Bağış Yap
17 Mayıs 2013 Cuma
ABDÜLVEHHÂB-I ŞA'RÂNÎ
ABDÜLVEHHÂB-I ŞA'RÂNÎ;
Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi. İsmi ve nesebi; Abdülvehhâb
bin Ahmed bin Ali bin Ahmed bin Muhammed bin Zerka bin Mûsâ bin Sultan Ahmed
Tilimsânî Ensârî'dir. İmâm-ı Şa'rânî ve Kutb-i Şa'rânî lakabıyla meşhurdur. Nesebi,
Peygamber efendimize dayanır. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî Mısır'ın Kalkaşend kasabasında 1493
(H.898) de doğdu. 1565 (H.973) de Mısır'da vefât etti.
Abdülvehhâb'ı babası küçük yaşında ilim tahsiline verdi. Henüz yedi yaşında Kur'ân-ı kerîmi
ezberledi. Sekiz yaşında iken, geceleri teheccüd namazlarını hiç terk etmeden kılmaya
başladı. Büluğ çağına gelmeden, kıldığı gece namazlarında Kur'ân-ı kerîmi hatmederdi. Bir
işe başlayınca, en ince ayrıntılarına kadar iner, o işi en iyi şekilde yapardı. Çalışkanlığı ve
anlayışı ile, hocalarının kısa zamanda gönüllerini fethederdi. Hocalarından okuduğu kitapları
ezberlerdi. Genç yaşında, hadîs ve fıkıh ilimlerinde ehliyet kazandı. Tasavvuf yolunda da
çalışarak, pekçok velînin feyz ve teveccühlerine kavuştu. Bunların başlıcası, Aliyy-ül-Havvâs
hazretleridir. Ayrıca feyz aldığı, sohbetiyle şereflendiği hocalarından bazıları şunlardır:
Muhammed Magribî, Muhammed bin Anân, Ebü'l-Abbâs Gamrî, Nûreddîn Hasenî,
Şeyhulislâm Zekeriyyâ el-Ensârî, Ali Darîr, Ali bin Cemâl, Abdülkâdir bin Anân,
Muhammed Âdil, Muhammed bin Dâvûd, Muhammed Servî, Nûreddîn Mürsâfî, Tâcüddîn
Zâkir, Efdalüddîn. Bunlardan başka pekçok evliyânın da teveccühlerine, feyz ve bereketlerine
kavuştu.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye; "Tasavvuf yoluna nasıl girip ilerledin ve buna kimler sebeb oldu?"
diye sorduklarında şöyle anlattı:
Tasavvuf yolunu, önce Hızır aleyhisselâmdan ve üstâdım Aliyy-ül-Havvâs'tan öğrendim.
Önce onlara tam olarak inanıp teslim oldum. Ne emrettilerse hepsini yaptım. Nefsimle
senelerce mücâhede ettim. Nefsimin istemediklerini yaparak, onu terbiye ettim. Öyle ki,
yalnız kaldığım zaman, odamın tavanına bir ip bağlar, onu boynuma takarak Rabbime ibâdet
ederdim. Uykum geldiğinde yatmak isterdim. Fakat boynumdaki ip, uykuya mâni olurdu.
Mecbûren ibâdete devâm ederdim. Böylece nefsimin istemediği şeyleri yaparak, onu terbiye
etmeye, yola getirmeye çabalardım. Haramlardan şiddetle kaçındığım gibi, mübahların
fazlasını dahi terkederdim. Yiyecek bir şeyim olmadığı zaman ot yer, kimseden birşey
istemezdim. Vâli konaklarının ve sultan adamlarının evlerinin gölgesinden dahi geçmez,
yolumu değiştirirdim. İyice incelemeden bir şey yediğim olmadı. Öyle bir hâle geldim ki,
gelen yiyeceğe bakarak, onun helâl olup olmadığını, Rabbimin bana ihsân etmesiyle
anlamaya başladım. Helâl yiyeceklerden temiz ve güzel, haram olanlardan ise, kötü ve pis bir
koku, şüphelilerden de, haramlardakinden daha az bir koku hâsıl olmaya başladı. Bu
alâmetlere göre hareket ettim. Elimden geldiği kadar dînin emir ve yasaklarına dikkat ettim.
Cenâb-ı Hak da, bana ibâdetleri zevkle yapmayı ihsân etti. Kalp gözüm açıldı, yakîn hâsıl
oldu ve hakîkatin menbaına, kaynağına eriştim. 1540 senesinde hacca gittiğimde, Kâbe'nin
altın oluğunun altında, duâ ederek Allahü teâlâdan ilmimi arttırmasını istedim. O ânda
hâtifden, gizliden gelen bir ses; "Sana, şimdiye kadar gelen müctehidlerin ve onlara tâbi
olanların sözlerini tartıp anlayan bir mîzân verdim. Bu sana yetmez mi?" diyordu. Bu sese
karşı; "Ya Rabbî! Yeter. Fakat, daha fazlasını isterim." dedim.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî zamânının velîlerini sık sık ziyâret eder nasîhat ister ve gönüllerini
alırdı.
1540 senesi bir yaz günü, Kâhire'nin Nil Nehri üzerindeki Hâkimî Köprüsünün altında
bulunan yaşlı bir velîyi ziyârete gitti. Selam vererek içeri girince o zât adını sordu.
"Abdülvehhâb." dedi. Ona; "Senelerden beri seni görmek arzusunda idim. Buyur otur."
deyince yanına oturdu, el ele tutuştular. Elini öyle kuvvetlice sıktı ki, neredeyse acıdan
bağıracaktı. Ona; "Kuvvetimi nasıl buluyorsun?" diye sorunca; "Çok büyük bir kuvvete
sâhibsiniz." dedi. O zaman ona:
"İşte bu kuvvet, gençliğimden beri yediğim helâl lokmalar sebebiyle hâlâ mevcuttur.
Hamurum helâl bir maya ile yoğrulmasaydı, bu günün, günahlarına aldırmayan insanların
vücutları gibi, benim vücûdum da gevşek olurdu. Ey oğlum! Yüz kırk üç yaşına geldim.
Allahü teâlâya yemin ederim ki, bugün insanlar her yönden değişmiştir. Hele bu son
senelerde, dînin emirlerini yerine getirmekte ve emânete riâyet etmekte büyük bir eksiklik
var. Bugün yakın akrabân, hattâ öz kardeşin bile seni tanımamaktadır. Oğlun dahi sana başka
gözle bakmakta ve bir yabancı gibi davranmaktadır. İnsanların birbirlerine muhabbetleri hiç
kalmamış, dert ve belâlara karşı sabırları eksilmiş, kazâ ve kadere karşı boyun eğmek yerine
gazab hâkim olmuş, dinleri zayıflamıştır. Ey oğlum! Şimdi sana zamânımızın kötü ve yorgun
insanlarını anlatmaktansa, sâlih insanlarını anlatmak daha iyi olacak." dedi ve şöyle devâm
etti: "Zamânımızın en iyileri; geceleri kalkıp sabahlara kadar namaz kılan, sabah namazından
sonra öğleye kadar Kur'ân-ı kerîm okuyup tesbîhini çekerek Allahü teâlâyı zikreden, ikindiye
kadar duâlarını yapan, akşama kadar her gün devâm üzere olduğu duâları tekrar tekrar yapan,
yatıncaya kadar da tövbe istigfâr ederek vaktini geçirenlerdir."
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî ona:
"Böyle kimselerin görünürdeki bütün günahlardan temizlendiğini düşünsek, bu insanın,
başkaları hakkında kötü düşünmesinin önüne geçebilir miyiz? Bu kimse, kendisini
kıskananları bir dakika olsun görmek ister mi?" diye sordu. O da cevap olarak şöyle dedi:
"Bu, çok zayıf bir ihtimâldir. Bir insan, hayâtı boyunca durmadan ibâdet yapsa, kazandığı
sevapları terâzinin bir kefesine koysa, bu kimsenin bir müslüman hakkında sû-i zannından
meydana gelen günâhını da bir kefesine koysan, günah kefesinin ağır basacağını görürsün.
Sâlih, iyi kimselerin hayatları boyunca yaptığı ibâdetler, bir defâ yaptığı kötü düşünceden
meydana gelen günâhı karşılayamadığına göre, diğer insanların hâllerinin ne olacağını
düşün!"
İmâm-ı Şa'rânî pek çok talebe yetiştirdi. Etraftan akın akın gelen talebeler medreseyi
doldurur, onun eşsiz bir deryâ olan bilgilerinden istifâdeye çalışırlardı. Talebelerine hem
zâhirî, hem de bâtınî ilimleri öğretirdi. Hattâ kendisini çekemeyen ve aleyhinde olanlara
rüyâda görünür, onları îkâz eder, bozuk düşüncelerden korurdu. Böylece onların da istifâde
etmesini sağlar, Cehennem'de yanacak bir hâlden onları korumaya çalışırdı. Merhameti çok
fazlaydı.
Birgün biri Şeyhülislâm Nasîruddîn Lekânî'ye gelerek onun hakkında çeşitli yalan ve iftirâlar
uydurdu. Şeyhülislâm da bu sözlere inandı. Bu haberi işiten Abdülvehhâb-ı Şa'rânî,
Şeyhülislâm'ın yanına gelerek, ondan Mâlikî mezhebinin fıkıh bilgilerini ihtivâ eden Kâsım
Abdürrahmân'ın yazdığı Müdevvene'yi emânet istedi. Şeyhülislâm kitabı vermeden önce; "Al,
okursun da, belki yaptığın kötülüklerden vaz geçersin. Dînin emir ve yasaklarına uyarak
doğru yolu bulursun." dedi. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî de; "İnşâallahü teâlâ öyle olur." buyurdu.
Şeyhülislâm, talebelerinin birisine emredip, birkaç cilt olan Müdevvene'yi kütüphâneden
getirmesini söyledi. Ciltler gelince, ileri gelen talebelerinden birine, ciltleri Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî ile götürmesini emretti. İmâm-ı Şa'rânî ile talebe eve geldiler. Talebe kitabı bıraktıktan
sonra gitmek istedi. Fakat İmâm-ı Şa'rânî, bir gece kalıp ertesi sabah gitmesini söyleyince,
talebe kabûl etti. Gecenin üçte biri geçinceye kadar o talebe ile sohbet etti. Talebeye
yatmasını söyleyip, kendi odasına geçti. Odasında çok az bir zaman durup, tekrar talebenin
kaldığı odaya geldi. Onu uyandırıp, abdest aldırdı. Beraberce fecr vaktine kadar namaz
kıldılar. Sonra sabah namazlarını kılıp, güneş bir mızrak boyu yükselinceye kadar Kur'ân-ı
kerîm okudular. Sonra duhâ namazını kıldılar. Talebeye; "Şimdi hocanın yanına
gidebilirsin.Getirdiğin bu kitapları da teslim edip, benim teşekkür ettiğimi bildirirsin."
buyurdu. Talebe; "Peki efendim." diyerek, kitapları kucakladı. Fakat içinden de; "Bir
geceliğine onu getirtip, hiç bakmadan geri götürmenin ne faydası vardı." demekten kendini
alamadı.
Talebe kitabı okumadığı için, içindeki yazılardan haberi yoktu. Kitapları hocasına
götürdüğünde, Şeyhülislâm Nasîruddîn, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin kendisiyle alay ettiğini
sanarak kızdı. O sırada bir kimse gelip, Şeyhülislâm'a bir suâl sordu. Şeyhülislâm soruyu tam
olarak cevaplandırabilmek için, Müdevvene'nin ciltlerini karıştırmaya başladı. Her cildin
başından sonuna kadar, sayfaların kenarında Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin kendi el yazısı ile
yazılmış lüzumlu açıklamalar ve kayıtların olduğunu gördü. Talebeyi çağırarak;
"Abdülvehhâb bu geceyi kitaplara yazı yazmakla mı geçirdi?" diye sordu. Talebe de yemîn
ederek; "Efendim! Bu gece Abdülvehhâb-ı Şa'rânî benden yirmi dakikadan daha fazla bir
zaman ayrılmadı. Sabaha kadar berâber namaz kıldık. Kur'ân-ı kerîm okuduk. Onun benim
yanımda kitaplarla meşgûl olduğunu hiç görmedim." dedi.
Talebesinden bu sözleri işiten Şeyhülislâm'ın, hayretinden aklı karıştı. Değil yirmi dakikada,
yirmi günde bile bu ciltler dolusu kitabı okumak mümkün değildi. Fakat hakîkat gözünün
önünde idi. Bütün ciltler okunmuş, sayfa kenarlarına îzâhlar yazılmıştı. Bu Allahü teâlânın
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye ihsan ettiği bir kerâmetti. HemenAbdülvehhâb-ı Şa'rânî hakkında
düşündüğü kötü düşüncelere, ona söylediği sözlere pişmân olup, tövbe istiğfâr eyledi.
Koşarak İmâm-ı Şa'rânî'nin evine gitti ve huzûruna kabûlü için yalvardı. Kabûl edilince tövbe
ettiğini bildirdi. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî de; "Maksadım, bu gece bana emânet olarak verdiğin
kitaplardan hazırladığım bu muhtasarı senin öğrenmendi." buyurdu.
Emir Muhammed Defterdâr ve arkadaşları her gece yatsı namazından sonra bir yerde toplanıp
sohbet ederlerdi. Âlimlerin ilminden, velîlerin kerâmetlerinden anlatırlardı.
Bir gün yine böyle toplanmışlardı. Sohbet ânında söz, halen hayatta olan İmâm-ı Şa'rânî'ye
geldi. Onun büyüklüğünü anlayamayan bâzıları, aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Emir
Muhammed Defterdâr da onlarla birlik olup, aleyhinde konuştu. O gece rüyâsında, kalabalık
bir ordunun Mısır'a bir iç karışıklığı düzeltmek için geldiğini gördü. Ordu kumandanı,
Mısır'ın Bâbunnasr denilen kapısında durdu ve; "Mısır'ın sâhibi ile görüşüp, Mısır'ın
anahtarını vermedikçe içeri girmeyiz." dedi. "Mısır'ın sâhibi kimdir?" dediklerinde; O da;
"Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'dir." dedi. Kumandan, adamlarından birini gönderdi. İmâm-ı
Şa'rânî'yi evinde bulamadılar. Oğlu Abdürrahmân'a durumu anlattılar. Abdürrahmân,
babasının müsâade edeceğini söyleyerek anahtarı verdi. Uyandığında, Emir Muhammed
Defterdâr yaptığı hatâyı anladı. Demek ki, bu zamanda Mısır'ın hakîkî sultânı Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî'ydi. Sabah olduğunda, İmâm-ı Şa'rânî hazretlerine gidip talebesi olmakla şereflenmek
istediğini bildirince; "Talebe olmanız için ille anahtar mı vermek lâzımdır?" buyurarak, gece
rüyâsında gördüklerini bildiğini işâret etti. Bu kerâmetini de gören Emir Muhammed
Defterdâr'ın, ona olan bağlılığı ziyâde oldu.
Seyyid Ahmed Bedevî hazretlerinin Mısır'ın Tanta şehrindeki türbesi başında, her sene belli
bir günde toplantı yapılıp, mevlid okunurdu. Şeyh Sa'düddîn Sanâdîdî, İmâm-ı Şa'rânî'yi
sevmez, onun büyüklüğüne inanmazdı. Hattâ onun pekçok kötü taraflarının olduğunu
savunur, ilminin derinliğine inanmazdı. Ahmed Bedevî'nin türbesi başında mevlid okunduğu
bir sene, oraya İmâm-ı Şa'rânî ve Sa'düddîn Sanâdîdî de gelmişlerdi. Sa'düddîn,
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin mevlide gelmesine şiddetle karşı çıkarak; "Böyle bir mevlidde,
kendisinde pekçok kötü yanlar bulunan kimse nasıl bulunabilir?" demişti. Sa'düddîn, o gece
rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'yi
kucaklamış, bağrına basmıştı. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin de göğüslerinden süt akıyor, mevlide
gelen herkes, doyuncaya kadar onun sütünden içiyorlardı. Seyyid Ahmed Bedevî hazretleri
de, Resûlullah efendimizin huzûrunda idi. Ahmed Bedevî, oradakilere; "Bizden meded
isteyen Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'yi ziyâret etsin." diyordu. Rüyâdan uyanan Sa'düddîn, İmâm-ı
Şa'rânî'nin büyüklüğünü anlayarak, ona karşı olan bozuk îtikâdını düzeltti ve onun en yakın
talebelerinden oldu.
Evliyânın büyüklerinden Ömer Nebtîtî'nin talebesi Abdullah, İmâm-ı Şa'rânî'nin büyüklüğünü
çekemez, onu kıskanırdı. Abdullah, bir gece rüyâsında sevgili Peygamberimizi gördü.
Huzûrunda hazret-i Ali de vardı. Ona buyurdular ki: "Abdülvehhâb'a şu takkemi giydir.
Ayrıca ona, mahlûkâta tasarruf etmesini söyle. Başkalarına ise mâni ol." Abdullah, Resûlullah
efendimizden bu sözleri işitince, yaptığı hatânın büyüklüğünü anladı. Uyandığında tövbe etti.
Âmir Bağdâdî isimli talebesi önceleri; "Hiç kimse, bir ihtiyacın hâsıl olmasında vâsıtaya
muhtâç değildir. Bu sebeple Allahü teâlâdan bir şey isterken başkalarını vesile etmek, onun
hürmetine ver demek olmaz." der, velîlerdeki kerâmetlere de inanmazdı. Bir gün rüyâsında
Resûlullah efendimizi gördü. Yanında Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri de vardı. Peygamber
efendimizin mübarek elini öpmek istedi. Fakat ona hiç iltifat etmiyor, huzûruna gittikçe
yönünü ondan çeviriyordu. Bir ara Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye; "Ne olur, Peygamber
efendimize bir arz et de, beni kabûl buyursun. Mübarek elini öpmekle şerefleneyim." diyerek
yalvarmaya başladı. O kadar yalvardı ki, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî onun gözlerinden akan
yaşlara dayanamadı. Resûlullah efendimizin huzûruna varıp, onu işâretle bir şeyler söyledi.
Bunun üzerine onu Huzûr-i şerîflerine kabûl ettiler. Uyandığında, önceki düşüncelerinin ne
kadar yanlış olduğunu anladı. Tövbe etti ve sabahleyin Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin
medresesine gitti. Talebesi olmakla şereflendi.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretlerine, Allahü teâlânın öyle ihsânları vardı ki, saymakla
bitmezdi. Bunlardan biri de; güneşin batışından doğuşuna kadar, yâni akşamdan sabaha
kadar, cansız eşyânın ve hayvanların tesbîhlerini duyması idi. Bir gün akşam namazını,
haramlardan çok sakınan hattâ şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını bile terkeden hocası
Emînüddîn'in arkasında kılıyordu. O anda gözünden perde açıldı. Direk, duvar, hasır,
döşenmiş taşların tesbîhlerini duymaya başladı. Korktu, sonra Mısır'da bulunan her şeyin,
sonra etraftaki devletlerdeki ve okyanuslardaki bütün mahlûkların konuşmalarını ve tesbîh
seslerini işitmeye başladı. Okyanustaki bir balık şöyle tesbîh ediyordu:
"Ey cansızların, hayvanların, bitkilerin, her şeyin rızkını veren Rabbim! Mahlûkâtından hiç
birinin rızkını unutmayan ve isyân edenden dahi ihsânını kesmeyen sen, her türlü noksanlık
ve kusurdan münezzehsin."
Namazı kılıp bitirdiler. Sabaha kadar bu hâl onda devâm etti. Çok korktu. Sabah olurken, Hak
teâlâ merhamet edip, bu gibi şeyleri duymasını perdeledi. Ancak Allahü teâlânın ihsânı olan
bu durum onda kaldı. İstediği zaman, istediği yeri görmek, gezmek nîmetini Allahü teâlâ ona
ihsân etti. Bununla da îmânı kuvvetlendi. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, bu hâdiseden sonra, istediği
zaman gönül gözü ile bütün dünyâyı, bilhassa İslâm âlemini seyrederdi. Şehir, kasaba, köy ve
ülkeleri aşar, Endonezya'dan Magrib'e, Türkiye'den Yemen'e kadar varır, ihtiyaç sâhiplerine
yardım ederdi. Bunların hepsinin, cenâb-ı Hakkın bir ihsânı olduğunu bildirirdi. Bir gün
buyurdu ki: "Kendimi bir vâsıta içinde gördüm. Bir anda yeryüzünü dolaşıyordum. Bütün
âlim ve evliyânın kabirlerinin üzerlerinden, Seyyid Ahmed Bedevî ve İbrâhim Düsûkî
hazretlerinin kabirlerinin altından geçerek ziyâret ediyordum."
Bir gün Habeşistanlı bir gayri müslim, Mısır'a gelmişti. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin nâmını
duyduğu için, onunla görüşmek istiyordu. İmâm-ı Şa'rânî onu kabûl etti. Habeşistan ile ilgili
konuşmaya başladılar. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, Habeşistan'ı öyle anlatıyordu ki, en ince
ayrıntılarına kadar îzâh ediyordu. O gayri müslim dinledikçe, yaşadığım yeri benden daha iyi
biliyor diye hayret ediyordu. Dayanamayıp Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye; "Siz Habeşistanlı
mısınız?" diye sordu. O da; "Dünyâda nereyi görmek arzu etsem, Allahü teâlâ bana orayı
gösterir. Bu, cenâb-ı Hakk'ın bana bir ihsânıdır." buyurdu. Bunu işiten gayri müslim, Kelime-i
şehâdet getirerek müslüman oldu.
Allahü teâlânın Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye ihsânlarından biri de, Mısır veya başka yerlerdeki
talebelerine kalben seslendiği zaman derhal yanına gelmeleriydi. Yanına gelmeye karar veren
bir talebe yola çıksa, ona kalben geri dön derse, o da dönerdi. İnsanlara ve talebelerine sıkıntı
anlarında yardım ederdi. O darda, sıkıntıda olanların sığınağı ve mânevî doktoru idi.
Talebelerinden Yahya Varrâk arkadaşlarıyla hacca gidiyordu. Bindiği hayvan çok zayıftı. Bir
müddet gittikten sonra yorulup yattı. Arkadaşlarına kendisini beklememelerini, yola devam
etmelerini söyledi. O, hayvanının dinlenmesini bekliyordu. O anda Abdülvehhâb-ı Şa'rânî
hazretleri yanında peyda oldu. Hayvanı tutup kaldırdı ve ona tebessüm ederek kayboldu.
Yahyâ Varrâk hayvanın üzerine bindi. Öyle hızlı gitmeye başladı ki arkadaşlarına yetişti ve
onları geçti. Kâbe-i muazzamanın etrafında tavaf ederken yine Abdülvehhâb-ı Şa'rânî
hazretlerini gördü. Tavaf müddetince yanındaydı. Hâlbuki o, o sene hacca gitmemişti.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, Allahü teâlânın izniyle hiç bir mahlûkdan korkmazdı. Yılandan,
akrebden, timsahdan, cinden ve benzerlerinden korkmaz, ancak dînin emir ve yasaklarına
uygun olarak onlardan uzak dururdu. Bir gün Saîd'e (Portsaid'e) gidiyordu. Nehrin kenarından
yedi kadar timsah onu tâkibe başladı. Herbiri öküz büyüklüğünde idi. Onu merkeb üzerinde
gören halk, yutulacak diye feryada başladı. İşte o zaman belini doğrulttu ve suya, timsahların
arasına indi. Hepsi çekilip kaçtılar. Sonra hayvanın yanına geldi. Oradaki insanlar, bu hâli
görünce hayret ettiler.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, bir gece terkedilmiş ve bakımsız bırakılmış bir velînin türbesinde
uyudu. Bu türbe üzerinde bir kubbe, etrâfında da taşlar bulunuyordu. Taşların aralarında ise,
büyük yılanlar vardı. Yılanlardan korktukları için, insanlar bu mübârek zâtı ziyâret
edemezlerdi. Yılanlar, o gece Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin etrâfında dolaşıp durdular.
Abdülvehhâb hazretleri o büyük ve zehirli yılanları görüyor, kalbine zerre kadar korku
getirmiyordu. Sabahleyin, o belde halkı Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin o türbede yattığını
öğrendiklerinde, hayretten dona kaldılar. Huzûruna çıkıp; "Biz, yılanların korkusundan,
türbenin içine değil, etrâfına bile yaklaşamıyoruz. Siz orada nasıl yatabildiniz?" diye sordular.
Onlara buyurdu ki: "Allahü teâlâ, yılanlara beni sokmaları için ilhâm etmedikçe, onlar beni
sokmazlar. Yılana kudret lisânı ile, git falancayı sok! denir. Yılan da o kimseyi, hasta yapmak
veya kör etmek yâhut öldürmek için sokar. Allahü teâlânın irâdesi olmadan, yılanın bir
kimseyi sokması mümkün değildir."
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri cinlerle başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır:
Bir zamanlar evime, cinlerden biri gelmeye başladı. Bu cin bana doğru gelirken, vücûdumun
bütün kılları diken diken olurdu. O ânda Allahü teâlânın ismini söylemeye başlardım. Cenâb-ı
Hakk'ın ismini duyan cin, derhâl benden uzaklaşırdı. Hiçbir zaman ondan ne çekindim, ne de
korktum. Aksine, gece yolumu kestiği zaman, ona selâm vererek geçip giderdim. İnsanın
tabiatı cinden nefret ettiği hâlde her gün onları göre göre nefret etmez hâle geldim.
Kıtlık olduğu günlerde, cinlerden bir grup evime yerleşmişti. Onlara dedim ki: "Bu
gösterdiğim ekmeklerden güzelce yiyiniz. Hiçbir müslümana sakın zarar vermeyiniz."
Onların da bana; "Başüstüne, emirlerinizi dinleyip itâat edeceğimize söz veriyoruz."
dediklerini duydum. Cinlerden biri keçi kılığına girip, geceleri bizim odaya girer, lâmbayı
söndürür ve gürültü çıkarırdı. Bu hâlden evdekiler korkuya düştüler. Çocukların korkmaması
için, bir gece sedirin altına saklanarak cinin gelmesini bekledim. Tam önümden geçerken,
elimle bir ayağını yakaladım. Bağırmaya ve yardım istemeye başladı. Bunun üzerine ona; "Ey
keçi kılığına girmiş olan cin! Bir daha evime girip çocuklarımı korkutmaya devâm edecek
misin, etmeyecek misin?" dedim. Tövbe ederek, bir daha gelmeyeceğine söz verdi. Buna
rağmen ayağını bırakmıyordum. Ayağı elimde inceldi, inceldi bir kıl inceliğini aldıktan sonra
avcumdan çekilip gitti. Bu hâdiseden sonra o cin evime gelmez oldu.
Ey kardeşim! Buna benzer cinlerle başımdan geçen hâdiseler çoktur. Bunları anlatmamdan
maksadım, bâzı okunacak duâları zamânında okumanız içindir. Gece veya gündüz yapacağın
işlerde, kendini bunların şerlerinden nasıl koruyacağını bilmeniz içindir. Eğer ben de bu
duâları bilmeseydim, diğer insanlar gibi görünmeyen bu yaratıklardan korkardım.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî insanlar arasındaki anlaşmazlıkları her iki tarafı üzmeden çözer, iki
tarafın da kabul edeceği bir netîceye bağlardı.
Osmanlı pâdişâhı Sultan Selîm Han Mısır'ı zaptettiği zaman, Cumâ namazını Ezher Câmiinde
kıldı. Cumâ namazını kıldıran hatîb için yüz altın bağışladı. Bunu önceden öğrenen hatîb, o
gün Cumâ namazını kıldırma sırası kendisinde olan diğer hatîb arkadaşından izin almıştı.
Nöbetini devreden hatîb, diğer arkadaşının altınlara kavuştuğunu görünce, söylenmeye
başladı. O sırada orada bulunan Abdülvehhâb-ı Şa'rânî aralarına girip, nöbetini veren hatîbe;
"Üzülme! Allahü teâlâ bunu sana kısmet etmemiş." dedi. O da; "Rızkımın kesilmesine bu
arkadaşım sebeb olduğu için kızıyorum." dedi. Abdülvehhâb hazretleri de; "O sebeb oldu
görünüyorsa da, aslında sebeb o değildir. Arkadaşın ilâhî kudretin bir âletidir. Âleti kim
hareket ettiriyorsa, hüküm onundur. Yoksa âletin değildir. Senin böyle söylemen, sopa ile
dövülüp de, sopayı vurana değil sopaya kızan adamın hâline benziyor. Hani sen her Cumâ
hutbelerinde; "Vallahi veren de Allahü teâlâdır, alan da. Yükselten de Allahü teâlâdır,
alçaltan da..." demez miydin? Şimdi niçin bunun tersine göre hareket ediyorsun?" deyince, o
hatîb; "Üstâdım! Huccet ve isbâtlarınla beni susturdun." diyerek oradan ayrıldı.
Peygamber efendimizin sözlerine, sünnetine uymaya çok dikkat ederdi. Hadîs-i şerîfleri kabul
etmeyenlere şöyle buyururdu:
Sünnet, yâni hadîs-i şerîfler, Kur'ân-ı kerîmi açıklamaktadır. Mezheb imâmları, sünneti
açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini açıkladılar. Kıyâmete kadar da
böyle olacaktır. Sünnet, yâni hadîs-i şerîfler olmasaydı suları, tahâreti, namazların kaç rekat
olduklarını, rükû ve secdede okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze namazlarının nasıl
kılınacağını, zekât nisâbını, orucun, haccın farzlarını, nikâh ve hukûk bilgilerini, hiçbir âlim,
Kur'ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. İmrân bin Hasîn'e birisi; "Bize yalnız Kur'ân'dan
söyle." deyince; "Ey ahmak! Kur'ân-ı kerîmde, namazların kaç rekat olduğunu bulabilir
misin?" dedi. Hazret-i Ömer'e; "Farzların seferde kaç rekat kılınacağını Kur'ân-ı kerîmde
bulamadık." dediklerinde; "Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz,
Kur'ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı, Resûlullahtan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde,
dört rekat farzları iki rekat kılardı. Biz de öyle yaparız." buyurdu. Din imâmlarının hiçbir
sözü, İslâmiyetin dışında değildir. Çünkü herbiri hem hakîkatte, hem de şerîatte âlimdirler.
Resûlullah efendimiz Kur'ân-ı kerîmde icmâlen bildirilenleri, yâni kısa ve kapalı olarak
bildirilenleri açıklamasaydı, Kur'ân-ı kerîm kapalı kalırdı. Resûlullah'ın vârisleri olan mezheb
imâmlarımız (r.aleyhim) hadîs-i şerîflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı,
sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resûlullah'a tâbi olarak,
mücmel olanı açıklamışlardır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin kırk dördüncü âyetinde meâlen;
"İnsanlara indirdiğimi onlara beyân edesin" buyurdu. Beyan etmek, Allahü teâlâdan gelen
âyetleri, başka kelimelerle ve başka sûretle anlatmak demektir. Ümmetin âlimleri de, âyetleri
beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi ve Kur'ân-ı kerîmden ahkâm
çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahy olunanları tebliğ et derdi. Beyân
etmesini emr etmezdi.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri üç yüzden fazla eser yazmıştır. Bunların en kıymetlisi dört
mezhebin fıkıh ilmini bir araya topladığı Mîzân-ül-Kübrâ isimli eseridir. Diğer eserlerinden
bâzıları şunlardır: 1) Envâr-ül-Kudsiyye, 2) Tabakât-ül-Kübrâ: Eserde, Asr-ı Saâdetten
zamânına kadar dört yüzden fazla büyük âlim ve velînin hallerini, kerâmetlerini, sözlerini
bildiren kıymetli bir kitaptır. 3) Ecvibet-ül-Merdiyye, 4) Ahlâk-uz-Zekiyye
vel-Ulûm-ül-Ledünniyye, 5) İrşâd-ül-Muğfelîn, 6) Bahr-ul-Mevrûd, 7) Feth-ül-Mubîn,
8) Ferâid-ül-Kalâid, 9) Sirâc-ül-Münir, 10) Meşârık-ül-Envâr-il-Kudsiyye.
*1,2,&,5!3"&-131,$
Abdülvehhâb Şa'rânî anlatır: "Bir yaz günü,
Ziyârete gitmiştim, bir İslâm büyüğünü.
Nil Nehri kıyısında, bulunan bir hânede,
Yaşayıp, kendisini, vermişti ibâdete.
Girince selâm verdim, o aldı selâmımı,
Sonra yüzüme bakıp, suâl etti adımı.
"Abdülvehhâb" deyince, dedi ki: "Senelerdir,
Seni görmek isterdim, geç otur, işte sedir."
Sonra tutup elimi, öyle sıktı ki benim,
Sanki bir mengeneye, sıkıştı o an elim.
Acısından az daha, bağıracak idim ki,
O sordu; "Nasıl buldun, elimin kuvvetini?"
Dedim ki: "Çok büyük bir, kuvvete sahipsiniz,
Halbuki bana göre, yaşlısınız hayli siz."
Dedi ki: "Bak evlâdım, elimdeki bu kuvvet,
Tâ gençliğimden beri, aynıdır îtimâd et.
Zîrâ hep helâl lokma, kazanıp onu yedim,
O helâl lokmalardan, hâsıl oldu kuvvetim.
Yüz kırk üç yaşındayım, hem dahi şu anda ben,
Hiçbir gün ayrılmadım, helâl lokma yemekten.
Lâkin bu gün mâlesef, kötü olmuş insanlar,
Helâl haram demeden, yiyorlar ne bulsalar.
İnsanlar arasından, kalkmış sevgi muhabbet,
Çirkin olan haramlar, olmuş moda ve âdet.
Belâlar karşısında, yok tevekkül ve sabır,
Dîne karşı insanlar, olmuşlar kör ve sağır.
Allah'ın takdirine, yok tevekkül ve rızâ,
Dünyâlık sebeplerle, ederler kavga ve nizâ.
Ey oğlum, kötülerin, hâli böyle velhâsıl,
Şimdi iyi insanı, anlatayım ben asıl.
O, okuyup öğrenir, önce ilmihâlini,
Sonra da buna göre, düzeltir her hâlini.
Eğer günah işlerse, üzülür, kalbi yanar,
O çıkmaz hâtırından, tâ ölünceye kadar.
İyi iş yapsa dahi, kusurlu, noksan bulur,
Hattâ onu unutup, hiç hatırlamaz olur.
Gece gün kendisini, hep çeker ki hesâba,
Düşmesin âhirette, Cehennem'e, azâba.
Dünyâ düşüncesini, söküp atar içinden,
Kurtulmaya çalışır, Cehennem ateşinden.
Gönlünden tam olarak, atar uzun emeli,
Zîrâ iyi bilir ki, çok yakındır eceli.
Hâlis mümin odur ki, ödü kopar günahtan,
Ufak bir günah için, hayâ eder Allah'tan.
Kötü bilmez kimseyi, aslâ yapmaz sû-i zan,
Bunun çirkinliğini, bilmiyor çoğu insan.
Halbuki bir müslüman, çok nâfile ibâdet,
Yaparak, ömür boyu, eylese buna gayret,
Bunlardan kazandığı, o sevapları yine,
Meselâ terâzinin, koysalar bir gözüne,
Öbürüne de bir tek, sû-i zan seyyiesi,
Konulsa, ağır gelir, bu günahın kefesi.
Çünkü kul hakkı olup, vebâli çok büyüktür,
Âhirete kalırsa, tahammülü zor yüktür.
16,$-2)()&#"!(/(&-1+1%7
Talebelerinden Şerefüddîn bin Emir hastalanmıştı. Ağrılarının şiddeti, gün geçtikçe daha
da artıyordu. Öyle ki, artık ölümünü bekler oldu. Günlerce uykusuzluğun verdiği bir
halsizlik içinde gözkapakları kapandı. Uyumağa başladı. Rüyâsında büyük bir nehirde
yüzüyordu. Nehrin aşağı taraflarında bir köprü ve onun da aşağısında bir çağlayan vardı.
Bu çağlayandan canlı bir kimse aşağı düşse, normalde parça parça olurdu. Akan sular
onu sürükleye sürükleye köprüye doğru götürüyordu. Eğer köprüde tutunacak bir yer
bulamazsa, çağlayandan aşağı düşecekti. Bütün gayretine rağmen köprüye tutunamadı.
Büyük bir korkuya kapıldı. Çağlayanın başına geldiği an, bir el onu tutup kenara çekti.
Ölümden kurtulmuştu. Elin sâhibine baktığında, zamânın en meşhûr âlimi ve velîsi olan
hocası Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'yi gördü. Ona tebessüm ediyordu. Uyandığında da
hastalığının geçtiğini, hiçbir derdinin kalmadığını gördü.
:B%+&*"!&31'*10
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri Şâfiî mezhebi fıkhında zamânının en büyük âlimi idi.
Devrinde bâzı câhil din adamlarının Hanefî mezhebinin kurucusu Ebû Hanîfe'ye ve
talebelerine dil uzatanlara şiddetle karşı koyardı. Böyle düşüncelere kapılan bir talebesine
şöyle nasîhat etti:
Ey kardeşim! İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye ve onun mezhebini taklid eden fıkıh âlimlerine
dil uzatmaktan kendini koru! Câhillerin sözlerine ve yazılarına aldanma! O yüce imâmın
ahvâlini, zühdünü, verâsını ve din işlerindeki ihtiyâtını, titizliğini bilmeyen, dinde değişiklik
yapanlara uyarak, onun delilleri zayıftır dersen, kıyâmette onlar gibi felâkete
sürüklenirsin. Sen de benim gibi, Hanefî mezhebinin delillerini incelersen, dört mezhebin
de sahîh olduğunu anlarsın! Mezheblerin doğru olduğunu, öğle güneşini görür gibi, açık
olarak anlamak istersen, Ehlullah yoluna sarıl! Tasavvuf yolunda ilerleyerek ilminin ve
amelinin ihlâslı olmasını başar. O zaman, İslâmiyet bilgilerinin kaynağını görürsün. Dört
mezhebin de, bu kaynaktan alıp yaydıklarını, bu mezheplerin hiçbirinde, İslâmiyet dışında
hiçbir hüküm bulunmadığını anlarsın. Mezhep imâmlarına ve onları taklid eden âlimlere
karşı edebli, terbiyeli davrananlara müjdeler olsun! Allahü teâlâ, onları kullarına saâdet
yolunu göstermek için rehber, imâm eyledi. Onlar, insanlara Allahü teâlânın büyük
ihsânıdır. Cennet'e giden yolun öncüleridirler.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.218
2) Þezerât-üz-Zeheb; c.8, s.372,374
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.641,642
4) El-A'lâm; c.4, s.180
5) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.134
6) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye;
392,393,396,398,422,518,519,526,657,674,750,924,978
7) Fâideli Bilgiler; s.143,147,148,149,155,156,157
8) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.191
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder