Bağış Yap
20 Nisan 2013 Cumartesi
ABDURRAHMÂN TÂGÎ (Tâhî)
ABDURRAHMÂN TÂGÎ (Tâhî);
On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden. İsmi Abdurrahmân olup Tâgî, Tâhî ve Nurşînî
nisbeleriyle bilinir. Üstâd-ı A'zam ve Seydâ lakaplarıyla meşhûr olmuştur. Babası, Molla
Mahmûd Efendi, annesi Seyyid Molla Muhammed Efendinin kızı Meyâsin Hanımdır. 1831
(H.1247) senesinde Şirvân'da doğdu. 1886 (H.1304) senesinde Bitlis vilâyetine bağlı
Güroymak (Nurşîn) ilçesinde vefât etti. Kabri Nurşîn'dedir.
Asîl ve temiz bir âileden gelen Abdurrahmân Tâgî'nin bulunduğu ev, halk arasında Sûfî evi
olarak şöhret buldu. Çünkü, babası Molla Mahmûd Efendi kemâlât, olgunluklar sâhibi,
ilmiyle amel eden, Peygamber efendimizin yüce sünnetine uymakta titizlik gösteren sâlih biri
idi. Önceleri Kâdiriyye yoluna girmişti. Sonra Nakşibendiyye yoluna da bağlandı. Aslen
hazret-i Hüseyin efendimizin soyundan gelen ve seyyide olan annesi Meyâsin Hanım da
sâliha bir kadındı. Babası Molla Mahmûd Efendinin erkek kardeşleri yoktu. Kâdiriyye yoluna
mensûb kerâmeti ile meşhûr bir kız kardeşi vardı.
Küçük yaşta tavrı ve hareketleri ile dikkat çeken Abdurrahmân Tâgî hakkında anne ve babası;
"Cenâb-ı Allah'ın bize lutfettiği bu çocuk başka çocuklara benzemez. Bunun maddî bakımdan
ziyâde mânevî yönden yetişmesine ihtimâm göstermeliyiz!" diyerek îtinâ gösterdiler. Dedesi
Molla Muhammed'in de en büyük arzûsu onun ilimde ve mâneviyatta yetişmesiydi. Hattâ
dedesi çocuğun omuzuna elini koyarak; "Bizim âilemizin ilmi, irsî olarak dededen oğula
devâm eder. Halbuki benim oğullarımdan hiçbirisi bendeki ilmi taleb etmedi. İlmime vâris,
mirasçı olacak sen varsın." derdi.
Âilesinin de teşvik ve desteğiyle küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Abdurrahmân Tâgî,
Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Anne terbiyesi ve yaratılışındaki temizlik sebebiyle
akranları arasında farkedilir oldu. Oyunla ve boş işlerle meşgûl olmuyor, hep faydalı işlerle ve
ilim öğrenmekle vakit geçiriyordu. Abdurrahmân Tâgî, çocukluğuyla ilgili olarak şöyle derdi:
"Annemin güzel terbiyesi yüzünden rûhlar âlemiyle ilişkim kesilmezdi. Allah'tan gâfil
olmazdım. Çocukların arasında kendimi devamlı kusurlu görürdüm."
Abdurrahmân Tâgî on yaşına basınca, annesi vefât etti. Annesinin vefâtından sonra babası
onun terbiyesine ve okutulmasına önem verdi. Şâfiî fıkıh kitaplarından İmâm-ı Râfiî'nin
Muharrer adlı eserini okudu. Arapça gramer ilmini öğrenip Hadâik-ud-Dekâik kitâbına
kadar babasının yanında okudu. Daha sonra memleketinin meşhûr âlimlerinden Molla
Abdüssamed'in yanına gitti. O vefât edince büyük âlim Molla Ziyâüddîn Arvâsî'nin yanına
giderek ilim öğrendi. Ondan, Molla Câmî'ye kadar okudu. MollaZiyâüddîn'in sevgisine
kavuşup ondan hiç ayrılmadı. Molla Ziyâüddîn Arvâsî muhabbet ve yakınlıkla ona yöneldi.
Bir defâsında; "Muhabbete denk olacak hiçbir şey yoktur." buyurdu ve muhabbetin
özelliklerini açıkladı, muhabbetin üstün olduğunu anlattı. Bu arada çevredeki diğer
âlimlerden fıkıh, tefsîr, hadîs gibi dînî ilimleri tahsil etti. Bu ilimlerde yüksek ilim ve derece
sâhibi oldu. Okuduğu hocalardan icâzet, diploma aldı. Sonra babasına vakfedilen Ispahart'taki
medresede ders vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı. Gerek ilim öğrendiği, gerekse ilim
öğrettiği medreselerde en fazla yakınlık duyduğu kimseler, dünyâya gönül vermeyenlerdi. Bu
sebeple kendisi, dünyâya meyl etmeyen, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı asıl maksad
kabûl eden bir zât idi. Medresede ders verdiği sırada, bâzan talebelerini akan suların
kıyılarına, çiçekli bahçelere ve güzel manzaralı tepelere götürerek orada ders verirdi. Dersleri
esnasında Allahü teâlânın varlığını ve birliğini gösteren tabîat hâdiselerini anlatırdı. Bâzan
ders verdiği kitapta çözümü zor meselelerle karşılaşınca kitabı kapatır, talebelerinden ilâhî
aşka dâir bir kasîde söylemelerini ister, sonra bu müşkillerin cevâbını Allahü teâlâdan
kendisine bildirmesini dilerdi.
Asıl gâyesi, cenâb-ı Hakk'ın rızâsını kazanmaktı. Sevenlerinden birisine bu hususu şöyle
anlattı:
"Bana yol gösteren bir mürşid-i kâmil, yol gösterici rehbere bağlı olduğum bir tarîkat, yol
olmadığı hâlde cenâb-ı Allah beni günahlardan koruyordu. Bir gece kötü bir yere gitmeye
niyet ettim. Giderken çamurlu bir yerde ayağım kaydı ve yere düştüm. Eve dönüp elbisemi
yıkamaya başladım. Temizliğimi sabah olduğunda bitirebildim.
Kanâat sâhibi, gönlü tok bir kimse olan Abdurrahmân Tâgî dünyâ mal ve rütbelerine gönül
vermezdi. Bu yüzden kendisine bulunduğu nâhiyenin müdürlüğü, kâdılığı ve müderrisliği
verildiği hâlde bunlara iltifât etmedi. Çünkü o kendisini tasavvufta yükseltecek bir mânevî
rehber arıyordu. Hacı Emin Şirvânî'ye başvurarak Rufâîlik tarîkatına girdi ve ona talebe oldu.
Arkasından günlük zikir ve nâfile ibâdetlere yöneldi. Fakat bir müddet sonra Hacı Emin
Şirvânî, Şeyh Abdurrahmân Talebânî tarafından reddedilince gidip Şeyh HamzaTelvî'ye
talebe oldu. Bir müddet sonra Kâdiriyye tarîkatı mensûblarından Şeyh Abdülbârî Çarçâhî'ye
talebe oldu. Şeyhi ona, oruç tutmak, az yemek, az uyumak ve sık sık mezarlıkları ziyâret
etmek gibi vazîfeler verdi. Bâzı geceler bir iki saat kabristânda kaldığı zamanlar oldu. Hattâ
Tâhî köyünün mezarlığında açık bir mezâr vardı. Bâzı geceler bu mezara girerek orada
sabahlardı. Bu arada insanlardan, dünyâ zevklerinden uzaklaşıp soğudu. Hocası ona bir gün
ve bir gece boyunca yüz yetmiş bin kere "Lâ ilâhe illallah" demesini emretti ve; "Kalbini
ateşten bir taş ve Lâ ilâhe illallah kelimesini de ateşli bir demir parçası say. Kalbini bu yüce
cümle ile muhabbet ve cezbe (Hakka tutulmaklık) içinde döv. Böylece demir darbeleri altında
kalan taşlarda görüldüğü gibi kalbinden kıvılcımlar çıksın." dedi. Bu tavsiyelere uyan
Abdurrahmân Tâgî mânevî hallere kavuştu.
Bu sırada büyük evliyâ Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri Külat'da oturuyor, insanların
dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için çalışıyordu. Onun talebelerinden Süleymân Erbûsî
arasıra Külat köyüne gidip geliyordu. Bir defâsında Külat köyünden döndüğü bir zamanda
Abdurrahmân Tâgî, alaylı bir şekilde; "Külat'taki sûfîler nasıldırlar? Ne yapıyorlar?" diye
sordu. Süleymân Erbûsî Abdurrahmân Tâgî'ye; "Eğer falan dereyi geçsen öyle demezdin."
diye cevap verdi. Süleymân Erbûsî'nin bu sözü Abdurrahmân Tâgî'ye çok tesir etti. O sırada
şeyhi tarafından halîfe olarak vazîfelendirilen ve birkaç talebesi de olan Abdurrahmân Tâgî
talebelerinden birine; "Vallahi falanca kişinin sözleri beni çok etkiledi.Külat'a gidiyorum."
dedi. Mürîdlerinin bütün ısrarları onu kararından döndürmedi. O gece boyunca içindeki arzu
ve iştiyâkla uyuyamadı. Seher vakti gelir gelmez Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin
talebesi Süleymân Erbûsî'nin evine gitti. Onu uyandırarak; "Benimle birlikte Külat'a gelir
misin?" dedi. Süleymân Erbûsî; "Gelirim." deyince ikisi birlikte seher vakti yola koyuldular.
Süleymân Erbûsî'nin; "Eğer falan dereyi geçsen öyle demezdin." diye bahs ettiği yere geldiler.
Fakat Abdurrahmân Tâgî o dereyi geçerken kalbinde acâib bir hâl hissetti. Nihâyet Külat'a
ulaştılar. Kendisini Cennet bahçelerinden bir bahçede hissediyordu. Seyyid Sıbgatullah
Arvâsî hazretleri onu talebeliğe kabûl ederek himâye ve tasarrufu altına alıp kısa bir müddet
içinde yetiştirdi. Tasavvuf yolunda yükselen Abdurrahmân Tâgî, dillerin ifâde edemeyeceği,
ancak ehlinin anlayacağı hâllere kavuştu. O zaman, önceden elde ettiği ve kavuştuğu hâllerin
gafletten ve boşu boşuna ömür harcamaktan başka bir şey olmadığını anladı.
Kısa bir müddet içinde yüksek evliyâlık derecesine ulaşan Abdurrahmân Tâgî bir gün sabah
vakti hocasının huzûruna giderek; "Efendim! Ben her şeyde Lafza-i Celâl'in (Allahü teâlânın
isminin) zikrini duyuyorum. Hattâ önümde yürüyen köpekten bile o zikri duydum." diyerek
hâlini anlattı. Talebesinin, olgunluğa erdiğini gören Seyyid Sıbgatullah Arvâsî ona Ispahart
nâhiyesinde kâdılık yapmasını emretti.
Hocasının emri üzerine iki yıl müddetle Ispahart kâdılığı vazifesini yürüttü. Bu vazîfesi
esnasında insanlara güzel ahlâkı ve hoş görüsüyle hizmet etti. Zaman zaman hocasının yanına
gidip gelerek sohbetiyle şereflendi ve hasretini gidermeye çalıştı.
İki sene sonra kâdılık vazîfesinden ayrılarak dünyâdan tamamıyla uzaklaşıp, Sıbgatullah
Arvâsî hazretlerinin hizmet ve sohbetlerine döndü. Çoğu geceler uyumaz, hocasının odasının
penceresine bakan bir taşın üzerinde oturur, yaz-kış, kar-yağmur demez sabaha kadar o taşın
üzerinde beklerdi. Dokuz sene müddetle şeyhinin sohbetinde ve hizmetinde bulunduktan
sonra evliyâlıktaki en olgun ve en yüksek dereceye ulaştı. Sıbgatullah Arvâsî hazretleri ona
icâzet vererek irşâdla, yâni İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi.
Tasavvufta insanları yetiştirmeye başlamadan önce bütün arâzisini satarak Allahü teâlânın
rızâsı için harcadı. Bu hususta; "İnsanlardan dünyâyı terk etmelerini isterken nefsimin dünyâ
malı karşısındaki durumunu öğrenmek istedim. Gasv'ın yâni Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin
himmetiyle Allah'a tevekkülümün tamam olduğunu gördüm." dedi.
İrşâd için vazîfelendirildikten sonra talebesi Şeyh Fethullah-ı Verkânîsî'nin dedesi Şeyh
Muhammed'in Verkânîs köyündeki türbesini ziyâret etti. Bu ziyâret esnâsında kendine;
"Seydâ" adıyla anılması işâret edildi. Bundan sonra Seydâ ismiyle meşhûr oldu. Gittiği
yerlerde insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle, onların dünyâ ve
âhiret saâdetine kavuşmaları için çalıştı.
Bir ara hac ibâdetini îfâ etmek için Mekke-i mükerremeye gittti. Bu vazîfesini yaptıktan sonra
sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmekle şereflendi. Medîne-i münevverede
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarından Şeyh Muhammed Mazhar Efendiyle buluşup
sohbette bulundu. Hacdan dönünce, hocasının emriyle, Bitlis vilâyetine bağlı Nurşîn
nâhiyesinde yerleşerek irşâd vazîfesine devâm etti.
Hocasının vefâtından sonra insanlara Allahü teâlânın dîninin emir ve yasaklarını anlatmaya
devâm etti. Gönül alıcı sohbetleriyle insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için
çırpındı.
Zikirle ilgili olarak talebelerinin sorduğu bir suâl üzerine şöyle buyurdu:
"Bu Hâlidiye büyükleri sesli zikir yapmazlar, talebe kıbleye karşı edeple oturmalıdır. Hâzır
bir kalb ile zikirde bulunmalıdır. Çünkü zikir esnâsında kalbin hâzır olması muhakkak
lâzımdır. Zikirden maksad tevhid olup, Allahü teâlânın birliğini hatırlamak, dile getirmektir.
Hattâ tesbih tanelerini bir eksik mi, fazla mı çektim diye takılmamak gerekir. Çünkü
tesbihleri söylemekten maksad hâldir. Bir eksik veya fazla olmuş ne çıkar."
Abdurrahmân Tâgî hazretleri halka açık olan sohbetlerinin birisinde buyurdu ki:
"Bir defâ keşif yoluyla elimde bir böcek gördüm. Baktım ki akreptir. Hemen yere attım. Yere
düştükten sonra baktığımda ayıya benzer bir hayvan onunla oynuyordu. Tekrar dikkatli
baktım o hayvan domuz idi."
Talebelerinden biri ona;
"Efendim bu hayvan neye işârettir?" diye sorunca;
"O domuz kılığına sokulmuş bir insandır. Önceleri hocasına ihlâsla bağlı iken, sonraları onun
büyüklüğünü inkâr eden kişidir. Böyle kişilerin âhirete îmânsız gideceğinde bütün evliyâ
ittifak etmişlerdir. Sıbgatullah-i Arvâsî'nin zamânında zannederim ki münkirlerden yâni onu
inkâr edenlerden îmânsız gidenler oldu. İnkâr edenler ya câhillikten veya ilimden dolayı inkâr
ederler. Câhillikten olan inkâr; zarar bakımından, ilimden dolayı olan inkârdan daha azdır.
İnkârın en zararlısı velî bir zâtı hased etmekten dolayı olanıdır."
Talebelerinden biri o akrebin ne olduğunu sordu.
"Aynı domuz olan kimsedir. Düşmanlığını açıktan yaptığı için o şekilde göründü." buyurdu.
Olgun bir mürşidin, yol gösterici rehberin durumuyla ilgili olarak sorulan bir soruya da şöyle
cevap verdi:
"Mürşid-i kâmil talebesinin her türlü hastalığını tedâvi eder. Yalnız ihlâs ve muhabbet
eksikliği ile bid'atlerin sebeb olduğu hastalıklar hâriç. Çünkü bu hastalıklar talebenin
istikâmetini yolunu değiştirir. Talebe Sırat-ı müstakîmden yâni doğru yoldan ayrılır. Fakat
bunların tedâvîsi mümkündür. Zinâ yapan zinânın büyük günah olduğunu bilir sonra
pişmanlık duyar. İhlâs ve muhabbet eksikliği ve bid'at işleme durumu olursa günah işlediğini
bilmez, pişman olmazlar. Demek ki ilacın aslı, pişman olmak, nefsinin kusûrunu görmek ve
hocasına yalvarıp sığınmaya bağlıdır. İnsan sûretini kaybedip hayvan sûretine girenlerin
alâmeti, vâz ve nasîhatlerden istifâde etmeyip, işlediği günahlara devâm etmesidir. Bu fakir
(yâni Abdurrahmân Tâgî) velîyi inkâr etmenin îmânı tehlikeye soktuğunu bildiğim için, velî
olduğunu söyleyen kişiyi inkâr etmedim. Yalnız hocamı inkâr edenlere karşı cephe alırım.
Münkirlik yapmadım fakat karşı çıkarım.
Kendisine dînini öğreten hocasına "neden" ve "niçin" diyen talebe iflâh olmaz. Hocasına
îtirâz eden talebenin üzerine feyz kapıları kapanır. Talebe hocasını kontrol edip ona îtirâz
edemez.
Sâdık bir talebe hocasının bütün fiillerini teslimiyet ile karşılar. Bâzı kitaplarda şöyle
nakledildi: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri zamânında yağmur yüklü bulutlara hükmeden
bir ebdâl, büyük velî vardı. Bu zât Allahü teâlâya duâ ederek bulutlardan çok ihtiyaç duyulan
beldelere yağmur yağdırmasını diledi. Lâkin yağmur yağmadı. Bulutlar yağmuru sarp bir
beldeye sürükledi ve oraya çok yağmur yağdı. Bu hâdise üzerine Ebdâl olan zât; "Yâ Rabbî!
Neden ihtiyaç duyulan yere yağmur vermedin de, başka yere yağdırdın?" gibi îtiraz yollu
söylendi. Bunun üzerine cenâb-ı Hak tarafından ebdâlliği alındı. Köpek kılığında ve baygın
hâlde yere düştü. Bu hâli fark eden talebelerden birisi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine
gelip duâ istedi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri duâ etti. Duâsı kabûl oldu. Sonra bu zâta
eski makâm ve mevkii Allahü teâlâ tarafından, yeniden verildi."
Abdurrahmân Tâgî hazretleri güzel amelleri teşvik etmek için bir sohbetinde şöyle buyurdu:
"Farz namazlarınızı vaktinde ve cemâatle kılınız. Sünnetleri terk etmeyiniz. Akşam
namazından sonra kalbinizi hocanıza bağlayınız. Bu esnâda gaflette olursanız, bağı
kuramazsınız. Bilhassa sabah namazlarından sonraki güzel amellerinizi terk etmeyin.
Bu Sıddîkiyye yâni Hâlidiyye yolunda halvete girmek yoktur. Halvette şöhret vardır. Şöhret
ise âfettir. Bu yolun gâye ve maksadı tâlebeye nefsi terk ettirmektir. Halvette yapılan zikirde,
kişide benlik duygusu galebe çalabilir. Yatsıdan sonra lambaları söndürün ve konuşmayın
veya amellerinizle meşgul olun. Sıddîkiye yolundaki kişiler dünyâ zengini olanlara karşı
muhtâc olmadıklarını göstermek için, vakarlı davranarak, muhtâc olmadıklarını
göstermelidirler. Buna karşılık, kendilerine muhtâc olan ihtiyaç sâhiplerine karşı mütevâzî
davranıp kendisini onlardan aşağı göstermelidir."
Abdurrahmân Tâgî, birçok talebe yetiştirdi. Halîfelerinin en meşhûrları şunlardır: Fethullah
Verkânîsî, Abdurrahmân Nurşînî, Molla Reşid Nurşînî, Allâme Molla Halil Siirdî'nin torunu
Abdülkahhâr, Abdülkâdir Hizânî, Seyyid İbrâhim Es'irdî, Abdülhakîm Fersâfî, İbrâhim Ninkî,
Tâhir Âbirî, Abdülhâdî, Abdullah Hurûsî, İbrâhim Çuhrûşî (Çukrûşî), Halil Çuhrûşî, Ahmed
Taşkesânî, Muhammed Sâmî Erzincânî, Abdullah Subaşı, Halife Mustafa Bitlisî, Hacı
Süleymân Bitlisî, Hacı Yûsuf Bitlisî, Hacı Yûsuf Köşkî'dir.
Bunlardan Fethullah Verkânîsî'nin halîfesi Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî, Abdurrahmân
Tâgî'nin oğludur. Abdurrahmân Tâgî'nin sözlerini halîfelerinden İbrâhim Çukrûşî toplayarak
İşârât ismini vermiştir. Bu kitap çok kıymetlidir. Abdurrahmân Tâgî'nin oğlu Muhammed
Ziyâüddîn Nurşînî Adıyamanlı Abdülhakîm Hüseynî Efendinin hocasıdır.
Yüksek hâl ve kerâmetler sâhibi olan Abdurrahmân Tâgî vefâtına yakın buyurdu ki:
"Bana Hac mevsiminde Mina'da olduğum gösterildi. Hacca gelenler bütün velîlerin
rûhlarıymış. Bu rûhlar benim için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dilediler. Allahü teâlânın
beni affettiğini ümid ediyorum.
Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden olan Abdurrahmân Tâgî hazretleri bir gün
talebelerinden birine bir hizmeti yapmasını emretti. Fakat talebesinde bu işe karşı bir
isteksizlik meydana geldi. "Bu hizmeti başka bir sûfî yapsa onun için daha iyi olur. Bu iş bana
ağır geliyor." diye kendi kendine söylendi. Bu durumun farkına varan Abdurrahmân Tâgî
talebesine şöyle buyurdu:
"İnsanoğlu daraldığı zaman bir işi yapması, yapmamasından daha zor olur. Ama kendisine
zor gelen bir işi başkasına teklif etmesi kolay gelir. Halbuki insan, o işten gelen hayrın
başkası için değil kendisi için olduğunu bilmez. Buna karşılık zevkli bir iş olunca insan o işi
yapmayı, yapmamaya göre daha kolay bulur. Fakat bu defâ kendine değil de arkadaşına o işi
yapmamayı tavsiye etmek kolayına gelir. Oysa o işi yapmamanın zararı arkadaşının değil
kendisinindir, bunu bilmez."
İnsanlara Allah rızâsı için iyiliği emr ederek ve kötülüklerden sakındırarak tasavvuf yolunda
ilerlemelerine çalışan Abdurrahmân Tâgî, on sekiz yıl kaldığı ve irşâd vazîfesinde bulunduğu
Nurşîn beldesinin insanlarını dâvet etmekten bir an geri kalmadı. Vefât etmeden önce ağır bir
hastalığa yakalandı. Buna rağmen hiç bir sünnet namazını dahi ihmâl etmeyip, hepsini ayakta
kıldı. Gece ibâdetini aslâ bırakmadı. Halbuki bu sırada ancak dört yanına yastık dayayarak
oturabiliyor, oturamayınca sırtını duvara dayıyordu. Bu durumu kendisine hatırlatılarak; "Siz
hastasınız bu şekilde ibâdet yapamazsınız." diyenlere aldırış etmiyor, hattâ bu şekilde
konuşmalarını istemiyordu.
Hastalığı sırasında kendisini ziyâret için gelen talebelerine şu edeplere uymalarını tavsiye etti:
"Ziyâretime gelenler, tam bir edep ve huzûr içinde yanıma girsinler. Çünkü evliyânın rûhları
devamlı olarak odamda bulunuyor. Edebe aykırı yapılan bir davranış, yapan kimseyi zarara
uğratacağı gibi, kendimin de o davranıştan zarar göreceğinden çekiniyorum. Yanıma
girdiğinizde kalbleriniz bir, niyetleriniz aynı olsun. Çünkü hastalığım sırasında değişik
arzularınızın bana yansımasından rahatsız oluyorum."
Abdurrahmân Tâgî hazretleri vefât etmeden önceki son gecenin seher vaktinde Peygamber
efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) açıkça kendisine görünerek bal yemeyi ve şerbet
içmeyi emrettiğini söyledi.
Bu sözlerinden sonra kendisine; "Aklınızdan yolculuk geçiyor mu?" diye sorulunca; "Evet
geçiyor. Eğer aklımdan yolculuk geçmeseydi, Peygamber efendimiz açık bir şekilde bana
görünmezdi." buyurdu.
O günün ikindi vakti sıralarında yanına gelen zevcesi Seyyide Kadriye Hanımın eteğinden
tutarak şu beyti okudu:
Kâbe hareminin harîmine vâsıl olamazsın
Eğer evlâd-ı Alî'nin eteğine yapışmazsan.
Bu beyti şefâat dilemesi gâyesiyle okuduğu mübârek yüzündeki ifâdeden açıkça anlaşılıyordu.
Abdurrahmân Tâgî hazretleri son hastalığı sırasında, ağır hastalığına rağmen âilesine ve
yakınlarına:
"Allahü teâlâyı ve O'nun Resûlünü sevmeyi, İslâmiyetin emirlerine sıkıca bağlanmayı,
yasaklarından şiddetle kaçınmayı ve şeyh Fethullah Verkânîsî'ye itâat etmeyi ve ona tâbi
olmayı ihmâl etmeyin." buyurarak, yerine Şeyh Fethullah Verkânîsî'yi halîfe bıraktığını
bildirdi.
Son zamanlarında çevresindekilere ve bağlılarına şefkatle muâmele etti. Onlara rahmet
nazarıyla baktı. Evlatlarına ise fazla iltifât göstermedi. Oğlu Molla Muhammed Ziyâüddîn'e
şöyle buyurdu: "Oğlum, Şeyh Fethullah senin hakkında benden daha hayırlıdır. Çünkü ben
seni başkalarından ayırmam, ama o seni diğerlerinden üstün tutar."
Bir ara kendisinden geçti. Kendine geldikten sonra; "İki meleğin rûhumu almaya geldiklerini
gördüm. Onlara;"Sizin rûhumu almanıza râzı değilim. Ben çok sayıda âlime hizmet ettiğim
için rûhumu âlimlere mahsûs meleklerin almasını istiyorum." dedim. Bir müddet sonra benim
rûhumu almaya gelen meleklere Allahü teâlânın; "Onun rûhunu benim dostlarımın rûhunu
alan alsın." buyurduğunu duydum. Bu emri duyunca; "O çabuk gelsin." dedim." buyurdu.
Daha sonra talebelerinden Molla Abdülkahhâr'a dönerek; "Güzel sesinle üzerime Kur'ân-ı
kerîm oku." buyurdu. Talebeleri başından ayrılmayıp Kur'ân-ı kerîm okudular.
Gece yarısına doğru çok sevdiği bir âile ferdini çağırdı. Peygamber efendimizin sallallahü
aleyhi ve sellem vefât etmek üzere iken hazret-i Âişe'ye çok yakınlık gösterdiğini, hattâ başını
onun göğsü ve çenesi arasına dayanarak öyle vefât ettiğini bildiği için son anlarını aynı
şekilde geçirmek istedi. Vücûdunu âilesinin koluna dayadı, elini eline koydu. Bir süre sonra
elini çekerek sağ göğsünün altına gelecek şekilde tuttu. 1886 (H.1304) senesi Aralık ayının
yirmisine rastlayan Perşembe günü kuşluk vaktine doğru saat dokuz civârında vefât etti.
Talebeleri ve sevenlerinden meydana gelen kalabalık bir cemâat tarafından cenâze namazı
kılındıktan sonra Nurşîn'de defnedildi. Kabri Bitlis vilâyetine bağlı Nurşîn nâhiyesinde olup
ziyâret edilmektedir.
*"-"++"!$&;$#$788
Abdurrahmân bin Yûsuf Rûmî'nin vefâtından sonra, sevdiklerinden birisi şöyle anlatmıştır:
Bir gece, rüyâmda Abdurrahmân Rûmî'yi gördüm. Bana; "Bursa'da Seyyid Neccârî'nin evinde
misâfir var. Beni ziyâret etmek istiyor. Gidip onu al ve kabrime getir." dedi. Sabah olunca derhâl
oraya gidip misâfiri buldum. Bir arzusunun olup olmadığını sordum. "Abdurrahmân Rûmî'nin
kabrini ziyâret etmek istiyorum." dedi. Onu alıp Abdurrahmân Rûmî'nin kabrine götürdüm. Biraz
sonra onun yalnız kalmak istediğini sezip, oradaki bir mescide girdim ve bekledim. Çok geçmeden,
o ziyâretçi ile Abdurrahmân Rûmî'nin konuşmaları kulağıma geldi. Aynen hayattaki gibi
konuşuyordu. Konuşması bitince mescidden çıktım. Kabrin yanına geldiğimde kimseyi bulamadım.
-5,.3.'&<5*#1+&-5,.:.%
Abdurrahmân Tâgî hazretleri bir sohbetinde, sohbetin fazîleti ile ilgili olarak, buyurdu ki:
Yolumuz sohbet yoludur. İnsanlara hayret ediyorum niçin sohbeti istemezler, niçin sohbet
meclisine katılmazlar, niçin Allah adamlarının yanında bulunmazlar? Halbuki sohbet ehlinin ev
sâhibi Allahü teâlâ, teşrîfâtçısı hazret-i Ali, sâkîsi yâni su dağıtanı Hızır aleyhisselâmdır. Şâyet
sohbet etmek için yedi kişi bir araya gelse, yüksek makamlara erişirler ki, Aralarında bir Allah
dostunun varlığı umulur.
Cehrî, açıktan Kur'ân-ı kerîm okumak ve sohbet evlerden zulmeti giderir. Onun için sohbet olunan
evin sâhibi bildiği sûreleri açık olarak okusun.
Sohbet peşinde koşmayı severim. Nerede sohbet ehli varsa oraya gitmek isterim. Mümkün
mertebe hiç bir dervişin sohbetini kaçırmak istemem."
1) İşâretler (İbrâhim Çukruşî)
2) El-Minah (Halid Ölehî)
3) Eshâb-ı Kirâm
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder