Bağış Yap
23 Mayıs 2013 Perşembe
AHMED ABDÜLHAK RADULEVÎ
AHMED ABDÜLHAK RADULEVÎ;
Hindistan'ın büyük velîlerinden. Radul şehrinde doğdu. Abdülhak, Nûrulhak ve
Kıdvet-ül-Evliyâ lakabları verildi. 1433 (H.837) senesinde Radul şehrinde vefât etti. Hayâtını
ve hâllerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin babasına hocalık eden Kutb-i Âlem Abdülkuddüs
Nûr-ül-Ayn isimli eserinde topladı.
Yedi yaşında geceleri kalkıp namaz kılmağa başladı. Annesine görünmeden gece kalkar
namaz kılardı. Annesi namazını bitirmeden, o yine yerine gelirdi. Annesi, onun bu hâlinden,
on iki yaşına gelince haberi oldu. Yavrusuna olan şefkat ve muhabbetinden, onun bu yaşta
uykusuz kalmasına gönlü râzı olmadı. Ama geleceğin büyük velîsinde, Allah sevgisi ağır
basıyordu. Rabbini seven için, O'na ibâdet etmekten daha tabiî ne olabilirdi. Annesinin bu
hâline üzülüp, evden ayrıldı. Dehli'de ilim öğrenmek ve öğretmekle meşgûl olan ağabeyi
Takiyyüddîn'in yanına gitti. Ondan, ilim öğretmesini istedi. O da herkesin okuduğu ilimleri
öğretmeye başladı. Ahmed; "Bana mârifeti, Hakk'ı tanıma ilmini öğret!" dedi. Ağabeyi
Takiyyüddîn, onu Dehli'nin ileri gelen âlimlerinin yanına götürdü. "Bu çocuk beni üzüyor,
ilim okutmamı istiyor, okutuyorum, kabûl etmiyor. Belki sizin nasîhatinizi dinler." diyerek,
onlardan yardım istedi. Onlar da kendi usûllerine göre ders verdiler. Bitince; "Benim bunlarla
işim yoktur. Bana mârifet ilmini öğretin." deyip, onları da şaşırttı. Sonra kendi hâlinde ibâdet
etmeye başladı. Seneler geçti. Ağabeyi Takıyyüddîn, onu evlendirmek istedi ise de buna râzı
olmadı. Ağabeyi ısrâr edince, kız tarafına gidip; "Bana kızınızı vermeyin." dedi. Hasta
olduğunu söyledi. Evlenmedi.
Çok sıkı riyâzet ve mücâhede çekmekle berâber, derecesinin yükselmediğini görmüştü. Yol
gösteren bir Allah adamı olmadan riyâzet, nefsin istediklerini yapmayarak ve mücâhede,
nefsin istemediklerini yaparak maksada erişilemeyeceğini anladı. Bir süre sonra Pâni-püt
şehrine gitmesi, orada, Celâleddîn Pâni-pütî'nin sohbet ve hizmetinde bulunması kalbine
ilhâm edildi. Buna çok sevindi. Bu sevinç ile, acele yola çıktı. Celâleddîn, keşf yoluyla onun
gelmekte olduğunu anladı. Talebelerine; "Çeşitli yemekler bulunan bir sofra hazırlayın!
Meyveler, tatlılar ve şerbetler koyun, kapının önüne atlar çıkarın, fazîletli bir misâfirimiz
geliyor. Onu karşılayın!" buyurdu. Emir yerine getirildi. Sofra hazırlandıktan bir iki dakika
sonra, Ahmed Abdülhak geldi. Kapıda çok gösterişli karşılamayı, içeri girince sofrayı gördü.
Üzerinde lezzetli yemekler, çeşit çeşit meyveler bulunan sofrayı görünce, düşünceye daldı.
Burasını umduğu gibi bulamamıştı. Hayret içinde kaldı. Aradığı yerin burası olmadığını
zannetti. Celâleddîn-i Pâni-pütî ona hiçbir şey söylemedi. O, olduğu yerden adımını ileri
atmayıp, geri döndü. Bilmediği bir istikâmete doğru şuursuzca akşama kadar gitti. Bilmediği
bir şehre yaklaştı. Yolunu kaybettiğini zannediyordu. İlk rastladığı kimseye; "Bu hangi
şehirdir?" diye sordu. O; "Pâni-püt şehridir." dedi. Bu cevâba pekçok şaşırdı. Çünkü, Pâni-püt
şehrinden ayrılalı saatler olmuştu.
Geceyi şehrin kenarında geçirdi. Sabah olunca tekrar yola çıktı. Akşam olunca, yine kendisini
Pâni-püt şehrinin kenarında buldu. Yine hayret etti. Geceyi yine şehrin dışında geçirdi. Sabah
erkenden yola çıktı. Büyük bir sahrâya daldı. Bir hayli zaman gittikten sonra, kurumuş bir
ağacın tepesinde bir genç gördü. Başında, çok güzel bir kumaştan sarığı vardı. O gence yolu
sordu. Genç; "Sen yolu, Celâleddîn'in kapısında kaybettin. İnanmazsan şu gelen iki kişiye
sor." dedi. Gencin işâret ettiği tarafa dönüp birkaç adım yürüyünce, beyaz sarıklı iki kişinin
kendisine doğru geldiklerini gördü. Yanlarına vardı. Onlara yol sordu. Onlar da; "Sen yolu
Celâleddîn'in kapısında kaybettin." dediler. Üç defâ sordu. Üçünde de aynı cevâbı aldı. Bütün
bu hâdiselerin, kendisi için bir işâret olduğunu anladı. Hâli değişti. Kendinden geçip düştü.
Bir zaman sonra kendine geldi. Etrâfına baktığında, ne ağaç, ne genç, ne de o iki kişiden
hiçbiri yoktu. Hiç kimseyi göremedi. Bu gaybî işâretten yakîni arttı. Îtimâd ve îtikâdını
düzeltti. Oradan kalkıp tekrar yola düştü.
Celâleddîn Pâni-pütî hazretlerinin huzûruna varıp, affını dileyecekti. Yolda gönlünden,
yakîninin daha da artması için bazı şeyler temenni etti. Celâleddîn Pâni-pütî'nin sarığını
başından alıp, hocasının kabrine değdirmesini ve kendisine de tatlı ikrâm etmesini diledi.
Pâni-püt şehrine varıp, Celâleddîn Pâni-pütî'nin dergâhına gitti. Hizmetçisi; "Hocasının
kabrini ziyârete gitti." dedi. Kıdvet-ül-Evliyâ da oraya gitti. Kutb-i Rabbânî Celâleddîn
Pâni-pütî bir elinde sarığı bir elinde ekmek ve helva olduğu hâlde, hocası Şemseddîn
Pâni-pütî'nin kabr-i şerîfinin başında duruyordu. Ahmed Abdülhak, Kutb-i Rabbânî'yi bu
hâlde görünce, gayr-i ihtiyârî, "Hak! Hak!" diyerek, ellerini öpmeye başladı.
Kutb-i Rabbânî, Kıdvet-ül-Evliyâ'ya çok iltifât etti. Sarığını hocasının kabrine koydu. Daha
sonra alıp, Kıdvet-ül-Evliyâ'nın başına koydu. Ona ekmek ve helva verdi. Sonra da; "Biz, bu
Ahmed Abdülhak'la ikinci defâ görüşüyoruz." dedi. Daha sonra Kutb-i Rabbânî onu evine
götürdü. Daha önceki gibi mükellef bir sofra donattı. Berâberce yemek yediler. Bundan sonra
Kıdvet-ül-Evliyâ'nın kalbine gelen vesveseler kayboldu. Hayır diyecek, îtirâz edecek hiç bir
şeyi kalmadı. Hocasının emrine tam teslim oldu. Tekrar riyâzet ve mücâhedeye başladı. Tam
terbiyeye alındı. Kısa zamanda icâzet almakla şereflendi. Hilâfet hırkası giyip, insanlara
doğru yolu göstermek için, hocası tarafından memleketine gönderildi.
Kıdvet-ül-Evliyâ hazretlerinin ismi, Ahmed idi. Oturmada, kalkmada, yemede, içmede "Hak,
Hak, Hak" ism-i şerîfini üç defâ söylemeyi âdet edince, yüksek hocası Kutb-i Rabbânî,
isminiAhmed Abdülhak koyup; "Şeyh Ahmed, mâdem ki sen, Allahü teâlânın Hak ismine
böyle tutuldun, ben de Rabbimin emri ile senin ismini Abdülhak koydum." buyurdu. O,
bundan sonra daha çok Abdülhak ismi ile çağrıldı ve bu isimle şöhret buldu. Kutb-i Rabbânî,
Abdülhak'a çok duâ etti ve; " Allahü teâlâdan istedim ki, bu silsile senden devâm etsin ve
bütün âlem senin mârifet nûrun ile aydınlansın. Bu nûr, kıyâmete kadar devâm etsin."
buyurdu. Allahü teâlâ, Kutb-i Rabbânî'nin duâsını kabûl eyledi. Gerçekten Çeştiyye'nin Sâbirî
kolunun silsilesi, Kıdvet-ül-Evliyâ Ahmed Abdülhak Radulevî'nin evlâtları ve talebeleri
vâsıtasıyla devâm etti. İçlerinde öyleleri yetişti ki, giden oka işâret etse geri döner, dağa
emretseler yerinden oynardı. Bunlardan oğlu Ârif, torunu Muhammed bin Ârif, talebesi
Muhammed Bessan, Abdülkuddüs, Kutb-i Âlem Kenkûhî bin İsmâil Hanefi ve Kutb-i
Âlem'in talebesi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin babası Abdülehad, zamanlarının yüksek âlim
ve ârifi, kâmil zâtları idiler.
Evinde Azîz isminde bir çocuk dünyâya geldi. Doğduğu zaman, orada bulunanların hepsinin
duydukları "Hak" lafzını söyledi. Ondan çok hârikalar görüldü. İnsanlar, hep bu çocuktan
konuşmaya başladılar. Ahmed Abdülhak kabristana gitti. Bir yerde durdu ve; "Burası Azîz'in
kabri olur." dedi. Sonra çocuk hastalandı ve iki-üç gün içinde vefât etti. Söylediği yere
defnedildi.
Onun ve talebelerinin zikri, çoğu zaman "Hak" idi. Talebeleri hep "Hak" sözü ile can
verirlerdi.
1) Ahbâr-ul-Ahyâr; s.193
2) Siyer-ül-Aktâb; s.215
3) Envâr-ül-Üyûn fî Esrâr-il-Meknûn (Abdülkuddûs Gengûhî, Âsafiyye No: 575)
4) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.384
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.237
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder