Bağış Yap
9 Mayıs 2013 Perşembe
ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ
ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ;
Evliyânın büyüklerinden. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. Muhyiddîn, Gavs-ül-a'zam, Kutb-i
Rabbânî, Sultân-ul-evliyâ, Kutb-i a'zam gibi lakabları vardır. İran'ın Geylân şehrinde 1078
(H.471)de doğdu. Babası Ebû Sâlih bin Mûsâ Cengîdost'tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı
Müsennâ'nın oğlu Abdullah'ın soyundandır. Annesinin ismi Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup
seyyidedir. Bunun için Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid, hem şerîfdir. Hazret-i Hüseyin'in
evladına seyyid, hazret-i Hasan'ınkine şerîf denir. AbdülkâdirGeylânî hazretleri 1166
(H.561)'da Bağdad'da vefât etti. TürbesiBağdad'dadır. Ziyâret edilmekde, feyz ve
bereketlerine kavuşulmaktadır. Fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Kâdiriyye tarîkatının
kurucusudur. Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Orta boylu, zayıf
bünyeli, geniş göğüslü, ilm için vefâkârlıkta emsâli az bulunur bir velî idi.
Abdülkâdir Geylânî hazretleri daha doğmadan, ilerde büyük bir zât olacağına dâir alâmetler,
işâretler görülmüştü. Babası rüyâsında Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem,
Eshâb-ı kirâmı radıyallahü anhüm ve evliyâyı gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Ey
Ebû Sâlih! Allahü teâlâ bu gece sana kâmil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlâd ihsân
etti. O benim oğlum ve sevdiğimdir. Evliyâ arasında derecesi yüksek olacak." buyurdu. Yine
oğlu hakkında;"On iki imâm dışında bütün velîler doğacak olan oğluna itâat edecekler, onun
ayaklarını boyunlarına koyacaklar. O yüksek derecelere kavuşacak, ona itâat etmeyenler
Allahü teâlâya yakınlık devletinden mahrûm kalacaklar." diye müjdelendi. Doğduktan sonra
yüksek hâlleri ile dikkatleri çekti. Ramazân-ı şerîfte gün boyunca süt emmez, iftâr olunca
emerdi. Bu hâlini şu beyti ile anlatır:
Başlangıcım şöyleydi, dillerde söylenirdi
Beşikteyken oruçtum, bunu herkes bilirdi.
Doğduğu senenin ramazân-ı şerîf ayının sonunda havalar bulutlu geçmişti. Bunun için
ramazanın çıkıp çıkmadığında tereddüd edildi. Halk annesine çocuğun süt emip emmediğini
sordular. Emmediğini öğrenince, ramazân-ı şerîfin henüz çıkmadığını anlayıp oruca devâm
ettiler.
On yaşında mektebe giderken etrâfında meleklerin kendisi ile berâber yürüdüklerini görür,
onlardan; "Yer açın evliyâdan bir zat geliyor." dediklerini duyardı. Meleklerin söylediklerini
duyan birisi; "Bu çocuk kimdir?" diye sordu. Meleklerden birisi; "Bu asîl bir âilenin
çocuğudur. İlerde büyük bir zât olacak. Arzu edenlere hep verecek ve hiç kimseyi kapısından
boş çevirmeyecek. Her gün Allahü teâlâya yakınlığı artacak ve çok yüksek derecelere
ulaşacak." dedi. Çocuklarla berâber oynamak istediğinde; "Bana gel ey mübârek, bana gel."
diyen bir ses işitir, korku ve heyecanla annesine koşardı.
Abdülkâdir Geylânî on sekiz yaşında Bağdad'a geldi. Buradaki meşhur âlimlerden ders almak
sûretiyle hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti. Fıkıh ilmini; Ebû Hattâb Mahfûz,
Ebü'l-Vefâ Ali bin Ukayl, Ebû Hüseyin bin Kâdı Ebû Ya'lâ ve diğer fıkıh âlimlerinden
öğrendi. Hadîs ilmini; Hasan-i Bâkıllânî, Ebû Saîd Muhammed bin Abdülkerîm, Ebû Gânim
Muhammed bin Muhammed, Ebû Bekr Ahmed bin Muzaffer, Ebû Câfer, Ebû Kasım bin Ali,
Ebû Tâlib Abdülkâdir, Ebû Bekr Hibetullah ibni Mübârek, Ebü'l-İzz Muhammed bin Muhtar,
Ebû Nasr Muhammed, Ebû Gâlib Ahmed, Ebû Abdullah Yahyâ ve diğer hadîs âlimlerinden
öğrendi. Tasavvuf ilmini ise; Şeyh Ebû Saîd Mahzûmî ile Hammâd-i Debbâs'tan almıştır.
İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vâz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebû Saîd
Muhzûmî'nin medresesinde verdiği ders ve vâzlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara
taşardı. Bu sebeple, çevresinde bulunan evler de ilave edilmek sûretiyle medrese genişletildi.
Bu iş için Bağdad halkı çok yardımcı oldu. Zenginler para vererek, fakirler çalışarak yardım
ettiler. Hatta bir kadın, mehir bedelini, kocasının orada çalışmasına saydı. Derslerine devâm
edenler arasında pekçok âlim yetişti.
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, bir müddet ders verip insanları irşâd ettikten, hak ve hakikatı
anlattıkdan sonra, ders ve vâz vermeyi bıraktı. İnzivâya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra
sahrâlara çıktı. Bağdad'ın Kerh harâbelerinde yaşamaya başladı. Bütün vaktini ibâdet, riyâzet
ve mücâhede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye
başladı. Buyurdu ki:
Irak'ın sahrâ ve harâbelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin
benden haberi yoktu. Bâzan uzun müddet yemezdim ve "açım açım" diye içimin feryâdını
duyardım. Bâzan üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın üstüne konsa, tahammül
edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada; "Muhakkak zorlukla berâber bir kolaylık
vardır, şüphesiz zorlukla berâber kolaylık vardır." meâlindeki İnşirâh sûresinin beşinci
ve altıncı âyet-i kerîmelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi."
Şeytanlar çeşitli kılık ve kıyâfetlere bürünüp toplu hâlde yanıma gelir, beni yolumdan
çevirmek için uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve direnç hissederdim. İçimden bir ses;
"Ey Abdülkâdir! Onlarla mücâdele et, onlara galip geleceksin." derdi. İçlerinde bir şeytan
durmadan bana gelir; "Buradan git, şöyle yaparım, böyle yaparım." diye beni tehdit ederdi.
Cân u gönülden, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm" okuyunca, onun tamâmen
yandığını görürdüm.
Bir kere Abdülkâdir Geylânî şöyle bir ses işitti: "Ey Abdülkâdir! Ben senin Rabbinim! Sana
haramları mubah, serbest kıldım." Bir rivâyete göre; "Başkasına yasak olan şeyleri sana helâl
kıldım." diyordu. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî Eûzü çekti. "Kovulmuş şeytandan
Allahü teâlâya sığınırım. Sus ey mel'ûn!" diye bağırdı. Bunun üzerine aynı ses; "Ey
Abdülkâdir! Rabbinin izni ile çeşitli yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden
kurtuldun. Halbuki ben bu yolda yetmiş kişiyi yoldan çıkardım." dedi. Onun şeytan olduğunu
nasıl anladığını sorduklarında; "Sana haramları helâl ettim, sözünden anladım. Çünkü Allahü
teâlâ böyle şeyleri emretmez." buyurdu.
Başka bir kere gâyet çirkin ve pis kokulu birisi geldi. "Ben iblisim, şeytanım. Sana hizmet
etmeye geldim, beni ve yardımcılarımı çok yordun." dedi. "Sana inanmıyorum, buradan
uzaklaş." dedim. Bana vuracak oldu ise de onu perişan ettim. İkinci defâ elinde büyük bir ateş
kıvılcımı ile hücum etmeye başladı. Bu esnâda elinde kılıç bulunan atlı birisi bana yardıma
geldi. Yine onu mağlûb ettim. Üçüncü olarak iblisi çok uzakta ağlar gördüm. Gâyet üzgün
olarak; "Senden ümîdimi kestim. Gâliba seni yoldan çıkaramayacağım." dedi. "Sus ey
mel'ûn!" dedim ve kovdum. Allahü teâlâ her seferinde beni onlara karşı üstün kıldı.
Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü. "Bunlar
nedir?" dedim; "Dünyâ zevkleri ve zînetleridir." denildi. Dünyâ ve onun göz kamaştırıcı
lezzeti ve çabuk tükenen nîmetleri kendine çekmek istedi fakat Allahü teâlâ beni onlardan da
korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için kaybolup gittiler. Sonra Allahü teâlânın
rızâsına kavuşma yolunda insanın önüne çıkan mânileri, engelleri gördüm. "Bunlar nedir?"
dedim. "Senin içinde bulunan mânîlerdir." denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir sene
uğraştım.
Sonra içimi seyrettim. Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu, kendini
saraylarda sandığını gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Arzu ve isteklerindir." denildi. Tam bir
yıl uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.
Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz vermeyince
zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri,
şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücâdele ettim. Allahü teâlânın izni ile
hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca nefsimle
tedrîcen, safha safha mücâdele ettim. Onu iki elimle sımsıkı yakaladım. Yıllarca ıssız, sessiz,
sadâsız yerlerde kalmaya mebcur ettim. Soğuk bir gece kırk defâ ihtilam oldum, havanın
soğukluğuna bakmadan her seferinde, hemen yıkandım. Kerh harâbelerinde yıllarca kaldım.
Yiyecekler malum; otlar, ağaç yaprakları... Dünyâ sevgisinden kurtulabilmek, nefse üstün
gelebilmek için her çâreye başvurdum. Gördüğüm her yokuşa tırmandım. Nefsime hiç fırsat
vermedim. Bir gece merdivende kitap mütâlaa ediyordum. Nefsim; "Biraz uyu, sonra
kalkarsın." dedi. Ona muhâlefet olsun diye tek ayağım üzerinde durdum. Kur'ân-ı kerîmi
hatmedinceye kadar uyumadım.
Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun
için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları denedim. Aradığımı fakirlik kapısında buldum.
Burada büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün arzu
ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün beşerî sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allahü teâlâdan
başka her şeyi çıkarıp, hep O'nunla olmak olan "fakr" mertebesine ulaştım".
Nihâyet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu. Sahralarda cezbe hâlinde
kendimden geçmiş olarak dolaşırdım. Kendime geldiğimde kendimi bulunduğum yerlerden
çok uzaklarda bulurdum. Bir gün bu halde bir saat kadar yürümüştüm. Sonra kendimi
Bağdad'a on iki günlük uzaklıkta bir yerde buldum. Düşünceye daldığımda bir ses bana; "Sen
ki Abdülkâdir'sin, buna hayret mi ediyorsun?" dedi.
Sahralarda dolaşırken "Ol" sözü ile ihsân olundum. Allahü teâlânın izni ile istediğim olurdu.
Bunun için çok yiyecek buldum. Dağdan bir parça koparırdım, helva olur, yerdim. Kuma
deniz suyu dökerdim, tatlı su olurdu. Sonra böyle yapmaktan hayâ ettim. Allahü teâlâya karşı
edebi gözeterek hepsini terk ettim.
Abdülkâdir Geylânî hazretleri bu uzun dolaşmalardan sonra Bağdad'a dönüyordu. Hazret-i
Hızır önüne çıkıp, şehre girmesine mâni oldu. "Emir var. Yedi sene Bağdad'a girmeyeceksin."
dedi. Bu sebeple, Bağdad'ın kenarlarında yedi yıl, yerden biten mübah bakliyatı yiyerek
bekledi. Bildirilen müddet bitince; "Ey Abdülkâdir! Bağdad'a gir, serbestsin." diye bir ses
duydu. Soğuk ve yağmurlu bir gecede Bağdad'a girdi. Doğru Şeyh Hammâd bin Müslim
Debbâs'ın zâviyesine (dergâhına) geldi ve geceyi orada geçirdi. Sabahleyin Şeyh Hammâd
Debbâs onu görünce ağlayarak; "Oğlum Abdülkâdir! Bu devlet bugün bizim, yarın sizin
olacaktır." dedi.
Bir müddetten beri Bağdad'da bulunan Abdülkâdir Geylânî hazretleri fitne ve karışıklıklar
olunca tekrar sahrâlara çıkmak istedi. Hibe kapısı denilen yere gelince; "Nereye gidiyorsun?
Dön, herkes senden faydalanacak." diyen bir ses işitti. "Ben dînimi kurtarmak istiyorum."
dediğinde; "Korkma, dînine bir zarar gelmeyecek." denildi. Düşünmeye başladı ve bu işin
hakîkatını bildirmesi için Allahü teâlâya yalvardı. Bu esnâda Muzafferiyye denilen yerden
geçerken birisi kapıyı açıp; "Ey Abdülkâdir! Buyurun." dedi. Yanına varınca; "Söyle, dün
Allahü teâlâdan ne istemiştin?" dedi. Abdülkâdir Geylânî hazretleri şaşırıp cevap veremedi.
Bunun üzerine o zât kapıyı şiddetle yüzüne çarptı. Dün Allahü teâlâdan ne istediğini
düşünerek yürümeye başladı. Biraz sonra o zâtın Şeyh Hammâd Debbâs olduğunu hatırladı.
Bundan sonra onun sohbetlerine gider, halledemediği, çözemediği esrarı, gizli şeyleri ondan
sorardı. O da ona bir bir açıklardı. Bâzan ilim öğrenmek için başka taraflara gittiğinden
onunla görüşemezdi. Dönünce hocası ona; "Allah aşkına nerelere gidiyorsun? Bu civarda
senden daha âlim birisi var mı?" derdi. Şeyh Hammâd'ın müridleri ona bâzan; "Sen âlim
birisin. Burada ne işin var, buradan gitsene." derler; Şeyh Hammâd da onlara; "Utanmıyor
musunuz? Onu buradan kovmak mı istiyorsunuz. İçinizde onun gibisi yok. Benim ona eziyet
ettiğime bakmayın. Onu imtihan etmek, denemek, mânen kemâle ermesi, olgunlaşması için
böyle yapıyorum, mânâ âleminde onu koca bir dağ gibi görüyorum." derdi.
Yine bir sohbet toplantısında, Abdülkâdir Geylânî hazretleri dışarı çıkmıştı. Şeyh Hammâd;
"Şu genci görüyor musunuz? Bir zaman gelecek ayağı bütün velîlerin boynunda olacak, her
velî ona itâat edecek." dedi.
Başka bir gün o gelince ayağa kalkıp; "Hoş geldin Abdülkâdir! Sen âriflerin, Allahü teâlâyı
tanıyanların seyyidi, efendisisin. Senin sancağın doğudan batıya kadar dalgalanacak. Bütün
boyunların sana eğileceğini ve akranlarının üstünde bir dereceye ulaşacağını müjdelerim."
dedi.
Zamânındaki diğer evliyâ da kerâmet olarak ilerde onun derecesinin yüksek olacağını haber
verdiler. Abdülkâdir Geylânî hazretleri zaman zaman Şeyh Tacül ârifîn Ebü'l-Vefâ
hazretlerinin yanına giderdi. Ebü'l-Vefâ hazretleri o gelince ayağa kalkar, yanındakilere;
"Ayağa kalkın, evliyâdan biri geliyor." derdi. Ona karşı bu şekilde iltifât etmesine hayret eden
talebelerine; "Henüz zamânı var. Vakti gelince, okumuş, câhil herkes bu gence muhtâc
olacak, onun feyzinden, mânevî ilminden faydalanacaktır. Sanki şu anda onun Bağdad'da
cemâatlere vâz ve nasîhat ettiğini, "Ayağım bütün velîlerin boynundadır." dediğini ve bütün
velîlerin boyunlarını ona uzattıklarını, görüyorum." derdi.
Bir defasında da; "Ey Bağdadlılar! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, onun başında bir ucu
doğuda bir ucu da batıda olan sancaklar dalgalanacaktır." dedi ve Abdülkâdir Geylânî
hazretlerine dönüp; "Bugün söz bizim fakat ilerde senin olacak. O zaman bu ihtiyarı
hatırlarsın." diye hitâb etti.
Nihayet Abdülkâdir Geylânî hazretleri Bağdad'da insanları irşâda, Allahü teâlânın beğendiği
yolda bulunmaya dâvete ve nasîhat etmeye başladı. Bir gün kendini nûrların kapladığını
gördü. Bu hal nedir diye sorunca, Resûlullah efendimiz Allahü teâlânın sana verdiği yüksek
dereceyi tebrik etmeye geliyor, denildi. Nûrun git-gide çoğaldığı bir anda Resûlullah
efendimiz görünerek bir elbise verdiler. Sonra; "Bu, kutubluk denilen velîlere âit evliyâlık
elbisesidir." buyurdular.
Resûlullah efendimizden hazret-i Ali vâsıtasıyla gelen feyzler, mânevî ilimler ondan sonra
hazret-i Hasan ile Hüseyin ve on iki imâmdan diğerleri ile devam etti. Bunlardan sonra gelen
evliyâya feyzler hep on iki imâm vasıtasıyla geldi. Abdülkâdir Geylânî hazretleri dünyâya
gelip velî oluncaya kadar hep böyle idi. Fakat o evliyâlıkta yüksek dereceye kavuşunca, on iki
imâmdan gelen feyzler, ilimler, bereketler onun vâsıtasıyla geldi. Başka hiç bir velî bu
makâma ulaşamadı. Bunun için; "Önceki velîlerin güneşi battı. Bizim güneşimiz ufuk
üzerinde sonsuz kalacak, batmayacaktır." buyurdular. Kıyâmete kadar, her velîye feyzler onun
vasıtasıyla gelecektir. Bunun için kendisine "Gavs-ül-A'zam; En büyük Gavs" denildi. Yalnız
İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hususda onun vekîlidir.
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin evliyâlıktaki derecesinin yüksekliğini zamânındaki bütün
evliyâ kabûl etmişti. Bir gün Bağdad'da sohbet ediyordu. Meclisinde pekçok âlim ve velî
vardı. Bir ara; "İşte şu ayağım her velînin boynu üzerindedir." buyurdu. Orada bulunanların
hepsi bu sözü tasdîk ettiler.
Şeyh Halîfet-ül-Ekber anlatır:
Rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. "Yâ Resûlallah! Şeyh Abdülkâdir, ayağım bütün
velîlerin boynu üzerindedir, diyor ne buyurursunuz?" diye sordum. "Doğru söylemiştir. O
benim himâyemde bir kutubdur, bu nasıl olmasın?" buyurdu."
Adiyy bin Müsâfir; "Bu sözü yalnız o söyledi, başkasından duymadım. O bununla kendi
zamânındaki ferdiyet denilen makâmını açıklar. Onun gibi hiç kimse böyle söylemeğe mezun,
izinli değildir." der.
Ahmed Rufaî hazretleri; "O bu sözü mânevî emirle söyledi." dedi.
İbn-i Hacer-i Askalânî hazretleri de; "Bunun mânâsı, ilerde o kadar kerâmet gösterecektir ki,
inâd eden ve doğru yoldan sapanlardan başkası onu inkâr etmeyecektir." dedi.
Büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm; "Şüphesiz o, evliyânın sultanı idi." demişti.
Hayat bin Kays hazretleri buyurur ki:
"Abdülkâdir Geylânî bu sözü söyleyince, bütün velîlerin kalblerindeki nûrlar arttı. İlimlerinde
bereket, hâllerinde yükseklik görüldü. Çünkü onlar istisnâsız, başlarını onun ayağına doğru
uzatmışlardı."
Abdülkâdir Geylânî bu sözü söylediğinde, yeryüzünde velîler boyunlarını ona doğru uzattı. O
anda boynunu uzatanlardan biri Ahmed Rufâî hazretleridir. Ona niçin böyle yaptığını
sorduklarında şöyle dedi:
"Şu anda Abdülkâdir Bağdad'da "Ayağım, her velînin boynundadır" diyor.
Ebû Medyen Mağribî de; "Evet ben Mağrib'de ona boynunu uzatanlardan biriyim." buyurdu.
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin tasavvuftaki yoluna Kâdiriyye tarîkatı denir. Tarîkatının
husûsiyeti, dînin emir ve yasaklarına uymak, devamlı zikir, Allahü teâlâyı anmak, gönlü
Allahü teâlâdan başkasından kurtarmaktır.
Abdülkâdir Geylânî hazretleri tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu.
Peygamber efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi. Kendileri şöyle anlatır:
Hicrî beş yüz yirmi bir senesi Şevval ayının on altısı olan Salı günü öğleden önce, Resûlullah
efendimizi rüyâmda gördüm.
"Ey oğlum, niçin konuşmuyorsun?" buyurdu. "Babacığım ben yabancıyım. Bağdad
fasîhlerinin yanında nasıl konuşurum?" dedim. "Ağzını aç!" buyurdu. Ağzımı açtım. Yedi
defâ mübarek ağzının suyundan ağzıma saçtı ve; "İnsanlarla konuş, onları güzel hikmet ve
vâzlar ile Rabbinin yoluna çağır." buyurdu. Öğle namazını kıldım. Yanımda kalabalık
insanlar gördüm. Nutkum tutuldu. Ali bin Ebî Tâlib'i gördüm. Mecliste benim karşımda
ayakta duruyor ve bana; "Ey oğlum niçin konuşmuyorsun?" diyordu. "Babacığım! Nutkum,
konuşmam tutuldu, konuşamıyorum." dedim. "Ağzını aç." buyurdu. Açtım. Ağzının suyundan
ağzıma altı defâ saçtı. "Niçin yediye tamamlamadınız?" dedim. "Resûlullah'a karşı olan
edebimden." buyurdu ve gözden kayboldu. Bundan sonra en fasîh bir dille konuşmağa
başladım.
Birgün, minberde oturmuş vâz ediyordu. Birden süratle en son basamağa indi. Ayakta, elini
elinin üstüne koyarak, mütevâzi bir şekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı. Eski
yerine oturdu ve vâzına devâm etti. Oradakilerden birisi, ne oldu diye suâl edince; "Ceddim
Resûlullah'ı gördüm. Geldi ve minber önünde durdu. Hayâ edip, son basamağa indim. Kalkıp,
gitmeye başlayınca, bana yerime oturmamı ve insanlara vâz etmemi emr etti, dedi.
Sohbetlerinde bâzan birkaç kişi coşarak kendinden geçerdi. Haftada üç gün, cumâ, salı ve
pazartesi gecesi halka vâz ederdi. Vâzında, âlim ve evliyâdan zatlar da bulunur, hepsi büyük
bir huzûr içerisinde dinlerlerdi. Kırk sene böyle devâm etti. Ders ve fetvâ vermeye yirmi sekiz
yaşında başlamış olup, bu hâl altmış yaşına kadar devâm etti. Huzûrunda Kur'ân-ı kerîm
tegannîsiz gâyet sâde, tecvide riâyetle okunurdu. Dört yüz âlim onun anlattıklarından notlar
tutar, izdiham, kalabalık sebebiyle birbirlerinin sırtlarında yazarlardı. Sorulan suâllere gâyet
açık ve doyurucu cevaplar verirdi.
Derin ilim sâhibi idi. On üç çeşit ilimde ders verirdi.
Bir gün birisi huzûrunda Kur'ân-ı kerîm okudu. Âbdülkâdir-i Geylânî hazretleri okunan âyet-i
kerîmeleri tefsîr etmeye başladı. Kırk şekilde tefsîr yaptı ve hepsinin delilini gösterdi. Orada
bulunanlar yalnız on bir tefsîri anlayabildi ve dinleyenleri hayrette bıraktı. Sonra; "Sözü
burada bırakıyorum. Şimdi kelime-i tevhide geldik"Lâ ilâhe illallah" dedi. Bunları söyler
söylemez cemâatı bir hâl kapladı, hepsi kendilerinden geçti.
Önce lâzım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi. Cubbâî ismindeki bir zât anlatır:
Evliyânın hayâtından ve sözlerinden bahseden arabî Hilyet-ül-Evliyâ kitabını birisinden
dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp yalnız ibâdetle meşgûl olmak istedim.
Gidip Abdülkâdir Geylânî'nin arkasında namaz kıldıktan sonra huzûrunda oturdum. Bana
bakıp; "Eğer inzivâya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da yetişmiş ve yetiştirebilen rehber
zâtların, yâni mürşid-i kâmillerin huzûrunda edeb öğren. Daha sonra inzivâya, yalnız ibâdete
başla. Yoksa, ibâdet ederken dinde bilmediğin bir şeyi öğrenmek îcâbeder de, yerinden
ayrılmak durumunda kalırsın." buyurdu.
Sabah ve ikindiden sonra tefsîr, hadîs ve fıkıh; öğleden sonraları Kur'ân-ı kerîm ve kırâat
dersleri okuturdu. Akşam ve sabah ise, usûl-i fıkıh ile nahv, arabî cümle bilgisi verirdi. Onun
bereketiyle talebeler çabuk ilerlerdi. Ebû Muhammed Haşşâb der ki:
Gençken nahiv okuyordum. Bana bir gün Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin vâzlarında çok
tesirli konuştuğunu söylediler. Vakit bulamadığım için gidemezdim. Nihâyet bir gün vâz
verdiği yere gittim. Beni görünce; "Bizim sohbetimizde bulun, seni Sîbeveyh yapalım." dedi.
O günden sonra yanından ayrılmadım. Din bilgilerinde ve aklî ilimler denilen diğer yardımcı
ilimlerde çok istifâde ettim. O kadar kavâid (kâideler) öğrendim ki, başkalarından
öğrendiklerimi unuttum."
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin şöhreti her tarafı kaplayınca, Bağdad'ın ileri gelen âlimleri,
herbiri bir mesele sorup imtihân etmek için huzuruna gelip oturdular. Bu esnâda Abdülkâdir
Geylânî hazretlerinin göğsünden ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir nûr çıktı ve
âlimlerin göğsünden geçip gitti. Âlimleri bir hâl kaplayıp, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin
ayaklarına kapandılar. Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi suâllerinizi sorun
buyurdu. Her biri suâllerini sorup, hemen cevâbını aldı. Onlara; "Size ne oldu böyle?"
denildiğinde; "Huzûrunda oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca
unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Suâllerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette
kaldık." dediler.
Ebû Sa'îd Kilevî şöyle anlatmıştır:
Ben, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin meclisinde iken, Resûlullah efendimizi ve enbiyâyı
gördüm. Melekler onun meclisine gelmek için bölük bölük gök yüzünden inerlerdi. Bir
defâsında da Hızır aleyhisselâmı görmüştüm. "Her kim dünyâda kurtuluşa ermek ve saâdete
kavuşmak isterse, Şeyh Abdülkâdir'in meclisine devâm etsin!" buyurmuştu.
İbn-i Kudâme şöyle söylemiştir:
"1166 (H.561) yılında Bağdad'a girdiğimizde, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini ilmin
zirvesine yükselmiş gördük. O, ilmi ile amel eder, kendisine sorulan çetin sorulara doyurucu
cevaplar verirdi. Bütün güzel huylara ve üstün vasıflara sâhipti. Onun gibi bir zâta daha hiç
rastlamadık."
Abdülkâdir Geylânî hazretleri felsefe ile meşgûl olmayı hoş görmezdi, ondan men ederdi.
Felsefenin kaynağı akıldır. Filozof, çeşitli bilgileri düzene koyarak madde, hayat, yaratılış,
dünyâ rûh, âlem, ölüm ve sonrası gibi konulara aklına dayanarak cevaplar bulmaya çalışır.
Bunu yaparken bulduğu cevapların Allahü teâlâ tarafından gönderilen dinlere uyup
uymamasına bakmaz. Bu sebeple doğru yoldan ayrılırlar. Felsefecilerin ortaya koyduğu
bilgiler, gerek fen bilgilerinin değişmesi, gerekse sonra gelen filozofların öncekilerden farklı
düşünmesi sebebiyle ya kısmen yâhut tamâmen değişir. Bu îtibârla sonra gelenler önce
gelenleri dâimâ tenkid etmekle veya onların felsefelerini yıkmakla işe başlarlar. Akıl yalnız
başına yol gösterici değildir. Dînin rehberliğine muhtaçtır. Yoksa sapıtır. Bunun için din
büyükleri îtikâdın bozulabileceğini bildikleri için, felsefe ile uğraşmaktan men etmişlerdir.
Nitekim İbn-i Sînâ ve Fârâbî gibi zâtlar felsefecilerin kitapları ile çok meşgûl olduklarından
sapıtmışlardır.
Şeyh Muzaffer Mansur der ki:
Birkaç kişi ile Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin yanına gitmiştik. Elimde, felsefe ile ilgili
kitaplar vardı. Bizi süzdükten sonra kitabı görmeden bana; "O elindeki kitap ne kötü bir
arkadaştır." buyurdu. Bu esnâda oradan ayrılıp kitabı bir yere koymak ve bir daha taşımamak
hatırıma geldi. Kitabı çok seviyordum. İçerisindeki çok şeyi de ezberlemiştim. Tam
kalkacaktım, bana dikkatli dikkatli bakmaya başladı. Şaşırıp kalkamadım. "Şu kitabı bana
versene."buyurdu. Vermek için kitabı açtım. Bir de ne göreyim kitabın sahifeleri bembeyaz
olup, hiçbir şey yazılı değildi. Kitabı kendisine verdim. Tek tek sahifelerine baktıktan sonra
bana geri verdi. "İşte İbn-i Dâris'in Fedâil-ul-Kur'ân (Kur'ân-ı kerîmin fazîletleri) kitabı."
buyurdu. Baktım gerçekten onun güzel bir hatla yazılmış bir nüshası idi. Bana; "Kalb ile
tövbe etmek ister misin?" buyurdu. "Evet." dedim. "Öyleyse kalk!" dedi. Kalktım. Zihnimde
felsefe ile ilgili bütün öğrendiklerimi unuttum. Daha önce onları hiç okumamış gibi oldum.
Dîne uygun olmayan bir şeye müsâade etmezdi. Bir gün yanında; "Falanca çok ibâdeti ve
kerâmetleri ile meşhûrdur." diye konuşuldu ve bu arada;"Ben derece bakımından Yûnus
aleyhisselâmı geçtim." dediği nakledildi. Bunu duyunca yüzünde öfke eserleri görüldü.
Yaslandığı yastığı yere doğru attı. Gidip baktıklarında adamın öldüğünü gördüler. Vefâtından
sonra o şahıs rüyâda neşeli olarak görüldü. "Nasılsın?" diye sorulduğunda; "Şeyh Abdülkâdir
hem Allahü teâlânın, hem Yûnus aleyhisselâmın yanında bana şefâatçı olduğu için, Allahü
teâlâ beni affetti. Yûnus aleyhisselâm hakkında söylediğim o söz sebebiyle hesaba çekmedi."
dedi.
Çok sabırlı idi. Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç anlayanlara sabırla
anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan bir talebe vardı. Bir gün ders sırasında
İbn-üs-Semhal isminde bir zât gelmişti. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin onun dersi geç
anlamasına karşı gösterdiği tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan sonra,
gösterdiği sabra hayret ettiğini söyleyince, Abdülkâdir Geylânî hazretleri; "Bir hafta daha
yorulacağım, ondan sonra vefât edeceğim." buyurdu. Dediği gibi bir hafta sonunda vefât etti.
Abdülkâdir Geylânî hazretleri heybetli idi. Az konuşur, çok sükût eder, konuştuğunda gâyet
câzib, açık ve net konuşurdu. Şahsı için kızmaz. Din husûsunda aslâ tâviz vermezdi.
Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. İsteyeni geri çevirmez,
iki elbisesi varsa, mutlaka birini isteyene verirdi. Yanında oturanlarda; "Ondan daha kerîm ve
lütufkâr kimse olamaz." kanâati hâkim olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete çıksa, ondan haber
sorar, sevgi ve alâkasını muhâfaza ederdi. Kendisine kötü davrananları affederdi. Kötülüklere
dalmış çok kimse, hırsız ve eşkıyâ onun vâsıtasıyla tövbe etti. Köleleri satın alıp, âzâd ederdi.
Verdiği sözü tutar,kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Anbarında helâlden kazandığı buğday
bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda ekmek elinde durur ve halka şöyle seslenirdi:
"Yemek isteyen, ekmek isteyen, yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin!"
Kendisine hediye gelse, yanındakilere dağıtır, bir kısmını da, kendisine ayırırdı. Hediyeye,
mutlaka karşılık verirdi.
Fakîrlerin ve dervişlerin nafakasını satın almak için, vazîfeli hizmetçilerinin, bir başka işi
olsa, yâhut hastalansalar, kendisiçarşıya çıkar, ceddi Resûlullah efendimize sallallahü aleyhi
ve sellem uyarak, ev için lüzûmlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir
yerde konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday öğütür, hamur yapar, ekmek pişirir,
hepsine taksim ederdi. Kendini ziyârete gelenlere saygı gösterir, tevâzu ederdi. Çok günler, et
ve yağ yemezdi. Bir gün yedi çocuk, ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her biri yarım
dirhemini eline koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri söylediler. Çarşıya gidip, istedikleri
şeyleri satın alarak getirip çocuklara verdi. Gönüllerini hoş etti.
Sıkıntısı ve dileği olanlar onu vesîle ederek, araya koyarak Allahü teâlâya duâ ettiklerinde
dileklerine kavuşurlardı. Buyururdu ki:
"Sıkıntıda olan bir kimse beni vesîle edip Allahü teâlâya yalvarsa derhâl sıkıntısı gider. Şiddet
ânında her kim benim ismimi ansa derhâl rahata kavuşur. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin
yüzü suyu hürmetine diyerek, her kim Allahü teâlâdan dilekte bulunursa, derhâl işi görülür."
Bir kere de; "Her kim her rekatında Fâtiha'dan sonra on bir İhlâs okuyarak, iki rekat namaz
kılarsa, selâmdan sonra da on bir defâ Allah'ın Resûlüne salât ve selâm getirip benim ismimi
anarak yalvarırsa, Allahü teâlânın izni ve yardımıyla derhâl işi görülür." buyurdu.
Temiz bir hanım, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine talebe olmuştu. Bu kadın dağda iken,
ihtiyaç için mağaraya girdiğinde daha önce ona âşık olan bir ahlâksız da ardından girdi.
Kadına yanaşıp, onun nâmusunu kirletmek istedi. Kadın kaçıp saklanacak bir yer bulamadı.
Gavs-ül-a'zamın ismini söyleyip; "Yardım et (yetiş, imdâd) ey Gavs-ül-a'zam, ey insanların ve
cinlerin gavsı, yardımcısı, yetiş! Yetiş ey Şeyh Muhyiddîn (dînin ihyâ edicisi), yetiş ey Seyyid
Abdülkâdir!" deyip feryâd etti. O anda Gavs-ül-a'zam medresede abdest alıyordu.
Ayaklarında tahtadan nalınlar vardı. Onları çıkarıp mağara tarafına savurdu. Ahlâksız,
arzusuna kavuşamadan, nalınlar kafasına ulaştı ve ölünceye kadar başına vurdular. Kadın, o
mübârek nalınları alıp hazret-i Gavs'a getirdi ve başından geçeni anlattı.
Müridlerinin, talebelerinin tövbesiz vefât etmemeleri için duâ etti:
"Allah'ım! Ceddim, Habîbin Muhammed aleyhisselâm ve kullarından takvâya erenlerin hâtırı
için, hiç bir mürîdimin, talebemin rûhunu tövbesiz alma." diye yalvardı.
Bir defâsında; "İyi müridlerin hâli mâlum, ya kötülerinki ne olacak?" diye sorduklarında; "İyi
olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince biz de kendimizi onları kurtarmak için
adadık." buyurdular.
Bir kere de; "Bana gözün alabileceği kadar bir kitap verildi. Onda kıyâmete kadar
talebelerimin isimlerini gördüm." buyurmuştur.
Cinler de kendisinden çekinir, itâat edip sözünü dinlerlerdi.
Ebû Saîd Abdullah bin Ahmed isminde birinin kızına cinler musallat olmuştu. Hâlini, Seyyid
Abdülkâdir Geylânî hazretlerine arz etti. O da; "Falanca yere git. Oraya cinlerin reisi
uğrayacak. Ona benim gönderdiğimi söylersin, hâlini anlatırsın. O sana yardımcı olur."
buyurdu. O şahıs denilen yere gitti. Kendisini Abdülkâdir Geylânî'nin gönderdiğini ve kızının
durumunu anlattı. Cinlerin reisi kızına musallat olan cini cezâlandırdı. Ebû Saîd cinlerin
reisine;"Bugüne kadar senin kadar Abdülkâdir'in emrine cân u gönülden itâat eden
görmedim." deyince; "Abdülkâdir Geylânî hazretleri her gece evinden bakar, cinleri seyreder.
Cinler onu görünce korkularından sağa sola kaçışırlar. Allahü teâlâ sevdiği kulun emrine
birçok insan ve cin verir." dedi.
Duâsı makbûl idi. Bağdad halkından biri ona gelerek; "Babamı rüyâda azâb içerisinde
gördüm. Bana Şeyh Abdülkâdir'e git, bana duâ etsin. Belki Allahü teâlâ beni azapdan
kurtarır." dedi. Bunun için sana geldim. Babama duâ ediverin de azaptan kurtulsun." dedi.
Abdülkâdir Geylânî hazretleri sükût buyurdu. Bir şey söylemedi. O şahıs ikinci gece babasını
rüyâsında yeşil bir cübbe içerisinde neşeli neşeli görünce hayret edip; "Baba, dün azâb
içindeydin, bugün ise neşelisin. Sebebi nedir?" diye sordu. Babası; "Şeyh Abdülkâdir bana
duâ etti. Allahü teâlâ onun duâsı hürmetine beni azaptan kurtardı." dedi.
Tabiblerin tedâvî edemediği hastalar ona gelirler, duâsı bereketiyle şifâ bulup giderlerdi. Bir
defâsında Halîfe Mustencid'in akrabâsından karnı şiş bir hastayı getirdiler. Elini sürüp, duâ
ettiğinde Allahü teâlânın izni ile iyileşti.
Halk sıkıntıları olunca ona gelirdi. Bir seferinde Dicle Nehri taşmış, sular Bağdad sokaklarına
kadar gelmişti. Herkes korku ile Abdülkâdir Geylanî hazretlerine baş vurdu. Abdülkâdir
Geylâni hazretleri oraya geldi. Bastonunu nehrin kenarına dikti. "Daha ileri gitme!" dedi.
Allahü teâlânın izni ile nehrin suyu o andan îtibâren azalmaya başladı.
Muhammed Ezher şöyle anlatır:
Bir sene Allahü teâlâdan devamlı bana evliyâsından birini göstermesini istedim. Bir gece
rüyâmda İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in kabrini ziyâret ettim, orada birisi vardı. İçimden onun
evliyâdan biri olduğunu geçirdim. Uyanınca Ahmed bin Hanbel'in kabrine koştum. Rüyâda
gördüğüm zât orada duruyordu. Önümden geçip Dicle'ye doğru gitti. Ziyâretimi acele yapıp
onu tâkib ettim. Dicle Nehrinin iki tarafı, bir adımlık mesâfe oluncaya kadar yaklaştı ve
adımını atarak geçiverdi. Sonra o zât medresesine gittiğinde rüyâda ve uyanık iken gördüğü
zatın Abdülkâdir Geylânî hazretleri olduğunu anladı.
Onu gören tesiri altında kalır, mübârek biri olduğunu hisseder, kalbi katı ise, yumuşardı.
Cumâ günleri câmiye giderken, halk onu görmek için sokakları doldururdu.
Kendisi hakkında kötülük düşünene merhamet eder, onun iyiliğini isterdi.
Gavs-ül-âzam, Medîne-i münevvereden Bağdad-ı Dârüsselâma gelirken, yolda hırsızlardan
birine rastladı. Hırsız soyacak adam arıyordu. Gavs-ül-âzam ona; "Sen kimsin?" buyurdu.
Hırsız; "Ben çölde yaşıyanlardanım." dedi. Gavs-ül-âzam ona, isminin mâsiyet, günah
mürekkebi ile yazılmış olduğunu açıkladı. Hırsızın kalbinden, bu heybet ve azamet sâhibi
kişinin Gavs-ül-âzam olması muhtemeldir düşüncesi geçti. Hırsızın kalbinden geçeni
kendisine söyledi ve; "Evet, ben Abdülkâdir'im." buyurdu. Hırsız, derhal mübârek ayaklarına
kapandı ve dilinden; "Ey Seyyid Abdülkâdir! Allah için bana bir ihsânda bulun!" sözleri çıktı.
Gavs-ül-âzam, hâline acıdı ve kabinin düzeltilmesi için, Allahü teâlâya duâ etti. Hitab geldi;
"Ey Gavs-ül-âzam, hırsızı doğru yola ulaştır. Onu sevgililer hidâyetine irşâd eyle, onu
kutublardan biri eyle!" Hırsız, eşsiz teveccühleri ile kutublardan oldu.
Meclisi müslüman olmak için gelenlerden boşalmazdı. Müslüman olan bir râhip şöyle anlatır:
Ben Yemenliyim. İçimden müslüman olmak geldi. Bunun için Yemen'deki İslâm
âlimlerinden birine mürâcaat etmek istedim. Böyle düşünürken, uyuya kaldım. Rüyâmda Îsâ
aleyhisselâmı gördüm. Bana; "Irak'a git, orada Abdülkâdir isminde biri var, onun huzûrunda
müslüman ol. Çünkü o zamânındaki âlimlerin en büyüğüdür." buyurdu.
Yine on üç kişilik bir hıristiyan cemâati müslüman olmayı kararlaştırdılar. Kimin yanında
müslüman olacaklarını düşünürlerken sâhibini görmedikleri bir ses; "Bağdad'a gidin.
Abdülkâdir Geylânî ismindeki zâtın huzûrunda müslüman olun. Onun bereketiyle kalbinizde
öyle bir îmân nûru parlar ki, başkasının yanında böyle olmaz." diyordu.
Bu hâdiseler, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü, derecesinin yüksekliğini
göstermektedir. Yoksa, İslâmiyette, müslüman olmak için, müftüye, imâma gitmek ve
formaliteye ihtiyâç yoktur. Bir kimse kelime-i şehâdeti söyleyip mânâsına inanınca müslüman
olur.
Allahü teâlânın izni ile bir anda birçok yerde bulunurdu.
Ramazân-ı şerîfte bir gün, ayrı ayrı yetmiş kişi, birbirinden habersiz, Gavs-ül-a'zamı iftâra
dâvet etti. Herbiri kendi evini şereflendirmek, bereketlendirmek istiyordu. Her birinin
dâvetini kabûl etti, aynı anda dâvet edenlerin evlerinde iftarda bulundu, onlarla birlikte yemek
yedi. Bu haber, bu büyük ve havsalaya sığmaz kerâmet, bir anda Bağdad'a yayıldı. Huzûrunda
hizmet eden hizmetçilerden biri, Gavs-ül-âzam o akşam tekkesinden çıkmadığı, iftarı burada
yaptığı hâlde, o kimselerin evlerine girip, onlarla yemek yemesi ve bu yemeğin aynı anda
olması nasıl olur? diye düşündüğü zaman, Gavs-ül-âzam, o hizmetçisine dönerek; "Onlar
doğru söylüyorlar, herbirinin dâvetinde bulundum, ayrı ayrı, fakat aynı zamanda herbirinin
evlerinde yemek yedim" buyurdu.
Çilesini çekmeden yüksek mertebelere ulaşılamıyacağını söylerdi.
Bir kadın, çocuğunu Abdülkâdir-i Geylânî'ye getirip; "Oğlumun kalbini size tutulmuş
gördüm; bana hizmetinden onu âzâd edip, size getirdim." dedi. Şeyh hazretleri bu genci
yanına aldı. Ona nefsin istemediklerini yapmasını emretti. Tarîkatta sülûke başlattı. Bu
şekilde devâm ederken, bir gün annesi çıka geldi. Oğlunu, az yemek ve uyumak sebebiyle,
zayıf ve sararmış, arpa ekmeği yer hâlde buldu. Bu hâl ona dokundu. Çocuğunu bırakıp,
Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yanına girdi. Şeyh hazretleri oturmuş, tavuk yiyordu.
"Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim oğlum ise, arpa ekmeği yer." dedi. Şeyh bunu
duyunca, elini, tavuk kemiklerinin üzerine koyup; "Kum bi-iznillâh!" yâni Allahü teâlânın
izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Şeyh, kadına hitâben; "Senin oğlun böyle
olduğu zaman, dilediğini yesin!" buyurdu.
Bâzan sevdiklerine mânâ âleminde çeşitli şeyleri gösterirdi. Ali bin Yâkub anlatır:
Bir kere daha yanına gitmiştik. Başını eğip, murakabeye dalınca, ondan bir nûrun yükseldiğini
gördüm. Gözümden perde kalktı, melekleri, onların tesbihlerini ve kabirdekileri, onların
hâllerini, derecelerini, tesbih ettiklerini gördüm. Her insanın alnındaki yazıları okumaya
başladım. Hulâsa bana gaybî, gizli pekçok şey malûm oldu. Beni oraya götüren Hocam Ali
bin Hîtî, aklıma bir şey olmasından korkuyorum deyince, göğsüme vurdu ve ondan sonra
gördüklerimden dolayı hiç korkmadım.
Ebü'l-Hacer Hâmid Hirânî anlatıyor:
Bir gün Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin medresesine gittim ve huzûrunda oturdum. Bana;
"Ey Hâmid! Bir gün gelecek meliklerin, sultanların minderinde oturacaksın." buyurdu.
Aradan epeyce zaman geçip, Hiran'a dönünce, Sultan Nûreddîn beni çağırıp yanına oturttu ve
evkaf bakanı yaptı. O günden beri devamlı Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin o sözünü
hatırlarım.
Bir gün bir cemâatle terasta durup, Buhârâ tarafına dönerek, güzel bir koku aldı ve; "Benim
vefâtımdan yüz elli yedi sene sonra, dünyâya Muhammedî meşreb birisi gelir, ismi Behâeddîn
Muhammed Nakşibendî'dir. Bana mahsus nîmetlere kavuşur." buyurdu ve dediği gibi oldu.
Evliyânın büyüklerinden ve mürşid-i kâmillerin en meşhûrlarından olan bu zât, Muhammed
Behâeddîn-i Buhârî Nakşibend hazretleri idi.
Allahü teâlâ ona eşyânın aslını, neden meydana geldiğini gösterirdi.
Bir gün devlet ileri gelenlerinden birisi huzûruna gelmişti. Tesirli nasîhatlarını dinledikten
sonra memnuniyetinden on kese altını ortaya koyup, bunlar senindir." dedi. Abdülkâdir
Geylânî hazretleri almak istemedi. Çok ısrar edince, içinden ikisini aldı ve sıktı. Elinin
altından kan akmaya başladı. O şahsa; "Bunları bana getirmekten hiç mi hayâ etmedin?" dedi.
Onları helalden kazanmadığını göstermiş oldu.
Her zaman gizli açık kerametleri görülürdü. Abdülkâdir Geylânî hazretleri buyurur ki:
"Kerâmetler ancak bir hayır, hikmet için gösterilir. Kerâmetini gizlemeyen dünyâya
düşkündür. Bana talebe olan yâhut evlâdımdan ve halîfelerime bağlı olup, kerâmet derecesine
ulaşıp, maksatsız kerâmet izhar edenin yüzü iki dünyâda kara olur."
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesîle olan
pekçok sözü vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
"İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları
örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması,
iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misâfirperver ve geceleri insanlar uyurken
ibâdet edici olması, âlim ve cesûr olması."
"Şükrün esası, nîmetin sâhibini bilmek, bunu kalb ile îtirâf etmek ve dille söylemektir."
"Büyük âlimlere tâbi olunuz; bid'at yoluna, dinde olmayıp, sonradan çıkarılan şeylere
sapmayınız. İtâat ediniz, muhâlefet etmeyiniz. Sabrediniz, sızlanmayınız. Sâbit kalınız, ayrılıp
dağılmayınız. Bekleyiniz, ümit kesmeyiniz. Özünüzü günahdan temizleyiniz, kirletmeyiniz.
Hele Rabbinizin kapısından hiç ayrılmayınız."
"Kalb dünyâ arzularından birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin peşine takılıp
gittiği müddetçe, imkânı yok, âhireti sevmiş olamaz."
"Mümin, insanlara karşı yüzünden sevinçli olduğunu gösterir. Fakat kendi mahzûndur.
Peygamber efendimiz; "Müminin sevinci yüzündedir. Halbuki kalbi mahzûndur."
buyurmaktadır. Müminin tefekkürü, düşünmesi, ağlaması çok, gülmesi azdır. Tebessümü ile
kalbindeki hüznü gizler. Dışarıda geçimini temin etmekle uğraşıyor görünür, kalbi Rabbini
anmakla meşgûldür. Çoluk çocuğu ile uğraşıyor görünür, kalbi Rabbi iledir."
"İnsanlara gösteriş için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabûl etmesini istemek
yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyâya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni
biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Peygamber efendimiz başkasının kalbini ferahlandırmak için
tebessüm buyururlardı."
İlk önce yapılması lâzım olan şeyler husûsunda:
"Mü'minin, en önce farzları yapması lâzımdır. Farzları bitirdikten sonra, vâcib ve sünnetleri
yapar. Ondan sonra, nâfilelerle meşgûl olur. Farz borcu varken sünnet ile meşgûl olmak,
ahmaklıktır. Farz borcu olanın, sünnetleri kabûl olmaz. Ali bin Ebî Tâlib'in rivâyet ettiği
hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz buyuruyor ki: "Üzerinde farz borcu olan kimse,
kazâsını kılmadan nâfile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazâsını
ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun nâfile namazlarını kabûl etmez." Mümin, bir tüccara
benzer. Farzlar onun sermâyesi, nâfileler de kazancıdır. Sermâye kurtarılmadıkça, kazancı
olamaz." buyurdu.
Kötü arkadaşlardan uzak olmayı tavsiye eder, şöyle buyururdu:
"Kötü arkadaşları terket. Onlara sevgi duyma, sâlihleri sev. Yakının bile olsa, kötü arkadaştan
uzak dur. Uzak bile olsa, iyi arkadaşlarla berâber ol. Kimi seversen, seninle onun arasında bir
yakınlık hâsıl olur. Bu bakımdan, sevgi beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi bak.
Ey oğul! Kötü kimselerle düşüp kalkman, seni, iyi kimseler hakkında kötü zanna düşürür.
Allahü teâlânın kitabının ve Resûlünün sünnet-i seniyyesinin gölgeleri altında yürü, felâh,
bulur kurtuluşa erersin."
Ey oğul! Senin düşüncen, yiyecek, içecek, giyecek ve dünyâ lezzetleri olmasın. Bütün bunlar,
nefsin ve insan tabiatının istediği şeylerdir. Kalbin düşüncesi nerede, nefsin ve tabiatın
istekleri nerede? Kalbin düşüncesi Allahü teâlâdır. Senin düşüncen, Rabbin ve O'nun katında
bulunan nîmetler olmalıdır. Dünyâdan (haram ve şüphelilerden) ne terkedersen, mutlaka
bunun karşılığında âhirette ondan daha hayırlısı vardır. Ömründe sâdece şu içerisinde
bulunduğun günün kaldığını farz et de âhiret için hazırlık yap."
Faydasız şeyleri bırakmak husûsunda:
"Ey zavallı! Sana fayda vermeyen şeyler hakkında konuşmayı bırak. Dünyâ ve âhirette sana
fayda verecek işlerle uğraş. Boş işlerle uğraşmayı bırak. Kalbinden dünyâ düşüncelerini çıkar.
Çünkü yakında dünyâdan alınacak, âhirete götürüleceksin. Dünyâda rahat ve hoş bir hayat
arama. Resûl-i ekrem; "Hayat, âhiret hayâtıdır" buyurdu."
İyi zan sâhibi olmak hakkında:
"Müslümanlar hakkında iyi zan sâhibi ol. Onlar hakkında niyetini düzelt. Her türlü hayır işi
yapmaya koş. Bilmediğin hususlarda âhireti düşünen âlimlere sor."
Duâ hakkında:
"Allahü teâlâdan dünyâ ve âhiretin hayırlarını iste. Sakın; "Ben istiyorum. Fakat Allahü teâlâ
vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim." deme. Duâya devâm et. Eğer istediğin şey
ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allahü teâlâdan istedikten sonra, Allahü teâlâ onu sana
gönderir. Eğer istediğin o rızık ezelde senin için takdir edilmemiş ise, Allahü teâlâ seni o şeye
muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rızâ gösterme nîmetini ihsân eder. Eğer Allahü teâla
senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allahü teâlâya fakirlikten ve hastalıktan
kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allahü teâlâ sana râzı ve memnûn olacağın bir hâl verir.
Eğer, ezelde borçlu olmak takdir edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için duâ edersen,
Allahü teâlâ alacaklıyı sana kötü muâmele etme hâlinden vaz geçirir. Hatta borcundan
azaltma veya hepsini bağışlama hâline çevirir. Eğer dünyâda borçlu halden kurtarmazsa buna
karşılık sana bol sevap verir.
Âhiret işlerini önce yapmak husûsunda:
"Âhireti sermâyen, dünyâyı bu sermâyenin kazancı yap. Zamânını, önce âhireti elde etmek
için sarf et. Geri kalan vaktini, geçimini temin için harca. Sakın dünyânı sermâye, âhiretini
onun kârı şeklinde yapma. Böyle yaparsan, dünyâdan artan zamânını, âhiretin için sarf
edersin. Bu zaman zarfında namazlarını kılmaya çalışırsın. Fakat çabucak kılayım diye,
rükünlerine riâyet etmezsin. Sonra dünyâ işlerinden dolayı yorulur ve bitkin düşersin.
Geceleri kazâ namazı kılmaya fırsat bulamazsın. Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de
faydasız olursun. Nefsine, hevâ ve isteğine hattâ şeytâna tâbi olursun. Âhiretini dünyâya
karşılık satarsın. Nefsinin kölesi ve onun bineği olursun. Hâlbuki sen, nefsine binmek, onu
yalanlayıp tekzib etmek ve selâmet yoluna sokmakla emrolunmuşsun. Bunlar âhiret yolu,
Rabbine tâat yoludur. Sen, nefsinden gelen istekleri kabûl etmekle, kendine zulmettin. İpini
onun eline verdin. İsteklerinde, lezzetlerinde, hevâsında ona uydun. Sonunda dünyâ ve
âhiretin hayırlısını kaçırdın. Dünyâ ve âhiretini zarara soktun. Böyle olursa, Kıyamet günü din
ve dünyâ bakımından insanların en müflisi ve en zararlısı olursun. Nefsine uymakla,
dünyâdan fazla bir şeye ulaşamadın. Eğer nefsini âhiret yoluna çekseydin, âhiretini esas ve
sermâye kabûl etseydin, dünyâ ve âhiretini kazanırdın. Nefsin kötülüklerinden korunur,
iyilerden olurdun. Eğer dünyâya rağbet etmeyerek, kötülüklerden uzak kalarak Allahü teâlâya
itâat edersen, Allahü teâlânın has kullarından olursun."
Yapılan nasîhatı kabul etmek hakkında:
"Kardeşinin sana yaptığı nasîhatı kabul et. Ona muhâlefet etme. Çünkü o, senin kendinde
göremediğin şeyleri görür. Bunun için Resûl-i ekrem; "Mümin, müminin aynasıdır."
buyurmuştur. Mümin, din kardeşine yapmış olduğu nasîhatlerde samîmîdir. Onun göremediği
şeyleri bildirir. Ona, iyilikler ve kötülükler arasındaki farkı gösterir. Ona, lehinde veya
aleyhinde olan şeyleri anlatır."
Acele etmemek husûsunda:
"Acele etme. Acele eden, ya hatâ yapar veya hatâlı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli
hareket eden, o işte ya isâbet kaydeder veya isâbet etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır
ve temkinli hareket etmek. Allahü teâlâdandır. Umûmiyetle aceleye sebep, dünyâlık toplama
hırsıdır. Kanâat sâhibi ol. Kanâat bitmeyen bir hazînedir."
Gaflet hakkında:
"Allahü teâlâdan hakkıyla hayâ ediniz. Gaflette olmayınız. Zamânınız, zâyi olup gidiyor.
Hâlbuki siz, yiyemeyeceğiniz şeyleri toplamak, ulaşamayacağınız şeylerin peşinde koşmak,
oturamayacağınız binâları kurmakla meşgûl oluyorsunuz. Bütün bunlar size, Rabbinizin
huzûrunda hesap vermek için duracağınızı unutturuyor. Hâlbuki Allahü teâlâyı anmak,
âriflerin kalblerinde yerleşir. Onların kalblerini kuşatır. Onlara, Allahü teâlâyı hatırlamaya
mâni olan her şeyi unutturur."
Allah için yapılmayan işler hakkında:
"Senin dilin güzel ve tatlı; yüzün ise kötülüklerden kurtulmuş gibi gülüyor, ya kalbinin hâli
nasıl? Cemâat içinde iyi görünüyorsun, ya yalnız iken, yanında kimse yok iken nasılsın?
Göründüğün gibi değilsin. Sen namaz kıldığın, oruç tuttuğun, hayır işleri yaptığın zaman,
eğer bunları sırf Allahü teâlânın rızâsını gözeterek yapmazsan, nifak üzere ve Allahü teâlâdan
uzak olacağını bilmiyor musun? Şimdi Allah için yapmadığın bütün işlerin, bütün sözlerin,
âdî ve bayağı niyetlerin için tövbe et.
İnsanlara gösteriş için, onların rızâlarını almak için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın
kabûl etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyâya düşkünlüğü bırak.
Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Çünkü sen, hüzün evinde ve dünyâ
hapishânesindesin. Resûl-i ekrem dâimâ tefekkür ederdi. Sevinçleri az, hüzünleri çoktu. Az
gülerdi. Sâdece başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı."
Allahü teâlânın sevgisinde samîmiyetin nasıl belli olduğu hususunda:
"Kulun Allahü teâlâyı sevmesinde samîmi olup olmadığı, başına belâ ve musîbet geldiği
zaman ortaya çıkar. Bela ve musîbet geldiğinde sabır ve sükûn hâlini muhâfaza edebiliyorsa,
o gerçekten Allahü teâlâyı seviyor demektir. Musîbet ve fakirlik zamânında sebat
gösterebilmek bu sevgiye delil ve alâmet yapıldı. Birisi Peygamber efendimize;"Ben seni
seviyorum." deyince; "Fakirlik için bir elbise hazırla." buyurdu. Bir başkası gelip
Peygamber efendimize; "Ben Allahü teâlâyı seviyorum." deyince; "Belâ için elbise hazırla."
buyurdu."
Sabır ve tahammüllerin karşılıksız kalmayacağına dâir:
"Halinizden şikâyette bulunmayın. Sabredin, feryad etmeyin. Doğruluk üzere devâm edin.
İsteyin, istemekte bıkkınlık göstermeyin. İçinde bulunduğunuz istenmeyen hâllerden dolayı
ümitsizliğe düşmeyin. Dâimâ ümitli olun. Birbirinize düşman değil, kardeş olun. Birbirinize
buğz etmeyin.
Allahü teâlâya, rızâsı için yapılan sabırlar ve tahammüller, aslâ karşılıksız kalmaz. Onun için
bir ân olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükâfâtını görürsünüz. Ömrü boyunca
kahraman lakabıyla meşhûr olan, bu lakabı, bir ânlık cesâreti netîcesinde kazanmıştır. Allahü
tealâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle berâberdir." buyuruyor
(Bekara sûresi: 153)
Hayâtı fırsat bilmeye dâir:
"Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak,
bu dünyâdan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganîmet biliniz.
Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkân varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Duâ
etmeye imkânınız varken, duâ ediniz. Sâlih kimselerle berâber olmayı fırsat biliniz."
Kabir ziyâretine dâir:
"Kabirleri ziyâret ediniz. Sâlih kimseleri de ziyâret ediniz. Hayırlı işler yapınız. Böyle
yaparsanız, her şeyiniz düzelir."
Günahlardan sakınmak husûsunda:
"Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Peygamber efendimiz; "Mümin kimse,
günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günâhını
burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür." buyurdu."
Vefâtı: Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri vefât edeceği sırada, oğullarına buyurdu ki:
"Yanımdan ayrılın! Çünkü zâhirde, görünüşte sizinle, bâtında sizden başkasıyla yâni Allahü
teâla ile berâberim." Yine o esnâda buyurdular: "Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara
yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın!" Yine;
"Aleyküm-üs-selam ve rahmetullahi ve berekâtühü. Allahü teâlâ beni ve sizi magfiret etsin!
Allahü teâlâ benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin!" Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.
Oğlu Şeyh Abdürrezzâk anlatır:
Gavs-ül âzam, o esnâda, ellerini kaldırıp, uzattı ve; "Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve
berekâtühü! Tövbe ediniz!" buyurdu.
Vefât ederken iki defâ; "Allahümme refîk al a'lâ." deyip; "Size geliyorum, size geliyorum."
buyurdu. Tekrar buyurdu ki: "Durun!" Bunun ardından, ona ölüm ve sekerât hâli geldi. Bu
hâlde iken; "Bana kimse bir şey sormasın. Ben, Allahü teâlânın ilminde bir hâlden başka bir
hâle geçmekteyim." buyurdu.
Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr; "Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?" diye arz edince;
"Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teâlâ iledir."
buyurdu.
Oğlu Şeyh Abdülazîz; "Hastalığınız nasıldır?" diye sorunca; "Benim hastalığımı, insan, cin ve
meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allahü teâlânın ilmi, hükmü ile nâkıs olmaz.
Hüküm değişir, ilim ise değişmez. Allahü teâlâ, dilediğini siler, dilediğini yazar.
Ümm-ül-kitab O'ndadır, O'na yaptığından suâl olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur."
buyurdu.
Daha sonra; "Kudret ile hâkim, kullarına ölüm ile gâlib olan Allahü teâlâ, her ayıp ve
kusurdan münezzehdir. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah!" Sonra da; "Allah Allah
Allah..." deyip sonra sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mübarek rûhunu teslim eyledi.
Vefâtı büyük bir üzüntüyle karşılandı. Cenâze namazını kılmak üzere, görülmemiş bir
kalabalık toplandı. Cenâze namazını oğlu Abdülvehhâb kıldırdı. O kadar insan toplanmıştı ki,
kalabalık sebebiyle ancak gece defn edilebildi. İnsanlar, büyük kalabalıklar hâlinde ziyâretine
geldiler. Bu ziyâretler günlerce devâm etti.
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin kız ve erkek pek çok çocuğu vardı. Nesli onlar vâsıtasıyla
dünyânın çeşitli yerlerine Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs (İspanya), Irak, Suriye ve Anadolu'da
yayılmıştır. Oğullarından Ebû Abdurrahmân Şerefeddîn Îsâ Mısır'a hicret etmiş olup şimdi
Mısır'daki Kâdirî şeriflerin dedesi odur. Torunları, Kuzey Afrika'da daha çok Şerif ve Şurefa
gibi isimlerle, Irak, Suriye ve Anadolu'da ise Seyyid ve Geylânî diye anılmaktadır.
Eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) El-Gunye li-Tâlibî Tarîk-ıl Hak: Îmân, ibâdet ve ahlâkî konuları ihtivâ eder. 2)
El-Fethurrabbânî vel-Feyz-ur-Rahmânî: Vâzlarından meydana gelir. 3) Fütûh-ul-Gayb:
Bu eser vâzlarından ve oğlu Abdurrezzak'a vasiyetinden meydana gelir. 4)
El-Fuyûzâtu'r-Rabbâniyye fî Evrâd-il-Kâdiriyye: Duâ ve virdlerden meydana gelir. 5)
Mektûbat: On beş mektuptan meydana gelir.
",+()()&6"%&3(C
Bir gün Abdülkâdir Geylânî'ye; "Bu işe başladığınızda, bu yola adım attığınızda, temeli ne
üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye
sordular. Buyurdu ki:
"Temeli sıdk ve doğruluk üzerine attım. Aslâ yalan söylemedim. Yalanı kâğıda bile
yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için işlerim hep
rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim öğrenmek, onunla amel etmek,
öğrendiklerime göre yaşamaktı. Küçüklüğümde Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim
bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve dönüp
bana; "Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın." dedi. Korktum, geri
döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat'ta vakfeye
durmuşlardı. Anneme gidip; "BeniAllahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdad'a
gidip ilim öğreneyim. Sâlih zâtları ve evliyâyı bulup ziyâret edeyim." dedim. Annem
sebebini sordu, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan mîrâs kalan seksen altının
yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını bana verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti.
Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı.
"Haydi Allah selâmet versin oğlum. Allahü teâlâ için ayrıldım. Artık kıyâmete kadar bir
daha yüzünü göremem." dedi. Küçük bir kâfile ile Bağdad'a gitmek üzere yola çıktım.
Hemedan'ı geçince, altmış atlı eşkıyâ çıka geldi. Kâfilemizi bastılar. Kervanı soydular.
İçlerinden biri benim yanıma geldi. "Ey derviş! Senin de bir şeyin var mı?" diye sordu.
"Kırk altınım var." dedim. "Nerededir?" dedi. "Koltuğumun altında dikili." dedim. Alay
ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp
gitti. İkisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir yerde,
kâfileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim. "Altının var mı?" dedi. "Kırk
altınım var." dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar.
"Neden bunu söyledin?" dediler. "Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih
etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam lazım." dedim.
Eşkıyâ reisi, ağlamaya başladı ve; "Bu kadar senedir ben, beni yaratıp, yetiştiren
Rabbime verdiğim sözü bozuyorum." dedi. Bu pişmanlığından sonra tövbe edip,
haydutluğu bıraktığını söyledi. Yanındakiler de, "İnsanları soymakta, yol kesmede sen
bizim reisimiz idin, şimdi tövbe etmekte de reisimiz ol" dediler. Sonra, hepsi tövbe ettiler.
Kâfileden aldıkları malları sâhiplerine geri verdiler. İlk defâ benim vesîlemle tövbe edenler,
bu altmış kişidir."
"+1/$)&5:.).&-$-$0&#$+$%:$?$&;$#$
Abdülkâdir Geylânî'nin sohbetleri ile hasta gönüller şifa bulur, katı kalpler yumuşardı.
İnsanların mânevî hastalıklarını tek tek bildirir, onları tedâvî ederdi. Hasedin, kıskançlığın
Allahü teâlânın gazâbına sebeb olacağını şöyle anlatır:
Ey mümin! Ne oluyor ki, seni, komşunu; yemede, içmede, giymede ve başka şeylerde
kıskanır görüyorum. Bu nasıl iş? Bilmiyor musun ki, bu senin îmânını zayıflatır. Mevlânın
yanında kıymetin kalmaz. Seni, Allahü teâlânın gazabına uğratır. Peygamber efendimiz;
"Allahü teâlâ, hasetçi kimse nîmetimin düşmanıdır," buyurdu." diye bildirmiştir. Resûl-i
ekrem bir hadîs-i şerîfte; "Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer." buyurdu.
Sen, haset ettiğin kimseyi, hangi ve ne hususta haset ediyorsun. Onun kısmeti için mi,
yoksa kendi kısmetin husûsunda mı haset ediyorsun? Eğer onu, Allahü teâlânın ona
kısmet olarak verdiği şeyde haset ediyorsan, ona haksızlık etmiş olursun. Haset ettiğin
kimse, Allahü teâlânın kendisi için takdir ve taksim ettiği nîmetin içerisinde
bulunmaktadır. Sen onu, Allahü teâlânın bu ihsânından dolayı haset etmekle, ne kadar
haksızlık ve cimrilik yaptığını, ne kadar akılsızlık ettiğini biliyor musun? Eğer onu, sana
takdir edilenin onun eline geçeceğinden endişe ederek kıskanıyorsan, bu senin çok câhil
olduğunu gösterir. Çünkü senin kısmetini başkası yiyemez. Muhakkak ki Allahü teâlâ
sana zulmetmez. Allahü teâlâ senin için takdir ettiğini, sana nasîb olarak verdiğini,
senden alıp başkasına vermez.
#.&$*+$-"%(&*$32-1&1+<$)788
Gavs-ül-a'zam bir gün, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in kabrini ziyâret etti. Yanında
evliyâdan bir cemâat da vardı. Kabrin başında okudular. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel
kabirden çıktı, elinde gömlek vardı. Gömleği verdi ve birbirlerinin boynuna sarıldılar.
Sonra İmâm-ı Ahmed; "Ey Seyyid Abdülkâdir! Fıkıh, tasavvuf ile helâlin, haramın ilmi
sana muhtaçtır." buyurdu.
Bir gece Resûlullah efendimizi rüyâda gördü. Bu arada İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'i de
gördü. Bir eliyle sakalını tutmuş, Resûlullah efendimizden ricâ ediyor ve; "Ey Allah
Resûlü! Oğlun Muhyiddîn Seyyid Abdülkâdir'e buyur da, bu zayıf ihtiyârı himâye etsin."
diyordu. Resûlullah efendimiz tebessüm buyurarak: "Ey Seyyid Abdülkâdir! Bu şeyhin
ricâsını kabûl et." buyurdu. Resûlullah'ın emri ile, onun ricâsını kabûl etti ve sabah
namazını Hanbelîlerin namazgâhında kıldı. Hâlbuki Hanbelî namazgâhında imâmdan başka
kimse olmazdı. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri oraya gelince, pek çok kimse de ardından
gelip, mescidi doldurdu ve boş yer kalmadı. "Eğer Gavs-ül-a'zam hazretleri o gün,
Hanbelî namazgâhında hazır olmasaydı, Hanbelî mezhebi unutulacaktı." denilmiştir.
Bundan sonra Hanbelî mezhebine göre ibâdet etti.
*(%<('()&&*$:2-1+$
Abdülkâdir Geylânî, küçükken yaşı bir gün,
Tarlaya, çift sürmeye, gitmiş idi gündüzün.
Öküzün kuyruğundan, tutunmuş gider iken,
Hayvan dile gelerek, konuştu ona birden.
Dedi: "Ey Abdülkâdir, şunu bil ki şüphesiz,
Seni, bu işler için, yaratmadı Rabbimiz."
Korktu ve eve geldi, dedi ki: "Anneciğim,
Bana izin verirsen, Bağdat'a gideceğim.
İlim tahsîl etmektir, gitmekte asıl gâyem,
Ayrıca evliyâyı, ziyâret ederim hem."
Annesi memnun olup, dedi ki: "Ey evlâdım,
İlim öğrenmen idi, benim dahi murâdım."
Koltuğunun altına, dikerek kırk altını,
Dedi ki: "Doğruluktan, ayırma lisânını.
Git, yolun açık olsun, emânet ol Allah'a,
Belki de görüşmemiz, nasîb olmaz bir daha."
Abdülkâdir böylece, annesinden ayrılıp,
Bağdat'a yola çıktı, bir kervana katılıp.
Bir müddet yol gidip de, geçince Hemedan'ı,
Âniden eşkıyâlar, bastılar bu kervanı.
Kervanda mal ve eşya, var ise her ne kadar,
Teker teker sorarak, gasbeyleyip aldılar.
Abdülkâdir'e dahi, sordu bir eşkıyâ;
"Ey çocuk, üzerinde, neyin var, mal ve eşyâ?"
Dedi: "Benim sâdece, kırk altınım var ki hem,
Onları koltuğumun, altına dikti annem."
İnanmadı eşkıyâ, onun bu sözlerine,
Gitti ve ikincisi, geldi onun yerine
O da alay ederek, sordu: "Ey fakir çocuk,
Yanında mal ve para, neyin var, söyle çabuk."
Ona dahi dedi ki: "Kırk altın var yanımda,
Onlar da dikilidir, koltuğumun altında."
İnanmadı ise de, o dahi buna yine,
Gidince haber verdi, bunu reislerine.
Reisleri çağırtıp, sordu ki o da tekrar:
"Ey çocuk doğru mudur, yanında altın mı var?"
Dedi: "Evet efendim, kırk altınım var ki hem.
Koltuğumun altına, dikmişti tek tek annem."
Söylediği o yeri, sökerek eşkıyâlar,
Altınları görünce, şaşıp dona kaldılar.
Reisleri dedi ki: "Pekâlâ ey evlâdım,
Ne için doğrusunu, söyledin anlamadım.
Eğer söylemeseydin, bulamazdık biz bunu,
Niçin sen bile bile, söyledin doğrusunu."
Dedi ki: "Ben anneme, sözverdim ki efendim,
Her ne olursa olsun, yalan söylemeyeyim.
Doğrudan sapmamaya, söz vermiştim anneme,
Değer mi altın için, bu ahdimden dönmeme."
Reis bunu duyunca, başladı ağlamaya,
Dedi: "Eyvâh benim de ahdim vardı Allah'a.
Lâkin bunca senedir, yaparım eşkıyâlık,
Şu andan îtibâren, tövbe ettim ben artık."
Diğer eşkıyâlar da, bakarak bu reise,
Dediler: "Bizler dahi, vazgeçtik öyle ise."
Hâlisen tövbe edip, o gün bunca eşkıyâ,
Aldıkları ne kadar, var ise, mal ve eşyâ,
Tekar sâhiplerine, vererek teker, teker,
O günden îtibâren, o işi terk ettiler.
<1)&)"<(,&3><,>3")<()
Bir gence buyurdu ki: "Oğlum, senin maksadın,
Sâdece yemek içmek, olmasın aman sakın!
Buna düşkün olanın, kıymeti çünkü evlat,
Çıkardıkları ile ölçülür, aman dikkat!
Dünyâda bir günâhı, terk ederse bir insan,
Cennet'te onun aslı, edilir ona ihsân.
Oğlum, şöyle düşün ki, ölürsün bu gün artık,
Bu düşünce içinde, yap ölüme hazırlık.
Allah'ı sevdiğini, söylüyorsun ey insan,
Niçin bir musîbette, edersin peki isyân?
Sabredebiliyorsan, bir belâ geldiğinde,
Hakîkat payı olur, senin bu dediğinde.
Eğer isyân edersen, musîbet geldiği an,
O zaman bilmiş ol ki, yalandır o iddiân.
Bir gün Resûlullah'a, bir müslüman gelerek,
Dedi: "Yâ Resûlallah, seviyorum seni pek."
Resûl, ona cevâben, buyurdu ki: "Ey kimse,
Peki, fakirlik için, hazırlan öyle ise!"
Birisi de gelerek arz etti ki: "Efendim,
Allahü teâlâya, pekçoktur muhabbetim."
Resûlullah ona da, buyurdu ki: "Ey insan,
Öyleyse belâ ile, musîbete hazırlan!"
Gavs-ı a'zam, bir gün de, buyurdu ki: "Aman hâ,
Gafletle yaşayıp da, isyân etme Allah'a.
Zîrâ yeri gelince, "Müslümanım" diyorsun,
Ne garip iddiâ ki, dînini bilmiyorsun.
Hâlbuki sen dînini, bilmeyince mükemmel,
Hangi esâsa göre, yaparsın peki amel?
Yalnız dîni bilmek de, yetişmez yine sana,
Zîrâ amelsiz ilim, vebâldir bir insana.
"Lâ ilâhe illallah", söylemek kâfi değil.,
Bunun icâbını da, yapmalısın bil-fiil.
Öyleyse ilk evvelâ, güzel öğren dînini,
Sonra da buna göre, yap bütün amelini.
Sırf amel yapmakla da, bitmiyor yine işin,
Zîrâ yapmak gerekir, her işi Allah için.
Buna "İhlâs" denir ki, mühimdir bu da gâyet,
İhlâssız amellerin, faydası olmaz elbet.
Kalp gözlerin açılsın, istiyorsan sen eğer,
Bir mânevî tabip bul, ona teslim ol, yeter.
Başını, o tabibin, koyuver eşiğine,
Îtirâzda bulunma, onun hiç bir işine.
O Allah adamının, bir şefkatli nazarı,
Süpürür kalbindeki, bütün kir ve pasları.
Ve onun bir kelâmı, şifâdır kalp derdine,
O her ne emrederse, hemen getir yerine.
Kalp derdiyle ilgili, olan ihtiyâcını,
Ona arz et, o bilir, bu derdin ilâcını.
Her hangi musîbetle, karşılaşırsan şâyet,
Günâhını düşünüp, istiğfâra devâm et!
Hep günah işlemekle, gelir çünkü her belâ,
Ve aslâ bir kuluna, zulmetmez Hak teâlâ.
Ölüm ve âhireti, düşün ki ey evlâdım,
Ecelin yaklaşıyor, ardından adım adım.
Bu gaflet pamuğunu, çıkar at kulağından,
Zîrâ ölüm yakındır, sana belki yarından.
Henüz ecel gelmeden, kendine gel ki artık,
Zîrâ öldükten sonra fayda vermez pişmanlık."
#$'$3&-5,.3.'
Oğlu Abdurrezzâk'a şöyle vasiyet eyledi:
Ey oğlum! Allahü tealâ bize ve sana ve bütün müslümanlara tevfîk, başarı ve muvaffakiyet
ihsân eylesin! Sana Allah'tan korkmanı ve O'na tâat üzere olmanı, dînimizin emir ve
yasaklarına riâyet etmeni ve hudûdunu gözetmeni vasiyet ederim.
Ey oğlum! Allahü teâlâ bize, sana ve müslümanlara tevfîk versin! Bizim bu yolumuz, Kitap
ve Sünnet üzere bina edilmiştir. Kalbin selâmeti, el açıklığı, cömertlik, cefâ ve ezâya
katlanmak ve din kardeşlerinin kusurlarını affetmek üzere kurulmuştur.
Ey oğlum! Sana vasiyet ederim! Derviş yâni Allah adamlarıyla berâber ol. Meşâyıha, tasavvuf
büyüklerine hürmeti gözet! Din kardeşlerinle iyi geçin! Küçük ve büyüklere nasîhat üzere ol.
Dinden başka şey için kimseye düşmanlık etme!
Ey oğlum! Allahü teâlâ bize ve sana tevfîk versin! Fakirliğin hakîkati, senin gibi olana
muhtaç olmaman, zenginliğin hakîkati ise, senin gibi olandan bir şey istememendir. Tasavvuf
hâldir, söz değildir, söz ile de ele geçmez. Dervişlerden, Allah'tan başkasına ihtiyaç
duymayan birisini görürsen, ona ilim ile değil, rıfk, yumuşaklık, güler yüz ve tatlı söz ile
muâmele eyle! Zîrâ ilim onu ürkütür, rıfk, yumuşaklık ise çeker ve yaklaştırır.
Ey oğlum! Zenginlerle sohbetin, görüşmen izzet ile, onlara değer vermeyerek, fakirlerle
görüşmen ise, kendine değer vermiyerek olsun.
İhlâs üzere ol! İhlâs, insanların görmesini hâtıra getirmeyip, yaradanın dâimâ gördüğünü
unutmamaktır. Sebeplerde Allahü teâlâya dil uzatma. Her hâlde Allahü teâlâdan gelene râzı
ve sükûn üzere ol. Allah adamlarının huzûrunda şu üç sıfat üzere bulun: Alcak gönüllülük, iyi
geçinmek ve kötülüklerden arınmış bir kalb. Hakîkî yaşamak, nefsini öldürmenle, nefsinin
arzularını, haram ve zararlı isteklerini yerine getirmemenle olur.
1) Menâkýb-i Þeyh Abdülkâdir-i Geylânî (Mûsâ bin Yünûnî)
2) Behcet-ül-Esrâr (Ali bin Yûsuf)
3) Kalâid-ül-Cevâhir fî Menâkýb-i Þeyh Abdülkâdir-i Geylânî
4) Tefric-ül-Hâtýr fî Menâkýb-i Þeyh Abdülkâdir
5) Tenþîtül-Hâtýr fî Menâkýb-i Gavs-ül-âzam
6) Câmiu Kerâmât il-Evliyâ; c.2, s.89
7) Tabakât-ül-Kübrâ (Þa'rânî); c.1, s.126
8) Zeyl-i Tabakât-ý Hanâbile; c.1, s.290
9) Nefehât-ül-Üns; s.587
10) Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.198
11) Hadîkat-ül-Evliyâ; 2'nci kısım, s.32
12) El-A'lâm; c.1, s.17
13) Mir'ât-ül-Haremeyn; c.3, s.139
14) Nûr-ül-Ebsâr; s.224
15) El-Bidâye ven-Nihâye; c.12, s.52
16) Fevât-ül-Vefeyât; c.2, s.2
17) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî; c.3, 123. Mektup
18) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.974
19) Redd-i Vehhâbî; s.40
20) Tabakât-ül-Evliyâ; s.246
21) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.59
22) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.307
23) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.36
24) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.15
25) Sefînet-ül-Evliyâ; c.1, s.58
26) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.7, s.196
ABDÜLKÂDİR DÜCÂNÎ
ABDÜLKÂDİR DÜCÂNÎ;
Kudüs bölgesinde yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdülkâdir olup, babasının ismi
Abdullah'tır. Künyesi Ebû Rebâh'dır. 1809 (H.1224) senesindeYafa'ya bağlı Beyt-i Dücan
köyünde doğdu. Babasının himâyesinde yetişti. Ondan Kur'ân-ı kerîmi tecvid üzerine öğrendi.
Sonra amcası Şeyh Selîm Dücânî ile Yafa'ya gitti. Yafa'da amcasından ve birçok âlimden ilim
öğrendi. Amcasının vefâtından sonra da tahsiline devâm etti. Ders aldığı hocalardan bâzısı
Şeyh Muhammed Cisr Trablûsî, Şeyh Mahmûd Ebü'l-Envar Râfiî, Şeyh AliGeylânî ve amcası
oğlu Şeyh Hüseyin Selîm Dücânî'dir. Bütün dînî ilimler ve tasavvuf yolunda icâzet (diploma)
aldıktan sonra insanlara Ehl-i sünnet îtikâdını anlatmaya çalıştı.
Abdülkâdir Dücânî, insanlara dînin emir ve yasaklarını anlatmak için köy köy dolaşırdı. Aynı
zamanda dînî problemleri, insanların aralarındaki anlaşmazlık olan meseleleri hallederdi.
Herkes onun verdiği kararlara rızâ gösterirdi. Sohbetinde bulunan insanları büyük bir ferahlık
ve sevinç kaplardı. Güler yüzlü ve pek heybetli idi. Gören ve sözlerini dinleyen onun
büyüklüğünden aslâ şüpheye düşmezdi. Küçük, büyük herkese karşı mütevazi olup, alçak
gönüllü idi. Çok cömert idi. Evi tanıdık, tanımadık her taraftan gelenlerin misâfir kaldığı
yerdi.
Abdülkâdir Dücânî, kış ve ilkbahar aylarında Yafa'daki evinde kalırdı. Yaz ve sonbahar
aylarını ise köyleri dolaşarak insanlara nasîhat ile geçirirdi. Dergâhı herkese açıktı. Açları
doyurur, elbisesi olmayanları giydirirdi. Onu herkes severdi. Talebeleri onun sohbetleri ile
yüksek derecelere kavuştu.
Bir gün talebesi ile dergâhın bir odasında oturuyordu. Bu sırada Abdülkâdir Ebû Rebah'da bir
hal meydana geldi. Vücûdu büyümeye başladı. Büyüdükçe talebesi yerinden uzaklaşmak
mecbûriyetinde kaldı. Nihayet Abdülkâdir Dücânî'nin vücûdu bütün odayı kaplayınca, talebe
odanın dışına çıktı. Bir süre sonra Abdülkâdir Dücânî yavaş yavaş eski hâline geldi.
Talebesine niçin odanın dışında olduğunu sorunca;` "Efendim odada yer bulamadığım için."
cevâbını verdi. Abdülkâdir Dücânî de; "Evladım! Bu Allah adamlarında görülen bir haldir.
Bu gördüğünü kimseye söyleme." buyurdu.
Abdülkâdir Dücânî 1877 (H. 1294) senesinde vefât etti. Cenâzesi çok kalabalık oldu. Yafa'nın
kuzeyinde amcası Şeyh Selîm'in kabrinin yakınına defn edildi. Üzerine güzel bir türbe
yapıldı. Kabri ziyâret mahallidir.
Abdülkâdir Dücânî birçok eser yazmıştır. Bunlardan biri Peygamber efendimize salevâtı
ihtiva eden bir eserdir. İçerisinde Arabî alfabeye göre tertib edilmiş Bedir Harbine iştirak
edenEshâb-ı kirâmın isimleri ve hadîs-i şerîflerden meydana gelen duâlar vardır. Diğer bir
eseri de Allahü tealânın ism-i şerîflerinin fazîleti hakkındadır. Ayrıca şiirleri de vardır.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c. 2, s. 98
ABDÜLKÂDİR DEŞTÛTÎ
ABDÜLKÂDİR DEŞTÛTÎ;
Mısır evliyâsından. İsmi Abdülkâdir, lakabı Zeynüddîn'dir. Babası Hicâzî diye tanınan
Bedrüddîn Muhammed'dir. Mısır'ın Nil Nehri kenarında bulunan Cezîre bölgesinde doğdu.
Doğum târihi belli değildir.
Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Abdülkâdir Deştûtî, zamânının büyük âlimlerinin
huzûrunda yetişti ve kemâle geldi. Birçok fazîletin kendisinde toplandığı, evliyâlık yolunda
derecesi yüksek bir zât idi. Güzel hâlleri ve kerâmetleri çoktu.
"Bir kimsenin hidâyete kavuşması başka insanların elinde değildir. Bize düşen, doğruyu
anlatmaktır, Allahü teâlâ o kimsenin hidâyete kavuşmasını murâd etmiş ve bunda da bizi
vesîle kılmış ise, çok büyük nîmettir. Her kim; saâdet, Allahü teâlâdan başka bir kimsenin
elindedir dese, yalan söylemiş olur" buyururdu. Bununla berâber, evliyâlık yolunda ilerlemiş
olan büyükler, açık olan kalb gözleri ve firâset nûrları ile, bâzı kimselere hidayet nasîb
olacağını anlayıp, onlarla ilgilenir, alâkadâr olurlar. Dışarıdan gören ve bu inceliği
anlıyamıyanlar da, bu hâle hayret ederler.
Abdülkâdir Deştûtî, insanlar arasında olduğu gibi, devlet adamları ve sultanlar arasında da
îtibâr sâhibi idi. Evliyâ arasında Sâhib-i Mısır yâni Mısır'ın sâhibi ve mânevî sultânı diye
isimlendirilirdi.
Memlûk sultanlarından Sultan Kayıtbay, Abdülkâdir Deştûtî hazretlerini çok sever, hürmet ve
edebde kusûr etmezdi. Atına binip giderken, yolda Deştûtî'yi görse, hemen iner ve onu
bindirirdi. Onun nasîhatlarına uyar, bu sebeple huzûrlu ve rahat olurdu.
Sultan Kayıtbay, bâzan gazâlarında zor durumda kaldıkça Deştûtî'den imdâd ister, o da,
Allahü teâlânın izni ile askerin arasında görülür, düşmana hücûm ederdi. Böylece, diğer
askerlerin şevki artar, coşarak hamle yaparlar, nihayet zafer elde edilirdi. Araştırdıklarında,
Deştûtî'nin memleketinde bulunduğunu öğrenirler, harp meydanında aralarında bulunmasının,
onun bir kerâmeti olduğunu anlarlardı.
Abdülkâdir Deştûtî, bir gün Sultan Kayıtbay ile birlikte otururken, elbisesine sinekler kondu.
Latîfe yoluyla sultâna dedi ki: "Şu sineklere söyle de, benim üzerimden gitsinler." Kayıtbay;
"Efendim! Sinekler benim sözümden ne anlarlar. Ben onlara nasıl anlatabilirim?" dedi.
Bunun üzerine Abdülkâdir Deştûtî hazretleri buyurdu ki: "Sen nasıl sultansın ki, sineklere
dahi sözün geçmiyor?" Yânî, bunu söylerken nükte yolu ile; "Dünya sultanlığına güvenme.
Bu her ne kadar yüksek görünüyor ise de, sineklerin bile kendisine itâat etmediği bu
sultanlığa sultanlık denir mi? Buna aldanıp gururlanmamak lâzımdır." demek istedi. Bundan
sonra; "Ey sinekler, üzerimden ayrılınız." buyurdu. Bu söz üzerine sinekler üzerinden çekilip
gittiler. Bu hâdiseden çok ibret alan Sultan Kayıtbay, hakîkî sultanların bu büyükler
olduğunu, onlara tâbi olmakla şereflenen bir çöpçünün, o büyükleri tanımak nasîb olmayan
sultanlardan kat kat kıymetli olduğunu daha iyi anladı.
Sultan Kayıtbay, Fırat Nehrine doğru bir sefer yapmak istemişti. Gelip, Abdülkadir
Deştûtî'den izin istedi. O da bu seferin münâsib olduğunu bildirip, sultâna izin verdi. Sultan
ordusu ile yola çıktı. Mesafe çok uzak idi. Biraz gittikten sonra, mola verirlerdi. Bu şekilde
Haleb'e varıldı.
Sultan Haleb'e ulaştığında, Abdülkâdir Deştûtî'nin orada bir zâviyede talebelere ders
okuttuğunu öğrendi. Bu duruma hayret edip, ne kadar çabuk geldi diye hayretini bildirince,
oradakiler; "Siz neler söylüyorsunuz? O zât beş aydan beri burada talebelere ders okutuyor."
dediler. Sultan bu hâlin, o büyük zâta âit bir kerâmet olduğunu anladı.
Abdülkâdir Deştûtî bir gün talebelerinden İmâm-ı Şa'rânî'ye; "Allahü teâlâya tevekkül ederek
evlen! Muhammed bin Anân'ın kızını al. O, sâlihâ bir kızdır. Sana münâsiptir." dedi. O da;
"Efendim! Benim dünyâlık bir şeyim yok, nasıl düğün yapıp evleneyim?" deyince; "Sana ait
olan şu kadar para var ya, o, inşâallah sana yeter." buyurdu. İmâm-ı Şa'rânî'nin yeğeninde bir
mikdâr parası vardı ve konuşurken o parayı unutmuştu.
Bu sırada öğle ezânı okunuyordu. Bir ara ortalıktan kaybolan Abdülkâdir Deştûtî, bir zaman
sonra geri geldi. Orada bulunanlar, onu namaz kılarken görmedikleri için merâk ediyorlardı.
Onların bu tereddüt ve endişelerini kalb gözüyle anlayıp, İmâm-ı Şa'rânî'ye; "Benim, namazı
kılıp kılmadığımı merâk ediyorlar değil mi? Hiçbir namazımı terkettiğimi hatırlamıyorum.
Lâkin biz, namazımızı çeşitli yerlerde kılıyoruz. Bugünkü öğleyi nerede kıldığımızı
Muhammed bin Anân biliyor. Ona sor." buyurdu. Daha sonra Muhammed bin Anân ile
görüşen İmâm-ı Şa'rânî, o günkü târihi söyleyerek, öğle namazını nerede kıldıklarını sordu ve
Abdülkâdir Deştûtî'nin sözünü hatırlattı. Bunun üzerine; "Abdülkâdir Deştûtî doğru söylemiş.
O namazı çeşitli yerlerde kılar. Kerâmet sâhibi olduğu için, Allahü tealanın izni ile bir anda
çeşitli yerlere gidebilir. O gün öğle namazını, İskenderiyye yakınlarındaki Remle beldesinde
bulunan Beyaz Câmide kıldı." dedi.
Abdülkâdir Deştûtî, hıristiyan bir kimsenin yanına sık sık gider ve yanında bir müddet kalırdı.
Başkaları da, bu hâle hayret edip, böyle bir zâtın, hıristiyan bir kimsenin yanına gidip
gelmesine mânâ veremezlerdi. Bu durum bir müddet devam ettikten sonra, o hıristiyan kimse,
Deştûtî'nin delâleti ile müslüman oldu ve İslâmiyete çok güzel uydu.
Abdülkâdir Deştûtî'nin Allahü teâlâya ve Resûlullah efendimize olan aşkı, bağlılığı pekçok
idi. Bu aşk ile âdetâ yanıp tutuşurdu. Bir sene yavaş yavaş yürüyerek, yalın ayak, büyük bir
edeb ve huşû içerisinde hacca gitti. Harem-i şerîfe ulaştığında gözyaşları ile Kâbe-i
muazzama eşiğine kapandı ve eşiğe yanağını koyarak kendinden geçti. Öyle ki, üç gün
kendine gelemedi.
Abdülkâdir Deştûtî bir talebesine şöyle nasîhat etti:
"Dünyâya âid olsun, âhirete âid olsun, bütün işlerinde Allahü teâlâdan başka hiçbir
şeye iltifat etmemeni, O'ndan başka hiçbir şeye güvenmemeni sana tavsiye ederim.
Bütün işler, Allahü teâlânın emri ve dilemesi ile olur. O hâlde sen, işleri takdîr edip
yaratana dön. O'na yönel ve O'ndan başka hiçbir şeyin rızâsını O'nun rızâsından üstün
tutma.
Bir kimsenin kalbinde Allahü teâlânın heybeti, azameti, korkusu yerleşince, işlerin
zorluğu, meşakkatli olması o kimseden uzaklaşır. Yâni, işler o kimseye meşakkatli ve
güç gelmez. O kimse öyle bir hâle gelir ki, bütün bela ve sıkıntılar, ona iki rekat namaz
kılmaktan daha kolay ve daha hafif gelir."
Abdülkâdir Deştûtî hazretlerinin vefâtı yaklaştığında, ağlaması, ağlayıp sızlayarak Allahü
teâlâya yalvarması çok arttı. Kabirleri kazıp hazırlayan kimseye; "İşini yapmakta acele et.
Zîrâ vakit çok yaklaştı." buyurdu ve ertesi gün 1524 (H.931) senesinde Kahire'de vefat etti.
Bab-üş-Şa'riyye'nin dış kısmına defn edildi. Vefâtının 1527 (H.934) olduğu da rivayet
edilmektedir.
!"6.),"%(&;$',17
Abdülkâdir Deştûtî bir talebesi ile birlikte Kar Gölü kenarındaki câmide Cuma namazı için
bulunuyordu. Cumâ namazının farzına duracakları sırada Deştûtî başını önüne eğerek,
kolunun yeni ile gözlerini kapatıp bâzı hareketler yaptı. Bunu gören bir talebesi hayrete düştü
ve bu düşünceler içinde namaza durdu. Talebe namazdayken kendini Mekke-i mükerremede
Harem-i şerîfte imâmın arkasında namaz kılarken gördü. Namazdan sonra hocasını aradı ise
de bulamadı. Sonra Kâbe-i muazzamayı tavaf edip, sa'y yapılan yere çıktı. Orada çarşı
kurulmuştu. Çarşıdan, üç tane küçük kavun aldı ve cübbesi altında bunları sakladı. "Ben
şimdi hocamın bulunduğu Mısır diyârına nasıl döneceğim?" diye merak ederek yürüdü.
Birkaç adım atınca kendini, hocasının namaz kıldırdığı câmide gördü. Kendisi de orada idi.
Onu görünce tebessüm etti ve daha hiç bir şey anlatmadan; "Yanında bulunan kavunları gizle.
Bu hâlini, ben hayatta olduğum müddetçe kimseye anlatma." buyurdu. Talebe hocasının
zâhiren başka yerde görünse bile hakîkatte mübârek yerlerde bulunduğunu ve namazları
oralarda kıldığını anladı. Bâzan da, hem zâhiren hem de bâtınen gidip, namazını o mübârek
yerlerde kılardı. Bu hâdiseden sonra, talebenin hocasına olan muhabbeti ve bağlılığı daha da
arttı. Bu hâdiseyi de onun sağlığında kimseye anlatmadı.
1) Tabakât-ül-Kübrâ; c. 2, s. 138
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c. 2, s. 95
3) Ed-Dav-ül-Lâmi'; c. 4, s. 300
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c. 5, s. 299
5) Þezerât-üz-Zeheb; c. 8, s. 129
6) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c. 13, s. 378
ABDÜLKÂDİR CEZÂYİRÎ
ABDÜLKÂDİR CEZÂYİRÎ;
Mücâhid velîlerden. 1807 (H.1222) senesinde Recep ayının yirmi üçüncü günü Cezâyir'in
Maasker vilâyetinin Kaytana köyünde doğdu. Şeriflerden olup soyu hazret-i Ali'nin oğlu
hazret-i Hasan efendimize dayanmaktadır. Baba ve dedeleri Cezâyir'in Vehran tarafında,
şerefli, âlim, fâzıl, zâhid ve takvâ sâhibi kimseler olup, herkes tarafından sevilir, sayılırlardı.
Cedlerinden biri olan Seyyidî Muhammed bin Abdülkâdir, Barbaros Hayreddîn Paşanın
Cezayir'i fethinde bir nefer gibi çalışmış ve Cezayir'de Osmanlı hâkimiyetinin kurulmasında,
ziyâdesiyle gayret sarfetmişti. Bu sebeple Osmanlı sultanları bunun oğulları ve torunlarına
büyük izzet ve îtibâr gösterirlerdi. Abdülkâdir'in babası Muhyiddîn de Kâdirî şeyhlerinden
olup âlim bir zât idi.
Şeyh Muhyiddîn, parlak bir zekâya sâhip olduğunu gördüğü Abdülkâdir'i küçük yaşta ilim
öğrenmeye sevketti. İlk tahsilini Kaytana'da yapan Abdülkâdir, sonra Cezayir ve Oran
şehirlerinde büyük âlimlerden okudu. Daha küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi hıfzetti. Tefsîr, hadîs,
fıkıh ve diğer ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. Geniş mâlumâtıyla, fazîlet ve takvâsıyla
şöhreti her tarafa yayıldı. Ülkesini pek yakın bir gelecekte bekleyen tehlikenin farkında olan
Abdülkâdir kendisini ilm-i siyaset, devlet idâresi sâhalarında da yetiştirdi. Ata binmek ve
silâh kullanmak gibi her çeşit harp sanatında pek ustaydı.
1826'da babasıyla birlikte Mısır'a giden Abdülkâdir Cezâyirî burada İslâm âleminin meşhûr
ilim merkezlerinden olan Ezher medreselerini ziyâret etti. Âlimlerle görüşüp bilgi
alışverişinde bulundu. Oradan Hicaz'a geçerek hac vazîfesini îfâ etti. 1829 yılında Şam'a
geldi. Burada evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ile görüşüp
duâsına kavuştu. Buradan Bağdad'a geldi. Şerefli âilesinin tabi olduğu evliyânın
büyüklerinden nûr ve feyz menbaı Peygamber efendimizin soyundan Seyyid Abdülkâdir
Geylânî hazretlerinin mübârek kabrini ziyâret etti. Mânevî yardım istedi.
Abdülkâdir'in yurda dönüşünden kısa bir müddet sonra 1830 Temmuzunda Fransızlar
Cezayir'i işgâl ederek ülkedeki üç yüz yıllık Türk idâresine son verdiler. Vehrân ve
Müstefânem bölgelerindeki halk düşmana karşı ayaklanarak Şeyh Muhyiddîn'i kendilerine
emir seçtiler. Ancak o oğlu Abdülkâdir'i bu işe daha lâyık gördü ve emirliği ona devretti.
Kendisi Oran'daki Fransız kuvvetleri ile harb eden askerin kumandasını ele aldı.
Abdülkâdir-i Cezayirî kendisine yapılan bîat merasimi sırasında yaptığı konuşma ile cesâret,
uzak görüşlülük, müsâmaha, tevâzu ve fedâkârlık gibi vasıflarını ortaya koydu.
Konuşmasında şöyle demişti:
"Eğer liderliği kabul ediyorsam bu cihâd alanında düşmana karşı yürüyen ilk kişi olma
hakkını edinmek içindir. Benden daha değerli ve yetenekli bulacağınız, îmânımızı savunmada
hiç bir fedâkarlıktan kaçınmayacak başka biri çıktığında yerimi ona bırakmaya hazırım."
Emir Abdülkâdir kısa sürede gösterdiği hârikulâde şecâat, kahramanlık, binicilikteki mahâret
ve soğukkanlılığı ile herkesi hayran bıraktı.Askerî bir lider olarak kendini kabûl ettirdi. Bu
sebeple Fransızların Cezâyir'i işgâl etmesinden iki sene sonra babasının muvafakati ve bütün
Cezâyir müslümanlarının arzusu üzerine ülkenin emirliğini üzerine aldı (22 Kasım 1832).
Abdülkâdir-i Cezayirî bundan sonra Fransızlara karşı plânlı ve sistemli bir harekat başlattı.
Kuvvetli bir ordu kurarak Fransızları üst üste bozguna uğrattı. Bu zaferlerini siyâsî sâhada da
sürdürerek birçok bölgeleri de bu yolla ele geçirdi. Fas Sultanı Abdurrahmân'ı kendi tarafına
veFransızlara karşı mücâdele sâhasına çekmeyi başardı. Kahramanlığı ve zekâsı sâyesinde
yerli kabîleleri etrafına topladı. Büyük bir güçle başta Maasker olmak üzere Merakeş sınırına
kadar bütün batı Cezâyir'e sâhib oldu. Fransızlar 26 Şubat 1834 antlaşmasıyla Abdülkâdir'in
Batı Cezayir üzerindeki otoritesini tanıdılar. Ancak ertesi yıl bölgedeki Fransız komutanı
General Trezel, emirin kendisine bağlı saydığı aşîretleri himâyesi altına aldığını bildirdi.
Amacı, mücâhidleri bölmek ve parçalamaktı. Onun bu kararı üzerine Abdülkâdir-i Cezâyirî
tekrar harekete geçti. Makta'da yapılan çarpışmada Trezel alayını müthiş bir bozguna uğrattı
(1835).
Bu yenilgi üzerine Fransa bölgeye yardım kuvvetleri gönderdi. Bu birliklerin başında gelen
General Bugeaud kısa bir sürede Cezayir'i ele geçireceğine, müslümanları mahv edip
Abdülkâdir'i yakalayacağına söz vererek harekete geçti. Fransızlar Maasker'i kısa sürede ele
geçirdiler. Bu zaferle kendisine fevkalade güvenen Bugeaud, Konstantine önüne geldiğinde
Abdülkâdir'in asıl gücü ile karşılaştı. Abdülkâdir'in ne zaman ve ne şekilde vuracağı belli
olmuyordu. Ordusu son derece disiplinli idi. En küçük bir bozulma ve ümitsizliğe düşmüyor
ve insanüstü bir gayretle çarpışıyordu. Bu durum Fransız birliklerinin tekrar bozgun hâlinde
geri çekilmesine yol açtı. Bugeaud Fransa hükümetine gönderdiği raporlarda:
"Abdülkâdir hızlı, zekî ve ne yapacağı belli olmayan bir düşmandır. Dehâsı ve temsil ettiği
inanç sâyesinde kazandığı îtibârla kitleleri bize karşı harekete geçiriyor. Kendisi sıradan bir
insan değil, müslümanların severek ve arzu ile beklediği ve hasretle kucakladığı bir liderdir."
diyordu.
Nitekim Bugeaud çok geçmeden Abdülkâdir'le Tafna Antlaşmasını yapmaya mecbur
kaldı(1837). Bu antlaşma ile Emir Abdülkâdir limanlar ve kıyı şehirleri dışında ülkenin
tamâmında hâkimiyeti elde ediyordu.
Abdülkâdir-i Cezayirî bu sulh devresinden faydalanarak güçlü bir devlet mekanizması
kurmaya çalıştı. Devlet merkezini Maasker'den Tagdempt'e nakletti. Kanun ve kaideleri
düzelterek İslâmiyete uygun hâle getirdi. Osmanlılar zamânında birtakım mükellefiyetler
karşılığında vergiden muaf tutulan Mehazin kabîlelerinin imtiyazlarını kaldırdı ve herkesten
zekat topladı. Fas yoluyla İngiltere'den sağladığı top ve tüfeklerle ordusunu teknik açıdan
kuvvetlendirdi.
Bu arada Fransızlar antlaşmaya aykırı olarak faaliyetlerine devam ediyorlardı. 1837 Ekiminde
Osmanlı tâbiiyetini sürdüren ve kendilerine karşı direnen Ahmed Bey'i yenerek Konstantine
şehrini zaptettiler. 1839'da ise Abdülkâdir'le Kabiliye bölgesinin nüfuz meselesi yüzünden
görüşmek istediler. Red cevâbı üzerine harekete geçen Fransız birlikleri Cezâyir'i
Konstantine'ye bağlayan Bîbân geçidini ele geçirdiler. Buna karşı Abdülkâdir de 19 Kasımda
küçük fakat hareket kâbiliyeti yüksek birliklerini Fransızlar üzerine sevketti. Aynı zamanda
"cihâd-ı mukaddes" ilân ederek dînini seven herkesi bayrağı altınaçağırdı. Kumandan ve
yardımcılarına gönderdiği mektuplarla onların şevkini ve gayretini arttırmaya çalıştı.
Abdülkâdir-i Cezâyirî böylece Fransızlara karşı ölüm kalım harbini başlatmış bulunuyordu.
Bu harbin sonunda ya Cezayir'de İslâmı muzaffer kılacak veya bu uğurda çok istediği
şehadete kavuşacaktı.
Emir Abdülkâdir, Sumala adını verdiği merkezini seyyar bir vaziyete getirdi. Düşmanın
vaziyetine göre merkezini istediği yere naklediyor ve savaşın cereyan tarzını hep kendi
istediği şekilde yönlendiriyordu. Bu hareketli tesislerinde barut, mermi ve silah da imal
edebiliyor ve malzeme sıkıntısı çekmiyordu.
Ancak Abdülkâdir'in az fakat disiplinli ordusu karşısında üst üste mağlubiyetin ezikliği
içerisindeki düşman çareyi; kadın, çocuk ve ihtiyarları zalimce katletmek, ekili araziyi yakıp
yıkmak ve hayvanları telef etmek gibi yollarda buldu. Böylece yüz bini aşan Fransız ordusu
yirmi bin kişilik ve dağınık vaziyetteki mücahidleri açlık ve sefalete düşürerek mağlub etmek
gibi bayağı yollara başvuruyordu. Onların bu şekildeki davranışları ve sinsi faaliyetleri,
Abdülkâdir'in ordusunda tefrika ve anlaşmazlıkların doğmasına sebeb oldu. Bunun üzerine
Abdülkâdir Merakeş'e çekildi. Akrabası olan Merakeş hâkimi Abdurrahmân ve Merakeş'in
müslüman halkının yardımıyla Fransızlarla savaşmaya devam etti. Ancak bu defâ da Fas kralı
Abdurrahmân'ın ihaneti ile karşılaştı. Fas kralı, Fransızların şartlarını kabul ederek cihad
meydanından çekilirken Abdülkâdir'e yapılan yardımların da kesilmesini emretti. Bu durum
mücâhidleri büyük bir sıkıntıya soktu. 1842 Kasımında Abdülkâdir'in harekât merkezi olan
Sumala düşman eline geçti. Emir'in paha biçilmeyen şahsî kütüphânesi içindeki belgelerle
birlikte Fransızlar tarafından tahrib edildi. Büyük Sahra'ya çekilen Emir Abdülkâdir orada da
tarafdârlarının telef olması üzerine 1847 senesinde İskenderiyye veya Akka'da kalması
şartıyla General Lamoriciere'ye teslim olmak zorunda kaldı. Teslim olurken ağzından çıkan
tek kelime mücâdelesinin sonunu ne güzel özetlemektedir. "Kader."
Ancak Fransızlar bir kez daha sözlerine sadık kalmadılar. Emir Abdülkâdir, Cezayir vâlisi
Duc d'Aumele tarafından Fransa'ya gönderildi. Emir ve yanındakiler önce Toulon'da, sonra da
Loira Vadisindeki Anboise kalesinde beş yıl hapis kaldılar.
Toulon'a geldiğinde Fransız kralı eğer başka bir ülkeye gitme arzusundan vazgeçerse
kendisine büyük bir armağan verileceğini bildirdiği zaman Emir Abdülkâdir:
"Kral namına bana bütün Fransa'nın zenginliğini teklif etseniz ve bu zenginliği şu
cüppemin üzerine yerleştirseniz sizin tebaanız olmayı hâtırımdan geçirmem. Ben
burada sizin misâfirinizim. İsterseniz beni hapse atın. Ancak utanç ve şerefsizlik bana
değil, size ulaşacaktır." dedi.
Napolyon, Fransa'da imparatorluğunu îlân ettiği zaman, Abdülkâdir-i Cezâyirî'ye Osmanlı
ülkesinde kalması için müsâade verdi. 1852'de İstanbul'a gelen Abdülkâdir-i Cezâyirî Sultan
Abdülmecîd Han'la görüştü ve pâdişâhın fevkalâde izzet ve ikrâmını gördü. Daha sonra
Bursa'ya geçerek kendisine tahsis edilen konakta oturdu. 1855'de Bursa'da büyük bir zelzele
olması üzerine Şam'a geçti.
Abdülkâdir-i Cezâyirî, Şam'a gidince, zamânını ilmî çalışma, ibâdet ve çocuklarının terbiyesi
ile geçirdi. Kimseyle görüşmedi. Bu sırada İngiliz ve Fransızlar, Osmanlı Devletini kuvvet
zoruyla yıkamayacaklarını anlamışlar, işi fitne ve fesatla hâlletme yoluna gitmişlerdi.
Osmanlı Devleti içerisindeki çeşitli fırka ve milletleri birbirleriyle çarpıştırmaya
başlamışlardı. Lübnan ve Suriye'de Dürzîleri İngilizler silâhlandırmış, Mârunîlere de
Fransızlar arka çıkmışlardı. Her iki devlet, yaptıkları çalışmalarla, Osmanlı tebeasını Osmanlı
topraklarında birbirine kırdırıp, kendi emellerine âlet etmeye kalkışmışlardı. Bu oyunların bir
sahnesi olarak 1860 senesinde Dürzî âsileri, hıristiyan ahâliyi öldürmeye teşebbüs ettikleri
vakit, Abdülkâdir, Cezâyirli muhâcirlerin yardımı ile Fransa konsolosunu ve bin beş yüz
kadar insanı kurtardı. Bu hareketi Osmanlı hükümeti tarafından taltif edildi. Fransa hükümeti,
bu hareketin mükâfâtı olarak Emir'e Legion d'honneur nişanının grandcruix'sını verdi.
Abdülkâdir-i Cezâyirî 1862 senesinde hacca gidip iki sene Hicaz'da kaldıktan sonra İstanbul'a
gelerek, Abdülazîz Han tarafından Birinci Osmânî Nişânıyla taltif edildi.
Daha sonra Şam'da ömrünü ilim ve ibâdetle geçiren Abdülkâdir Cezâyirî 26 Mayıs 1883
(H.1300)'te vefat etti. Nâşı Sâlihiyye'de Muhyiddîn Arabî türbesine defnedildi. Devrin
târihçileri "Gabe bedrün kâmilün= Mükemmel dolunay battı (H. 1300) diyerek ölümüne târih
düşürdüler.
Abdülkâdir Cezâyirî, her şeyden evvel sağlam ve doğru îmân sâhibi, vakarlı bir zât idi. Bu
hali, yalnız dindaşlarının değil, kendisini yakından tanımak fırsatını bulan Avrupalıların da
takdirini celbetmişti. Çok adâletli idi. Âlicenâb ve çok merhametli idi. Ancak, düşmanlarını
yıldırmak için zarûrî gördüğü anlarda şiddetli çarpışmalardan hiç çekinmezdi.
Abdülkâdir Cezâyirî, ilim ve irfâna çok ehemmiyet verirdi. Âriflerin büyüklerindendi. Dünyâ
ve âhiretin kemâlâtını kendisinde toplamıştı. Kahraman bir mücâhitti. Şan ve şöhreti doğudan
batıya her yere yayıldı. Zamânının âlimleri arasındaki ihtilâfları hâllederdi. Aynı zamanda
kerâmet ehli idi. Çok kerâmetleri görüldü.
Kıymetli eserler yazdı. Bunlardan tasavvuf ve inceliklerine dâir yazdığı Mevâkıf adlı
kitabının her bir bölümü mârifetlerle doludur. Kitabının seksen üçüncü bölümünde şöyle
yazmaktadır:
Hadîs-i şerîfde buyruldu ki: "Allahü tealâ bir kimseye bir nîmet verdiğinde o nîmetin
onun üzerinde görülmesini ister." Hülâsa budur ki, eğer nîmetin görülmesi yalnız fiil, iş ile
olursa onu fiil ile göstermek ve eğer nîmetin görülmesi, söz ile olursa onu da söz ile
göstermek, açıklamak lazımdır.
Haccederken yaşadığı hâdiseleri anlatırken şöyle demektedir:
Medîne-i münevvereye vardığımda Resûlullah'ın Ravda-i mutahherasına gittim. Resûlullah'a
(sallallahü aleyhi ve sellem), hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'e selâm verdikten sonra,
Resûlullah'ın huzûrunda edeble durdum ve; "Yâ Resûlallah! Köleniz kapınızda durmaktadır.
Yâ Resûlallah! Sizin bir nazarınız bana her şeyden daha sevgilidir ve beni zengin eder. Yâ
Resûlallah! Sizin himâyeniz benim için kâfidir." dedim. O zaman Eşref-i âlem (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Sen benim evlâdımsın ve yanımda makbûlsün." Bana
evladım buyurmaları, sulbî evladlığı mı, yoksa kalbî evlâdlığı mı idi. Benim maksadım her
ikisinde idi. Allahü teâlâya hamd ve şükredip; "Yâ Rabbî! Bunu bana Peygamber efendimizin
zât-ı şerîfini göstermekle tahakkuk ettir. Zîrâ Habîbin; "Beni gören hakîkî görür. Zîrâ
şeytan benim şeklimde kendini hiç kimseye gösteremez." buyurmaktadır, diye duâ ettim.
Sonra da Kademeyn-i şerîfeyne, mübârek iki ayağı tarafına geçtim ve şark taraftaki bir duvara
yaslanıp tefekkürle meşgûl oldum. O hâlde iken kendimden geçtim. Her şeyden habersiz
kaldım. Mescid-i Nebevî'de kimi namaz kılar, kimi zikreder, kimi Kur'ân-ı kerîm okur, kimi
duâ ederdi. Hiç bir şey duymadım ve her şeyden habersiz oldum, o esnâda; "Bu
seyyidimizdir." sesini işittim. Gaybet hâlimde gözlerimi açtım. Resûlullah efendimiz beni
ayak tarafından şebeke arasına çektiler. Heybetli ve sâkin idiler. Mübarek sakalının aklığı
fazla idi. Yanakları kırmızı idi. Lakin mübârek şemâili vasfedenlerin yazdıklarından çok daha
kırmızı idi. Bana yaklaştıkları vakit kendime geldim. Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar
ettim.
Abdülkâdir-i Cezâyirî hazretlerinin yaşayışında İslâm ahlâkını bütünüyle müşâhede edip,
görmek mümkündü. Onu gören kendisine hayran kalırdı. Gerek Fransızlarla sulh olduğu
zamanlarda ve gerekse tutsaklığı devresinde Abdülkâdir Cezâyirî'yi gören generaller;
kendisiyle dost olmaya çalışırlar ve ona İslâmiyetle ilgili, sualler sorarlardı. Abdülkâdir
Cezayirî'nin Fransız generali Dumas'a İslâmiyetin kadına verdiği değer hakkındaki cevabı şu
şekildedir:
...Bu meselenin gerçek yüzü ve hakîkati sizin işittiğinizin tam aksinedir. Müslümanların
nezdinde kadınlar büyük bir hürmeti ve değeri haizdirler. Mesela onlar zevcelerini pek
severler ve onlara karşı çok merhametlidirler. Muhabbetin, sevgi duymanın zarûrî gereği ise
hürmet etmektir. Yâni insan sevdiğine hürmet eder. Nitekim, sevgili Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: "Zevcelerine ancak kerîm olanlar ikrâm ve iyilik
eder ve onlara ancak kötü ve alçak olanlar ihânet edip kötülük yaparlar." Diğer bir
hadîs-i şerîfte de Eshâb-ı kirâmına hitâben buyurdular ki: "Sizin en hayırlınız, zevcesine
hayırlı olanınızdır. Ben, içinizde zevcesine en hayırlı ve iyilik eden kimseyim."
Resûlullah efendimiz, mübârek zevcelerini kendi mübârek elleri ile deveye bindirirlerdi.
İslâm büyüklerinin bu konudaki menkıbeleri, nezaket ve edebleri sayılamayacak kadar çoktur.
Ev işlerinde müslümanlar zevceleri ile müşâvere ederler. Birçok işleri zevcelerine danışır,
onların gönlünü almaya dikkat ederler. Kadınlar ev işlerinde reisdirler. Dış işleri kadınlara
bırakılmaz. Bu, erkeklerin işidir. Bunu kadınlara yüklemez, kendileri çekerler.
Abdülkâdir Cezâyirî'nin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Zikr-il-Âkıl ve Tenbîh-ul-Gâfil:
Bursa'da ikâmati sırasında yazdığı tasavvufa dair bir eserdir. 2) De la Fidelité des
Musulmans a observer Leurs Traites d'alliance et autres: Müslümanların ittifak ve sair
ahidlerine sadâkatleri adında Fransızca bir eserdir. 3) Dîvân.
3><,>3"),"%&+1!&#$%&6>DA::.%
Abdülkadir Cezâyirî, komutanlarından Muhammed Hasnâvî'ye yazdığı bir mektupta şöyle
demektedir:
"...Şecâat, kahramanlık ve cömertlik sıfatlarıyla mevsûf (vasıflandırılmış) ve Hak teâlâya
tevekkül eden mücâhid kardeşimiz Seyyid Muhammed Hasnâvî! Allahü tealâ sizin ve
bizim halimizi yüceltsin. Dünya ve âhiretteki emellerimize kavuştursun! Kıymetli, sabırlı
mücâhid kardeşim! Allahü tealâ anlayışını arttırsın! Hayırlar ihsân eylesin! Lütf ile hayırlar
üzerinde muhâfaza eylesin. Muhakkak ki cihâd, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) şiârı,
müminlerin mesleği ve asıl sanatıdır. Seni bu himmete kavuşturan Allahü teâlâya
hamdederim.
Gayret ve çalışmalarına sevaplar ihsân buyurup, bu yolda sana yardım eylesin! Allahü
teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, sevgili Peygamberine hitâben cihâdın fazîletini, kendi yolunda
şehîd olmanın yüksek derecesini beyân ve ifade buyurmuştur. Bunlar üzerinde iyice
düşünüp, buna kavuşmak için Allahü teâlâdan yardım dilemelidir. Böylece, Allah yolunda
şehîd olmanın ne demek olduğu iyi anlaşılır. Cihâdın ve şehîd olmanın fazîleti ve yüksek
derecesi Tevrat ve İncil'de de bildirilmiştir. Karşılığında Allahü teâlâ Cennet'i vâd
buyurmuştur. Şerefini buradan anlamalıdır. Kendi yolunda cihâd edenlerin, cihâda
katılmayanlara nisbetle pek büyük bir ecre kavuşacaklarını da müjdelemiştir.
Kıymetli kardeşim! Sözün kısası şudur ki, Allahü teâlâ bir kimseye din ve dünyânın
hayrını dilemedikçe ona cihâd nasîb etmez. Kime din ve dünyânın hayrını dilerse, onu
cihâda kavuşturur. Şu hâlde, kavuştuğun nîmetin kadrini iyi bilmelisin. Daimâ sizin
işlerinizi ve hâllerinizi tâkib etmekteyiz ve sizinle görüşüp kucaklaşmayı çok arzu
ediyoruz. Size duâ ediyoruz. Allahü teâlâdan ümîd ederiz ki, en hayırlı, bereketli bir
zamanda bizi buluşturup görüştürsün. Amin..."
Muhammed bin Hasan Bay'a gönderdiği pek fesahatli ve edebî mektubunda da Allahü
teâlâya hamd ve Resûlüne sallallahü aleyhi ve sellem salât-ü selâmdan sonra şöyle
demektedir:
"...Sizi tebrik etmek ve aramızdaki muhabbeti tâzelemek düşüncesiyle vekîlimizi
gönderiyoruz. Muhakkak ki, müminler tek bir beden gibidir. Biri incinirse hepsi incinmiş
olur. Hepsi aynı ızdırâbı duyar. Hakîkî mümin, din kardeşi için sağlam bir destek ve
yardımcıdır. Dâimâ birbirlerini destekler ve kuvvetlendirirler. Yardımlaşma ise, ancak
Allahü teâlânın râzı olduğu şeylerde ve takvâ husûsunda olmalıdır. Bu, Allahü teâlânın
size emridir..."
1) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.274
2) Hadâik-ul Verdiyye Tercümesi; s.281
3) Ta'rîf-ül-Halef; c.2, s.316
4) Câmi-u Kerâmat-il Evliyâ; c.2, s.99
5) Osmanlý Târihi Ansiklopedisi; c.1, s.52
8 Mayıs 2013 Çarşamba
ABDÜLKÂDİR BERZENCÎ HAYDERÎ
ABDÜLKÂDİR BERZENCÎ HAYDERÎ;
Büyük İslâm âlimi ve evliyâ Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebelerinden. İsmi
Abdülkâdir olup, Berzencî ve Hayderî nisbeleriyle meşhûr olmuştur. Hazret-i Hüseyin'in
soyundan olup, seyyiddir. Kaynaklarda hayâtı hakkında yeterli bilgi mevcut değildir. On
dokuzuncu yüzyılda Irak'ta yaşamıştır.
Zamânının usûlüne göre ilim öğrendikten sonra Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin
sohbetleriyle şereflendi. Onun kalplere şifâ olan sohbetlerinde ve hizmetinde bulundu.
Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlık makamına ulaştı. Mevlanâ Hâlid hazretlerinin talebeleri
arasında önemli bir yere sâhib oldu. Hocası ona irşâd yâni insanlara İslâmiyetin emir ve
yasaklarını anlatmak husûsunda hilâfet ve icâzet verdi. Kendine verilen vazîfeyi lâyıkıyla
yerine getiren Abdülkâdir Berzencî Hayderî, ömrü boyunca insanların dünyâ ve ahirette
kurtuluşlarına vesîle olmak için çalıştı.
Yüksek ilim ve irfân sâhibi olan Abdülkâdir Berzencî Hayderî ilmiyle amel eden, kerâmat
sâhibi bir velî idi. Güzel ahlâk sâhibi olup, mütevâzî ve alçak gönüllü idi. Allahü teâlâya
kuluk ve O'nun yarattıklarına hizmet onun ayrılmaz vasıflarındandı. Hocası Mevlâna Hâlid
hazretlerine çok bağlı idi. Onun emir ve istekleri doğrultusunda hareket ederdi. Tasavvufta
"fenâ" makâmına ulaşmıştı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri de ona iltifât ve ihsânlarda
bulunurdu.
1) Mekâtib-i Mevlânâ; s.66
2) Mecd-i Tâlid Tercümesi; s.113
3) Hadâik-ul-Verdiyye Tercümesi; s.967
4) Þems-üþ-Þümûs Tercümesi; s.111
ABDÜLHAY EFENDİ (Öztoprak)
ABDÜLHAY EFENDİ (Öztoprak);
İstanbul'da Beşiktaş'tan Ortaköy'e giderken Çırağan sırtlarında bulunan Yahyâ Efendi
dergâhının son şeyhi. İsmi Abdülhay olup, babası Fikri Efendi, dedesi Şerif Ali Efendidir.
1884 (H.1302) senesinde İstanbul'da doğdu. 1961 (H.1381) senesinde İstanbul'da vefât etti.
Kabri Yahyâ Efendi Dergâhı mezarlığındadır.
Abdülhay Efendinin dedesi Şerîf Ali Efendi Mekke'den kalkarak İstanbul'a geldi. Bir
müddetAksaray'daki Oğlanlar Tekkesinin şeyhliğini yaptı. Sonradan Tosya'ya giderek Kâdirî
tekkesi şeyhi İsmâil Rûmî hazretlerinin torunlarından biriyle evlendi. Tekrar Mekke'ye
giderek orada yerleşti. Mekke'de Fikri adında bir oğlu oldu. Fikri Efendi Mekke'den Mısır'a
giderek oraya yerleşti. Askerlik mesleğine girip albaylığa kadar yükseldi. Gördüğü bir rüyâ
üzerine Mısır'dan İstanbul'a gelip Kaygusuz Baba dergâhına intisâb etti. Sultanahmed'deki bu
dergâha uzun müddet kırba ile su taşıdığı için kendisine "Kırbacı Baba" ismi takıldı. Bütün
bu hizmetlerine rağmen dergâhın şeyhi, kendisini talebeliğe kabûl etmedi. Fakat bir gün
şeyhin, bir köpeğe attığı artıklarını, köpekle birlikte yemeye teşebbüs etti. Bunun üzerine şeyh
kendisini talebeliğe kabûl etti. Fikri adını da Sürûrî Fikri şeklinde değiştirdi. Sürûrî Fikri
Efendi bir müddet bu tekkede kaldıktan sonra Zeyrek yokuşu başındaki yanmış olan Ümmü
Gülsüm Câmiini tâmir ettirdi. Mısır kuyumcularından birinin Zeynep Hanım adındaki kızıyla
evlendi. Bu evliliktenAbdülhay Efendi dünyâya geldi. Üç aylıkken babası vefât eden
Abdülhay Efendi, yetim kaldı. Annesi oğlunu alıp Ümmü Gülsüm Câmiinin meşrûtasına
yerleşti.
Küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline başlayan Abdülhay Efendi, annesinin gayretiyle hıfzını
(Kur'ân-ı kerîmi ezberlemeyi) tamamladı. Zamânın usûlüne göre ciddî bir medrese tahsili
gördü. On sekiz yaşındayken babasının tâmir ettirdiği Ümmü Gülsüm Câmiine imâm oldu.
Kendisi aslen Kâdirî, meşreben Nakşibendî idi. Son Nakşî şeyhlerinden Gümüşhânevî Şeyhi
İsmâil Necâtî Efendiden icâzet aldı. Bir ara Çiçekçi Câmi İmâm-Hatipliğini yaptı. Yahyâ
Efendi dergâhının şeyhliğini yürüttü. Bir taraftan da Baytar mektebinde ayniyat muhâsipliği
yaptı. Daha sonra buradan emekli oldu. Soyadı Kânunundan sonra Öztoprak soyadını aldı.
Zaman zaman sevenleriyle sohbet edip onları irşâda çalıştı. 1961 (H.1381) senesinde
İstanbul'da vefât etti. Yahyâ Efendi dergâhı mezarlığına defnedildi.
Arapça ve Farsça bilen Abdülhay Efendi, fıkhî ve tasavvufî mevzûlarda geniş bilgiye sâhipti.
Son derece mütevâzî, yumuşak huylu ve aşırı derece müttakî (haramlardan sakınan) birisi idi.
Cömert ve misâfirperver olup, sofrasına bir fakiri almadan oturmazdı. Onun muhtelif
vesîlelerle sevdiklerine ve yakınlarına yazdığı mektupları, Abdülhay Efendinin Mektupları
adlı bir risalede toplanmıştır.
Sevdiklerinden birine yazdığı mektupta da buyurdu ki:
Kemâl derecesine ulaşan insanların, yükseldikçe tevâzûu ve sûreten kendinden aşağı olanlara
karşı davranışlarındaki güzellik artar. Zannolunmasın ki, onun bu tevâzûu kadrini ve
kıymetini azaltır. Hayır belki daha fazla yükseltir. "Allah için tevâzû edeni Allahü teâlâ
yükseltir." hadîs-i şerîfi bunu ifâde etmektedir. Dünyevî ve uhrevî, maddî ve mânevî
mertebelere yükselen kimseler aslâ kendi kulluklarını unutmaz, Allah için, alçak gönüllü olur,
Allahü teâlânın yarattıklarına sertlikten ve şiddetten kaçınırsa, her iki cihanda Allahü teâlâ
onun derecesini yüceltir. Kibirli olmayı âdet edinenler ve asıl meyvesini unutanların ise,
cenâb-ı Hak tarafından gönderilen hâdiselerle burnu kırılır. Bunlar terbiye ve imtihan
kamçılarıyla zelîl olurlar. Hülâsa, benlik, kibir ve büyüklük taslamak insana yaraşmaz. Şeytan
bu kadar ibâdeti ile kibir ve benliği yüzünden kovuldu ve lânetlendi. Âdem aleyhisselâm ise
zelîl olan topraktan yaratıldığını unutmayarak; "Ey Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik. Eğer
sen bizi bağışlamaz ve rahmet etmezsen hüsrana uğrayanlardan oluruz." diyerek, rahmet-i
Hakk'a ilticâ etti. Bu sebepten yeryüzünde emânet-i ilâhiyyeyi yüklendi ve bütün yaratılmışlar
üzerine mükerrem kılındı, derecesi yükseltildi. Binâenaleyh bütün kibirliler şeytanın
oğullarıdır...
Hayır yapmanın önemini de şöyle bildirdi:
Umûma faydası olacak hayır bırakmak ne hoştur. Hayat defteri kapanır fakat amel defteri,
ondan menfaat göründüğü müddetçe kapanmaz, hayır yazılır. Üç şey vardır ki, sâhibinin
hayırlı amel defterini kapatmaz. Umûma faydası dokunacak ilim, mârifet, sanat öğretmek.
Bunun gibi umûma faydası dokunacak kuyu kazdırmak, su getirtmek, hastahâne, köprü, yol
ve bu gibi şeyleri yapıp bırakmak ve yine kendisine hayır duâ edecek sâlih evlâd bırakmak.
Öğrenenler öğrendikçe ve insanlar faydalandıkça, ilk sebeb olan zât ve hayırlı evlâdın nefsine
ve diğer insanlara hayrı dokundukça mensûb olduğu anne ve babası bundan dâimâ faydalanır,
namları hayırla anılır. Fakat ne çâre ki herkes buna muvaffak olamıyor. Cenâb-ı Hak
cümlemizi kendi lütfuyla hayra yakın ve muvaffak kılsın...
*1,2,&,5!3"888
Abdülhay Efendinin oğluna nasîhatı şöyledir:
Oğlum! Vücûdumuzu elimizden geldiği kadar helâl lokma ile doyuralım ki, helâl lokma ile
beslenen o vücûd Allah'a ibâdette pek hafif ve latîf olarak rûha uysun. Haramlarla
beslenen vücut, Allah'a ibâdete kalkmakta gevşeklik ve ağırlık gösterir. Bu hâl sonunda,
esasen latîf olan rûha da tesir eder ve onu da kendi gibi ağırlaştırıp karanlıklara boğar.
İlâhî ufuklara çıkmaya kâbiliyeti kalmaz ve nihayet ölür. Günahların büyükleri, küçüklerine
ehemmiyet vermemekten başlar. Küçücükten komşu bahçelerinden birer ikişer meyve
koparmaya alışanlar, büyüdükleri zaman yaman hırsız kesilirler.
Evlâdım! Kendini gözet. Senin aslın pek neciptir, pek temizdir. Aslına benzemeyen dallar,
asıllarının mazhar oldukları maddî mânevî teveccüh ve olgunluklara kavuşamazlar. İslâm
dîninin bütün emirleri insanların ahlâkını düzeltmek, bütün yasakları da, yine onların
faydaları içindir.
Dicle nehri kıyısında yediği bir elmanın sâhibini bulup helâlleşmek için çeşitli külfetleri
göze alması, İmâm-ı A'zam'ın babası Sabit bin Hürmüz'ün ahlâkının yüksekliğini gösterir.
Onun bu temizliği kendisinden dünyânın dörtte birinin, mezhebine, ilmine bağlandığı
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe gibi bir zâtın vücûda gelmesine sebeb olmuştur. Hayırlı
evlatların babaları da hayır ve iftiharla anılır. Seni göreyim, haramlardan, hattâ
mekrûhlardan kendini sakın. Ecdâdının asâletine, necâbetine (temizliğine) vâris olduğunu
şu pehrizkârlığınla isbat et. Bu şeref sana dünyada ve âhirette kâfidir.
1) Abdülhay Efendi'nin Mektupları (Sehâ Neşriyat)
ABDÜLHAY CELVETÎ
ABDÜLHAY CELVETÎ;
Anadolu'da yetişen evliyâdan. Edirne'de doğdu. Doğum târihi belli değildir. Babası
Celvetiyye tarîkatı şeyhlerinden Saçlu İbrâhim Efendidir. Abdülhay Efendi, babasının yanında
yetişti. Celvetiyye tarîkatını da öğrenerek babasından hilâfet aldı ve Rumeli Çirmen
Sancağındaki bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Akçakızanlık kazâsındaki Alâeddîn
Efendi Zâviyesine şeyh olarak tâyin edildi.
Babasının Edirne Selîmiye Câmii vâizi iken 1660'da vefâtı üzerine, bu câminin vâizliğine ve
tekke şeyhliğine tâyin edildi. Bu görevde uzun müddet kaldı ve insanlara vâzlarında Ehl-i
sünnet yolunu anlattı. 1686'da İstanbul'un Kadırga semtindeki Sokullu Mehmed Paşa
Zâviyesine, Kâdızâde Mahmûd Efendinin ölümü üzerine tâyin edildi. İki sene burada
kaldıktan sonra, Eminönü Yeni Câmi vâizliğine getirildi. 1691'de Selâmi Ali Efendinin vefâtı
üzerine Aziz Mahmûd Hüdâî Tekkesine şeyh olarak tâyin edildi. Bu vazîfesinde ömrünün
sonuna kadar kaldı. 16 Kasım 1705 (H.1117) Pazartesi günü vefât etti. Aziz Mahmûd Hüdâî
Tekkesinin yakınında HalilPaşa Türbesine, Halil Paşazâde Mahmûd Beyin yanına defnedildi.
Şeyh Abdülhay Celvetî, tasavvufdaki derin ve ince mânâlara vâkıf idi. Kalb (gönül) hakkında
şöyle buyurmaktadır:
Hadîs-i kudsîde buyruldu ki: "Ben yere göğe sığmam. Fakat haramlardan sakınan temiz
mümin kulumun kalbine sığarım." Allahü teâlâ nefs ile sır makâmı arasında bir kalb
(gönül) şehri yaratmıştır. Bu şehir dâimâ mâmur olmak ister. Gönlün mâmur edilmesi usta ve
mîmâr ile olmaz. Ancak Allahü teâlânın lütfu ile olur. Hacı Bayrâm-ı Velî talebelerine; "Kalp
şehrinizi mâmur ediniz. Allah adamlarının sözlerini dinleyiniz. İlim öğreniniz." buyurmuştur.
Yine Aziz Mahmûd Hüdâî; "Talebe Allahü teâlânın rızâsını kazanmakta gayretli olmalı, taş
gibi katı olan kalpleri rehber olan zâtın terbiyesinde yumuşatmalıdır. Kalbi yumuşayınca, bu
hâlini hocasına arz edip, onun tavsiyeleri, yol göstermesi ile önündeki yollardan engeller
kalkar ve matlubuna, maksûduna kavuşur. Îmân-ı kamil (olgun insan) olur." buyurdu.
Abdülhay Celvetî, Abdülhay mahlası ile çok güzel ilâhîler söylemiştir. Fakat bu ilâhîlerin
toplandığı dîvan henüz bulunamamıştır. Birçok eser yazan Abdülhay Celvetî'nin eserlerinden
bazıları şunlardır: 1) Kasîde-i Bürde Tercümesi, 2) Feth-ul-Beyan li-Husûl-in-Nasrî
vel-Fethi vel-Emân: Arapça olup Fetih sûresinin tefsîridir. Süleymâniye Kütüphânesi Hacı
Beşir Ağa Kısmı, No: 34'te kayıtlıdır. 3) Tefsîr-i Ba'z-ı Süver-i Kur'âniyye: Türkçe olup,
Meryem, Yâsîn, Feth, Rahmân, Nebe', Nâzi'ât, Abese, Tekvîr, İnfitâr, Mutaffifîn, Kevser
sûrelerinin tefsîridir. 4) Şerh-i Gazel-i Hâcı Bayrâm-ı Velî.
1) Vekâyi-ul-Füdelâ; c.2, s.414
2) Tezkire-i Sâlim; s.462
3) Osmanlı Müellifleri; c. 1, s.125
4) Sefînet-ül-Evliyâ; c. 3, s.21.
ABDÜLHAY
ABDÜLHAY;
Hindistan evliyâsından. Hindistan'ın Safâbeyan şehrinin Hisâr-ı Şâdıman mahallesinde 1582
(H.990) senesinde doğdu. İlim tahsiline başladıktan sonra, büyük âlim İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin sohbetlerine katıldı ve talebesi olmakla şereflendi. Yıllarca İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin hizmetinde bulunup, sevgisini kazandı. Mânevî birçok ilimlere kavuştu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri icâzet, diploma vererek Abdülhay'ı, insanlara Allahü teâlânın emir
ve yasaklarını anlatmak, onları terbiye edip yetiştirmek görevi ile Punte şehrine gönderdi ve;
"Şeyh Hamîd-i Bingâlî'ye gitmek istiyorum. Fakat fırsatım olmadı. Ona gidip nasîhatte
bulununuz." buyurdu. Abdülhay; "Peki efendim." diyerek huzurdan ayrıldı ve oraya doğru
yola çıktı. Fakat kendi kendine; "Şeyh Hamîd, âlim, evliyâ ve herkesin mürâcaat ettiği bir
kimsedir. Ben kim oluyorum ki, ona nasîhat edeyim ve sözümün faydası olsun." diye
düşündü. Sonra da; "Böyle düşünmek doğru değildir. Mâdem ki hocam böyle söyledi, o hâlde
doğru söyledi. Böyle vesvese etmek doğru değildir. Hocamın bu emrinde mutlaka bir hikmet
vardır." dedi.
Şeyh Hamîd Bingâlî'nin yanına vardığında, ona çok hürmet ve ikrâmda bulundu. Şeyh Hamîd
Bingâlî sohbet esnâsında şöyle dedi:
İmâm-ı Rabbânî hazretleri ve diğer büyükler buyuruyor ki: "Bizim yolumuzda olmanın ilk
şartı, Resûlullah efendimizi canından çok sevmektir." Ben de, Allahü teâlânın sevgisi ile dolu
olan kalbe başka bir sevgi nasıl sığabilir?" diyorum. Onun bu sözüne Abdülhay çok üzüldü ve
cevap olarak:
"Resûlullah efendimizin sevgisi, Hak tealânın sevgisinin aynısıdır. Âyet-i kerîmede meâlen
buyruldu ki: "Kim peygambere itâat ederse muhakkak Allahü teâlâya itâat etmiş olur."
(Nisâ sûresi: 80) Bu âyet-i kerîme sözümüzün doğruluğunu göstermektedir." dedi.
Bunun üzerine Şeyh Hamîd söylediklerine pişman oldu ve tövbe etti. Abdülhay da yakînen
hocasının hikmetsiz bir şey söylemeyeceğini anladı. Demek ki hocası onu, Şeyh Hamîd'in bu
şüphesini gidermek için göndermişti.
Abdülhay çok cömerd idi. Eline geçen her şeyi fakirlere dağıtırdı. İnsanlara iyi muâmelede
bulunurdu. Bulunduğu şehirde İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebesi Nûr Muhammed de
bulunuyordu. Bir sevdiğine yazdığı mektubunda; "Şeyh Abdülhay ve Nûr Muhammed gibi iki
zatın bir yerde bulunması, iki parlak nûr gibidir." buyurdu. Nûr Muhammed'e yazdığı
mektubunda ise; "Şeyh Abdülhay ile aynı şehirdesiniz. Yakınınızda bulunuyor. Duyulmayan
garip mârifetler ve ilimler onun kalbinde toplanmıştır. Bu yolda zarûrî olan şeyler kendisine
verilmiştir. Uzakta kalmış dostlarımızın onunla görüşmesi büyük bir nîmettir. Çünkü oraya
yeni gelmiştir ve yeni şeyler getirmiştir. Diyebilirim ki oranın ana caddesi odur. Mümkün
mertebe fırsat buldukça suâl sorup, anlamaya çalışmıştır. Tevfik Allahü teâlâdandır."
buyurdu.
Şeyh Abdülhay 1644 senesinde yakınlarıyla hac farîzasını yerine getirmek için Pütne'den yola
çıktı. Önce Serhend'e uğrayarak İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kabrini ziyâret etti ve kıymetli
oğulları Muhammed Ma'sûm'un sohbeti ile bereketlendi. Sonra yola devam etti. Büyük bir
tevekkül ile uzun yolculuktan sonra Hicâz'a ulaştı. Bu mübârek beldede büyüklerin kabr-i
şerîflerini ziyâret etti. Hac farîzasını yerine getirip berâberindekilerle memleketine dönmeye
karar verdi. Eşyâlar yüklenmiş ve hazırlanmış iken her nasılsa birkaç gün daha kaldılar.
Berâberindekiler bu duruma hayret ettiler. Daha sonra Abdülhay hazretleri; "Dostlarımız,
arkadaşlarımız gitsinler. Biz eşyâlarımızı indiriyoruz. Bize gitmek için izin verilmedi. Bu
yalnız bizim içindir. Gelecek sene bir hac daha yapacağım." buyurdu. Onun memleketine
gitmekten böyle vazgeçmesinin Resûlullah efendimizin işâreti ile olduğu rivayet edildi. Bu
sırada 60 yaşında idi. Ertesi sene ikinci defâ hac ettikten sonra memleketine döndü. İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu Muhammed Ma'sûm'un emri ile İmâm-ı Rabbânî'nin
talebelerine yazdığı nasîhat dolu mektuplarının bulunduğu Mektûbât kitâbının ikinci cildini
topladı.
Abdülhay, hocası İmâm-ı Rabbânî hazretleri hayatta iken onunla zaman zaman mektuplaşırdı.
Hocasının kendisine yazdığı nasîhat dolu bir mektupta şunlar yazılıdır:
Allahü teâlaya hamd ettikten ve Peygamber efendimize salevât getirdikten sonra, seâdet-i
ebediyyeye erişmenize duâ ederim. Allahü teâlâ, birçok âyet-i kerîmede, âmâl-i sâliha işliyen
müminlerin, Cennet'e gireceklerini bildiriyor. Bu sâlih amellerin, iyi ve yarar işlerin neler
olduğunu, çok zamandan beri araştırıyordum. İyi işlerin hepsi mi, yoksa birkaçı mı diyordum.
Eğer, iyi şeylerin hepsi olsa, bunları kimse yapamaz. Birkaçı ise, acabâ hangi iyi işler
isteniliyor? Nihâyet Allahü teâlâ, lütfederek şöyle bildirdi ki: A'mâl-i sâliha, İslamın beş
rüknü, direğidir. İslâmın bu beş temelini, bir kimse hakkı ile, kusûrsuz yaparsa,
Cehennem'den kurtulması kuvvetle umulur. Çünkü bunlar, aslında sâlih işler olup, insanı
günahlardan ve çirkin şeyleri yapmaktan korur. Nitekim, Kur'an-ı kerîmde Ankebût sûresi
kırk beşinci âyetinde meâlen; "Kusûrsuz kılınan bir namaz, insanı pis, çirkin işleri
işlemekten korur." buyrulmaktadır. Bir insana, İslâmın beş şartını yerine getirmek nasîb
olursa, nîmetlerin şükrünü yapmış olur. Şükrü yapınca, Cehennem azâbından kurtulmuş
demektir. Çünkü Allahü teâlâ, Nisâ sûresi yüz kırk altıncı âyetinde meâlen; "Îmân eder ve
şükür ederseniz, azâb yapmam!" buyuruyor. O hâlde, İslâmın beş şartını yerine getirmeye
can ve gönülden çalışmalıdır.
Bunlar arasında bedenle yapılacakların en mühimi, dînin direği olan namazdır. Namazın
edeblerinden bir edebi kaçırmayarak kılmaya gayret etmelidir. Namaz tamam kılınabildi ise,
İslâmın esas ve büyük temeli kurulmuş olur. Cehennem'den kurtaran sağlam ip yakalanmış
olur. Allahü teâlâ hepimize, doğru dürüst namaz kılmak nasîb eylesin!
Namaza dururken, "Allahü ekber" demek; Allahü teâlânın, hiçbir mahlûkun ibâdetine muhtâç
olmadığını, her bakımdan hiçbir şeye ihtiyâcı olmadığını, insanların namazlarının O'na
faydası olmayacağını bildirmektedir. Namaz içindeki tekbirler ise; Allahü teâlâya karşı
yakışır bir ibâdet yapmaya liyâkat ve gücümüz olmadığını gösterir. Rükûdaki tesbihlerde de,
bu manâ bulunduğu için, rükûdan sonra, tekbir emrolunmadı. Hâlbuki, secde tesbihlerinden
sonra emrolundu. Çünkü secde, tevâzû ve aşağılığın en ziyâdesi, zillet ve küçüklüğün son
derecesi olduğundan, bunu yapınca, hakkı ile tam ibâdet etmiş sanılır. Bu düşünceden
korunmak için secdelerde yatıp kalkarken, tekbir söylemek sünnet olduğu gibi, secde
tesbihlerinde a'lâ demek emr olundu. Namaz, müminin mîrâcı olduğu için, namazın sonunda,
Peygamber efendimizin mîrâc gecesinde söylemekle şereflendiği kelimeleri (yâni,
ettehıyyâtü...yü) okumak emr olundu. O hâlde namaz kılan kimse, namazı kendine mîrâc
yapmalı. Allahü teâlâya yakınlığının nihâyetini namazda aramalıdır.
!1,$31G$&&+16*=:
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Şeyh Abdülhay'a yazdığı bir mektup şöyledir:
Rabbimizin celle sultânüh gazabını, intikâmını söndürmek için "Lâ ilâhe illallah" güzel kelimesini söylemekten daha
faydalı birşey yoktur. Bu güzel kelime, Cehennem'e götüren gazabı söndürünce, daha küçük olan başka gazablarını
elbette söndürür. Niçin söndürmesin ki, bir kul, bu güzel kelimeyi tekrar tekrar söyleyince, O'ndan başkasını yok
bilmekte, her şeyden yüz çevirip, hak olan bir mâbûda dönmektedir. Gazabının sebebi, kullarının, O'ndan başkasına
dönmesi, bağlanmasıdır. Mecâz âlemi olan bu dünyâda da, bu hâli görüyoruz. Zengin bir kimse, hizmetçisine kırılır,
ona kızar. Hizmetçi de, kalbi iyi olduğu için, herkesten yüz çevirip bütün varlığı ile, efendisinin emirlerine sarılırsa,
efendisi, ister istemez yumuşar. Merhamete gelir. Gazabı söner. İşte bu güzel kelime de, kıyâmet için ayrılmış olan
doksan dokuz rahmet hazînesinin anahtarıdır. Küfür karanlıklarını, şirk pisliklerini temizlemek için, bu güzel
kelimeden daha kuvvetli, hiçbir yardımcı yoktur. Bir kimse, bu kelimeye inanınca îmânın zerresi hâsıl olur.
Bu güzel kelimeye inanarak, kalbinde zerre kadar îmân hâsıl eden kimse, kâfirlerin
âdetlerini ve şirk pisliklerini yaparsa, bu güzel kelimenin şefâati sâyesinde Cehennem'den
çıkarılır. Azapta sonsuz kalmaktan kurtulur. Bunun gibi, bu ümmetin büyük günahlarına
şefâat edip, azaptan kurtaracak en kuvvetli yardımcı, Muhammed Resûlullah'tır. Bu
ümmetin büyük günahları dedik. Çünkü önceki ümmetlerde büyük günah işleyen pek az
olurdu. Hattâ îmânını küfür âdetleri ile ve şirk pislikleri ile karıştıran da azdı. Şefâate en
çok ihtiyacı olan bu ümmettir. Önceki ümmetlerde, bâzıları küfürde inâd etti. Bâzısı da
hâlis olarak îmâna gelip emirlere yapıştı.
Bu güzel kelime ve Peygamberlerin sonuncusu gibi bir şefâatçı olmasaydı, bu ümmetin
günahları kendilerini helak ederdi. Bu ümmetin günahları çoktur. Fakat, Allahü teâlânın af
ve magfireti de sonsuzdur. Allahü teâlâ, bu ümmete af ve magfiretini o kadar saçacak ki,
geçmiş ümmetlerden hiçbirine böyle merhamet ettiği bilinmiyor. Doksan dokuz rahmetini,
sanki bu günahkâr ümmet için ayırmıştır. İkrâm ve ihsân, kabahatliler ve günahlılar
içindir. Allahü teâlâ, af ve magfiret etmeği sever. Kusûr ve kabahati çok olan bu ümmet
kadar af ve magfirete uğrayacak hiçbir ümmet yoktur. Bunun için bu ümmet, ümmetlerin
en hayırlısı oldu. Bunların şefâat edicisi bu güzel kelime, kelimelerin en kıymetlisi oldu.
Bunların şefâatçileri olan Peygamberleri, peygamberlerin en üstünü oldu. Furkân sûresi,
yetmişinci âyetinde, meâlen; "Allahü teâlânın, günahlarını iyiliklerle değiştireceği kimseler
onlardır. Allahü teâlânın magfireti, merhameti sonsuzdur." buyruldu.
Kerîmler ile yapılacak her iş kolay olur.
1) Zübdet-ül-Makâmât; s.374
2) Hadarât-ül-Kuds; s.336
3) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.974
4) Mektûbât-ý Ýmâm-ý Rabbânî; c.2 37. mektup
5) Tezkire-i Ýmâm-ý Rabbânî; s.339
6) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.141
ABDÜLHAMÎD ŞİRVÂNÎ
ABDÜLHAMÎD ŞİRVÂNÎ;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdülhamîd bin Hüseyin Şirvânî Dağıstânî'dir. Doğum târihi
kesin olarak bilinmemektedir. 1882-3 (H.1300) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti.
Kalabalık bir cemâatla cenâze namazı kılınıp Cennet-ül-Muallâ kabristanında Ümm-ül
mü'minîn Hadîcet-ül Kübrâ'nın radıyallahü anhâ kabri yanına defnolundu.
İlim tahsiline küçük yaşta başlayan Abdülhamîd Şirvânî, bu maksatla, İstanbul ve Mısır gibi,
zamânın ilim merkezi olan yerlere giderek büyük âlimlerin sohbetlerinde bulundu. Budinli
Şeyh Mustafa ile pekçok eserlerin yazarı Şeyh İbrâhim Bâcûrî, ilim öğrenip, kendilerinden
istifâde ettiği büyük âlimlerdendir.
Abdülhamîd Şirvânî ilim öğrenmek husûsunda yüksek istidâd ve fevkalâde gayret sâhibi idi.
İlimde pek yüksek derecelere çıkıp âlim oldu. Arabî, Fârisi ile Türkçeyi gâyet iyi bilirdi. İlim
tahsîlini tamamladıktan sonra, Mekke-i mükerremeye gitti talebe okutmaya başladı.
İlimle uğraşırken bir taraftan da tasavvuf yolunda ilerlemeye, ilâhî feyz ve mârifetlere
kavuşup yükselmeye çalışan Abdülhamîd Şirvânî, bu hususta çok gayretli idi. Evliyâlık
yolunda ilerlemek arzu ve isteği, onda çocukluğundan beri vardı. Bu sebeple, tasavvuf
yolunda olduğu söylenen birçok kimseye gitti ise de, hiçbirinden arzu ettiğini elde edemedi ve
aradığını bulamadı. Kalp susuzluğunu gideremedi.
Bu sırada Hindistan evliyâsından, Müceddidiyye yolunun büyüklerinden Muhammed Mazhar
hazretleri, hac için Mekke-i mükerremeye gelmişti. Abdülhamîd Şirvânî ona talebe olmak
istedi ise de, Muhammed Mazhar özür beyân edip, bu işe layık olmadığını bildirdi.
1856 (H.1278) senesinde Muhammed Mazhar'ın babası Ahmed Saîd-i Fârûkî hazretleri
Hindistan'dan hicret ederek Mekke-i mükerremeye gelmişti. Bu da evliyâlık kemâlâtının,
Müceddidiyye yolunun yüksek olgunluklarının sâhibi, çok üstün, bir velî idi. Abdülhamîd
Şirvânî, kendisinin yetişmesi için talebelere ders okutmayı terkedip, Ahmed Saîd'in
sohbetlerine koştu. İlimdeki derin bilgisine rağmen, gidip o büyük zâta talebe oldu. Hâlis bir
niyetle bu yola girip, Ahmed Saîd'in sohbetlerini hiç bırakmadı. Onun pekçok iltifât ve
teveccühlerine mazhar oldu. Ahmed Saîd-i Fârûkî, Mekke-i mükerremeden Medîne-i
münevvereye giderken, Abdülhamîd Şirvânî'yi oğlu Muhammed Mazhar'a havâle etti. O da,
emir babasından geldiği için kabûl edip, Abdülhamîd'in bu yolda ilerlemesi ile meşgûl oldu.
Ahmed Sa'îd-i Fârûkî gittikten sonra, Muhammed Mazhar'ın sohbetlerinden hiç ayrılmayan
Abdülhamîd Şirvânî, bütün kalbi ile ona bağlandı. Ondan çok istifâde etti. Bir müddet sonra,
Muhammed Mazhar da Medîne-i münevvereye giderken, Abdülhamîd Efendi de ondan
ayrılmayıp onunla berâber gitti. Çünkü onu çok seviyor, muhabbet ve bağlılığı gün geçtikçe
artıyordu. Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâreti sırasında,
Resûlullah efendimizin mânevî lütuf ve ihsânlarına kavuştu. Bu ziyaretten sonra
MuhammedMazhar; "Elhamdülillah Resûlullah efendimiz Abdülhamîd Şirvânî'yi kabûl
ettiler." buyurdu. Ona icâzet ve hilâfet verip, çok duâ etti. Sonra; "Mevlanâ Abdülhamîd'e
icâzet verdim. Ona verilmesi lâzım gelen her şeyi verdim. İnşâallah semeresi görülecektir.
Fakat daha zamânı vardır. Müceddidiyye yolu büyüklerine olan muhabbet ipi sağlam ve
kuvvetli olunca, kavuşulması arzulanan şeyler bir müddet sonra da kavuşulsa bunun için gam
yoktur. Çünkü o büyükler, kendilerine bağlananları yavaş yavaş çekerler. Bu sebeple
yapılması lâzım gelen şey, bu büyükleri çok sevip yollarında bulunmak, her an Allahü teâlâyı
unutmayıp, devamlı O'nu anmak ve diğer vazîfelere devâm etmektir." buyurdular.
Abdülhamîd Şirvânî, hocası Muhammed Mazhar'ın bu sözlerini dikkatle dinliyordu.
Ayrılacakları zaman hocasına; "Bizi duâ ve teveccühünüzden eksik etmeyiniz efendim." dedi.
Bu sebeple, Muhammed Mazhar dâimâ, gıyâbında Abdülhamîd Efendiye duâ ve teveccühde
bulunurdu. Bundan sonra da, çeşitli zamanlarda birçok defâ görüşüp sohbet ettiler. İrtibatları
hiç kesilmedi. Çünkü devamlı mektuplaşır ve haberleşirlerdi.
Abdülhamîd Şirvânî, ömrünün sonuna kadar Mekke-i mükerremede ders verdi, tasavvuf
yoluna girmiş talebeleri terbiye edip, mânevî olarak yetiştirmekle meşgûl oldu.
Abdülhamîd Şirvânî hazretleri, vakar ve heybet sâhibi, ağırbaşlı bir zât idi. Gâyet az konuşur,
çoğu zaman sükût ederdi. Bu yolun büyüklerinin âdeti olduğu gibi, sabah akşam talebeleri ile
birlikte hatim yapardı. Sabahleyin yapılan hatimden sonra, talebelerine İbn-i Hacer-i Heytemî
hazretlerinin Tuhfe kitabından fıkıh dersi okuturdu.
Ders dışındaki zamanlarda, halveti ve uzleti, yalnızlığı ve insanlardan uzak durmayı bir de
kendi hâlinde ibâdet ve tâatla meşgûl olmayı severdi. Öğleden sonra Süleymâniye
Medresesindeki odasına gider, ikindi vaktine kadar Kur'ân-ı kerîm tilâveti, zikr ve murâkabe
ile ve kitap okumakla meşgûl olurdu. Normal günlerde, husûsî odasına çocuklarından başka
kimse giremediği hâlde, salı ve cumâ günleri kapı açık tutulur, suâli olanlar veya bir şey
arzetmek isteyenler rahatlıkla içeri girebilirlerdi.
Namazlarını, vakit girdikten sonra, evvel vakitlerinde kılmaya husûsen dikkat ederdi.
Talebelerini terbiye edip yetiştirirken, bu yolun büyüklerinin âdetleri üzere bir yol tâkib
ederdi. Çok kitap okurdu. Bilhassa, Tuhfe kitabına yaptığı sekiz ciltlik hâşiyenin tashîhi ile
meşgûl olurdu.
Tasavvufî makam ve hâlleri, gâyet açık ve anlaşılır bir şekilde anlatırdı. Sohbetlerinde, Allah
adamlarının, hakîkî evliyânın üstünlüklerini, onlara bağlanmanın ehemmiyetini îzâh eder,
buna teşvik ederdi.
Muhammed Mazhar hazretleri, Abdülhamîd Şirvânî'yi kendisine halîfe tâyin etti. O da
hocasının yerine geçip, çok hizmette bulundu. Kısa zaman sonra da vefât etti.
Hayrullah Efendi, Emîr Halîfe, Muhammed Sâlih Zevâvî, Abdülhannân Bercânî ve
Abdülhâlık Efendi onun diploma, icâzet verip mezun ettiği halîfeleridir.
1) Reşehât Ayn-ül-Hayât Zeyli; s.131
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)