Bağış Yap
6 Mayıs 2013 Pazartesi
ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ
ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ;
Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden. 1865 (H.1281)'te
Van vilâyetinin Başkale kasabasında doğdu. 1943 (H.1362)'de Ankara'da vefât etti. Kabri,
Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır.
İmâm-ı Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım soyundan olup seyyiddir. Hazret-i Ali'ye kadar bütün
babaları âlim ve velî idi. Birçoğu zamânının kutbu, devrinin en büyük evliyâsı ve rehberiydi.
Babası Seyyid Mustafa, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin oğlu Seyyid Ubeydullah'ın halîfesiydi.
Gördüğü kimsenin hangi namazı kılmadığını, Allahü teâlânın ihsânı ile yüzünden anlardı.
Dînin emir ve yasaklarına bağlılıkta fevkalâde titiz, din bilgilerini yaymada gayretli ve çok
cömertti. Âlimlere, bilhassa on yedinci asırda Hindistan'ın Siyalkut şehrinde İslâm âlemini
her yönüyle ışıklandırmış olan Abdülhakîm Siyalkûtî hazretlerine pekçok muhabbeti vardı.
Bir oğlu olursa ona Abdülhakîm ismini verecekti. Seyyid Mustafa Efendinin bir oğlu olduğu
gece, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin torunlarından büyük âlim Seyyid Tâhâ hazretlerinin
küçük birâderi Abdülhakîm Efendi kendisinde misâfirdi. SeyyidMustafa Efendinin içindeki
dileğine bu ilâhî hikmet de eklenince, doğan oğluna Abdülhakîm ismini verdi.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ilk bilgileri babasının yanında öğrendi. Sonra Başkale'de ibtidâî
ve rüştiye mekteplerini bitirdi ve o zaman ilim ve irfan merkezi olan Irak'ın çeşitli
şehirlerinde, Müküs kazâsında yüksek âlimlerden, Arap ve Fars dili ve edebiyatı, mantık,
münâzara, kelâm, ilâhî ve tabiî hikmet, fen ve matematik, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf
dersleri aldı. Nehrî'de gördüğü bir rüyâ üzerine tahsîline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu
rüyâyı şöyle anlatmaktadır:
Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını âilemle
birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsîl ettiğim
zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyâda Allah'ın Resûlünü gördüm. Yüce
bir taht üzerinde risâlet makâmında oturmuşlardı. O'nun heybet ve celâli karşısında dehşete
düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla
kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zât... Bu zât sağ
kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir suâl sordu:
"Hayz zamânında bir kadının, câmiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir câminin bir
kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resûlünün
heybetlerinden büzülmüştüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet yavaşca ve alçak bir sesle;
"Dînin sâhibi hazırdır, buradadır." diye cevap verdim. Maksadım, şerîat sâhibinin huzûrunda
kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resûlullah efendimiz, ses
işitilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına rağmen cevâbımı duydular. Durmadan; "Cevap
veriniz!" diye üst üste iki defâ emir buyurdular.
Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin câmiye geliş yolları üzerinde durdum.
Kendilerine bir şeyi arzedeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine
büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din
bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış." diyerek
rüyâmı tâbir etti. Babama; "Kâinâtın efendisi huzûrunda, bunca din meselesi dururken bana
hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resûlullah'ın
emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevâbı verdi:
"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri
bakımından çok yükseleceğine işârettir.
Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında
geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcâbı uykuyu kitap
üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsîr gibi ilimlerin yanında kendisini
mânevî yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid
Tâhâ-i Hakkârî'nin halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, rüyâsında Allahü teâlânın Resûlünü gördü.
Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurmuştu.
Nihâyet Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehîm-i Arvâsî
hazretlerinin huzûruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu.
İstihârede şöyle bir rüyâ gördü:
Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi Seyyid Fehîm'e şu emri veriyordu: "Abdülhakîm'i al,
elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamâmen yıka! Sonra ikimize de
imâm olsun!.. Seyyid Fehîm hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da
elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccâdeye bırakıyordu.
Bu rüyâ onun talebeliğe kabûl edildiğine dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece
cevâzımât-ı hams tâbiri idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'î, kesin demektir. Hams yâni
beş adedi ise âlem-i emrin, latîfenin tasfiyesine işâret olduğu açıktı. Rüyânın başka tâbire
muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilâhî lütuf ve sonsuz bir ihsândı.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, gördüğü bu rüyânın tesiri ile büyük bir aşkla ilim tahsîl edip,
ilimde ilerlediği gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü
nurlandırdı. 1882 (H.1300)'de zâhirî ilimlerde icâzet aldıktan sonra, 1888 (H.1305)'de
tasavvufta Nakşibendî yolundan icâzet aldı. Ancak Nakşî tarîkatında H. 1000 târihinden
sonrakiler ilk asırdakilere benzer olduğuna dâir işâretler bulunduğundan, Nakşîlikten mezun
olanlar, Kübreviyye, Sühreverdiyye, Kâdiriyye ve Çeştiyye tarîkatlerinden de mezun
sayılıyordu. Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de mürşîdi Seyyid Fehîm hazretleri tarafından
Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî tarîkatlerinden de icâzet aldı.
Bundan sonra memleketi Arvas'a dönen Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin burada büyük ilmî
faâliyetleri oldu. Bunu kendileri şöyle anlatmaktadır:
Memleketimizde, mevcut medreselerden ayrı olarak, bana miras kalan mallardan bir medrese
yaptırdım. Mevcut kitaplara ilâve sûretiyle zengin bir kütüphâne kurdum. Talebenin yiyeceği,
giyeceği, yatacağı, yakacağı tarafıma ait olmak üzere de o medresede 29 yıl ders okuttum.
Birçok âlim ve fâdıl yetiştirdim. Bunları gönderdiğim yerler âdetâ irfan nûruyla doldu. O
civarda medresemiz ilim feyziyle şöhret buldu. Vâlilerin, üst kademedeki memurların,
bilhassa uzak yerlerdeki âlimlerin bile övgüyle, sitâyişle bahsettikleri bir ilim merkezi oldu.
Medresemizden yetişen ilim adamlarının okumalarına mahsus kitapları İstanbul'dan
getirtiyordum. Medresemin bağlıları bu kitapları aşîretler ve kabîlelere gönderip onları ilim
nûruyla aydınlatırlardı. Mezunlarımızdan bâzıları vilâyet, sancak ve kaza merkezlerinde müftî
olarak vazîfelendirilirdi. İçlerinden muhtaç olanları ev eşyâlarını tedârik ederek
evlendiriyordum. İran'ın sınır boyundaki halk bu kişilerin gayretleri sâyesinde Sünnîlikte
devâm ediyorlar ve kendilerini görenler, İslâma bağlılıkları karşısında hayrete düşüyorlardı.
Seyyid Abdülhakîm Efendi, 1897 yılında hac vazîfesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medîne'ye
gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli
eşraftan bir zât vardı. Onunla berâber bir gece, mübârek Ravza'da akşam namazından sonra,
yüzünü saâdet şebekesine döndürmüş, son derece edeb ve hürmet içerisinde beklerken, sağ
tarafında oturan Hacı Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça:
"Refikam, şu anda özür sâhibidir. Peygamber Mescidini ziyârete gelemez. Bâb-üs-Selâm'dan
girerek Peygamber huzûrunda bir selâm verip, Bâb-ı Cibrîl'den çıkmasına şer'an müsâde var
mıdır?" dedi.
Seyyid Abdülhakîm hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyânın hatırına gelmesi ile korkuyla
sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyâsında gördüğü
şahıs da bu şahıstı. Yavaşça:
"Bu suâlin cevâbına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyâda
olduğu gibi Resûlullah efendimizin huzûrunda bulunduğundan cevap vermekte mazur
olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem
de rüyâyı tafsilâtı ile anlattı.
Şeyh Abdülhakîm Efendi 1907'deki haccı sırasında büyük evliyâ Şeyh Ziyâ Mâsum'un yüksek
iltifatlarına mazhar oldular. Birlikte vedâ tavâfını yaparlarken Şeyh Ziyâ Masum hazretleri
kendisine:
"Mürşidin Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî
tarîkatlerinden memur ve mezun olduğun gibi ilâveten sana Üveysîlik yüksek yolundan da
icâzet verdim." buyurdular.
Seyyid Abdülhakîm Efendinin ikinci haccından dönüşünden bir müddet sonra doğuda
karışıklıklar başgöstermeye başladı. 1914 yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında Rus
askeri İran tarafından gelerek Doğu Anadolu'yu işgâle başladı. Bir taraftan da Ermenileri
silahlandırarak masum Türk halkı üzerine kışkırtıyorlardı. Bu acıklı günleri o mübârek zât
şöyle nakletmektedir:
Hızla silâhlanan Ermeniler, Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada
bizim evimizi de tamamiyle yağmaladılar, soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın
başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare
bulamadılar. On gün sonra Allahü teâlânın lütfu ve inâyeti ile kasaba geri alındı ve âilece
oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara
girdik. Mayıs ayında düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye
emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere döştük. Evlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi,
câmilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu
göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van, Şafak ve Nurduz'u ele geçirmişti. Keldânî
aşîretleri ile Ermeniler dünyânın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol
açıyorlardı. Hicret edenlere Masiru adındaki bir dereden yol bulup gitmekten başka çâre
kalmamıştı. Bu istikâmete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın ve
çocuktan ibâret olan birkaç bin nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ eli silah tutanların hemen hepsi
Erzurum taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen müdâfaasız kimselerden meydana
gelen göç topluluğu bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni fedâileri ise
Nurduz'dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor,
büyük bir kısmını şehîd ediyor, kalanları tekrar takibe koyuluyordu. Zaho'nun dağ ve
çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem
oldular. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan
oldular.
Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda
elimize ne geçerse yiyip bin türlü meşakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci gecesi
Ravandız'a girdik. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 45
dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylülün ikinci günü Erbil'e çoğumuz hasta olarak
girdik. Kardeşim Seyyid İbrâhim Efendiyi kara toprakta Allah'ın rahmetine bıraktığımız gibi,
Şeyhler hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini Erbil
ve civarında toprağa verdik. Ekim ayının dokuzuncu günü Musul'a vardık. Burada meşhur
Celilîzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o vaktin
rayicine göre, aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve selamlık daireleri, bedelsiz
olarak bize ihsan edildi.
Burada on sekiz ay kadar oturduktan sonra, ayrılmak üzere vedâ ederken, gönlümüzü hoş
ederek; "Bu evde kırk sene otursaydınız, yine kirâ almazdım." dedi. Allahü teâlâ kendisinden
râzı olsun.
Devamlı olarak, Bağdat'ta Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin türbesi civarında
oturup orasını vatan edinmek arzusunda bulundumsa da, o civarlarda İngiliz muharebeleri pek
şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul'da kaldık. Daha sonra nüfusumuz yüz
elli iken ancak altmış altı nüfusla, çöl ve sahraları, Allah'ın yardımıyla aşarak Adana'ya
geldik. Adana'da çeşitli hastalıklar sebebiyle defn ettiğimiz nüfustan kalan 20 kişi ile
Eskişehir'e geldik. Bunlardan bir kısmı Konya'da kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı
içinde yaşadılar. Biz ise 1918 senesinin Nisan ayı ortalarında İstanbul'a geldik. Dâhiliye
Nezareti (İçişleri Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı olan ulemâdan Hayri Efendi
tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı Medresede
yerleştirildik. Dağılmış âile efrâdımı, Allah'ın inâyeti ile orada toplamaya muvaffak oldum.
İstanbul'a bu sûretle sevk-i ilâhî ile geldik. Yollarda görülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri daha sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Kaşgari
Dergâhının şeyhliği, imâmlığı ve vâizliği ile vazîfelendirildi. Bu arada 5 Ağustos 1919'da
Sultan Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi (ordinaryüs
profesörü) olarak da tâyin edildi. Böylece hem çeşitli câmilerde vâz ederek ve hem de
üniversitede hoca olarak İslâmiyeti yaymaya, din düşmanlarını susturmaya ve sindirmeye
başladı.
Seyyid Abdülhakîm Efendi din bilgilerinde ve tasavvufun ince bilgilerinde çok derin idi.
Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya
gelir, sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevâbını alır, sormaya lüzum kalmadan, o
bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerâmetler
görürdü. Çok mütevâzi, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslâm âlimlerinin
adı geçtiği zaman:
"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gâib olsak aranmayız." ve;"Bizler o
büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz." buyururdu. Halbuki
kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.
Sultan Vahideddîn Han kendilerini çok sever, takdîr ederdi ve duâlarını isterdi. Nitekim
Abdülhakîm Efendi hazretleri şöyle anlattı:
Memleketin işgâl altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta
Sinanpaşa Câmiinde vâz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir
bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'ûke iletta'âm." yâni "Sultan sana selâm ediyor ve
seni iftara çağırıyor." dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul'un seçilmiş vâizleri, imâmları
çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selâmı var. Hepinizden ricâ ediyor.
Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin gâlib gelmesi için duâ etmenizi ve
Anadolu'daki mücâhidlere para ve duâ ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara
katılmaları için milleti teşvik etmenizi ricâ ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi
Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.
Bir defâsında da Sultan Vahideddîn Han, Ramazân-ı şerîf ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu
odayı ziyâret edecekti. Seyyid Abdülhakîm Efendi'yi de dâvet etti. Diğer ileri gelen devlet
adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devâmını hizmetlerini gören Şakir Efendi
şöyle nakletmektedir:
Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakîm Efendi
nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini
tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakîm'dir
deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yanyana biri
dünyâ, biri âhiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiyâ Peygamber efendimizin seâdetli hırkalarının
bulunduğu odaya girdiler. Berâberce ziyâret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada
olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi
bekliyordum. Geldiler ve ziyâretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki
tane verdi. Birisi senindir." deyip birini bana verdiler.
Abdülhakîm Arvâsî hazretleri siyâsete hiç karışmamış, siyâsî fırkalara bağlanmamıştır.
Bölücülüğe karşıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak
sorduklarında:
"Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan
kapatmışlardı." demiştir. Bu muazzam görüş, o günlerin umûmî mânâda tekke ve dergâh
tipine âit teşhislerin en güzelidir.
Kânunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.
Abdülhakîm Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi,
ağlaması hep İslâmiyete ve Resûlullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören
sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi.
Yakınları onu otuz senedir kaylûle yaparken veya yatarken bir defâ olsun sırt üstü veya sol
tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ
yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikâmet üzere idi. "İstikâmet yâni Allahü teâlânın
beğendiği doğru yol üzere olmak kerâmetin üstündedir." sözünü sık sık tekrar ederdi.
Talebelerinden bâzıları o ilim deryâsı büyük velîden şu sözleri ve menkıbeleri
nakletmişlerdir.
Her vesîle ile sohbetlerinde namazdan bahsederlerdi. "Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart
altında olursa olsun mutlaka namaz kılın." buyururdu.
Yine buyurdu: "Bir vakit namazımı kaybetmektense, dünyâları kaybetmeyi tercih ederim."
Talebelerinden birisi edeb hakkında sorduğunda;
"Edeb hudûda, sınırlara riâyet etmek onu taşmamaktır. En büyük edeb ise ilâhî hudûdu
muhâfazadır, gözetmektir." buyurdu.
Talebelerinden birisi dünyâ sıkıntılarından bahsediyordu. Anlatması bittikten sonra;
"Allahü teâlâya inanan ve güvenen kimse neden mahrumdur. Allah'tan mahrum olan ise neye
mâliktir." buyurdu.
Bir gün sed kenarında hasır koltuklarında İstanbul'a doğru bakarlarken yanındakilere dönerek;
"Şu İstanbul ne garip belde! İnsan mümin olmak için de, kâfir olmak için de burada her
vâsıtayı, her imkânı bulabilir." buyurdu.
Bir gün bir derslerinde şöyle buyurdular:
"Bizim meclisimizde bulunanlar, sükût içinde otursalar ve sükûttan başka bir şey görmeseler
bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."
Kapalıçarşı'dan geçerken karşılarına tanıdıkları bir dükkancı çıktı. Adam hal hatır faslından
sonra; "Efendim. Duâ edin de Allahü teâlâ ümmet-i Muhammed'i kurtarsın." deyince, o da
cevâben:
"Siz bana o ümmeti gösterin. Ben de kurtulduğunu haber vereyim. Hani nerede o ümmet!"
buyurdu.
Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır:
Tahsîlimi İstanbul'da yaptım. Arabî ve Fârisî'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sâhibiydim.
Bir gün beni Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sâhibi
olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra
sandalyede oturmaktan hayâ edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri
anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz
daha derken nihâyet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle
gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid
Abdülhakîm'i görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:
"Seyyid Abdülhakîm Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine
yapışmaktan başka işim kalmadı." dedim. O büyük zâta talebe olmakla şereflendim.
Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:
Bir sabah dergâhın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni
imâm yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde
oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip
sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve duâ bitince, sofaya geçtik.
Gördük ki semâverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar
bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı
aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemâat vardı. Şimdi dağılmış."
Yine Şakir Efendi naklediyor:
İzmir'de Hisar Câmiindeydik. Huzurlarına on iki yaşında bir çocuk getirdiler. Çocuk dilsizdi.
Anne ve baba çocuklarını kapmış, haberini aldıkları bu Allah'ın sevgili velî kulunun huzûruna
duâ etmesi için getirmişlerdi. Çocuk yürüyüp geldi. Ellerini öptü. Abdülhakîm Efendi
hazretleri çocuğa kısa bir nazar etti ve; "Oğlum ismin nedir?" diye sordu. Çocuk birden cevap
verdi: "Ahmed!" Anne ve baba çocuklarının konuştuğunu görüp, hayretler içinde sevinç
gözyaşları döktüler.
Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:
Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda
yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana
bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid
Abdülhakîm Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular.
"Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor." dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını
unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok." dedim. "Kadın müşterileriniz
oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının işini
gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.
Bir gün Bâyezîd Câmiinde vâz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı hâlde; "Sizden biriniz,
eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan,
güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra
azarlasın." buyurdu. Vâzı dinleyen Akhisarlı bir zât içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye
geçirdi. Vâzdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde
güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek hâlde. Çocuk küçük olup üç-dört
yaşındaydı. Hemen Abdülhakîm Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk
düşmekten kurtuldu.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin uzun yıllar hizmetinde bulunan Kayserili pamuk tüccarı
Abdülkâdir Bey şöyle antalır:
Bir yaz günüydü. Abdülhakîm Efendi ile Eyyûb Câmiinde öğle namazını kıldık. Sonra
hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî'nin türbesine girdik. Başka kimse yoktu. Sandukanın ayak
ucunda, yanyana diz üstünde oturduk. "Yanıma sokul, gözlerini kapa." buyurdu. Gözlerimi
kapayınca hazret-i Ebû Eyyûb Ensârî hazretlerini ayakta duruyor gördüm. Yanımıza geldi.
Uzun boylu, iri yapılı, seyrek sakallıydı. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben
işitmiyordum. Edeple seyrediyordum. "Gözünü aç." dedi. Açtım. İkimiz sandukanın yanında
oturuyoruz gördüm. Sokağa çıktık. İkindi okunuyordu. "Ne gördün?" dedi. Anlattım. "Ben
hayatta iken kimseye söyleme." dedi. Bunu vefâtından yirmi dört sene sonra anlatıyorum.
Necib Fâzıl Kısakürek anlatır:
Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım
gibi, İkinci Dünyâ Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi
huzûrlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve
avukat Mahmûd Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zât... Harbe sürüklenmek
mecbûriyetimizi riyâzî bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten
sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihân Harbinde olduğu gibi pahalılık
olmasa, vesîka usûlü çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık,
vesîka usûlü milleti kavurdu. Mahmûd Bey, bana bu kerâmeti sık sık tekrar eder ve; "Müthiş,
müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez." ve kimse vesîka usûlünü beklemezken "O
olacak." buyurmaları büyük kerâmet." derdi.
Fâruk Bey anlatır:
Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının
balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastahâneye
dar attık. Ayıldı. Fakat aklî melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün
mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler.
Bir rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifâsı yok hükmünü bastı. Bülûğ çağındaki
çocuğumu, büyük amcası Abdülhakîm Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk
gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sâdece; "Mahzûnum,
mahzûnum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havâle ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir
zaman sâhib olmadığı maddî ve mânevî bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun
yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakîm Efendi, birâderzâdeleri olan
Fâruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini medhetmek isteseydi; "Fâruk hâriç hepimizden
iyidir." derdi. Kabri, Abdülhakîm Arvâsî'nin ayak ucundadır.
Bâyezîd Câmiinde; Erzincan zelzele felâketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinânın
âşikâr olduğu yerlere zelzele ile cezâ verir. Erzincan gibi." buyurmuşlar. Kimse o esnâda bu
mânâyı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerâmetti, anlayamadık
demişlerdir.
Talebelerinden Tâhir Efendi anlatır:
Abdülhakîm Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyânın huzûruna dolu giden boş, boş giden
dolu döner."
Bir gün bana; "Tâhir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver."
buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç
kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakîm Efendiyi gördüm. "Tâhir, kitapları evden
çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha
uyuyamamıştım. Abdülhakîm Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup,
celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak
uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende
olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.
Ne zaman Abdülhakîm Efendi hazretlerine gitsem, Ziyâ Bey yanında otururdu. Ziyâ Beye bir
kitap verir, okuturlar ve îzâh ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziyâ Beye kitap
okutup, kendileri îzâh ediyordu. İçimden, benim Arabî ve Fârisim Ziyâ Beyden iyidir. Niçin
hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyâda Abdülhakîm Efendinin
huzûrunda idim. Gene Ziyâ Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziyâ Beyi sarıklı,
âlim kıyâfetinde gördüm. Abdülhakîm Efendi, Ziyâ Beyi bana gösterip; "Biz, boşuna emek
vermeyiz." buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.
Bir gün Abdülhakîm Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakîm Efendiye arz
edeyim, evliyâlıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet
buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye
düşünüyordum. Vardım. Bahçed yalnız oturuyorlardı. Selåâm verip ellerini öptüm. Yüzüme
bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül"
dedim. "Ya Tâhir! Bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Meselâ
şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır
efendim." dedim. "Demek ki, farklılık istidadlarından kâbiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim;
ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu bağışlayın
efendim." dedim.
Bitlis yolunda bir genç, kışın tipiye tutulup, yolunu kaybeder. Helâk olacak halde iken; "Yâ
Rabbî! Zamânımızın kutbunu imdâdıma yetiştir!" diye yalvarır. Hemen siyah sakallı birisi
zuhûr eder, atın dizginlerini tutup, istikamet verir ve; "Böyle git, şehre varırsın!" buyurur.
Genç, o gaybdan gelip kendisine yol gösteren zâtın şemaline dikkat eder. Otuz sene sonra,
Bâyezîd Câmiinde, tesâdüfen vâzında bulunur. Ben bu şeyhi bir yerden tanıyacağım diye
düşünür. Vâzdan sonra çıkarlarken, Abdülhakîm Efendinin yanına yaklaşır, daha
konuşmadan, Abdülhakîm Efendi; "Bitlis'teki tipi fırtınasını mı hatırladın?" diye kulağına
hafifçe söyler. Gözyaşlarını tutamayıp, eline sarılır, öper... öper.
Seyyid Abdülhakîm Efendi, kendisini candan seven ve tıbbîyede okuyan bir talebesinden
eczacılığı seçmesini istedi. Talebe tıbbiyede sınıfın birincisiydi. Ancak anne ve teyzesi ise
onun Eczacılığa geçme isteğine şiddetle karşı çıkarlardı. Böyle bir şeye teşebbüs ettiği
takdirde haklarını helâl etmeyeceklerini bildirdiler. Genç büyük bir üzüntü içerisinde Fâtih
Câmii avlusuna geldi. Na yapacağını bilmez bir hâldeydi. Bir tarafta annesi diğer tarafta ise
canından çok sevdiği hocası. Âniden aklına gelen bir düşünceyle câmi avlusuna girecek ilk
kişiyle istişâre etmeye karar verdi. Nitekim biraz sonra câmi avlusuna giren zâtın yanına
yaklaşarak; "Efendim size bir şey danışmak istiyorum." dedi. Buyurun sizi dinliyorum demesi
üzerine; "Ben tıbbiyede talebeyim. Hocam tıbbiyeyi bırakıp eczâcılığı seçmemi istiyorlar.
Annem ve teyzem ise şiddetle karşı çıkarak haklarını helâl etmeyeceklerini söylediler. Ne
yapayım?" O zat; "Senin hocan kim evlâdım?" deyince, "Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
hazretleri." cevâbını verdi. Bu söz üzerine o zat; "Evlâdım senin hocan öyle bir kimsedir ki,
bin ana fedâ olsun. Hiç düşünmeden sözünü tut!" dedi. Talebe bu söz üzerine derhâl
eczâcılığa kaydını yaptırdı. Daha sonra meşveret ettiği o zatın yine Abdülhâkim Efendi
hazretlerinin talebelerinden Cevat Bey olduğunu öğrendi. Hocasının bereketi ile daha sonra
anne ve teyzesi de haklarını helâl ettiler.
Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır: Abdülhakîm Efendi, arada bir bana, teyemmüm
nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden
bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefâtından otuz sene sonra, ellerimde yara
çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene
teyemmümle yâni onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda
kaldım.
Buyurdular ki:
Kur'ân-ı kerîm şifâdır. Fakat şifâ, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifâ gelmez.
Gerçek kerâmet, kerâmetin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velînin irâde ve ihtiyârı
ile değildir. İlâhî hikmet öyle gerektiriyor demektir.
Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.
Ahmaklık, hatâda ısrar etmektir.
Hak'tan ve Hak yolundan başka her ne düşünülürse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.
Din bilgileri, dünyâda ve âhirette, huzûru, seâdeti kazandıran bilgilerdir.
Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir.
Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, ona kulluk etmedikçe, insanlar birbiri ile
sevişemez.
Kavuştuğunuz her nîmet; hep hakka îmânın hâsıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın
ihsânıdır.
Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlâkınızla, sözlerinizle, giyinişinizle
İslâmın vekârını, kıymetini gösteriniz.
Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır.
Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe; ızdırap ve felâketten kurtulamaz.
Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder.
Güzel ve doğru onun dilediğidir.
Allahü teâlâ bize fadlı, ihsânı ile tecelli etsin; bizi fadlı ile korusun! Adliyle tecelli ederse,
yanarız.
Riyâ olmasın diye cemâatten kaçanlar ayrı bir riyâ içindedirler.
Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.
İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.
Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, îmân eksikliğidir.
Dîni dünyâ çıkarlarına âlet eden yobazlara karşı Eyyûb Sultan, Fâtih, Bâyezîd, Bakırköy,
Kadıköy ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsîlerindeki konuşmaları, bunların iftirâlarına sebeb oldu.
Bunların tahriki ile Eylül 1943'te tutuklanarak İstanbul'dan İzmir'e götürüldü. Bir müddet
Meserret otelinde sonra bir evde polis nezaretinde kaldı. Yakınları, kendilerinin Bursa'ya
nakli veya İstanbul'a iâdesi için birkaç defâ teşebbüse geçtilerse de her defâsında red cevâbını
aldılar. Nihâyet Ankara'ya nakline müsâde çıktı. Bu karar üzerine Ankara'da Hacı Bayrâm-ı
Velî civârında, biraderinin oğlu Seyyid Faruk Işık'ın evine geldiler. Bu sırada hasta
olduklarından Faruk Işık Bey'in evinde on sekiz gün hasta yattıktan sonra 27 Kasım 1943
(H.1362)'te vefât ettiler. Vefât ânında hafif bir zelzele oldu.
Ankara hiç sevmedikleri bir yerdi. Bu sebeple yakınları mübarek nâşın İstanbul'a nakli için
resmî makamlara başvurdular. Ancak kabul edilmedi. Şehrin belediye sınırları içinde
ölenlerin asrî mezarlığa gömülmesi şartı da vardı. Bu yüzden herkes eli kolu bağlı mahzun ve
üzgün bir durumda bulunuyordu. Çünkü kendileri bu mezarlığa defnedilmeyi istemiyorlardı.
O sırada evin ahşap kapısı çalındı. Kapıda kim olduğu, nereden geldiği belli olmayan ak
sakallı bir adam:
"Ankara civârında Bağlum isimli bir köy vardır. Oraya götürünüz, kendilerine uygun yer
orasıdır." dedikten sonra dönüp gitti. Meçhul adamın arkasından koştularsa da sanki sır oldu
ve ortadan kayboldu.
Keçiören'de dâmâdı İbrâhim Arvas Beyin evinde gasl, techiz, tekfîn ve namazı edâ edildikten
sonra Ankara'nın kuzeyinde ve 24 km mesâfede bulunan Bağlum'a getirilerek defnedildi.
Telkinini kimin vereceği, oğlu fazîletli Ahmed Mekki Efendiye sorulunca; "Babam Hilmi'yi
çok severdi. Onun sesini iyi tanır. Telkinini Hilmi versin." buyurdu. Böylece telkin vermek ve
kabr-i şerîfine girmek vazîfeleri talebesi Hüseyin Hilmi Beye nasîb oldu.
Ağlasın kan ağlasın her müslüman
Çünki, Seyyid Abdülhakîm terk etti cân
Âlim ü âmil, veliyy-i kâmil idi.
Zâtına mevdu' idi sırr-ı nihân.
Bağlum nâhiyesi eskiden beri sel, yağmur, dolu gibi âfetlerin eksik olmadığı bir yerdi. Ancak
Bağlum halkı Seyyid Abdülhâkim Arvâsî hazretleri buraya defn olunduktan sonra hiç âfet
görmediklerini beyan etmişlerdir.
Seyyid Abdülhakim Efendinin; Sahabe-i Kiram ve İslam Hukuku Erriyâz-ut-Tesavvufiyye
isimli eserleri mevcuttur. Ayrıca talebelerine gönderdiği risâle büyüklüğünde pek çok
mektupları vardır. Arabi, Farisi ve Türkçe şiirler yazmıştır.
Abdülhakim Efendi'nin üç oğlu ve iki kızı vardı. Oğullarından Enver Bey hicret esnasında
1918'de Eskişehir'de vefat etti. İkinci oğlu faziletli Ahmed Mekki ÜçışıkEfendi İstanbul'da
Kadıköy müftiliğinde bulunmuştur. 1967'de İstanbul'da vefat etmiş olup kabri Bağlum
kabristanındadır. üçüncü oğlu Münir Efendi, İstanbul belediyesinde uzun seneler çalışmış,
doğruluğu, çalışkanlığı, güzel ahlakı ile etrafının saygısını ve sevgisini toplamıştır. 1979'da
vefat etti. Kabri Bağlum'dadır.
Kızlarından Şefia Hanım da hicret sırasında Musul'da vefat etmiştir. Diğer kızı Mâide hanım
hayattadır. (1992)
"31,$-"+&5,3":(&"3"888
Sevdiği kimselerden, Sabri Bey var idi ki,
O da şu hâdiseyi, anlatır bizâtihî:
Bir gün râhatsızlandım ve gittim hastâneye,
Apandisit teşhîsi, kondu muâyenede.
Bayram olduğu için, yapmayıp ameliyât,
Bir başka hastâneye, sevkettiler o sâat.
Çıkıp, o hastâneye, gitmeden daha önce,
Efendi'ye uğrayıp, haber verdim hemence.
Ellerini öperek, oturunca, o derhâl,
Bana; "Sen hasta mısın?" diyerek etti suâl.
"Evet." deyip gösterdim, o ağrının yerini,
Tam onun üzerine, dokundurdu elini.
"Burası mı?" diyerek, o yeri ovdu biraz,
Onun bereketiyle, gitti benden o maraz.
O, mübârek elini, dokununca o yere,
Apandisit ağrısı, kayboldu birden bire.
Kırk beş sene oluyor, o günden îtibâren,
Apandisit ağrısı, görmedim bir daha ben.
#>+>)&#.),"%"&%"?31)
Sevdiklerinden biri, bir gün huzûrlarına,
Gelerek şu şekilde, bir suâl sordu ona:
"Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî mi yüksektir,
İmâm-ı Rabbânî mi, merak eder bu fakîr?"
Abdülhakîm Efendi, cevâben o kimseye,
Başladı Abdülkâdir Geylânî'yi övmeye.
Buyurdu: "Gavsül âzam, idi ki bu büyük zât,
Ânında yetişirdi, istese her kim imdât.
Öyle çok kerâmeti, vardı ki onun hattâ,
Duâsıyle ölüyü, döndürürdü hayâta.
Kendi zamânındaki, bilcümle evliyânın,
Fevkinde bulunduğu, kesin idi bu zâtın.
Ve kıyâmete kadar, her Velî'ye feyiz, nûr,
Onun vâsıtasıyle, erişir, vâsıl olur.
Mübârek cemâlini, görseydi biri elhak,
Allahü teâlâyı, hâtırlardı muhakkak.
Dört yüz kişi yazardı, vâzını muntazaman,
Birbirinin sırtında, yazarlardı çok zaman."
Böylece bu Velî'den, bahsedip uzun uzun,
Çok kerâmetlerini, anlattı önce onun.
Sonunda buyurdu ki: "Bütün bunlara rağmen,
İmâm-ı Rabbânî'nin âşıkıyım ama ben."
)$4$)&5!.+3./C
Hâlid Turhan Bey anlatır:
Bir gün ziyâretlerine gitmiştim. Kütüphânelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana
verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış
okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra;
"Türkçeye çevirin!" buyurdular. Takıldığım çok ibâreler oldu. Yardım ettiler, hattâ
kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım.
Vefâtlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphâne müdürlüğü için, Ankara'da imtihana
girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de
ne göreyim, Abdülhakîm Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum,
tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphâne müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca,
Efendinin bu büyük ve açık kerâmetini görünce hüngür hüngür ağladım.
=32)()&!.661+$):1)
Hâbil Efendi diye, vardı ki bir terzisi,
Pek çoktu Efendi'ye, bağlılığı, sevgisi.
O'na öyle ihlâsla, bağlıydı ki o hattâ,
Böyle hâlis bağlılık, az bulunur hayatta.
Bir gün ziyâretine, giderken Efendi'nin,
Düşündü ki gidince, sorayım şunu ilkin.
Diyeyim ki: "Efendim, istemiyorum ama,
Çok kötü düşünceler, geliyor hâtırıma.
Hiç kurtulamıyorum, ben bu vesveselerden,
Îmânıma bir zarar, gelir mi bu şeylerden?"
Bunları düşünerek, vardı huzurlarına,
Girince, sohbetini, kesti ve baktı ona.
Ve hemen buyurdu ki: "Bir müslümanın eğer,
Hâtırına gelirse, çok fenâ düşünceler,
Onun kötülüğüne, bir işaret değildir,
Îmânının kuvvetli, olduğuna delîldir."
Henüz suâl etmeden, almıştı cevâbını,
Efendi, daha sonra, ikmâl etti vâzını.
1) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1023
2) Ýslâm Meþhûrlarý Ansiklopedisi; c.1, s.34-73
3) Baþbuð Velîlerden; s.336-351
4) O ve Ben
5) Eshâb-ý Kirâm; s.164-166, 287-293
6) Son Devrin Din Mazlumlarý; s.319-336
7) Þerîat Yolunda Yürüyenler ve Sürünenler; s.160-164
8) Cihâd Önderleri-I; s.125-131
9) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.25
10) Sefînet-ül-Evliyâ
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder