısı, Aya kapısı semtleri harabe hâline geldi.

* 7 Temmuz 1795 gecesi çıkan yangında İstanbul’un mal depoları büyük ticarethaneleri yandı. Uğranılan zarar tahmini olarak o zamanki Osmanlı Devletinin iki yıllık geliri kadardı.

* 1908, 1911, Mart ve 13 Haziran 1918’de çıkan dört yangın Sultanselim, Fatih, Halıcılarda büyük zararlara sebep oldu. Harp içinde olan devlet bunların yerine hemen yenisini yaptıramadığından uzun yıllar yanık yerler öyle kaldı.

* Babıali Yangınları: Osmanlı Devletinin idari merkezi olan Babıali'nin; 1740, 1755, 1808, 1826 ve 1839 senelerinde tamamen, 1878 ve 1911 senelerinde ise kısmen yanmasına sebep olan yangınlardır.]

10-
 Devlet adamlarını, kadın ve spor gibi fitneye ve parçalanmaya sebep olacak arzulara, içki, kumar, rüşvete ve hazine mallarını, kendi şahsi işlerinde harcamaya alıştırmak, vazifelileri bu işleri yapmaya teşvik edip, bize hizmet edenleri ödüllendirmek lazımdır. Bu işlerle vazifeli ingiliz casuslarını, gizli ve açık olarak korumak, onlardan Müslümanların eline geçenleri kurtarmak için, her çeşit masrafı yapmak lazımdır.

11-
 Faizin her şeklini yaymak lazımdır. Zira faiz, milli ekonomiyi harap ettiği gibi, Müslümanları, Kur’anın ahkamına karşı gelmeye de alıştırır. Zira insan, bir kanunun bir maddesini ihlal edince, artık diğer maddelerini de ihlal etmesi kolay olur.

12-
 Âlimlere kötü isnatlarda bulunup, aleyhlerine adi ithamlar uydurarak, Müslümanların onlardan soğumalarını temin etmek lazımdır. Casuslarımızın bir kısmını, onların kıyafetine sokacağız. Sonra, bunlara çirkin işler yaptıracağız. Böylece bunlar, âlimler ile karışmış olacak ve her âlimden şüphe edilecek. Bu casusları, El-Ezhere, İstanbul’a, Necef ve Kerbela’ya sokmak zaruridir. Müslümanları âlimlerden soğutmak için okullar, kolejler açacağız. Buralarda, Rum ve Ermeni çocuklarını, Müslümanlara düşman olarak yetiştireceğiz. Müslüman çocuklarına da kendi ecdatlarının cahil olduklarını aşılayacağız. Bu çocukları, Halife ve âlimler ve devlet adamlarından soğutmak için, onların hatalarını, kendi zevkleri ile meşgul olduklarını, Halifenin cariyelerle vakit geçirip, halkın malını kötü yollarda kullandığını, hiçbir işte Peygambere uymadıklarını aşılayacağız.

13-
 İslam’ın, kadına hakaret ettiğini yayacağız. Feminizmi savunacağız.
14- Pislik, susuzluğun neticesidir. Suyun arttırılmasına mani olmaya çalışmalıyız.

Müslümanların kuvvetli noktalarını tahrip etmek için:
1-
 Müslümanların arasında, ırkçılık ve milliyetçiliği körükleyecek ve onların dikkatlerini, İslamiyet’ten önceki kahramanlıklarına çekeceksiniz. Mısır’da Firavunluğu, İran’da Mecusiliği, Irak’ta Babilliliği, Osmanlıda Attila ve Cengiz vahşetini canlandıracaksınız

2-
 Şu dört şeyi, gizli açık yaymak lazımdır: İçki, kumar, zina ve domuz eti [ve spor kulüplerinin birbirleri ile kavgaları]. Bu işi yapmak için, İslam ülkelerinde yaşayan Hıristiyan, Yahudi, Mecusi ve diğer gayrimüslimlerden azami derecede istifade etmek ve bu iş için çalışanlara Sömürgeler bakanlığının bütçesinden bol maaş bağlamak lazımdır. Bunun için, siyasi fırkaların ve spor kulüplerinin çoğalmasını sağlayacağız. Partileri ve kulüpleri birbirlerine düşman yapacağız. Birbirleri ile uğraşacaklar, din kitabı okumaya, dinlerini öğrenmeye vakit bulamayacaklardır. Avladığımız kimselere günlük gazete, dergi çıkartacağız. Gazetelerini, dergilerini, bol para ile, menfaatler ile besleyeceğiz. Satın aldığımız kimseleri, kurtarıcı, kahraman gibi isimlerle meth ettireceğiz. İslam dinini ve ahkam-ı İslamiyeye bağlı olan idarecileri kötületeceğiz. Din terbiyesinin kaynağı olan aile yuvalarını yok edeceğiz. Bunun için, spor, güreş ismi altında, avret mahalleri, edep yerleri açık kız ve oğlan resimleri yayınlayarak, gençleri fuhşa, eşcinselliğe, cinsi sapıklığa sürükleyeceğiz. İslam ahlakını bozunca, İslamiyet’i yok etmek kolay olur. Çok cami yapacağız. Fakat, camilerde, hocaları değil, misyonerleri ve mezhepsizleri konuşturacağız. İslam müziği ismi altında, çalgıları, şarkıları, radyoları camilere sokacağız. Camileri birer tuzak olarak kullanacağız. Camilere giden ve kadınları örtünen devlet memurlarını ve subayları, casuslarımız tespit edecek, bunlar, vazifelerinden uzaklaştırılacaklardır. Ahkam-ı İslamiyeye uyan gençler, üniversitelere alınmayacak, girmiş olanların diploma almaları engellenecektir. Sekreter, bu bilgileri gizli tutmamızı, Necdli Muhammed’den de saklamamızı sıkı tembih etti. Ben de bu hatıralarımı mahkemeye vererek, elli yıldan önce açılmamasını vasiyet ettim.

3-
 Cihadın geçici bir farz olduğunu, vaktinin son bulduğunu telkin edeceksiniz.
4- Şiilerin kalblerinden, kâfirlerin necis olduğu fikrini çıkaracaksınız.

5-
 Müslümanlara, İslam'dan kastın mutlak din olduğunu ve bu dinin Yahudilik ve Hıristiyanlık olabileceğini, sadece İslamiyet’in olmadığı inancını aşılayacaksınız.

6-
 Kilise yapmanın haram olmadığını, Peygamber ve Halifeleri onları yıkmadığını, bilakis onlara hürmet gösterdiğini, İslam’ın ibadethanelere hürmetkâr olduğunu, onları yıkmadığını, yıkanlara mani olduğunu çokça söyleyeceksiniz.

7-
 (Yahudileri Arap yarımadasından çıkarın) ve (Arap yarımadasında iki din olmaz) hadisleri hakkında, Müslümanları şüpheye düşüreceksiniz, zayıf veya uydurma diyeceksiniz. Hadislere şüphe ile bakılmasını sağlayacaksınız.

8-
 Müslümanları, ibadetlerinden men etmeye çalışacak ve (Allah insanların ibadetlerine muhtaç değildir) diyerek, onları ibadetlerin faydaları hakkında tereddüte düşüreceksiniz. Hacca gitmek ve cemaat ile namaz kılmak gibi, onları bir araya getiren ibadetlerden men edeceksiniz. Aynı şekilde, camilerin, türbelerin ve medreselerin inşasına mani olmaya çalışacaksınız.

9-
 Harpte düşmandan ganimet olarak alınan malın beşte birinin [Humusun], âlimlere verilmesini şüphelendirecek ve bunun ticaret kazancıyla bir ilgisinin olmadığını izah edeceksiniz.

10-
 Müslümanların akidelerine bid’atler sokup, İslam’ı gericilik ve terör dini olmakla itham edeceksiniz. İslam memleketlerinin geri kaldığını, sarsıntılara maruz kaldığını söyleyecek ve böylece onların İslam’a olan bağlılıklarını zayıflatmış olacaksınız.

11-
 Çocukları babalarından uzaklaştırıp, büyüklerinin dini terbiyelerinden mahrum kalmalarını sağlayacaksınız. Onları, biz yetiştireceğiz. Binaenaleyh, çocuklar babalarının terbiyelerinden koptukları an, akideden, dinden ve âlimlerden kopmaya mahkum olacaklardır.

12-
 Kadını tahrik edip, örtüsünü açmasına sebep olacaksınız. Kadını açtıktan sonra, gençleri tahrik edip, her ikisinin arasında fesat hasıl olması için çalışacaksınız! İslam’ı yok etmek için, bu iş, çok etkilidir. Önce bu işi gayrimüslim kadınlara yaptıracaksınız. Sonra, Müslüman kadın kendiliğinden bozulup, bunların yaptığını yapacaktır.

13-
 Cami imamlarının fâsık, sapık olduklarını yayarak cemaat ile namazı ortadan kaldıracaksınız.

14- Bid’at olduğu gerekçesiyle, türbelerin hepsinin yıkılması lazımdır diyeceksiniz.

15-
 Seyyidlerin, Peygamberlerinin soyundan geldikleri hususunda insanlar tereddüde düşürülecek. Seyyid olmayanlara fellahlara, zencilere yeşil sarık giydirilip, seyyidlerin diğer insanlarla karışmaları temin edilecek. Böylece, insanlar bu hususta şaşırıp, Seyyidler hakkında suizanda bulunacaklar.

16-
 Vaizleri azaltmaya çalışılacaktır.

17- 
Müslümanlara hürriyet var diyerek, (Herkes dilediğini yapabilir. Emr-i maruf ve nehy-i münker ve İslam ahkamının öğretimi farz değildir) diyeceksiniz!

18-
 Müslümanların neslini azaltmak için, doğum kontrolü yapılacaktır ve birden fazla evliliği yasaklatacaksınız.

19-
 İslam’ın yayılması ve Müslüman olmayanlara öğretilmesi faaliyetleri kat’i surette men olunacak. İslam’ın yalnız Arapların dini olduğu fikri yayılacak.

20-
 Hayır kurumlarının hudutları daraltılacak ve devlete ait bir hâle getirilecek.

21-
 Müslümanları Kur’an hakkında şüpheye düşürecek ve içinde noksanlık ve fazlalık var, diyeceksiniz. Arap memleketleri dışında (Ezan), (Namaz) ve (Dualar)ın Arapça yapılmasını önleyeceksiniz. Hadisler hakkında da Müslümanlar tereddüte düşürülecektir. Bu zayıf, bu uydurma denecek. Hadislerin kaynak olması devreden çıkarılacak, yalnız Kur’an denilecektir.

(İslam’ı nasıl yıkabiliriz)
 isimli bu kitap, çok mükemmel idi. İleride yapacağım çalışmalar için, emsalsiz bir rehber idi. Sekretere kitabı iade edip, memnuniyetimi ifade ettiğimde, bana, (Bilmiş ol ki, bu meydanda, sen yalnız değilsin. Yaptığın işi yapan pek çok adamlarımız var. Bu işi yapmak için, şimdiye kadar bakanlığımız beş binden fazla adam vazifelendirmiş bulunmaktadır. Bakanlık bu sayıyıyüz bine çıkarmayı düşünüyor. Bu sayıya ulaştığımız zaman, Müslümanların hepsine hakim olacak ve bütün İslam ülkelerini ele geçirmiş olacağız) dedi.

Daha sonra, sekreter şunları söyledi:
(Sana şunu müjdelerim ki, bakanlığımızın bu programı gerçekleştirmesi için, en fazla, bir asırlık bir zamana ihtiyaç vardır. Biz o günleri görmesek bile, çocuklarımız görecektir. Şu atasözü ne kadar güzeldir: (Başkasının ektiğini yedim. Öyleyse, ben de başkaları için ekiyorum.) İngilizler, bunu yaptığı zaman, bütün Hıristiyan âlemini memnun etmiş ve onları 12 asırlık felaketten kurtarmış olacaktır.)

Sekreter sözlerine şöyle devam etti:
(Asırlarca devam eden Haçlı seferleri, hiçbir fayda sağlayamadı. Keza, Moğollar [Cengiz orduları] da, İslam’ın köklerini kazımak için bir şey yapmış sayılmaz. Çünkü onların yaptığı iş, plansızdı. Düşmanlıklarını ortaya koyacak, askeri işler yapıyorlardı. Bunun için, çok çabuk yoruldular. Fakat şimdi, hükümetimizin değerli idarecileri, İslam’ı çok ince bir plan ve uzun bir sabırla içten yıkmak için çalışıyorlar. Askeri güç kullanmamız da lazımdır. Fakat bu iş, son aşamada, yani İslam’ı yiyip bitirdikten ve her tarafından balyozlayıp, bir daha toparlanamaz, bizimle savaşamaz hâle geldikten sonra gelir.)

Sekreter sözlerini şöyle bitirdi:
(İstanbul’daki büyüklerimiz, çok akıllı ve zeki imişler, ki bizim planımızın aynını uygulamışlar. Ne yapmışlar: Müslümanların arasına sokulup, onların çocukları için, medreseler açmışlar, Kiliseler inşa etmişler. Onların arasında, içkiyi, kumarı, fıskı, futbolu çok güzel bir şekilde yaymayı başarmışlar. İslam gençliğini, dinleri hakkında şüpheye düşürmeye, kendi hükümetleri ile aralarına münakaşa ve muhalefet sokmaya, her tarafta anarşiyi yaygınlaştırmaya, amirlerin, müdürlerin, devlet adamlarının evlerini Hıristiyan kadınları ile doldurarak, ahlaklarını bozmaya çalışmışlardır. Biz de, bu şekilde hareket ederek, onların kuvvetlerini kıracağız, dinleri ile olan irtibatlarını sarsacağız, ahlaklarını bozacağız. Birlik ve beraberliklerini yok edeceğiz. Sonra, ani bir savaş başlatıp, İslam’ın kökünü kazıyacağız.)

Sekreter ikinci sırrı da açıkladıBirinci sırrın tadını tattıktan sonra, ikinci sırrı da öğrenmek için, can atıyordum. Nihayet bir gün sekreter, söz verdiği ikinci sırrı da açıkladı. İkinci sır, bir asırlık bir zaman içinde İslam’ı yok edip unutturmak gayesi ile, bakanlıkta bu iş için çalışan yüksek rütbeli İngilizlere mahsus hazırlanmış, elli sayfalık bir plan dergisi idi. Bu planlar 14 maddede toplanmıştı. O planlar şunlardı:
1- Buhara’yı, Tacikistan’ı, Ermenistan’ı, Horasan ve etrafını istila etmek için, Rus çarı ile çok iyi bir ittifak ve yardım anlaşması kurmamız lazımdır.

2-
 İslam âlemini, hem içerden, hem de dışarıdan yıkmak için, Fransa ve Rusya ile, işbirliği yapmamız lazımdır.

3-
 Türk-İran hükümetleri arasına çok şiddetli ihtilaflar sokup, her iki tarafta milliyetçilik ve ırkçılık fikirlerini kuvvetlendirmemiz lazımdır. Ayrıca, birbirine komşu bütün Müslüman kabile ve milletlerin arasına ve Müslüman ülkeler arasına düşmanlık sokmamız lazımdır. Halkı gruplara bölmek, eskileri dahil, bütün bozuk mezhepleri ihya edip, canlı tutmak ve birbirine düşürmek lazımdır.

4-
 İslam ülkelerinden bazı parçaları gayrimüslimlerin eline vermek lazımdır. Mesela: Medine’yi Yahudilere, İskenderiye’yi Hıristiyanlara, İmareyi Saibeye, Kermanşahı Ali’yi ilahlaştıran Nusayrilere, Musulu Yezidilere, İran körfezini Hindulara, Trablusu Dürzilere, Karsı Ermenilere, Maskatı Haricilere vermek lazımdır. Sonra, bunları, para, silah ve gerekli bilgilerle takviye etmek gerekir ki, bunlar İslam’ın vücudunda birer diken olsun. İslam iyice yıkılıp kayboluncaya kadar, bunların yerlerini genişletmek lazımdır.

5-
 Osmanlı ve İran’ı, birbirleriyle hiç anlaşamayan ufak mahalli devletlere bölmeyi planlamak lazımdır. Hindistan’ın şimdiki hâli gibi. Zira, şöyle bir nazariye var: (Parçala, hükmet, parçala, mahvet)

6-
 İslam’ın bünyesinde, tahrif edilmiş din ve mezhepler ihdas etmek lazımdır ve ihdas edeceğimiz bu dinlerin her birisinin bir memleketin insanlarının heva ve hevesine uygun olması için, çok ince bir plan yapmalıyız.

7-
 Zina, homoseksüellik, içki ve kumar ile, halk arasına fitne ve fesat tohumları saçılacak. Bunun için, bu memleketlerde yaşayan gayrimüslimler kullanılacak.

8-
 İslam ülkelerinde zalim liderler yetiştirmeye, bunları hükümetin başına geçirerek, İslamiyet’e uymayı yasaklayan kanunlar çıkarmaya azami önem vermek lazımdır. Onları kullanıp, bakanlığın yap dediğini yapacak, yapma dediğini yapmayacak duruma getirmeliyiz. Onların vasıtası ile Müslümanlara ve İslam ülkelerine isteklerimizi kanun zoru ile yaptırmalıyız. İslamiyet’e uymayı suç, ibadet yapmayı gericilik haline getirmeliyiz. Müslüman ülkelerdeki hükümet adamlarını, mümkün olduğu kadar aslı gayrimüslimlerden seçtirmeliyiz. Bunu yapmak için, bazı ajanlarımızı sureten Müslüman, din adamı şekline sokup, isteklerimizi icra etmek için, yüksek makamlara getirmeliyiz.

9-
 Mümkün mertebe Arapça’nın öğretilmesine mani olacaksınız. Arapça’nın dışındaki dilleri, yayacaksınız. Arap ülkelerinde, yabancı diller, ihya edecek ve Kur’an ile Sünnetin dili olan fasih Arapça’yı yok etmek için, mahalli lehçeleri yayacaksınız.

10-
 Devlet adamlarının etrafına adamlarımızı yerleştirip, onların vasıtası ile, bakanlığımızın arzularını tatbik etmek için, onları bu devlet adamlarının müsteşarları haline getirmeliyiz. Bu işin en kolay yolu, köle ticaretidir: Köle ve cariye olarak göndereceğimiz casusları, evvela layıkı ile yetiştireceğiz. Sonra, Müslüman devlet adamlarının yakınlarına, mesela onların çocuklarına, hanımlarına ve onların indinde hatırı sayılır insanlara satmalıyız. Sattığımız bu köleler, tedrici olarak, devlet adamlarına yaklaşacaklardır. Onların anneleri ve mürebbiyeleri olup, bileziğin bileği ihata ettiği gibi, onlar da, Müslüman devlet adamlarını ihata edeceklerdir.

11-
 Misyonerliğin sahasını genişletip, her sınıf ve mesleğe bilhassa doktor, mühendis, muhasebeci v.s. gibi mesleklere sokmalıyız. İslam ülkelerinde kilise, okul, hastane, kütüphane ve hayır kurumları ismi altında propaganda, yayın merkezleri açmalı ve bunları, İslam ülkelerinin dört bir bucağına yaymalıyız. Milyonlarca Hıristiyan kitaplarını bedava dağıtmalıyız. İslam tarihinin yanında, Hıristiyan tarihini, devletler hukukunu da neşir etmeliyiz. Kilise ve manastırlara rahib ve rahibe ismi altında casuslarımızı yerleştirmeliyiz. Bunları vasıta olarak kullanıp, Hıristiyan hareketlere rehberlik yapmalarını temin etmeliyiz. Müslümanların her hareket ve fikirlerini öğrenip bize aktarmalarını temin etmeliyiz. İslam tarihini bozup, tahrif edecek ve Müslümanların ahval ve dinlerini iyice öğrendikten sonra, onların bütün kitaplarını imha edecek, İslam ilimlerini yok edecek, profesör, ilim adamı, araştırmacı gibi isimler altında, bir Hıristiyan ordusu kurmalıyız.

12- 
Kız, erkek, bütün İslam gençliğinin kafasını karıştırıp, İslamiyet hakkında şüphe ve tereddüte düşmelerini temin etmeliyiz. Okul, kitap, mecmua [spor kulüpleri, sinema filmleri, televizyon] ve bu iş için yetiştirilmiş elemanlarımızın vasıtası ile, onların ahlaklarını sıfıra indirmeliyiz. Yahudi, Hıristiyan ve bütün gayrimüslim gençleri, onları avlamak için, birer tuzak olarak yetiştirmek için, gizli örgütler açmalıyız!

13-
 İç savaş ve ayaklanmaları teşvik etmeli ve kendi aralarında ve gayrimüslimler ile daima mücadele halinde olmalarını temin etmeliyiz ki, kuvvetleri zail olsun, genç ve faal olanları ortadan kalksın. Barış ve huzur, yerini ihtilale bıraksın.

14-
 İktisatları tahrip edilecek, gelir kaynakları, ziraat sahaları bozdurulacak, su bentleri yıktırılacak, ırmaklar kurutulacak, tembellik yaygınlaştırılacak, tembeller için, oyun yerleri açılacak. Uyuşturucu madde, içki, yaygın bir hale getirilecektir.

Bana bu muhteşem vesikanın bir kopyasını verdiği için, sekretere teşekkür ettim.

Abdülvehhab oğlunun kabul ettiği, Bakanlığın 6 maddelik ince planıLondra’da bir ay daha kaldıktan sonra, tekrar Necdli Muhammed ile görüşmek üzere, Irak’a gitmek için emir aldım. Sefere çıkarken, sekreter bana dedi ki:
(Necdli Muhammed hakkında bir ihmalkârlık yapmayasın! Casuslarımızın gönderdikleri raporlardan anlaşıldığı gibi o, planlarımızı gerçekleştirmek için çok uygun bir ahmaktır. Onunla açık konuş! İsfahan’da ajanlarımız, onunla açıkça konuşmuş, o da, isteklerimizi bir şart ile kabul etmiştir. Onun şartı şudur: Görüşlerini açıklayınca, kendisine saldırması muhakkak olan, devlet adamlarından ve âlimlerden kendini korumak için, kâfi derecede mal ve silahla takviye edilmesi, memleketinde kendisine küçük de olsa, bir beylik kurulmasıdır. Bakanlık da, bu şartları kabul etmiştir.)

Bu haberin verdiği sevinçle, az daha uçacaktım. O zaman, sekretere bu hususta, ne yapmam gerektiğini sordum. Cevabında, (Necdli Muhammedin tatbik etmesi için, bakanlık ince bir plan hazırlamıştır, şöyle ki:
1- Bütün Müslümanları, tekfir edip, onları öldürmenin, mallarını ellerinden almanın, namuslarına tecavüzün, erkeklerini köle, hanımlarını cariye yapıp, köle pazarlarında satmanın helal olduğunu söyleyecek.

2-
 Hac ibadetini ortadan kaldırmak için, kabileleri hacılara saldırtıp, mallarını ellerinden almaya ve onları öldürmeye teşvik edecek.

3-
 Müslümanları, Halifeye itaat etmekten men etmeye çalışacak. Onları Halifeye karşı isyan etmeye teşvik edecek ve bu iş için, ordular hazırlayacak.

4-
 Mekke, Medine ve diğer İslam ülkelerinde bulunan türbe, kubbe ve mukaddes yerlerin put ve şirk olduklarını söyleyerek, yıkılmalarının lazım olduğunu ilan edecek.

5-
 İslam ülkelerinde mümkün mertebe ihtilal, zulüm ve anarşiyi temin edecek.

6-
 Tahrif edilmiş bir Kur’an neşretmeye çalışacak.

Sekreter, yukarıdaki altı maddelik planı söyledikten sonra dedi ki:
(Bu büyük program seni korkutmasın. Çünkü vazifemiz, İslamiyet’i yok etme tohumunu atmaktır. Bu işi tamamlayacak nesiller gelecektir. İngiliz hükümeti, sabretmeyi ve adım adım yürümeyi âdet edinmiştir.)

Bir kaç gün sonra, Bakan ve sekreterden izin aldım, aile ve dostlarıma veda ettim. Basra’ya doğru yola çıktım. Yorucu bir seferden sonra, nihayet geceleyin Basra’ya vardım. Abdürrızanın evine gittim, uyandırdım. Beni görünce, çok sevindi. Beni ağırladı. O gece, orada kaldım. Sabahleyin bana (Necdli Muhammed bana uğradı ve sana bu mektubu bırakarak gitti) dedi. Mektubu açtım. Memleketi olan Necd’e gittiğini ve adresini yazıyordu. Ben de hemen oraya doğru yola çıktım. Son derece meşakkatli bir yolculuktan sonra, oraya vardım. Onu evinde buldum.

Biz aramızda, benim onun kölesi olduğumu ve beni bir yere gönderdiğini, şimdi de geri döndüğümü herkese söylemek için anlaştık. Beni böyle bildirdi.

Onun yanında iki yıl kaldım. Davetini ilan etmek için bir program hazırladık. Nihayet, 1730’da, onun azmini kuvvetlendirdim. O da, kendine yardımcı topladıktan sonra, kapalı bazı cümlelerle davetini kendine çok yakın olanlara anlattı. Sonra, davetini günbegün genişletti. Onu düşmanlarından korumak için, etrafına muhafızlar koydum. Ve onlara istedikleri kadar mal ve para verdim. Düşmanları tecavüz etmek istediği zaman, muhafızların gayretlerini arttırıyordum. Ve onları manen destekliyordum. Daveti yayıldıkça, muhalifleri çoğalıyordu. Kendisine fazla hücum yapıldığı zaman, davetten vazgeçmek istiyordu. Ama onu yalnız bırakmıyor, azmini kamçılıyordum. Ona, (Peygamber senden daha fazla eziyet gördü. Biliyorsun, bu şeref yoludur. Her devrimci gibi, biraz meşakkate tahammül etmelisin!) diyordum.

Biz daima düşmanların hücumuna uğrayabilirdik. Onun muhaliflerine karşı, parayla aldığım casuslar koydum. Düşmanları ona bir zarar yapmak istediğinde, onlar beni haberdar ediyor, ben de, zararlarını tesirsiz hâle getiriyordum. Bir sefer, düşmanların onu öldürmek istedikleri haberini aldım. Hemen, onların hazırladıklarına mani olmak için, gerekli tedbirleri aldım. İnsanlar, düşmanlarının ona böyle bir şey yapmak istediklerini duyunca, onlardan nefret etmeye başladılar. Böylece, kazdıkları kuyuya kendileri düştüler.

Planın 6 maddesini icra edeceğini bana vaad etti, (Şimdilik, bunlardan ancak bir kısmını yerine getirebilirim) dedi. Bu sözünde haklı idi. O zaman, hepsini yapması mümkün değildi. Tahrif edilmiş bir Kur’an neşir etmeyi de red etti. Bu hususta, en çok Mekke’deki Şeriflerden ve İstanbul’daki hükümetten korkuyordu. Bana, (Bu hususu açıkladığımız taktirde, kuvvetli bir ordunun hücumuna maruz kalacağız) dedi. Onun mazeretini kabul ettim. Zira, doğru söylüyordu. Şartlar müsait değildi.

Birkaç yıl sonra, Sömürgeler bakanlığı, Deriye emiri Muhammed bin Süudu da safımıza çekmeye muvaffak oldu. Bana bunu haber vermek ve her iki Muhammedin arasında muhabbet ve muaveneti tesis etmek için, bir haberci gönderdi. Müslümanların kalblerini ve itimatlarını, dini yoldan temin için, Necdli bizim Muhammed’den, siyasi yoldan temin için de, Muhammed bin Süuddan istifade ettik.

Böylece, devamlı, kuvvetlendik. Deriye şehrini merkez yaptık. Din olarak da VEHHABİLİK dinini tesis ettik. Bakanlık, yeni vehhabi hükümeti gizlice destekliyor ve takviye ediyordu. Yeni hükümet, Arabcayı ve çöl muharebesini çok iyi öğrenmiş 11 ingiliz subayını köle ismi altında satın aldı. Planları, bu subaylarla beraber hazırlıyorduk. Her iki Muhammed de, gösterdiğimiz yolda yürüyorlardı. Bakanlığın özel bir emri olmadığı zaman, konuları biz karara bağlıyorduk.

NOT: Bu kitabı dikkat ile okuyan, İslam’ın en büyük düşmanının, İngilizler olduğunu anlayacak, şimdi bütün dünyadaki Müslümanlara saldıran vehhabiliği, İngilizlerin kurduğunu ve onları beslemekte olduğunu iyi öğrenecektir. Seyyid Abdülhakim efendi buyuruyor ki:
(İslam’ın en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslamiyet’i bir ağaca benzetirsek, başka kâfirler, fırsat bulunca, bu ağacı dibinden keser. Müslümanlar da, bunlara düşman olur. Fakat, bu ağaç bir gün filiz verebilir. İngiliz böyle değildir. Bu ağaca hizmet eder. Besler. Müslümanlar da, onu sever. Fakat, gece kimse anlamadan köküne zehir sıkar. Ağaç öyle kurur ki, bir daha süremez. Vah vah çok üzüldüm, diyerek Müslümanları aldatır. İngiliz’in, İslam’a böyle zehir salması demek, para, mevki ve kadın gibi, nefsani arzular karşılığında satın aldığı yerli münafıkların, soysuzların elleri ile, İslam âlimlerini, İslam kitaplarını, bilgilerini ortadan kaldırmasıdır.)

31 Mart 2013 Pazar

KABİR HAYATI


 
                                                                                                 

KABİR HAYATI
Kabirde neler sorulacak
Kabir azabı
Kabir Suali
Kabirden Kalkarken
Yanıp ölene kabir azabı
Akıl, Göz Gibidir
Türbe Ziyareti
Kabr-i erifi ziyaret
Ziyarette duru ekli
Yalnız senden yardım isteriz
Evliya Vesiledir
Ruhlar yardım eder
Her Ölü itir
Ruhların Kerametleri
Dünya ahiretin tarlasıdır
Bir Kabre ki Ki i
Mezar Nakli
Mezar Ta ı
Ölü için iskat yapılmalıdır
Kitab ve Sünnette skat
Günümüzde skat i
Samimiyetsizler
Ölü için a lamak
Ölümü hatırlamak, ölüden ibret almak
Kabirde neler sorulacak
Sual: 
Ölüye kabirde neler sorulacaktır? Birkaç gün tabutta kalan cenazeye kabir suâli
olur mu? Mumyalanıp kabre konulmazsa yine suâl olur mu?
CEVAP
Kabirde akaidden veya çe itli akaid ile amelden veya herkese ba ka eylerden suâl
edilece i (Feraid-ül-fevaid) kitabında yazmaktadır.
( man ve ibâdet) kitabında, kabirde münker ve nekir meleklerine cevap olarak
Rabbimizin Allahü teâlâ, Peygamberimizin Muhammed aleyhisselam, dinimizin slâm,
kitabımızın Kur'an-ı kerim, kıblemizin Kâbe-i erif, itikadda mezhebimizin Ehl-i sünnet
velcemaat oldu u, amelde ise dört hak mezhebden hangisi ise, onu ö renmek gerekti i
bildirilmektedir.
Salih kimse için kabir suâli kolaydır. Bu bakımdan dinimizin emir ve yasaklarını ö renip
ona göre amel etmeye çalı malıyız. Birkaç gün tabutta kalan ölüye kabir suâli olmaz. Fakat
mumyalanıp hep dı arıda kalan ölüye ve yanıp kül olan kimselere de kabir suâli olur. (Siracül-
vehhac ve Camiussagir erhi)
Kabir azabı
Sual:
Geçen günkü yazınızda kabir azabının hak oldu unu bildirdiniz. Fakat bu hususta
ayet-i kerime yok mudur? Kabir azabını kimler inkar ediyor?
CEVAP
Mutezile fırkası, kabir hayatını ve kabir azabını inkar etmi tir. Ehl-i sünnet âlimleri ise,
bunların vaki ve hak oldu unu vesikalarla bildirmi lerdir. Birkaç vesika:
1- mam-ı a'zam hazretleri buyuruyor ki:
Kur'an-ı kerimde (Onlar, sabah-ak am ate e sokulurlar. Kıyametin kopaca ı günde,
"Firavn hanedanını azabın en çetinine sokun!" denilecek) buyuruldu. (Mümin 46)
Sabah-ak am görecekleri azab, Kıyamet gününden öncedir. Ayetin devamında onların
iddetli azaba sokulaca ı bildiriliyor. Birincisi kabir azabını, ikincisi ise Cehennem azabını
gösteriyor. (El-Kavlülfasl)
mam-ı Gazalî hazretleri de, (Bu ayet-i kerime kabir azabını gösteriyor) buyurdu. ( hya)
2- (Günahları yüzünden suda bo uldular, ardından da ate e atıldılar.) [Nuh 25]
Ayet-i kerimede geçen "Feüdhılu" kelimesindeki F harfi, hiç ara verilmedi ini gösterir.
Yani (Suda bo ulduktan hemen sonra kabirdeki azaba maruz kaldılar.) demektir. (El-
Kavlülfasl)
3- Kabir hayatını bildiren ayetlerden biri de udur: (Allah yolunda öldürülenleri
[ ehidleri] ölü sanmayın! Bilakis onlar diridir.) [A. mran 169]
4- brahim suresinin 27. ayet-i kerimesinde kabir hayatının ve kabir suâlinin hak oldu u,
müminlere kavl-i sabit ihsan edildi i bildiriliyor. Buharî ve Müslimdeki hadis-i eriflerde
kabir suâlinde müminlerin kavl-i sabit yani kelime-i tevhid üzere olacakları, zâlimlerin
a ıracakları bildirildi. (Celaleyn)
5- mam-ı aranî hazretleri, (Taha suresinin 124. ayet-i kerimesindeki "Mai eten
danken" kabir azabını bildiriyor.) buyurdu. Hadis-i erifte buyuruldu ki:
(Mümin kabrinde yemye il bir bahçe içindedir. Ayın ondördü gibi aydınlatılır.
"Feinne lehü mai eten danken" ayeti, kâfirlerin kabirde görecekleri azabı bildirir.
Kâfire 99 tinnin musallat olur. Tinnin, yedi ba lı bir yılandır. Kâfirleri kabirlerinden
kalkacakları zamana kadar sokup azab ederler. [Tirmizî]
6- (Tekasür 3)deki, bu övünmenizin kötü akıbetini " leride bileceksiniz!" demek,
"Ölürken" demektir. 4. ayetindeki "Yine ileride bileceksiniz" ise "Kabirde" demektir.
(Celaleyn, Medarik)
[M.Tezkire-i Kurtubide de böyle bildiriliyor.]
7- (Ölü iken sizi diriltti. Tekrar öldürecek ve tekrar diriltecek) [Bekara 28]
kinci dirilme kabirde olacaktır. mam-ı Nesefi de bu ayetin kabir azabı ve nimetine
i aret etti ini bildirmi tir. ( eyhzade)
8- (Orada ya ayıp, orada öleceksiniz, yine oradan dirilip çıkarılacaksınız) [Araf 25)
mam-ı Nesefi hazretleri, "Orada"dan maksat "kabir" oldu unu bildiriyor. ( eyhzade)
9- (Allah sizi diriltir, sonra öldürür.) [Casiye 26]
mam-ı Nesefi, buradaki diriltmenin kabirde olaca ını bildiriyor. ( eyhzade)
10- (Onları iki defa azaba u rataca ız.) [Tevbe 101]
Bu azablardan biri kabir azabıdır. (Kadi Beydavi)
mam-ı Süyutî hazretleri "Kabir azabı" ile ilgili ( erhussudur) isminde müstakil bir eser
yazmı tır. Buharî ve Müslim ve daha bir çok hadis kitabından kabir azabı ile ilgili hadisler
nakletmi tir. Her hadis kitabında kabir azabı ile ilgili hadisler vardır. Kabir azabını inkar
eden, bütün bu hadis kitaplarını inkar etmi olur.
Hz. Ai e validemiz, (Ya Resulallah, bu ümmet, kabirde çe itli felaketlerle
kar ıla acak, benim gibi zayıf kadınların hali ne olacak?) diye suâl etmi , Peygamber
efendimiz cevap olarak, [a a ıda meali bulunan] ayet-i kerimeyi okumu tur. (Bezzar)
(Allahü teâlâ, iman edenlere, dünya ve ahırette de sabit sözlerinde sebat ihsan
eder.) [ brahim 27]
slâm âlimleri, kabir hayatının ahıret hayatından oldu unu, kabir azabının da ahıret
azablarından oldu unu bildirmi lerdir. (Mektubat-ı Rabbanî)
Kabir Suali
Sual: 
Tabutla defnedilene kabir suâl olmaz mı?
CEVAP
Tabutla veya tabutsuz defnedilse de kabir suâli olur. O yazıda (Birkaç gün tabutta kalan
ölüye kabir suâli olmaz. Fakat mumyalanıp hep dı arıda kalan ölüye ve yanıp kül olan
kimselere de kabir suâli olur) denmi ti.
Bir ölü tabuta konsa, hiç defnedilmese, dı arıda kalsa, çürüse veya çürümese yine kabir
suâli olur. (Emali) erhinde, "Bir kimseyi kurtlar yese, yahut ate te yansa, denizde çürüse,
kabir suâli olur, kabir azabına veya kabir nimetine kavu ur." buyuruldu. Hadis-i erifte
buyuruldu ki:
(Kabir, ya Cennet bahçesi veya Cehennem çukurudur.) [Tirmizî]
Ruhun mahiyetini bilmiyen veya Allahın kudretinden üphe eden kimse, insan yanınca
yok oldu unu, kabir suâli ve kabir azabının olmadı ını zanneder. Hâlbuki kabir azabının
oldu unu dinimiz açıkça bildiriyor. Hadis-i eriflerde buyuruldu ki:
(Kabir azabı haktır.) [Buharî]
(Namaz kılmıyanın kabrine konan ate , gece-gündüz onu yakar. Bir ejderha da,
her gün her namaz vaktinde onu sokar.) [Kurretüluyun]
(Yemin ederim ki, kâfire kabrinde 99 ejderha, Kıyamete kadar azab eder.) [Ebu
Yala, bni Hibban]
Kabirden Kalkarken
Hz. Muaz, Nebe suresinin (Sura üflendi i gün takım takım kabirlerden kalkıp
Mah ere geleceksiniz.) mealindeki 18. ayet-i kerimenin tefsirini Peygamber efendimize
sormuş ve şu cevabı almış tır:
(Kıyamette ümmetim 12 sınıf olarak ha r edilecektir:
1- Kabrinden karnı yılan ve akreplerle dolu ha redilecek olan, zekât vermiyen.
2- Domuz suretinde ha redilecek olan, namaza gev eklik gösteren.
3- A zından kan gelerek ha redilecek olanlar, alı -veri te yalan söyleyip
aldatanlardır.
4- El ve ayakları kesik ha redilecek olan, kom ularına eza edendir.
5- Le ten daha pis kokar hâlde ha redilecek olanlar, Allahü teâlâdan korkmayıp
gizlice günah i leyendir.
6- Dili kesik ha redilecek olan, yalan söyleyen, yalancı ahidli i yapan.
7- Dilsiz ha redilecek olan, haklı bir ahidli i yapmıyan.
8- Avret yerinden irin akarak ha redilecek olan, zina eden.
9- Karnı ate le dolu ha redilecek olan, haksız yere yetim malı yiyen.
10- Yüzleri kızarmı ; gözleri yerinden fırlamı ; di leri öküz boynuzu gibi sivrilmi ;
duda ı karnına, karnı da uylu una sarkmı bir ekilde ha redilecek olanlar, içki
içenlerdir.
11- Cüzzamlı, baraslı ha redilecek olan, ana-babasına asi olan.
12- Yüzü dolunay gibi ha redilecek olan, Sıraı im ek gibi geçip, iyi i ler yapan,
namazı cemaatle kılan ve günaha tevbe edip ölendir.) [Tibyan]
Burada bildirilenler, günah i leyip de tevbe etmeden ölenler içindir. Tevbe edenler veya
sevabı günahından daha fazla olan kimseler o ekilde ha redilmezler.
Yanıp ölene kabir azabı
Sual: 
Yanarak ölene kabir suâli ve kabir azabı olur mu?
CEVAP
(Emali) erhinde, "Bir kimse kurtlar tarafından parçalanıp yense, yahut ate te yansa,
denizde çürüse, kabir suâl olur, kabir azabına veya kabir nimetine kavu ur." buyuruldu.
Hadis-i eriflerde buyuruldu ki:
(Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir
çukurdur.) [Tirmizî]
Peygamber efendimiz, iki kabir yanında durup, (Biri, idrardan sakınmadı ı için,
di eri ise, söz ta ıdı ı için kabir azabı çekiyor.) buyurdu. (Taberânî)
mam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: Kabir azabı, ahıret azablarındandır. Dünya
azabına benzemedi i gibi, rüyada görülen azaba da benzemez. Böyle sanmak, kabir azabını
bilmemekten ileri gelir. Kabir azabına inanmıyan bid'at sahibi olur. Bir kimse, "Hakkında
hadis olsa da, olmasa da, kabir azabına inanmam, akıl ve tecrübe bunu kabul etmez." derse
kâfir olur. (C.3, m.17- 31)
Akıl, Göz Gibidir
Aklın almadı ı eyleri akılla çözmeye kalkı mak çok yanlı tır. Akıl, göz gibi, din
bilgileri de ı ık gibidir. Göz, ı ık olmadıkça, karanlıkta görmez. Göz, karanlıkta görmedi i
eylere "Yok" diyemez. Akıl da, manevîyatı, fizik-ötesini anlıyamaz. Aklımızdan
faydalanmamız için Allahü teâlâ, din ı ı ını gönderdi. Göz, ı ık olmadan karanlıkta cisimleri
göremedi i gibi, din bilgileri olmadan da akıl, manevî eyleri anlıyamaz.
Amerikadaki vah ilerin, oklarının uçlarına sürdükleri, "Kürar" ismindeki zehir,
sinirlerin uçlarını felce u ratır. Adale hareket edemez. A rı yapmadı ından insan
zehirlendi ini anlamaz. Elini, aya ını oynatamaz, yere yıkılır, ta gibi kalır. Görür ve i itir
ise de, gözünü kırpamaz, dilini oynatıp ba ıramaz. Kabir azabı da buna benzetilebilir. Ölü,
acı duyar, fakat kıpırdayamaz.
nsan, ruhu sayesinde ayakta durur. Aklı, dü üncesi, ruhu sayesinde vardır. nsanın,
vücudu bir marangozun aletleri gibidir. nsan ölünce, aletleri olmadı ından, ruh bir i
yapamaz. Bir kimseye, ba kasının bütün organları takılsa, o insanın aklında, dü üncesinde
de i iklik olmaz. Marangozun eski aletleri yerine, yeni aletleri gelmi demektir. Alet
de i mekle, marangozdaki bilgi, kabiliyet de i mez. Kesmiyen bir testere yerine, iyi kesen
bir testere gelirse, daha kolay i yapar. Görmiyen gözün yerine sa lam göz takılırsa görür.
Kanı, kalbi, beyni de de i se, yine dü ünceye tesir etmez. Sa lam organ takılmı sa, daha
kolay i görür. Çünkü insan, ruh demektir. Bir insan yanmakla yok olmaz. Sadece aletleri
elinden alınmı olur. Ahırette ona yeni aletler verilir. Mümin ise Cennete, kâfir ise
Cehenneme gider. Ruh, kendisine verilen vücut sayesinde, ya nimete kavu ur veya azaba
düçar olur. Ruhun mahiyetini bilmiyen veya Allahın kudretinden üphe eden kimse, insan
yanınca yok oldu unu, kabir suâli ve kabir azabının olmadı ını zanneder. Hâlbuki kabir
azabının oldu unu dinimiz açıkça bildiriyor. Hadis-i eriflerde buyuruldu ki:
(Kabir azabı haktır.) [Buharî]
(Gizliyebilseydiniz, kabir azabını i itmeniz için Allaha duâ ederdim.) [Müslim]
Türbe Ziyareti
Sual: 
Milliyet Gazetesi verece i tefsiri tanıtırken "Kur'anda 19 mucizesi yok" diye bir
ba lık atmı . Sanki 19 bir mucize de, bu mucize Kur'anda yokmu gibi bir mana çıkıyor.
Ayrıca "Türbe e i i öpmek, örtüsüne dokunmak, o e yadan medet ummak, içinde yatan zatı
tanrıla tırmak, bunlar küfürdür" deniyor. Bir evliyanın kabrini ziyaret edip örtüsüne
dokunmanın küfür oldu u hangi kitapta vardır?
CEVAP
Bir eyin küfür olu u, edille-i eriyye denilen 4 delilden birisi ile anla ılır. Türbe
örtüsüne dokunmanın küfür oldu u hiçbir kitapta yazılı de ildir. Bu, Kur'an-ı kerime yapılan
bir iftiradır.
En cahil bir insan bile, türbede yatan zatı tanrıla tırmaz, ona yaratıcı demez. O zatı
yaratıcı bilmek elbette küfür olur. Fakat türbe örtüsüne dokunmak küfür olmaz. Bir kimse,
türbedeki zatı yaratıcı bilirse, isterse, hiçbir yere dokunmasın zaten kâfir olur. O zatı yaratıcı
bilmeden örtüye dokunmak niye küfür olsun?
Fetava-i Hindiyyede ana-babanın kabrini öpmenin caiz oldu u bildiriliyor. Ana-babanın
kabrini öpmek caiz olunca, onlardan daha kıymetli olan evliya veya peygamber türbesini
öpmek niçin caiz olmasın?
Türbede yatan evliya veya peygamberi vesile ederek duâ etmek de caizdir. Bu hususu
vesikaları ile daha önce bildirmi tik.
Kabr-i erifi ziyaret
Sual: 
Hacca gidenin Resulullahın kabrini ziyaret etmesi gerekir mi?
CEVAP
Resulullahın, kabr-i erifini ziyaret etmek, çok erefli bir ibâdettir. Bunu kabul etmiyen,
Allah ve Resulüne muhalefet etmi olur. Kabr-i erifi ziyaret etmenin vacip oldu unu
bildiren âlimler de vardır. mam-ı Nevevî buyurdu ki: (Resulullahın yattı ı yer müstesna,
gök yerden üstündür.)
Hadis-i eriflerde buyuruldu ki:
(Hac edip de, beni ziyaret etmiyen bana cefa etmi olur.) [M. Ledünniyye]
(Beni vefatımdan sonra ziyaret eden, hayatımda ziyaret etmi gibidir.) [Beyhekî]
(Kabrimi ziyaret edene, efaatim vacip olur.) [ bni Huzeyme]
(Sadece beni ziyaret için gelene kıyamette efaat etmem vaciptir.) [Taberânî]
( mkânı varken, beni ziyarete gelmiyen, bana cefa etmi olur.) [ .Neccar]
(Sevap umarak beni ziyaret eden, kıyamette bana kom u olur.) [M. Ledünniyye]
Hasan-ı Basrî hazretleri bildiriyor:
(Hatem-i Esam, kabr-i erifin yanına varıp dikildi, “Ya Rabbi, Peygamberinin erefli
kabrini ziyaret ettik. Bize rahmet et) diye duâ etti. O anda öyle bir nida geldi: (Biz, seni
kabul etti imiz için, Habibimizin kabrini ziyaret etmene izin verdik. Sen ve seninle beraber
olan ziyaretçiler, affedildi.)
Ziyarete giderken, çok salevat getirmeli, Medine-i münevvere görülünce, yine salât ve
selam etmelidir! (Ya Rabbi, sen bu ziyaret sebebiyle, bana iki cihan saadetini müyesser eyle)
demelidir!
Gusletmeli ve temiz elbiseler giyinmeli, vasıtadan inerek ehre girinceye kadar
a layarak yaya yürümelidir!
Benî Abdül-Kays elçisi Medine'ye geldiklerinde Fahr-i kainat efendimizi görünce,
develerini çöktürmeden, yere atlayıp, Resulullaha do ru ko u tular. Fahr-i âlem efendimiz,
onların bu davranı larını çirkin görmedi. Selef-i salihin, Medine-i münevvereye yakla ınca,
inip yaya yürürlerdi. Böyle yapmak edep gere idir.
Allame Ebu Abdullah b. Re id anlatır:
(Hicri, 684'de Medine'ye geldim. Vezir Ebu Abdullah bin Ebil-Kasım benimle idi.
Gözleri a rıyordu. Medine'ye yakla ınca, bineklerimizden inip yaya yürümeye ba ladık.
Vezir de, Kabr-i erifin evkiyle yaya yürüdü. Hemen o saat gözlerine ifa ihsan edildi.
Kendi hâlini anlatan çok güzel bir kaside yazdı.)
Ziyaretten önce iki rekat namaz kılmak müstehaptır. Bazı âlimler dedi ki:
(Bu, efendimizin, erefli yönünden de il de, ba ka yönden gelen içindir. Fakat Onun
kar ısından gelenler için müstehap olan, ziyareti namazdan önceye almaktır.)
Eshab-ı kiramdan Hz. Cabir diyor ki:
(Seferden gelmi tim. Hemen geldi im gibi gidip Resulullaha selam verdim. O da
mescidin önlerinde duruyordu. (Mescidde namaz kıldın mı) buyurdu. Ben de: Hayır,
dedim. (Hemen git, mescide gir, namaz kıl. Ondan sonra gel, bana selam ver) buyurdu.
( bni Hubeyb)
Ziyaretçi, hu û ve hudû ile selam vermelidir! Sesini ne çok yüksek, ne de fısıltı
derecesinde alçak etmeli, orta derecede çıkarmalı ki, edebe uygun olsun.
Hz. Ömer, Resulullahın mescidinde, Yüksek sesle konu an Taifli iki ki iye; “E er bu
ehir halkından olsaydınız, Resulullahın mescidinde böyle yüksek sesle konu tu unuz için
sizi döverdim” dedi. (Buharî)
Ziyarette duru ekli
Fahr-i kainat efendimizi ziyaret ederken, Mübarek yüzüne kar ı durup, arkasını kıbleye
vermelidir! Halife Mansur, (Ziyarette, Kabr-i erife mi, kıbleye mi döneyim) diye sorunca,
mam-ı Malik, (Fahr-i kainat, sana ve baban Hz. Âdem'e kıyamette efaatçıdır. Ona arka
dönülmez) buyurdu.
erefli kabre çok yakına varmamalı, sa lı ında, erefli huzurunda nasıl durulursa, öyle
edepli durmalı, önüne bakmalı, etrafa bakmaktan sakınmalıdır!
Ziyarette, Peygamber efendimizin güzel yüzünü zihninde canlandırıp, derecesinin
büyüklü ünü, makamının yüceli ini ve hürmetinin üstünlü ünü hatırına getirmelidir!
Nurlu Ravdaya varınca, Peygamber efendimize, (Esselamü aleyke eyyühen-nebiyyü ve
rahmetullahi ve berekâtüh) diyerek selam vermelidir! Sonra, sa tarafındaki Hz. Ebu
Bekir'e, ondan sonra yine onun sa ındaki Hz. Ömer'e selam vermeli. Ondan sonra yine
Resulullah efendimizin güzel yüzüne mukabil olan yere gelip Allaha hamd, Resulüne salevat
getirmeli, duâ ve isti far etmeli, (Allahım, Efendimizin mübarek makamında etti im
tevbemi kabul eyle) demelidir!
Peygamber efendimiz i itir ve cevap verir. Hadis-i erifte buyuruldu ki:
(Bana selam verilince, Hak teâlâ ruhumu iade eder, selamını alırım.) [E.Davud]
Yalnız senden yardım isteriz
Sual: 
Fatiha suresinde "Yalnız Senden yardım isteriz" dendi i için, Peygamber kabrine
veya bir yatıra gidip onu vasıta ederek duâ etmek irk olmaz mı?
CEVAP
Duâların kabul olması için bazı artlar vardır. Herkeste bu artlar bulunmadı ı için
duâların kabul olmadı ı görülüyor. Onun için, ulemanın ve evliyanın duâ etmesi için onlara
yalvarmak, onları vasıta kılmak gerekir. Evliyanın diri veya ölü olması arasında fark yoktur.
Zira (Büyük bir âlim vefat edince, feyz vermesi kesilmez, hatta artar) buyuruldu. ( r ad-üttalibin)
Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına i ittirir. Onların hatırı için istenileni yaratır. Diriler,
Allahü teâlânın yaratmasına sebep oldu u gibi, ruhları da diri oldu u için, Allahü teâlânın
yaratmasına sebep olur. Hz.Âdem, Muhammed aleyhisselamın hürmeti için duâ etti, duâsı
kabul oldu. Allahü teâlâ da, (Ya Âdem, Muhammed aleyhisselamın ismi ile, her ne
isteseydin kabul ederdim, O olmasaydı, seni yaratmazdım) buyurdu.[Hakim, Beyhekî]
Ölü-diri her velînin ruhundan yardım istenir. Hadis-i eriflerde buyuruldu ki:
(Çölde yalnız kalan kimse, bir ey kaybederse, "Ey Allahın kulları, bana yardım
edin" desin! Çünkü Allahü teâlânın sizin göremedi iniz kulları vardır.) [Taberânî]
(Halil-ür-rahman [Hz. brahim] gibi 40 ki i her zaman bulunur. Onların sebebiyle
yardım görülür ve zafere kavu ulur. Onların bereketiyle gökten ya mur ya ar.
Onların yerine yeni birisi gelmedikçe, ölen olmaz.) [Taberânî]
Diri de Bir ey Yapamaz
Fatihadaki (Yalnız senden yardım isteriz) ayet-i kerimesi, ölünün de, dirinin de bir ey
yapmasına tesir eden kudretin, yalnız Allahü teâlâdan oldu una inanmaya mani de ildir.
Mesela acıkan, hiçbir sebebe yapı madan (Ya Rabbi beni doyur) demesi, bu ayete uygun
de ildir. Çünkü Cenab-ı Hak, doyurmak için yemek yemeyi sebep kılmı tır. Yemek yiyip
doyan da, doymayı Allahtan bilmesi gerekir. Rabbimiz, yemek yemeden de doyurur. Fakat
yemek yenmesini sebep kılmı tır. Yalnız senden yardım isteriz diyen kimse, fırıncıya gidip
(Bana ekmek ver) diye ondan yardım istemesi Allahtan gayrısından yardım istemek
sayılmaz. Allahü teâlânın emretti i sebeplere yapı mak demektir. Ölü veya diri evliyadan
yardım istemek de, sebeplere yapı maktır. Abdülaziz-i Dehlevi hazretleri Fatihanın
tefsirinde buyuruyor ki:
Birisinden yardım istenirken, yalnız ona güvenilirse, onun, Allahü teâlânın yardımına
mazhar oldu u dü ünülmezse, haramdır. E er yalnız Allahü teâlâya güvenilip, o kulun
Allahın yardımına mazhar oldu u, Allahü teâlânın her eyi sebep ile yarattı ı, onun da bir
sebep oldu u dü ünülürse, caiz olur. Enbiya ve Evliya da, böyle dü ünerek ba kasından
yardım istemi tir. Bu dü ünce ile birisinden yardım istemek, Allahü teâlâdan istemek olur.
Çok tecrübe ettim, Musa Kazımın kabri, duâmın kabul olması için ilaç gibidir.( . afiî)
Büyük bir zat "Diri iken tasarruf [yardım] yaptı ı gibi, öldükten sonra da yapan
evliyadan Maruf-i Kerhi ile Abdülkadir-i Geylaniyi gördüm" buyurmu tur. ( .Gazali)
Ke f ehli evliyanın ço u, ruhlardan feyz alarak olgunla tı ını bildirmi ler, bunlara
"Üveysi" demi lerdir. (E iat-üllemeat)
Evliya Vesiledir
Mevlana Abdülhakim-i Siyalkuti hazretleri buyuruyor ki:
(Duâ eden, Allahü teâlâdan istemektedir. Duâsının kabul olması için, Allahü teâlânın
sevdi i bir kulunu vasıta yapmaktadır. (Ya Rabbi, bu sevgili kulunun hatırı ve hürmeti
için bana da ver) demektedir. Yahut evliyadan bir zata, (Ey Allahın velîsi, bana efaat et,
bana vasıta ol, benim için duâ et) demektedir. Dile i veren, yalnız Allahü teâlâdır. Velî,
yalnız vesiledir, sebeptir. O da fânîdir, tasarrufu, gücü yoktur. Böyle inanmak irk olsaydı,
Allahtan ba kasına güvenmek olsaydı, diriden de duâ istemek, bir ey istemek yasak olurdu.
Diriden de duâ istemek, bir ey istemek, yasak edilmedi. Bir cahil, dile ini Allahın
kudretinden beklemeyip (Velî yaratır) derse, bu dü ünce ile ondan isterse, bu elbette
yanlı tır. Bunu ileri sürerek, islâm âlimlerine dil uzatılamaz.) [Zad-üllebib]
Ebul Hasan-ı Harkani hazretleri, sefere çıkan talebelerine, (Sıkı tı ınız zaman benden
yardım isteyin) buyurur. E kıya talebeleri yakalar. Allahü teâlâya duâ ederlerse de,
kurtulamazlar. Bir talebe (Ya Ebel Hasan imdat) der. O talebeyi e kıya göremez.
Di erlerinin nesi varsa alırlar. Seferden dönünce hocalarına, (Biz Allahtan yardım istedik,
kurtulamadık. Fakat u arkada , sizden yardım isteyince kurtuldu. Bunun hikmeti nedir?)
derler. O da (Allahü teâlâ günahkârların duâsını kabul etmez. Bu talebe, benden yardım
isteyince, onun duâsını Allahü teâlâ bana duyurdu. Ben de, (Ya Rabbi imdat diyen talebemi
kurtar) diye duâ ettim. Allahü teâlâ da kurtardı. Ben sadece vasıta oldum, duâ ettim.
Kurtaran Rabbimizdi) diye cevap verir. (T. Evliya)
Ruhlar yardım eder
Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar, Rableri indinde diridir ve
rızıklandırılmaktadır.) [Al-i mran 169]
(Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin! Onlar diridir; fakat siz bunu
anlıyamazsınız.) [Bekara 154]
ehidler diri oldu u gibi, ehidlerden üstün olan ve Allah yolunda ölen peygamberler,
elbette diridir. Hadis-i eriflerde buyuruldu ki:
(Peygamberlerin vücudunu toprak çürütmez.) [Ebu Dâvud]
(Her peygamber, kabrinde diri olup namaz kılar.) [Beyhekî, Ebu Yala]
(Kim, bir tanıdı ının kabrine u rayıp selam verse, ölü onu tanıyıp cevap verir.
Tanımadı ı ölüye selam verirse, o da sevinir, cevap verir.) [ bni Ebiddünya]
(Ölü kabre konurken, oradan da ılırken, onların ayak seslerini i itir.) [Buharî]
(Ölüler yaptı ınız iyi i lerinizi görünce sevinir, kötü i lerinize üzülürler.)
[ .Ebiddünya]
Peygamber, ehid ve müslüman her ölü i itti i gibi, kâfir olan her ölü de i itir. Çünkü
ruh ölmez. Peygamber efendimiz, Bedirde bir çukura gömülü olan mü riklerin yanına varıp
(Rabbinizin size vâdetti ine kavu tunuz mu?) buyurunca, Hz. Ömer, (Ya Resulallah le lere
mi söylüyorsun?) dedi. Cevaben buyurdu ki: (Siz beni onlardan daha iyi i itmezsiniz.)
[Buharî]
Her Ölü itir
(Sen ölüye i ittiremezsin) ayetinde, diri olup, gözü kula ı ve beyni olan kâfirler ölüye
benzetiliyor, (Ölü kalblileri [kâfirleri] imana kavu turamazsın) deniyor. (Ölülere,
sa ırlara i ittiremezsin) buyurulduktan sonra, ancak iman edenlere i ittirebilece i
bildiriliyor. (Rum 52, 53)
Fatır suresinin (Diri ile ölü [mümin ile kâfir] bir olmaz. Allah diledi ine i ittirir. Sen
kabirdekilere [ natçı kâfirlere] i ittiremezsin [imana kavu turamazsın]) mealindeki 22.
ayet-i kerimesinde de, kâfirler, ölülere benzetilmi tir. (Beydavi)
(Sen ölülere i ittiremezsin, ancak ayetlerimize iman edeceklere i ittirebilirsin)
buyurulup, kâfirlerin i itmiyece i, yani hakkı kabul etmiyece i, ancak müminlerin
i itecekleri bildirildi. (Neml 80, 81)
(Kâfirlerin gözleri de il, gö üslerindeki kalbleri kördür) buyurulup, hakkı
görmedikleri için kâfirlere kör denildi i bildiriliyor. (Hac 46)
Ayrıca 2/18, 5/ 71, 6/ 50, 7/ 64, 10/ 42, 11/24, 13/16, 17/72, 27/ 66, 41/ 17, 43/40 ve
daha ba ka ayet-i kerimelerde, kâfirler ölüye benzetilmi , onların kör, sa ır ve dilsiz
oldukları yani hakkı görmedikleri, i itmedikleri, söylemedikleri, yani hidayete
kavu madıkları bildirilmektedir. Buradaki i itmek, kabul etmek demektir. (Beydavi)
Ruhların Kerametleri
Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki: ( nsan ölürken ruhunun ölmedi ini, uur
sahibi oldu unu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladıklarını ayet-i kerimeler ve
hadis-i erifler açıkça bildiriyor. Evliyanın ruhları, diri iken oldu u gibi, öldükten sonra da,
yüksek mertebededir. Evliyada, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır. Keramet
sahibi olan, ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerameti yaratan, yalnız Allahü
teâlâdır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti kar ısında, diri iken de, ölü iken de hiçtir. Bunun
için, Allahü teâlâ, diriler vasıtası ile çok ey yaratıp verdi ini, herkes, her zaman
görmektedir. nsan diri iken de, ölü iken de bir ey yaratamaz. Ancak Onun yaratmasına
vasıta olmaktadır.) [Mi kat]
Resulullahı ve evliyayı vesile ederek duâ etmek caizdir. (Hülasat-ül-kelam)
Hadis-i erifte buyuruldu ki:
(Ya Rabbi, senden isteyip de, verdi in zatların hatırı için, istiyorum.) [ .Mace]
Ben ölünce, beni dü ünün, imdadınıza yeti irim. (Mevlana C. Rumi)
Ruhaniyetime teveccüh edin veya Mazhar-ı Cananın kabrine gidin! Ondan hasıl olan
faide, bin dirinin faidesinden daha çoktur. (Mektubat-ı Dehlevi)
Evliya, peygamberler yaratıcı de ildir. Allahü teâlâ istenilen eyi onların hürmetine
yaratır. Yani onlar vesiledir, sebeptir. Cenab-ı Hak, her eyi yoktan yarattı ı hâlde,
yaratmasına bazı eyleri sebep kılmı tır. Mesela Hz. Ademi ana-babasız yaratmı , fakat
çamuru vesile kılmı tır. Bütün çocukları yaratan da Allahü teâlâdır. Fakat çocukların
yaratılması için, ana-babayı vesile, vasıta kılmı tır. Hz. Ademi yarattı ı gibi, bütün insanları
da ana-babasız yaratabilirdi. Fakat ana-babayı sebep vasıta kılmı tır. Onun adeti böyledir.
Onun için Kur'an-ı kerimde (Allaha yakla mak için vesile arayın) buyuruldu (Maide 35)
Her eyi yaratan Allahtır. "Sebeplere yapı ın" buyurdu u için bir sebebe yapı ılır. Hz.
bni Kemalpa azadenin Hadis-i erbaindeki (Bir i inizde, sıkı ıp bunalınca,
kabirdekilerden yardım isteyin) ve Deylemînin bildirdi i (Kabirdekiler olmasa,
yeryüzündekiler yanardı) hadis-i erifleri de, Allahü teâlânın izni ile, ölülerin dirilere
yardım etti ini göstermektedir. (M.Nasihat)
Dünya ahiretin tarlasıdır
Peygamber efendimiz, (Dünya ahiretin tarlasıdır) buyuruyor. Ahireti kazanabilmek
için dünyamızın iyi, huzurlu olması gerekir. Evliya kabrine giden kimse, hastalı ına çare,
hayırlısından olmak üzere bir ev, bir evlat, bir araba, bir gelin, bir i veya bir e v.s.
isteyebilir. Zaten oraya bir derdi olan, bir arzusu olan gider.
Bazı bid'at fırkaları, vefat etmi olan peygamber veya evliyadan yardım istemenin irk
oldu unu söylüyorlar. Halbuki Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında, vefat etmi enbiya veya
evliyadan yardım istemenin caiz oldu u açıkça bildirilmektedir. eyh-ül islâm ibni
Kemalpa azade hazretleri, (Bir i inizde a ırırsanız ölmü lerden yardım isteyiniz) hadis-i
erifini açıklarken buyuruyor ki: Ölmek, ruhun bedenden ayrılması demektir. Ruhun bedene
olan sevgisi, öldükten sonra da devam eder. Bir insan, gerçekten velî olan bir zatın kabri
yanında durup, o zatı dü ünse, o zatın ruhundan istifade eder.
mam-ı Razi buyurdu ki: Gelen insanın ruhu ile, kabirdeki zatın ruhu, birer ayna gibidir.
Birbirinin kar ısına gelince herbirinin ı ı ı, ötekinde akseder, yansır. Ziyarete gelen ki i velî
zattan istifade eder. (Metalib-i aliyye)
Diriye, ölüye ve her eye yardım ancak Allahtan olur. Kur'an-ı kerimde, (Yardım ancak
ve yalnız Allahtandır) buyuruldu. (Al-i mran 126)
Kabirdeki peygamber veya velî, ancak Allahü teâlânın izni ile yardım etmektedir.
Allahın bu kudretinden üphe eden mü rik olur.
r ad-üt-talibin kitabında, (Vefat eden evliyanın, feyz vermesi kesilmez, hatta artar)
buyuruluyor. Bunun için kiralık ev arıyan kimsenin, bir evliyanın kabrine giderek, (Ey
mübarek zat, Allahü teâlâya duâ et u sıkıntıdan kurtulayım) gibi sözler söylemesinin caiz
oldu u, (Et-tevessül-ü bin-Nebi...) kitabında da yazılıdır.
Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına i ittirir, onların hatırı için istenileni yaratır. Ölülerin
dirilere yardım etmesi yine Allahü teâlânın dilemesi ile olur.
Hadika’da, (Ölülerden bir ey isterken bu i leri sebeplerin de il, Allahın yaptı ına
inanmalı) buyuruluyor.
Bir Kabre ki Ki i
Sual: 
Bir kabre iki akraba gömülebilir mi?
CEVAP
Akraba da olsa, zaruret olmadıkça, bir kabre, iki ki i gömülmez. Bir ölü çürüyüp,
kemikleri toprak olmadan, bu mezara ba kası gömülemez. Ba ka mezar kazılamazsa,
kemikler toplanıp, mezar içinde, toprakla örtülerek, ba kası, bu örtülen topra ın öte yanına
gömülebilir. Ölü çürüyüp, toprak olunca, bu mezara ba kası defnedilebilir. (Hadika)
Di er suâllerinizin cevabı da öyle:
1- Ölü çürüyüp toprak olduktan sonra, buraya tarla, bina yapmak caiz olur.
2- Mezarlar, sel, ırmak suları altında kalırsa, çıkarıp ba ka yere gömmek caiz de ildir.
3- Eski kâfir mezarlarında, kâfirlerin alametleri kalmayınca, buraya müslümanlar
gömülebilir ve cami yapılabilir. Nitekim, Medinede Mescid-i nebinin yeri önce kâfirlerin
kabristanı idi. Kazılıp, kemikler ba ka yere götürülüp, buraya mescid yapıldı.
Mezar Nakli
Sual: 
Babamı Bulgaristanda gayr-i müslim mezarlı ına gömmü ler. Rüyamda babamı
gördüm. Kendisinin kurtarılmasını istedi. Babamın mezarını müslüman mezarlı ına
nakletmem caiz midir?
CEVAP
Zulmetten kurtulması için nakletmeniz çok iyi olur. (Tahtavi)
Mezar Ta ı
Sual: "Biri ba , di eri ayak ucuna olmak üzere, iki tane mezar ta ı dikmek art" deniyor.
Bir tane mezar ta ı dikilse mahzuru olur mu?
CEVAP
Mezar ta ı dikmek art de il, sadece caizdir. Yani dikilse de, dikilmese de olur. Mezar
ta ı, bir tane de olur, iki tane de olur. Hatta kabri korumak için etrafını ta la, betonla, demir
parmaklıkla çevirmek caizdir. Ta üzerine ayet-i kerime, methiye gibi eyler yazmak caiz
de il, fakat ölenin ismini ve öldü ü hicri tarihi yazmak caiz görülmü tür.
Ölü için iskat yapılmalıdır
Sual: 
Bir hoca, ölü için yapılan iskata, bid'at dedi. skat caiz de il midir?
CEVAP
skat, Kitab ve Sünnet ile sabittir. Kur'an-ı kerimde namazların nasıl kılınaca ını açıkça
anlamamıza imkan yoktur. Kur'an-ı kerimde namazın nasıl kılınaca ı bildirilmemi diye,
namaz kılma ekli inkar edilebilir mi? Her husus Kur'an-ı kerimde açıkça anlatılmamı tır.
Bunlar, hadis-i eriflerle, icma ile bildirilmi tir.
Vücuddan kan çıkınca abdestin bozulup bozulmayaca ı, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i
eriflerde açıkça yoktur. Fakat âlimler bu hususu, ayetten ve hadisten çıkartıp hükme
ba lamı lardır. Buna Kıyas-ı fukaha denir. Dinimizde dört delil vardır: Kitab, Sünnet,
cma ve Kıyas. Dinimiz bize, bu dört vesika ile gelmi tir. Bu dört vesikaya Edille-i
erıyye denir.
Kitab ve Sünnette skat
Âlimler, Kitab ve Sünnete dayanarak iskatın hükmünü bildirmi lerdir. Mesela Nur-ülizah,
Ha iye-i Tahtavi, Halebi, Dürr-ül-muhtar, Mülteka, Dürr-ül münteka, Vikaye,
Dürer, Cevhere ve Birgivi vasiyetnamesi erhi gibi kıymetli kitaplarda, meyyit için iskat
ve devrin gerekti i bildirilmektedir.
Tahtavi ha iyesinde buyuruluyor ki: (Bir kimsenin, kaza edemedi i namazlarının
iskatının yapılması için bütün âlimlerin sözbirli i vardır. Namazın iskatı olmaz demek çok
yanlı tır. Çünkü bu hususta mezheblerin sözbirli i vardır. [Nesâîdeki] hadis-i erifte (Bir
kimse, ba kası yerine oruç tutamaz ve namaz kılamaz. Ama onun orucu ve namazı için
fakir doyurur) buyuruldu.) [s.356]
Nimet-i slâmdaki bu hadis-i erif, Dürerde de mevcuttur.
Görüldü ü gibi, iskat Kitab ve Sünnette vardır. Ancak, iskatın hükmü Kur'an-ı kerimden
açıkça anla ılmadı ı için, âlimler, ictihad ve istinbat yolu ile çıkarmı lardır. Âlimlerin bu yol
ile çıkardı ı hükümlere Kıyas-ı fukaha denir. Kıyas-ı fukahayı inkar edene Mezhepsiz denir.
Mecmaul-enhürda diyor ki: (Nefsine ve eytana uyarak namazlarını kılmamı , ömrünün
sonuna do ru buna pi man olup kılmaya ve kaza etmeye ba lıyan kimsenin, kaza edemedi i
namazlarının iskatının yapılması için vasıyyet etmesi caizdir.)
Oruç, namaz, zekât borcundan ba ka, kul hakları, ödenecek borçlar, emanet, hırsızlık,
dö mek, sö mek, alay, iftira, gıybet gibi hakların da iskatı yapılır. (Cila-ül-kulub)
Günümüzde skat i
Bazı din cahilleri ise, iskatı kabul ediyorlar, fakat iskat devrini kısa akıllarına
sı dıramayıp (Parayı, bir ba ka fakire hediye etmekle iskat nasıl yapılır, kim kandırılıyor?)
diyorlar. bni Abidin hazretleri buyurdu ki:
(Bir kimse, zekâtını fakire verse, fakir de zekâtı aldıktan sonra, getirip zengine
hediye etse, zekât verilmi olur.) [Zekât bahsi]
skat i inde de, fakirin parayı, gönlü ile hediye etmesi gerekir. Gönlü ile hediye ederse,
(Kimi kandırıyor?) denilemez. Herkes mülkünü diledi ine hediye edebilir. (Hidaye)
Bugün çok yerde iskat i leri dine uygun yapılmamaktadır. Zekât da ekseriya dine uygun
verilmemektedir. Dine uygun verilmedi i için (zekât kaldırılmalı) denemiyece i gibi, uygun
yapılmadı ı için de (iskat kaldırılmalı) denemez. Dine uygun olarak nasıl yapılaca ı anlatılır.
Samimiyetsizler
Bazı mezhepsizler, (Orucun iskatına dair ayet vardır. Bekara suresinin "Hasta veya
yolcular, tutamadı ı günler kadar, di er günler oruç tutar. [Ya lılık veya ifa ümidi
kalmamı hastalık gibi devamlı mazereti olup da] oruç tutmaya güçleri yetmiyenlerin bir
fakir doyumu fidye vermeleri gerekir" mealindeki 184. ayeti, oruç iskatının gerekti ini
emrediyor. Ancak namaz için böyle bir ayet yok) dedikleri hâlde, samimiyetsiz oldukları
için, hiçbir mezhepsizin oruç için fidye verip iskat yaptıkları ve oruç iskatını dahi tavsiye
ettikleri görülmemi tir.
skatın dinin emri oldu una dair âlimler sözbirli inde bulunmu lardır. Kıyas-ı fukaha
dinin dört delilinden biridir. Bunu inkar edip ( skat bid'attır) diyen türedilere kanmamalı,
slâm âlimlerinin kitapları esas alınmalıdır!
Ölü için a lamak
Sual: Ölü için a lamak uygun mudur?
CEVAP
Ölü için sessiz a lamak câizdir. ( erh-us-sudûr) ve (Berekât)da, (Müminin ölümüne
gökler a lar) yazılıdır. Ölü için yüksek sesle a lamak, matem tutmak, siyah elbise giymek,
siyah perdeler ve rozetler, i aretler asmak, matem i aretleri, resmini ta ımak câiz de ildir.
(Hazânet-ür-rivâyât) kitabında, (Cenâzeye ve cenâze çıkan yere siyah örtmek ve siyah
giyinmek câiz de ildir.) diyor. Bütün hadis kitapları, Peygamber efendimizin ölü için yüksek
sesle a lamanın ölüye sıkıntı verece ini bildirmektedir. Bu hadis-i eriflerde bazıları
öyledir:
( u dört ey cahiliyet mirasıdır: Soyu ile övünmek, bir kimsenin soyuna sövmek,
ya muru yıldızlardan aramak, ölüleri methederek a lamak.) [Buhârî]
(Ölü, yakınlarının kendisine ba ırarak a lamasından azap [sıkıntı] duyar) [Buhârî]
(Birinin yüksek sesle a laması ile, ölünün üzerine kaynar su dökülür.) [Bezzâr]
(Ölülerinize feryat ederek a lamayın, çünkü ölü, bundan azap duyar.) [ irazî]
(Matem tutan, ölmeden tövbe etmezse, kıyamette iddetli azap görür.) [Müslim]
(Bir kimsenin soyuna sövmek ve ölü için matem tutmak insanı küfre sürükler.)
[Müslim]
(Yüksek sesle a layarak "Kolum kanadım kırıldı, yardımcım gitti” gibi sözler
söylemek ölüyü sıkıntıya sokar.) [ bni Mâce]
(Ölü arkasından a lamayı sanat edinen kadın, tövbe etmezse, çe itli azaba maruz
kalır.) [Müslim]
(Çı lık atarak ölü için a layan kadına, Allahın, meleklerin ve bütün insanların
lâneti olsun.) [Teberânî]
(Nimete kavu unca [davul] zurna çalmak, musibet anında ba ırıp ça ırmak caiz
olmaz.) (Bezzar)
(Rahmet melekleri ölünün arkasından feryat edip a layanlara dua etmez.)
[ .Ahmed]
(Ölü için a layana da, onu dinleyene de lanet olsun.) [Ebu Davud]
(Üzülünce, yüzünü yolan, elbisesini yırtan ve ba ırıp ça ıran bizden de ildir.)
[Buharî]
(Felakete u rayınca, saçlarını yolan, elbisesini yırtan yüksek sesle ba ırıp a layan
bizden de ildir.) [Nesaî]
Ebu Seleme’nin kızı Hz.Zeynep anlatır: Babası ölünce ba sa lı ı dilemek için
Resulullahın zevcesi Ümmü Habibe validemizin yanına gitmi tim. Güzel koku istedi. Safran
esansından, bir genç kıza, sonra da kendi yüzüne sürdü ve öyle dedi: Vallahi benim güzel
kokuya ihtiyacım yok. Fakat Resulullahın, (Allah’a ve âhiret gününe inanan bir kadının,
ölen yakını için üç günden fazla yas tutması helâl de ildir. Yalnız kocası ölen kadın
iddeti kadar, dört ay on gün süslenmez.) dedi ini duydum. Cah kızı Zeynebin karde i
ehit olunca, o da aynı eyleri söyledi. (Buhari)
Yunus Emre diyor ki:
A k ate ine yandı ım, a lamak oldu güldü üm,
Ah edip feryat kıldı ım, bilmeyene sava gelir.
Halimizi bilen yoktur, a kı inkâr eden çoktur,
Bizim sevdi imiz Haktır, ama halka göz ka gelir.
Kim ki erenlerden ola, oyalanmaz dü er yola
Hakkı seven sadık kula, bütün âlem karda gelir.
Miskin Yunus bil özünü, yerinde kullan sözünü
Tehlikeye aç gözünü, sanma belâ yava gelir.
Ölümü hatırlamak, ölüden ibret almak
Sual: 
Canımız sıkılınca ailece kabristana gidiyor, ibret almaya çalı ıyoruz. Gerçi
tanıdıklardan gülenler çıkıyor ama iyi de oluyor, biraz kendimize geliyoruz. Böyle
yapmamız uygun mu? Gidince nelere dikkat edelim?
CEVAP
Ölümü hatırlamak, ölüden ibret almak ve ahireti dü ünmek için kabir ziyaret etmek
sünnettir. bret almak için, ölünün çürüdü ü, yanaklarının, dudaklarının döküldü ü, a zından
pis sular aktı ı, karnının i ip patladı ı, içine kurtların, böceklerin doldu u dü ünülür.
Böylece kendisinin de aynı hallere dü ece ini hatırına getirir. Kimseye kötülük dü ünmez.
yi bir müslüman olarak ya amaya çalı ır. Hanefide, per embe, cuma ve cumartesi günleri
kabirleri ziyaret etmek sünnettir. afiîde, per embe günü ikindiden cumartesi günü güne
do uncaya kadar ziyaret etmek sünnettir.
Ziyaret edenin, ölü için Kur'an-ı kerim okuması, ona duâ etmesi gerekir. Bunların ölüye
faydası çok olur. Kabristana girince, (Esselamü aleyküm ya Ehle-daril kavmilmüminin!
nna in aallahü an karibin biküm lahikun) demek sünnettir. Hadis-i erifte buyuruldu ki:
(Bir müminin kabrini ziyaret ederken, Allahümme inni eselüke-bi-hurmet-i
Muhammed aleyhisselam en la tüazzibe hazelmeyyit denirse, o ölünün azabı kıyamete
kadar kaldırılır.) [Etfal-ül müslimin]
Evliyayı ziyaret için uzak yere gitmek ve kabirlerini, bereketlenmek, yani istifade etmek
niyetiyle ziyaret etmek müstehaptır. Resulullahın mübarek kabrini ziyaret etmek, ibâdetlerin
en kıymetlilerindendir. Hadis-i erifte buyuruldu ki: (Kabrimi ziyaret edene efaatim vacip
olur.)
Ziyaret ederken, kabir etrafında tavaf etmek, kabri öpmek caiz de ildir. Hindiyyede,
ana-babanın kabrini öpmenin caiz oldu u bildiriliyor. Ana-babadan daha kıymetli olan
evliya veya peygamber türbesini öpmek de caizdir. Evliyadan, efaat etmesi, Allahü teâlânın
vermesine vesile olması istenir.
(Kabirleri ziyaret eden kadınlara Allah lânet etsin) hadis-i erifi, a lamayı yenilemek
için kabir ziyaret eden kadınları kasdetmekte olup, bu cahiliyet devri adetlerindendir.
(Kabirleri ziyaret etmenizi yasak etmi tim, bundan sonra ziyaret edin; zira size ahireti
hatırlatır) hadis-i erifi, kadınların da kabir ziyaret edebilece ini göstermektedir.
Kadınların, kapalı olarak, fitneye sebep olmadan, ara sıra kabir ziyaretleri caizdir. Yunus
Emre diyor ki:
Sabah mezarlı a vardım baktım herkes ölmü yatar
Her biri çaresiz olup ömrünü yitirmi yatar.
Kimi yi it, kimi koca kimi vezir kimi hoca
Gündüzleri olmu gece karanlı a girmi yatar
Vardım onların katına baktım ecel heybetine
Ne yi itler muradına daha ermemi yatar.
Nicelerin ba rın deler, kurtlar üstünde gezeler,
Gepegencecik tazeler, gül gibice solmu yatar.
Yarı kalmı tüm i leri, dökülmü inci di leri,
Da ılmı sırma saçları hep yerlere dü mü yatar.
Çürüyüp durur tenleri, Hakka ula mı canları,
Görmez misin sen bunları nöbet bize gelmi yatar.