Bağış Yap

Amount :
Other : USD

8 Mayıs 2014 Perşembe

Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname 24.Bölüm

Marifetnâme 24.Bölüm

ALTINCI BÖLÜM

Toprak unsurunun mahiyetini, keyfiyet ve durumlarını, sükûn ve kararını, parçalarını korumasını, vâdi ve dağlarını; yerkürenin iki tabakaya bölünmesini ve yeni dünyanı ortaya çıkmasıyla çizilişini; kaynakların fışkırmasını ve yerin sarsılmasını dört madde ile hâkimâne açıklar.

Birinci Madde

Toprak unsurunun mahiyetini, faydalarını, özelliklerini, keyfiyetini, durumlarını ve görünüşünü; vadilerini ve dağlarını, sükûn ve kararını, parçalarındaki çekiciliği bildirir.

Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar ve astronomlar ittifakla demişlerdir ki: Dört unsurdan dördüncüsü ve esası toprak unsurudur ki, o, bir basit cevher; keyfiyet ve tabiatı soğuk ve kuru olduğundan, diğer unsurlara muhaliftir. Mutlak ağır ulunduğundan, tabiî yeri unsurların altı olup, kendi parçalarını çekme ve kurumayla yerinde sükun ve karar etmiştir. Bu toprak unsuru, bir tek yüzeyle çevrili küre bir cisimdir.O kürenin merkezi, âlemin merkezi ve bütün ümmetlerin ayağının altıdır. Yüzeyi, vâdiler ve dağlarla girintili-çıkıntılı olup, üzerinde bulunan su küresi ve hava küresinin alt yüzeylerine temas etmiştir. Felekler ve unsurlar, yerkürenin etrafında hareket edici olup, feleğin dönüşü, o süratli hareketiyle bu unsuru her yönden ortaya itip, sâkin tutmuştur. Nitekim bir şişe içine bir taş konulup, o şişe sürat ve kuvvetli döndürülse, o taş, şişenin ortasında hareket etmeyip sâkin olur. Bunun gibi yer, feleğin ortasında sâkin olur.

Bir karar üzere karar etmiştir. Gerçi bazıları demişlerdir ki, yerküre, hem güneş etrafında, hem kendi etrafında daima hareket edicidir. Felekler ve yıldızlarsa, sürekli sâkin ve sâbit olup, ancak yerin dönmesiyle dönücü ve hareketli sanılmıştır. Nitekim yürüyen bir gemiye binmiş olan kimseye, denizin sahili hareket ediyor görünür. Bu konunun bir miktarca açıklanması, dokuzuncu bölümde, yeni astronomi nâmıyla beyan olunacaktır.

Lakin bu görüş, zayıf ve çoğunluğa aykırı bulunmuştur. Çünkü bu kitapta Alemin durumlarını açıklamaktan muradımız, ancak cihanın yaratıcısını tanımaktır, cihan değildir. Şu halde âlem, ne yapıda olursa olsun ve ne yöne hareke kılarsa kılsın, hepsi o göklerin ve yerin yaratıcısının kudretinin kemâline ve azametine delalet eder. Bizlere de lazım olan ancak bu ibret bakışıyla kemâl kazanmaktır.

Toprak unsuru da, ötekiler gibi, oluşu ve bozuşumla çeşitli suretler bulmaya kabiliyetlidir. Zira ki, kendi yerindeyken bile, diğer unsurlara dönüşüp, başkalaşır. Bu toprak unsurunun soğukluk ve kuruluğunun birlikte bulunmasına sebep, katılık ve yapışma olduğundan; sırtı canlılara yer ve sığınak, karnı maden ve bitkilere başlangıç ve kaynak bulunmuştur. Şeklinin küre olduğu nice delillerle ispatlanmıştır. Bütün yeryüzünde 2,5 fersahtan ziyade yüksek dağ olmadığı yakînen bilinmiştir. Çünkü dağların en fazla yüksekliğinin yerin çapına oranı, bir arpa eninin bir ziraa oranı gibidir. Şu halde bu dağlar, yerin küre olmasına mâni değildir. Mesela bir yuvarlak elma üzerinde pirinç tanelerini saplansa, tanelerin yarıları dışarıda bulunsa,o elmanın yuvarlaklığına onlar zarar vermediği gibi, dağlar dahi yerin küreliğine zarar verme ve veremez. Lakin yerküre fazla büyük olduğundan, düz görünür. Onun için felsefeden habersiz olanların aklı, gözünün gördüğünü geçmeyip, olduğu yeri düz gördüğünden, yerin tamamı düz yüzey zanneder. Halbuki gerçeğe uygun değildir.

Yerkürenin ortasında bir hayalî nokta vardır ki, âlemin merkezi ve gerçek dip odur. Bütün yönlerden ağır cisimler ona meyledip, engeller olmasa, varıp onu bulur. Her yönden yerin göğe uzaklığı eşit olduğu halde, ağır cisimler birbirini itme sebebiyle veya merkezin çekmesi yoluyla, bu toprak unsuru unsurların ortasında yerleşmiştir. Şu halde insan, yeryüzünün her ne yerinde dikilirse, onun tepesi sürekli gök tarafına gelip, ayağı merkeze doğru olur. Ona göğün yarısı görünür. Zira ki, onun ufku dairesinin merkezi, kendi ayağı altında bulunur. Yerin hangi tarafına, ne miktar hareket etse, ona, göğün o miktarı o taraftan meydana çıkar. Öteki tarafından o miktar gök, gizlenmiş olur. şu halde 22 fersah mesafe ki, yaklaşık yerin bir derecesidir, her o kadar hareket için, göğün dahi bir derecesi meydanda olup, karşısında bir derecesi görünmez. Zira ki, yer, kendi kuşağının 260 cüzünden bir cüzü olduğu gibi, göğün dahi bir derecesi öyledir.

Şu halde yerin bir derecesi, karşısında ve paralelinde bulunan göğün bir derecesine uygun ve eşit sayılmıştır. Gerçi yer dairesinin kavsinden, gök dairesinin kavsi uzun bulunmuştur. Lakin bu kıyas ile bütün dereceler, feleklerin kuşağı ve yıldızların yükseklik alçaklığı bilinmiştir.

İkinci Madde

Toprak unsurunun iki tabaka bulunduğunu ve bazı filozofların görüşlerine, bazı âyet-i kerime ve hadis-i şeriflere bu durumun bir yönden uyduğunu bildirir.

Ey aziz malum olsun ki, filozoflar ve kelamcılar demişlerdir ki: Bu toprak unsuru, bir küre iken iki tabakaya bölünmüştür. Önceki tabakası çamur tabakasıdır ki; bütün madenler, bitkiler, hayvanlar, kaynaklar, zelzeleler, buharlar, onun üst nahiyesinde oluşup, vücuda gelmiştir. bu topak unsuru renksizken, onlarla karıştığından nice muhtelif renklerle renklenmiştir. Bu tabakanın kalınlık ve derinliğini, Hindistan filozofları, bal mumları yakıp, çeşitli fenlerle değişik yerlerde derin kuyular kazmak, inceleyip, denemişlerdir. Nice sahralarda 7000 kulaçtan fazla ve deniz yakınında 15.500 kulaç ki, takriben beş fersah mesafedir. O kadar yerin dibini kazdıkta, çamur tabakasının sonunu bulmuşlardır Ve halis renksiz ve kuru toprağa ulaşmışlardır. Halen o kuyuların dördü, Hindistan'ın sonu olan Kenkeder sahrasındadır. Şeddad kuyusu, Şam'da, Altın Çeşme semtinde, Zeydanî sahrasındadır ki, ona Haviye kuyusu derler. O semtin halkı, onu temaşa etmek için giderler. Yağlı hırkalardan deve kadar büyük demetler bağlayıp, ateş ile şulelendirip,o kuyuya atarlar. O zaman o şuleyi seyredip görürler ki, kuyunun içine indikçe küçük görünüp, ta yıldız kadar olur, derler. Sabittir ki, geceleyin bir dağda, deve büyüklüğünde yanan ateş, beş fersah mesafeden, bir yıldız miktarı görünür. Şu halde bu kıyasla, çamur tabakasının mesafesi bilinir. bu tabaka, ateş tabakasına nispetle altıncı tabaka sayılır.

Toprak unsurunun ikinci tabakası, halis topraktır ki, merkezi kuşatan aslî unsurdur. O, tamamen soğuk ve kurudur ve renksizdir ki, renklenmiş değildir. Ziraki aslî unsurların rengi olmaz. Nitekim suyun rengi, kabın rengidir Bu halis tabakanın derinliği merkeze varıncaya dek 1267 fersah mesafe hesap olunmuştur. zira ki, yerkürenin kuşağı, 8000 fersah mesafe olduğundan, çevreden merkeze varıncaya dek yarıçapı, 1272 fersah mesafe bulunmuştur. Şu halde yerin yarıçapından beş fersah çamur tabakasının kalınlığı çıkarıldıkta, kalan halis tabakanın kalınlığı olur.

Şu halde ay feleğinin altında ateş tabakası, onun altında duman tabakası, onun içinde soğu tabaka, onun içinde buhar tabakası, onun içinde su tabakası ve onun altında çamur tabakası, onun içinde de hâlis tabakadır ki, yedinci tabakadır. Bu yedi tabaka birbirini kuşatmıştır ve "Allah yedi göğü ve bir o kadar da yeri yarattı," (65/12) âyetine uygun gelmiştir.

İbn-i Abbas (Allah ondan razı olsun) hazretlerinden naklolunan boğa ve balık kıssası gerçeklik kazandığı takdirde; boğa burcu ve balık burcu ile tevcih olup ona uygun olmuştur. Zira ki Ashab-ı Kiram'ın bu tür işlerden akla uygun yorumları galiba İslâm'ın başlangıcında din işleri henüz yerleşmeden, felsefî görüşlere halk meşgul olup, İslam dininin kaidelerini zabt ve rivayetten kalmasınlar diye, din işlerinden olmayan suallere: "İnsanlara akılları seviyesinde söyleyin," hadisince hakimâne cevaplar vermişlerdir. Elbette peygamberlerin ve Ashab-ı Kiram'ın görevi, halka din işlerini öğretmek olup; eşyanın hakikatlerinin açıklanması onları vazifesi olmadığından, kendilerine ayın değişik şekillerinden sorulduğunda: "Sana yeni doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlar insanların muameleleri ve hac için vakit ölçüleridir," (2/189) buyurulmuştur. Ta ki halk, onlardan soracaklarının ne olduğunu bilsin ve din işlerinden olmayan durumları onlardan sual etmesin. Nitekim hurma ağacının dikilmesi ve aşılanması konusunda, Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesellem: "Siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz," buyurmuştur. Yerkürenin iki kutbu doksanıncı enlemlerdir ki, yukarıda açıklandığı üzere, altı ay gece ve altı ay gündüzdür. Şu halde Hızır ve İskender karanlığı, kuzey kutbunda olan altı ay geceden ibarettir. Yoksa sürekli karanlık olan yer, bilim adamları katında sabit değildir. Ye'cüc ve Me'cüc seddi, yedinci iklimin doğu semtinde, eski Tataristan'ın kuzeyinde bir yerdedir. Bazı eski kitaplarda, yerin mesafesi 500 yıllık yol ve yerle göğün arası 500 yılık yol yazılıp, Sümmüvâ'ta bu anlamları içine alan hadis-i şerif dahi rivayet olunmuştur. Lakin murat, ancak mesafenin çokluğunu belirtmektir, sayı değildir. Zira ki 50, 70, 500, 700, 1000, 50.000, 70.000, 100.000... sayıları hep çokluk makamında kullanılmıştır. Nitekim: "Ey resulüm, o münafıklar için ister mağrifet dile, ister dileme. Onlar için yetiş kere mağrifet istesen de, Allah onları asla bağışlayacak değil..." (8/80) âyet-i kerimesinde sayı tayini murat olunmayıp, çokluktan kinaye bulunmuştur. Şu halde bunun gibi tevillerle, ilim adamlarının birçok görüşleri dine uydurulmuştur.

Üçüncü Madde

Yeni dünyayı (Amerika) bildirir.

Ey aziz, malum olsun ki, astronomi âlimlerinden Nasîr Tusî ve ondan önce gelen filozofla demişlerdir ki: Gün eşitleyici daire ile ufuk dairesinin kesişmesinden yerkürede hâsıl olan dört kısmın, iki kuzey kısmından birisi mamurdur ki, böylece dünyanın dörtte biri meskun olmuş olur. Geri kalan dörtte üçünün durumu meçhuldür: Ya mamur ve meskun veya okyanusla doludur.

Lakin sonraki bilginler, okyanusu gemiyle dolaşarak, kalan dörtte üçünü bütün durumlarını keşif ve ispat etmişlerdir. Eskilerin bilmediği yerler bulunup, mamur yerleri dörtte bire hasretmeye mecal kalmamıştır. Zira ki, miladî tarihin 1492 senesinde, ki hicrî tarihin 933. senesiydi, Endülüs memleketinden, cebir ilminde mahir bir mühendis korsan ki, namına Kolon (Kristof Kolomb) derlerdi. O, okyanusun durumlarını incelemek için iç denizin dış denize döküldüğü Sebte boğazı dışında, İspanya limanından üç gemide 120 adam ile yelkenler açıp, batı tarafına doğru salmıştır. Devamlı yengeç dönencesinden yirmi derece kuzeyi almıştır. Yani 43 derece enleminde giderdi. Zira ki iki tarafından sıcaklık ve soğukluk altına düşmekten çekinirdi. Sürekli güneşin batışını gözetip, 33 gün seyretmiştir. O müddet içinde okyanusun sahilinde tamam 3800 mil mesafe kat etmiştir. Nice defa yanındakiler pişmanlıkla geri dönmeyi kastetmiştir. Gemilerde bulunanlar ona, nice kere itap edip: bizi bela girdabına uğrattın ve hepimizi bu engin deniz içinde kaybettin, diye Kolomb'a hücum ettiklerinde, o, onlara cevap etmiştir ki: Sizin kurtuluşunuz, ancak denizi bilir ve astronomi âletleri kullanabilir adamla olur. Siz beni öldürürseniz, hepiniz denizde kalıp, helak olup gidersiniz, diye kâh müjde kah korkutma ile onları yatıştırırdı. Kurtuluştan ümidi kesip, şaşırmış kalmışken, ansızın hoş bir ada görünmüştür ki, akan nehirleri ve yüksek ağaçları vardı. O zaman canları bir miktar rahat bulup, Kolomb'a teslim olmuşlardı. Altı gün yine günbatımına doğru gidip, altı boş ada bulmuşlardı. Hepsinden büyük olan adaya, İspanyol adını vermişlerdi. Buradan geçip 800 mil dahi karayel üzere gitmişlerdi. O zaman bir sahile yetmişlerdi. Nice günler o sahilin etrafında kuzey ve güney taraflarına seyretmişlerdi. Onun ada olduğunu bilmişlerdi. Orada bir kavim bulmuşlardı ki, bunların seyrine gelip, toplanıp sahile yetmişlerdi. Bunlar sahile yaklaştığında, onların hepsi firar etmişlerdi. Önce gemileri balık sanıp, temaşaya gelmişler, sonra insan olduklarını bilmişler ve korkup kaçmağa kalkmışlardı. Zira ki onlar, gemi ve sandal bilmezler imiş. Bunlar gemilerden çıkıp, onlara yetişip, bir kadın tutmuşlardı. Ona çok hediyeler verip, gözetmişler, lisanını bilmediklerinden, kavmini getirmeyi işaretle anlatmışlardı. O zaman o kadın, varıp kavmini gemiler yanına gönderip; onlar dahi altın, gümüş, meyveler, ekmek ve çeşitli kuşlarla ve hayvanlarla gelmişler, iskele yanına yetmişlerdi. Nice günle ve aylar burada alış - veriş edip, oraya batı Hint deyip, orada kırk adam koyup, yine doğuya doğru selametle gelip, gitmişlerdi. İspanya hâkimine yeni dünya hediyelerini hediye etmişler. Bundan sonra ikinci ve üçüncü senelerde varıp geldikçe yeni dünyalıların lisanlarını ve âdetlerini tamam bilmişlerdir. Yolunu 5000 200 il deniz yolu bulmuşlardır. Lakin okyanusun doğuya doğru hareketinden dolayı elli günde gidip, ancak beş ayda gelmişlerdir. Sonra dördüncü senede Kolomb, bulduğu yeni dünyaya ulaştığında, oranın Kâşk adlı hâkimi, Kolomb'u gemiden çıkmaya komayıp, menettiğinde; Kolomb'un ona karşı koymaya kudreti olmadığından, hile yoluna sapıp, demiştir ki: Siz, bize cefa eylediniz.

Onun için rabbiniz size gazap etmiştir. Alameti odur ki, yarın güneşin ışığını alsa gerektir. Meğer ertesi günü, bize nispetle orada güneş tutulması, olup, Kolomb bunu bilmiştir. O zaman bu sözden onlar vehme düşüp, sabahı beklemişlerdir. Kolomb'un haber verdiği saatte güneş tutulduğu için, oradakiler korkuya düşüp, Kolomb'a hediyelerle gelmişlerdir. Sulh edip, ona boyun eğip, itaat kılmışlardır. Hepsi puta tapıcı iken, ahalinin çoğu dönüp, Kolomb'a uyup, Hıristiyan olmuşlardır.

Kolomb, adamlarıyla yeni dünyada kalıp, yirmi senede birçok yerini zabt edip almıştır. Kuzey yarısı ahalisini beyaz ve esmer; güney yarısında oturanlarını, Habeşî ve siyahî, boylarını 14 karıştan fazla uzun bulmuştur.

Yeni dünyanın birçok nehirleri, meyveli ağaçları, yüksek dağları ve derin vâdileri vardır. Oranın rengârenk kuşları ve vahşi hayvanları sayısızdır.

Burasının büyüklüğü, dünyanın meskün olan diğer dörtte bire kadardır ki, garip tavırları ve acayip halleri, Yaratıcının sanatının eserlerini ve kudretini tasdik etmektedir. Önceki kitaplarda sözü edilmemiş ve hazreti Adem'den beri gidilmemiş olan bu yeni kıta, yeni dünya adını almıştır. Burası o kadar geniştir ve o kadar çeşitli dağları, ovaları vardır ki, tafsilini ancak Allah bilir. Kelam-ı Kadiminde: "Onun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez." (6/59) buyurmuştur.

Dördüncü Bölüm

Kaynakların fışkırmasını ve yer sarsıntısını hakîmâne bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Kaynakların kaynamasının ve yerin sarsılmasının sebepleri budur ki, yerin içinde oluşan buhar, orada hapsoldukta; bir tarafa yönelip, orada soğuyarak suya dönüşür. Eğer az ise buhar parçalarıyla karışıp kalır. kuyu suları budur. Eğer fazla ise, yerin içine sığmayıp, yerkabuğunun ince yerlerini yararak, çıkar ki, kaynayan kaynaklar budur. Pınar ve kaynakların bir sebebi dahi budur ki: Karlanan ve yağmurlardan dağların içine sızarak akan sulardır. Zira ki, kar ve yağmurun çokluğu ile kaynaklar ve pınarlar çoğalıp, onların azalmasıyla bunlar dahi eksilmiştir. Şu halde yeryüzünde akıp, insan ve hayvanların hayat maddesi olan tatlı sular için Hak Teala yerin dağlarını hazineler kılmıştır. Zira ki yağmur ve kar suları, dağların altında mağaralar ve taşlar içinde ve yeraltında toplanıp, dağlar tarafından saklanmıştır.

Bundan sonra dar yarıklardan azar azar sızdırıp, ondan kullarına yetecek kadar pınarlar ve nehirler akıtmıştır. Ta ki gelecek kışta yağmur ve karı dağların mağaralarına sızdırıp, sularından, mağara ve taşlardan akan suların yerine dolduruncaya kadar, o taşların altlarında olan küçük gözelerden yavaş yavaş sızan nehir ve kaynak suları, insanlara ve hayvanlara yetmiştir. Fazlası, vâdilerde seller olup, feryat ile denizlere gitmiştir. Şu halde o yüce Yaratıcı, yeryüzünde olan yaratıklar için dağlara yağmur ve kar verip, nehirler ve kaynaklar çıkarmakta dolap misali etmiştir. Bu dolapların dönüşü süreklidir ki, kıyamete kadar sürer.

Yeraltında buharlardan oluşan veya yağmurdan biriken sular, yerlerine sığmayıp, ince yerlerden kolaylıkla çıktığında, eğer taşların veya temiz toprağın yakınında ise, o su, soğuk ve tatlı olur. Eğer çorak yerlerden gelirse, o su tuzlu olur. Eğer kükürtlü arazilerden ve madenlerden çıkarsa o su sıcak olur. Zira ki kış mevsiminde havanın soğukluğu galip olduğundan, güneşin sıcaklığı yerin altına firar eder ki, iki zıt bir yerde toplanmaz. Onun için yerin içi kış günlerinde sıcak olup; kükürtlü araziler ve madenler, sıcaklığı, çokluğuna ve azlığına göre çekip, daima korumuşlardır. Bu sebeptendir ki, madenler çevresinde kaynayan ılıca suların tatları ve kokuları ve hararetleri ve özelliklerini almışlardır. Eğer bu suya, havanın soğukluğu isabet ederse, donup civa olur. Zift, neft, şab veya tuz olur. İsfahan ile Şiraz arasında bir su çıkar ki, Allah'ın şaşılacak sanatlarındandır. Sığırcık suyu nâmıyla meşhurdur. Kaçan bir yere çekirge istila edip, mahsullerini yese; bir kimse varıp o sudan bir şişe alıp, arkasına bakmadan ve şişeyi yere komadan o araziye getirse, o suya sayısız sığırcık tâbi olup, o çekirgeleri öldürdüğünü tevatür ile naklederler.

Yerin içinde oluşup, hapsolan buhar, öyle bir mertebe kalın olsa ki, yer kabuğunu yarıp çıkması mümkün olmasa veya yerkabuğu kesif ve salp olup buharın çıkmasına mâni olsa; yerin altında toplanıp dışarı çıkmak isteyen o buhar, yeri şiddetle yardıkta, o yer hareket eder ki, yerin sarsıntısı odur. Yerin içinde oluşan dumanların ve rüzgârları ahkâmı, atmosferdekilerin ahkâmı gibidir. Kâh olur ki bunlar oldukça kuvvetli olup, yeri öyle hızlı yarar ki, ondan büyük gürültü hâsıl olur. Kâh olur ki dumanın tabiatı gereği ateş almasına neden olan şiddetli hareketlerle yerden ateş çıkar. Eğer ateş, bir madende ortaya çıkarsa, onu tamam bitirinceye dek aylarca hatta yıllarca yanar, demişlerdir. (En doğrusunu Allah bilir. Çünkü o, muhakkak sebeplerin yaratıcısıdır.)

Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname 23.Bölüm

Marifetnâme 23.Bölüm

BEŞİNCİ BÖLÜM

Su unsurunun mahiyetini, keyfiyet ve durumlarını, farklılık ve vasıflarını, isimlerini; denizken buhar, bulut, kar, yağmur, kaynak ve nehir ve yine buhar olmasını; değişik hareketlerle hareket bulmasını; denizlerle karaların yer değiştirmesini; denizlerde ve karalarda bulunanların sudan faydalanmasını, suda hayvanların vücuda gelmesini; su tabakasının kalınlığı sayılan denizlerin derinliklerinin ölçülmesini, denizle gemilerin yürümesini ve gemilerle halkın her tarafa varıp, murat almasını; yeni dünya (Amerika) bulunup, yer ve deniz devr olunup, batıya giden gemilerin doğu semtine gelmesini yedi madde ile açıklar.
Birinci Madde

Su unsurunun mahiyetini, tabiat ve tavırlarını bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki filozoflar ve astronomlar ittifak üzere demişlerdir ki: Dört unsurun üçüncüsü su unsurudur ki, o basit bir cevher, renksiz ve şeffaf küre bir cisimdir. Tabiatı nemli ve soğuktur. Havaya nispetle kesif bulunup, ağırlığı sebebiyle öteki unsurlardan farklıdır. Oluşum ve bozuşumla suretler bulmaya kabiliyetlidir. Kendi yerinden çıktığında, başka unsurlara dönüşür. Yerinde iken bile unsurlara dönüşür. Kendi tabiatıyla yerinde sâkin iken nice değişik hareketlerle hareket halindedir. Su küresinin üt yüzeyi dalgalı olup, üstünde bulunan hava küresinin hareketli yüzeyine tema etmiştir. Alt yüzeyi, altında olan toprak yüzeyine teğet olduğundan, vâdilerin ve dağların iniş çıkışı nedeniyle suyun yüzeyi dahi iniş-çıkışlıdır. Bu su küresinin tabiî yeri, havanın altı ve toprağın üstü olup, yerküreyi her yönden örtüp, içine alıp, tam yuvarlak olmak tabiatı gereği iken, yeri tamamen örtmeyip, yerin bazı kısımları açıkta kaldığından; hikmetinde bazı astronomlar, Hakk'ın inayetine yapışıp, yer hayvanlarının, özellikle insan nevinin yaratılışına ve yeryüzünde havadan teneffüsle neslini sürdürmesine ve hayatını devam ettirmesine ilahî yüce iradeye bağlamışlardır ki, görünüşte bir sebebi malûm değildir, demişlerdir. Çoğu dahi teslim olu, demişlerdir ki: bu sebepler âleminde her şey sebepler yoluyla vücuda gelmek, ilahî âdettir. Şu halde deniz suyu, dünya küresini tamamen örtmediğinin sebebi budur ki, güneşin merkez dışı feleği hasebiyle doruk ve eteği olduğunda ve hâlen eteği güney burçlarından oğlak burcunun başlarında bulunduğundan, güneş, kendi seyriyle senede bir kere eteğine indikçe, yerin merkezine yakın olup sıcaklığı fazla tesir eder. Çünkü güneş, o güney burçlarında, eteğinde oldukça yere yakı olup; kuzey burçlarında doruğundan bulundukça, yerden ırak gitmiştir. Bu durumda eteğine geldikçe, sıcaklığının şiddeti, su unsurunu ısıtıp, harekete getirip, yerin o tarafına çekmiştir. zira ki az bir su, bir büyük kazanın bir kenarında kaynasa, elbette o su, kazanın öbür taraflarından o tarafa varıp, sair tarafları sudan hâli kalıp, açıkta olur. Bunun gibi deniz suyu, güney tarafında güneşin sıcaklığının şiddetinden harekete gelip, deniz suları diğer kutuplardan o tarafa çekilmiş olup; yerin kuzey semtinde açık yerler kalmış, demişlerdir. Lâkin araştırıcılara göre, soğukluk ve sıcaklık, sadece güneşin yakınlığı ve uzaklığı değildir. Belki güneş ışınlarının dik gelmesi sıcaklığı, kırık gelmesi sıcaklığın azlığına sebeptir. Nitekim yukarıda açıklanmıştır. Kara ile deniz ikisi bir küre olduktan sonra, asırların geçmesiyle rüzgârların esmesi, sellerin akması, açık araziye tesir edip; vâdiler, dağlar, inişler-çıkışlar oluşmuştur. Deniz suyu hareket ettikçe alçak yerlere inip, toprak üzerinde yer yer göller ve gölcükler kalmıştır. Şu halde güneşin etekte bulunması, kara parçalarının kalmasına tek sebep bilinmeyip, sadece önemli sebep bilinmiştir. Zira ki Amerika'nın yarısı etek noktasının (oğlak dönencesinin) altında kalmıştır. Vallahi alem.
İkinci Madde

Su unsurunun değişik vasıflarını ve isimlerini; deniz iken buhar, bulut, kar, yağmur, memba, dere ve nehir olmasını ve onunla bitki hayvan ve insan, belki bütün madenler ve özlerin hayat bulmasını ve yine suyun buhar olup aslına dönmesini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve filozoflar ittifak üzere demişlerdir ki: Toprak unsurunu kuşatan su unsuru ki, o, bahr-i muhittir. (Okyanusların genel adı, bahr-ı muhit'tir.) O tek bir deniz iken, çeşitli imkanlara nispetle muhtelif denizlere bölünmüştür. Cihanın dört yönüne nispetle, dört kısım bulunmuştur. Bunlar: Doğu okyanus, batı okyanusu, güney okyanusu ve kuzey okyanusudur. Bunların her biri kendi sahillerine bitişik olan memleket ve beldelere izafetle nispet kılınmıştır. Nitekim güney okyanusuna: Çin okyanusu, Hint okyanusu, Acem okyanusu, Fars okyanusu, Umman okyanusu, Arap okyanusu, Habeş okyanusu, sudan okyanusu denilmiştir. Su unsuru, ateş tabakasına nispetle beşinci tabaka sayılmıştır. Güneş şuasının sıcaklığıyla, deniz suyunun ince parçaları havaya yükseldiğinden; ateş, hava ve toprak parçalarıyla karışmış olan kesif parçaları kalıp, tadı böyle acı ve tuzlu bulunmuştur. Yukarıda açıklandığı üzere, deniz sularından güneş vasıtasıyla havanın içinde buhar, bulut, kar ve yağmur olup, yere indiğinde, yavaş yavaş kaynaklar ve nehirler olup ve ondan madenler, taşlar, bitkiler ve ağaçlar nasiplenip, bütün hayvanlar ve insanlar, hayat ve can bulur. Cümleye hayat verdikten sonra kalan fazlası büyük nehirler olup ve ondan madenler, taşlar, itkiler ve ağaçlar nasiplenip, bütün hayvanlar ve insanlar, hayat ve can bulur. Cümleye hayat verdikten sonra kalan fazlası büyük nehirler olup, denizlere dökülür. (Su ile her şeye hayat veren Allah münezzehtir.) Deniz suyu, bir dahi havaya komşu olduğunda, yine letafet ve halavet bulup, hoş ve tatlı su olur. Deniz suyu bu minval üzere dolap gibi sürekli devr edip, denizlerden giden buharlara karşılık, denizlere nehirler gelir. Bunun için yükselen buharlarla, denizlere eksiklik gelmez. Nehirlerin karışmasıyla de denizler artmaz. Deniz suyu acı ve kesifken, havanın komşuluğuyla tatlılık ve letafet bulur. Lâkin güneşin sıcaklığıyla ısınmış ola toprağa karışmasıyla renkler, tatlar ve nitelikler kazanıp, tuzlu ve sıcak olur. Zemzem suyu, bütün hastalıklara devadır. Tatlı suyun faydaları çoktur. Ama susuzluğu gidermesinden büyüğü yoktur. Su unsurunun dahi, ötekiler gibi rengi olmayıp, karıştığı nesneye dönüşür, onun tabiatını alır. Mesela suyun karıştığı nesne sirke ise, su sirke olur. Bal ise, o da bal olur. Mutlak su iken bütün renkleri ve tatları kabul eder. Bütün kirleri ve yağları yok edip, akar gider. Yunan filozofları bahr-i muhite, okyanus derler. Muhit okyanus, yumurtanın beyazının kendi içinde sarısını kuşattığı gibi, dönücü olan toprak unsurunun çoğunu kuşatmıştır. Toprak küre, denizden yer yer ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan yerlerin dörtte biri meskûn, yeni dünya (Amerika) ve binlerce ada mamur nice nâm ve nişan ile şöhret bulmuştur Bu dörtte bir meskûn yerlerde olan küçük denizler, o büyük okyanusun artıklarından yer yer birer göl emsali kalmıştır.O küçük denizlerin en büyüğü Hazar denizidir ki, okyanusa bitişik değildir. Bu, güney okyanusundan kuzeye dolanıdır. Devredici değildir. Kuzeyinde Hazar şehirleri, Mongay ve Türkistan bulunur. Doğusunda, Harezm, Taberistan ve Cürcan'dır. Güneyinde Ca dağları ve Keylan'dır. Batısında Şirvan, Dağistan ve Ezderhan'dır. Bu denizin adaları çoktur. Lâkin hiçbirinde imaret yoktur. Zira ki çok dalgalı ve çabuk helak edicidir. En derin yeri yüz kulaç gelmez. Cezri ve meddi olmaz. Bu denizin çevresi, yaklaşık 3000 mil mesafe ölçülmüştür. Uzunluğu, yaklaşık 850 mildir. Genişliği doğudan batıya, 600 mil bulunmuştur. Kulzüm, bir şehrin ismidir ki, deniz sahilinde bulunmuştur. O deniz, o şehre nispet kılınmıştır. Okyanusa bitişik olduğundan, cezri, meddi ve dalgalanması okyanusa benzer. Firavun askeriyle onda boğulmuştur. Kızıldeniz ile Yemen arasında bir büyük bağ bulunur. Kızıldeniz'in uzunluğu ve genişliği Hazar kadardır. adalarının çoğu mamur ve meskûn bulunmuştur. Geçişi kolay ve nâdiren helak edicidir. Derinliği, 200 kulaçtan fazla bulunmuştur. Ona bitişik olan Narencek ve Habeş denizinin yolcuları, güney kutbunu görüp, kuzey kutbunu görmezler. Zira ki, ekvatorun güney semtinde bulunurlar. Bahr-i Rum ki, Akdeniz'dir. O, batı okyanusundan çıkmıştır. Doğuya doğru gelip, Dimişk'e (Şam) değin akmıştır. Bu denizin uzunluğu batıdan doğuya, yaklaşık altı aylık yoldur. genişliği güneyden kuzeye aynı ölçüde değil, bazı yerleri dar, bazı yerleri geniştir. Batı tarafından genişliği, yaklaşık 700 mildir. Ortası 2000 mildir. Doğu tarafı bin milden ziyade ölçülmüştür. Bu denizin kuzeyinde: Endülüs, Yunan, Frenk, Rumeli ve Anadolu memleketleri bulunur. Doğusunda: Halep, Şam ve Kudüs eyaletleri vardır. Güneyinde: Mısır, Libya, Tunus ve Cezayir memleketleri vardır. Batısında: Batı okyanusu bulunur. Bu denizde çok adalar vardır ki, meskûn ve mamurdur. Kur'an'da yazılmış olan iki denizin birleşmesi durumlarının, bu denizin bulunduğu meşhurdur. Bu denizin memleketleri büyük, geçişi kolay, sahilleri meskûn, adaları mamur, faydaları çok yararlı bir denizdir. Mıknatıs taşı ve mercan ancak onda oluşur. Bir gün bir gecede med ve cezri dörde ulaşır. Derinliği, üç kulaçtan fazla değildir. Bahr-i Esved ki, Karadeniz'dir. O, İstanbul'a, dört-beş saat mesafe bir boğaz içinden gelip, o Belde-i Tayyibe önünde iki denizi birleştiği yere dökülür. Oradan Akdeniz'e dahil olur. Akdeniz ise, Sebte boğazından batı okyanusu ulaşır. Karadeniz boğazının doğusunda, yüksek bir dağ üzerinde olan uzun mezar, Yuşa nebinin kabridir, derler. Karadeniz, doğudan batıya dolanır. Hazar'dan daha geniş ve derindir. Kuzeyinde: Akgerman, Kefe, Aak ve Abaza şehirleri vardır. Doğusunda: Fas ve Gürcistan kaleleri ve Rize bulunur. Güneyinde: Trabzon, Giresun, Sinop ve Ereğli eyaletleri vardır. Batısında, İstanbul, Karaharman ve Tuna nehridir. Bu denizin ortasında adaları yoktur. En derin yeri, 300 kulaçtan çoktur. Doğudan batıya giden gemilere kolay geçit verir. Batıdan doğuya gelen gemileri çoğunlukla helak eder. Bu denizin çevresi, yaklaşık 5000 mildir Uzunluğu, yaklaşık 1500 mildir. Genişliği güneyden kuzeye yani Sinop'tan Kefe'ye, yaklaşık 700 mildir. Uzunluk mesafesi doğudan batıya, 45 günlük yoldur. (Denizlerin yaratıcısı münezzehtir.)
Üçüncü Madde

Denizlerin çeşitli hareketlerini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve filozoflar ittifak üzere demişlerdir ki: su unsuru olan denizlerin muhtelif hareketleri vardır. birinci hareket, aşağıya doğru olan harekettir. bu su unsuru, toprak unsuruna bitişik olduğundan, tabiatı gereği yer gibi, merkez tarafına harekettir. Bu irinci hareket, tabiî olan süflî harekettir. İkinci hareket, rüzgârların hareket ettirmesiyle olan dalgalanma hareketidir. Üçüncü hareket, doğudan batıya harekettir. Bütün denizciler katında denenmiş ve sabittir ki, okyanusun doğudan batıya akması vardır. Meselâ Akdeniz'in sebte boğazından okyanusla batıya doğru Amerika'ya 1,5 ayda varırlar. Dört- beş ayda ancak doğuya doğru gelirler. Portakal (Portekiz) tayfaları okyanusla Amerika'dan geçip, yeraltından Hint'e gidip gelirlerken, okyanusun doğuya hareketini seyretmişlerdir. Bu hareket, Akdeniz'de de tecrübe olunmuştur. Bu hareketin sebebi büyük feleğin günlük hareketinden bilinmiştir. Zira ki, okyanusa gizlice tesir edip, felekler gibi onu dahi döndürür bulunmuştur. Dördüncü hareket, kuzeyden güneye harekettir. Bu hareket ahi denizcilerin tecrübesiyle ispat olunmuştur. Bu hareketin sebebi, kuzeyde toprağın bir miktar yüksek oluşundandır. O taraflarda nice büyük nehirler vardır ki denizlere akar bulunmuştur. Nitekim Don nehri Azak denizine, Tuna nehri ve sair nehirler Karadeniz'e dökülür. Kuzey taraf güneşten uzak ve soğuğu şiddetli olduğundan, onda çok sular oluşup, güney semtine akar gider. Beşinci hareket, yayvan harekettir. Bu hareket Akdeniz'de olur. Bu hareketin sebebi, doğuya yönelik harekettir ki, burunlara ve körfezlere rastlayıp geri gelir. Böylece o sahillerde yayvan hareket meydana gelir. Altıncı hareket, med ve cezir hareketidir. Bu hareketle deniz suları tereddüt üzere sahillere gelip, altı saat kadar durup, yine geri gider. Bunun sebebi konusunda filozoflar ihtilâf etmişler: Çoğu demişler ki: Bu âlemdekilerin çoğu dört unsurdan bileşik, akıl ve ruh ile kaim ve bir tek nefs ile hareket eden ve duran bir canlıdır ki, bir hareketi dahi med ve cezirdir. Bazıları demişlerdir ki: Med ve cezir, okyanus içinde olan hayvanların ve etrafında olan ruhların teneffüsünden olur. Bazıları demişlerdir ki: Med ve cezir, güneşin hareketine oluşan rüzgârların hareketinden vücuda gelir. Bazıları da, med ve cezri, ayın tesirine isnat etmişlerdir. Nitekim yukarıda açıklanması geçmiştir.
elhasıl her şeye ve her işte nice hikmetler ve faydalar olmakla, bu su unsurunun sürekli hareketi dahi mânâsız olmayıp, zımnında nice faydalar vardır. Önce deniz, hareket ettiğinden dolayı kokuşmaz. Zira ki, hareketiyle kokuşma gider. Meselâ bir kimse güneş yönüne itidal üzere yürüyüp gelse, bu işi tecrübe ile anlar ve şüphesi kalmaz. Zira ki, güneşe karşı ayakta duran, oturan kadar sıcaktan etkilenmez. İkinci olarak, med ve cezir ile deniz suyu temizlenir. Zira ki durgun su, çoğunlukla pis ve bozulmuş olur Halbuki hareketli denizde pislikler eğlenmeyip, etrafına çıkıp, suyu temiz kalır. Üçüncü olarak, bu med ve cezirin gemilere genel kolaylığı vardır. Zira bazı iskeleler vardır ki, medsi onlara yaklaşma ve girmek mümkün olmaz ve cezir zamanında gemiler kolaylıkla çıkar, çakılıp kalmaz.
Dördüncü Madde

Denizle karanın değişimini ve birbirinin yerini almasını bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar ve astronomlar demişlerdir ki: Deniz ile kara yer değiştirirler. Zira ki zamanların geçmesiyle sulardan toprakta nice sebeple büyük değişiklikler hâsıl olur. Evvela toprağın bazı yerleri çorak ve kuru olmuşken, denizden ona itidal gelir ve tam tersi olur. Bu bakımdan toprak, hayvan ve insana benzer. Kâh civan kâh elden ayaktan düşmüş pîr olur. İkinci olarak bazı yerler açıkken, denizle örtülür. Kâh deniz altındaki yerler açılıp, mamur olur. Zira ki, denizin hareketi, felekî cisimlerin kuvvetinden çıktığında ve kâh fırtına ve tufanı harekete geçiren yıldızların bakışları, denizin hareketine uygun gelmekle, deniz haddinden fazla azar. Sahillerini geçip gider. Kâh bir ülkeyi basıp örter ve kendine mahsus eder. Kâh bir başka kenarından çekilip, yeri açar ki, güya insanlara o yeri bahşeder. Üçüncü olarak, karaya bitişik bazı yerler, günlerin geçmesiyle ada olmuştur. Kıbrıs gibi. Bazı büyük adalar da karaya bitişerek, eyaletlere katılmıştır. Dördüncü olarak, güya ki deniz, verdiği yerlere mükâfat için bazı şehirleri ve adaları alıp, Azak denizi etrafında olan Pira misalî, nice şehirleri basıp dibine salmıştır. Bu yönden derler ki: Eskiden Sebte boğazından beri olan Akdeniz'in yeri, kara iken Yunan arazisi idi. Bundan sonra zamanların geçmesiyle batı okyanusu azıp, o boğazı açıp, o arazide geçip, hâlen olduğu yerlere gelmiştir. Atlas denizi kenarında, aşağıda bir büyük ada varken, bir tarihte yine batı okyanusu azıp içine almıştır. Onun için denizin derinliğini ölçenler, o tarafı ölçerlerken, dibini balçıklı ve otlu bulmuşlardır. şimdi bu delalet eder ki, o er sonradan deniz tarafından basılmıştır. İmam Fahrüddin Razi (Allah ona rahmet etsin) demiştir ki: Binlerce yıl önce şimdi mamur olan dünyanın dörtte biri deniz suyuyla dolu ve örtülüydü. Onun bu görüşü doğrudur ki, taşların çoğu kırılsa, su hayvanlarının parçaları ortaya çıkar. Zira ki, su altından çıkan yapışık çamurdur ki, güneşle taşlaşmıştır. Mesudî, mürüc adlı kitabında yazmıştır ki: Deniz suları devirlerin geçmesiyle hareketli, seyyal ve seyyardır. Lâkin kapladığı yerin genişliğinden ve yavaş hareketlerinden intikalleri his olunmayıp, eski yerlerinde sâkin sanılır. Nitekim Hazreti Halit Bin Velit (Allah ondan razı olsun) Hazreti Ebubekir (Allah ondan razı olsun) hazretlerinin halifeliği zamanında Hîre fethine varmıştır. Necef'e erişmiştir. Hîrelilerden Abdülmesih adlı bir ihtiyar görüp, ondan şaşırtıcı haberler sormuştur ve acayip haberlerinden biri budur ki: Ben yetiştiğimde Far denizinin (Basra körfezi) senindi şim indiğin yere ulaşıp, dalgaları şu anda ayaklarının bastığı yerde çırpınırdı. Gemiler, ind ve Hint mallarıyla buraya gelip, giderdi. Mesudî demiştir ki: halen deniz ile Hîre'nin arası nice merhaledir. necef'e varanlar ihtiyarın doğruluğunu bilmiştir. Filistin ile Kıbrıs adası arasında bir yol vardı ki, Filistinliler karadan Kıbrıs'a giderlerdi. Sebte boğazında taşlardan yapılmış, uzunluğu 12 mil sağlam bir köprü vardı ki, buradan Endülüslüler batı tarafına, batıdakiler de Endülüs'e geçerlerdi. Rum denizinin (Akdeniz) suyu, o köprünün altından akıp, okyanusa dökülürdü. Bundan sonra günlerin geçmesiyle, o köprüyü örtüp, çevresini ile basmıştır. Halen o denizin safa ve sükûnu vaktinde, o köprü görünür, derler. Bunlara benzer binlerce belirti vardır ki, deniz sularının batıdan doğuya akışını delâlet eder. Hint meliklerinin en eskisi büyük Brahman'dır. İşin hikmetini o bilip, söylemiştir. Yüksek cisimlerin, alçak cisimlerde olan tesirlerini açıklayarak, ilk başlangıcı ispat etmiştir. Hind ve Sind adlı kitabında, hikmet bilimlerinin usul ve füruunu yazıp, demiştir ki: Güneşin doruğu, her burçta 2100 sene seyredip, 25.200 güneş yılında bir devresini tamamlar. Vakta ki güneşin doruğu kuzey burçlarından güney burçlarına geçer; yerin imareti dahi kuzeyden güneye değişir. Zira ki, bu mamur yer, denizle dolup, halen denizle dolu olan yerler, meskûn ve mamur olur. iddia etmiştir ki, güneşin doruğunun her devresinde bir kere dünyadakiler yok olup, yeniden vücuda gelir. Mesudî demiştir ki: Şu halde, güneşin eteğinin deniz sularını çekmesi, bu kaide üzerine mebnidir. Çünkü doruk ve eteğin yer değiştirmesi yavaştır. Mamurun harap olması ve başka bir âlemin vücuda gelmesi dahi, defaten değil, tedricendir. O halde mademki güneşin eteği güney burçlarındadır; güney, kuzeyden daha sıcak olup, o sıcaklık, bu rutubeti o tarafa çekip, su unsuru dahi o semte gider. Sürekli olarak, yerin imârâtı, güneşin doruğunun yer değiştirmesiyle farz olunup; güney burçlarına geçmesi halinde, imaret dahi o tarafa geçer. Bütün bunları yazmaktan muradımız, itikat için değildir. Belki hakîm ve yaratıcı olan Allah'ın, şaşırtıcı sanatlarını ve garip hikmetlerini, ârif olanlar her şeyi kendi vücudunda bulup, kendini tanımaya nâil olmakla, Hakk'ı tanımaya erişip, her dileği kendi gönlünde hâsıl olmak içindir.
Beşinci Madde

Denizin, kara ve denizdekilere menfaat ve faydalarını ve kendi içinde bulunan bazı hayvanların bazı vasıflarını bildirir. Ey Aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bütün denizlerin suyu acıdır. Lâkin okyanusun kuzey sahillerinde ve güney sahillerinde olan suları, içilecek kadar tatlıdır. Bunun sebebi budur ki, o iki kutbun dağlarından büyük nehirler ve çok seller akıp, o sahillerden, o iki denize dökülür. O iki yerin tepe noktalarından güneş uzak olduğundan tesiri az ve sıcaklığı zayıf olur. O iki denizin lâtif su zerrecikleri, havaya çekilmeyip, suları letafeti üzere kalmıştır. Şu halde bu iki deniz ile gemilerin getirdiği yük, acı denizlerle getirdiği yükün yarısı kadar ancak gelir. Zira ki, acı suyun cevherî kesif olduğundan, ağır gemileri taşımak için kuvvet bulur. Ama tatlı suyun cevheri talif olduğu için, ağır gemileri taşımaya gücü olmayıp, batırır. Tatlı su içinde yüzmek, acı su içinde yüzmekten kolay gelir. Zira ki, kesif araçları yarmaktan, latif parçaları yararak hareket daha kolaydır. Onun için tuzsuz denizlerin dalgaları, tuzlularınkinden büyüktür. Deniz sularının acı olmasında faydalar çoktur. En belirgini budur ki: Kendi kesafet bulup, selametle gemiler sahillere gidip, geleler. Kokusu latif olup, içinde bulunan yaratıklar, onun kokusundan helak olmayıp, selamet kalalar. Zira ki, durgun su tatlı olsa, uzun bekleyişte kokuşup, kokusu helak edici olur. Hak Teala inayetiyle denizleri dahi insanı emrine vermiştir ki, onların içinden çeşitli taşlar; inci, mercan ve mıknatıs ve amber ve nice faydalı sünger ve çeşitli taze etler çıkartılır. Yeryüzünde olan yaratıkların çeşidinden çok, denizde de yaratıklar bulunur. Lâkin su unsurundan, hava unsuru lâtif olduğu için hava ile beslenen kara canlıları, su ile beslenen deniz canlılarından daha latif, daha zarif, daha güzel ve daha şereflidir. Deniz hayvanları genellikle iki kısım olmuştur. Bir kısmının akciğeri olmaz, balık çeşitleri gibi ve hava teneffüsüne ihtiyacı kalmaz. Zira ki, tabiatı suya göre yaratılmıştır. Bu kısım, nefessiz bulunduğu gibi, sessiz ve sedasız bulunmuştur. Zira ki, hava teneffüsü, ses ve seda, akciğerde bulunan buru iledir. Bunun için ciğeri olmayan canlıların ne teneffüsü olur, ne sesi gelir. Bir kısmının ciğeri olduğundan hem teneffüs eder, hem ses ve seda verip, kurbağa gibi söyler. Balık cinsinden bir cins balık olur ki, cüssede insan misali ve son yarısı çataldır. Tabiatı, deniz yaratıklarıyla cenk ve savaştır. gerçi cüssede üç adam kadardır. Lâkin deniz hayvanlarının hepsine galip bulunmuştur. O, timsah namıyla isimlendirilmiştir. Deniz hayvanlarının en büyüğü Hût'tur. (Balina) ki, büyük gemilerden daha büyük görünmüştür. Hak Teala, hikmetiyle deniz hayvanlarının, kara hayvanları gibi, bazısını yiyici ve bazısını yenici edip, yenilenin neslini çok yaratmıştır. Ta ki, münkariz olmayıp, devam etsin. Denizin dibinde sâkin sadef namında bir hayvan vardır ki, baharın ortalarında denizin yüzüne çıkıp, ağzını açıp, nisan yağmurundan beş-on damla alıp, yine denize dalıp, o damlalar inci olur. (Bâri ve yaratıcı Allah münezzehtir.)
Altıncı Madde

Denizin faydalarından olan gemilerin, çevreye ve sahillere seyir ve seferini bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Hakk'ın inayetiyle denizin menfaatlerindendir ki, deniz yüzünde gemiler, her yönün uygun rüzgârıyla, istenilen yönlere süratle seyredip, nice bin devenin ve katırın nice bin güçlük ve meşakkatle, nice günler ve aylar içinde nice köy ve şehirlere götürdüğü, nice bin kantar ağır yükleri, kolaylıkla yüklenip, az aman içinde, nice bin uzak sahillere nakledip, götürürler. Akdeniz ve Karadeniz'de sefer eden Müslümanlardan gemi kaptanları, gemilerin yürüyüşü için 32 rüzgâr tabir ve taksim edip, hepsini on adet ismiyle açıklamışlardır. Kuzey rüzgârına yıldız, güneye kıble, doğuya gün doğusu, batıya batı, kuzeyle güney arasına poyraz, doğu ile güney arasına keşişleme, güney ile batı arasına lodos, batı ile kuzey arasına karayel, demişlerdir. Sonra bunların her ikisi arasına orta ve her biriyle orta arasına kerte yani dört ıstılah yapıp, kertelerin her birine izafetle tayin ederek; mesela, yıldızın poyrazdan yana kertesi deyip, 32 rüzgâr bilip, hepsini pusula ile bulup, aslına yetmişlerdir ve her rüzgâr ile bir semte gitmişlerdir. Güney okyanusunda gelenlerle sefer eden Çinliler ve Mazinliler, Hintliler ve Sindliler, Arap ve Fars gemicileri; 32 rüzgârı, yakın yönüyle 15 doğma yeri ve iki kutup, hepsini 17 isimle, doğma yönlerinin karşısını batma yeri ile isimlendirmişlerdir. Ve bu 17 sabit yıldızdan 17 yıldız ismidir ki, onları ıstılah edip, 15'inin doğa ve batma yerlerine ve iki karşılıklı kutba gitmişlerdir. Kuzey noktasından başlayıp, doğu yönünden, güney noktasından tertip ile itibar etmişlerdir. İlk olarak kutup noktasıdır ki, batıdır. O kuzey kutbu yakınında bulunan yıldızdır ki, astronomlar ona: Cedî derler. O tarafın rüzgârı, asıl itibar olunmuştur. Bundan sonra ferkadan, na'ş, nâka, ayyuk-u azam, nesr-i vâki, simak-ı râmih, süreyya ve nesr-i tair'dir. O nokta doğu yönünde olduğundan, ona: alî doğma yeri dahi derler. Bundan sonra: Cevzâ, tir-i yemânî, iklil, kalb- i akrep, fariseyn, süheyl, silbar ve kutb-u cenubî doğma yerleri ki, ona kutb-u süheyl dahi derler. Bu semtin rüzgârı dahi asıldır. Batı yarım, yine anılan yıldızların batma yerleri ile isimlendirilir. Kutb-u süheylden sonra: Silbar, süheyl, fariseyn, akrep, iklil, tir, Cevza ve tair batma yerleridir ki, aslî batma yerleridir ki bunlarla 32 yönden esen rüzgârları pusula ile bulup, her biriyle karşı yönüne seyr ve sefer etmişlerdir. Pusula, bir yuvarlak mukavvadır ki, onda 32 rüzgâr yazılıp, bir kutu içine konulmuştur. O taksimâtın birinde kuzey noktası siyah ile işaret kılınmıştır. O kutuya ibre evi denilmiştir. Kuzey ibresinin tepesi mıknatıs ile mıknatıslanmıştır. Kutunun merkezinde bulunan milin tepesine ibrenin ortası konulup, kutunun ağzı cam kapatılmıştır. Ta ki kutunun içine rüzgâr yol bulmaya ve ibrenin hareket ve duruşuna engel olmaya. Şu halde kutunun kuzey noktası, haritanın kuzey noktasına uygun konulsa; ibresi kuzey noktasından 11 derece batıda durduğundan, kutu ile haritanın kuzey noktası ibreden 11 derece doğuda bulunsa, bununla gemicilere bütün yönler belirli ve bütün rüzgârlar anlaşılmış olup; ne taraftan gelip ne tarafa gidecekleri ortaya çıkmış ve açıklığa kavuşmuş olur. Zira ki pusula ibresi, kuzey noktasından batı tarafa 11 derece farklı durur. Denizciler, çoğu gece ve gündüzlerde dağların tepesini bile göremezler. Bu durumda, onlara nispetle güneş ve yıldızlar, denizden doğup yine denizde batar. (Denizleri emrimize veren Allah münezzehtir.) NAZM Keşti-yi sâyiri san vakt-i şitab Bâd-ı bandan kanat açmış mürgab Havf dursun, nedir ol zevk-ü safa K'olasın tair-i ruy-u derya ittikâ eyleyesin bâlina Bakasın âyine-i sîmîne Olasın pâre-i bâd ile vezan Edesin hayli sevahil seyran Olup âsude-i berduş-u heva Gezesin âlemi bî minnet pâ (Seyreden gemiyi sür'atlendiği vakit, yelkenden kanat açmış ördek san. Korku dursun, o sevk ve safa nedir ki, olasın deniz yüzünde olan. Koluna dayanasın, gümüş aynasına bakasın, rüzgâr parçasıyla hareketli olasın. Hayli sahiller seyredesin; âsude ve berduş olup, ayağa minnet etmeden gezesin âlemi.)
Yedinci Madde

Su tabakasının kalınlığı bulunan denizlerin derinliğini, okyanusların büyüklüğünü ve kara ve deniz küresinin gemi ile seyr ve dolaşımını bildirir. Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar, denizlerin derinliğini ve yüz ölçümünü defalarca inceleyip, ittifak üzere demişlerdir ki: Su tabakasının kalınlığı bulunan denizlerin derinliği, defalarca teftiş ve tecrübe olunmuştur. Dört denizin derinliği yukarıda bildirilmiştir. Batı okyanusunun derinliği, 400 kulaçtır. Almanya ve Portekiz taraflarında okyanusun derinliği, çoklarınca, altmış zira ancaktır. Oldukça derin olan yerlerini, yüz zira'dan eksik bulmuşlardır. Lâkin kuzey taraflarında okyanusun derinliği, 400 kulaçtan fazladır. Güney okyanusunun derinliği, Sudan, Habeş ve Umman taraflarında, 6000 kulaca yakındır. Acem, Hint ve Çin ve Tataristan taraflarında, bazı erleri 500 kulaçtan fazla, bazı yerleri 600 kulaçtan çok bulunmuştur. Kuzey okyanusunun derinliği, bazı yerlerinde 300 kulaç ve bazı yerlerinde 400 kulaçtır. Amerika etrafında okyanusun derinliği, kuzey taraflarında dört - 5000 kulaç kadardır. Güney taraflarında 7000 kulaçtan fazla ölçülmüştür. Okyanusun yerin altında olan ortalarında, oldukça derin olan yerleri 8000 kulaçtan az ölçülüp kesinlikle bilinmiştir. Nihayet denizlerin derinliğindeki en yüksek dağlar, 2,5 fersah mesafesindedir. Nitekim okyanusun içinde olan yüksek dağların tepeleri görünmüştür. Onlara, adalar denilmiştir. Okyanusların yüzölçümü, orta bir rüzgâr ile doğudan batıya, bir gün bir gecede yüz mil kadar gemi yürüyüşü bulunmuştur. Buna: Bir mecrî denilir. On günde bin mil ve bir ayda 3000 mil miktarı deniz mesafesi kat olunur. bu minval üzere sekiz ayda, yerküreyi tamamen dolaşmak mümkün bilinir. Zira ki, deniz ile kara, yumurta misali tek bir küre hükmünde farz olunup, geometrik delillerle yerkürenin kuşağı 24.000 mil mesafe kıyas olunur ki; 8000 fersah mesafe bulunur. Nitekim hicrî tarihin 927 senesinde Macellan namında bir kaptan, 110 kimse alıp, iki gemi ile Sebte boğazına gelmiştir. Batı okyanusunun sahilinde Sivilya limanından çıkıp, güneşin batışını gözetip, uygun bir rüzgâr ile 38 gün seyredip, tamam 4000 mil okyanusun sahilinden uzaklaşıp, bir ada bulmuştur. bundan sonra batı ve güney arasına 33 gün gidip, yeni dünyanın (Amerika) güneyi yakınında Avret burnu adlı adada nice gün dinlenip, oradan yine batı ve güneye doğru otuz gün dahi gidip, yeni dünyanın güney tarafına yetmiştir. Bir ay kadar orada dinlenmiştir. Sonra yeni dünyanın güneyini tamamen kırk gün içinde geçip, sonunda yine karaya çıkıp, nice günler orada dinlenmiştir. oradan tamam altmış gün batı ve kuzey arasına gitmiştir. Orada boş bir ada görüp, oraya çıkıp nice gün dinlenmiştir. Sonra, önceki gibi günbatımını gözetip, doğru batı tarafına ve bir itibarla doğu tarafına gitmiştir. Bize nispetle, yerkürenin altı olan batıdan doğuya geçip, Hint adalarına yetmiştir. Yerin altından gidişi sırasında, birçok adalara uğrayıp, her birinde nice renkli taşlar, çeşitli parçalar ve kokular ve hudutsuz karanfil, zencefil, tarzın alıp, Hint'in güneyine gelip, Hindistan'a can atmıştır. Oradan Hint deniziyle, Acem, Arap ve Habeş ülkeleri güneyinden yine okyanusla geçip, Kamer dağları ve Sudan güneyinden gidip, batı ülkeleri ve Sebte şehirlerinin batısı semtinden geçmiştir. Sebte boğazı karşısına geldiğinde, mal yüklü gemisi batmıştır. Kendi gemisi, yetmiş kimse ile selamete yetmiştir. Böylece 930 senesinde yine Sivilya yakınında Senlüka limanına gelip, kendi yerinde karar etmiştir. Seferinin süresi, üç seneden 14 gün eksik olmuştur. Bu müddet içinde 50.000 mil deniz kat etmiştir. Çünkü Macellan kaptanın gemisi, düz bir hat üzere seyr etmeyip, kah güneye ve kâh kuzeye salmıştır. Onun için o kaptan, sekiz aylık deniz mesafesini, 16,5 ayda ancak seyredip, yerküreyi dolanarak, âlemde kam almıştır. Bu sürenin kalan günlerini, sefer esnasında, şehirlerde ve adalarda alış-verişle geçirip, kalmıştır. Çünkü yeraltından seyr ve sefer edenlerin ilki, bu kaptan olmuştur. Onun için yeryüzünde bu nâmla meşhur bulunmuştur. ispanya kralı ondan hoşlanıp, yanına almıştır. O gemiyi, bir yüksek tersane yaptırıp, onu kırmızı çuha ile örttürmüştür. Yerküreyi seyr ile tamamen dolaşıp Adem'den beri olmamış bir iş etmiştir, diye, o ülkede olanlar, o gemiyi ziyarete gitmiştir. Denizlerin durumları bununla nihayete yetmiştir. Aşağıdaki daireler bu durumları açıklamaktadır

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname 22.Bölüm

Marifetnâme 22.Bölüm

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Hava küresinin alt tabakasında meydana gelen diğer atmosferik olayları, yani Samanyolu, hâle, sis, kırağı jaleyi; sabahı, şafağı, gölgeyi, gece ve gündüz saatlerini; ayları ve yılları ve zamanları beş madde ile açıklar.

Birinci Madde

Gökkuşağını, hâleyi, sisi, kırağıyı ve jâleyi bildirir.

Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Ebe kuşağı dedikleri gökkuşağı, yağmurdan veya bahardan meydana gelen, şeffaf, saf, yuvarlak ve küçük su zerreciklerine güneşin ışığını vurmasından ortaya çıkar. Bunun açıklanması budur ki: bu zerrecikler, güneşin karşı tarafında öyle bir yerde bulunmak lazımdır ki, bu zerreciklerin her birinde göz şuası güneşe aksetmiş ola. Bu aksetme o zaman olur ki, bu zerreciklerin gerisinde karanlık bulut gibi kesif nesne bulunup, ayna misali olur. Güneş dahi ufka yakın olup, sıcaklığı az olur. Bakan, sırtını güneşe verip, o zerreciklere döner. 

Yani güneşle o zerreciklerin arasında ola, ta ki göz şuası, o zerreciklerden güneşe aksetmiş ola. O anda, o bakana o zerreciklerin er birinden ancak güneşin şuası görünür, şekli görünmez. Çünkü göz şuasından akseden cilalı nesne, oldukça küçük olduğundan, karşısında bulunan ışıklı nesnenin ancak ışığını ve rengini gösterir, şeklini ve heyetini göstermez. O su zerreciklerini dairenin yarısından azı, ışıklı bir kavis şeklinde olur. Bu kavis,güneşin yükselmesi sebebiyle eksilir. Güneşin düşüşü kadar da çoğalır. Zira ki güneş, o dairenin, merkezinde olduğunda, ufuktan yükseldikçe, mukabili olan dairesinin ufuk üstünde azı kalır. Güneş ufka inip, yakın olduğunda, o yarım dairenin kavsi, ufka teğet olan iki tarafından çoğalır ki, o iki taraf zerrelerinden gözün şuası güneşe aksetmiş olmaya başlar. 

Hazreti Şeyh İbn-i Sina Şifa adlı kitabında yazmıştır ki: "Tus ile Maverd arasında, büyük bir dağ üzerinde idim. Gök açıktı. Sahra ile aramızda, dağın ortasında bulut var idi. Hava rutubetliydi. Ben o karanlık buluta bakıp gökkuşağı renginde tam bir daire gördüm. Ben o dağdan indikçe, o daire küçülürdü. Ta ki ben eteğe ulaştığımda, o daire kayboldu." 

Bu gökkuşağının renkleri, güneş ışınlarının çeşitli renklerdeki bulutlarla karışmasındandır. Çünkü üst tarafı güneşe yakın olduğundan parlaklığı fazla olup, zaferan kırmızısı görünür. Alt tarafı, güneşten uzak olduğu için parlaklığı azalıp, turuncu görünür. İki rengin arası, ikisinden bileşen çimen yeşili görünür. Van'da, Hizan kalesinde, sonbaharda; ay, dolunay iken orada ufka bitişik, belirtilen renklerde, gök kuşağı ortaya çıkıp görülmüştür. Şekli aşağıdadır. Hâle: O dahi şeffaf küçük daire şeklindeki su zerreciklerinde ay ışığının Renk oluşturmasından, ayın çevresinde harman misali oluşan beyaz, yuvarlak bir dairedir. Bunun açıklanması budur ki: Hâleye bakan kimseyle ayın arasında, bu zerrecikler öyle bir yerde bulunmalıdır ki, her birinde göz şuası aya aksetmiş ola. Bakan, o zerrelere baktığında, her birinde ayın ışığını görür. Lâkin o zerreler çok küçük olduğu için ayın şekil ve görüntüsünü göremez. Bunların toplamı ya tam veya eksik bir daire şeklinde olur ki, hâle odur. Havanın rutubetinden meydana geldiğindendir ki, yağmurun yağacağına delalet eder. Eğer, aynı nitelikleri taşıyan iki bulut üst üste bulunsa, o zaman iki hâle oluşur. Alttaki bize yakın olduğundan daha büyük görünür. Eğer bulutlar ikiden fazla olursa, hâle dahi onların sayısınca olur. Ay ışığının yedi hâlesi gözlenmiştir. Zufera: Güneş hâlesidir. O nâdir bulunur. Zira ki güneş, ufuktan uzak oldukça, hareketinin tesiri şiddetli olduğundan, hâlenin niteliklerini taşıyan bulutlar gibi ince bulutları çözüp, havaya döndürür. İbn-i Sina merhum, Şifa adlı kitabında yazmıştır ki: "Güneşin çevresinde gökkuşağı renginde, tam hâle ve eksik hâle müşahede etmişimdir." Bu hakir müellif, bu kitabı yazmaktan ir sene önce, Pasin ovasında, ilk bahar sonunda, zeval vaktinde; tam güneş hâlesini dostlarla hayret ederek müşahede eylerken, bizimle birlikte 142 yaşında bir ihtiyar bulunup, o dahi o hâleye şaşkınlıkla bakıp: Ben bu yaşıma geldim. Çok acayiplikler görmüşüm. ömrüm içinde güneşin harman eylediğini görmemiştim. şimdi bunu dahi seyrettim, demiştir. sisin, kırağının ve çisenin maddi sebepleri: Yukarı çıkan buhardır ki, hem kendisi az, hem harareti zayıf olduğundan, soğuk tabakaya ulaşmayıp, kendi aşağı tabakasında kalıp, yere inmeğe başlar. Eğer o esnada ona, soğuk isabet etmediyse, dağ başlarını kuşatıp, yeryüzüne dağılıp, duman gibi gerisini örter ki, sis odur. Az bir hararetle havaya dönüşür gider. Eğer o zayıf buhar, aşağıya inişte soğukla karşılaştıysa, o anda soğuğun şiddetiyle donarsa, ufak ve berrak olup, zerreler benzeri iner ki, kırağı dedikleri odur. Eğer o buhar, o soğukla donmazsa, suya dönüşüp, bitki yaprakları üzerine inip, inciler benzeri damlalar olur ki, jâle, şebnem ve çise dedikleri odur. Durumun gerçeği budur ve açıklanan atmosferin cümlesi bileşik cisimlerden sayılmıştır. Lâkin unsurlardan başkalaşmadan, bileşmiştir onun için böyle çabuk değişime uğrar bulunmuştur. (Kendisinden başka ilah olmayan, nimet verici ve celâl sahibi, hakîm ve sânî bulunan Allah münezzehtir.)

İkinci Madde

(İkinci madde kitapta yoktu... aslına sadık kaldık..)

Üçüncü Madde

Gece ve gündüzün itibarî sınırını ve saat miktarını bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve matematikçilere göre: Bir gün bir gecesiyle, güneşin gün yarısı dairesinden ayrılıp, küllî hareketle yine ona döndüğü zamanıdır. Halka göre gece ve gündüz, güneşin batımından, yine batışına değindir. Bir gün bir gecenin başlangıcını, güneşin, burçlar kuşağının her bir noktasını geçmesinden farz etmek mümkündür. Lâkin müneccimler, gün yarısı dairesinden başlamayı ıstılah etmişlerdir. Zira ki burçlar feleğinden birer yay olan doğu ve batı farkları, ufuklar nedeniyle duraklarda çok olur. Fakat gün yarısı dairesi nedeniyle burçlar feleğinin kavis farkı her enlemde eşittir. Zira ki gün yarısı dairesi bütün duraklara ekvator ufuklarının birisi olduğu için onun ufku makamında durucu olur. Bir gün bir gecenin zamanı, küllî hareketin bir devresi üzerine güneşin, o sürede, burçlar feleğinden batıya değin hareketiyle seyrettiği doğuş yerleri miktarı fazla olur. Gündüzün zamanı, matematikçilere göre, güneşin doğuşundan batışına varıncaya değindir. Din bilginleri katında, şer'î gün, ikinci fecrin doğmasından güneşin batmasına dektir. Şu halde gecenin zamanı, iki mezhebe nispetle gizli değildir. Matematikçiler kendi gece ve gündüzlerinin her birin ortalama saatlere ve zamanî saatlere taksim etmişlerdir. Ortalama saatlerin miktarları, başlangıçta eşit olduğundan, bunlara: Eşit saatler dahi derler. Bu ortalama saatlerin her biri, küllhi hareketin 15 derece devretmesinin miktarıdır. Zamanî saatlerin miktarları, günlerin ve gecelerin miktarları farkıyla değişik olduğundan, bunlara: Eğri saatler dahi derler. Şu halde bu zamanî saatler, gündüzün ya gecenin ilk 12 cüzünden bir cüzdür. Zira ki gündüz geceden uzun olursa, gündüzün saatleri gecenin saatlerinden uzun olur. Eğer gündüz geceden kısa olursa, saatleri dahi onunkilerden kısa olur. Şimdi bundan anlaşıldı ki, gündüzün uzaması ve kısalmasıyla, ortalama saatler değişir; zamanları ve bölümleri değişmez. Zira ki bölümleri dakika 15 derecedir. Gündüzün uzaması ve kısalması hasebiyle zamanî saatlerin zamanları farklı olur; sayıları farklı olmaz. Çünkü daima 12'dir. Matematikçiler, yıldızların hükümlerinde zamanî saatler itibar edip, sair hesaplar için ortalama saatle seçmişlerdir. Eşit saatler ile eğri saatlerin sayı ve parçaları, gece ve gündüz eşitliğinde eşit olur.  Zamanları, saatleri, gündüz ve geceyi döndüren Allah münezzehtir.)

Dördüncü Madde

Hakiki güneş senesini, yıldızlara ve burçlara göre ayları, Rumî ayların isimlerini bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve müneccimler sözbirliğiyle demişlerdir ki: Hakiki güneş senesini müddeti, burçlar feleğinin farz olunan bir noktasından güneş kursu, kendine özgü batıya yönelik hareketiyle ayrılıp, ta yine o noktaya dönünceye dek geçen zamandır. ama müneccimler, güneş senesinin başlangıcını, güneşin koç burcunun tepesine girmesinden başlatmışlardır. 12 burcun her birine geçişini, ayların başları itibar edip, her burcun geçiş süresini bir ay saymışlardır. güneş senesinin gün sayısı, 365 ve 1/4 gündür. Burada günden murat, bir gün bir gecesiyledir. Bu yıldızların burçlarına göre ayların gün sayısı, ebced hesabıyla şu beytin lafızlarıdır: Gerçi güneş senesinin burçlar hesabıyla ayları budur. Lâkin İskender İbn-i Filozof'-i Rumî, güneş senesinin aylarının başlangıçlarını, müneccimlerin farz eylediği burçların evvellerinden onar gün önce itibar edip, güneş senesinin başlangıcını güneşin koç burcunun tepesine girmesinden on gün önce başlatmışlardır. Her bir ayı bir isimle tahsis edip, Rumî aylar nâmıyla şöhret vermişlerdir. Her bir ayı bir isimle tahsis edip, he bir mevsim için, üç ay tayiniyle sonuca ermişlerdir. Ama ilkbahar ayları: Mart, Nisan, Mayıs'tır. Yaz ayları: Haziran, Temmuz, Ağustos'tur. Sonbahar ayları: Eylül, Ekim, Kasım'dır. Kış ayları: Aralık, Ocak, Şubat'tır. Halen diyarınızda meşhur ruznâmelerde yazılmış olan bu aylardır ki, gün sayıları şu beyitte malûmdur.

Beşinci Madde

Kamerî seneyi ve aylarını; Arabî ayların isimlerini; Arabî ve Rumî ayların ilk günlerini bildirir. 

Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve matematikçiler ittifak üzere demişlerdir ki: Ay senesi, 12 kamerî aydır. Her bir kamerî ay, ayın güneşten farz olunan yerinden kendi batıya yönelik hareketiyle ayrılmasından yine o yere dönünceye dek geçen zamandır. Ayın, güneşten farz olunan konumlarının ortaya çıkışı hilâldir. Dinî işlerde belirleyici olan, hilâlin görünmesidir. Araplara göre ayın ilk günleri hilâldir. Lâkin hilâlin görünmesi, bölge frakları sebebiyle değişiktir. Bunun için matematikçiler, kamerî ayların başlangıçlarını, güneş ile ayın toplanmasından ve ayın görünmemesinden itibar etmişlerdir. Ayın zamanı, iki toplanma arasındadır. Günlerinin sayısı, 29,5 gündür. Bu kamerî seninin zamanı: 354 ve 1/5 ve 1/6 gündür. Güneş senesinden on gün 20,5 saat noksandır. Bu kamerî senenin başlangıcı, muharrem ayının başlangıcıdır. Arabî ay senesi, Rumî seneden on gün 20,5 saat noksan olduğundan, bir yılda, yaklaşık 11 gün önce gelir. Mesela bir sene mart ayıyla muharrem ayının başlangıçları, aynı gün olsa; bu iki ay birbirine uygun gelse, hicrî seninin 1154. senesi gibi, nevruzla aşure bir günde tesadüf kılsalar: Kaçınılmaz olarak gelecek senede muharrem hilâli, mart ayından 11 gün önce görünür. Şu halde beher sene bu öne geçmeyle, 33 senede bir devresini tamamlayıp, yine muharremin başlangıcı, martın başlangıcı olur. Lâkin bir ay senesi, güneş seneleri içinde yok olur. Zira ki 34. muharremdir ki, 33. martla aynı gelir. Çünkü bu kameri ay, o dört mevsimi anlatıldığı gibi devredip, bir mevsimde karar bulmazlar. Onun için bunar, bir mevsime mensup olmazlar. Şu halde her iki ayı, bir eş itibariyle, birini 29 gün ve birini otuz gün sayıp, senenin başlangıcını, muharrem ayından saymışlardır. Kamerî ayların isimleri: İlk ay muharrem, bir muhterem aydır ki, onuncu günü aşure bayramıdır. Onun arkadaşı safer'ül-hayrdır. Sonra Rebiyülevvel, bir muazzam aydır ki, 12. gecesi, Habib-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin oğlumudur. Sonra Rebiülahir muhteremdir. Sonra Cemadülüla bir mübarek aydır ki renklidir. arkasından camazil ahirdir. Sonra Receb-i esam rağbet görmüş bir aydır ki, ilk cuma gecesi regaip gecesidir. Şaban bir hayırlar ayıdır ki, 15. gecesi berat gecesidir. Ramazan-ı şerif bir mübarek aydır ki, 27. gecesi, kadir gecesidir. Şevval-i saiddir ki, başı fıtır (Ramazan) bayramıdır. Ondan sonra zilkadedir ki, onun arkadaşı zilhiccedir. Onuncu günü hacılar (kurban) bayramadır. Bu ay, senenin mührüdür. Arabî ve Rumî ayların ilk günlerini bulmayı ikişer beyt ile eda eden "gurrenâmemiz"in bölümün sonu olması münasip görülmüştür. Bu hevalardan hevesimiz yorulmuştur.

NAZIM

Hakk'a hamd ve Habibine selam et / Her ayda ruz-u şeb saat be saat

Çün dört beyt iki gurre mücmelidir / Hurufun şehr,i hâkim bilmelidir

Şuhûr-u hâkimin cem' etmelisin / İki hafta anınla gitmelisin

O mecmuu ne günde kim bulursun / O şehrin gurresin ol gün bulursun

Kaçında şehr-i Rûm'un gurredir bil / Bul anda Rûmî'den hem şehr-i şer'î

Burucu aslî bil her şehri fer'i / Mukaddem beyt 12 kelimedir tam

Hurûfudur şuhûr-u şer'a erkâm ikinci beyti sekiz kelimedir al / Hurufun şehr,i şer'a hâkim sal

Üçüncü beyttir tertib-i manzum / Şuhûr-u Rûmî'dir anınla malûm

12 kelimedir beyt 12 ay / Evail-i hurufu şehr erkamıdır say

Şuhûr-u ruma âzerle bile bede' et / Muharremden şuhûr-u şer'î say git

Şuhûr-u ruma tâbi beyt-i râbi / Ve yekşenbe hurufun oldu ami

Çün yirmisekiz huruf oldu her yıl / Şuhûr-u ruma hâkimdir biri bil

Ehe zed bûd o sekiz harf olur kim  / Şuhûr-u şer'a her yıl biri hâkim

Çu hicret-i sâli binyüzaltmış ve beş / Bu şehrin hâkimi vardır rakam-ı şeş

Bu şal içre çün âzâr gurre buldu / Eced-i cimîde ruma hâkim oldu

Çün altmışaltı olur sal-i hicret / İki hâkim iki da olur elbet

Bu tertib üzere hâkimler gider kim / Ehe zed bûdun oluş devri daim

Velîkin hâkim-i rum ahrafı çok / Bu sal-i hicrile devr ettiğiçin

Bu salın eşhuru eyler tahavvül / 33 yılda bir yıldır tedahül

Mutabık gelse âzerle muharrem / Bu hicret salini bir tarh et ol dem

Çü gurrenâmeler nazm etti / Hakkı Şuhûr-u dehr ile bil sun'-u Hak'kı

(Bu şiirde ebced hesabıyla ayların başlangıçları anlatılmaktadır. Daha sonra bir cetvelle hicrî ve Rumî senelerin ve ayların birbirine çevrilesi anlatılmakta ve gösterilmektedir. Günümüzde bu konuda çeşitli kitaplar yayımlanmış olup; hicrî senenin hangi ayının hangi gününün, Rumî veya miladî senenin hangi ayının hangi gününe rastladığı gösterilmiştir. Bu kitaplardan herhangi birini edinen okuyucularımız, aradıkları ayı ve günü kolaylıkla bulabileceklerinden, buradaki karmaşık çizelgeyi vermeyi gereksiz bulduk. Yalnızca burçlarla ilgili iki çizelgeyi veriyoruz.) Bu iki sayfanın başlarında çizilmiş olan feleğî burçlarla Rumî ayların yukarıdaki ve aşağıdaki rakamlarından murat budur ki: 

Meselâ koç burcunun başlangıcı artın 11'indedir. bitişi ise nisanın dokuzundadır. Koç burcu otuz gündür, mart ayı 31 gündür. Kuzey saati, karşılıklı altı burca tiksim olunmuştur. Saat rakamlarının yazılışı, burçların önündedir. 

Meselâ koç burcunun başlangıcında gün, 12 saattir, dakika yoktur. Gece de 12 saattir. Gün ortası altı saattir. İlk ikindi dokuz saat 26 dakika, yatsı bir saat 32 dakika ve imsak on saat 13 dakikadır. 

Mesela koç burcunun sonu, başak burcunun başlangıcıdır. Başağın bitimi koçun başlangıcında tamam olur. Öteki burçlar bu kıyasla malûm olur. Martın onuncu günü balığın sonudur ve martın başlangıcı balığın 21'indedir, bitimi koçun 21'indedir. Şubatın başı kovanın 23'ündedir, bitişi balığın yirmisindedir. Güney saatleri de karşılıklı altı burca taksim olunmuştur.

Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname 21.Bölüm

Marifetnâme 21.Bölüm
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Hava küresinin alt tabakasını, tabiat ve vasıflarını, hareket ve isimlerini ve sair durumlarını sekiz madde ile açıklar.
Birinci Madde
Hava unsurunun alt tabakasının bazı durumlarını bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar ve astronomlar sözbirliğiyle demişlerdir ki: Hava unsurunun alt tabakası, ateş tabakasına nispetle dördüncü tabakadır. Bu tabakanın havası, çeşitli hareketlerle hareket halindedir. Bunun kalınlığı ve derinliği, yaklaşık 16 fersahtan fazla mesafedir. Bu alt tabaka, kesif bir havadır ki, toprağa ve suya komşu olup, onlara düşen güneş şuaları ve yıldızların akislerinin sıcaklığıyla ılımlılık kazanıp, buna ârız olan kara ve denizlerin soğukluğuyla kalmamıştır. Gökkuşağı, hâle, duman, ırağı ve çiğ; tan vakitleri, gece, gündüz ve rüzgârlar bu tabakada oluşur. Eğer bu tabaka, güneşin ve yıldızların sıcaklığıyla ılımlı olmasaydı, toprak ve sudan kazandığı soğukluğu, üzerinde olan soğuk tabakanınkinden fazla ve şiddetli olurdu. Nitekim kutup altında, tepe noktasından güneş uzak olduğundan, hava öyle bir derecede soğuk olur ki, deniz donup, kardan boş hiç bir yer kalmaz.
Soğuğun şiddetiyle bitkiler ve hayvanlar helak olup, orada imaret mümkün olmaz. Bu durumda, hava küresi üç tabakaya bölünüp, üst tabakası ateşe komşu olduğundan oldukça sıcaktır. Orta tabakası, aşağıdan yükselen su buharıyla komşu olduğundan, ifrat derecede soğuktur. Alt tabakası, yere ve suya komşudur, lakin şuaların aksiyle tabiatı ılımlıdır. Onun için bu tabakaya: Küre-i nesîm derler. Buhar ve dumanla karışık olduğundan, buna: Buhar küresi ve duman küresi de derle. Bu tabakanın havası kesif olduğundan, güneşin ışığı ancak bunda zâhirdir. Yerin gölgesi ancak bunda yürüyüp, döner. Onun için buna: Gece küresi ve gündüz küresi denilmiştir. Bu kürenin rengidir ki, gök rengi görünmüştür. Zira ki, filozoflar nazarında, bu tabakanın üstünde gece ve gündüz olmaz. güneş ve yıldızların nurlu ışıkları, onda ay küresinin kesif cisminden gayri lâtif cisimlerde yansıma ile ortaya çıkmaz. Lakin feleklerin gündüzü pâk bir nurdur ki, ne şarkîdir, ne garbîdir. Orada sabah ve akşam yoktur. (Allah dilediğini nuruna hidayet eder.) Bu tabakanın yeryüzünden yüksekliği belirtilen kalınlığı miktarıdır ki, 16 fersahtan fazlacadır.
İkinci Madde
Hava küresinin alt tabakasında meydana gelen çeşitli rüzgârları ve cihanın yönlerini bildirir. 
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: çeşitli rüzgârların meydana gelmesi, deniz dibinde hava, unsurunun değişik yönlere hareketi ve dalgalanmasıyla olur. Nitekim denizin yüzündeki su unsurunun dalgalanması, bir cüzünün bir cüzünü değişik yönlere yitmesiyle vücut bulur. Hava unsuru ile su unsuru iki sâkin deniz iken, hava zerrelerinin hareketi hafif olmuştur. Su zerrelerinin hareketleri ağrılık bulmuştur. Rüzgarların meydana gelmesinin sebebi budur ki: Güneşin tesirinden ya başkasından hâsıl olan dumanlar yerden yükselip, soğu tabakaya ulaştığında, eğer onların sıcaklığı kırıldıysa, aşağıya inmek için hareket edip, bu yüzden hava denizi dahi dalgalanır. Böylece rüzgar olur. Eğer sıcaklıklarını yitirmedilerse, ateş küresine yükselirler. Ateş ise o duhanların yersel maddelerini yakıp, kalan havaî maddesini dönüsel hareketiyle aşağı tarafa iter. İşte bu hareketle hava dalgalanıp, rüzgâr olur. Rüzgârın bir sebebi de budur ki: soğuk tabakada bulutlar ağır olup, yukarıdan aşağıya yöneldiğinden, bunlar, iniş hareketiyle sühûnet bulup, havaya dönüşerek, bizzat kendileri hareketli rüzgâr olur. Bu geriye dönüşle hava dalgalanıp, rüzgâr olur. Bir ebedi dahi budur ki, bulutların birbirine yığılmasından ve izdihamından hava yine hareketlenip, dalgalanır. Böylece rüzgâr eser. Veyahut bulutlar kıvamda uyuşamayıp kesifi hafifini ittiğinden, hafif bulutlar bir taraftan yürüyüp, havanın dalgalanmasından rüzgâr meydana gelir. Bir sebebi dahi budur ki, havanın ısınmasıyla bir taraftan yayılır, ona başka bir cisim karışmaksızın miktarı fazlalaştığından, komşusu olan havayı iter, itilen komşusunu iter, böyle böyle hava dalgalanarak gider. Bu itişme yavaş yavaş zayıflayan, merkezden uzaklaştıkça, giderek hava sakinleşir. Mesela bir durgun suyun ortasına bir taş atıldığında, ne şekilde dalgalanırsa, durgun hava dahi onun gibi dalgalanır. Bir sebebi dahi budur ki: Hava yoğunlaşmasıyla ir tarafta toplandığında, yine hava dalgalanası olur. Zira ki, havanın hacmi iyice yoğunlaşıp, boşluk nedeniyle çevredeki hava zorunlu olarak o tarafa hareket ederek,rüzgâr peyda olur. Bir sebebi de budur ki, yerden yükselen dumanların bazısı, soğuk tabakaya ulaşmazdan önce havaya dönüşüp, bir taraftan bir tarafa hareketle rüzgâr olur. Sam yelinin sebebi ise, şihab maddesinin kalıntıları olan göktaşlarıyla karışarak yakıcılaşan havanın hareketleridir. Yahut halis havanın, sıcak araziden geçmesinden, yakıcı niteliği ile nitelenip, sam yeli olur.
Kasırganın sebebi: O ki, yeryüzünü süpürür, devran ile kendi kendine sarılıp ayağa kalkar gibi görünür, havaya yükselir. Bu yele: Ümm-ü Zevbâ (burgan) derler. Bunun çoğunlukla sebebi odur ki: Soğuk tabakadan inen rüzgâr, bulutlarla karşılaşıp, bulutlar da çeşitli rüzgârlarla deveran etmekteyken, o inen rüzgâr dahi dönmeye başlayıp, bu haliyle yere iner. O anda, çalı-çırpı ve toz-toprak ne bulursa döndürüp, endamıyla bir daire görünür ve kâh olur ki, çeşitli yönlerden esen rüzgârlar birbirine rastlayıp, itişerek, yerden kopardıklarıyla birbirlerine saldırırlar. O anda, rüzgârların arasında kalan şeyler sıkılıp, bükülüp, minare gibi yükselir. Güya ki, uzuvları var gibi, birbiriyle sarmaş dolaş görünürler Kâh olur ki, denizde geriye rastlayıp, döndürür. Kâh olur ki, bu burağan ortasına bir bulut düşüp, onu havada döndürürken, büyük bir hortum şeklinde görünür.
Şahıslara göre cihanda yönler altıdır ki: Şahsın altı, üstü, önü, arkası, sağı ve soludur. Lakin astronomlar, cihanın dört yönünden, güneşin doğduğu tarafa, doğu; battığı tarafa, batı adını vermişlerdir. Doğuya dönük olan kimsenin sağ tarafına güney, sol tarafına, kuzey demişlerdir. Bu sayılan dört yönün aralarında dört yön daha koyup, tertip etmişlerdir. Doğu ile kuzey arasına: Yaz doğusu (kuzeydoğu), doğu ile güney arasına: Kış doğusu (güneydoğu), güneyle batı arasına: Kış batısı (güneybatı), batı ile kuzey arasına: Yaz batısı (kuzeybatı), adlarını vermişlerdir. Şu halde cihanın bu altı yönüne, sekiz rüzgâr nispet ve tayin edip: Doğu, batı, güney, kuzey taraflarından hareket eden dört rüzgârı; temel rüzgârlar itibar etmişlerdir. Bunların aralarında esen rüzgârları, tâli rüzgârlar itibar ederler. Bu rüzgârlarla yelkenli gemiler denizlerde her yöne gitmişlerdir. İstenen sahillere yetmişlerdir.
İmdi, rüzgârlar gönderici olan Kâdîr ve Kayyum'un kudret ve azametini bir kere fikredip düşünsen ki, bize gönderdiği bu rüzgârların, ağır gemileri yürütüşü, bulutları yayışı gibi nice büyük faydaları vardır ki, binde biri ancak bilinmiştir. Zira ki, "Rüzgâr olmasaydı, her şey bozulurdu," denilmiştir. Çünkü havanın yönlere hareketi bu kaderlik açıklandı. Şimdi de fayda ve özelliklerini açıklayalım, ta ki her bi nefeste iki nimet olduğu, herkese ayan olup, herkes kendini nimete batmış bilip, nimet vericiye şükredici olalar.
Üçüncü Madde
Bizi kuşatan havanın, bedenlerimize ve ruhlarımıza olan tesirlerini ve menfaatlerini bildirir. 
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Hak'ın tesiriyle, bizi kuşatmış olan havanın bedenlerimize tesiri çok açıktır. Bu hava, bedenlerimizin ve ruhlarımızın unsuru olduğundan, ruhlarımıza ulaşan âdaletli bir fâil gibi sıhhat ve âfiyetimizin sebebi olmuştur. Bu durumda havadan ruhlarımızda hâsıl olan tadil, iki şekildedir. iri rahatlandırma, diğeri temizlemedir. Rahatlandırma: Ruhun hararetli mizacı hapsolunarak şiddetlendikçe, ona akciğerden ve can damarlarına bitişik olan nabız mesamelerinden hava vermektir. Zira ki,bizi kuşatan hava, ruhumuzun aziz mizacına kıyasla, gayet soğuktur. Şu halde havanın sadmesi ruha ulaşıp, karıştığında, hayatımızın sebebi olan nefesin etkisinin kabulü yeteneğinden ruhu men eden kötü mizaca neden olan ateşe dönüşmesinden ruhu koruyup; buharsı rutubetinin cevheri yok olmadan onu en eder. Temizlenme ise: Bu bedenin en feyizli karışımı gibi olan ruhun, ayırıcı yeteneğiyle içimize aldığımız havanın dumansı buharını ayrıştırıp, nefes dışarı çıkarken teslim etmesidir. Demek ki, burunu çekilen havanın tadili, havanın ruh üzerine gelmesiyle olur. Temizlenme, havanın candan dışarı çıkmasıyla olur. Zira ki tadil için alınan hava, önce soğuktur. Ama içeride, uzun süre hapsedilip, ruhun niteliğiyle nitelenip ısınsa, faydası bâtıl olur. Bu tür havadan ruh, istiğna edip yeni havaya muhtaç olur ki, yeni hava akciğeri içine girip öncekinin yerini ala. Şu halde, zorunlu olarak alına havayı vermek gereklidir. Ta ki, hemen ardınca gelecek havaya boş yer kala ve o havanın çıkmasıyla birlik onun fazla cevherlerini (karbondioksit) ruh dışarı ite. Hava mutedil ve saf olup, ruhun mizacına uymayan garip cevherler ona karışmamıştır. Havanın işi, temizleme ve rahatlandırma suretiyle bedenlere ve ruhlara sıhhat ve âfiyet vermektir; korumak ve siyânet etmektir. Eğer hava bozuşuma uğradıysa, onun işi de, beden ve ruhlar zarar vermektir. Hakikatte zarar veren ve fayda veren yaratıcı olan Hüdâ iken, edenleri ve ruhları sebeplere ve havaya bağlamıştır.
Dördüncü Madde
Bizi kuşatan havaya ârız olan tabiî değişmeleri bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bizi sara havaya tabii ve tabii olmayan değişiklikler, tabii akımın zıddı olan değişmelere ârız olur Tabii değişmeler, mevsimsel değişmelerdir. Zira ki, bu hava, her mevsimde başka bir mizaca bürünür. Bahar havası mutedildir. Yaz havası sıcaktır.
Sonbahar havası ılımlıya yakındır. Kış havası soğuktur. Gerçi tıp âlimlerine göre, bu dört mevsimin havası, iklimlere ve bölgelere göre değişiktir. Lakin müneccimler nazarında, değişmeler muteber değildir. Onlara göre, dört mevsim şöyledir: Güneşin, ilkbahar eşitlik noktasından başlayarak koç, boğa ve ikizlerde bulunduğu süre ilkbahardır. Yengeç, aslan ve başaktayken yazdır. Terazi, akrep ve yaydayken sonbahardır. Oğlak, kova ve balıktayken kıştır. Ama dört evsimin mizaçlarının birbirinden farklılığı, güneşin tepe noktamıza yakın ve uzak olması nedeniyledir. Şu halde yaz mevsiminin sıcak olması, güneşin tepe noktamıza yakın olup, şuası kuvvet bulduğundandır. Zar ki, yaz mevsiminde, şuaların akisleri, bölgelere göre dar ve dik açılar üzere olmayıp, geniş açı üzere olur. Bu duruma şualar kesif olup, sıcaklığı iki kat olduğu için, bizi sara havayı çok ısıtır. Bunun esas sebebi budur ki: Güneşi şualarının bazısının kaynağı silindir ve konu biçiminde olur Güya ki, güneşin şuası, merkezden çıkıp, karşısında bulunan nesnenin içine işler. Şuaların kaynaklarının bazısı basit bir çevrim veya basite yakın çevrim biçimindedir. Halbuki şuanın etkisinin gücü okunun yanındadır. Şua okunun, düştüğü yere göre çevreye etkisi zayıf olur. Yaz mevsiminde, güneşin şuasının dik düştüğü veya dike yakın düştüğü yerde bulunuruz. Kışınsa ya şuanın düştüğü yerin çevresinde veya çevresinin yakınında bulunuruz. Bunun için, yazın güneş, doruğuna çıkıp, yerden uzak olsa bile, bölgemize ışığı fazla ve etkilidir.
Kışınsa, güneş eteğine inip, yere yaklaştığı halde, bölgemize ışığı zayıf gelip, hava soğuk olur. Zira ki, yaz mevsiminde güneş bizim tepe noktamıza yakın olur, kış mevsiminde ise uzak olur. Fakat ilkbahar ve sonbaharda, şuaların düştüğü noktalar çevremizde bulunduğundan hava ılımlı olur.
Beşinci Madde
Bizi kuşatan havaya ârız olan, tabii olmayan göksel değişmeleri bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bizi saran havaya ârız olan tabii olmayan değişmelerin bazısı göksel işlere, bazısı yersel işlere bağlıdır. Göksel işler nedeniyle olan hava değişimleri, yıldızların etkisiyle olan değmelerdir. Zira ki ışıklı yıldızlar bir yerde toplanıp, güneşle dahi bir araya gelmeleri sırasında, yerin başucu noktasına veya yakınına düşen gölgeleri kuşatan havayı, ifrat derecede güzelleştirirler. Bazen bu birleşme başucu noktasından uzakta olur ve havanın güzelliği eksilir.
Yersel değişmeler nedeniyle olan hava değişmelerinin bazısı, bölgeleri enleme sebebiyle, bazısı, bölgenin yerinin yüksekliği ve alçaklığı sebebiyle, bazısı, dağlar sebebiyle, bazısı rüzgârlar ve bazısı toprak sebebiyle hâsıl olur.
Bölgelerin enlem farkından olan hava değişmeleri açıktır. Zira ki her belde ki kuzey tarafta yengeç dönencesine ve güney tarafta oğlak dönencesine yakındır. O bölgenin yazı ekvator tarafında olan bölgelerin yazından ve kuzey tarafa yakın olan bölgelerin yazından daha sıcaktır. Şu halde gün eşitleyici dairesi altında bulunan yerlerin havasını mizacı itidale daha yakındır. Zira ki burada havanın sıcaklığının sebebi güneşi tepe noktasına gelmesidir. Halbuki ışınların tepeden ve dik gelmesi çok tesir etmez, belki bunun sürekliliği çok tesir eder. Bu sebepten gün yarısı vaktinde olan güneşin sıcaklığı, ikindiden önce çoğalır. Bunun içindir ki, güneş, yengeç burcunun doruğundan meyledip biraz güneye inse sıcaklığı şiddetli olur.
Güneş, mümessil feleğin eğiliminde bulunduğundan henüz yengeç burcunun doruğuna ulaşmıştır. Mesela güneş, ikizler burcunun tepesinde iken havaya yaptığı tesirden, aslan burcunun tepesine geldiğinde daha çok tesir eder.
Zira ki aslanın tepesinde iken ışınların dik gelmesi süreklidir. Halbuki ekvatora çakışık olan yerlerde güneş, birkaç gün tepede bulunup, hızla uzaklaşır. Zira ki eşitlik noktasının yakınında olan gün ışınlarının eğim fazlalığı, dönüm noktasının yanında bulunan eğim fazlalığından çok büyüktür. Belki dönüm noktasının yanında olan artışın hareketi, üç dört güne mahsus olmaz. Elbette güneş, orada bir müddet yakın bir yerde kalıp havanın ısınmasına sebep olur. Şu halde bundan malum oldu ki, o bölgede ki, genel meyil enlemlerine yakındır. Onlar en sıcak bölgelerdir. Onlardan sonra en sıcak yerler, onların kutuplarından yana olan taraflarında ve gün eşitleyiciden yana olan taraflarında 15'er dereceye değin enlemi bulunan beldelerdir. İki dönüm noktası arasındakiler de bunlar gibidir.
Altıncı Madde
Bizi kuşatan havaya harız olan tabii olmayan yerel değişmeleri yani yeryüzünün bölgelerinin yükseklik ve alçaklık sebebiyle, dağlar denizler, rüzgârlar ve toprak sebebiyle havaya ârız olan değişmeleri bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bölgenin yüksek ve alçak yerde bulunması ile havanın değişmeleri muhakkaktır. Yüksek yerde bulunan bölgenin havası sürekli soğuk olur. Alçak yerde bulunan bölgenin havası sürekli sıcak olur. Zira ki güneş ışınlarının yerden aksetmesi ile kazandığı sıcaklığın şiddeti, yere yakın olan tarafı bulunduğundan, bizi kuşatan nesîmi kürenin en sıcak yeri, yere komşu olan semtidir. Yerden uzaklaştıkça soğuk tabakaya yaklaşıp ona komşu olunduğundan buralar soğuk olur. Eğer alçak yer, bir derin vâdi olursa sıcak şuaları hapsedip, havayı çok sıcak ve kesif olur.
Dağlar sebebiyle bulunan hava değişmeleri ortadadır. Zira ki, o dağ ki bölgenin oturduğu yerdir. O bölgenin havası ânifen açıklanan kısımdan sayılmıştır.O dağ ki, bölgenin komşusu bulunmuştur; o bölgeyi saran havada onun tesiri, iki yönde tecrübe olunmuştur. Tesirin biri, güney ışınlarına o bölge üzerine akis ve hasretmek veya bölgeyi ışınlardan örtmek yönlerindendir. ikinci tesiri, rüzgârı, bölge üzerine esmekten men edip veya bölge üzerine sevk edip yardımcı olmak yönlerindendir. Birincisi, dağ bölgenin kuzeyi yakınında olmak gibidir. O zaman güneş, ışınlarını o dağ üzerine serpip, şuası o bölgeye aksederek, enlemi ne kadar farklı olursa olsun orayı kuşatan havayı ısıtır. Eğer dağ, bölgenin batı tarafında bulunup, doğusu açık olursa, güneşin tesiri orada yine tamamıyla havayı ısıtmaktır. Eğer dağ, bölgenin doğusunda bulunup, batısı açık olursa yarı ısıtır. Zira ki bu dağ üzerine güneş, zevalden sonra ışıklarını septiğinde saat saat gittikçe, bu dağın doğu tarafından uzaklaşıp, şuanın keyfiyeti azalıp havanın ısınması tamam olmaz. Lakin dağın batısından yana güneş geldiğinde, her saat yaklaşıp, bölgenin havasını tamamıyla ısıtır. Eğer dağ, bölgenin güneyi yakınında olsa bölgenin havasını hiç ısıtamaz.
Dağın ikinci yönden olan tesiri, bölge üzerinden soğuk kuzey rüzgârının esmesini dağın engellemesiyledir: Ya sıcak güney rüzgârının esmesini, bölge üzerinden kaldırmasıyladır veyahut bölge, iki büyük dağ arasında bulunup, rüzgâr tarafına açık olmasıyladır. O zaman orada rüzgârın esmesi, düzlükte bulunan belde üzerine esmesinden daha şiddetli ve fazladır. Çünkü rüzgârın şanındandır ki, bir dar yere çekilse, tıpkı bir akar su gibi burada rüzgârın akıntısı sükun bulmaz ve durmaz. Şu halde dağ bakımından beldelerin en ılımlısı o beldenin havasıdır ki, kuzey tarafı açık olup,
batı ve güney tarafları kapalı ola. Deniz sebebiyle çevrede olan bütün beldelerin havası rutubetli olur. Eğer deniz, beldenin kuzey tarafı yakınında olursa, su üzerinde kuzey rüzgârı esip, o beldenin havasına fazla soğukluk bahşeder. Zira iki suyun tabiatı, kuzey rüzgârı gibi soğuktur. Eğer belde, denizin güney tarafında olursa, o beldenin havasına fazla ağırlık verir. Özellikle kuzeyinde dağ bulunup, rüzgârın esmesine mâni olursa onun havası oldukça ağır ve kesif olur. Eğer deniz beldenin doğu tarafında olursa, onun havasına fazla rutubet verir. Zira ki güneş, bütün etkisiyle o beldenin üzerine ısrarla yaklaşır. Eğer deniz, beldenin batısında olursa, onun havasına rutubet vermesi az olur. Zira ki güneş, o beldeyi yalayarak uzaklaşır. Bu mânâya uygun rüzgârlar; kuzey, doğu ve batı rüzgârlarıdır ki, muzır olan güney rüzgârıdır.
Rüzgârlar sebebiyle olan hava değişmeleri tecrübe edilmiştir ki: Kuzey rüzgârları soğuk ve kurudur. Soğukluğu, soğuk dağlardan geçip bize geldiğindendir. Kuruluğu, güneş ışınları o tarafa zayıf olup, burada deniz buharlaşması az olduğundandır. Doğu rüzgarları, sıcaklık ve soğuklukta mutedildir. Lakin dağlardan ve karalardan geçtiğinden, bir miktar kurudur.
Batı rüzgârları dahi mutedildir. Lakin denizlerden geçip geldiğinden bir miktar rutubetlidir. Güney rüzgârları ekseri beldelerde sıcak ve rutubetlidir. Sıcaklığı, güneşin yakınlığı ile ısınmış olan yönden bizlere geldiğindendir. Rutubeti ondandır ki, güney denizleri güneşin sıcaklığıyla çözülüp, sıcaklığın kuvvetiyle denizlerden buharlar çıkıp, o rüzgarlara karışır. Onun için güney rüzgarları, insana rehavet verir. Ama sam yani helak yelleri yukarıda beyan olunduğu üzere, ya çok sıcak olan sahralardan geçip gelen rüzgârlardır veyahut duman tabakasında ateş benzeri dehşetli âlâmetler ortaya çıkaran duhanlasın artıkları aşağıya inip karıştığı rüzgârdır ki, her ne yönden hareket etseler, tesadüf ettikleri bedenleri saatinde yakıp, simsiyah edip, helak ederler. Bilinen bütün bu kuralları, sam yelleri altüst ederler. bütün şiddetli rüzgârların ilk başlangıcı gerçi zayıf rüzgârlar gibi aşağıdandır. Lakin hareketlerinin başlangıcı, esmesi ve esası yukarıdandır.
Toprak sebebiyle olan hava değişmeleri ki, her beldeye göre farklı olur. O farklılığın sebebi budur ki, beldelerin bazısının toprağı killidir, bazısının taşlık, bazısının kumluk, bazısının kara, bazısının madendir. Şu halde bunların hepsi suyu değiştirdikleri gibi, havayı dahi değiştirirler. Hak'ın tesiri ile tasarruf ederler. Zira ilk, kainatın bütün zerreleri vücuda gelip giderler. Her ne ederlerse Allah'ın iradesi ve kudretiyle ederler. Kadir ve Kayyum olan ancak Allah Teala'dır. Celle Celalih.
Yedinci Madde
Bizi kuşatan havaya ârız olan, tabii akıntının zıddı değişmeleri bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Tabii akıntılara zıt olan değişmeler, ya havanı dönüşmesinden veya havada bulunan istihaledendir, veya havanın keyfiyetinde bulunan istihale ve değişimdendir. Havanın cevherinde olan istihale, hava cevherinin bozulmasının mümkün olmasıdır. Yoksa havanın bir keyfiyeti şiddetli olduğunda veya eksik bulunduğunda değişim olmaz. Belki havanın cevheri bizzat çevirici olsa, o vebadır ki, havaya ârız olan kokuşmadır ve ona taun dahi derler. Bu kokuşma, renk ve kokuyu ve yemeği değiştirici olan suyun kokuşması gibidir. Bizim havadan muradımız, o basit ve mücerret olan hava değildir. Belki bizi çevreleyen buhar ve duman küresidir ki, basit ve mücerret değildir. Zira ki, mücerret basit cisimlerin hiç biri kokuşmaz, ancak keyfiyetinde ya cevherinde, başka bir basite dönüşür. Yukarıda açıklanan unsurların dönüşümü gibi. Fakat bizim havadan muradımız, havanın içinde olup, havanın hakiki cüzlerinden, su ve buhar zerreciklerinden; buhar ve duman ile yükselen topraksal ve ateşsel cüzlerden karışmış olan bir cisimdir ki, buna hava adını vermemiz; deniz suyuna, su adını vermemiz gibidir. Zira ki, deniz suyu dahi saf değildir. Belki topraktan ve sudan ve havadan ve ateşten bileşmiştir. Lakin onda su üstün olduğundan, su adı verilmiştir. Şu halde bu karışık hava, bazı kere kokuşup, cevheri kötüleşir
Nitekim çakıllı geniş derelerin suyu kokuşup, cevheri onlara dönüşüp, taş kesilir Bunun gibi hava da kokuşup veba kesilir. Havanın fazla kokuşması ve vebanın çoğalması genellikle yaz sonunda ve sonbaharda olur. Ama havanın keyfiyetinde bulunan değişmesi, sıcaklığında ya soğukluğunda tahammül olunmayan keyfiyete çıkıp, ziraatı ve nesli fesada verip, helak etmesidir. Bu durumda hava, sayılan bu değişimlerin biriyle değişime uğrasa, ondan Hak'ın izniyle bedenlerimize hastalıklar ârız olur. Zira ki, hava kokuştuğunda Hak'ın tesiriyle, bedenlerimizin içinde olan dört karışıma dahi tesir eder. Önce yürekte olan karışıma kokuşma eriştirir.
Sekizinci Madde
Bizi kuşatan havanın, bedenlerimize ve ruhlarımıza olan çeşitli tesirlerini ve faydalarını; sen rüzgârların değişmeleri ve faydalarını bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Eğer hava ifratla sıcak olsa, bedendeki mafsallara rehavet verip, rutubeti tahlil eder. Susuzluğu artırır ve kuvveti azaltır. Bir tabiat âleti ola bedenin hararetini tahlil edip, hazmı tebdil eder. Kan dokusunu tahlil ve safrayı diğer salgılar üzerine üstün ederek, rengi sarartır. Şu halde, sıcak hava, bedenin sıhhatine uygun değildir. Fakat soğuk algınlığı olanlara ve bazı felçlilere uygun ve faydalıdır. Ama soğuk hava bedenin hararetini hasredip, maddeleri akmaktan alıkoyar ve nezleyi tahrik eder. Sinirleri zayıflatıp, akciğere ve damarlara şiddetli zarar verir. Eğer havanın soğukluğu mutedil olursa, hazma ve bedenin bütün uzuvlarına kuvvet ve sağlamlık verip, sıhhatli bedenlere uygun gelir. Mesameleri kapatıp, kemik boşluklarını sıkıştırır. rutubetli hava, çoğu bedenleri mizacına uygun gelip cildi yumuşak, rengi güzel, görünüşü hoş edip, mesameleri temizler. Lakin kokuşmaya hazırlar. Kuru hava ise, açıklanan rutubetli havanın tesirlerinin tam zıddını yapar. Kuzey rüzgârlarıdır ki, bedene kuvvet verip, metanet bahşeder. Görünen akıntıları men eder ve bedenin mesamelerini kapatır. Hazma kuvvet verir.
Karnı ve mideyi çalıştırıp, idrarı kolaylaştırır. Batı havası kokuşmuş olsa, bu rüzgâr onu ıslah eder. Eğer güney rüzgârı, kuzey rüzgârı üzerine geçip, hemen kuzey rüzgârı esse; güney rüzgârı terletir, kuzey rüzgârı insanın içini pekleştirip, dışarı açılmaya sebep olur. Bu sebepten, o anda, baştan akan maddeler çoğalıp, göğüs, mesane ve rahim hastalıkları belirir; idrar zorluğu, öksürük, mafsal ağrıları ve titreme görülür. Güney rüzgârı, bedeni gevşetir. Mesameleri açar. Karışımları dışa hareket ettirip, duyu organlarına ağırlık verip, yaraları bozar. Hastalıkları artırır, baş ağrısını çoğaltır. Uykuyu getirip, sıtmayı sardırır. Doğu rüzgârları eğer, gecenin sonunda ve günün evvelinde eserlerse, güneşle ılımış olan hava latiftir ki, rutubeti az, kuruluğu mutedildir. Bu rüzgârların esmesi, o saatler çok olduğundan, unlara: Sabah rüzgârı, nesin-i seher derler. Şu halde, sabah rüzgârı bedenlere safa ve uykuya lezzet, hastalıklara şifa bahşeder. Eğer gün sonunda ve gece öncesinde eserse, bunun tesiri, ötekinin tersinedir.
Doğu bölgelerinin havası, batı bölgelerinin havasından latif ve safadır. Batı rüzgârı eğer, gün sonunda ve gece öncesinde eserse, hava kesiftir ki, deniz buharı yüklüdür. Eğer seher vakti eserse, güneşle ılımayan havadır ki, çok kesif ve çok ağırdır. Batı rüzgârı, her ne vakit eserse, bunun tesiri, sabah rüzgârının yararlarının aksinedir. Buna: Dübür rüzgârı derler. Hadis- i şerifte: "Sabah rüzgârı yardımcıdır. Ad kavmi dübür rüzgârıyla helak oldu," diye vârit olmuştur.
Burada havanın faydalarından bu kadar anlatmakla yetinilmiştir. Zira ki, basiret sahipleri, bundan ibret almışlardır. (Rüzgârın gönderen, ruhları cilalandıran ve vücutları ferahlandıran Allah münezzehtir. Her sebebi müsebbibi odur. Rablerin rabbidir. kendisinden başka ilah olmayan, celal sahibi Allah münezzehtir.

6 Mayıs 2014 Salı

Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname 20.Bölüm

Marifetnâme 20.Bölüm
İKİNCİ BÖLÜM
Hava unsurunun mahiyetini, keyfiyet ve durumlarını, üç tabakasından üst, orta ve birinci tabakalarda oluşan kainat boşluğunu (atmosfer) dört madde ile açıklar.
Birinci Madde
Hava küresinin yerini ve tabiatını, uzaklık ve büyüklüğünü ve hareketini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar ve astronomlar sözbirliğiyle demişlerdir ki: Dört unsurdan ikincisi havadır. İki paralel yüzeyle kuşatılmış basit bir cevher ve küre bir cisimdir. Üst yüzeyi yükselmiş olup, ateş küresinin alt yüzeyine temas etmiştir. Alt yüzeyi, altında olan denizlerle yerin yüzeyine teğet olduğu için dağlar ve dalgalar nedeniyle havanın yüzeyi düzgün değildir. Şu halde, hava küresinin tabii yeri, ateş küresinin altında ve ysu küresinin üstündedir. Kendi yerinde tabii olarak sakindir ve ancak kendine özgü hareketleri vardır. Sâkin oldukça ismi: Havadır. Hareke ederse, ona: Rüzgâr derler. Hava unsuru, latif, şeffaf ve renksizdir. Tabiatı, sıcaklık ve rutubettir. Yükselici özelliğinden dolayı, öteki unsurlara muhaliftir. Oluşum ve bozuşumla suretler bulmağa kabiliyetlidir. Zira ki hava, kendi yerindeyken bile, diğer unsurlara dönüşüp, başkalaşır. Rasatçılar, matematikçiler ve geometricile sözbirliğiyle demişlerdir ki: Havanın kalınlık ve derinliğinin toplam mesafesi, yaklaşık onbeşbin yirmialtı fersah bulunup, üç tabaka itibar olunmuştur.
Üst tabakası, ateşe komşu olduğundan sıcak olup, onunla ay feleğinin hareketine uyarak, doğudan batıya onu teşyi ile döner. Bu tabakanın tarafları, ateşten uzaklaştıkça, sıcaklığı az olup, kendi tabiatı olan keyfiyette kalmıştır. Dairesel hareketi dahi yavaş yavaş olup, en alt tarafı sâkin olmuştur. Bu tabakanın kalınlığı ve derinliği, onbin fersah bulunup, ateş tabakasına nispetle ikinci tabaka sayılmıştır. Aşağıdan yükselen dumanlar, bunda ayrışıp, kaybolduğundan, buna: Duman tabakası adını vermişlerdir Bunun nice sırlarına yetmişlerdir.
İkinci Madde
Havanın üst tabakasında gözlenen atmosferi bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar ve astronomlar sözbirliğiyle demişlerdir ki: Hava unsurunun üst tabakasının yukarı tarafında kuyruklu yıldızlar ve çeşitli şihab oluşur. Şihabın aslı, maddesi latif oan dumandır ki, güneş ışınlarının yansımasıyle yerden havaya çıkıp, soğuk tabakadan soğumadan geçip, duman tabakasından ateş küresine ulaşır. Eğer bu dumanın alt tarafı, yerden kesikse, pamuk fitilin ucunun mum alevine dokunup yanması gibi, o latif duman dahi alevlenip ateşe dönüşür. Çok süratli yandığından söner gibi görünür. Çünkü ateş şulesi, önce o dumanı üst tarafına düşüp sonuna kadar yakar. O şule, dumanın sonuna vardığında üst tarafa uzayıp, fişek gibi hareketli görünür. İşte şihab dedikleri budur. O dumanda bulunan yersel parçalar ayrışıp, ateş unsuru gibi halis ateş ve renksiz olarak görünmez olur. Eğer ateş tabakasına ulaşan duman, kesif ve koyu ise, oa ateş değdiğinde, koyuluğu bir süre aklır. Günlerce, aylarca sönmeyip, dumanın maddesinin gereği olan renk ile ortaya çıkar: Ya örülü saç, ya yuvarlak top, ya kuyruklu yıldız veya kısa ok veya dik koni şekillerinde veyahut ahna suretinde görünür. Eğer dumansal maddesi kesif ise, ateşe ilk ulaştığında, ondan öyle büyük bir şue zuhur eder ki, havanın içi ve yerin yüzü aydınlanır.
Meşhurdur ki, Hazreti İsa aleyhisselamdan çok sonra gökte, kuzey kutbu tarafında bir ateş parlayıp, tam bir sene kalmıştı. onun dumanı yeryüzünü öylesine kuşatıştı ki, günün ilk dokuz saatinden sonra, kimse ybir nesne göremezmiş. Gökyüzünden kül gibi parçalar indiğinden, o ateşin altında insanlar duramazlarmış. (Allah'ın gazabından yine Allah'a sığınırız.) Eğer ateş tabakasına ulaşan duman kesif ve koyu olup, alt tarafı yere bitişik ise, mesela sönmüş olan lambanın dumanıyle, üstünde bulunan lambanın ateşi inip sönmüş lambayı yaktığı gibi - ateş unsuru o dumandan tutuşup, yere kadar iner ki, buna: Doğa yangını derler. Çünkü bütün kainatın atmosferi, dört unsura karışmaksızın meydana gelir. Bunu içindir ki, gökte olanlar, dört unsurdan karışmayla bileşen üç bileşik gibi bir zaman sâbit olmayıp, hemen o anda bozuşumu uğrayıp, yok olurlar veya şekillerini koruyamayarak, başka bir surete girip, başka bir keyfiyete ererler.
Üçüncü Madde
Hava küresinin orta tabakasının ölçüsünü, vasıflarını, tavırlarını ve burada oluşan bazı atmosferik olayları bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar ve astronomlar demişlerdir ki: Hava küresinin orta tabakası, ateş tabakasına nispetle üçüncü tabakadır ve kendi yerine sâkindir. Bu tabakanın kalınlığı, takriben beşbinon fersah mesafedir. Bu tabakaya ateş üresinin sıcaklığı inmeyip, güneşin yeryüzünden akseden şuaları dahi buraya yükselmediğinden; bu, hava su buharlarıyla karışıp, onlardan oldukça soğuk bir nitelik kazanmıştır. Onun için soğuk tabaka namıyle şöhrete yetmiştir. Bu tabaka, bulutların, yağmurların, karların menşei olmuş; gök gürültüleri, şimşekler ve yıldırımlar buradan kaynaklanmıştır. Bütün bunlar, burada oluşup, sonra aşağı tabakaya inmişlerdir. Bunların çoğunlukla sebebi küçük su damlacıklarıdır. Bu damlacıklar, güneşin sıcaklığıyle incelip, hava parçacıklarıyle karışarak, yukarıya yükselip buharlaşan parçaların yoğunlaşmasıdır. Çünkü güneş, deniz ve toprak üzerine ışık saçıp, şualarının aksinden oluşan sıcaklığıyle suyun küçük parçalarını çıkarıp, duman ederek, bu sıcak buhar ve dumanı havanın yukarı tabakasına çekerken, yolda soğuk tabakaya rastlar. Hava, bunlarla harekete geçip çeşitli yönlere hareket eder. Üstten soğuk tabakanın soğuğu, alttan da su buharı ve duman biribirine sokulup, o kavgalar arasında, soğuk vasıtasıyle yoğunlaşma olur. Eğer soğuk şiddetli değilse,buhar toplanıp, ondan bulutlar meydana gelir. Bulutlar ne kadar yukarı çıkarsa, o kadar buhar zerreciği birbirine eklenip, duman da havaya dönüşüp hareketiyle rüzgâr olur. Buhar zerrecikleri suya dönüştüğünden, bu yoğunlaşmadan ağırlık hâsıl olduğu için yağmur olup aşağıya damlamaya başlar. Eğer buharın yükselişi gece olup, havanın soğukluğu şiddet ve kuvvet bulup, bulut zerrelerine toplanmalarından önce ulaşırsa, kar olup, güzel güzel iner. eğer soğuk çok şiddetli olsa bulut zerrelerini toplanmalarından sonra bulsa hemen dolu olup, vurucu bir biçimde düşmeye başlar. Eğer yukarı çıkan buharın sıcaklığı, havanın soğukluğuna nispetle az olursa ve soğuk tabakaya da ulaşamazsa; ya siyah veya beyaz bulut olur ki, bahar günlerinde atılmış pamuklar misali bir birinin üzerinde dağlar gibi toplanıp, çeşitli şekillere girip, letafetinden ve sıcaklığının düşüklüğünden dolayı havaya dönüşür. Eğer sıcaklığı az olan bu buharın kendisi de az ise; bunun durumları kendi mahilli olan aşağı tabakada açıklansa gerektir. Öyle olur ki, bazı zamanlarda şiddetli soğukla hava kapanmış olur ve bu durumda soğuk tabakada bulut oluşur ki, ondan yağmur, kar ve dolu hâsıl olur.
Dördüncü Madde
Hava küresinin orta tabakasında oluşan atmosferik olayları, yani gök gürültüsü ve yıldırımı hakimâne bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar ve astronomlar sözbirliğiyle demişlerdir ki: Gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımın sebebi budur ki; güneşin şiddetli hareketinden iyice incelen küçük yersel parçalar ve küçük ateşî parçalar birbirine karışır ki, buna: Duman derler. bu duman, yukarıda anlatılan buhar ile karışıp, böylece beraber yükselip, soğuk tabakaya ulaştığında, buhardan bulut oluşup, duman da bulutun içine hapsolsa; bu anda sıcaklığı baki ola duman yukarıya çıkmak istedikte, veya sıcaklığı giden duman aşağıya inmek murat eyledikte, o dumanlar, iniş ve çıkışta bulutu öylesine hızlı yarar ki, bundan korkunç bir ses hâsıl olur. İşte gök gürültüsü budur. Hızlı sürtünmeden o duman ateş alsa: Eğer latif olup çabuk sönerse ona: Şimşek derler. Eğer yoğun olup, yere ulaşana dek sönmezse, ona: Yıldırım derler. Öyle olu ki, bu yıldırım incelip, ayrışan cisimlerden geçip, ayrışmayan cisimleri yakar. Mesela, kese içindeki altın ve gümüşü eritip, keseyi yakmaz, ancak içinde eriyenlerin sıcaklığı yakar. Baza olur ki, yıldırım oldukça kesif olup, her neye isabet eylese, onu yakar. Büyük bir dağa düşüp, parçaladığı bile olur. Gök gürültüsü ve şimşek beraber olur. Lakin, gök gürültüsü işitilmezden önce, şimşek görülür Zira ki bu, gözle görülür ve o kulakla hissedilir. İşitme, sesin kulağa ulaşmasına bağlıdır. Sesin ulaşması ise mesafe ve hava titreşimlerine bağlıdır. Oysa ki, göz şualırın ulaşımı, sesten daha hızlıdır. Nitekim, çamaşırcıya bakarsın ki, çamaşırı taşa vurur, bir zaman sonra sesi kulağına erer.
Kış mevsiminde, buharın dumanı az olduğundan, şimşek ve yıldırım nâdiren olur. Onun için soğuk ülkelerde kar yağarken asla gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım olmaz. Zira ki kar inen bulutlarda asla duman buharı bulunmaz. Soğuğun şiddetiyle buharın dumanı sönüp, eseri bile kalmaz. Yağmur fazla olduğunda, bulut zerreleri yoğun olduğundan, gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım dahi çoğalır. Bulutlar çok yoğun olduğunda, yağmurun suyu onlarda hapsolmuştur. Onun için, onlardan yağmur şiddetle iner. Nitekim bir yerde mahpus olan su ondan yol bulsa kuvvetli akar. (Hakim ve shani olan Allah münezzehtir. Celle celalihi ve amme nevalihi. Ondan başka ilah yoktur.)

Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname 19.Bölüm

Marifetnâme 19.Bölüm
ÜÇÜNCÜ BAHİS
Yapısında oluşum ve bozuşum olan sülfî cisimlerin mahiyet ve keyfiyetini, yani dört unsurun yerlerini ve durumlarını; üç bileşiğin vasıflarını ve hallerini ve esirilerin etkileriyle olan şekil değişikliklerini; Türklerin yılının hükümleriyle olan keyfiyetlerin değişimini; yeni astronominin bazı makalelerini on bölümle hakîmâne tafsil eder.
BİRİNCİ BÖLÜM
Ateş unsurunun mahiyetini, tavır ve durumlarının keyfiyetini dört madde ile açıklar.
Birinci Madde
Ateş küresinin bazı durumlarını bildirir.
Ey aziz, malim olsun ki, astronomlar demişlerdi ki: Basit cisimler: Ateş, hava, su ve topraktır. Bu dördünden, üç bileşik (mevalid-i selâse) olan bileşik cisimler, bileşmiş ve doğmuş olup, yine dörde ayrıştıkarından, bunlara: Unsurlar derler. Bu dört unsurun bir araya gelmesinden ve biri birine dönüşüp kaynaşmasından bileşiklere oluşum ve bozuşum ârız olduğu için bunlara dört esas (erkan-ı erbaa) derler. Bu unsurlar ve dört esas, ay feleğinin altında yani ayın alt yüzeyinin altında, yukarıda açıklanan tertip üzere, biri birinin içinde, her biri kendi yerinde karar etmiştir. Tümünün en latif ve en yüksek olanı, ateş unsurudur ki, paralel iki yüzeyle kuşatılmış basit bir cisim ve üre bir cevherdir. Üst yüzeyi, ay feleğinin alt yüzeyine ve alt yüzeyi havanın üst yüzeyine teğettir. Ateş küresinin yeri, ay feleğinin altında ve hava küresinin üstündedir. Kendisi mutlak ulvî, latif, halis ve diğer unsurlar gibi renksiz ve hepsine üstüdür. Onu göz idrak edemez. Güneşin sıcaklığının etkisiyle topraktan ve sudan her ne kadar katı dumanlar, yoğun buharlar yükselip, ateş küresine erişirse de, o, hepsini yakıp, hâlis ateş eder. Eğer ateş küresi, bizim yanımızda olan ateş gibi renkli ve ışıklı olsaydı, yıldızlar ve felekler âlemini seyretmekten gözümüzü men ederdi. Bu unsurun tabiatı, kendi yerinde sükû ve karar iken ay feleğinin günlük hareketine uyarak, onu teşyî edip, âlemin merkezi çevresinde doğudan batıya gider ve bütün parçaları birlikte bir karar üzere sürekli döner.
İkinci Madde
Ateş küresinin tabiat ve kabiliyetini, uzaklık ve büyüklüğünü bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki astronomlar demişlerdir ki: Ateş unsurunun tabiatı, sıcaklık ve kuruluk olup, mutlak ulvi bulunduğundan, öteki unsurlara muhaliftir. Yakma ve kapanma kabul ettiğinden, oluşum ve bozuşma, muhtemel şekiller almaya kabiliyetlidir. Nitekim yukarıda açıklandığı üzere, kendi yerinde inen parçaları, diğer unsurlara dönüşüp, başkalaşır, bu açıktır.
Rasatçılar, geometriciler ve matematikçiler ittifak üzere demişlerdir ki: "Ateş küresinin üst yüzeyinin yeryüzünden uzaklığı, yaklaşık kırkbirbin dokuzyüz yirmialtı fersah ölçülmüştür. Alt yüzeyin yer yüzünden uzaklığı, yaklaşık onbeşin yirmialtı fersah bulunmuştur. ateş küresinin kalınlığı ve derinliği, yaklaşık altıbin dokuzyüz fersahtır."
Üçüncü Madde
Ateşi çeşitlerini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Ateş cinsi nice çeşittir. İlk olarak bu ateş unsurudur ki, bunun tesiri yakıcıların çeşitlerinin tümünden kuvvetlidir. Sıcaklığı şiddetlidir. Çünkü Hak Taala Kelam-ı Kadim'inde: "O Allah ki, yedi kat gökleri ve bunlar kadar da yer yarattı." (65/12) buyurmuştur. Şu alde filozoflar, suflî unsurları, bu ayet-i kerimenin mazmununa tatbi için, hava unsurunu üç tabaka ve toprak unsurunu iki tabaa farzetmişler. Tamamına yedi tabaka itibar edip, ateş küresini birinci tabaka saymışlardır. ikinci olarak, demirde, taşta ve yeşil ağaç ta gizli olan ateştir ki, sert demiri ve katı taşı eritip toprak eder. Bitkileri ve ağaçları yakıp, kül eder. O halde, karanlık, soğuk ve kesif olan bu üç cisimden, latif bir cisim olan sıcak ve nuranî soğuk ve kesif olan bu üç cisimden, latif bir cisim olan sıcak ve nuranî ateşi çıkarmak, şaşılacak bir hikmet ve garip bir sanattır. Üçüncü olarak yıldırım ateşidir ki, latif cisimlerden geçip, kesif cisimleri yakar. Dördüncü olarak haramen ateşidir ki; o, gök gürültüsü, şimşek ve bulut olmadan geceleyin gökten parlardı. Onun ışığında Benî Tay kabilesi, üç günlük mesafeden develerini görürdü. Bu ateş, kendisine yakın olanları yakıp; gündüzleri duan görünüp, geceleri ateş olurdu. İsmail aleyhisselam evladından Halit bin Binan, derin bir kuyu kazdırıp, o ateşi, buraya kapatmıştı. Bir zamanlar halk onu seyran ederdi. Bundan sonra, o nar, o kuyu içinde kayboldu. Beşinci olarak şihab-ı kabesdir ki, halk onu yıldız parlaması sanır. Halbuki o, yerden havaya çıkıp, soğukluktan etkilenmeden ateş tabakasına ulaşan dumandı. Altıncı olarak, cehennem ateşidir.
Dördüncü Madde
Ateşin ışığa bitişmesine, ruhun bedene bağlanmasının birkaç yönden benzerliğini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Hayvanî ruhun bedende yüreğe bağlılığı ve bitişikliği aynen ateşin lambanın fitiline bağlılık ve bitişikliği gibidir. Nitekim bu bağlılığın ibtali bir nefesle kolay olduğu gibi, ruhun bağlılığının iptali de bir çekiştirmeyle kolay olur. Lambanın yağı bittiğinde, ateş ayrılıp, söndüğü gibi, bedenin tabii rutubeti bitiminde, nefes ondan ayrı düşer. Her yerde ki, ateş hava alıp sönmez, orada insan dahi hava alabilip ölmez. Ateşin söndüğü yerde, insan dahi helak olup, nefes alamaz. Şu halde, madenciler ve kazıcılar, bir mağaraya girmek isteseler; önce bir uzun asanın ucuna bir kandil asıp, mağaranın içine sokarlar. Eğer o kandil sönmediyse, onla dahi yürüyüp, içeri girerler. Eğer kandilin şulesi söndüyse, hemen geri dönerler, kaçarlar. Nitekim kandilin yağı, fitilinde bittiğinde, iki üç defa şulesi hareket edip, ışık verir, ondan sonra söner. Ayı şekilde insan da ölüm anında kuvvetlenir ki, bu duruma ölüm sıhhati derler. Sonra, ruhu bedenden ayrılır.