Bağış Yap
15 Mayıs 2013 Çarşamba
ABDÜLVÂHİD BİN ZEYD
ABDÜLVÂHİD BİN ZEYD;
Meşhûr hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden. Tebe-i tâbiînden olup, Basra'da
yaşamıştır. Künyesi Ebû Beşr el-Basrî'dir. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak
bilinmemektedir. 793 (H. 177) veya 802 (H. 186)'de, bir rivayete göre de 805 (H. 189)
senesinde vefât etmiştir.
Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri, Tâbiîn devrinde meşhûr hadîs ve fıkıh âlimleri olan, Ebû
İshâk, A'meş, Hasan-ı Basrî, Âsım'ül-Ahval, Sâlih bin Han, Amr bin Meymûn, Ebû İshak
Şeybânî gibi âlimlerin sohbetlerinde bulundu. Onlardan hadîs ve fıkıh öğrenerek bu ilimlerde
söz sâhibi oldu. Tebe-i tâbiîn devrinde Basra'da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinin ileri
gelenleri arasında yer aldı. Zamânını ilim öğrenmekle ve ibâdet yapmakla geçirdi. Senelerce
sabah namazını yatsı namazı abdestiyle kılıp, geceleri uyumamıştır. Duâsı çok makbûldü.
Hadîs ilminde sika, sağlam güvenilir bir râvi olduğunu bir çok âlim ile Yahyâ bin Saîd
bildirmektedir. Rivâyetleri "Kütüb-i Sitte'de" yer alır.
Öğrendiklerini insanlara öğretmeye çalışırdı. Cumâ namazından sonra evinin çevresi hadîs ve
fıkıh öğrenmek isteyen talebelerle dolardı. Bıkıp, yorulmadan saatlerce ders verir ve onların
yetişmelerini isterdi. Bir dakikasının boşa geçmesini istemez, ya öğrenir yâhut da öğretirdi.
Derslerine sâdece namaz vakitlerinde ara verdiğini talebeleri anlatmışlardır.
Abdülvâhid bin Zeyd çok talebe yetiştirdi. Hadîs ve fıkıh ilminde zamanlarının söz sâhibi
olan Abdurrahmân bin Mehdî, Kays bin Havs, Yahyâ bin Yahyâ en-Nişâbûrî gibi âlimler
onun ders ve sohbetleri sâyesinde yetiştiler.
Abdülvâhid bin Zeyd, dünyâya değer vermemesi, devamlı ibâdet ve ilimle meşgul olması,
herkese iyilik etmesi ile dikkati çekerdi. İnsanlar onu sever ve hürmet ederdi. Yaşayışı ve
hikmetli sözleriyle pek çok kimsenin doğru yola girmesini sağlamış, herkese örnek olmuştur.
Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri yaşadığı ibret verici hadîselerden bâzılarını, insanlara nasîhat
ve ders olması bakımından nakletmiştir. Şöyle anlatmıştır:
Bir rahibin odasının yanına yaklaşıp, ey râhip diye çağırdım. Fakat cevap vermedi. Üçüncü
defa çağırışımda başını uzatıp:
"Ey kişi ben rahip değilim. Rahip, Allahü teâlâdan korkan, O'na saygı gösteren, belâsına
sabredip, kazâsına râzı olan, nîmetlerine şükredip onun için tevâzu gösteren, izzet karşısında
zilleti kabûl eden, kudretine teslim olup, heybet ve azameti karşısında eğilen, hesap ve
azâbını düşünen, gündüzünü oruç, gecesini ibâdetle geçiren, Cehennem'i hatırladıkça uykusu
kaçan kimseye denir. Ben ise saldırgan bir köpeğim. İnsanlara zararım dokunmasın diye
kendimi buraya habsettim." dedi.
Bu sözleri üzerine şöyle sordum:
"Allahü teâlâyı bildikten sonra insanları Allahü teâlâdan uzaklaştıran şey nedir?"
"Kardeşim! İnsanları Allahü teâlâdan ancak dünyâ malı ve sevgisi uzaklaştırır. Çünkü dünyâ
isyan ve günah yeridir. Aklı başında olan dünyâyı kalbinden çıkarıp, günahlarına tövbe ederek
kendisini Allahü teâlâya yaklaştıracak şeye yönlendirir." diyerek daha önce kendisinin îmân
ettiğini söyledi.
Yine şöyle anlatmıştır:
Hacca gitmiştim. Yanımda bir genç durmadan Peygamber efendimize salâtü selâm
getiriyordu. Bâzı yerlerde okunması daha uygun duâlar olduğu halde, genç her yerde duâ
yerine salevât okuyordu. Dikkatimi çekti ve kendisine sordum. Genç şöyle dedi:
Babam ile birlikte hacca gitmiştik. Yolda uyudum. "Kalk baban öldü." dediler. Kalktım
gerçekten babam ölmüştü. Aynı zamanda yüzü de kararmıştı. Ölümü ve ayrıca yüzünün
kararması beni daha da üzdü. Bu üzüntü ile tekrar uykuya daldım. Bu sırada rüyâmda siyah
yüzlü dört kişi ellerinde demir kamçılar olduğu halde, babama yaklaştılar. Tam vuracakları
zaman nur yüzlü bir zatın geldiğini, onlara dönerek; "Vurmayın!" dediğini, eli ile de babamın
yüzünü sıvazlayarak nûrlandırdığını, sonunda bana; "Artık uyan, baban nûrlanmıştır." diye
söylediğini gördüm. "Sen kimsin?" diye sorduğumda, "Ben Peygamberim, bana salevât
getirdiği için ona şefâat ettim." dedi. Uyandım, söylendiği gibiydi. Bu sebeple ben de
salevât-ı şerîfeyi devamlı okuyorum.
Şöyle anlatmıştır:
Bir defâsında Eyyûb Sahtiyânî ile bir yolculuğa çıkmıştık. Şam'a doğru bir müddet yol
aldıktan sonra siyah renkli bir köleye rastladık. Bir odun dengini sırtına alıyordu. Köleye:
"Senin sâhibin kimdir?" dediğim zaman; "Benim gibi bir kul!" cevabını verdi.
Aslında, benim asıl sâhibim Allahü teâlâdır demek istedi. Sonra başını kaldırıp; "Ey yüce
Rabbim! Şu odunlar altın olsun. Bunları altına çevir." diye duâ etti. Bir de baktık odunlar
altın olmuş!
Bize bakıp; "Görüyorsunuz değil mi?" diye sordu. "Evet görüyoruz." dedik.
Sonra tekrar; "Allah'ım bu altınları tekrar odun haline çevir." diye duâ etti. Duâsı kabul
olunup tekrar odun halini aldı.
Sonra; "Âriflere sorunuz şüphesiz onların şaşılacak halleri bitmez, tükenmez." dedi.
Eyyüb Sahtiyânî de şöyle demiştir:
"Kölenin bu hâlinden ve sözünden dolayı hayretler içerisinde kaldım ve son derece mahcub
olup utandım."
Sonra köleye; "Yanında yiyecek bir şeyler var mı?" dedim.
Bu sözüm üzerine eliyle işâret etti. Bir de baktık ki, önümüze bir cam kap içerisinde bal geldi.
Balın rengi kardan beyaz, kokusu miskten güzeldi. Bize; "Yiyiniz! Allahü teâlâya yemin
ederim ki, bu bal arının yaptığı bal değildir." dedi. Hayâtımızda bu baldan daha tatlı ve
lezzetli bir şey yememiştik. Bu işe çok şaştık. Köle sonra bize:
"Allahü teâlânın yarattığı böyle hallere şaşanlar ârif değildir. Kim bu işlerden dolayı şaşarsa,
Allah'tan uzaktır. Kim de bu hârikulâde işleri görerek bu sebeple ibâdet ederse, şüphesiz o da
câhildir." dedi.
Yine şöyle anlatmıştır:
Bir defâsında Beyt-i Mukaddese gitmek üzere yola çıktım. Fakat yolu şaşırdım. Nereden
gideceğimi bir türlü bilemedim. Bu şaşkın halde karşıma bir kadın çıktı. Bana yaklaştı; "Ey
garib kimse, yolunu mu şaşırdın?" diye sordu. Sonra:
"Allahü teâlâyı tanıyan kimse nasıl garib olur? O'nu seven nasıl yolunu şaşırır?" dedi. Sonra
da bana elindeki değneği uzatıp; "Bu asânın ucundan tut, önümden yürü." dedi.
Asânın ucundan tutup önünde yürümeye başladım. Yedi adım kadar yürüdüm ve kendimi
Mescid-i Aksâ'da buldum. Gözlerimi oğuşturarak kendi kendime; "Herhalde yanlış
görüyorum, nasıl olur?" dedim.
Bunun üzerine bana yol gösteren kadın; "Ey kişi! Senin yürüyüşün zâhidlerin, benimki de
âriflerin yürüyüşüdür! Zâhid yürüyerek, ârif ise uçarak gider. Yürüyerek giden uçarak gidene
nasıl ulaşabilir?" dedi ve gözden kayboldu. Onu bir daha hiç görmedim.
Hizmetlerimi görmesi için bir köle satın almıştım. Gece evimde kalmasını istedim. Fakat
geceleri kapılar kapalı olduğu halde evde yoktu. Sabah olunca eve geldi ve bana üzeri
işlenmiş bir dirhem altın verdi. Bunu nereden aldın deyince:
"Efendim, ben size her gün böyle bir dirhem vereceğim. Karşılığında geceleri beni serbest
bırakmanızı istiyorum." dedi.
O günden sonra her gece evden çıkıp gider, sabahleyin döner ve bir dirhem getirirdi. Aradan
bir müddet geçti. Bir gün komşum yanıma gelip; "Kölen mezarları açıyor, kefen soyuyor."
dedi. Bu söz beni çok üzdü. "Ben onu eve hapsedeceğim." dedim. Kapıları kilitledim, akşam
oldu, yatsı namazından sonra kölem evden gitmek üzere kalktı. Tâkib ettim, kapalı kapılara
işâret edince, kapılar açılıveriyordu. Evden çıktı. Bu halde peşine düşüp, gizlice onu tâkib
ettim. Kurak bir yere vardı. Elbisesini çıkarıp üzerine eski bir çul giydi. Sabaha kadar namaz
kıldı. Sabaha doğru şöyle duâ etti:
"Ey yüce sâhibim! Efendime götüreceğim ücreti gönder!"
Gökten üzerine bir dirhem düştü alıp cebine koydu. Bu işe çok hayret ettim. Kalkıp abdest
aldım ve iki rekat namaz kıldım. Onun hakkında yanlış düşündüğümden dolayı tövbe edip,
Allahü teâlâdan af diledim. Sonra da bu kölemi âzâd etmeye, serbest bırakmaya karar verdim.
Fakat kölem kayboldu. Bir türlü bulamadım. Bu sebeple çok üzüldüm ve kederim gittikçe
arttı. Bulunduğum kurak yerin de neresi olduğunu bilmiyordum. Bir müddet sonra karşıma
kırata binmiş biri dikildi ve; "Ey Abdülvâhid! Burada ne oturuyorsun?" dedi. Durumu baştan
sona anlattım. Atlı; "Senin bulunduğun bu yer ile memleketin arası ne kadar mesâfedir?
Biliyor musun?" dedi. "Hayır bilmiyorum." cevâbını verdim.
"Süratli giden bir süvâri için altmış konaklık mesâfedir. Şimdi sen bulunduğun yerden
ayrılma. Kölen bu gece yanına dönecek dedi."
Oturup bekledim, ortalık kararınca bir de baktım ki, kölem geldi. Yanında bir sofra vardı.
Sofranın üzeri her çeşit yiyecekle doluydu. Bana; "Buyur ye efendim!" dedi.
O benzerini görmediğim yiyeceklerden yedim. Sabah namazından sonra kölem elimden tutup,
duâ etti. Sonra birkaç adım attık. Birdenbire kendimi evimin önünde buldum. Kölem bana
dönüp;
"Efendim, siz beni âzâd etmeye karar vermediniz mi?" dedi. "Evet." dedim. Yerden bir taş
alıp âzâd edilme bedeli olarak bana verdi. Bir de baktım ki, taş altın oldu. Sonra ayrılıp gitti.
Onun ayrılığından dolayı çok üzüldüm ve hep hasretini çektim.
Bu hadiseyi komşularıma anlatıp; "O, mezâr soyan değil nûr saçan imiş." dedim. Komşularım
onun kerâmetlerini duyunca ağlayıp, hakkında yanlış düşündüklerinden dolayı pişman olup,
tövbe ettiler.
Abdülvâhid bin Zeyd şâhid olduğu ibret verici başka bir hâdiseyi de şöyle nakletmiştir:
Bir defâsında gazâya niyet ettim. Bütün talebelerimi topladım. Mecliste bir şahıs meâlen;
"Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını
Allah Cennet karşılığında satın aldı." (Tövbe sûresi: 111) buyrulan âyet-i kerîmeyi okudu.
Bunun üzerine on beş yaşında bir genç ayağa kalktı. Bu gencin babası vefât etmiş, kendisine
pekçok mal kalmıştı. Âyet-i kerîmeyi okuyan zâta dedi ki:
"Efendim, Allahü teâlâ mü'minlerden canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın aldı mı?
Allah yolunda canını ve malını fedâ edene Cennet verilecek mi?"
O zât: "Evet, Allahü teâlânın kelâmı doğru ve vâdi haktır." dedi.
Genç büyük bir azim ve kararlılıkla şunları söyledi; "Şâhid olunuz ki, ben nefsimi ve malımı
Allahü teâlâya sattım."
Bu sözlerini dinleyen zât; "Vallahi bu büyük bir iştir. Sen küçüksün. Korkarım ki,
sabredemezsin ve çâresiz kalırsın." dedi.
Bunun üzerine, genç; "Ey Şeyh! Bir kimse Cenâb-ı Hakla ahitleşsin ve çâresiz kalsın! Hâşâ
ve kellâ. Hiç böyle şey olur mu? Şâhid ol hakîkaten ben nefsimi ve malımı Allahü tealâ için
fedâ ettim, Allah yoluna adadım ve pişmân olmayacağım." dedi. Sonra bütün malını sadaka
olarak dağıttı. Bizimle birlikte cihâd için sefere çıktı. Bize ve hayvanlarımıza hizmet etmeye
başladı. Biz uyurken o nöbet tutardı. Gündüz oruç tutar, geceleri namaz kılardı. Hepimiz
onun bu haline hayrandık. Tâ ki, Rum diyârına vardık. Biz harp hazırlıkları yaparken, o genç
kendinden geçmiş ve hayran bir vaziyette:
"Aynâ-yı merdiyyeye müştâkım ona kavuşmak istiyorum." deyip duruyordu.
Genç o hale gelmişti ki, herkes aklını kaybetti zannederdi. Bir gün onu yanıma çağırıp; "Bu
söylediğin sözün mânası nedir?" diye sordum.
Şöyle anlattı:
Bir gün uyumuştum. Rüyâmda birisi bana; "Aynâ-yı merdiyyeye git!" diyordu. Sonra
birdenbire bir bahçe karşıma çıktı. Bu bahçenin içinde berrak sulu bir ırmak ve kenarında da
güzelliği gözler kamaştıran süslenmiş hûriler vardı. Bu hâli anlatmam mümkün değildir. Beni
görünce birbirlerine: "Müjde işte Aynâ-yı merdiyyenin zevci." dediler.
Onlara selâm verip; "Aynâ-yı merdiyye aranızda mı?" diye sordum. "Bizim aramızda değildir,
biz onun hizmetçileriyiz daha ileri git." demeleri üzerine ilerledim. Bir başka bahçe gördüm.
İçinde her türlü güzellikler vardı. Hâlis sütten bir nehir gördüm. Nehir kenarında, benzerini o
âna kadar görmediğim güzellikte hûriler vardı. Onların güzelliğine hayrân oldum. Beni
görünce birbirlerine baktılar ve: "Bu gelen Aynâ-yı merdiyyenin zevcidir." dediler. Onlara
selâm verip; "Aynâ-yı merdiyye sizin aranızda mıdır?" diye sordum. "Hayır biz onun
hizmetçileriyiz." dediler.
İlerledim. Bir Cennet ırmağına rastladım. Etrafında güzellikleri gözler kamaştıran hûriler
vardı. Bunları görünce önceki hûrileri unuttum. Onlara da selâm verdim. "Sana selâm olsun
ey Allahü teâlânın velî kulu!" dediler. Aynâ-yı merdiyyeyi sordum. "Biz onun hizmetçileriyiz,
daha ileri git." dediler.
İlerledim. Saf bal akan bir ırmağa vardım. Bu ırmağın da etrâfında hûriler vardı. Bu hûriler
güzellikte öncekilerden daha da üstündüler. Öncekilerin hepsini unuttum. Selâm verdim ve;
"Aynâ-yı merdiyye aranızda mı?" diye sordum. Daha ilerde olduğunu söylediler. İlerledim.
İnciden yapılmış, ipleri nûrdan bir çadır gördüm. Kapısında ay yüzlü bir hizmetçi bekliyordu.
Beni görünce; "Ey Aynâ-yı merdiyye! İşte sana eş olacak kimse geldi." dedi. Çadıra yaklaşıp
içeri girdim. Aynâ-yı merdiyye adlı hûri; inci ve yâkut kaplı altın bir taht üzerinde
oturuyordu. Onu görür görmez meftûn oldum. Bana:
"Hoş geldin ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Sabret sen dünyâdasın, henüz vakit var. Yarın
gece bizim yanımızda olacaksın." dedi. Bu rüyâdan sonra birdenbire uyandım. O güzelliğe ve
nîmetlere kavuşmak için sabırsızlanıyorum.
Genç bunları anlattıktan biraz sonra savaş başladı. Genç de savaşıp kahramanlıklar gösterdi.
Büyük bir yara alıp, yere düştü. Onu kaldırıp baktıklarında gülüyordu. Gülerek rûhunu teslim
edip, şehîd oldu.
Fudayl bin İyâd hazretleri buyurdu ki:
"Bana Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri şöyle anlattı:
Üç gece üst üste şöyle duâ ettim: "Yâ Rabbi! Benim Cennet'teki arkadaşım kimdir, göster."
Üçüncü gece rüyâmda bana denildi ki: "Yâ Abdülvâhid! Senin Cennet arkadaşın Meymûnetü
Sevdâ'dır." "O şimdi nerededir?" dedim. "Kûfe'de ve falan kabîledendir, denildi.
Hemen Kûfe'ye gittim, tarif edilen kabîlenin yerini sorup buldum ve; "Meymûnetü Sevdâ
nerededir?" diye sordum.
"O delinin biridir, koyunlarımızı güder." dediler.
"Onu görmek istiyorum." deyince de; "Falan yerde bir han var. O hanın yanında bulursun."
dediler.
Târif edilen hanın yanına varınca onun, namaz kıldığını gördüm. Yanında bir asa ve üzerinde
yünden bir cübbe vardı. Baktım ki koyunları otluyor ve hayvanların yanında da birkaç kurt
dolaşıyor. Beni fark ettiğinde namazını bitirip, bana dönerek; "Ey İbn-ü Zeyd, sen buradan
git, burası senin yerin değildir. Biz seninle burada değil sonra birleşeceğiz." dedi. Bunun
üzerine ben ona; "Allahü teâlâ sana rahmet etsin. Sen benim İbn-ü Zeyd olduğumu nereden
bilirsin?" dedim. "Daha rûhlarımız dünyâya gelmeden ben senin İbn-ü Zeyd olduğunu
bilirdim." dedi. "Biraz nasîhat eder misin?" deyince; "Bir kimse sana bir şey verdiği zaman
ona nasıl teşekkür edersin. Halbuki Allahü teâlânın verdiği bu kadar nîmete karşılık neden
şükredilmiyor. Sana iyilik edene o iyiliği veren ve yaratan yine Allahü teâlâdır. Ona göre
bütün hamd ve şükürleri Allahü teâlâya yapmak lâzımdır." dedi. Sonra; "Koyunların arasında
dolaşan kurtlar, nasıl olur da zarar vermeden gezerler?" diye sordum.
"Ben Allahü teâlâya öyle ibâdet ederim ki, benimle onun arasında hiçbir duvar kalmamıştır.
Bunun için kurtlarla koyunların arasındaki düşmanlık kalkmış ve dostluk başlamıştır." diye
cevap verdi.
Abdülvâhid bin Zeyd'in en büyük özelliği; Allahü teâlâya karşı olan kusurlarından dolayı çok
üzülmesiydi. "Bütün insanlığın yaptığı ibâdet kadar ibadet yapsak Allahü teâlânın bize
verdiği nîmetlere karşı gene şükrü yerine getiremeyiz." derdi.
Muhammed bin Abdullah buyurdu ki:
Ben bir defâsında, Abdülvâhid bin Zeyd hazretlerinin; "Kim mîdesini haramlardan
koruyabiliyorsa, o kimse dînini ve güzel ahlâkını muhâfaza edebilir. Kim de karnını
haramlardan koruyamıyorsa, o kişi ne dînini ne de güzel ahlâkını muhâfaza eder." dediğini
işittim.
"Muhakkak ki her şeyin bir kestirme (yakın) yolu vardır. Cennet'in kestirme yolu da cihâd
yapmaktır."
"Kul için ancak bilerek ve huzur içinde kıldığı namazın sevâbını alacağında, İslâm âlimleri
ittifak etti."
"Eğer nefsinizde Allahü teâlâya karşı yaptığınız ibâdetlerde bir isteksizlik ve tembellik
hissederseniz, bir süre kuvvetli ve iyi yemekleri yemeyi bırakınız. Gıdânız tuz ve ekmek
olsun. Oruç tutunuz. Bu şekilde yapmanız vücudunuzdaki bazı yağları ve fazlalıkları erittiği
gibi Allahü teâlâyı hatırlamanızı arttırır."
"Dîni bütün ve vakar sâhibi olan kimselerle olunuz. Çünkü onların meclislerinde,
toplantılarında kötü, çirkin, ahlâka ve vakara sığmayan şeylerden bahsedilmez."
"Kulun Allahü teâlâya karşı takınacağı en güzel edep hali, O'nun emirlerine tereddütsüz
boyun eğip itâat göstermesidir. Allahü teâlâ onu bu haliyle dünyâda bırakırsa, bunu en hayırlı
ve sevimli şey kabul etsin. Şayet rûhunu alıp, âhirete götürürse (rûhunu alırsa), bunun da
Allahü teâlânın emri olduğunu bilsin ve bu da kendisine hoş gelsin."
5&)$&&'2-$&&1+31'788
Abdülvâhid bin Zeyd şöyle anlatır:
Bir defâsında deniz yolculuğuna çıkmıştık. Bindiğimiz gemi fırtınaya tutuldu. Sonunda
dalgalar bizi bir adaya sürükledi. İnip dolaşmaya başladık. Puta tapan bir adama rastladım.
"Neden bu puta tapıyorsun. Bu ne fayda ne de zarar verir!" dedim.
"Siz kime taparsınız?" diye sorunca; "Her şeyi yaratan, her şeye kâdir olan Allahü teâlâya
ibâdet ederiz." dedim.
"Bunu size kim bildirdi?"
"Allahü teâlâ bize kerîm bir peygamber gönderdi, o bildirdi."
"O peygamber nerededir?"
"Bize Allahü teâlânın gönderdiği dîni bildirip, tebliğ vazîfesini tamamladıktan sonra vefât
etti. Allahü teâlâya kavuştu."
"Ondan hiçbir alâmet kaldı mı?"
"Evet O, Allahü teâlâdan bir kitap getirdi. Bizim yanımızdadır."
Aramızda geçen bu konuşmadan sonra:
"O kitâbı bana gösterin." deyince Kur'ân-ı kerîmi ona gösterdim.
"Ben bunu okumasını bilmiyorum." dedi. Sonra açıp bir sûre okudum. Ben okudukça o
ağladı. Sûreyi bitirince; "Lâyık olan şudur ki, kimse bu kelâmın sâhibine âsi olmasın!"
diyerek hemen müslüman oldu. Ona Kur'ân-ı kerîmden birkaç sûreyi ve kendisine yetecek
kadar din bilgisi öğrettik.
O gece yatsı namazını kıldık. Yatma zamânı gelince O yatmadı ve sabaha kadar ibâdet etti.
Talebelerime; "Bu yeni müslüman oldu. Aramızda biraz para toplayıp verelim de sıkıntı
çekmesin." dedim. Parayı toplayıp götürdüğümüzde; "Bu nedir?" dedi. "Bunu al, kendine
nafaka alırsın, sıkıntı çekmezsin." dedim.
"La ilâhe illallah. Ben daha önce bu adada iken, puta tapardım. Allahü teâlâyı bilmezdim,
fakat O beni zayi etmedi, korudu. Şimdi ise O'nu tanıyorum. Beni hiç zâyi eder mi?" dedi.
Üç gün sonra onun hastalanıp yatağa düştüğünü haber aldım. Hemen yanına koştum. "Bir
isteğin var mıdır?" dedim. Benim ihtiyâcımı, her ihtiyacı gideren Allahü teâlâ karşıladı." dedi.
Bu görüşmemizden bir gün sonra da vefât etti. O gece onu rüyâmda bir bahçe içinde gördüm.
Bahçenin üzerinde yüksek bir kubbe, kubbenin altında bir taht üzerine oturmuştu. Yanında da
bir hûri vardı. Meâlen; "...Melekler de her kapıdan yanlarına vararak şöyle diyeceklerdir:
Sabrettiğiniz için, size selâm olsun! Âhiret saâdeti ne güzeldir!" (Ra'd sûresi: 23-24) buyrulan
âyet-i kerîmeyi okuyordu.
*"!=!=&&3>3$)
Abdülvâhid bin Zeyd Tebe-i tâbiînden,
Basra denen beldede, yetişen âlimlerden.
Hazret-i Abdülvâhid bin Zeyd'in yanında,
"Mümin nasıl olmalı?", diye sorduklarında,
Buyurdu ki: "Allah'tan, korkup, benzi sararır,
Kaçınır haramlardan, emirlere sarılır.
Düşünür mahşerdeki, verecek hesâbını,
Titrer, hatırladıkça, Cehennem azâbını.
İşlemiş bulunduğu, günahlar sebebiyle,
Ayıplar kendisini, uğraşır nefsi ile.
Bir sözü söylemeden, düşünür, ölçer, biçer,
Hayırlı değil ise, söylemekten vazgeçer.
İşlediği günahlar, öyle üzer ki onu,
Göremez başkasının, ayıp ve kusurunu,
Bu, öyle kişidir ki, elinden ve dilinden,
Yanında bulunanlar, zarar görmez katiyyen."
Abdülvâhid bin Zeyd, çok mübârek zât idi,
Günahını düşünüp, devamlı ağlar idi.
Derdi: "Hak teâlâya, günboyu secde etsek,
Mümkün olmaz yine de, O'na tam şükreylemek."
Bir kimse, kendisinden, nasîhat isteyince,
Buyurdu ki: "Şükreyle, kuvvetin yettiğince,
İnsanlardan birisi, iyilik yapsa sana,
Nasıl memnun kalırsın, yaptığı bu ihsâna,
Halbuki o, bir kuldur, zavallı ve âcizdir,
Her ihsânın sâhibi, elbette Rabbimizdir.
Çünkü O, insanlara, vermese güç ve kuvvet,
Hiç kimse, hiç kimseye, ihsân edemez elbet."
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.6, s.155
2) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.6, s.434
3) Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.258
4) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.7, s.289
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.108
6) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.311,315,319
7) Tabakât-ül-Evliyâ (İbn-i Mülakkın); s.183
8) Tabakât-ı Ensârî; s.111
9) Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.287
10) Ravd-ur-Reyyâhîn; s.29,30,42,87,104,155,183, 235,236
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder