Bağış Yap

Amount :
Other : USD

9 Nisan 2013 Salı

ABDULLAH BİN MENÂZİL


ABDULLAH BİN MENÂZİL;
Evliyânın meşhurlarından. İsmi Abdullah bin Muhammed bin Menâzil, künyesi Ebû
Muhammed'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 940 (H. 329) senesinde Nişâbur'da vefât etti.
Kabri Enbâr şehidliğindedir. Hocası evliyânın büyüklerinden olan Hamdun Kassâr
hazretleridir. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip zâhir, bâtın, açık ve gizli ilimlerde
âlim oldu. Tasavvufta yüksek haller, fazîletler sâhibi ve hadîs ilminde âlim idi. Pek çok
hadîs-i şerîf dinlemiş ve yazmıştır.
Abdullah bin Menâzil, Hamdun bin Ahmed'den nasîhat istemişti. O da; "Gücün yettiği ve
elinden geldiği kadar dünyalık bir şey sebebiyle kızmamaya gayret et." buyurdu.
Abdullah bin Menâzil hazretleri buyurdu ki:
"İnsanlar edebe, ilimden çok daha fazla muhtaçtır."
"Devamlı utanmaktan ve sıkılmaktan bahseden, fakat Allahü teâlâdan sıkılmayan kimseye ne
kadar şaşılır."
"İhtiyâcı olmayan bir şeye muhtâc gözüken, muhtâc olduğu bir şeyi kaybeder."
"Allahü teâlâ çeşitli ibâdetleri bildirdi. Sabrı, sıdkı, namazı, orucu ve seher vakitleri istiğfâr,
tövbe etmeği buyurdu. İstiğfârı en sonra söyledi. Böylece kula, bütün ibâdetlerini, iyiliklerini
kusûrlu görüp, hepsine af ve mağfiret dilemesi lâzım oldu."
"Çalışıp da tevekkül etmek, bir yere çekilip ibâdet yapmaktan hayırlıdır."
"Kendisinden ilim öğrendiği zâtta, ayıp ve kusur arayan, onun ilminden, feyiz ve
bereketinden faydalanamaz."
"Tevekkül sâhibi, her şeyden yüz çevirip Allahü teâlâya dönen kimsedir."
"Farzlardan birini edâ etmeyen, sünneti yapmama belâsına yakalanabilir. Sünneti terk edenin
ise bid'ate, hurafeye düşmesi muhakkaktır."
"Sâhib olduğun zamanların en üstünü, nefsinin istek ve arzularından kurtulduğun ve halk için
kötü düşünmediğin vakittir."
"Nefsi için bir hizmetçi istemediği müddetçe kul, kuldur. Kendisi için bir hizmetçi istedi mi,
yüksek derecesinden düşmüş ve kulluğun edeblerini terkedip sınırlarını aşmış olur. Çünkü
başkasının kendisine hizmet etmesini isteyecek kadar nefsini büyük görmüştür."
"Eğer bir kul ömrü boyunca bir an riyâ ve nifaksız kalırsa, o bir ânın bereketini ömrünün
sonuna kadar duyar."
"Ârif, gafletten uzak olup, hiçbir zaman kendini beğenmez, ucba kapılıp kibirlenmez."
"Edeb nedir?" diye sorulunca; "Çok çeşitli târifleri yapılmıştır. Biz deriz ki, edeb insanın
nefsini bilmesi, tanımasıdır." buyurdu.
"İnsanlar kendi şekâvet ve haksızlıklarına, haddi aşmaya âşık olurlar. Yâni dâimâ kendilerini
bedbaht edecek şeyleri yapmak isterler."
Ebû Ali Dekkâk, Abdullah bin Menâzil'in vefâtını şöyle anlatmıştır:
Bir gün Ebû Ali Sekafî ile konuşuyorlardı. Söz arasında Abdullah bin Menâzil, Ebû Ali
Sekafî'ye; "Ölüme hazır ol, çünkü ölümden kurtulmanın çâresi yoktur." dedi. Bunun üzerine o
zat; "Ey Abdullah sen de hazır ol, şüphesiz öleceksin." deyince Abdullah bin Menâzil
hazretleri kolunu yastık gibi uzattı, başını kolunun üzerine koydu ve; "İşte öldüm." diyerek,
kelime-i şehâdeti söyledi ve o anda vefât etti.
Bu durum karşısında Ebû Sekafî hazretleri donakaldı. Söyleyecek bir söz bulamadı. Çünkü
Abdullah bin Menâzil'e fiilen mukâbele etmek imkânına sâhip değildi. Ebû Ali Sekafî'yi
dünyâya bağlayan bir takım sebepler vardı. Abdullah bin Menâzil'in ise Allahü teâlâdan başka
meşgûliyeti yoktu. Dünyâ ile alâkasını kesmişti.
<5)&)1@1<&#1,,$&5,3"'
Abdullah bin Menâzil, ulemâdan, büyük zat,
Nişâbur'da yetişip, orada etti vefât
O, bir gün vâz ederken, buyurdu ki: (Ey insan!
Hazırlan son nefese, deme daha var zaman.
O "son nefes" dediğin, gelir bu gün, ya yârın,
Şimdi ne hazırlarsan, işte o, senin kârın.
Her nefesi alırken, âgâh ol, etme gaflet,
Her birinin, son nefes olduğunu kabûl et.
Her namazı kılarken, de ki: "Hiç belli olmaz,
Bu, benim kılacağım, belki de en son namaz."
Her yemek yediğinde, de ki: "Bu, son yemeğim,
Öbür öğüne kadar, belki gelir ecelim."
Her gece abdest alıp, girerken yatağına,
De ki: "Belki ölürüm ve çıkamam yarına.")
Nasîhat istemişti, kendisinden bir mü'min.
Buyurdu: (Öfkelenme, dünyalık bir şey için.
İnsan öfkelenince, örtülür aklı o an,
Şeytan onun boynuna "bir yular" takar heman.
O, kendi aklı ile, edemez hiç hareket,
Zîrâ onun aklını, örtmüştür öfke, hiddet.
"Şeytanın oyuncağı", olur artık o kişi,
Onun emrine göre, yapar o, her bir işi.
Peygamber efendimiz, buyurdu ki bu bâbda:
"Hemence oturunuz, kızdıysanız ayakta.
Eğer oturmakla da, sâkin olmaz iseniz,
Bir mikdar yatınız ki, zâil olsun öfkeniz.")
1) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.90
2) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.330
3) Nefehât-ül-Üns; s.200
4) Nefehât-ül-Üns (Osmanlıca); s.366
5) Tabakâtüs-Sûfiyye; s.366
6) Risâle-i Kuşeyrî; s.161
7) Kevâkib-üd-Düriyye; c.2, s.54
8) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.107
9) Fâideli Bilgiler; s.167
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.345

ABDULLAH MEKKÎ ERZİNCÂNÎ


ABDULLAH MEKKÎ ERZİNCÂNÎ;
Anadolu velîlerinden. Büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerindendir.
İsmi Abdullah'tır. Erzincânî ve Mekkî nisbeleriyle tanınmıştır. Doğum ve vefât târihleri
bilinmemektedir. On dokuzuncu yüzyılda yaşamıştır.
Aslen Mekkeli olan Abdullah Efendi, zamânının usûlüne göre çeşitli ilimleri tahsîl etti.
İlimde yüksek dereceye ulaştıktan sonra Bağdâd'da bulunduğu sırada büyük âlim ve velî,
Nakşibendiyye yolunun mürşid-i kâmili Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini tanıdı,
sohbetleriyle şereflendi. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin sohbet ve hizmetlerinde bulunarak
kemâle, olgunluğa ulaştı. Tasavvuf yolunda ilerleyip yüksek mânevî derecelere kavuştu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebelerinin önde gelenlerinden oldu. Hocası ona
hilâfet-i mutlaka yâni tam icâzet, diploma verdi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını
anlatmak ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirerek Erzincan'a gönderdi. Abdullah Mekkî önce
Erzurum'a uğradıktan sonra Erzincan'a gitmek üzere yola çıktı. Erzincan'a gelirken buranın
ova ve dağlarını seyredip, yanındakilere; "Allah bilir ammâ Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretlerinin bize târif buyurdukları memleket burası olmalıdır. Buradaki bir zâtın bizde
nasîbi ve emâneti vardır." dedi.
Abdullah-ı Mekkî, Erzincan'ı şereflendirince insanlar akın akın ziyâretine geldiler. Gelenler
arasında, Terzi Baba diye bilinen Muhammed Vehbî de vardı. Abdullah Mekkî, Muhammed
Vehbî içeri girince ayağa kalktı. Onu dâvet edip yanına oturttu. Muhammed Vehbî'ye karşı
hiç kimseye göstermediği iltifâtlarda bulundu. Sonra Muhammed Vehbî'nin durumunu
öğrenmek için yanındakilere; "Bu zâtın serveti var mıdır?" diye sordu. Oradakiler; "Hayır.
Yalnız köyde, Sarıgöl'de bir bağı ile, şehirde bir evi, birkaç parça tarlası ve terzilik yaptığı bir
dükkanı vardır." dediler. Bunun üzerine Muhammed Vehbî'yi yanına çağıran Abdullah Mekkî
hazretleri; "Oğlum! Pîr-i âzâm Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî bizi buralara gönderdi. Bize ehline
verebileceğimiz bir emâneti verdi. O emânete seni lâyık gördüm. Kabûl edersen onu sana
teslim edeyim." diye teklifte bulundu. Muhammed Vehbî, Abdullah Mekkî'ye gönül huzûru
ve teslimiyet ifâde eden bir tavırla; "Siz bilirsiniz." cevâbını verdi. Abdullah-ı Mekkî;
"Vereceğim emânet, sana çok faydalar sağlayacak." buyurunca, Muhammed Vehbî; "Şeyh
efendi! Vallâhî dünyâ için Allah demem." cevâbını verdi. Bunun üzerine Abdullah Mekkî;
"Oğlum haydi git! Sen bulacağını buldun. Teslim edeceğim emânet de zâten bu idi."
buyurarak onun yüksek derecesini işâret etti. Terzi Baba'ya himmetle nazar ederek emâneti
tevdî etti. Terzi Baba'nın hâli derhâl değişti. Mânevî feyzler deryâsına daldı.
Bir müddet Erzincan'da kalan Abdullah-ı Mekkî, sohbetleriyle insanların Allahü teâlânın
rızâsına kavuşmaları için çalıştı. Bu sırada onun sohbetinden ve hizmetinden ayrılmayan
Terzi Baba da tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlık derecesine kavuştu. Abdullah Mekkî, Terzi
Baba'nın olgunluğa erdiğini görerek, ona hilâfet verdi.
Yerine Terzi Baba'yı bıraktıktan sonraErzincan'dan ayrılarak Erzurum'a, oradan da Kudüs'e
gitti. Mukaddes makamları ve büyüklerin kabirlerini ziyâret ettikten sonra Mekke-i
mükerremeye ulaştı. Orada yerleşip Nakşibendiyye yolunun Hâlidiyye kolunun yayılması ve
insanların bu mânevî yoldan faydalanmaları için gayret sarf etti. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretleri hayatta olduğu müddetçe Abdullah-ı Mekkî'nin ihtiyaçlarını Süleymâniye, Şam ve
Bağdâd'dan gönderdi. Hac ibâdetini yerine getirmek için gidişinde onun misâfiri oldu.
Abdullah-ı Mekkî, Mekke'de kaldığı müddet içinde pekçok âlim ve evliyâ ile karşılaşıp,
sohbet etti. Sayısız talebe yetiştirdi. Hac ibâdetini yerine getirmek için gelen Şeyh Süleymân
bin Hasan Kırîmî sohbetinde kemâle, olgunluğa erdi.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir hac ibâdeti sırasında Abdullah-ı Mekkî'ye iltifât edip;
"Bu defâ hacca seni ziyâret için geldim." buyurdu. Uzun seneler Mekke-i mükerremede kalıp
insanların dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşması için çırpınan Abdullah-ı Mekkî, yerine
talebesi Şeyh Süleymân bin Hasan Kırîmî'yi bıraktıktan sonra Mekke-i mükerremede vefât
etti.
Süleymân bin Hasan Kırîmî onun yerine irşâd, insanlara doğru yolu gösterme faâliyetine
devâm etti.
Abdullah-ı Mekkî Erzincânî büyük âlim, ilmiyle amel eden, fazîlet sâhibi velî bir zat idi.
Dünyâ ve ona âid olan her şeyden kesilerek, vatanını ve yakınlarını bırakıp İslâmiyetin emir
ve yasaklarını anlatmak için çeşitli memleketleri dolaştı. Evliyânın büyüklerinden olup, sekr,
cezbe ve mânevî sarhoşluk hâli ile fenâ makamlarını geçmiş, evliyâlığın en yüksek
makamlarına kavuşmuştu. Birçok kimse de ondan feyz alıp, gösterdiği yolda ilerleyerek
velîlerden olmuşlardı.
1) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; c.1, s.168
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.18, s.260,261
3) Erzincan Târihi; c.2, s.278,279
4) Şems-üş-Şümûs Tercümesi; s.107
5) Mecd-i Tâlid Tercümesi; s.107,108
6) Osmanlı Târihi Ansiklopedisi; c.6, s.151

ABDULLAH KAŞGARİ


ABDULLAH KAŞGARİ
İstanbul'da yıllarca ilim ve feyz yayan evliyâdan. 1688 yılında Kaşgar'da doğdu. İstanbul'a
gelince Eyüb'e yerleşti. Bâlîzâde Abdülbâki Efendinin yaptırdığı dergahta talebe yetiştirip,
insanlara doğru yolu göstermeye çalıştı. Buradan, Nakşibendiyye yolunda olan Hacı Murtezâ
Efendinin yaptırdığı bugün Kaşgari Dergahı diye bilinen Murtezâ Efendi Tekkesine tâyin
edildi. Burada on altı yıl talebe yetiştirdikten sonra 1760'da vefât etti. Dergahın avlusunda
yapılan türbeye defnedildi.
Abdullah Kaşgari vefât edince, yerine oğlu Ubeydullah Efendi geçerek on sene müddetle
hizmet etti. (Resimde ön plânda görülen yarım kabir.)

ABDULLAH EL-KASSÂR


ABDULLAH EL-KASSÂR;
Hicrî onuncu asrın sonlarında yaşamış velîlerden. Doğum ve vefât târihleri belli değildir.
Abdullah Kassâr şöyle anlatmıştır:
Bir zamanlar hacca gitmek üzere yola çıkmıştım. Şirâz âlimleriyle görüştüm. Bana dediler ki:
"Abdullah-ı Tüsterî ile görüştüğün zaman onun fazîletini, üstünlüğünü kabul ettiğimizi ve
selâmımızı söyle. Arefe gününde evinden çıkıp hacılarla vakfeye durduğunu işittik. Bu haber
doğru ise bildirsin de bizim bu kerâmeti hususunda tereddüdümüz kalmasın."
Abdullah-ı Tüsterî hazretlerinin yanına varınca selâm verdim. Üzerinde uzun bir elbise vardı.
Kendinden geçmiş bir halde oturuyordu. Onu görünce üzerime bir heybet düştü. Konuşmağa
cesaret edemedim. Yanında bir yere oturdum O sırada bir kadın geldi;
-Efendim benim kötürüm bir oğlum var. Şifâ bulması için duânızı almaya geldim. dedi.
Abdullah Tüsterî:
-Onu niçin Rabbine havâle etmedin? deyince, kadın:
-Siz Rabbimizin sevgili kulusunuz. dedi.
Abdullah-ı Tüsterî bana doğru baktı ve işâret etti. Hemen kalkıp elinden tuttum. Ayağa
kalkıp, ayakkabılarını giydi ve Şat Nehri kenarına gitti. Kadın da peşinden geldi. Kötürüm
çocuk nehirde bir sandal içinde oturuyordu. Çocuğa:
-Elini uzat! dedi.
Annesi:
-Elini uzatamaz. deyince,
-Sen çocuğu bırak, ondan ayrıl. buyurdu.
Bu sırada çocuk elini Abdullah-ı Tüsterî hazretlerine uzattı. "Ayağa kalk!" deyince de kalktı.
Sonra da sandal sâhibi onu kenara yaklaştırdı ve kötürüm çocuk artık yürümeye başladı.
Abdullah-ı Tüsterî çocuğa abdest aldırdı ve iki rek'at namaz kılmasını söyledi. Çocuk namazı
kılınca, annesine:
-Oğlunun elinden tut! buyurdu.
Kadın da elinden tutup götürdü.
Onun bu kerâmetini görünce şaşırdım. Yanına yaklaşıp Şiraz âlimlerinin sözlerini söyledim.
Bir müddet başını eğip durdu. Sonra:
-Ey dostum! Bu insanlar dilediğini yapan Allahü teâlâya inanırlar mı? dedi.
-Evet efendim, dedim. Sonra;
-Onlar, ondan ne istiyorlar? buyurdu.
1) Nefehât-ül-Üns; s.290
2) Nesâyim-ül-Muhabbe; s.156

ABDULLAH-I İSFEHÂNÎ


ABDULLAH-I İSFEHÂNÎ (Kutbüddîn-i İsfehbezî);
İsfehan'da yetişen evliyânın büyüklerinden ve meşhûrlarından. Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî'nin üç
büyük talebesinden biridir. İsmi, Abdullah bin Şemseddîn Muhammed bin Eymen en-Nûrî
el-İsfehânî el-İsfehbezî, künyesi Ebû Muhammed'dir. Lakabı Kutbüddîn ve Necmeddîn'dir.
Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerindendir. Doğum târihi bilinmemektedir. Vefât
târihinde de kaynaklarda değişik rivâyetler bulunmaktadır. Nefehât-ül-Üns'te 1321 (H.721)
olarak bildirilen bu vefât târihi Keşf-üz-zünûn'da 1361 (H.763) olarak bildirilmektedir. İlim
öğrenmek için Şam'a ve başka yerlere gidip oralarda bulunan âlimlerden ilim öğrendi.
Kendisinden de birçok kimse istifâde etti.
Abdullah-ı İsfehânî hazretleri, Acem beldesinde ders okutan bir âlimin kendisine Mısır'a
gitmesini, orada zamânın kutbu olan büyük âlim ile görüşmesini söylemesi üzerine yola
düştü. Giderken yolda kendisini câsus zannederek yakalayıp bağladılar ve hapsettiler. Bundan
sonrasını kendisi şöyle anlatmıştır:
Beni hapsedip yalnız bıraktıkları zaman, nûr yüzlü bir mübârek zât havadan yürüyerek geldi.
Yanımda durdu. Beni çözdü ve; "Gel ey Abdullah! Senin matlûbun, aradığın, istediğin kimse
benim." dedi ve gözden kayboldu. Fakat, ben o zâtın kim olduğunu bilemedim. Dışarı çıkıp
oradan uzaklaştım. Mısır'a ulaştığımda, aradığım zâtın kim olduğunu ve nerede bulunduğunu
bilmiyordum. Aradan bir müddet geçti. Birlikte kaldığımız dervişler; "Bulunduğumuz
beldeye Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri gelmiş. Haydi gelin, kendisini ziyâret edelim,
sohbetinde bulunalım." dediler. Gittik. Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretlerini gördüğümde, yolda
beni zindandan kurtaran zât olduğunu anladım. Bundan sonra kendisine bağlandım. Vefâtına
kadar sohbetinde ve hizmetinde bulundum.
Abdullah-ı İsfehânî, hocası Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretlerinin sohbet ve hizmeti ile
şereflenerek, tasavvufta yetişti. Evliyâlık yolunda çok üstün derecelere, anlaşılamıyan
yüksekliklere kavuştu.
Hocasının vefâtından sonra oralarda duramayıp, Mekke-i mükerremeye doğru yola çıktı.
Yolda, hocasının hocası olan Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Bu esnâda
Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri kabrinden seslenerek; "Mekke-i mükerremeye git! Orada
otur!" buyurdu. Bu emir üzerine Mekke-i mükerremeye varıp, Harem-i şerîfin etrâfına
ulaştığında, gizliden bir sesin kendisine hitâb ettiğini duydu. O ses; "Öyle bir beldeye geldin
ki, o belde, hayırlı bir beldedir. Fakat bu beldede bulunanlar bu beldenin kıymetini
bilemiyorlar." diyordu.
Abdullah-ı İsfehânî hazretleri, vefâtına kadar orada ikâmet etti. Vefâtında Fudayl bin Iyâd
hazretlerinin yakınına defn olundu.
Evliyâdan bir zât şöyle anlatmıştır:
Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye gittim. Resûlullah efendimizin kabrini ziyâret
ettim. Herkes Abdullah-ı İsfehânî'nin Mekke'den ayrılmadığını, orada bulunduğunu
söylüyorlardı. Ben ise; "O büyük zâtın Resûlullah efendimizi ziyârete gelmemesi mümkün
değildir." diye düşündüm. Bu düşünceler içinde yoluma devâm ediyordum. Bir ara başımı
yukarıya kaldırmıştım. Bir de ne göreyim. Abdullah-ı İsfehânî havada yürüyor. Resûlullah
efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret için Medîne-i münevvereye geliyordu. Bana ismimle hitâb
etti. Bâzı şeyler konuştuk. Sonra ayrıldı. Yolumuza devâm ettik.
Abdullah-ı İsfehânî hazretleri, Allahü teâlânın velî kullarından birinin cenâzesinde bulundu.
Cenâze defnedildikten, kabre konulduktan sonra, birisi telkine başlıyacaktı. Telkîn için
kalkınca, Abdullah-ı İsfehânî hazretleri tebessüm etti. Talebelerinden birisi sebebini sordu.
Buyurdu ki:
O hoca telkîne başlayınca, kabre koyduğumuz bu mübârek zât bana; "Ey Necmüddîn! Hiç
hayret etmiyor musun ki, kalbi ölü olan bu hoca, hakîki hayâta yeni başlayan diri bir kimseye
telkîn veriyor." dedi. Bunun için tebessüm ettim.
Kendisinden nasîhat isteyenlere buyurdu ki:
"İlmi, ibâdete zarar gelmemesi için taleb ediniz. İbâdeti de, ilme zarar gelmemesi için
isteyiniz. Kulun hakkı, ancak bu ikisiyle meşgûl olmasıdır. Akıllı kimse, îmânını korumak
için, Allahü teâlânın emir ve yasaklarında gevşeklik göstermez ve sâlih amellerde kusûr
etmez. Allahü teâlânın, mü'minlerin kalblerine verdiği îmân, tabîat ve hevâ zulmetiyle
perdelenmiştir. Bunun açılması için perdeleri ortadan kaldıracak şeye ihtiyaç vardır. Allahü
teâlâ, sâlih amellerle îmânı kuvvetlendirmek için, emir ve yasak, vâd ve vaîdlerde
bulunmuştur. Kökü, yakîn toprağında bitmeyen, dalları amellerle meydana gelmeyen her
îmân, Azrail aleyhisselâm canı almaya geldiği zamandaki şiddetli korkular karşısında sâbit
kalamaz. Böyle kişinin, sonunda îmânsız ölmesinden korkulur. Bu da ancak son nefeste ve
ölüm korkuları zuhûr ettiği zaman belli olan bir durumdur. Bu hâl meydana geldiğinde, çok
az insan îmânında sebât eder. Onun için akıllı kimsenin, sâlih amellerin faydasına kavuşması,
Ehl-i sünnet îtikâdında olması lâzımdır. Güzel ahlâk sâhibi olmalıdır. Farzlar, sünnetleri ile
birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Kim Kitâb ve
sünnet ilmiyle, Selef-i sâlihîn ve Ehl-i sünnet yoluna göre îtikâdını düzeltmezse, çalışmaları
zâyi olur. Gayreti boşa gider."
İlme çok önem verirdi. Talebelerini ve sevenlerini hep ilme teşvik ederdi. İlim husûsunda
şöyle dedi:
Hazret-i Ali buyurmuştur ki:
"Allahü teâlâya ilimsiz ibâdet eden kimse, değirmene bağlı merkep gibidir. Gün boyunca
yürür, fakat hep aynı yerindedir."
Câhil de böyledir. Cehâletle, Allahü teâlâya çok çok ibâdet eder. Fakat bu ibâdeti, onun Allah
indinde yakınlığını arttırmaz. Bâzan kul çok ibâdet yapar, fakat câhil olduğundan ibâdeti
emre uygun olarak yapamaz, dolayısıyle boşu boşuna yorulmuş, meşakkat ve zahmet çekmiş
olur. Bir iş, ancak emrolunduğu şekilde yapılırsa, ibâdet olur. Bu da ancak ilimle bilinir.
Peygamber efendimiz; "İlim öğrenmek, her kadın ve erkek müslümana farzdır." buyurdu.
Bu, sâhibinin îmânını, tevhîdini, amelini sahîh kılan, mutlaka bilmesi lâzım olan ilim, ilm-i
hal bilgisidir. İnsanı tevhîde ulaştırmayan her ilim bâtıldır. Bu sebeple, ibâdetlerin ancak
ilimle doğru yapılabileceği anlaşılmaktadır.
İbâdetlerden lezzet alamamanın sebeplerinden biri de, haram ve şüpheli yemeklerdir. Eğer
yenilen lokma şüpheli ise, ondan; hırs, şehvet, hased, adâvet, düşmanlık ve riyâ doğar.
Büyüklerimiz buyurdular ki: "Kim şüpheli bir şey yerse, Allahü teâlâya giden yolu doğru
olarak bulamaz. Kim haram yerse, kendisine o yol kapanır. Kim yemede isrâf ederse, kalbi
kararır. Kim Allahü teâlâdan gâfil olarak yerse, kalbine kasvet gelir. O zaman ömrü boyunca
yaptıkları boşa gider."
Abdullah'ı İsfehânî hazretlerinin Mi'yâr-ül-Mürîdîn, Risâlet-ül-Mekkiyye, Nûr-ül-Akâid,
Dıyâ-ül-Fevâid ve Sülûk-ül-Ülemâ gibi kıymetli eserleri vardır.
1,$):1&3$<6"!(&6"%
Yemen âlimlerinden birisi şöyle anlatmıştır:
Bir sene hacca gitmiştim. Yola çıktığımda da, babam ağır hasta idi ve yatıyordu. Mekke-i
mükerremeye ulaştım. Hac vazîfesini edâ ettim. Fakat devamlı babamın durumunu düşündüğüm
için, gönlüm perişân bir vaziyette idi. Abdullah-ı İsfehânî hazretleri de orada idi. Durumumu ona
anlattım. Babamın durumunu anlayıp bana bildirmesi için yalvardım. Başını önüne eğip bir müddet
düşündü. Sonra; "Babanız o şiddetli hastalıktan kurtulmuş, sedirinin üzerinde oturuyor. Elinde
misvâkı var. Etrâfına kitaplarını koymuş." buyurup, babamın şeklini ve şemâlini de tarif etti.
Hâlbuki daha önce onu görmüş değildi.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.111
2) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.458
3) Keşf-üz-Zünûn; s.893,1744
4) Îzâh-ul-Meknûn c.2, s.685
5) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.648
6) Sülûk-ül-Ulemâ (Süleymâniye Kütüphânesi, Şehid
Ali Paşa kısmında 1358/1 nolu kitap)
7) Nefehât-ül-Üns; s. 521
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.330

ABDULLAH İMÂMÎ İSFEHÂNÎ


ABDULLAH İMÂMÎ İSFEHÂNÎ;
Mâverâünnehr'de yetişen âlimlerin büyüklerinden. İsmi, Hâce Abdullah-i İsfehânî'dir.
İsfehân'da yaşadığı için, Abdullah İsfehânî olarak tanındı. Doğum ve vefât târihleri tesbit
edilememiştir. Fakat hicrî dokuzuncu asrın ikinci yarısında vefât ettiği bilinmektedir.
Büyük âlim Alâeddîn-i Attâr'ın talebelerindendir. Sünnet-i seniyyeye yapışmada ve dînin
emirlerini yerine getirmede çok gayretli ve ihtiyâtlıydı. Çok kerâmetleri görüldü. Alâeddîn-i
Attâr'ın sohbetine ilk kavuştuğu zaman, hocası ona şu meâlde bir beyit okudu:
Senden eser kalmasın; olgunluk budur.
Kendini vahdette yok eyle; kavuşmak budur.
(Sözlerin büyüğü, büyüklerin sözüdür. O büyüklerin sözünde Rabbânî tesir vardır.)
HâceAbdullah-i İsfehânî bu beyti işittikten sonra, bütün gayretini ilim öğrenmeye ve
öğrendiklerine uymaya çalıştı. Bulunduğu yolun edeblerine uymağa çok dikkat ederdi. Çok
cömert ve mütevâzî idi.
Seyyidlerin yükseklerinden birinin ısrâr ve teşvîkiyle, Alâeddîn-i Attâr'ın yolunu anlatan
gâyet güzel bir risâle yazdı.
1) Reşehât Ayn-ül-Hayât (Arabî); s.79
2) Reşehât Ayn-ül-Hayât (Osmanlıca); s.146
3) Nefehât-ül-Üns s.362
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.34
5) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.441

ABDULLAH-I İLÂHÎ


ABDULLAH-I İLÂHÎ;
Anadolu evliyâsının büyüklerinden. Şah-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolunu
Buhârâ'da Ubeydullah-i Ahrâr'dan alarak Anadolu'ya ilk olarak getirip yayan âlim.
Germiyanoğulları beyliğinin sınırları dâhilinde olan Kütahya'nın Simav kasabası civârında bir
köyde doğdu. 1491 (H.897) yılında Rumeli'nde Vardar Yenicesi'nde vefat ederek oraya
defnedildi.
İlk tahsîlini Simav'da tamamladıktan sonra İstanbul'a gitti. Zeyrek Medresesinde büyük âlim
Alâeddîn Tûsî'nin talebesi oldu. Zahirî ilimlerde ilerledi. Hocası Alâeddîn Tûsî, Hocazâde ile
yaptığı münazara netîcesinde İran'daKirman taraflarına gitti. En çok sevip takdir ettiği
talebesi Abdullah-ı İlâhî'yi de yanında götürdü. Abdullah-ı İlâhî, Kirman'da da bir müddet
ilim tahsîl etti. Fakat bir türlü tatmin olmadı. Zâhirî ilimleri bırakıp bâtınî ilimlerle uğraşmayı
arzu etti. Hattâ bütün kitaplarını yakmak veya suya atmak gibi bir düşünceyle karşı karşıya
kaldı. Yanına gelen evliyâdan bir zâtın tavsiyesi ile ihtiyâcı olmayan kitapları satıp parasını
fakirlere dağıttı. Bilahare Semerkant'a gitti. Bu sırada Semerkant'ta Yâkub-ı Çerhî
hazretlerinin talebesi ve halîfesi Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr, Hâce Nakşibend Behâeddîn-i
Buhârî'nin yolunu yaymak ve insanlara İslâm ahlâkını anlatmakla meşgûldü. Binlerce talebe
etrafında feyz almak, Allahü teâlânın râzı olduğu yolu öğrenmek için çırpınıyordu. Abdullah-ı
İlâhî de, bu seçilmişlerin halkasına dâhil oldu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerinin
Ehl-i sünnet îtikâdına bağlılığını, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin sünnet-i şerîfine
uymaktaki gayretlerini görüp hayran kaldı. Yıllarca Semerkant'ta kalıp Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerinin hizmetinde bulundu. Feyzlerinden istifâde etti. Hocasının emriyle Buhârâ'ya
gidip Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Orada bir yıl insanlardan uzak
kalarak yalnız ibâdetle meşgûl oldu. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz
aldı. Çok zaman Behâeddin-i Buhârî'nin kabri yarılarak dışarı çıkar, rüyalarını yorumlar,
çeşitli iltifatlarda bulunurdu. Zâhirde hocası Ubeydullah-ı Ahrâr olmasına rağmen, hakikatte
tasavvuf yolunu Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinden üveysî olarak tahsîl etti. Daha sonra
tekrar Semerkant'a döndü. Bir müddet daha Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hizmetinde
bulunup tasavvufta yüksek derecelere kavuşarak icâzet aldı. Sonra Seyyid AhmedBuhârî ile
birlikte Anadolu'ya gönderildi. Gelirken Herat'ta Mevlânâ Abdurrahmân Câmî (v.1492) ve
diğer büyükler ile görüşüp sohbet etti. Anadolu'ya gelip memleketi olan Simav'da yerleşti.
Hak âşıkları, kısa zamanda onun büyüklüğünü anlayarak etrafına toplandılar. Sohbetinde
bulunmayı câna minnet bildiler.
Abdullah-ı İlâhî hazretleri de, hocasından öğrendiklerini Anadolu'da yaymayı kendisine
vazîfe edinip, insanların huzur ve saâdete kavuşmaları için gece gündüz çalıştı. Muhammed
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin dergâhından aldığı feyzleri Anadolu'da ilk yayan velî oldu.
Bir müddet sonra Anadolu kâdıaskeri Manisalızâde Muhyiddîn Mehmed Çelebi(v.1483)'nin
dâveti üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hanın vefât ettiği günlerde İstanbul'a geldi (1481).
Kâdıasker Mehmed Çelebi'nin gösterdiği odaları ve teklifleri kabul etmeyip, daha önce ilim
tahsîl ettiği ZeyrekCâmii etrâfındaki vîrâne hâline gelmiş boş medrese odalarını tercih etti.
Orada yerleşti. Şeyh Ebü'l-Vefa Konevî gibiAllah dostları ile sohbet etti. İstanbullular onun
gelişini rahmet bilip, sohbetine koştular. Az zamanda halktan ve devlet adamlarından birçok
kimse, Abdullah-ı İlâhî'nin talebeleri arasında yer aldı.
Bunlardan biri de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin torunlarından Âbid Çelebi idi.
Kâdılık hizmetini bırakarak Abdullah-ı İlâhî'ye talebe olmuştu. Bir gün Zeyrek Câmiinde
Âbid Çelebiye sâdece onun farkedebileceği bir kerâmet göstererek iltifâtlarda bulundu.
Bunun sebebini soran talebesi Uzun Musluhiddîn'e;
"İnsanların meşrebleri ayrı ayrıdır. Avâmın çocukları dayaktan, büyüklerin çocukları lütuftan
anlar. Ona iltifât etmesem, beni ve bu büyüklerin yolunu bırakır." buyurdu.
Yine Âbid Çelebi, Abdullah-ı İlâhî'nin dergâhına uzun bir müddet devam ettikten sonra
kalbinin açılmadığını fark edip Muhyiddîn İskilibî (Şeyh Yavsî) hazretlerine talebe olmayı
kalbinden geçirdi. Kafası bu düşüncelerle dolu olarak Zeyrek Câmiinde namaz kıldı.
Namazdan sonra hocası Abdullah-ı İlâhî kendisine dönüp; "Seni namaz kılarken Muhyiddîn
İskilibî'nin şeklinde gördüm." buyurdu. Bunun üzerine Âbid Çelebi, özür dileyip hocasının
elini öptü ve hizmetine devam etti. Gün geçtikçe gönlü açılıp ard arda gelen feyzlere kavuştu.
Halkın ve devlet erkânının iltifatları, Abdullah-ı İlâhî hazretlerini İstanbul'dan uzaklara
gitmeye zorladı. Zâten meşhur Osmanlı kumandanı Evrenos Beyin oğlu Ahmed Bey,
sancakbeyi olduğu Vardar Yenicesi (Selanik yakınlarında)' ne dâvet edip duruyordu.
Abdullah-ı İlâhî hazretleri çok sevdiği Ahmed Beyin arzusuna uyup Vardar Yenicesi'ne gitti.
Seyyid Ahmed Buhârî hazretlerini İstanbul'da yerine halîfe bıraktı. Teşrifi ile Vardar Yenicesi
şenlendi. Şehir onun hürmetine îmâr edildi. Câmiler, hanlar, medreseler, darü'l-hadîs, tekke
ve türbeler inşâ edildi. İnsanlar bu Allah adamının sohbetinden istifâde etmek, meclisinde
bulunmak için yarış ettiler.
Bir gün ihtiyar bir kadın Abdullah-ı İlâhî'nin meclisine gelip bir müşkülü olduğunu arzetti. O
gece rüyasında kendisini kurbağa şeklinde gördüğünü söyledi. Abdullah-ı İlâhî; "Hayırdır
inşaallah korkacak bir şey yok." buyurup, kendi haliyle meşgul oldu. Ama bu cevap kadını
tatmin etmemişti. Bir kenarda bekledi. Biraz sonra başını kaldıran Abdullah-ı İlâhî;
"Anacığım! Sen dervişleri evine davet etmek istemiş, sonra da vazgeçmişsin. Bu rüyâ ona
alâmettir. Git huzurla işine bak." buyurdu. İhtiyar kadın bu sözleri tasdik edip; "Evet aynen
öyle oldu. Evim dar olduğu için davetten vazgeçtim." dedi.
Abdullah-ı İlâhî hazretleri, Vardar Yenicesi'nde uzun yıllar insanlara Allahü teâlânın dînini
anlattı. İnsanlara rehberlik, zevk erbabına pîrlik, şevk, istek sâhiplerine şeyhlik yaptı. Sırların
kaynağı, doğruların dayanağı, ilâhî sırların açıklayıcısı oldu. 1491 yılında burada vefat edip,
şehir içinde yüksek bir yerde, Evranosoğlu Ahmed Beyin yaptırdığı mescid, medrese, tekke,
dârül-hadîs ve türbeden müteşekkil külliyenin türbesine defnedildi. Ahmed Bey, Murâd Baba,
Şeyh Feyzullah Efen
Efendi, Yazıcızade Mehmed Efendi oğlu MehmedÇelebi (Yazıcı Çelebi Efendi) de daha
sonra burada defnedildiler. Bunlar büyük ihtimalle Abdullah-ı İlâhî'nin VardarYenicesi'ndeki
belli başlı talebeleri idiler. Türbe, Osmanlıların son zamanlarına kadar ayakta kalmış, ziyâret
edilmiş, fakat daha sonra ortadan kaldırılmıştır.
Abdullah-ı İlâhî hazretleri, on beşinci asır Türk edebiyatı nesri içinde mühim yer tutan
kitaplar yazdı. Keşfü'l-Vâridât li-Tâlibi'l Kemâlât ve Gâyeti'd-Derecât adıyla Şeyh
Bedreddîn Simavnevî'nin Varidât'ını şerh ederek yanlışlıklarını ortaya koydu. Tasavvufî
hayatın adâb ve erkânını anlattığı Meslekü't-Tâlibin vel-Vâsilîn adlı eserini Türkçe olarak
kaleme aldı (1483). Zâdü'l-Müştâkîn kitabında yüzden fazla tasavvufî terimi Türkçe olarak
açıkladı. Tasavvufî ahlâkla ilgili olarak yine Türkçe Esrârnâme kitabını kaleme aldı.
Vahdet-i Vücûdla ilgili bilgileri, Risâle-i Vücûd adlı eserindeArapça olarak açıkladı. Risâle-i
Ahâdiyye adlı eserinde bazı terimleri Farsça olarak açıkladı. Ruzbehân-Baklî'nin Risâle-i
Kuds adlı eserini Menâzilü'l-Kulûb adıyla Farsça şerh etti. "İlâhî" mahlası ile şiirler yazdı.
Kendisine nisbet edilen bir Dîvân varsa da, bu eserin, çağdaşı ve yine "İlâhî" mahlası ile
yazan Ahmed-i İlâhî'ye âid olması kuvvetle muhtemeldir.
Abdullah-ı İlâhî, eserlerinden başka, birçok talebe yetiştirerek vefâtından sonra da hizmetinin
devam etmesini sağladı. Muslihuddîn Tavîl ve Âbid Çelebi, talebelerinin meşhurlarındandır.
En meşhûr talebesi ise Seyyid Emir Ahmed Buhârî'dir. Tarîkat silsilesi de onun vâsıtasıyla,
Ubeydullah-ı Ahrâr, Molla Abdullah-ı İlâhî, Ahmed Buhârî, Hakîm Çelebi, Nakşibendzâde
Mustafa, İlâhîzâde Yâkub, Ahmed Tirevî, Ömer Bâkî ve Şeyh Nasrullah şeklinde devam
etmiştir. Ancak Nakşibendîliğin Müceddidiyye kolu, Murâd-ı Münzevî ve Mehmed Emin
Tokadî (k.sirruhumâ) vâsıtasıyla Anadolu'ya gelinceAnadolu'da Nakşibendiyye silsilesi
değişmiştir.
"+&*(%<('(
Abdullah-ı İlâhî'nin sohbetleri çok tesirli ve faydalı olurdu. Sohbetlerinde ve diğer zamanlarda
herkesin gönlünü almaya çok dikkat gösterirdi. Sohbette bulunanlardan birinin bir sıkıntısı, bir
müşkülü olsa onun hâlini keşfeder sıkıntısını giderirdi. Sohbetiyle, tereddütleri ortadan kaldırırdı.
Yine bir gün sohbette, söz çalışmak ve gayretten açılmıştı ve; "İnsan çalışıp, gayret
göstermedikçe olgunlaşamaz ve bir mertebeye ulaşamaz." buyurmuştu. Bu sırada sohbetinde
bulunan bir âlim, bu sözleri işitince, "at hırsızı kıssası" diye bilinen bir hâdiseyi hatırladı. "Peki
onun hâli nasıl oldu?" diye düşündü. Abdullah-ı İlâhî, o âlimin kalbinden geçen düşünceleri
kerâmetiyle anlayıp, ona doğru dönerek; "Söylediğim söze, at hırsızlığı yapan kimsenin hâli ile
karşı çıkmak hâtıra geldi değil mi? Fakat ona da cevap vardır." dedi. Sonra sohbetinde bulunanlara
dönüp; "Hiç o hâdiseyi işiteniniz var mıdır?" diye sordu. Ve hâdiseyi şöyle anlattı:
"Bir hırsız geceleri at çalıp satardı. Ömrünü böyle hebâ ederdi. Bir defâsında da, bulunduğu şehrin
en büyük âlimi ve evliyâsının atını çalmak için ahırına girmişti. Tam atı çözüp götüreceği sırada,
ahırın duvarı yarılıp, içeriye bir nûr yayıldı. Bu nûr içinde, iki nûr yüzlü zât gözüktü. Hırsız bu hali
görünce, kendini hemen at gübrelerinin arasına atıp gizlendi. Korku ve telaş içinde boğazına kadar
gübre içine gömüldü. Bu sırada yarılan ahırın diğer duvarından daha parlak bir nûr gözüktü. Bu nûr
arasında da, o zamânın kutbu, en büyük velîsi olan ev sâhibi çıktı. Öncekiler onu görünce hürmet
göstererek selâm verdiler. Ev sâhibi diğerlerine niçin geldiklerini sorunca; "Falan evliyâ arkadaşımız
vefât etti. Onun yerine kimi tâyin edeceğiz? Size arzetmek istedik." dediler. Atların sâhibi olan
zât; "Onun yerine, at hırsızını tayin ettik." dedi. Soran iki zât da evliyâ olup ricâl-ül-gayb denilen
velîlerden idiler. At hırsızlığı yapmaya gelen kimsenin, gübreler arasına gömülüp saklandığını
biliyorlardı. Hemen yanına varıp, onu gübreler arasından çıkardılar, gönlünü alıp, tebrik ederek
kucakladılar. Atların sâhibi ve zamânın kutbu evliyâ zâtın da yanına gelip, elini öptüler. Sonra hep
birlikte vefât eden arkadaşlarının cenâzesini kaldırmaya gittiler."
Abdullah-ı İlâhî, sohbetinde bulunanlara bunu anlattıktan sonra şöyle dedi:
"Şimdi at hırsızlığı yapmaya giden kimse, nasıl bir çalışma yaptı da ricâl-ül-gayb denilen evliya
arasına girdi? diye bir sûal hâtıra gelmesin. Çünkü o zavallının gübreler arasında mahcûbiyetinden
ne kadar zorluk ve ne kadar pişmanlık çektiği bellidir. Kurtuluş yolu kalmadığını kesinlikle
anlayınca, at çalmak üzere harama yönelişinden dolayı bütün kalbiyle pişmân olup, o zamana
kadar yaptığı işlere öyle bir tövbe etti ki, işlediği kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü teâlâya
yönelip riyâzet çeken kimseler, onun o anda yaptığı tövbeyi nice seneler yapamaz."
Sohbetin başında kalbinde itirazlar bulunan o âlim, Abdullah-ı İlâhî hazretlerinin bu güzel îzâhını ve
tatlı sözlerini dinleyince, içindeki şüphe ve yanlış düşünceler temizlendi. Abdullah-ı İlâhî
hazretlerinin elini öpüp, özür diledi ve hâlis talebelerinden oldu.
1) Nefehât-ül-Üns; s.460
2) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Zeyli (Mecdî Efendi); s.262
3) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1079
4) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.91
5) Menâkıb-i Molla İlâhî; varak 218 b-220a
6) Fevâid-ül-Behiyye; s. 145
7) Şezerât-üz-Zeheb; c.7, s.358
8) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.470
9) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.36
10) Bedâyi-ül-Vekâyi; s.410
11) A.History of Ottoman Poetry; c.2, s.373
12) Güldeste-i Riyâzı-ı İrfân; s.143
13) Keşf-üz-Zünûn; s.379,947,1928,1995
14) Evliyâ Çelebi Seyâhatnâmesi; c.8, s.175
15) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.214

ABDULLAH BİN HUBEYK


ABDULLAH BİN HUBEYK;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdullah bin Hubeyk bin Sâbık, künyesi Ebû Muhammed,
nisbesi el-Kûfî, el-Antâkî'dir. Kûfe'de doğdu. Antakya'da yaşadı. Doğum ve vefât târihleri
bilinmemektedir.
Abdullah bin Hubeyk büyük âlim Yûsuf Esbât'ın derslerinde yetişti. İlim ve feyz aldı.
Tasavvufta evliyânın büyüklerinden Süfyân-ı Sevrî hazretlerinin yolunu tâkib etti. Zühd ve
takvâda üstün bir dereceye yükseldi. "Bu ümmet içinde Yahyâ aleyhisselâmın zühdüne sâhib
zât" diye meşhûr oldu.
Abdullah bin Hubeyk hazretleri amel ve ibâdete büyük önem verir ibâdetlerdeki ihlâs
üzerinde dururdu. Edeb, havf ve recâ, ümidle istek, haramlardan sakınma, nefse düşmanlık,
kalp temizliği; üzerinde durduğu diğer önemli hususlardır.
Horasan'dan Feth bin Şehraf isminde bir sevdiği geldi ve kendisinden nasîhat ricâ etti.
Buyurdu ki:
"Ey Horasanlı! Dilinle yalan söyleme, gözünle harama bakma. Kalbinle müslüman kardeşine
hased etme. Kin tutma ve iyi şeyler arzu et. Eğer böyle yapmazsan, sonunda bedbaht
olursun."
Allahü teâlânın sonsuz ihsânına rağmen günah işlemekte ısrar edenleri; "Sana iyilik edene
bile kötülük ediyorsun. Kötülük edene nasıl iyilik edebilirsin." diyerek, gafletten uyandırırdı.
Kendisine; "Ne kadar ilim tahsil etmeliyiz?" diye soruldu. Cevap olarak; "İyi ile kötüyü
birbirinden ayıracak kadar olsun öğreniniz." buyurdu.
Abdullah bin Hubeyk hazretleri tama', aç gözlülük etmekten, insanları sakındırır ve;
"Tamahkâr, aç gözlü insan tama' zincirine bağlanmış ölüye benzer. Kalbteki tama' kalbi
mühürler, mühürlü kalb ise ölüdür. Mü'min tamahkâr olmaz. Nefsin şehvet ve arzularına
uymaz." buyururdu.
Ümid ve korku hakkında ise şöyle buyurdu: "Korkunun en faydalısı günah işlemene engel
olan, elden kaçırdığın fırsatlar için uzun uzun üzülmene sebeb olan ve geriye kalan ömür
içinde seni devamlı olarak düşündüren korkudur. Ümidin en faydalısı ise amel etmeni
kolaylaştırandır.
Ümid üçe ayrılır: 1) İyi amel yapıp kabul edilmesini umanın ümidi. 2) Kötü iş yapıp ve tövbe
ederek affedilmesini umanın ümidi. 3) Devamlı günah işleyip de kendisini Allahü teâlânın
affedeceğini umanın ümidi. Bu ümid makbûl değildir."
Amel ihlâs ve sıdk hakkında buyurdu ki:
"Amelde ihlâs amelden daha zordur. Kul kendisiyle Allahü teâlâ arasındaki hususlarda tam
olarak sıdk, doğruluk üzere bulununca Allahü teâlâ onu gayb hazînelerine vâkıf kılar."
"Allahü teâlâ kalbleri kendini anmak için yarattığı hâlde, insanlar onları şehvet, istek ve arzû
ile doldurmuştur. Kalplerden şehvetin izini silecek şey yalnız Allahü teâlânın korku ve
sevgisidir."
Abdullah bin Hubeyk hazretleri işlediği amele güvenenleri; "İşlediğin fazîletli amele
güvenerek azâb olunmaktan korkmazsan helâk olursun." diye îkâz edip uyarırdı.
Kur'ân-ı kerîmi ezberlemiş olanların isyân ve günâha düşmesine şaşar ve şöyle derdi:
Ehl-i Kur'ân bir günâh işleyeceği zaman göğsündeki Kur'ân-ı kerîm lisân-ı hâl ile ona şöyle
seslenir: "Allahü teâlâya yemîn olsun ki sen beni bu iş için ezberlemedin!" O günahkâr kişi
eğer bu sesi duyabilecek olsa Allahü teâlâdan hayâ ederek düşer can verirdi.
Abdullah bin Hubeyk hazretleri en büyük ilâhî cezânın duâ ve ibâdetin lezzetinin kalbten
alınması olduğuna inanırdı. Boş şeylerle uğraşmanın, lüzumsuz şeylere kulak vermenin
kalpteki ibâdet ve tâattan zevk alma duygusunu söndürdüğüne inanır, kendisini sevenleri
gönül uyanıklığına teşvik ederdi.
Buyurdular ki:
"Kim, Allahü teâlânın rızâsı için nefsini ayıplarsa, Allahü teâlâ onu gazâbından korur."
"Kötü ve yanlış sözleri çok dinlemek, tâatın, ibâdetin tadını kalbden siler."
"Yarın sana zarar verecek şeyler için keder ve gam içinde bulun. Âhiret saâdetini harâb eden
şeyler için üzül. Yarın sana fayda vermeyecek şey için sevinme!"
"En faydalı korku, insanı, günahlardan ve kötülüklerden alıkoyanıdır. İnsana, boşuna geçen
ömrü için üzülmek yaraşır. Kalan ömrünü de iyi kıymetlendirmesi lâzımdır."
"Kalbime uygun gelmeyen, içime rahatlık vermeyen bir şeyi terk ederim."
Biri nasîhat istediğinde rivayet ettiği hadis-i şeriflerle cevab verirdi.
"Kişinin mâlâyânîyi (boş ve faydasız şeyleri) terk etmesi, onun müslümanlığının
güzelliğindendir."
Yine buyurdu ki:
Ebû Hüreyre radıyallahü anh rivâyet etti. Birisi Resûlullah efendimize sallallahü aleyhi ve
sellem gelerek: "Yâ Resûlallah! Dünyâlık elde etmek gâyesi ile gazâya giden kimse için ne
buyurursunuz?" diye sordu. Resûlullah efendimiz; "Onun için ecir (sevap) yoktur."
buyurdular. Ebû Hüreyre bu durumu Eshâb-ı kirâm arasında anlatınca onlar; "Belki sen bunu
Resûlullah efendimizden iyi anlamadın." dediler. Bunun üzerine Ebû Hüreyre hazretleri
tekrar Resûlullah efendimizin yanına döndü ve bu husûsu sordu. Resûlullah efendimiz üç
kerre; "Onun için ecir yoktur." buyurdular.
Enes bin Mâlik'den rivâyet etti. Birisi Resûlullah efendimize geldi; "Yâ Resûlallah! Kıyâmet
ne zaman?" diye sordu. Resûlullah efendimiz; "Kıyâmet koptu (farz et). Onun için ne
hazırladın?" diye sordu. O zât; "Fazla bir şey hazırlamadım. Fakat ben, Allah ve Resûlünü
seviyorum." dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; "Senin için tahmîn ettiğin vardır.
Sen sevdiğin ile berâbersin." buyurdu.
$-$&&$)<")&&!$3:$%C
Abdullah bin Hubeyk'e; "İyi insanları nasıl ayırd edebiliriz?" dediler. Cevâben buyurdu ki:
"İyi insanların güzel âdetlerinden birisi, Allahü teâlâyı gece gündüz anmalarıdır. O'nu anma zikir
kalb ve dille olur. Ancak kalbin zikri daha üstündür." Sonra;
"Kalblerinizi, Allahü teâlâyı anmakla diriltiniz. Onun korkusuyla doldurunuz. O'nun sevgisiyle
nurlandırınız. O'na kavuşma arzusuyla sevinçlendiriniz ve biliniz ki; O'na olan sevginiz derecesinde
yükselir, niyetlerinizin doğruluğu ile, nefsinizi kahreder, şehvetlerinizi yenip amellerinizi temiz
kılabilirsiniz." buyurdu.
Bilhassa helâl lokma yemeğe çok dikkat ederdi. Buyurdu ki:
"Beş şey vardır, kalp katılaştığı zaman onun ilacı olur: Birincisi, sâlih kimselerle görüşmek ve
onların meclisinde bulunmak. İkincisi, Kur'ân-ı kerîmin mânâsını düşünerek okumak. Üçüncüsü,
karnını doyurmayıp, helâldan az bir şey yemekle yetinmek. Zîrâ helâl yemek kalbi aydınlatır.
Dördüncüsü, Allahü teâlânın kâfir ve günahkâr için hazırladığı acı azâbı ve tehdidini düşünmek.
Beşincisi, kendisini Allahü teâlâya kulluk vazifesini yapmakta âciz ve noksan görmek, bununla
berâber Allahü teâlânın lütuf ve ihsânını düşünmektir. Bu tefekkür olup, bundan hayâ meydana
gelir. Tefekkürden bir kısmı da şunlardır: Allahü teâlânın seni, her şeyinle, içini dışını bildiğini her
an O'nun seni gördüğünü düşünmek, dünyâ hayâtını, dünyâ hayâtının meşgûliyetlerinin
çokluğunu, dünyâ hayâtının çok çabuk geçtiğini, âhiretin ve nîmetlerin devamlı olduğunu akıldan
çıkarmamak, işte tefekkür dünyâya düşkün olmayıp, âhirete rağbet etmek gibi meyveler verir.
Ölümün geleceğini, fırsatı kaçırdıktan sonra pişmanlık olacağını düşünmek. Böyle tefekkürün
meyvesi; uzun emel sâhibi olmamak, amellerini düzeltmek, âhirete hazırlık yapmaktır."
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.168
2) Nefehât-ül-Üns; s.118
3) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.141
4) Risâle-i Kuşeyrî; s.99
5) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.83
6) Sıfat-üs-Safve; c.4, s.254
7) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.4

ABDULLAH HERÂTÎ


ABDULLAH HERÂTÎ;
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin yetiştirdiği velîlerden. İsmi Abdullah'tır. Herâtlı
olduğu için Herâtî veya Hirevî nisbeleriyle meşhûr olmuştur. Doğum ve vefât târihleri kesin
olarak bilinmemektedir. Şam'da vefât etti. Kabri Kâsiyun Dağı eteğinde Mevlânâ Halîd-i
Bağdâdî hazretlerinin türbesi yanındaki kabristandadır.
Horasan'ın Herât şehrinde dünyaya gelen Abdullah Herâtî, memleketinde çeşitli ilimleri tahsîl
edip kendini yetiştirdi. Sonra Allahü teâlânın rızâsına kavuşturacak mânevî yolu gösteren bir
rehber aramaya başladı. Bu sırada Irak'ın Süleymâniye şehrinde medresede talebe okutmakta
iken aldığı mânevî bir işâretle Hindistan'da bulunan büyük evliyâ Şah Gulam-ı Ali Abdullah-ı
Dehlevî'ye talebe olmaya giden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, yolculuk esnasında
Herât'a geldi. Abdullah Herâtî ile karşılaştı. Abdullah Herâtî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretlerine arkadaş olmak isteyince aralarında şu konuşma geçti:
-Nereye gidiyorsun?
-Evliyânın sultanı, Şâh Abdullah Dehlevî hazretlerine talebe olmaya, onun mânevî
feyzlerinden istifâde etmeye ve beni ıslâh etmesi için gidiyorum.
-Ben seninleyim.
Bunun üzerine Mevlânâ Hâlid hazretleri:
-Dönüşümü bekleyin, buyurdu. Abdullah-ı Herâtî;
-Ben Irak'a gider orada sizi beklerim, dedi.
Bu sebeple Musul'a geldi. Orada ilim tahsîli ile uğraştı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Abdullah-ı
Dehlevî hazretlerinin sohbetleriyle şereflenip, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını
anlatmakla vazîfeli olarak Bağdâd'a, oradan da Süleymâniye'ye geldiği sırada Abdullah-ı
Herâtî de Süleymâniye'ye geldi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin hizmetine girip
talebesi oldu. Uzun müddet hizmet ve sohbetlerinde bulunup mânevî feyzlerine kavuştu.
Tasavvuf yolunda ilerledi ve yüksek evliyalık derecelerine kavuştu. Mevlânâ Hâlid
hazretlerinin en önde gelen talebelerinden olup, Süleymâniye, Bağdâd ve Şam'da bulunduğu
sırada hizmetinden hiç ayrılmadı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, insanlara Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını anlatmak, onların dünya ve âhirette kurtuluşa ermelerine rehberlik yapmaları
hususunda ona mutlak icâzet ve hilâfet verdi.
Abdullah-ı Herâtî çok sevdiği hocasının yanından ve hizmetinden ayrılmaz, hocası da onu
çok severdi. Bu sevgisinin neticesi Abdullah-ı Herâtî'yi Irak'taki mallarını korumak ve
fakirlerin haklarını vermekle vazîfelendirdi. Abdullah-ı Herâtî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin
Irak'taki hububat çeşidi malından ne çıkarsa hepsini toplar, fakirlerin haklarını ayırıp
öşürlerini verdikten sonra bir kâfile ile Şam'a yollardı. Bunların eksiksiz yerine ulaşması için
son derece ihtimam gösterirdi.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri vefât ettiği zaman Abdullah-ı Herâtî Süleymâniye'de idi.
Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin hilâfet verdiği önde gelen talebelerinden Şeyh İsmâil
Enerânî de tâuna yâni salgın vebâ hastalığına tutulmuştu. Hasta halinde, Süleymâniye'de
bulunan Abdullah-ı Herâtî'ye haber gönderip, Şam'a gelmesini ve şâhitler huzûrunda, kendi
yerine onu halîfe bırakacağını bildirdi. Sonra da şâhitlerin tâuna yakalanmasından korktu. Bu
hususta Abdullah Herâtî'ye bir ferman veya icâzet yazılmasını istedi. Arzuladığı icâzete
şunları yazdırdı:
Bismillâhirrahmânirrahîm
Âlemlerin Rabbi olanAllahü teâlâya hamd olsun. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma,
O'nun ehline veEshâbının hepsine salât ve selâm olsun. Şimdi... Ben yerime, irşâd ve
insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak makamına, sâlih, mücâhid, felâh, kurtuluş
bulan, bu zamânın dervişi, ihsan makâmına yükselen, en güzel şekilde evliyâ yolunu izleyen
yardımcı efendimiz Şeyh Abdullah Hirevî (Herâtî)'yi oturttum. Onu yerime halîfe bıraktım.
Tıpkı, şeyhim, üstâdım, dayanağım, sığınağım, bu varlıkların kutbu Ebü'l-Behâ Ziyâeddîn
Mevlânâ Hâlid Nakşibendî Müceddidî'nin beni kendi yerine bıraktığı gibi onu kendi yerime
bıraktım.
Kendi usûlüne göre emirler verecek, yasaklar koyacak, diğer halîfe ve müridler ona itâat
edeceklerdir. Her kim ona aykırı davranırsa, o bizim yolumuzdan çıkarılmıştır."
Abdullah-ı Herâtî Süleymaniye'den döndükten sonra yazılı olan icâzeti şifâhen söyledi. Altına
da İsmâil Enerânî Hâlidî imzâsını attı. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin zamânından kalma kim
varsa hepsi bu hilâfeti kabûl ettiler.
Abdullah-ı Herâtî kendisine verilen hilâfeti kabûl etti. Ancak çok sevdiği hocasının vefâtı ve
onun en gözde talebesi Şeyh İsmâil Enerânî'nin hastalığı sebebiyle üzüntü ve kedere boğuldu.
Fakat kendini çabuk toparladı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Şeyh İsmâil Enerânî'ye
ve onun da kendisine bıraktığı irşad makâmına oturdu. Mevlânâ Hâlid efendimizin âile
fertlerinin hizmetini bizzat üzerine aldı. Onların ihtiyaçlarını gidermeye gayret etti. Mevlânâ
Hâlid hazretlerinin muhterem hanımları ve oğlu Şeyh Necmeddîn Bağdâd'a gitmek
istediğinde Abdullah Herâtî de onlarla beraber Bağdâd'a gitti. Bir müddet kaldıktan sonra
Erbil bögesine ve oradan da Şam'a döndüler. Her ne zaman Bağdâd'a ve Erbil'e gidecek
olsalardı gittikleri yerlerden onların hâlini hâtırını sormadan edemezdi. Onlara dâimâ saygılı
davranırdı. Onlar Şam'a dönüp geldikleri zaman da en uygun nasılsa onların hizmetini görür,
hiç bir şeylerini eksik etmezdi.
Büyük evliyâ ve kerâmetler sâhibi olan Abdullah-ı Herâtî hazretleri uzun seneler Şam'da
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin dergâhında kalıp talebe yetiştirdi. İnsanlara
İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyada ve âhirette seâdete ermelerine
vesîle oldu.
Ömrünün sonuna doğru Şam'daki Ümeyye (Emeviyye) Câmiinde hazret-i Hüseyin'in şehîd
başının olduğu makamda oturup ibâdet ve zikirle meşgûl idi. Orada oturduğu sırada
rahatsızlandı. Bu onun son hastalığı idi. Bunu duyan talebeleri ve halîfeleri onu sağlık üzere
bir daha görüp, duâsını almak üzere kâfile kâfile geldiler. Her birisi etrafında pervâneler gibi
dönüyor, hizmette ve saygıda kusur etmemeye çalışıyordu.
Halîfeleri, Abdullah-ı Herâtî hazretlerine hastalığının sâkinlediği bir zamanda; "Senden sonra
yerine halîfe olarak kime tâbi olmamızı emredersiniz? İrşâd halîfeliğini kime
bırakacaksınız?" diye sordular. Abdullah Herâtî hazretleri:
"Bu iş için âlim, Ârif-i Samedânî Şeyh Muhammed Hanî'den başkasını, ondan daha lâyıkını
görmüyorum. Ben onda tam mükemmel istikâmetten başka bir hal görmüyorum. Mevlânâ
Hâlid efendimiz de vefât edinceye kadar ondan hoşnud idi. Benden sonra ona tâbi olun.
Teslimiyet anahtarlarını ona bırakın." buyurdu.
Bu vasiyeti yaptıktan kısa bir müddet sonra vefât etti. Tekfîn işleri tamamlandıktan sonra
cenâze namazı Ümeyye Câmiinde kılındı. Sevenlerinin mahzûn bakışları, duâ ve tekbirleri
arasında Kâsiyun Dağı eteğindeki Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin türbesinin de
bulunduğu kabristana defn edildi. Bütün talebeleri ve sevenleri onun cenâze ve defn vazifesi
sırasında hazır bulundular.
Zâhirî ilimlerde derin âlim manevî ilimlerde yüksek bir evliyâ olanAbdullah-ı Herâtî güzel
ahlâk sâhibiydi. Mütevâzî bir zât olup insanlara hizmet etmeyi severdi. Talebelerinin her türlü
derdleriyle ilgilenir ve yardımlarına koşardı.
B,>->&:$%$,+1313
Trablusşam Nakîb-ül-eşrâfı Şeyh Abdülfettâh Zağbî Efendi, Yûsuf Nebhânî hazretlerine şöyle
anlatmıştır:
Bir defâsında bir arkadaşımız hastalanmıştı. Abdullah ibni Şeyh Hıdır ez-Zağbî'yi de yanımıza alıp
ziyâretine gitmek istedik. Onu götürmekten maksadımız hastanın bereketlerinden istifâde ederek
şifâya kavuşması idi. Ancak gitmek istemedi. Çok ısrar edince kabûl edip bizimle geldi. Hastanın
yanına vardığımızda, şiddetli hastalığından hiç bir eser kalmadı. Ayağa kalkıp bizi karşıladı. "Hoş
geldiniz." deyip konuştu. Ziyâreti yapıp yanından ayrıldık. Ayrılıp giderken yolda Şeyh Abdullah
hazretleri; "Ben ölüyü diriltemem." dedi. Bu sözüyle ziyâretine gittiğimiz kişinin öleceğine işâret
etmişti. Dedim ki:
"Onun yüzünde hiç ölüm işâreti yok."
Yine;
"Ben ölüyü diriltemem." buyurdu.
Sonra memleketine gitti. Hasta arkadaşımız iyileşti çarşıya pazara çıkıp dolaştı. Ben Şeyh
Abdullah hazretlerinin işâretine ve diğer taraftan da hastanın sıhhate kavuşmasına hayret
ediyordum. Çünkü o öleceğine işâret etmişti. Hasta ise sapasağlam olmuştu. Aradan on gün kadar
geçti. Bir gün o arkadaşın evinin bulunduğu taraftan ağlama sesleri işittim. Merak edip sorunca,
arkadaşımızın vefât ettiğini öğrendim. O zaman Şeyh Abdullah'ın kerâmetini anladım.
1) Reşahât Zeyli; s.178
2) Hadâik-ul-Verdiyye; s.261
3) Mecd-i Talid Tercümesi; s.105
4) Şems-üş-Şümûs Tercümesi; s.106

ABDULLAH HAYDERÎ


ABDULLAH HAYDERÎ;
Bağdâd'da yetişen büyük velîlerden. Ubeydullah Hayderî diye de bilinir. Büyük velî Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin ilk hilâfet verdiği talebesidir. Doğum ve vefât târihleri kesin
olarak bilinememektedir. Bağdâd'da doğdu ve orada vefât etti. On dokuzuncu yüzyılın ilk
yarısında vefat ettiği tahmin edilmektedir.
Küçük yaştan îtibâren aklî ve naklî ilimleri tahsîl eden Abdullah Hayderî büyük âlim oldu.
Bütün ilimleri kendinde toplayıp, İslâmiyetin emir ve yasaklarıyla ilgili ince bilgileri elde etti.
Fesâhat, belâgat ve edebiyât konularında önceki ve sonraki âlimlerin üstünü idi. Arapça,
Farsça ve Türkçeye hâkim olup, "Zemahşerî" veya "Zamânın Harîrî'si" diye şöhret buldu. İlim
ve edebiyâttaki bu yüksek derecesi sebebiyle Bağdâd'a Hanefî müftüsü olarak tâyin edildi.
Senelerce müslümanların dînî sorularına cevap verip İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı.
Hindistan'a giderek Şah Gulâm-ı Ali Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin mânevî sofrasından
feyz alıp, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhirette
seâdete, kurtuluşa ermelerine vesîle olmak vazîfesiyle Bağdâd'a gelen Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî hazretleri sohbetlerine Abdullah-ı Hayderî'yi de kabûl etti. Abdullah-ı Hayderî
yüksek ilmine rağmen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin önünde diz çöktü. Kısa bir
müddet içinde Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinden istifâde ederek tasavvuf yolunda
ilerledi. Bağdâd müftülüğünden ayrılarak hocasının hizmetinden ve sohbetlerinden ayrılmadı.
Mevlânâ Hâlid hazretleri ona:
"Abdullah su kırbasını yüklen. Bağdâd sokaklarında ve pazarlarda "Sebîl" diyerek insanlara
su dağıt." buyurdu.
Önceki makâm ve şöhretini düşünmeden hocasının emrini yerine getiren Abdullah-ı Hayderî,
yirmi gün müddetle sırtına yüklendiği su kırbasıyla sokak sokak dolaşarak insanlara su
dağıttı. Her şeyin görünüşüne bakan insanlar Abdullah-ı Hayderî'yi bu şekilde görünce
hayretle birbirlerine, onun hakkında ileri geri sözler sarf ettiler. Fakat dünyânın makâmına,
şöhretine önem vermeyen, insanların dedikodularına aldırış etmeyen Abdullah Hayderî
kendisine verilen emri kusursuz olarak yerine getirmeye devâm etti. Sonra hocasının
huzûruna geldi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu sefer:
"Abdullah on gün de para ile su sat." buyurdu.
Bu emre de îtirazsız uyan Abdullah-ı Hayderî, on gün müddetle su sattı. Böylece nefsinin
istediklerini yapmamak, istemediklerini yapmak sûretiyle nefsini kötülüğü emretmekten,
kalbini de kötü huy ve düşüncelerden temizledi. Abdullah-ı Hayderî'nin evliyâlık yolunda
yüksek derecelere ulaştığını gören Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, ona bütün talebeleri
arasında ilk olarak hilâfet verdi. Bağdâd'da bulunduğu sırada Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretlerini çekemedikleri için karşı çıkanlara reddiye yazarak, tarîkatların hak olduğunu
açıkladı. Kitap, sünnet ve tasavvuf kitaplarındaki açık delilleri gösterdi. Yazdığı bu kitabı
bütün büyük âlimler beğendiler.
Abdullah-ı Hayderî devamlı hocasının yanında bulundu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretlerinin Süleymâniyye ve Şam'a gittiği sırada da yanından ve hizmetinden ayrılmadı.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Abdullah Hayderî ve diğer halîfeleriyle ve talebeleriyle
birlikte Bağdâd'dan Şam'a gidiyorlardı. Şam hudutlarına geldikleri zaman Şemmen
kabîlesinden Safvak bin Fâris diye meşhûr yol kesici, birçok yardımcılarıyla birlikte korkunç
şekilde gelip kâfileyi soymaya teşebbüs etti. Safvak bin Hâris'in anlattığına göre pekçok
yardımcılarıyla Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kâfilesine hücûm ettikleri zaman, kâfileden
beyaz elbiseli, ata binmiş çok heybetli bir zat göründü. O zat soyguncuların gözleri önünde o
kadar büyüdü ki, sanki dağ kadar oldu. Geçen kâfile ile soyguncular arasında bir engel teşkil
etti. Soyguncular kâfiledekileri göremez oldular. Semâya yükselen büyük bir dağ misâli olan
o zâtı görünce, soygunculara bir korku, bir titreme geldi, mızrakları ellerinden kendileri de
hayvanlardan düştü. Bu hâdiseden sonra kâfilede Allahü teâlânın sevdiği velî kulları
olduğunu anlayan soyguncular, hep bir ağızdan; "Aman, aman! Affedin!" diye bağrıştılar.
Bunun üzerine kâfile eskisi gibi normal görünmeye başladı. Soyguncular kâfilede Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini görünce, hepsi kusurlarının affını istediler. El ve ayaklarına
sarılarak tövbe ve istigfâr ettiler.
Bu yolculuk esnâsında Abdullah-ı Hayderî hazretleri gördüğü bir hâdiseyi şöyle nakletti:
"Atlı bir Habeşînin kâfilemizi tâkib ettiğini gördüm. Habeşî bizi şiddetli baskısıyla
korkutuyordu. Hemen şeyhim Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye durumu bildirdim. Efendimiz
hemen yerden bir avuç toprak alıp onun yüzüne doğru attı. Habeşî artık görünmez oldu. Fakat
bir müddet sonra, tekrar gözüktü. Pişman olmuş, perişan bir hâlde velîlerin sultanı hocamızın
huzuruna gelerek boyun eğdi, diz çöküp af diledi ve tövbe etti.
Abdullah Hayderî hocası ile birlikte tekrar Bağdâd'a döndü. Mevlânâ Hâlid hazretleri ona
mutlak hilâfet verdi, Bağdâd'da insanlara İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını anlatarak
Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmakla vazîfelendirdi. Abdullah-ı Hayderî hazretleri başta
arkadaşları olmak üzere bütün Bağdâd halkına İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Pekçok
insan sohbetinde bulunarak feyzinden istifâde etti. Hattâ Mevlânâ Hâlid hazretlerinin
halîfelerinin çoğu evvelâ onun sohbetinde yetiştikten sonra Mevlânâ Hâlid hazretlerinin
sohbetlerine kavuştular.
Mevlânâ Hâlid hazretleri Bağdâd'dan Şam'a dönecekleri sırada kendilerinin ve Abdullah
Hayderî hazretlerinin babasının yakında vefât edeceklerini işâret buyurarak Şam'a gittiler.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'a döndükten bir müddet sonra vefât etti. Onun vefât
haberi Bağdâd'a ulaşınca, bütün âlimler ve velîler ile halk çok üzüldü. Abdullah Hayderî
hazretlerinin babasına Mevlânâ Hâlid hazretlerinin vefâtı haberini bildirmediler. Çünkü bu
acı haberden dolayı fenâlaşabilir ve hastalığı fazlalaşabilirdi. Aradan üç ay geçince, o da vefât
etti.
Abdullah Hayderî Mevlânâ Hâlid hazretlerinin derece bakımından Şeyh Osman et-Tavîl'den
sonra en yüksek halîfesiydi. Birçok kerâmetleri görüldü. Uzun seneler Bağdâd'da kalıp
insanlara seâdet yolunu gösterdikten sonra orada vefât etti.
1) Mecdi Tâlid Tercümesi; s.75
2) Şems-üş-Şümûs Tercümesi; s. 45
3) Hadâik-ul-Verdiyye; s. 260
4) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; c.1, s. 171

ABDULLAH HASÎB YARDIMCI


ABDULLAH HASÎB YARDIMCI;
Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddîn Efendinin halîfelerinden Mustafa Feyzî Efendinin talebesi.
İsmi, Abdullah Hasîb olup soy ismi Yardımcı'dır. Babası "Muâvin" nâmı ile bilinen Hâlis
Efendioğlu Ali Efendi olup, Serez'de Câmi-i Atik imâmı, aynı zamanda Serez Rüşdiyesinde
öğretmen ve müdür muâvini idi. 1863 (H.1280) senesinde Serez'de doğdu. 1949 (H.1368)
senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır.
Serez'de dünyâya gelen Abdullah Hasîb Efendi, ilk tahsîlini memleketinde yaptı. Orta
tahsîlini Serez Rüşdiyesinde gördü. Daha sonra İstanbul'a gönderilerek Çarşamba semtindeki
Mahmûd Ağa medresesine devâm etti. Orada on sene kadar ilim tahsîl etti. 1893 senesinde
Tokatlı Hacı Şâkir Efendiden müderrislik icâzeti aldı. Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddîn Efendi
de bu icâzet merâsiminde bulundu. Sandıklılı Hasan Efendiye de intisâb etti. Ayrıca Arap
Hocadan "Tashîh-i hurûf" ve Hacı Nûri Efendiden kıraat (Kur'ân-ı kerîmi okuma) dersleri
alarak kendine kırâat icâzeti verildi.
Serez'e giderek babasının imâmlık yaptığı Câmi-i Atik'de vazife aldı. Orada Buhârî dersleri
okuttu. Pekçok talebe ve hâfız yetiştirdi. 1924 senesinde tekrar İstanbul'a gelip Eyüp
Semtinde yerleşti. Abdülazîz Bekkine ve MehmedZâhid Efendiler vâsıtasıyla Mustafa Feyzî
Efendi ile tanıştı. Mustafa Feyzî Efendinin sohbetlerine ve derslerine devâm etti. Bu dersleri
tâkib için Eyüp'ten Bâb-ı âlî'deki Fatma Sultan Câmiine kadar her sabah yaya olarak gelirdi.
Daha sonra aynı câmide vazîfe alıp câminin meşrutasına yerleşti. Bilâhare Şehzâdebaşı
Dâmâd İbrâhim Paşa Câmiinde İmâm-Hatiplik yaptı. Mahmûd Paşa semtinde bir ev alarak
oraya taşındı. Dört defâ hacca gitti. Son zamanlarında Kapalıçarşı Câmii hatibiydi. 15 Mayıs
1949 (H.1368) târihinde Cumartesiyi Pazara bağlayan gece vefât etti. Edirnekapı Sakızağacı
kabristanına defn edildi.
Abdullah Hasîb Efendinin dört hanımından on yedi çocuğu olmuş, bunlardan yalnız Sâmi
Yardımcı Bey hayatta kalmıştır.
Abdullah Hasîb Efendi uzunca boylu, beyaz sakallı, nur yüzlü, çok yumuşak, hilim sâhibi bir
kimse idi. Peygamber efendimize karşı büyük sevgisi olup, hutbelerinde Peygamber
efendimizden bahsederken her "Efdâl-ül-beşer" deyişinde göz yaşlarını tutamazdı. Kendisi
görünüşte yumuşak olmakla berâber dînî konularda sertti.
Abdullah Hasîb Efendi zâhirî ve mânevî ilimlerde zamânının önde gelen simâlarındandı. Çok
oruç tutardı. Râmûz el-Hadîs kitâbını uzun müddet Bâyezîd Câmii'nde, Çarşamba günleri
öğleden sonra ders olarak okuttu.
/1@2"+&&-2&&%1<A,",,"*7
Abdullah Hasîb Efendinin Peygamber efendimiz için söylediği şiirlerinden:
Bana evvelce gösterdin senin ol gül cemâlini
Kulağıma işittirdin dahi şirin mekâlini
Sonunda perdeyi çektin esirgedin visâlini
Hasîb'in maksâdı ancak teşerrüftür cemâlinle
Senin dîdârına geldi şefâat yâ Resûlallah!
Giderse Cennet'e ahbâbu yârânım
Beni nâra sokarsa cürm ü isyânım
Dökülür yaşlarım hâke, çıkar eflâke efgânım
Hasîb'in başlıca arzûsu Cemâlullahı görmektir
Sana yalvarmaya geldi şefâat yâ Resûlallah!
1) Râmûz-ül-Ehâdîs Tercümesi önsözü

ABDULLAH HARRÂZ


ABDULLAH HARRÂZ;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdullah bin Muhammed, künyesi Ebû Muhammed'dir. Rey
şehrinde doğup büyüdü. Doğum târihi bilinmemektedir. Hicrî 922 (H.310) târihinde vefât etti.
Abdullah el-Harrâz Rey ve Bağdâd'da ilim tahsîl etti. Çok hadîs-i şerîf ezberledi. Mâlik bin
Enes'den hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden de Ebû Zür'a Ahmed bin Hanbel ve oğlu ile
İmâm-ı Begavî ve Müslîm hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundular. Abdullah el-Harrâz hazretleri
evliyânın büyüklerinden Ebû İmrân Kebir'in sohbetlerinde mânevî olgunluğa kavuşup,
kemâle geldi.Ebû Hafs Haddad ile görüştü. İlim ve irfanı ziyâdeleşti. Bâyezîd-i Bistâmî
hazretlerinin talebeleri ona çok hürmet eder, büyük bilirlerdi. YıllarcaMekke-i mükerremede
müsâfir olarak kaldı.
Abdullah el-Harrâz harâm ve şüphelilerden çok sakınan bir zât idi. Kimseden çekinmez
dâimâ hakkı söylerdi. Bir defâsında talebelerinden yirmi sekiz kişi ile birlikte hac
yolculuğuna çıkmıştı. Mekke'ye yakın bir yerde konakladılar. Orada; "Yavrularım şimdi sizi
Allahü teâlâya emânet ediyorum." buyurdu. Talebeleri; "Efendim! siz nereye gidiyorsunuz?"
diye sordular. O; "Ben Rey'den buraya kadar sizinle sohbet ederek ve sizi gözeterek geldim.
Gönlümü size vermiştim. Şimdi ise tekrar Rey'den tarafa gidiyorum. Hac niyetimi oradan
yapacağım. İnşallah yine sizlere kavuşurum." buyurdu ve geri döndü.
Muhammed bin Dâvûd Dîneverî anlatır:
Abdullah el-Harrâz Mekke-i mükerremede iken bir defâsında sohbetine gittim. Dört gündür
bir şey yememiştim. Sohbete başladığında; "İçimizden biri dört gündür aç. Açlıktan feryâd
ediyor. Yâni ben açım der gibi bir hâli var." dedi. Sonra da; "Dünyâya gelen bir canlı Allahü
teâlâdan ümid ettiği şeye kavuşunca hayâtını vermiş ne ehemmiyeti var?" buyurdu.
Abdullah el-Harrâz talebelerine; "Bizim yolumuz fütüvvettir (cömertliktir). Yâni kimseden
bir şey istemek değildir." buyururdu.
Buyurdular ki:
"Kulların en aşağısı, namazını ve tesbîhini kendi gözünde büyülten, yaptığı ibâdetler
sebebiyle, Allahü teâlâ katında kıymeti olduğunu zanneden kimsedir. Eğer Allahü teâlânın
ihsânı ve rahmeti olmasaydı, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) işlerinin bile ne kadar zor
olduğu görülürdü. Nasıl böyle olmasın. Peygamberlerin en üstünü ve Allahü teâlâya en yakın
olan Resûlullah efendimiz bile, Allahü teâlânın rahmetinin kendisini örttüğünü
buyurmuşlardır."
"Kulluğun en güzeli, kulun Allahü teâlânın verdiği nîmetler karşısında, şükürden âciz
olduğunu bilmesidir."
"Sabrın alâmeti şikâyeti terk, musîbet ve sıkıntıları gizlemektir."
"Açlık zâhidlerin, dünyaya düşkün olmayanların; zikir âriflerin gıdâsıdır."
"Ağyâra yâni yâr ve dost olmayana iltifât etmemek, ona sırrı açıklamamak, yüzünü hakka
dönmüş olmanın alâmetlerindendir."
Yûsuf bin Hüseyin der ki: "Abdullah el-Harrâz gibi bir kimse görmedim. O da kendisi gibi
kimse görmedi. Çok mürüvvet sâhibi, herkesi görüp gözeten bir zât idi."
1) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.330
2) Risâle-i Kuşeyrî; s.170
3) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.98
4) Târih-i Bağdâd; c.10, s.34-36
5) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.95
6) Nefehât-ül-Üns; s.208

ABDULLAH HADDÂDÎ


ABDULLAH HADDÂDÎ;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah olup babasının ismi Alevî'dir. Evlâd-i Resûl olup,
seyyiddir. 1634 (H. 1044) senesi Safer ayının beşinde Pazartesi günü Yemen'in Terîm
şehrinde doğdu. 1720 (H. 1132) senesi Zilkade ayının yirmi üçünde Salı günü akşamı
Terîm'de vefât etti.
Abdullah Haddâdî Allahü teâlânın yardımına, lütuf ve ihsânına kavuşup küçük yaşta Kur'ân-ı
kerîmi ezberledi. Sonra ilim tahsîline başladı. Zamânının büyük âlimleriyle görüşüp derslerini
dinledi. Onların arasında en güzel şekilde yetişti. Fıkıh ilmini Kâdı Sehl bin Ahmed ve
başkalarından öğrendi. Küçük yaşta ilimde söz sâhibi oldu. Çok zekî ve hâfızası çok kuvvetli
idi. Okuduğunu ve gördüğünü hiç unutmazdı. Bu sebeple ilim kapıları kendisine açıldı. Çok
ibâdet eder, öğrendikleriyle amel ederdi. İlimdeki üstünlüğü herkesi hayran bırakırdı.
Abdullah Haddâdî 1668'de Haremeyn-i şerîfeyne, Mekke-i mükerreme ile Medîne-i
münevvereye gitti. İlim öğrenmek için pek çok yere yolculuklarda bulundu. Kabirleri ziyâret
eder, buna çok önem verirdi.
Talebesi Selî onun hakkında şöyle bildirdi:
"Seyyid Abdullah bin Alevî'nin yanına kim gelirse onun kalbinden ve hâtırından geçenleri
bilir ve haberdâr olurdu. Yanına gelenin nesebini ve soyunu, ne iş için geldiğini önceden
söylerdi. Bir gün bir kimse gelip bir suâl sormak istedi. Ona; "Senin suâlin şöyledir, fakat
daha zamânı değildir." buyurdu.
Bir gün Hacer denilen yerde, yanına Şerîf Berekât bin Muhammed gelip, isteğinin kabûlü için
duâ etmesini istedi. Şerîf Berekât o zaman Mekke emîri değildi. Haddâdî de duâ etti. O
gidince duâ isteyen kişinin kim olduğunu sordu. Oradakiler; "Efendim bu zât Mekke'nin
eşrâfından bir kimsedir." dediler. Abdullah Haddâdî; "O bizden Mekke'nin emîri olmak için
duâ istedi. Biz de duâ ettik, Allahü teâlâ duâmızı kabûl etti. Bu vazîfe ona müyesser olacak."
buyurdu. Çok geçmeden Şerîf Berekât, Mekke-i mükerreme emirliğine tâyin edildi.
Seyyid Abdullah Haddâdî hazretleri bir gün talebesi Şeyh Hüseyin bin Muhammed ile birlikte
hac için yola çıktı. Medîne-i münevvereye vardıklarında talebesi orada hastalandı.
Yakalandığı hastalık çok şiddetli idi. Talebe nerede ise vefât edecekti. Seyyid Abdullah
Haddâdî hazretleri hastanın başı ucuna oturduğunda onun ömrünün bittiğini anladı. Oradaki
talebelerinden bir cemâati topladı ve; "Her biriniz onun selâmeti için duâ edin." buyurdu.
Seyyid Ömer Emin isimli talebe; "Efendim ben ömrümden bir kısmını ona hîbe ettim." dedi.
Bunun üzerine Seyyid hazretleri Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfine
gidip duâ etti ve şefâat istedi. Ziyâretten sonra Seyyid Abdullah Haddâdî sevinçle; "Allahü
teâlâ duâmızı kabûl etti. O istediğini yapmağa kâdirdir." buyurdu. Allahü teâlânın izni ile
talebesi Şeyh Hüseyin hastalıktan kurtuldu. Bir zaman sonra Seyyid Abdullah, Yemen'in
Terîm şehrinde iken buyurdu ki: "Bu sene Şeyh Hüseyin vefât edecek." Buyurduğu gibi o
sene Şeyh Hüseyin Mekke-i mükerremede vefât etti.
Abdullah Haddâdî çok eser yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1) İthâf-üs-Sâil bi
Ecvibet-il-Mesâil, 2) Dîvân (Dürr-ül-Manzûm li Zevil Fâdıl vel-Fühûm), 3)
Da'vet-üt-Tâmme vet-Tezkirat-ül-Âmme fil-Va'z, 4) Nesâyih-üd-Dîniyye, 5)
El-Müâvenetü vel-Müâzerâtü lir-Râgıbîn.
-"':(!,"%()('(&<.-"&&!5-.)
Seyyid Abdullah, uzun boylu ve gür saçlı olup, güler yüzlüydü. Kendisine eziyet ve sıkıntı
verenlere af ve sevgi ile muâmele ederdi. Sözü, sohbeti hoş idi. Bozuk ve kötü yolda bulunan bir
kimse yanına geldiğinde onun iyi yola girmesi için bütün gücü ile çalışırdı. Çok kerâmetleri
görüldü. Kerâmetlerini göstermekten çok çekinirdi. Bâzı talebeleri kerâmetleri hakkında risâleler
yazmışlardı. Bu durumdan haberi olunca onları çağırıp; "Yazdığınız kâğıtları suya koyun. Yazıdan
hiçbir eser kalmasın." buyurdu. Onlar da hocalarının dediğini yaptılar, sonra talebelerine; "Böyle
şeyleri yazacağınıza dînî nasîhatler, îmân bilgileri, fıkıh bilgileri, fetvâ kitapları ve bunlar gibi faydalı
kitaplarla meşgûl olmanız yazmanız daha uygun olur." buyurdu.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s. 85
2) Silk-üd-Dürer; c.3, s. 91
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s. 480
4) Îzâh-ul-Meknûn; c.1, s. 4, 69
5) Brockelmann; Sup-2, s. 386
6) El-A'lâm; c.4, s. 104
7) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s. 128

ABDULLAH-I GÜRCİSTÂNÎ


ABDULLAH-I GÜRCİSTÂNÎ;
On dördüncü yüzyılda yaşayan meşhûr velîlerden. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir.
Gürcistan köylerinden birinde doğdu. Bir savaşta cihâd ederken şehîd düştü. Kabri Tûs
şehrindedir. Şeyh Rükneddîn Alâüddevle Semnânî hazretlerinin talebesidir.
Küçük yaşta iken babasının vefât etmesi üzerine yetim, kimsesiz ve garîb kaldı. Annesi bir
başkasıyla evlendi ve onu yanına aldı. Üvey babasının yanında çok mahzun günler geçirdi.
Boynu bükük, kalbi kırık idi. Bir gün bir işi sebebiyle üvey babasından korkup köyden kaçtı.
Nereye gideceğini ve ne yapacağını bilmiyordu. Yakalanmamak için yol kenarında büyük bir
ağaca çıkıp ağacın dalları ve gür yaprakları arasında gizlendi. Ağacın üzerinde çâresiz ve
âdetâ imdâd edecek bir şefkatli elin uzanmasını bekler gibi duruyordu. Kalbi kırık ve pek
mahzun bir hâlde idi. Tam bu sırada bir grup yolcu gelip onun gizlendiği ağacın altında
dinlenmek üzere oturdular. Ağacın altında suları şırıl şırıl akan bir pınar vardı. Konaklayan
yolcular pınardan su içip dinlenirken ağaç ve üzerindeki çocuğun suya aksettiğini gördüler.
Pınar çocuğu ayna gibi gösteriyordu. Yolcular bu manzarayı görünce çocuğu hemen aşağı
indirip, hayretle hâlini sordular. Derdini anlatınca ona çok acıdılar. Himâye etmeye karar
verip yanlarına alarak yola çıktılar. Abdullah bu sırada güzel bir talih ve bahtiyarlık kapısının
kendisine açılmış olduğunu bilmiyordu. Mahzunluğu ve kırık kalbi ile büyük bir nîmete
kavuşmaya gidiyordu. Yol Semnân tarafına uzandı...
Kendisini himâyelerine alan yolcular zamanın meşhûr evliyâsı Rükneddîn Alâüddevle
hazretlerinin ziyâretine ve sohbetine gidiyorlardı. Bu zâtın huzûruna varıp sohbetinde
bulundular. Aralarında bulunan küçük çocuğun garîb ve mahzûn hali o zâtın dikkatini
çekmişti. Ona bakıp kerâmetiyle ilerde büyük bir veli olacağını keşfetti. Gelen misâfirler
sohbet bitince müsâde alıp ayrıldılar. Getirdikleri çocuğu da götürdüler. Onlar yola çıkınca
Rükneddîn Alâüddevle hazretleri peşlerinden bir kişi gönderip çocuğu kendisine
bırakmalarını istedi. Yolcular önce râzı olmadılar bırakmamak için çok uğraştılar. Sonunda
bırakmak mecbûriyetinde kaldılar.
Mahzun yavru henüz farkedemediği bir saâdet sarayının kapısından girmiş, bir tâze fidan gibi
yetişeceği en müsait toprağa dikilmişti. Artık günleri Rükneddîn Alâüddevle hazretlerinin
derslerinde ve sohbetlerinde geçiyordu. Günden güne pişiyor olgunlaşıyordu. Zamanla
büyüdü, serpildi. İlim öğrendi. Îmânı vicdânîleşip kalbine iyice yerleşti. Îmânın hakîkatine
kavuştu. İbâdetleri seve seve ve büyük bir şevk ile yapmaya başladı. Nefsi iyice ıslâh olup,
tasavvuf yolunda yükseldi, kemâle erdi. Onun bu hâline çok memnun olan hocası, kendisine
icâzet, diploma verip insanlara rehberlik etmesi için Tûs'a gönderdi.
Tûs şehrinde insanlar onun kalblere şifâ olan sohbetlerine koştular. Onlara Allahü teâlânın
emirlerini ve yasaklarını anlatıp, İslâmiyete uymalarını sağladı. Saâdete kavuşmalarına vesîle
oldu. Ömrünün son günlerinde zamânın sultanı bir savaşa çıktı. Sultan onun himmetinden ve
bereketinden istifâde etmeyi düşünerek savaşa katılmasını çok istedi. O da sultanın teklifini
kabul edip katıldı. Bu savaşta cihâd ederken şehîd düştü.
1) Nefehât-ül-Üns (Osmanlıca); s.504
2) Nesâyim-ül-Muhabbe; s.288
3) Kitabu Silsilet-ül-Mukarrabîn (Süleymaniye Kütüphanesi)

6 Nisan 2013 Cumartesi

ABDULLAH-I ENSÂRÎ


ABDULLAH-I ENSÂRÎ;
Evliyânın meşhûrlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden. İsmi Abdullah
bin Muhammed bin Ali el-Ensârî el-Hirevî'dir. Künyesi Ebû İsmâil olup nesebi, türbesi
İstanbul'da bulunan ve Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından olan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-i
Ensârî'ye dayanır. Bu sebeple Ensârî nisbesiyle tanınmıştır. 1005 (H.396)te Herat'ta doğdu.
1088 (H.481) senesinde Herat'ta vefât etti. Türbesi çok ziyâret edilen yerlerden biridir. Hadîs
ilminde yüksek derecede âlim idi. Üç yüz binden ziyâde hadîs-i şerîf ezberlemiştir. Ayrıca
tefsîr, fıkıh, kelâm, târih, neseb ve diğer ilimlerde âlim idi.
Dört yaşında ilim öğrenmeye başladı. Dokuz yaşından îtibâren Kâdı Ebû Mensûr ve
Caruzî'nin sohbetlerine devâm etti. Hâfızası fevkalâde kuvvetli idi. Mektepte duyduğu ve
yazdığı her şeyi hemen ezberlerdi. Daha o zamanlarda, çok güzel şiirler söylerdi.
Gece-gündüz ilimle uğraştı. Abdül-Cebbâr el-Cerrâhî, Ebû Mensûr el-Ezdî, Ebû Sa'îd
es-Sayrafî ve başka birçok âlimden ilim öğrendi. Kendisinden de; Ebü'l-Vakt Abd-ül-Evvel,
Ebü'l-Feth Nasr bin Seyyâr ve daha başka birçok kimse ilim öğrenip icâzet, diploma aldılar.
Onun büyük bir âlim ve evliyâ olacağını Hızır aleyhisselâm müjdelemiştir. Şöyle ki:
Hâce Ebû Âsım, Abdullah-i Ensârî hazretlerinin hocalarından ve akrabâsından idi. Bir gün
ziyâretine gitti.Hocası kendisine yemek ikrâm etti ve sohbet edip bazı şeyler öğretti. Ebû
Âsım'ın hanımı ihtiyar idi. Evliyâdan mübârek bir hâtun idi ve Hızır aleyhisselâmdan ilim
öğrenirdi. Bu hâtun diyor ki:
Hızır aleyhisselâm bize geldiğinde, Abdullah'ı görüp kim olduğunu sordu. Böyle sormak
onun âdetidir. Bildiği hâlde yine sorar. Ben; "Filân kimsedir." dedim. Buyurdu ki: "Doğudan
batıya kadar herkes onun adını duyar. Şeyh-ül-islâm ismi ile meşhûr olur. Şimdi on yedi
yaşındadır. Babası ve kendisi, ne olduğunu bilmez. Zamanında ondan büyük kimse olmaz.
Yer yüzünde onun büyüklüğünü duymayan kalmaz."
O gerçekten müjdelendiği gibi yetişti. Kendini tamâmen ilme verdi. Geceleri kandil ışığında
hadîs-i şerîf yazardı. Yemek yemeğe vakit bulamazdı. Annesi, ekmek parçalarını lokma
lokma edip yedirirdi. Hadîs-i şerîf toplamak için çeşitli memleketlere gitti. Çok sıkıntılara
katlandı.
İlim uğruna emsâline az rastlanan gayret ve fedâkarlıklar gösterdi.Bir defâsında Nişâbûr'dan
Dezbad'e gitmek üzere yola çıkmıştı. Yolda şiddetli bir yağmura tutuldu. Koynunda hadîs-i
şerîflerin yazılı olduğu kitaplar, nüshalar vardı. Bunların yağmurdan ıslanmaması için yol
boyunca rükû vaziyetinde eğilerek yürüdü.
Üç yüz âlimden hadîs-i şerîf öğrendi. Bunların hepsi büyük hadîs âlimleri olup, hepsi de Ehl-i
sünnet idi. Hiç biri bid'at sâhibi değildi. Tefsîr ilmini Hâce Yahyâ İmârî'den öğrendi.
Tasavvuf ilmini ise zamanının büyük âlimi ve rehberi Ebü'l-Hasan Harkânî hazretlerinden
öğrenip kemâle erdi.
İlim tahsîlini tamamladıktan sonra insanların, Allahü teâlânın emrine uymaları,
yasakladıklarından sakınmaları için gayret etti. Ömrünü insanların seâdete kavuşmaları,
Allahü teâlânın rızâsını kazanmaları için harcadı. Dünyâya düşkünlük göstermedi.
Abdullah-ı Ensârî, şeyhülislâm idi. Hanbelî mezhebinin büyük âlimlerinden olup, çok yüksek
bir velî idi. Kerâmetleri pek çoktur. Vâzlarında Ehl-i sünneti müdâfaa eder, mezhebsizlik ve
bid'atlerin kötülüğünü anlatırdı. Allahü teâlâya kavuşmak yolunda yürümek isteyenlerin,
evliyâya ve hakîkî din âlimlerine çok bağlı olmasını isterdi. Bu yolda ilerleten vâsıtaların,
onlara olan tam muhabbet ve bağlılık oduğunu söylerdi. O büyüklere dil uzatanların
zavallılıklarını her defâsında ifâde eder ve; "Yâ Rabbî! Dostlarını öyle yaptın ki, onları
tanıyan sana kavuşuyor ve sana kavuşmayan onları tanıyamıyor. Yâ Rabbî! Her kimi felâkete
düşürmek istersen, onu dostlarının, evliyânın ve gerçek İslâm âlimlerinin üzerine atarsın."
buyurmuştur.
Şöyle anlatmıştır:
Bir zaman bir arkadaş ile Basra'ya gittim. Altı gün geçtiği hâlde, hiç bir şey yemedik. Yedinci
gün bir kimse gelip bize birer altın hediyye etti. Ben de o altını arkadaşıma verdim. Gidip
yiyecek bir şeyler getirdi. Berâberce yedik. Sonra yolumuza devâm ettik. Deniz kıyısına
geldik. Kalan bir altını gemiciye verip gemiye bindik. Gemide, köşede kendi hâlinde oturan
biri vardı. Namaz vakitlerinde kalkar, namazdan sonra tekrar kendi hâlinde oturmaya devâm
ederdi. Kendisine yaklaşıp, bir ihtiyâcı olursa yardımcı olabileceğimizi söyledik. "Olduğu
zaman söylerim." dedi. Bir gün bize; "Ben, yarın öğle namazından sonra vefât edeceğim.
Gemiciye, sizi sâhile çıkarmasını söyleyiniz. Elbiselerimden bir şey isterse veriniz. Dışarı
çıktığınız zaman bir ağaçlık görürsünüz. Orada, büyük bir ağacın altında, benim kefenlenme
ve defin işlerim için herşeyi hazırlanmış bulursunuz. İşlerimi tamamlayıp, beni oraya
defnediniz. Benim bu yamalı elbisemi de kaybetmeyiniz. Hille'ye gittiğiniz zaman, zarîf bir
genç, sizden bu yamalı elbiseyi ister. Ona veriniz." dedi.
Hakîkaten de ertesi günü öğle namazından sonra vefât etti. Bundan sonra biz dediklerini
aynen yaptık. Her şey tam anlattığı gibi oluyordu. Hille'ye vardığımızda, târif ettiği genç
karşımıza çıkıp; "Emâneti veriniz." dedi. Biz, yanımızdaki emâneti kendisine teslim ettik ve;
"Allah rızâsı için bize izâh eder misin? O zât kimdi? Sen kimsin? Bu olanlar nedir?" dedik.
"O bir derviş idi. Mirâs bırakacak bir malı vardı. Kendisine bir vâris taleb etti. Beni
gösterdiler. Siz, bir mikdâr bekleyin. Ben hemen geliyorum." dedi. Gidip biraz sonra geldi.
Kendi elbiselerini çıkarmış bizim getirdiğimiz elbiseleri giymiş idi. Kendi elbiselerini bize
verip; "Bunlar sizindir." dedi ve gitti.
Abdullah-ı Ensârî hazretleri buyurdu ki:
"Öyle zaman olur ki, Allahü teâlâ bir kulunu ibâdetleri ile meşgûl eyler. O ibâdetler, o kulun
azıtmasına sebeb olur. Yâni kibir ve ucba kapılmasına yol açar. Yine öyle zaman olur ki, o
kulunu bir işe, bir günâha düşürür. O günâhı sebebiyle kul o kadar üzülür ki, bu üzülmesi o
kimsenin hidâyetine sebeb olur. Hâline bakıp gafletten uyanır. Tövbe ve istigfâr eder. Bu her
iki durumda da atılgan olmamalıdır. Allahü teâlâ, cesâret ve atılganlıkla günâh işleyip de; "O
bizi affeder." diyen kullarını sevmez. Günâhları küçük görmekten daha zararlı bir şey yoktur.
Günâhların küçüklüğünü değil de, kimin koyduğu yasakları çiğnemekte olduğunu düşünüp,
hayâ etmelidir."
"Hak teâlânın sevdiklerinin yolunda olmak ile dünyaya kıymet vermek, dünyâya düşkün
olmak, bir arada bulunmaz. Bu yolda bulunan bir kimsenin kalbinde, dünyânın zerre kadar
kıymeti bulunursa, yağdan kıl çıkması gibi, kolayca bu yoldan çıkar. Allahü teâlânın dostları,
dünyâya hiç kıymet vermezler, onun için gam yemezler. Bütün dünyâyı bir lokma hâline
getirip, bir velînin ağzına koysan, israf olmaz. Gerçek israf, bir şeyi Allahü teâlânın rızâsına
aykırı olarak sarfetmektir. Allahü teâlâ, dünyâyı eliniz ile terketmeyi değil, kalbiniz ile
terketmeyi ister ve beğenir."
"İşlediğin tâat ve ibâdetleri beğenmemelisin. O tâat sana hoş gelmemeli, bir lezzet
aramamalısın. Tâatini beğenmek şirktir. Yalnız Allahü teâlânın emri olduğu için,
buyurulduğu gibi, yânî ilmihâl kitaplarında bildirdiği gibi işlemeli. Tâatini Hak teâlâya
ısmarla ve kendi beğenmeni şeytanın yüzüne çarp. Beyt:
Bir amel ki kalbine hoş gelir.
Bir günâhtır ki özrü müşkildir.
"Bedbahtlığın, zarar ve ziyân içinde olmanın en açık alâmeti, Allah yolunda hergün
ilerleyememektir."
"Malı seviyorsan, yerine sarf et de sana sonsuz arkadaş olsun! Eğer sevmiyorsan, ye de yok
olsun."
"Allahü teâlâ, kendi rızâsını istiyenlerin yardımcısıdır."
"Üç kısım ilim vardır ki, bunlar tövbe, tevekkül ve hakîkat ilimleridir. Tövbe ilmi ki, bu ilmi
seçilmişler, büyük zâtlar ve avâm, diğer insanlar kabûl ettiler. Tevekkül ilmini, seçilmişler
kabûl etti, ama avâm kabûl etmedi. Hakîkat ilmini ise, insanların ilim, akıl ve anlayış
seviyelerinin üstünde olduğu için, çok kimse anlıyamadı."
"Allahü teâlânın azâbına müstehak olanlar, her an gaflette bulunanlardır. Bunlar, başlarına
gelmesi muhtemel olan korkunç azâbdan gâfil oldukları için, kendilerini emniyette ve rahat
hissederler. Her zaman uyanık olan kalbler ise, her an korku ve hüzün ile dolu olurlar.
Devamlı âhiret için hazırlık yaparlar. Dolayısı ile bu kimseler cezâya müstehak değildir."
"İnsana, âhirete giden yolda mutlaka şu dört şey lâzımdır: Birinci olarak, îtikâd ve amel.
Bunun için kendisine lâzım olan ilmi öğrenip tatbik etmek lâzımdır. Bu ilim yolcuya yön
verir, idâre eder. İkinci olarak, bir zikir lâzımdır. Bu, yolcuya tenhâda arkadaşlık eder ve zikir
yardımı ile yalnızlık çekmez. Üçüncü olarak, bu yolcunun haram ve şüphelilerden sakınması
ve dünyâya düşkün olmaması lâzımdır. Bu uygun olmayan düşünce ve başka şeylerin
kendisini meşgûl etmemesine sebeb olur. Dördüncü olarak, bir yakîn lâzımdır. Bu da, yolcuyu
gideceği yere kadar götürür. İşte ömründe bu dört şeyden ayrılmayan saâdete kavuşur."
"Dünyâ ne demektir biliyor musunuz? Gönlüne gelen ve seni Allahü teâlâdan uzaklaştıran her
şey dünyâ demektir. Seni O'ndan başka bir şey ile meşgûl eden her şey de fitnedir. Bu kısa
ömrü, Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylere yaklaşmakla geçiren, O'ndan başka şeylerle
meşgûl olan kimse, âhiretini harâb etmiş olur. Bu ise, akıl sâhiblerinin yapacağı şey değildir."
"Sıdk ve muhabbetin alâmeti ahde vefâdır."
"Nefsiniz sizi uygun olmayan şeylerle meşgûl etmeden evvel, siz nefsinizi hayırlı şeylerle
meşgûl ediniz."
"Hak teâlâya yakın olmayı istememek ve düşünmemek cinâyettir."
"Mürşid-i kâmilin, yetişmiş ve yetiştirebilen rehberin mübârek cemâlini görmek ve sohbetine
kavuşmak en büyük ganîmetlerdendir. Onların güzel cemâli ve sohbeti her zaman ele geçmez.
Onu elden kaçırmamalıdır. Arafat dâimâ olur, fakat onlar dâimâ bulunmaz. Bu büyük
ganîmeti lâyıkıyla değerlendirmeli, nîmetin kıymetini bilmelidir."
"Birisi, rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Evliyâdan bir grup ile bir yerde oturuyorlardı.
Herkes, O'nu dinliyordu. Birden semânın kapıları açıldı. Elinde ibrik ve leğen ile bir melek
geldi. Melek, ibrik ve leğen ile herkesin önüne geliyor, orada bulunanlar ellerini yıkıyordu.
Rüyâyı gören kimse en sonda bulunuyordu. Sıra ona gelince; "Leğeni kaldırın. O, bu tâifeden
değildir." dediler. Melek de leğeni alıp götürdü. O kimse, Peygamber efendimize dönerek;
"Yâ Resûlallah! Ben bunlardan değilim ama, biliyorsunuz ki, sizi ve bunları çok seven
birisiyim." dedi. Peygamber efendimiz; "Bunlara muhabbet eden bunlardandır." buyurdu.
Bunun üzerine melek, leğenle ibriği getirdi, o kimse de elini yıkadı. Peygamber efendimiz o
kimseye dönüp tebessüm ettiler ve; "Bize muhabbet ettikçe bizimlesin." buyurdular. O kimse
bu rüyâdan sonra bu yolun büyüklerinden biri oldu."
Abdullah-ı Ensârî hazretleri, Sehl-i Tüsterî hakkında şöyle anlattı:
"Tasavvuf ehli arasında;"Benim elbisem, benim ayakkabım." demek edebe uygun değildir.
Dostlar arasında, hiçbir şeyi mülkiyetle nisbet etmemek, onların âdâbındandır. Zarûret
müstesnâ."
"Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlânın kıymetli bir kulu vefât edeceği zaman,
Azrâil aleyhisselâm gelerek; "Korkma! Erhamürrâhimîne gidiyorsun. Asıl vatanına
kavuşuyorsun. Büyük bayrama vâsıl oluyorsun. Bu cihan bir konaktır. Bu konak mü'minin
zindanıdır. Ödünç olarak sana verilen bu varlık bir bahânedir. Bu sebepten, bu bahâne gider
ve uzaklaşır. Hakîkat meydana çıkarak, kişi devamlı diri olan Allaha kavuşur." der. O kul
için, dünyâda bundan daha tatlı, daha hoş ve daha rahat bir gün olmaz."
"Kişinin sözü amelinden çok olursa noksandır. Ameli sözünden fazla olursa kemâldir."
"Allahü teâlânın bir kulunu sevmediğinin alâmeti; o kulun, kendisine faydası olmayan
boş şeylerle meşgûl olmasıdır."
"Ümitsizlik, küfür içinde bir kapıdır. Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmek küfürdür."
"Ârif; kalbini Allahü teâlâyı düşünmek, unutmamak, vücûdunu da, insanların rahmet-i
ilâhiyyeye kavuşmaları için seferber eden kimsedir."
"Bir zaman Hire'ye askerler geldi. Askerlerden birisi, köylünün birinden atları için saman
aldı. Ücretini tam olarak ödedi. Köylünün ihtiyar bir babası vardı. O asker ile dost oldu.
İhtiyar köylü, dostu olan askere dedi ki:
Bugün, hacılar hac etmektedir. Keşke biz de orada olsaydık.
Asker:
-İster misin? Seni oraya eriştireyim. Ama kimseye söylememek şartı ile, dedi.
-Söylemem.
Asker, Allahü teâlânın izni ile bir anda ihtiyarı Arafât'a ulaştırdı. Hac edip, lüzumlu vazifeleri
yaptıktan sonra, yine bir anda geri döndüler. İhtiyar, askere dedi ki:
-Senin gibi bir hâlde bulunan kimsenin, askerlerin arasında durmasına hayret ediyorum. Bu
nasıl oluyor?
-Eğer benim gibi bir kimse bunların içinde olmasa idi, senin gibi bir ihtiyar veya zayıf,
muhtaç bir dede gelip derdini dökse kim bakardı? Kim alâkadar olurdu? Kim dostluk elini
uzatırdı? İşte ben, birçok faydaları düşünerek bunlar arasında bulunuyorum. Sakın sırrımı
kimseye söyleme.
-Peki, diyen ihtiyar, işin içinde önce farkedemediği nice hikmet ve faydaların bulunduğunu
anlayıp, teşekkür etti ve ayrıldılar."
"Sana iyilik eden kimsenin esiri olursun. Ona karşı boynun bükük olur. Kendisine iyilik
ettiğin kimseye karşı ise, tam tersi olur. Onun için, dâima herkese iyilik etmeli, faydalı
olmaya çalışmalıdır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte; "Veren el, alan elden üstündür."
buyrulmuştur."
"Ebü'l-Hüseyin isminde birisi, bir gün hocam Husrî'yi incitmişti. O andan beri kalbimde ona
karşı soğukluk duyuyorum."
Abdullah-ı Ensârî hazretleri, Âl-i İmrân sûresi 103. âyet-i kerîmesinin meâlen; "Allah'ın
habline sımsıkı sarılın." kısmını şöyle tefsîr etmektedir: "Âyet-i kerîmede geçen; "Allah'ın
habline sımsıkı sarılın."dan murâd, Allahü teâlânın emirlerine riâyet ederek ibâdete devâm
etmektir. Âyet-i kerîmede geçen i'tisâmın, sarılmanın üç derecesi vardır.
Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî'nin Menâzil-üs-Sâyirîn kitâbında, hazret-i Ömer'in bildirdiği
hadîs-i şerîfte; "İhsân nedir?" suâline cevâben Peygamber efendimiz buyurdu ki:
"İhsân, Allahü teâlâya, görür gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O'nu
görmüyorsan da, O seni görüyor."
Bu hadîs-i şerîf, pekçok hakîkati içerisine almaktadır.
Yine buyurdu ki:
"Bâzı sâlih kimseler, bir hâdisenin nasıl netîceleneceğini firâsetle söyler. Bu hâdisenin
netîcesini Allahü teâlâ ona müşâhede ettirir, gösterir. Bu müşâhede, o kimsede devamlıdır.
Bâzı kimseler de vardır ki, bu müşâhede onda bâzan olur, devamlı olmaz. O, onu Allahü
teâlânın aşkının sarhoşluğu içinde iken söyler veya o söz dilinden çıkar da, söylediği hakîkat
olur. Ama, onun bu hâlden haberi bile yoktur. İşte bu iki hâlin birinci olanı, yâni firâseti
devamlı olanı makbûldür. Firâseti devamlı olanlara "Velâyet ehli" denir. Bu işler, "Abdal",
"Ebrar" ve "Zühhâd"da olur. Firâseti ve müşâhedesi bâzan olanlar da "Muhakkik"lerdir.
Muhakkiklerde hâdiseler, bâzan kapalı, bâzan açık olur. Eğer şaka ile söyleseler; Allahü teâlâ
onları kırmaz, hakîkat eder. Eğer gaflet ile söylerse, cenâb-ı Hak yine dediğini vâki
eder.Onlar, Allahü teâlânın sevgili kullarıdır."
Abdullah-ı Ensârî buyurdu ki:
"Firâset iki türlüdür: Birincisi, mârifet sâhiplerinin firâseti olup, talebenin istidâdını keşf
etmek, Allahü teâlânın evliyâsını tanımaktır. İkincisi, riyâzet çeken, açlıkla nefslerini
parlatanların firâseti olup, mahlûklara âit gizli şeyleri bilmektir. İnsanların çoğu, Allahü
teâlâyı hatırlamayıp gece-gündüz dünyâyı düşündüğünden, dünyâ işlerinden ele geçirmek
istedikleri şeylerden haber verenleri arıyor. Bunları büyük biliyor. Hattâ, bunları evliyâ,
Allahü teâlâya yakın sanıyorlar. Evliyânın maârifine, doğru, ince bilgilerine dönüp de
bakmıyorlar. Belki, bunlara dil uzatıp, bunlar Allahın sevgili kulu olsaydı, gayb olan
şeylerimizi, gizli düşüncelerimizi bilirlerdi. Bizim hâlimizden haberi olmıyan bir kimse,
mahlûkların üstündeki ince bilgileri hiç anlıyamaz diyerek, evliyânın firâsetine, Zât-ı ilâhiye
ve sıfatlarına olan bilgilerine inanmıyorlar. Böyle, yanlış ölçüleri sebebi ile, o büyüklerin
doğru ilim ve maârifinden mahrûm kalıyorlar. Allahü teâlânın, o büyükleri, câhillerin
gözünden saklayıp, kendine mahsûs kıldığını bilmiyorlar. O, evliyâsını dünyâ işleri ile meşgûl
etmeyip, kendisi ile meşgûl etmiştir. Evliyâ, insanların hâllerine, işlerine bağlansalardı,
Allahü teâlânın huzûruna lâyık olmazlardı".
Abdullah-ı Ensârî hazretleri yine buyurdular ki:
"Âhirette her incinin bir sedefi vardır. Her şeyin kendi hâline göre bir şerefi, değeri vardır.
İnsanoğlu da kendisinde ilim bulunan bir sedeftir. Onun şerefi de ilim iledir. İlmi olmayan
kimse, câhillik içinde kalır, muhabbet kadehini içemez, vilâyet libâsını giyemez. Allahü teâlâ
câhili kendine dost edinmez."
"İlim, çok tekrar ve fazla müzâkere ile ele geçer. Ayrıca bunun için az uyumalı ve Allahü
teâlânın yardımını talep etmelidir. Âlemlere rahmet olan Resûlullah efendimiz buyuruyor ki:
"Geceleyin Allahü teâlânın korkusundan ağlayan göze ateş dokunmaz." Bir kimse, 40
gün Allah için ihlâsla sabahlasa, hikmet pınarları zâhir olup, kalbinden lisânına akar.
Peygamber efendimiz; "Mü'min, gece çok ağlar, gündüz çok tebessüm eder." buyurdu."
"Her denizin kenarı, sonu, her günün gecesi vardır. Peşinden gece gelmiyecek gün, kıyâmet
günüdür. Ucu bucağı bulunmayan deniz, Allahü teâlânın rahmet deryâsıdır."
"Semâ tavanının seyyâreleri olduğu gibi, her bir gaflet ve hatânın da bir keffâreti vardır.
Mü'minlerin günahlarının keffâreti tövbedir."
"Şükür; nîmeti bilmenin ismidir. Zîrâ şükür, nîmeti vereni bilmeye götürür. Bu mânâdan
dolayı, Kur'ân-ı kerîmde İslâm ve îmâna şükür ismi verilmiştir."
Abdullah-ı Ensârî hazretlerinin yazdığı kıymetli kitaplardan bâzıları şunlardır: 1)
Menâzil-üs-Sâyirîn, 2) Şems-ül-Mecâlis, 3) Envâr-üt-Tahkîk, 4) Tefsîr-ül-Kur'ân, 5)
Hülâsa fî Şerh-i Hadîs, 6) Şerh-üt-Taarruf li-Mezheb-it-Tasavvuf, 7) Menâkıb-ı İmâm-ı
Ahmed bin Hanbel.
0"%3"?()(&(<(%:(7
Abdullah-ı Ensârî, talebelik yıllarını şöyle anlatır:
"Kışın cübbem yoktu. Hava da çok soğuk idi. Evimde ancak üzerinde yatabileceğim kadar bir
hasırım vardı. Üzerimi de bir keçe parçası ile örtüyordum. Keçeyi başıma doğru çeksem ayağım,
ayağıma doğru çeksem başım açık kalırdı. Yastık olarak da bir kerpiç kullanırdım. Bir de,
meclislerde giydiğim elbiseyi asacak bir çivi vardı. Bir gün, büyük zâtlardan birisi bize geldi ve
hâlimi gördü. Parmağını ısırıp ağlamaya başladı. Bir müddet sonra, başından sarığını çıkarıp önüme
koydu. "Buna benden çok sen lâyıksın." demek istedi."
#$%/1-&$<+1-131':$3
Abdullah-ı Ensârî anlatır:
"Maddî gücüm olmadığı için, talebelerime bir şey alamazdım. Kimseden de bir şey isteyemezdim.
Bu sebepten gönlümde bir elem vardı. Bir kimse, hazret-i Danyal aleyhisselâmı rüyâsında görmüş.
Ona; "Falan dükkânı Abdullah'a ver ki, kazancını talebelerine dağıtsın." buyurmuş. O kimse de
bunu kabûl etmiş. O şahıs, bu rüyâdan sonra dükkânın kazancını, talebelere dağıtmak üzere bana
verdi."
"Şu iki kimseden daha büyük bir âlim görüp işitmedim. Onlar; Harkan'da Ebü'l-Hasan-ı Harkânî ve
Herat'ta Abdullah et-Tâkî'dir. Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin talebeleri bana; "Otuz senedir
hocamızın sohbetiyle şerefleniriz. Sana gösterdiği alâka ve muhabbet gibi kimseye göstermedi.
Sana ihsân ettiği gibi, başkasına böyle ihsân ettiğini görmedik." dediler.
Bir gün, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerine; "Efendim, bir şey sormak istiyorum." dedim. O da;
"Sor, ey benim çok sevdiğim Abdullah!" dedi. Beş suâl sordum. İkisini lisân-ı hâl ile, yaşayarak,
üçünü de lisân-ı kâl ile, söyleyerek cevaplandırdı. İki elimi dizinin üzerinde tutmuş idi. Bu hâl beni
çok etkiledi. Öyle çok ağladım ki, gözlerimden devamlı gözyaşı akıyordu. Tasavvufu Ebü'l-Hasan
Harkânî hazretlerinden öğrendim.
Birincisi; normal insanların sarılması ki, Allahü teâlâdan gelen emir ve yasaklara sarılıp, devâm
etmektir. Bu kısımda bulunan insanların ibâdet ve tâatı, yakîn elde etmek içindir. Bu, Allah'ın ipine
(Kur'ân-ı kerîme) sarılmaktır. İkincisi; seçilmişlerin sarılması olup, bunların emir ve yasaklara
uymaktaki gayretleri, Allah'tan başka her şeyden kesilmek, O'na, O'nun emirlerine teslim
olmaktır. Bu da urvet-ül-vüskâdır. Üçüncüsü; seçilmişlerin seçilmişlerinin sarılması ki, bunların emir
ve yasaklara uymaktaki gayretleri, Allahü teâlâyı müşâhede etmek, O'nun yakınlığı ile meşgûl
olmak nîmetine kavuşmak içindir. Buna da i'tisâm-ı billah denir."
1) Tabakât-ı Hanâbile; c.2, s.247
2) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.133
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.3, s.365
4) Tezkiret-ül-Huffâz; c.3, s.1183
5) Esmâ-ül-Müellifin; c.1, s.452
7) El-A'lâm; c.4, s.122
8) Tabakât-ül-Müfessirîn (Süyûtî); s.15
9) Tabakât-ı Hanâbile Zeyli; c.1, s.50
10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.977
11) Esâb-ı Kirâm; s.305
12) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.19
13) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî; c.2, mk.92
14) Kıyâmet ve Âhiret; s.201
15) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.4, s.306
16) Sefînet-ül-Evliyâ; s.169(metin)

ABDULLAH EFENDİ, (Himmetzâde)


ABDULLAH EFENDİ, (Himmetzâde);
Bayramiyye yolunun şeyhlerinden. 1640 (H.1050) yılında İstanbul'da doğdu. 1710 (H.1122)
yılında vefât etti. İstanbul Üsküdar'daki Bezcizâde Tekkesinde babasının yanına gömüldü.
Babası Himmet Efendi de Bayramiyye yolunun şeyhlerindendi. Abdullah, küçük yaşta
mükemmel bir tahsil ve terbiye gördü. Bilhassa tefsîr ve hadîs ilimlerinde kendisini yetiştirdi.
Bu arada Bayramiyye tarikatına intisâb ederek babasına mürid, talebe oldu. Tasavvuf yolunda
ilerledi. 1669'da Kasımpaşa, on yıl sonra da Fâtih civârındaki Halil Paşa Câmiine vâiz oldu.
1684 yılında babasının vefâtı üzerine Yenibahçe'deki Himmetzâde dergâhına şeyh tâyin
edildi. Nezâketi, zarâfeti ve sohbetlerinin tatlılığı ile meşhur oldu.
1683 yılında Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın Viyana önünde uğradığı büyük bozgundan
sonra, Almanlar ve Polonyalılarla berâber Ruslar ve Venedikliler de üzerimize saldırmışlardı.
Dört düşmanla çarpışan ordularımız ağır mağlûbiyetlere uğruyordu. İstanbul halkı heyecan
içinde idi. Padişah ve devlet ricâli aleyhinde her gün türlü dedikodular yayılıyordu. Sultan
Dördüncü Mehmed Hanın bu nâzik vaziyet karşısında Edirne'den dönmemesi, aleyhindeki
sözlerin artmasına yol açıyordu.
Dördüncü Mehmed Han Eylül başında İstanbul'a geldiğinde câmilerdeki vâiz şeyhlerden ümit
verici sözlerle halkın heyecanını yatıştırmalarını emretti. Kendisi cumâ namazını kılmak
üzere Dâvûd Paşa Câmiine geldi. Himmetzâde Abdullah Efendiyi de vâz vermek üzere oraya
dâvet etti.
Abdullah Efendi dâvet üzerine Dâvûd Paşa'ya gitti. Câmide pek acı sözlerle halkı hüngür
hüngür ağlatan vâzında özet olarak şöyle buyurdu:
Ümmet-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), devlet sahipsiz kaldı. Şehir ve kaleler
düşman eline düşüp câmi ve mescidler kilise oldu. Bütün bunlar günahlarımız sebebi iledir.
Fiilimizi değiştirelim. Günahlarımıza tövbe edelim. Şimdiden sonra bize lazım olan gözümüz
yaşından çimen bitinceye kadar başımızı yerden kaldırmamaktır. Sonra padişaha serzenişte
bulunarak:
Nedir bu inip binme, bu hay huy ve nefs-i emmârenize uymalar? Nice bir gaflet uykusunda
yatursız? Gerçi padişahlar ava gide gelmiştir. Ancak şimdi zamanı değil. Her zamanın bir
îcâbı var.dedi."
Sultan Dördüncü Mehmed Han başı yerde olarak dinlediği bu vâz ü nasîhatten sonra devlet
işleri ile bizzat ilgilenmeye başladı.
Himmetzâde Abdullah Efendi 1688'de hacca gitti. İliklerine kadar Resûlullah aşkı ile yanarak
şu kıtayı söyledi:
Ravzana yüz süren bulur amân
El amân ey Fahr-i âlem el amân
Her gelen dilhaste, bulur tâze can
El amân ey Fahr-i âlem el amân.
Hacdan dönüşünde Sultan Selîm Câmii Cumâ Vaizliğine tâyin edilince selâtin câmileri kürsü
şeyhleri silsilesine girmiş oldu. 1694'te FâtihCâmii vâizliğine nakledildi. 1697'de Sultan
İkinci Mustafa'nın Avusturya seferine ordu vâizi olarak katıldı. Allah yolunda, İslâmiyet
uğrunda savaşmanın fazîleti hakkında vâzlar vererek askeri gayrete getirdi. Yapılan
savaşlarda Osmanlı askerinin fevkalâde cesâreti neticesinde Avusturya orduları bozguna
uğratıldı ve zaferle dönüldü.
Hayatının son yıllarında Bâyezîd ve Süleymâniye câmileri vâizliklerinde bulunan Abdullah
Efendi 1710 yılında Hakk'ın rahmetine kavuştu.
1) Vekâyi-ül-Füdelâ; c.2, s. 420.
2) Tuhfe-i Hattatîn; s.286
3) Osmanlı Müellifleri; c.2, s.313.

ABDULLAH EFENDİ


ABDULLAH EFENDİ
Niğde Endüstri Meslek Lisesi ile Sağlık Meslek Lisesi arasındaki asfalt yolun üzerinde
medfundur. Yol yapımı sırasında mezarı kaldırılamadığından olduğu yerde bırakılmıştır.
Bölge halkı tarafından sevilip ziyaret edilen Abdullah Efendi'nin yaşadığı devir ve hayatı
hakkında kaynaklarda bilgi bulunamamıştır.

ABDULLAH BİN EBÛ HUZEYL EL-ANEZÎ


ABDULLAH BİN EBÛ HUZEYL EL-ANEZÎ;
Tâbiîn devri âlim ve evliyâsından. İsmi Abdullah bin Ebû Huzeyl el-Anezî olup
künyesiEbü'l-Mugîre'dir. Doğum ve vefât yeri ve târihi bilinmemektedir.
Abdullah bin Huzeyl, hadîs-i şerîf rivâyeti ilminde üstün bir derecede idi. Hazret-i Ebû Bekr,
hazret-i Ömer, hazret-i Ali, Ammâr, Übeyy, İbn-i Mes'ûd, Habbâb, Ebû Hureyre ve başka
sahâbîlerden, radıyallahü anhüm, hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu. Vâsıl el-Ahdeb, Ebü't-Tâc
ed-Dubeî, İsmail bin Recâ, Seclah el-Kindî, Selm bin Atiyye, Atâ bin Sâib, Ayam bin Havşeb
gibi hadîs âlimleri kendisinden hadîs-i şerîf nakletmişlerdir.
Abdullah bin Huzeyl, vaktin büyük nîmet olduğunu bilir ve zamanın boşa geçirilmesini
istemezdi. Ebû Ferve anlatır:
Abdullah bin Hüzeyl ile oturuyorduk. Birisi gelip insanların kendi aralarında konuştuğu
şeylerden söyledi. Bunun üzerine Abdullah bin Huzeyl; "Ey Allah'ın kulu biz bunları
konuşarak vaktimizi öldürmek için yaratılmadık." diyerek onu susturdu.
Medhedilmekten hoşlanmaz şöhretten kaçardı. Bir gün bulunduğu yerde imâm olmasını teklif
ettiler. Kabûl etmedi. Sebebini sorduklarında; "Buradan geçen birisi bu adam hayırlı ve
muhterem bir zât da, onun için imâm yapmışlar diye düşünür." dedi.
İnsanların en çok neden sakınması gerektiği sorulduğunda; "Yâ Rabbî! Faydasız ilimden,
ürperip yumuşamayan kalbten, kabûl olmayan duâdan, doymayan nefisten sana
sığınırım." diyerek Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfi ile cevap verdi.
1) Hilye; c.4, s.358
2) A'lâm-ün Nübelâ; c.4, s. 170