Örnek Kaynana-5
Salih’in sınıf arkadaşı devrimci Mustafa, Salih’in derslerdeki başarısına, üstün zekâsına hayran olmuş, Salih’in niye devrimci olmadığına hayret etmişti; çünkü Mustafa’ya göre, zeki, okumuş her insan, muhakkak devrimcidir. O halde Salih’le görüşülüp sosyalizmin kurtuluş formülü anlatılırsa, devrimci olması işten bile değildir. Bu düşünceyle Salih’i buldu:
— Salih, dedi, Seninle biraz konuşabilir miyiz?
— Hayrola!
— Bizde hayırdan başka ne olur?
— Peki konuşalım!
— Şu caminin yanındaki kahvenin bahçesi uygun...
Beyazıt Camisinin yanındaki çay ocağının bahçesindeki, boş masalardan birine oturdular. Mustafa konuşmaya başladı:
— Salih, dedi. Senin bilgine, zekâna hayranım. Senin gibi birinin içine kapanık durması normal değildir. Seni takip ettim. Namaz kıldığını gördüm. Namaz kılmaktaki maksadın nedir?
— Kendimi kurtarmak.
— Ne kadar bencilsin öyle. Bütün insanlığı kurtarmak dururken kendini kurtarmaya çalışıyorsun. Müslümanlık dediğin nedir senin?
— Müslümanlık tek kelimeyle güzel, iyi ahlâktır.
— İyi ahlâk karın doyurur mu?
— Herkes iyi ahlâklı olursa, bütün bir millet kurtulur.
— Nasıl kurtulur?
— Ahlâk sahibi kimse, yalan, hile bilmez. Kimseyi dolandırmaz. Hırsızlık yapmaz. Çalışıp insanlığa faydalı olmak ister. Muhtaçlara yardım eder. Böyle cemiyette polise, bekçiye gerek kalmaz. Bütün millet mutlu olur.
— Herkesin kendiliğinden erdemli olması zordur. Bu bakımdan bütün insanların mutlu olması, düzenin bozuk olmamasına ve yasaların halkın ihtiyacına cevap vermesine bağlıdır.
— Fikrine katılıyorum.
— Elbet katılacaksın. Kitap gibi konuşurum. Zaten bizim düşüncemiz deneyden geçmiş, bilimsel doktrindir. Halkın bünyesine uygun yasalar yapılmalıdır.
— Rejimi kanunlar tayin eder. Kanunları da insanlar yapar. Hâlbuki insanlar çeşit çeşittir. Her insanın fikri yapısı başka olduğu için insan sayısı kadar düşünce olabilir. Sonra insanların, kini, garazı, sempatisi, acizliği, basitliği, tamahı, egoistliği, hâsılı çeşitli zaafları bulunabilir. Yapılan yasalarda da bu zaaflar belli ölçüde etki eder mi etmez mi?
— Evet, etkisi olur.
Salih, saatine baktı. İkindi ezanı okunmak üzereydi.
— Mustafa, dedi, işim var. Geç kalmayayım. Arzu edersen başka bir zaman yine görüşürüz.
Ayrıldılar. Salih, ikindiyi kılmak üzere camiye girdi. Mustafa, arkadaşı Kaya’nın yanına gitti. Salih’le görüştüğünü, konuşmalarından hatırında kalanları anlattı.
— Kaya, dedi, ne söylemişse inkâr edemedim. Evet demek zorunda kaldım.
— Gericilerle dini konulara girmeyeceksin. Ekonomiden bahsedeceksin. Büyük balığın küçük balığı yuttuğundan, ilkel komünlerden bahsedeceksin. Bak o zaman cevap verebilir mi?
— Madem öyle bir de sen görüş!
Mustafa ile Kaya, yine aynı yerde Salih’le buluştular. İlk söze Kaya başladı:
— Kurtuluş soldadır. Başka sistemler büyük balığın küçük balığı yeme esası üzerine kurulduğu için, solla mukayese edilemez.
Salih, dedi ki:
— Sol, daima büyük şeylerin karşısındadır. (Büyük balık, küçük balığı yutar) sözü doğrudur. Bu batıl sistemlerde böyledir. Bu sistemlerde hak, daima kuvvetlinindir. Yani kuvvetli olan haklıdır. Hâlbuki dinimizde haklı olan kuvvetlidir. Sol, her büyüğü parçalamak, ufak parçalar haline getirmek ister.
— İyi ya işte, toplumda sömürücü kimse kalmaz.
— Mesele büyük balığın, yani zenginin yok edilmesi değil, zenginin fakirleri sömürmesi önlenmelidir. Sol, büyük şey istemez. Büyük fabrika, büyük köprü, büyük baraj istemez. Kısacası büyük devlet istemez.
— Elbette istemez. Büyükler daima küçükleri sömürür. Bir yerde büyükle küçük, zenginle fakir, kuvvetliyle zayıf bulunursa, büyük küçüğü, zengin fakiri, kuvvetli zayıfı sömürür. Her şey küçük olursa kimse kimseyi sömüremez.
— Tatlıyı sever misiniz?
— Severim.
— Tatlıyı sevme diye senelerce sizi eğitseler, tatlıya olan sevginiz yok olur mu?
— Olmaz.
— Tatlıyı sevdiğiniz halde, şeker hastası olsanız, eğitimle tatlının şeker hastaları için zararlı olduğunu öğrenseniz tatlı yer misiniz?
— Yemem.
— Demek ki, eğitimle insan fıtratındaki şeyler değişmiyor; ama terbiye edilince zararlarından kaçınmak mümkün oluyor. Mutlu bir hayat ister misiniz?
— Kim istemez? Zaten bizim amacımız da bütün insanları refaha kavuşturmaktır.
— Niye tasdik ettiğiniz şeyi inkâr ediyorsunuz.
— Nasıl yani?
— Sosyalizm adı altında bütün üretim araçlarını, maddi gücü, rahatı, ne varsa hepsini devlete, devleti yönetenlere vermiştiniz. Halk da karın tokluğuna çalışıyordu.
— Eee?
— Devleti yönetenler, tatlıları yemeye, rahat içinde yaşamaya başladılar. Halk da ekonomik bir hayvan gibi çalışıyor. Zannediyorsunuz ki, öyle bir zaman gelecek, patronlar, eğitimle tatlıları acı hissedecek, rahatı rahatsızlık kabul edecek, ondan sonra kendi kendini tasfiye edecek, böylece deminki söylediklerinizi inkâr ediyorsunuz.
— Yine anlamadım.
— Eğitimle iyiyi kötü, kötüyü iyi hissetmek ilme ne kadar aykırıdır. O zaman dünyada tatlı, rahat diye bir şey kalmadı demektir. Bu solun hurafesidir.
— Eğer yöneticiler kendi kendilerini tasfiye etmezlerse, halk ihtilâlle onları indirir.
— Halkın ihtilâl yapması bir şeyi değiştirmez.
— Niye değiştirmesin ki, kendilerini sömürenleri indirir. Artık sömüren kimse kalmaz.
— Diyelim ki halk ihtilâl yaptı. Başa kimi geçirecek?
— Halktan bir devlet kurulur.
— Yani tekrar başa döndük. Bu sefer, ihtilâl yapanlar, yani baştakiler rahat yaşayacak, eski yöneticilerle diğerleri köle gibi yaşayacaktır.
— Niçin?
Kaya, saatine baktı.
— Gecikiyoruz. Akşam oldu. Bu gece duvarlara yazı yazacağız.
Kaya koşarak uzaklaştı.
Deniz, Devrim, Kaya, Rebel ve Suzan duvarlara slogan yazmak üzere Tüm-sol-der’de toplandılar. Liderleri Deniz, gerekli talimatı verdi:
— Boya ve fırçalar tamam. Rebel, Devrim ve Kaya yazıları yazacak, biz de Suzan’la gözcülük edeceğiz.
Suzan, silâhların yanına gitti. Deniz’e sordu:
— Hangilerini alıyoruz?
— Makineliye gerek yok. Tabanca alsak yeter. Polisler devrimciyse, zaten bize yardım ederler, faşistse tabanca da onları temizlemeye yeter.
Rebel söze karıştı:
— Ya polisler sosyal faşistse?
— Kim olursa olsun, yazılarımıza mani olmaya çalışan olabilir olursa, alnından kurşunlarız.
— Ya attıkların boşa giderse?
— Biz Filistin’de eğitim gördük. Sosyal faşistler gibi Rusya’dan yardım görsek her yeri silâh deposu haline getiririz.
[Devrimciler, solcu olmayan herkese faşist damgasını basarlar. Hatta kendi gruplarından olmayana, “Sosyal faşist” veya “Maocu faşist” gibi adlar takarlar.]
Deniz, sloganların okunaklı yazılması hakkında gerekli talimatı verdi:
— Savsözler beyinlerinde yer edecek şekilde ilginç yazılsın. Ş harfi orak çekiç gibi yazılsın. Devrimcilikten maksadımızın komünistlik olduğunu herkes öğrensin.
Rebel, Rusya’ya da karşı oldukları halde Ş harfinin orak çekiç şeklinde yazılmasının sebebini öğrenmek istedi:
— Biz sosyal faşizme de karşı değil miyiz? Neden Ş harfini orak çekiç şeklinde yapıyoruz?
— Nedeni olur mu bunun? Örgütün emri bu... Nasıl yaz diyorlarsa öyle yazacağız. Orak çekiç komünizmin sembolüdür. Bugünkü revizyonist Rus yöneticileri devrimi amacından saptırmışlarsa orak çekicin suçu ne?
— Bugün hangi savsözleri yazıyoruz?
— Sıkıyönetime hayır, kurtuluş devrimde...
Sokaklara girdiler. Deniz’le Suzan gözcülük yaptı. Diğerleri sloganları yazmaya başladılar. İkinci sokağa girdiler, yazı yazmaya başlarken Deniz’in ıslığı işitildi. Boyaları bir köşeye koyup hiç bir şey yokmuş gibi yürümeye başladılar. Gelenler Denizlerin yanından geçerken:
— Siz yazmaya devam edin, dediler. Biz sizi gözetleriz. Faşist polisler gelirse, ıslık çalarız.
Deniz, teşekkür etti.
— Siz gidin, biz işimizi biliriz.
Yeni bir sokağa girdiler, gidenlerden aldıkları cesaretle, daha rahat yazmaya başladılar. Ortalık ışıyıncaya kadar yazmaya devam ettiler. Tek tük bazı kimseler bunların yazdıklarını görüyorlarsa da korkularından bir şey demiyorlar. Bana ne diyerek, çekip gidiyorlardı.
Bir gören mi haber verdi, ne oldu, iki polis çıka geldi.
— Elin duvarlarını niçin kirletiyorsunuz? Duvarlara yazı yazmanın suç olduğunu bilmiyor musunuz? Cezası altı aydan başlar. Haydi, biz görmemiş olalım çekin gidin!
Rebel, yılışarak cevap verdi:
— Biz faşist değil, devrimciyiz. Alın şu fırçaları da, biraz da siz yardım edin?
Polisler, böylesini de hiç görmemişlerdi.
— Devrimciymiş, faşistmiş biz anlamayız. Biz devletin polisiyiz. Görünmeyin buralarda!
Polislerin yazı yazdırmayacakları anlaşılınca Deniz’le Suzan tabancalarını çekip polislerin ikisini de kurşunladılar. Polisler kanlar içinde yuvarlandılar. Devrimci gençler de kaçıp gittiler.
Sabah oldu. Bütün TÜM-DER’li zorbalar sol yumruklarını kaldırarak cenaze törenine iştirak ettiler. Millete söverek iki polisi defnettiler. Radyo ve televizyonlar, haber bültenlerinde demokratik denilen sol derneklerin ateş püsküren bildirilerini yayınladı. Polislerin faşistlerce katledildiği, faşizmin tırmanışa geçtiği, faşizm önlenmezse eyleme geçeceklerini belirttiler. (Devamı Yarın)
Bağış Yap
11 Temmuz 2013 Perşembe
Kadınların Resulullah ile sözleşmeleri
Kadınların Resulullah ile sözleşmeleri
Müslüman olup yanında diğer kadınlarla beraber biat etmek üzere Resulullahın huzuruna giden Hind radıyallahü anha’ya, Peygamberimiz, “Hoş geldin” dedi. Hind, “Ya Resûlallah, vallâhi dün senin çadırındakiler kadar zillet ve hakarete uğramasını istediğim bir çadır halkı yoktu. Bu gün ise yeryüzünde senin çadırındakiler kadar izzet ve şeref içerisinde olmasını istediğim bir çadır halık (ev halkı) yoktur” dedi.
Peygamberimiz , “Öyledir vallahî, ben sizlere çocuklarınızdan, ana ve babalarınızdan daha sevgili olmadıkça imânınız kâmil olmaz” buyurdu.
Hind radıyallahü anha ve berâberindeki kadınlar zinâ etmeyeceklerine dair de biât ettiler. Hind, “Yâ Resûlallah hür kadın zinâ eder mi?” dedi. Resûlullah “Hayır vallahî, hür bir kadın zinâ edemez” dedikten sonra Ömer’e “Söyle onlara çocuklarını öldürmeyecekler” buyurdu.
Hind, “Küçük iken onları biz büyüttük yetiştirdik. Büyüyünce siz onları öldürdünüz. Bize, Bedir günü öldürmedik genç bıraktın mı ki, onları öldürelim dedi. Hind binti Utbe’nin Hanzala adlı bir oğlu Bedirde müşrik olduğu halde öldürülmüştü.
Hz. Ömer, “Sen bize Bedir günü öldürülmedik genç bırakmadın ki” sözüne çok güldü. Peygamberimiz ise gülümsedi. O gün kadınlar ve onların başı olarak Hind radıyallahü anha Resûlullaha iftira etmeyeceklerine ve Peygamberimizin her emrine itaat edeceklerine dair Resûlullah’a biât ettiler.
Kadınların, Resûlullah’a söz verdiklerini, biât ettiklerini bildiren Mümtehine sûresindeki âyet-i kerîme, Mekke şehrinin alındığı gün inmiştir. Kadınlarla yalnız söz ile olup, mübârek eli, kadınların ellerine dokunmadı. Kötü huylar, kadınlarda, erkeklerden daha çok olduğundan, kadınlarla sözleşirken, erkeklerden daha fazla şart, araya kondu. Allahü teâlânın emirlerini yapmış olmak için, bunlardan kaçınmak lâzım geldiğini bildirdi.
Bu biât ve bununla ilgili ahkâm; büyük İslâm âlimi, dînin bekçisi İmam-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî’nin mektûbâtının üçüncü cildi, kırkbirinci mektûbunda uzun yazılıdır. ( Bu mektubun tercümesi, Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabının üçüncü kısım ikinci maddesinde vardır. Bir müslümana lazım olan bütün bilgilerin içinde bulunduğu bu kıymetli kitap)
“Allah sizin koyunlarınızı bereketlendirsin!”
Hind binti Utbe radıyallahü anha iman ile şereflendikten sonra Peygamberimiz Mekke’de, Etbah mahallesinde bulunurken iki küçük oğlağı kestirmiş kebab yapmış, Peygamberimizin azâdlı kölesi olan bir kadınla göndermişti. Hizmetçi kadın Peygamberimizin çadırına vardı. Selâm verdi içeri girmek için izin istedi, izin veriilnce içeri girdi. İçerde Peygamberimizin mübârek zecesi Ümmü Seleme ve Meymûne ve Abdülmuttalip oğullarından Peygamberimizin yakın akrabası olan kadınlar bulunuyordu.
Hizmetçi kadın Resûlullah’a : “Hanımım bu hediyyeyi size gönderdi: “Bu yıllarda koyunlarımız çok az kuzuluyor” dedi. Senden özür diledi, “Kuzu kebabı yapamadığı için” dedi. Peygamberimiz “Allah sizin koyunlarınızı bereketlendirsin ve kuzulayıcılarını artırsın” diye duâ buyurdu.
Hizmeti kadın Hind’in yanına döndü. Peygamberimizin duâsını bildirdi. Hind buna pek çok sevindi. Bir müddet sonra koyunlarının kuzulayıcı olanaları o kadar arttı ki ne yakın zamanda ne de ondan önce böylesi hiç görülmemişti. Hind radıyallahü anha: “Bu, Resûlullah’ın duâsı bereketiyle olmuştur. Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi İslâmiyyete hidâyet etti, kavuşturdu. Müslüman olmakla şereflendirdi” buyurdu.
Mekke’de umûmî putlardan başka, ayrıca her ailenin kendi evinde taptıkları husûsî putlaır da bulunurdu. Mekke feth olunduğu gün Peygamberimizin münâdisi: “Allaha imân eden kişi evinde kırmadık, yakmadık put bırakmasın. Putların parası da haramdır” diye herkese ilân etti.
Mekke’de bu ilân edildikten sonra yeni müslümanlar evlerindeki putları kırdılar. Hind binti Utbe de evindeki putu kırmış ayağıyla parçalarını vurup yuvarlamış ve “Biz senden dolayı ne kadar gurur ve aldanış içinde idik” demiştir.
Hind binti Utbe, müslüman olduktan sonra Peygamberimizin hayır duâsını almıştır. Hz. Ömer zamanındaki meşhur Yermük savaşına kocası Ebû Süfyân ile katılmış ve bizzat çarpışmıştır. Hind, gayet keskin görüşlü ve akıllı bir kadındı. Son derece cömertti. Hz. Ömer
zamanında 635, Muharrem ayında vefât etti. Zikrettiğimiz sözleri ve Peygamberimize altı hususta bî’atı hadîs kitaplarında geçmektedir.
“Kötülüklere mani olacağınıza söz verin!”
“Kötülüklere mani olacağınıza söz verin!”
Ebû Lübâbe hazretleri, Eshâb-ı kirâm’ın meşhurlarındandır. En çok da kendini ağaca bağlaması olayı ile anılır. İkinci Akabe bîatında, Medine’den gelenler arasında Ebû Lübâbe de vardı. Peygamber efendimiz onlardan şu hususlarda bîat (söz) aldı:
“Allahü teâlâ’dan başka ilâh olmadığına, benim de Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet getirip, namazı kılacağınıza, zekât vereceğinize, neşeli ve neşesiz zamanlarınızda sözlerime itaat edeceğinize, emirlerime tamamen boyun eğeceğinize, darlıkta da varlıkta da muhtaclara yardımda bulunacağınıza, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaksızın, Allah yolunda, Allah için hak ve gerçeği söyleyeceğinize, iyiliği emredip, kötülükten alıkoyacağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz. Şahsıma gelince; bana her yönden yardım edeceğinize, yanınıza vardığımda; kendinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz şeylerden, beni koruyacağınıza da söz vereceksiniz” buyurdu.
Bundan sonra Peygamber efendimiz onlara “Aranızdan, her hususta, kavimlerinin, benim yanımda temsilcisi olacak 12 kişi seçiniz Hz.Mûsa da İsrâiloğullarından 12 kişi almıştı.” buyurdu.
İşte bu oniki kişi arasında Ebû Lübâbe de vardı. Ebû Lübâbe Peygamber efendimizin bir çok gazâlarına katıldı. Bunların ilki olan Bedir gazâsında büyük kahramanlıklar gösterdi. Ebû Lübâbe Beni Kaynuka, Sevik ve hicretin beşinci yılında yapılan Hendek gazâlarına da katıldı.
Daha sonra Benî Kureyza gazâsına iştirak etti. Bu gazânın sebebi şu idi: Peygamber efendimizle Benî Kureyza Yahudileir arasında bir anlaşma vardı. Buna göre, Mekke müşrikleri ile yapılan Hendek Muharebesinde müslümanlarla beraber, Medine’yi müdafaa etmeleri gerekiyordu. Fakat bunlar, böyle bir şeye yanaşmadıkları gibi, harbin en nâzik bir zamanında müşriklerle işbirliği yaptılar.
Bununla da yetinmeyip, Medine üzerine baskınlar düzenlediler. Hendek muharebesinde, on bin kişilik müşrik ordusunun büyük zayiat vererek geri çekilmesi Kureyza Yahûdilerini hayâl
kırıklığına uğrattı. Sonra Medine’ye iki saatlik mesafede bulunan kalelerine çekildiler. Peygamber efendimizin üzerlerine yürümesinden çok korkuyorlardı. Nitikim korktukları başına geldi. Allahü tealanın emri üzerine, Resulullah bunların üzerine yürüdü. İşte bu yürüme esnasında yaptığı bir hatadan dolayı Ebu lübabe hazrtelerinin kendini ağaca bağlama hadisesi oldu. Ebu Lübabe hazretleri bu olay ile meşhur oldu. Bu hadiseyi de yarın anlatalım.
Kendini ağaca bağladı
Peygamber efendimiz, Hendek savaşından dönüp, evine geldi. Üzerindeki silâhı çıkardı. Öğle vakti idi. Yıkandıktan sonra, buhurlanmak için buhurdanlığını getirdi. Bu arada, atlas ile örtülü bir katır üzerinde ve başında sarık olduğu halde Cebrâil aleyhisselam, geldi. Sarığının ucu iki omuzunun arasında ve üzerinde zırhdan gömlek vardı.
Peygamber efendimize, kendisi ve diğer meleklerin silâhlarını çıkarmadıklarını, söyledi. Bundan sonra Hz. Cebrâil Resûlullah’a şöyle dedi: “Yâ Muhammed! Kalk onların üzerine yürü.” Peygamberimiz “Kimin üzerine yürüyeyim?” diye sorunca Cebrâil “İşte oraya” diyerek, eliyle Benî Kureyza tarafını gösterdi. Resûlullah “Eshâbım çok yoruldular. Birkaç gün dinlenmeleri nasıl olur” buyurunca, Cebrâil aleyhisselam “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ, hemen Benî Kureyzâ kabîlesi üzerine yürümeni emir ediyor. Ben şimdi yanımdaki meleklere berâber, Kureyza Yahûdîlerinin kalelerine gidiyorum. Allahü teâlâ onları helâk edecektir” dedi.
Peygamber efendimiz , Hz. Cebrîl gidince, Hz. Bilâle “İşitip, itaat eden kişi, ikindi namazını Benî Kureyza yurdundan başka yerde kılmasın” diye seslenmesini emretti.
Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâm silahlandılar. Resûlullah efendimiz Hz.Cebrâilin izini takip ederek yola çıktılar. Benî Kurayza yahûdilerini olduğu yere geldiler. Kalelerinin çok yakınına kadar yaklaştılar. Benî Kureyza yahûdîleri iyice muhasara altına alındı. Muhasara son derece şiddetlenmişti. Yahûdiler, Peygamber efendimizden kendisiyle görüşmek üzere Ebû Lübâbe’yi istediler. Ebû Lübâbe’nin çoluk çocuğu ve malları Benî Kureyza yurdunda idi.
Peygamberimiz, Ebû Lübâbeyi onların yanına gönderdi. Ebû Lübâbe yanlarına varınca, onu karşıladılar. Kadınlar ve çocuklar ağlaşarak, kendilerine acındırmağa, çalışarak yardım bekliyorlardı. Yahûdiler, Ebû Lübâbe’ye “Muhasara bizi mahvetti. Muhammed (aleyhisselam) müsaade etse de buradan çıkıp, Şam’a veya Hayber’e gitsek bizim çarpışmağa gücümüz yok” “Ey Ebû Lübâbe, biz teslim olursak bize ne yapılacak” diye sordular. O da elini boğazına götürmek suretiyle kesileceklerini ifâde eden bir işaret yapmıştı. Ebû Lübâbe “Vallahi onların yanından da henüz ayrılmamıştım ki, bu hareketimle, Allah’a ve Resûlüne karşı iyi bir iş yapmadığımı anlamıştım.” dedi. Selâhiyetli olmadığı,gizli kalmas gereken bir şeyi söylemişti. Ama bir kerre ağzından çıkmıştı. Ebû Lübâbe bu duruma çok üzüldü, çok pişman oldu. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Kalenin arkasından bulduğu bir yolla, doğru Medine’ye gidip Mescid-i Nebeviye girdi. Kendisini direğe bağlattı.
“Allaha ve Resûlüne hâinlik etmeyin!”
Mescid-i Nebevi’de kendini direğe bağlatan Ebu Lübabe hazretleri, Allahü teâlâ hakiki bir tevbe nasib edip, tevbe edinceye kadar yerinden ayrılmıyacağını, böyle olmadan Resûlullah’ın yüzüne bakamıyacağını, yemin ederek, artık içinde Allah ve Resûlüne karşı hata işlediği bir memleketi görmek istemediğini söyledi.
Ebû Lübâbe’nin düştüğü bu hata ile ilgili olarakşu âyet-i kerîme nazil oldu. “Ey imân edenler! Allaha ve Resûlüne hâinlik etmeyin. Bile bile aranızdaki emânetlere de hainlik etmeyin.”
Ebû Lübâbe Resûlullah’ın zevce-i mutahharası Ümm-i Seleme’nin kapısı önündeki direğe kendisini bağlatmıştı. Hava bir hayli sıcaktı. Bir hafta hiçbir şey yemeyip, kulakları işitemiyecek hale geldi. Ebû Lübâbe bu durumları yaşarken, müslümanlar da onun, yahûdilerin kalesinden dönmesini bekliyorlardı.
Aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen Ebû Lübâbe dönmedi. Nihâyet durumdan haberdâr olunup, Resûlullaha arz edildi. Peygamber efendimiz “Eğer doğruca, yanıma gelseydi, bağışlanmasını Allahü teâlâdan dilerdim. Madem ki, o kendisini bağlatmış, artık Allahü teâlâ tevbesini kabul edinceye kadar onu bulunduğu yerde bırakırım” buyurdu.
Ebû Lübâbe bu şekilde direğe bağlı olarak altı gece kaldı. Ancak, her namaz vaktinde bağları çözülür, namazını kıldıktan sonra, yine direğe bağlanırdı.
Peygamber efendimiz Ümm-i Seleme’nin odasında idi. O sırada, Ebû Lübâbe’nin tevbesinin kabul olduğuna dair âyet-i kerîme nâzil oldu.Âyet-i kerîmede “Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler ve (evvelce yapmış oldukları) iyi bir ameli sonradan yaptıkları başka bir kötü (nifak) ile karıştırdılar. Olur ki, Allah, onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah, Gafûr’dur (çok bağışlayıcı), Rahîm’dir” buyuruldu.
Ümm-i Seleme vâlidemiz, seher vakti Peygamber efendimiz’in güldüğünü işitti. “Niçin gülüyorsun Yâ Resûlallah!” diye sordu. O zaman, Ebû Lübâbe’nin tevbesinin kabûl olduğunu
buyurdular. Ümm-i Seleme müjdeliyeyim mi? Yâ Resûlallah!” diye sordu. “Olur! Müjdelemek istiyorsan, müjdele” buyurdu.
Bu haberi duyan herkes, iplerini çözüp salıvermek için Ebû Lübâbe’ye doğru koştular. Ebû Lübâbe bunu kabûl etmedi.” Vallahi! Resûlullah bizzat kendi eli ile beni bırakmadıkça buradan ayrılmam” dedi. Peygamber efendimiz namaza giderken, uğrayıp salıverdiler. Ebû Lübâbe direğe ince, sağlam bir iple bağlanmıştı. Onun için ip, onun iki kolunu kesmişti. Uzun zaman bu kesikler geçmedi. İz olarak kollarında kaldı.
“Sevindirin nefret ettirmeyiniz!”
Ebû Mûsel-Eş’arî hazretleri, güzel sesle Kur’an-ı kerim okurdu. Resûlullah mübârek hanımlarından Âişe-i Sıddıka ile bir gece bir yere gidiyorlardı. Ebû Mûsel-Eş’arî’nin evinin hizasına gelince durdular. O Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Okumasını bitirinceye kadar beklediler. Hz. Resûlullah, O’nu gündüz görünce akşamki hâdiseyi anlatıp, eshâbına “Buna muhakkak Davud’un güzel seslerinden bir ses verilmiş” buyurarak meth etti.
Ehl-i sünnet itikadındaki iki mezhep imamından biri olan Ebûl-Hasan-i Eş’arî hazretleri Eş’arî kavmindendir. Ebû Musa el-Eş’arî’nin amcası Ebû Âmir de, Resûlullah’ın kumandanlarındandı. Mekke-i mükerreme’nin fethinden sonraki Huneyn gazâsındaki Evtaş Mevkiindeki harbe amcasıyla katıldı.
Ebû Âmir İslâm Ordusu’nun Evtâş’taki birlik kumandanıydı, bu harbde yaralandı. Ebû Mûsel-Eş’arî amcasını yaralayanı öldürdü. Amcası, Resûlullah’a selâm, istiğfar etmesi vasiyetiyle, Onu mücahitlerin kumandanı tayin ettikten sonra şehâdet şerbetini içti.
Evtâşi’de zafer kazanan Ebû Mûsel-Eş’ari Resûlullah’ın yanına dönüp, durumu arz edip amcasının vasiyetini de söyledi. Bundan sonrası Ebû Mûsel-Eş’arî şöyle anlatır: (Bunun üzerine Resûlulah abdest suyu istedi ve abdest aldı. Sonra ellerini kaldırıp: “Allah’ım! Kulcağızın Ebû Âmir’i afv eyle! Diye duâ etti. Duâ ederkin” (ellerini o kadar kaldırmıştı ki) ben iki koltuğunun beyazlığını gördüm. Sonra Resûlullah: Allahım, kıyâmet gününde Ebû Âmir kulunu şu yarattığın insanlardan çoğunun üstünde âlî bir makamda kıl” niyazında bulundu.
Bunun üzerine “Yâ Resûlallah, benim için de mağfiret dile! diye duâ istedim. Resûlullah benim için de: Rabbim, Abdullah ibni Kays’ın günahını afv eyle! Kıyâmet gününde onu en yüksek ve güzel makama koy! diye duâ buyurdu.”
Resûlullah zamanında Zebid, Aden ve Yemen valiliklerinde bulundu. Resûlullah Muaz bin Cebel ile birlikte Yemen’e vali gönderirken ikisine şöyle buyurdu: “Yemen’e vardığınızda halka kolaylık gösteriniz ve güçlük göstermeyiniz! Sevindirin de nefret ettirmeyiniz. Muhabbet ediniz de ayrılmayınız.” Sıffîn Muharebesi’nden sonra, sulh için Hz. Ali’nin vekili oldu. Hz. Mu’âviye’nin hilâfeti zamanında vefât etti.
“Âdemoğlu iki dere dolu altını olsa... “
Ebû Musa el-Eş’arî, Kur’ân-ı kerîm’in bütün sûrelerini ezbere bilirdi. Hz. Ebû Bekir’in hilafetinde Kur’ân-ı kerîm’i toplayan heyetteydi.
Safvân bin Süleyman diyor ki; “Resûl-i Ekrem efendimiz zamanında Hz. Ömer ile Hz. Ali’den ve Muâz ile Ebû Mûsel-Eş’arî’den başkaları fetvâ vermezdi.” İslâm takvimini yazılarında ilk defa O kullandı. Hayâ sahibi olup çok edebliydi. Kendini, Kur’ân-ı kerîm’in Meryem sûresi seksendördüncü âyetindeki “Biz onların ecel günlerini sayıyoruz” (Bu muayyen bir müddettir) meâlindeki hâl üzerinde bulunurdu.
Her an son nefesini düşnürdü. Dünyaya hiç değer vermezdi. Her halinde ve davranışında Allahü teâlâdan çok korktuğunu ifade eder, son nefesi îmânla vermekten başka bir şey düşünmezdi.
Bu haline akrabaları “Kendine biraz acısan” diye tavsiyede bulunduklarında; “Atlar koştuğu vakit, son noktaya gelince nasıl bütün imkânlarını kullanırsa, ben de son noktaya geldiğimde bütün imkânlarımı kullanmak mecburiyetindeyim” buyururdu. Böyle yaşayıp bu hâl üzerine vefât etti. Hanımına “Azığını hazırla, Cehennemin üzerinden geçilecek bir vasıta yoktur” buyururdu.
Çok güzel Kur’ân-ı kerîm okuması, müfessir, müctehid olması ve Peygamberimizin iltifatlarına mazhar olması sebebiyle şöhreti vaazı çok kalabalık olurdu. Buyurdu ki: “Kur’ân-ı kerîme tazimle çok hürmet ediniz. Zirâ bu Kur’ân-ı kerîm sizin için ecîrdir. Kur’ân-ı kerîm onu Cennet bahçelerine götürecekir. Kim Kur’ân-ı kerîm’i kendine uydurursa (anladığı ve hesabın geldiği gibi kabullenmek, mânâ vermek) Cehennemin alt katlarına baş aşağı düşeceklerdir.”
“Âdemoğlu iki dere dolu altını olsa yine de tamam, yeter demez. Üçüncü bir dereye doldurmaya çalışır. Âdem oğlunun karnını birazcık topraktan başka bir şey doldurmaz.”
“İnsan, dünyalık için acele ederse âhiretten uzaklaşır.”
“İnsanların çoğu para kazanmak hırsıyla helâk oldular.”
“Kıyâmet günü güneş, insanların tepesinde olacak ve iyi ameller de gölge edecek.”
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları: Kıyâmet günü, ibâdet ehli müminlerin, Allahü teâlânın cemâlini göreceği hususunda; Resûlullah’ın gökyüzündeki aya bakıp: “Şu ayı nasıl hiçbiriniz mahrum olmaksızın görüyorsanız, Rabbinizi de öyle göreceksiniz. Artık güneşin tulû’unda da, gurûbunda da evvelki namazların hiç birinden alıkonmamak elinizden gelirse (ona) çalışınız” rivâyetinde bulundu.
“Cennet hazinelerinden bir hazine”
Birgün Peygamberimiz Ebû Musa el-Eş’ari’ye “Cennet hazinelerinden bir hazineye seni irşad edeyim mi?” Evet Yâ Resûlallah irşâd buyurdu, demesi üzerine Resûlullah: “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” de diye buyurdu.
“Allahü teâlâ gece günah işleyene sabaha kadar gündüz günah işleyene de, tevbe etmesi için akşama kadar, mühlet verir. Güneş batıdan doğuncaya kadar böyle devam eder.”
“Dünyayı seven Âhiretine zarar verir, Âhiretini seven dünyasını zararlandırır. Bu böyle olunca, siz bâkiyi fâni üzerine tercih ediniz.”
“Her kim Allahın rızasını kazanmak için bir mescid binâ ederse, Allahü teâla da ona Cennet’te onun gibi bir ev binâ eder.”
“Mü’minler birbirini bağlayıp destekleyen bir binanın taşları gibidir.”
“Bana gelip benden soran ve bazı ihtiyaç dileğinde bulunanlar olur. Yanımda bulunan sizler de onlara yardımcı olun ki, ecir kazanasınız. Allahü teâlâ sevdiği şeyi, Peygamberlerin elinde kazâ eder.”
“Kırk gün helâl yiyenin kalbini Allahü teâlâ nurlandırır ve hikmet sözlerini kalbinden lisânına akıtır.” “Kişi sevdiği ile berâberdir.”“Kıyâmete yakın ilim kalkar, cehalet hertarafı kaplar ve öldürme olayları artar.”
Ev ziyâreti hususundaki Âdâb hakkında: “İzin talebi üç defadır. Birincide susar ve gelenin kim olduğunu öğrenmek için dinlenir, ikincide hazırlanır, üçüncüde de kabul veya reddeder.”
“Biriniz üç kere selâm verdikten sonra cevap alamazsa dönsün.” “Yaşlılara saygı göstermek, Allahü teâlâyı tazimdendir.” “Kötü arkadaş, demircilerin körükleri gibidir. Şayet üflediği ateş kıvılcımları seni yakmazsa, kokusu sana bulaşır.”
“Dirinin ağlamasıyla muhakkak ölü azâb olunur.”
Peygamber efendimiz ipeği sağına, altını soluna koydu ve “Bu ikisi ümmetimin kadınlarına helal, erkeklerine haramdır” buyurdu.
“Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız!”
Peygamberimiz , Mekke fethinde görüldüğü yerde öldürmelerini emir buyurdukları kimselerin içerisinde Hind binti Utbe de vardı. Hind binti Utbe, Kâ’be-i Muazzamanın örtüsü altına sığındı. Yanında bir çok kadınlar da vardı. Hepsi imân ettiklerini bildirdiler ve Resûlullah’a biât ettiler.
Peygamberimiz Mekke’de kendisine ezâ ve cefâ yapan kadınların başında gelen, Mübârek amcası Hz. Hamza’yı öldürten Hind binti Utbe’yi affetti ve öldürülmemesini emir buyurdular.
Hind; Mekke’nin fethedildiği gün, Kâ’be’deki bütün putlar yıkılmış, kırılmış ve dışarı atılmış olduğunu, Eshâb-ı kirâmın sabaha kadar namaz kıldıklarını görmüş, kalbinde imân nuru parlamış ve bunu kocası Ebû Süfyân’a söylemişdi.
Tanınmamak için kılık kıyâfet değiştirmiş, yüzünü örtmüştü. Resûlullah’a geldi. “Yâ Resûlallah el tutup sana biât edeyim mi?” diye sordu. Peygamberimiz, “Ben kadınlarla el tutuşmam. Benim yüz kadına hitap etmem, her bir kadına ayrı ayrı hitap etmem gibidir” buyurdular ve kadınların biâtı söz ile oldu
Burada Peygamberimiz, Hz. Ömer’e “Söyle o kadınlara Allah’a hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamak üzere Resûlullah’a biât edeceklerdir” buyurdu. Hind’in yanındaki kadınlar sustular. Onlar namına Hind konuştu ve Resûlullah’a: “Erkeklerden istemediğin bir teahhüdü, kadınlardan niçin istiyorsun. Ben iyice anladım ki, eğer Allah ile birlikte başka ilâh, tanrılar bulunsaydı, başımıza gelenlerdin bizleri korurdu” dedi
Peygamberimiz, Hind’e baktı ve Hz. Ömer’e, “Söyle onlara; hırsızlık da etmeyecekler” buyurdu. Hind, “Yâ Resûlallah, Ebû Süfyân cimri bir kimsedir. Ben ondan habersiz malından bir şeyler çalıyordum. Bu benim için helâl mi, değil mi bilmiyorum. Ebû Süfyân ne ban ne oğluma yetecek kadar bir şey vermiyor.” dedi. Peygamberimiz “Onun malından kendine ve oğluna yetecek kadar bir şey alabilirsin” buyurdu.
Bu sırada Ebû Süfyân, Hind’e “Senin şimdiye kadar çaldığın geçti gitti. Bundan sonrakiler de helâl olsun” dedi. Peygamberimiz güldü. Hind’i yanına çağırdı. “Demek sen Hind binti Utbe’sin?” buyurdu. Hind radıyallahü anha “Evet” dedi. “Allaha şükür olsun ki, kendisi için seçip beğendiği dînini üstün kıldı. Yâ Muhammed elbette ki bana rahmetin dokunacaktır. Şimdi ben Allah’a imân etmiş ve Onun Resûlünü tasdik etmiş bir kadınım” dedi.
10 Temmuz 2013 Çarşamba
Örnek Kaynana 4
Örnek Kaynana-4
Salih, Ahmet Rasim Ortaokulunu, arkasından Vefa Lisesini bitirdikten sonra, İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde okumaya başladı. Anarşinin hüküm sürdüğü bir zamanda okumak kolay değildi. Gençler birkaç gruba ayrılmış. Salih ise, hiç bir gruba dâhil olmamıştı. Öğle ve ikindi namazlarını Beyazıt Camii’nde kılıyordu. Sınıf arkadaşı Erenköylü Ömer’in de ara sıra bu camiye geldiğini görüyordu.
Ömer, Salih’in namaz kıldığını görünce, hemen onu ayarlayıp kendi gruplarına sokmak için ne yapmak gerektiğini düşündü:
— Salih, dedi, bugün bizde çay içip sohbet edebilir miyiz?
— Mümkün, ama eviniz nerede?
— Erenköy’de.
— Çok uzakmış. Bizim ev daha yakın. Fatih’te. Yaya on dakikada varırız.
Ömer ne düşünmüşse, illâ Salih’i evlerine götürmek istiyordu:
— Bizim evde kimse yok. Hepsi memlekete gittiler. Daha rahat konuşuruz. Gece evde kalırız.
— Peki, gidelim ama anneme haber vermem gerekir. Benden başka kimsesi yoktur. Merak eder.
— Peki, haber verip gidelim!
Beraber eve gittiler. Uzun bir sohbetten sonra Salih, saatine baktı. Saat 12’ye doğru geliyordu:
— Yatsıyı gece yarısından önce kılmamız gerekir. Hemen namazlarımızı kılalım!
— Sabaha doğru kılsak ne mahzuru vardır?
— Gece yarısından sonra yatsıyı kılmak tahrimen mekruhtur.
Namazı kıldıktan sonra biraz daha konuşup yattılar.
Sabah kahvaltısından sonra, konuşarak üniversiteye doğru hareket ettiler. Ömer, talebe seçimlerinden bahsetti:
— Hafta sonu seçimler var.
— Seçime kaç grup aday gösteriyor?
— Üç grup.
— Kimler?
— Devrimciler, Liberaller ve İslâmcılar.
— Oyunu hangisine vereceksin?
— Kime vereceğim, tabii ki Müslümanlara?
— Her birinin tahmini sayısı kaçtır?
— Tahminen devrimciler 100, Liberaller 90, İslâmcılar da 20 civarındadır.
— Peki, herkes kendisine oy verirse ne olur?
— Devrimciler kazanır; ama Müslüman, tek oyu da olsa kendi arkadaşlarına vermelidir.
— Kardeşim, kendi arkadaşına oy verince devrimciler kazanıyor. Niye kendi arkadaşına veriyorsun?
— Hak dururken batıla oy verilir mi? Küfre rıza küfür değil mi?
— Küfre rıza küfür düsturunu hiç unutma! Sen kendi arkadaşına oy verince küfür kazanıyor mu?
— Kazanıyor.
— O halde oyunu küfre vermiş olmuyor musun?
— Sonuç oraya varıyor.
— Elbette sonuç önemli... Şöyle bir örnek verelim! Dünyada 50 tane komünist ülke olsa, 45 tane de liberal ülke olsa, 10 tane de Müslüman ülke olsa. Kim kazanırsa dünyayı hep o idare edecek dense, Müslüman nereye oy vermelidir?
— Müslüman elbette kendisine vermeli. Dünyanın Müslüman olmasını istemeyecek mi?
— Evet, isteyecektir; ama istemesiyle oy vermesinin ilgisi nedir? Kendisine oy verince 50 oyla komünistler kazanır. Liberallere verirse liberaller kazanır. İki zarardan hafif olanını tercih etmek gerekir. Kendisine oy verip de komünizmi kazandırmak yerine, liberale verip de komünizmi önlemelidir. Eğer bu haftaki seçimlere bu zihniyetle girilmezse, talebe derneği devrimcilerin eline geçer.
Hafta sonu seçimler oldu. İslâmcılar ayrı bir liste ile seçimlere girdiği için devrimciler az bir oy farkı ile derneği ele geçirdiler. Buna rağmen bölünmenin zararını yine anlayamadılar. (Devamı Yarın)
Salih, Ahmet Rasim Ortaokulunu, arkasından Vefa Lisesini bitirdikten sonra, İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde okumaya başladı. Anarşinin hüküm sürdüğü bir zamanda okumak kolay değildi. Gençler birkaç gruba ayrılmış. Salih ise, hiç bir gruba dâhil olmamıştı. Öğle ve ikindi namazlarını Beyazıt Camii’nde kılıyordu. Sınıf arkadaşı Erenköylü Ömer’in de ara sıra bu camiye geldiğini görüyordu.
Ömer, Salih’in namaz kıldığını görünce, hemen onu ayarlayıp kendi gruplarına sokmak için ne yapmak gerektiğini düşündü:
— Salih, dedi, bugün bizde çay içip sohbet edebilir miyiz?
— Mümkün, ama eviniz nerede?
— Erenköy’de.
— Çok uzakmış. Bizim ev daha yakın. Fatih’te. Yaya on dakikada varırız.
Ömer ne düşünmüşse, illâ Salih’i evlerine götürmek istiyordu:
— Bizim evde kimse yok. Hepsi memlekete gittiler. Daha rahat konuşuruz. Gece evde kalırız.
— Peki, gidelim ama anneme haber vermem gerekir. Benden başka kimsesi yoktur. Merak eder.
— Peki, haber verip gidelim!
Beraber eve gittiler. Uzun bir sohbetten sonra Salih, saatine baktı. Saat 12’ye doğru geliyordu:
— Yatsıyı gece yarısından önce kılmamız gerekir. Hemen namazlarımızı kılalım!
— Sabaha doğru kılsak ne mahzuru vardır?
— Gece yarısından sonra yatsıyı kılmak tahrimen mekruhtur.
Namazı kıldıktan sonra biraz daha konuşup yattılar.
Sabah kahvaltısından sonra, konuşarak üniversiteye doğru hareket ettiler. Ömer, talebe seçimlerinden bahsetti:
— Hafta sonu seçimler var.
— Seçime kaç grup aday gösteriyor?
— Üç grup.
— Kimler?
— Devrimciler, Liberaller ve İslâmcılar.
— Oyunu hangisine vereceksin?
— Kime vereceğim, tabii ki Müslümanlara?
— Her birinin tahmini sayısı kaçtır?
— Tahminen devrimciler 100, Liberaller 90, İslâmcılar da 20 civarındadır.
— Peki, herkes kendisine oy verirse ne olur?
— Devrimciler kazanır; ama Müslüman, tek oyu da olsa kendi arkadaşlarına vermelidir.
— Kardeşim, kendi arkadaşına oy verince devrimciler kazanıyor. Niye kendi arkadaşına veriyorsun?
— Hak dururken batıla oy verilir mi? Küfre rıza küfür değil mi?
— Küfre rıza küfür düsturunu hiç unutma! Sen kendi arkadaşına oy verince küfür kazanıyor mu?
— Kazanıyor.
— O halde oyunu küfre vermiş olmuyor musun?
— Sonuç oraya varıyor.
— Elbette sonuç önemli... Şöyle bir örnek verelim! Dünyada 50 tane komünist ülke olsa, 45 tane de liberal ülke olsa, 10 tane de Müslüman ülke olsa. Kim kazanırsa dünyayı hep o idare edecek dense, Müslüman nereye oy vermelidir?
— Müslüman elbette kendisine vermeli. Dünyanın Müslüman olmasını istemeyecek mi?
— Evet, isteyecektir; ama istemesiyle oy vermesinin ilgisi nedir? Kendisine oy verince 50 oyla komünistler kazanır. Liberallere verirse liberaller kazanır. İki zarardan hafif olanını tercih etmek gerekir. Kendisine oy verip de komünizmi kazandırmak yerine, liberale verip de komünizmi önlemelidir. Eğer bu haftaki seçimlere bu zihniyetle girilmezse, talebe derneği devrimcilerin eline geçer.
Hafta sonu seçimler oldu. İslâmcılar ayrı bir liste ile seçimlere girdiği için devrimciler az bir oy farkı ile derneği ele geçirdiler. Buna rağmen bölünmenin zararını yine anlayamadılar. (Devamı Yarın)
Allah’ın kılıcı; Hâlid bin Velid'in son sözleri
Allah’ın kılıcı; Hâlid bin Velid'in son sözleri
Hâlid bin Velid hazretleri, Eshâb-ı kirâmın ve İslâm kumandanlarının büyüklerindendir. Peygamber efendimizden “Seyfullah = Allah’ın kılıcı” ünvanını almıştır.
Bedir ve Uhud savaşlarında henüz müslüman olmadığından düşman birliklerinden birinin kumandanıydı. Hudeybiye’de de düşman tarafında bulundu. Hz. Halid bin Velid’in kardeşi Velid, Bedir’de esir edildi. Fidye karşılığında serbest bırakılıp Mekke’ye dönünce imâna geldi ve tekrar Medine’ye döndü. Ondan, Hz. Halid bin Velid’in müslüman olması için teşvik edici mektublar gönderdi.
Peygamber efendimiz Umre yapmak için Mekke’ye gidince, Hz. Halid bin Velid saklandı. Hz. Peygamberimize görünmedi. Hz. Halid bin Velid’in kardeşi Velid de, Peygamber efendimizin yanında bulunuyodu. Sevgili Peygamberimiz ona “Hâlid nerelerde? Onun gibi birinin İslâmiyeti tanımaması, bilmemesi olamaz. Keşke o, bütün gayret ve kahramanlıklarını müslümanların yanında müşriklere karşı gösterseydi ne kadar hayırlı olurdu. Kendisini, sever, üstün tutardık” buyurdu. Resulullah efendimiz, böylece yakında müslüman olcağı müjdesini de vermiş oldu. Gerçektenbir müddet sonra da müslüman oldu. Savaşlarda büyük kahramanlıklar gösterdi. Resulullaha büyük hürmeti vardı.
Peygamber efendimiz, Veda Haccı’nda mübârek saçlarını tıraş ettiriyordu. Bütün Ehsâb-ı kirâm etrafında toplanmış saçları yere düşürmemek için havada yakalıyorlardı. Mübârek alınlarındaki saçlarına sıra gelince Hz. Halid bin Velid, “Anam, babam, canım sana feda olsun Yâ Resûlallah, ne olur, mübârek alnınızdaki saçları bana verir misiniz” diyerek o kadar yalvardı ki, Hz. Peygamberimiz onu kıramadı.Tebessüm buyurdular: Mübârek saçları alan Hz. Halid, öptü kokladı, yüzüne gözüne sürdü ve sarığının içine yerleştirdi. Bütün savaşlarda muzaffer olmasının sebebini sorduklarında, sarığını çıkarıp içindeki mübârek salar sayesinde olduğunu söylerdi.
Yanında, Peygamber efendimizin ism-i şerifini, salâtü selâm ilâve edilmeden yalnız olarak söylenmesine müsaade etmezdi. Bütün Eshâb-ı kirâm gibi, o da, sevgili Peygamberimizin rızasını ve hoşnutluğunu kazanabilmek için çırpınırdı.
Bunun için her şeylerini feda eder, hiçbirşeyden çekinmezdi. Cesâret ve şecaatini ve askerlikteki tecrübelerini İslâmiyetin her tarafa yayılması için harcamış ve bunun için Peygamber
efendimiz tarafından methedilmişti. Bir gün, Peygamber efendimiz kendisi için “Allahın iyi kullarından biridir” diye söylemişlerdir. Hz. Halid hitâbet ve fesâhatta da çok mâhir idi.
Hz. Halid’in Resulullaha mektubu
Hz. Halid bin Velid’in kahramanlıkları meşhurdur. Birçok kavmin müslüman olmasına sebep olmuştur. Üzerlerine gittiği, Haris bin Kâ’b oğullarının İslâm’a gelmesi üzerine, Peygamber efendimize bir mektup gönderdi. Bu mektup şöyledir: “Bismillahirrahmanirrahim.
Allahü teâla’nın Resûlü, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm’a Halid bin Velid tarafından.Esselâmü Aleyke Yâ Resûlallah.
Kendisinden başka ilâh olmıyan Allahü teâlâ’ya hamdederim. Yâ Resûlallah, beni Haris bin Kâ’b Kabîlesine gönderdiniz. Onlarla üçgün muharebe etmememi ve İslâm’a davet etmemi, Müslüman olurlarsa aralarında kalmamı ve İslâmın esaslarını, Allahü teâlâ’nın kitabını ve Resûlünün sünnetini öğretmemi, eğer müslüman olmazlarsa muharebe etmemi emir buyurmuştunuz.
Ben de, emri şerifleriniz üzere hareket ederek, Haris bin Kâ’b oğullarına üçgün nasihat edip, İslâm’ı tebliğ ettim. Süvarilerim “Ey Benî Harisler! Selâmete ermek isterseniz, Müslüman olunuz” diye onları İslâm’a davet ettiler. Onlar, hiç çarpışmadan müslüman oldular. Ben de onlara, Allahü teâlâ’nın emirlerini Resûl Aleyhisselâm’ın sünneti şeriflerini öğrettim. Ya Resûlallah. Bundan sonra, nasıl hareket etmem gerektiği hakkında ikinci bir emri şerifiniz gelinceye kadar burada bekliyeceğim. Esselâmü aleyke Yâ Resûlallah.”
Peygamberimiz de, Hz. Halid bin Velid’in mektûbuna şöyle cevap yazdırdılar:
“Bismillâhirrahmanirrahim. Allahü teâlânın Resûlü Muhammed aleyhisselâmdan, Halid bin Velid’e, Esselâmü aleyke Yâ Halid, allahü teâlâya Hamdederim. Benî Haris bin Kâ’blıların kendileriyle çarpışmanıza ihtiyaç kalmadan müslüan olup, Allahü teâlâ’nın birliğine ve Muhammed’in, O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ettiklerini ve hidayete kavuştuklarını haber veren mektubunu elçiniz bana getirdi.
Onları, Allahü teâlâ’nın ve Resûlünün emirlerine göre hareket ederlerse âhıret ni’metleriyle müjdele. Eğer aykırı hareket ederlerse âhıret azâblarıyla korkut. Sonra buraya gel. Onların elçileri de seninle beraber gelsin.Vesselâmü aleyke ve Rahmetullâhi ve berekâtühü.”
Bundan sonra, Peygamber efendimiz Hz. Ali’yi, bir müfreze ile Yemen’e arkasından O’na yardım etmeleri için, Hz. Halid bin Velid’i de bir müfreze ile gönderdi. Hz. Ali’ye ulaştıkları zaman, ona tâbi olmalarını tenbih etti. Gittiler. Yemen halkı biraz karşı koydu ise de az bir çarpışmadan sonra, İslâm’ı kabul ettiler.
Zehir tesir etmedi
Hz. Halid bin Velid, Hire üzerine yürüyüp kaleyi kuşattıktan sonra, görüşmek üzere bir kimse istedi. Hireliler: “Öldürmezseniz göndeririz” dediler. Hz. Halid bin Velid öldürmeyeceklerini söyleyince Abdülmesih bin ayyam bin Bukayle ile Hîre valisi, Hz. Halid’in huzuruna geldiler.
Hz. Halid onlara: “Sizi Allah’a ve İslâm’a davet ediyorum. Eğer müslüman olursanız, müslümanlara ait olan haklara sahip olursunuz ve müslümanın yapacağı vazifeleri de yaparsınız. Bunu kabul etmezseniz, cizye (vergi) verirsiniz. Bunu da kabul etmezseniz, sizin yaşamaya karşı olan hırsınızdan daha fazla şehid olmaya karşı hırslı olan bir orduyla geldim” dedi.
Bunları söylerken Abdülmesih’in elinde bir şişe gördü, şişedekinin ne olduğunu sordu. Abdülmesih şöyle cevap verdi. “Yâ Hz. Halid! Bu zehirdir. Eğer sen, bizim arzularımıza ugyun bir anlaşma yaparsan ne âlâ. Milletimin arzularına uygun olmayan bir anlaşma ile gitmektense, bu zehiri içerek hayatıma son vereceğim.”
Hz. Halid bin Velid, zehiri Abdülmesih’in elinden aldı ve “Bismillâhillezi lâ yedurru ma’asmihi şey’ün fil erdı ve lâ fissemâi ve hüves-semî’ul-alîm.” diyerek sonuna kadar içti. Abdülmesih ve Hîre valisi, Hz. Halid bin Velid’i hemen ölecek diye boş yere beklediler.
Sonra Abdülmesih ve Vâli anlaşma şartlarını görüşmek üzere kaleye girdiler. Halk onları merakla bekliyordu. Abdülmesih onlara: “Ben, kendilerine zehir tesir etmeyen bir kavmin yanından geliyorum” dedi. Kavmiyle istişare edip tekrar Hz. Halid bin Velid’in yanına gelerek: “Biz, sizinle harp edemeyiz. Fakat dîninize de giremeyiz. Size cizye vermeğe hazırız” dedi. 90 bin dinar üzerinden sulh anlaşması yaptılar.
Hz. Halid bin Velid, Hirelilerle yaptığı sulhnameyi bitirince İran hükümdarına ve erkanına bir mektup azdı. Bu mektup aynen şöyledir:
“Bismillahirrahmanirrahim,
Halid bin Velid’den, Rüstem, Mihran ve Acem reislerine. Selâm, hidayete kavuşanlara olsun. Allahü teâlâ’ya hamdederim. Onun kulu ve Resûlü olan Hz. Muhammed aleyhisselâma salâtü selam olsun.
Yaptığınız bütün çalışmalarınızı dağıtan, topluluğunuzu parçalayan, sözlerinizde sizi ihtilâfa düşüren, gücünüzü kuvvetinizi zayıflatan, mülk ve hakimiyetinizi elinizden alan Allahü teâlâ’ya sonsuz şükürler olsun.”
Daha sonra antlaşma sağalanamadığı için kılıç zoruyla bu toprakları aldı.
Hz. Halid bin Velid’in son anları
Hz. Halid bin Velid, 21 (m. 642) yılında Humus’ta hastalandı. Yanında silah arkadaşları vardı. Vefât edeceği sırada kılıcını istedi. Kabzasını tutarak şefkatle okşadı. Sonra: “Nice kılıçlar elimde parçalandı. İşte bu benim ölümümü görecek olan son kılıcımdır. Beni en çok üzen, hayatı hep savaş meydanlarında geçip, yatak yüzü görmemiş olan bu Halid’in yatakta ölmesidir. Resûlullah’ın hiçbir Eshâbı, rahat yatağında ölmedi. Ya savaş meydanlarında veya uzak beldelerde Din-i İslâmı yayarken garib olarak şehid oldu. Ah... Halid!... Şehid olamıyan Halid! Harb, benim etimi çiğneyemedi. Şehidlik mertebesi hariç elde etmediğim makam kalmadı. Vücûdumda bir karış yer yoktur ki, ya kılıç yarası, ya bir ok yarası veya bir mızrak yarası olmasın. Ömrü, Din-i İslâmı yaymak için savaşlarda at koşturan kimsenin sonu, böyle yatak üzerinde mi olacak? Ölümü, harb meydanında, atımın üzerinde, düşmana Allah için kılıç sallarken şehid olarak beklerdim.” dedi.
Sonra Yermük savaşını hatırlayarak: “Ah... Yermük günü... İnsan kanlarının vadide sel gibi aktığı Yermük!... Şiddetli bir kırağının olduğu gece, gökten boşanan ayğmura karşı kalkanımın altında gecelediğimi unutamıyorum. O gece Muhacirlerden kurulu akıncı birliğinde baskın yapmak için sabahı zor etmiştik. Ah... Yermük harbi... Üç bin yiğitle, yüzbin küffara karşı zafer kazandığımız Mûte’yi bile unutturdun!..
Ey yakınlarım! Cihada sarılın. Bu topraklar ancak Cihad etmekle korunabilir. Yermûk, Rumlarla yaptığımız ilk büyük muharebedir. Bundan sonra, daha nice savaşlar birbirini takip edecektir. Sakın gaflete düşmeyin!... Şimdi, kendimi at kişnemeleri arasında, Allah Allah nidalarıyla insanlara dar gelen Yermûk Vâdisi'’de hissediyorum. Vallahi Rabbimden beni her gazâda diriltmesini ve o savaşın hakkını vermeiy isterim..."”dedi.
Sonra “Vasiyetimi bildiriyorum, beni ayağa kaldırın..."deyince ayağa kaldırdılar. "Beni bırakınız, şimdiye kadar hep taşıdığım kılıcım artık beni taşısın” diyerek kılıcına dayandı:
“Ölümü, savaştaymışım gibi ayakta karşılayacağım. Öldüğüm zaman atımı muharebede tehlikelere dalabilen bir yiğide veriniz. Atım ve kılıcımdan başka bir şeye sahip olmadan öleceğim. Mezarımı, bu kılıcımla kazınız. Kahramanlar kılıç şakırtısından zevk alır”, dedi ve yatağına düşüp kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.
Ramazan Bayramı Namazının Kılınışı
RAMAZAN VE ORUÇ
Bayram
Bayram sevinç günü demektir. Topluca kılınan bayram namazları müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğin güzel bir göstergesidir. Bayramlar müslümanları birbirine yaklaştıran, dargınlıkları ortadan kaldıran, kardeşlik duygularını kuvvetlendiren önemli günlerdir. Bayramlar, Allah'ın mü'min kullarına birer ziyafet günleridir.
Bayram sabahı erkenden kalkmalı, yıkanıp temizlenmeli, en iyi ve temiz elbiseleri giyerek güzel kokular sürünmelidir.
Yılda iki dini bayramımız vardır:
1) Ramazan Bayramı,
2) Kurban Bayramı,
Cuma namazı farz olan kimselere, bayram namazlarını kılmak vacibdir. Bayram namazı iki rek'attır. Cemaatle kılınır. Bayram namazlarında ezan okumak, ikamet getirmek yoktur. Bayram hutbesi sünnettir ve namazdan sonra okunur. Cuma hutbesi ise farzdır, namazdan önce okunur.
Diğer namazlardan farklı olarak bayram namazlarının birinci rek'atında üç, ikinci rek'atında da üç kere olmak üzere fazladan altı tekbir alınır. Bunlara "Zevaid" tekbirleri denir.
Ramazan Bayramı Namazının Kılınışı
Birinci Rek'at:
1) Cemaat düzgün sıralar halinde imamın arkasında yeralır ve "Niyet ettim Allah rızası için Ramazan Bayramı namazını kılmaya, uydum imama" diye niyet eder.
2) İmam "Allahü Ekber" deyip ellerini yukarıya kaldırınca, cemaat de "Allahü Ekber" diyerek ellerini yukarıya kaldırıp göbeği altına bağlar.
3) Hem imam, hem de cemaat gizlice "Sübhaneke"yi okur. Bundan sonra üç kere tekbir alınır. Tekbirlerin alınışı şöyledir:
Birinci Tekbir: İmam yüksek sesle, cemaat da onun peşinden gizlice "Allahü Ekber" diyerek (iftitah tekbirinde olduğu gibi) ellerini yukarıya kaldırıp sonra aşağıya salıverirler. Burada kısa bir süre durulur.
İkinci Tekbir: İkinci defa "Allahü Ekber" denilerek eller yukarıya kaldırılıp yine aşağıya salıverilir ve burada da birincide olduğu kadar durulur.
Üçüncü Tekbir: Sonra yine "Allahü Ekber" denilerek eller yukarıya kaldırılır ve aşağıya salıverilmeden bağlanır.
4) Bundan sonra imam, gizlice "Eûzü Besmele", açıktan fatiha ve bir sure okur. (Cemaat bir şey okumaz, imamı dinler)
5) Rükû ve secdeler yapılarak ayağa (ikinci rek'ata) kalkılır ve eller bağlanır.
İkinci Rek'at:
6) İmam gizlice Besmele, açıktan da fatiha ve bir sûre okur. Sûre bitince imam yüksek sesle, cemaat da içinden (birinci rek'atta olduğu gibi) üç kere daha tekbir alır, üçüncü tekbirden sonra eller bağlanmadan, dördüncü tekbir ile rükûa varılır, sonra da secdeler yapılarak oturulur.
7) Oturuşta, imam ve cemaat, Ettehıyyatü, Allahümme salli, Allahümme barik ve Rabbenâ âtina... duasını okuyarak önce sağa, sonra sola selâm verip namazı bitirirler. Namazdan sonra hutbe okunur. Kurban bayramı namazının kılınışı da bunun gibidir. Sadece niyeti değişiktir.
Bayram
Bayram sevinç günü demektir. Topluca kılınan bayram namazları müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğin güzel bir göstergesidir. Bayramlar müslümanları birbirine yaklaştıran, dargınlıkları ortadan kaldıran, kardeşlik duygularını kuvvetlendiren önemli günlerdir. Bayramlar, Allah'ın mü'min kullarına birer ziyafet günleridir.
Bayram sabahı erkenden kalkmalı, yıkanıp temizlenmeli, en iyi ve temiz elbiseleri giyerek güzel kokular sürünmelidir.
Yılda iki dini bayramımız vardır:
1) Ramazan Bayramı,
2) Kurban Bayramı,
Cuma namazı farz olan kimselere, bayram namazlarını kılmak vacibdir. Bayram namazı iki rek'attır. Cemaatle kılınır. Bayram namazlarında ezan okumak, ikamet getirmek yoktur. Bayram hutbesi sünnettir ve namazdan sonra okunur. Cuma hutbesi ise farzdır, namazdan önce okunur.
Diğer namazlardan farklı olarak bayram namazlarının birinci rek'atında üç, ikinci rek'atında da üç kere olmak üzere fazladan altı tekbir alınır. Bunlara "Zevaid" tekbirleri denir.
Ramazan Bayramı Namazının Kılınışı
Birinci Rek'at:
1) Cemaat düzgün sıralar halinde imamın arkasında yeralır ve "Niyet ettim Allah rızası için Ramazan Bayramı namazını kılmaya, uydum imama" diye niyet eder.
2) İmam "Allahü Ekber" deyip ellerini yukarıya kaldırınca, cemaat de "Allahü Ekber" diyerek ellerini yukarıya kaldırıp göbeği altına bağlar.
3) Hem imam, hem de cemaat gizlice "Sübhaneke"yi okur. Bundan sonra üç kere tekbir alınır. Tekbirlerin alınışı şöyledir:
Birinci Tekbir: İmam yüksek sesle, cemaat da onun peşinden gizlice "Allahü Ekber" diyerek (iftitah tekbirinde olduğu gibi) ellerini yukarıya kaldırıp sonra aşağıya salıverirler. Burada kısa bir süre durulur.
İkinci Tekbir: İkinci defa "Allahü Ekber" denilerek eller yukarıya kaldırılıp yine aşağıya salıverilir ve burada da birincide olduğu kadar durulur.
Üçüncü Tekbir: Sonra yine "Allahü Ekber" denilerek eller yukarıya kaldırılır ve aşağıya salıverilmeden bağlanır.
4) Bundan sonra imam, gizlice "Eûzü Besmele", açıktan fatiha ve bir sure okur. (Cemaat bir şey okumaz, imamı dinler)
5) Rükû ve secdeler yapılarak ayağa (ikinci rek'ata) kalkılır ve eller bağlanır.
İkinci Rek'at:
6) İmam gizlice Besmele, açıktan da fatiha ve bir sûre okur. Sûre bitince imam yüksek sesle, cemaat da içinden (birinci rek'atta olduğu gibi) üç kere daha tekbir alır, üçüncü tekbirden sonra eller bağlanmadan, dördüncü tekbir ile rükûa varılır, sonra da secdeler yapılarak oturulur.
7) Oturuşta, imam ve cemaat, Ettehıyyatü, Allahümme salli, Allahümme barik ve Rabbenâ âtina... duasını okuyarak önce sağa, sonra sola selâm verip namazı bitirirler. Namazdan sonra hutbe okunur. Kurban bayramı namazının kılınışı da bunun gibidir. Sadece niyeti değişiktir.
Kadir Gecesi
Kadir Gecesi
Hakk'ın en şa'şaalı nûru tecelli etti.
Doğdu Kur'an güneşi, leyle-i fetret bitti.
Ramazan ayının 27. gecesi "Kadir Gecesi"dir. İnsanlara dünya ve ahirette mutlu olmanın yollarını gösteren, beşeriyyeti karanlıklardan çıkarıp aydınlığa kavuşturan dinimizin kutsal kitabı Kur'an-ı Kerim Ramazan ayında, Kadir gecesinde inmiştir.
Bu gece, çok şerefli ve müstesna bir gece olduğundan müstakil bir sûre ile şerefi yükseltilmiş, Kur'an-ı Kerimin 97. sûresi buna tahsis edilmiştir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
1. "Doğrusu, Biz, onu (Kur'an'ı) Kadir gecesinde indirdik.
2. Kadir gecesinin ne olduğunu bilir misin?
3. Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.
4. Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler.
5. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir."
Bu kutsal gecede;
- Şerefli bir kitap (Kur'an-ı Kerim)
- Şerefli bir melek aracılığıyla, (Cebrail)
- Şerefli bir ümmetin,
- Şerefli peygamberine (Hz. Muhammed A.S.) nazil oldu.
Kadir gecesi;
- Kur'an-ı Kerim'in bu gecede inmesi,
- Bu gecenin bin aydan (83 sene, 4 ay) daha hayırlı olması,
- Allah'ın ezelde takdir ettiği şeylerden bir yıllık olayların ana kitaptan alınarak görevli meleklere bildirildiği gece olması, sebebiyle üstün bir değer taşımaktadır.
Cebrail (a.s.)'in diğer meleklerle bu gece yeryüzüne inerek Allah'a ibadet eden kulları selâmlamaları ve bu gecenin tan yeri ağarana kadar selâm ve esenlik olması da ilâhî rahmetin çok güzel bir tecellisidir.
Bin aydan daha hayırlı olduğu açıkça bildirilen bu gece bizim için Allah'ın büyük bir lütfudur.
Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
"Kim ki faziletine inanarak ve mükâfatını Allah'tan bekleyerek Kadir gecesini ibadetle geçirirse geçmiş günahları bağışlanır." 48
Peygamberimiz, Ramazanın son on gününde, her zamankinden daha fazla ibadet eder, aile fertlerini de ibadet için uyandırırdı. 49
Hiç şüphesiz Kadir gecesine yetişmek mü'minler için büyük bir mutluluk olduğu gibi, en iyi şekilde değerlendirilmesi gereken bir fırsattır.
Bu geceyi, namaz kılmak, Kur'an okumak, dua etmek, tevbe ve istiğfarda bulunmak suretiyle ihya etmeliyiz. Namaz borcu olanların hiç olmazsa bir gün bir gecelik kaza namazı kılmaları, böyle bir borcu olmayanların ise nafile namaz kılmaları uygun olur.
Peygamberimiz Kur'an okuyanlara bu Yüce Kitab'ın şefaat edeceğini şu sözleri ile bildirmiştir.
"Kur'an okuyunuz, zira O, kıyamet gününde sahibine (okuyana) şefaatçı olarak gelir." 50
Bu sebeple, Kur'an-ı Kerimin yeryüzüne inmeye başladığı bu mübarek gecede, Kur'an okumanın ayrı bir değeri vardır.
Peygamberimizin saygıdeğer eşi Hz. Aişe (R.A.) diyor ki: "Peygamberimize:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Kadir gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim" diye sordum. Peygamberimiz:
-"Allahım! Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet" diye dua et" buyurdu. 51
İbn Fariz diyor ki:
Hak tecelli ederse, bütün geceler Kadir gecesidir. Vuslat ve mulâkat günlerinin hepsi de cuma günüdür. 52
Konu ile ilgili rivayetler arasında; Kadir gecesinin, Ramazanın son on gününde, sayıları tek olan gecelerin içinde ve bu tek sayılı gecelerden de 27. gecede olduğu rivayeti tercih edilmiş ve asırlardan beri mü'minlerce kutlanagelmiştir.
KADİR GECESİ
Bu gece nazil oldu,
Yüce Kitabımız Kur'an
Bu gece zail oldu,
Gönül ufkundan duman.
Arza iner bu gece,
Melâike binlerce,
Bu gece nice nice,
Af olur Hakk'ı anan.
Mü'min, hüsni kelâm et,
Gözden yaşı revan et,
Zikrullah'a devam et,
Af olur ayık olan.
Tekbir okusun dilin,
Nurlansın gönül evin,
İşte bu gece bilin,
Bin aya bedel olan.
9 Temmuz 2013 Salı
Ebû Zer Gıfârî hazretlerinin son sözleri
Ebû Zer Gıfârî hazretleri
Ebû Zer Gıfârî hazretleri, Eshab-ı kiramın meşhurlarından olup, zahidliği, yalnızlığı ve sözünde durmadaki sadakatiyle meşhurdur. Resûlullah efendimize bi’at ederken “Hak teâlânın yolunda hiçbir kötüleyicinin kötülemesine aldanmıyacağına, ne kadar acı olursa olsun daima doğru sözlü olacağına” söz vermişti. Ömrünün sonuna kadar hep böyle kaldı. Bu hususta Resûlullah efendimiz, “Dünyaya Ebû Zer’den daha sadık kimse gelmedi” buyurmuşlardır.
Ebû Zer, dünyaya hiç değer vermezdi. Son derece kanaatkâr, fakir ve yalnız yaşardı. Peygamber efendimiz bu sebeble ona “Mesîh-ül-islâm” lâkabını vermişti. Peygamberimize tam bağlanıp, O’nun sevip, beğendiğini seven, Onun sevmediğini ve beğenmediğini sevmeyen Ebû Zer, Resûlullahın vefâtında da yanında bulunmuştur. Peygamberimizin vefâtından sonra Şam’a çekilip, son derece mahzun ve yalnız yaşadı.
Tebük muharebesinde Ebû Zer Gıfârî hazretlerinin devesi pek zayıf ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştı. Yolun ortasıda devesi çöküp kalınca, devesinden indi. Eşyasını sırtına yükleyerek orduya yetişti. Alnız başına tenha bir yere oturdu. Peygamberimiz , Hz. Ebû Zer’i böyle tenhada görünce “Allahü teâlâ, yalnız başına yürüyen, yalnız başına vefât edecek olan ve yalnız başına haşrolunacak olan Ebû Zer’e rahmet eylesin” buyurmuşlardır.
Şüphelilerden ve haramlardan son derece sakınırdı. Evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmaz, hep fakirlere dağıtırdı. Herkesin böyle yapmasını isterdi. Fakat oranın zenginleri Ebû Zer’in bu durumunu beğenmediler. Oradan gitmesi için Hz. Osman’a mektup ile bildirdiler. Böylece Medine-i Münevvre’ye davet edildi.
Hz. Osman, Şam halkının kendisinden şikayet sebebini sordu. Ebû Zer de hâdiseyi olduğu gibi anlattı. Bunun üzerine Hz. Osman “Yâ Ebâ Zer, halkı zühd yoluna zorla sokmak imkânsızdır. Benim vazifem, onlar arasında Hak teâlâ hazretlerinin emriyle hükmetmek ve onları çalışma, iktisat tarafına teşvik eylemektir.” buyurdu. Sonra Ebû Zer, Resûlullah bana “Binalar Seldağı’na ulaştığı zaman, sen Medine’den ayrıl” diye emretmişlerdi. İzin verirseniz, ben Medine’den gideyim dedi.
Hz. Osman müsaade buyurdular ve bir deve sürüsü ile, iki köle verdiler. Yetecek miktarda yiyecek ve hediyeler ile Medine-i Münevvereye yakınlarındaki (ebeze) adındaki köye gitmesini söylediler. Ailesi de Şam’dan buraya gönderildi. Ebû Zer Gıfâr hazretleri buraya bir mescit yaptırdı. Vefât edinceye kadar, gelenlere İslâm dînin öğretti. Adîs-i şerîfler rivâyet eyledi. Kalan ömrünü burada geçirdi ve orada da vefât etti.
“Bana elbise değil kefen lâzım”
Ebû Zer Gıfârî hazretlerinin yalnız, garip bir hayatı oldu. Hayatı gibi vefâtı pek garip oldu. Vefatına yakın hanımı, kendisinin doğru dürüst giyecek bir elbisesi ılmadığı için ona bir elbise aradığında, “Bana elbise değil kefen lâzım” deyip, Resûlullahın kendisine nasıl vefât edeceğini söylediğini bildirdi. “İyi bir haber var, yakında Resûlullaha kavuşacağım” ve “Ey ölüm çabuk gel ruhum Rabbime kavuşmak sevgisiyle çırpınıyor” dedi.
Sonra, kızı veya hanımına dönüp, “Dışarıdan gelen olup olmadığını” sordu. Dışarı çıkıp baktıklarında bir şey görünmediğini bildirdiler. Bunun üzerine “Vefât zamanım henüz gelmedi. Şimdi siz bir koyun kesip hazırlayın. Cenazemde sâlih bir topluluk bulunacak. Onlara ikrâm edersiniz. Yemeden gitmemelerini benim tenbih ettiğimi söylersiniz” buyurdu.
Arzusu yerine getirildi. Tekrar kızına veya hanımına dışarı çıkıp gelenlerin olup, olmadığına bakmasını isteyince, dışarı çıktılar. Uzaktan bir topluluğun gelmekte olduğunu görünce içeri grip haberi verdiler.
Bunun üzerine kendisinin kıbleye karşı çevrilmesin istedi. Kıbleye döndükten sonra Hz. Ebû Zer, “Bismillahi ve billahi ve alâ milleti Resûlullah” diyerek ruhunu Hak teâlâya teslim etti. Gelen misafirler karşılanıp Ebû Zer Gıfârî’nin vefât ettiği bildirildi.
Bunlar, “Böyle mübarek bir zâtın cenazesinde bulunmak, Allahü teâlanın bize hususi bir kerem ve lütfudur”, diyerek, Ebû Zer’i gasl, techiz ve tekfin edip namazını kıldılar ve defnettiler. Tam gitmek üzereyken, Ebû Zer Gıfârî size selâm etti, yemek yemeden gitmemenizi tenbih eyeldi diye bildirilince, hepsi oturup yemek yediler. Sonra durumu gidip halifeye bildirdiler. Ebû Zer vefât ettiğinde bir evi, üç koyunu ve birkaç keçisinden başka malı yoktu.
Ebû Zer Gıfârî hazretleri, Peygamberimizden bizzat işiterek ikiyüzseksenbir hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı şunlardır:
“Akıllı olan kimse zamanını üçe bölmeli, bir kısmını ibâdetle, bir kısmını nefis muhasebesi ile diğerini de öbür işlerini yapmakla geçirmelidir.”
“Nerede olursan ol takva üzerine bulun, Allahtan kork.”
“Eğer iyilik yapmaya gücün yetmiyorsa, hiç olmazsa kötülük etme bu da nefsin için verilmiş bir sadakadır.”
“Amellerinizin faydası kendinizedir”
Ebû Zer Gıfârî hazretlerinin rivâyet ettiği bir hadis-i kudsî şöyledir
Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ey kullarım! Şüphesiz zulüm kendime haram kıldım. Yani zulümden münezzehim. Bunu size de haram kıldım. Sakın kimseye zulüm etmeyin. Ey kullarım! Hepiniz, dalâlet, sapıklık üzere yaratıldınız. Yani din bilgilerini bilmiyordunuz. Ancak sizden hak yoluna hidayet ve imân etmeğe muvaffak eylediğim kimseler hidayete kavuştu, dalâletten kurtuldu. Benden hidayet isteyiniz, sizi hidayete kavuşturayım.”
“Ey benim kullarım hepiniz açtınız. Fadl ve keremimle sizleri yedirip içirip doyurdum. Benden yiyecek içecek talep ediniz ki size bunun sebeplerini ve yolunu kolaylaştırayım.”
“Ey benim kullarım hepiniz çıplaktınız, hepinizi ben giydirdim. Benden giyecek talep ediniz ki sizi giydireyim.
“Ey benim kullarım! Siz gece-gündüz kast ile hata edersiniz. Ben ise şirkden başka bütün günahları affediciyim. Bana istiğfar ediniz ki sizi mağfiret edeyim.”
“Ey benim kullarım! Şüphesiz siz bana hiçbir zarar veremezsiniz ve bana hiçbir fâide sağlayamazsınız. Ben bunlardan münezzeh ve müberrâyım. En ganiyy-i mutlakım siz de fakir-i mutlaksınız.”
“Ey benim kullarım! Eğer sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız, cinleriniz, takvânın en yüksek derecesinde olsa, benim mülkümde zerrece artış olmaz. Zühd ve takvânızın fâidesi yine sizedir.”
“Ey benim kullarım! Sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz insan ve cinleriniz, yani hepiniz en âsî bir kimse gibi hep, isyânkâr ve günâhkâr olsanız, benim mülkümden zerre eksilmez. Bunların zararı, ziyânı size ulaşır."
“Ey kullarım! Öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz, yeryüzünde biryerde el kaldırıp benden isterseniz, (Ben de dilersem), her istediğinizi veririm. Böylece benim mülkümden bir şey eksilmiş olmaz. İğne denize daldırıldığı zaman iğne denizden bir şey eksilir mi? Ucunda kıymetsiz bir yaşlık kalır.”
“Ey kullarım! Sizin amel ve ibadetlerinizi, her işinizi, ümi ezelîm ve hafaza meleklerim ile zapt ve hıfz ederim. Sonra işlerinizin karşılığını âhirette noksansız veririm. İşte bu şekilde her kim bir hayır işlerse, bana hamd-ü senâ eylesin. Bu da benim ihsânımdır. Bundan başka iş işleyenler de beni değil, kendi nefislerini kötülesinler. Zira kötülük işleyenler, irâde-i cüz’iyyeleri ile kendi nefslerine uyarak günah işliyorlar.”
En olgun mümin kimdir?
Ebû Zer Gıfârî hazretleri şöyle anlatmıştır: “Bir gün mescide girdim. Resûlullah yalnız oturuyordu. Ben de yanına oturup sordum: Yâ Resûlallah imân bakımından en kâmil mü’min hangisidir? “Ahlâkı en güzel olanıdır” buyurdu.
Dedim ki, Yâ Resûlallah mü’minlerin en emini kimdir? “İnsanlara elinden ve dilinden zarar gelmeyen kimsedir” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah en efdâl hicret hangisidir? “Günahlardan uzaklaşmaktır.” Buyurdu.
Sadakanın en efadli hangisidir? Yâ Resûlallah dedim. “Az da olsa fakirin gönlünü almak için verilendir.” Buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah, Allahü teâlânın indirdiği âyetler içinde en fazîletlisi hangisidir? “Âyet-el kürsîdir.” buyurdu.
Yâ Resûlallah bana nasihât et dedim. Buyurdu ki:
“Sana Allah’tan korkmayı tavsiye ederim. İşin başı budur.Sana Kur’ân-ı kerîmi okumayı tavsiye ederim. O senin için yeryüzünde nur, gökte meleklerin övgüsüdür. Çok gülmeyi terket, çok gülmek kalbi öldürür, yüzün nurunu giderir. Susmayı tercih et sadece hayır söyle, bu şeytanı senden uzaklaştırır dîne uymakta sana yardımcı olur. Miskinleri (fakirleri) sev onlarla bulun. Kendinden aşağı olanlara bak, senden üstün olanlara bakma, çünkü içinde bulunduğun hal senin için nimettir. Akrabanı ziyaret et, onlar seni ziyaret etmeselerde. Allahü teâlâya itâat et, kınayanların kınamasına aldırma. Acı da olsa Hakkı söyle!.”
Biraz daha istedim.” Sonra da elini göğsüme koydu ve şöyle buyurdu:
“Tedbir almak gibi akıllılık yoktur. Haramlardan el çekmek gibi vera yoktur. Güzel ahlâk gibi de soyluluk yoktur.” buyurdu.
Ebû Zer hazretleri buyurdu ki:
“Malının iki ortağı vardır. Biri semâvî âfetler, diğeri de vârisler. Şu hâlde eğer malından nüsibi enaz olan kimse olmak istemiyorsan ve buna gücün yetiyorsa, Allahü teâlâ’nın yolunda sarfet.”
“Fakir yani, ihtiyaç hali benim için zenginlikten ve hastalık da sıhhatli olmaktan daha sevgilidir.” Bu söz yüksek derecelerini göstermektedir. “İnsan ne kadar dünya malı toplarsa o kadar dünyaya düşkün olur.” “Yalnızlık kötü arkadaşla bulunmaktan iyidir. İyi arkadaşla beraber olmak da yalnızlıktan iyidir.” “En garip ve en çok muhtaç olduğun gün, kabre konduğun gündür.”
Örnek Kaynana 3
Örnek Kaynana-3
Salih 12 yaşına girmiş, ilkokulun beşinci sınıfına gitmektedir. Dersleri oldukça iyidir; ama öğretmeni, her derste dini hafife alıcı konuşmalar yapmaktadır. Yine bir gün dedi ki:
— Çocuklar, görülmeyen şeye inanmak ilme, fenne aykırıdır. Görülmeyen şey için, vardır denilemez. Onun için, görülmeyen şeyin var olduğunu söyleyenlere inanmayın!
Salih, öğretmenin bu sözlerle Allahü teâlâyı inkâr ettiğini anladı; ama annesinin nasihatini düşündü. Annesi, (Oğlum, her söylediğin doğru olmalı; ama her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir. Arkadaşının veya öğretmeninin hatası olabilir. Sakın münakaşa etme! Fitneye sebep olma! Köprüyü geçene kadar sabredenler, başarmıştır) demişti. Ne yapması gerekirdi?
Düşündü, bir karara varamadı. (Öğretmenim, senin aklını göremiyorum. O halde sende akıl yok) dese, hiç olmazdı. Ne demesi gerekirdi? Birden aklına bir şey geldi:
— Öğretmenim dedi.
— Söyle Salih!
— Öğretmenim, görülmeyen şey gerçekten yok mudur?
— Elbette yoktur. Şüphen mi var yoksa?
— Ama nasıl olur öğretmenim? Ben bir insanın ruhunu ve aklını göremiyorum. Ben bunları göremediğim için o kimsenin ruhsuz ve akılsız mı olması gerekir?
Salih, daha çok şeyler söyleyecekti; ama öğretmeni, (Tamam) diyerek konuşmayı kesip şöyle bir soru sordu:
— Salih, acaba bu yıl sınıfını geçebilecek misin?
— Derslerim iyi olduğuna göre...
— Onu sınavlar bilir.
Bir süre sonra öğretmen hastalandı. Yıl sonuna kadar derslere gelemedi. Sınavı diğer öğretmenler yaptığı için, Salih ilkokuldan mezun oldu. Öğretmeni hasta olmasaydı, belki biraz zor mezun olurdu.
Salih, yaz tatilinde Türkiye gazetesi satmaya başladı. Vapurdan çıkanlara, gazete diye bağırıyordu. Bu arada, Türkiye gazetesi hakkında yazılan bir şiiri de okuyordu:
Eşi dostu hemen uyar
Gel Türkiye Okuyalım
Kıymetini bilmez ağyar
Gel Türkiye Okuyalım
Zaman akıp gider iken
Evde sohbet eder iken
Dağda davar güder iken
Gel Türkiye Okuyalım
Gerçekleri görmek için,
İlme değer vermek için,
Sapıklığı yermek için
Gel Türkiye Okuyalım
Son verelim cehalete
Dur diyelim rezalete
Koşmalıyız fazilete
Gel Türkiye Okuyalım
Dinde verir nakle değer
Soylu fikir, doğru haber,
Çoluk çocuk hep beraber,
Gel Türkiye Okuyalım
Gösterelim biraz gayret
Etmeliyiz hakka davet
Demeliyiz hemen evet
Gel Türkiye Okuyalım
Köyden köye, ilden ile
Duyuralım dilden dile
Dolaşmalı elden ele
Gel Türkiye Okuyalım
Nurlanmalı bütün yüzler
Yayılmalı güzel sözler
Kapanmadan gören gözler
Gel Türkiye Okuyalım
İbret ile bakmak için
Selamete çıkmak için
Bir meşale yakmak için
Gel Türkiye Okuyalım
Köyden köye, ilden ile
Duyuralım dilden dile
Dolaştırıp elden ele
Gel Türkiye Okuyalım
Büyük nimet bu devirde
Şifa olur birçok derde
İnmemişken göze perde
Gel Türkiye Okuyalım
Gazetelerin hepsini satmadan dönmek istemediği için, eve hep geç geliyordu. Annesi ise, her gün merakla pencere önünde bekler, uykuları kaçardı.
Salih, geç kaldığı günler, (Ana gibi yâr olmaz) ilâhîsini okuyarak gelirdi:
Bebeğini avutur,
Ninni ile uyutur,
Kahır çeker unutur,
Beşik sallar uyumaz,
Ana gibi yâr olmaz.
Bakmaz öyle her lafa,
Evlâttan görse cefa,
Eksilmez onda vefa.
Kırılan kalp sarılmaz,
Ana gibi yâr olmaz.
Sitem etmez, gücenmez,
Hakkı çoktur, ödenmez,
Ona öf bile denmez.
Et tırnaktan ayrılmaz,
Ana gibi yâr olmaz.
Anneye çok hürmet var,
Rızasında Cennet var,
Ayağını öp yalvar!
İyiliği sayılmaz,
Ana gibi yâr olmaz.
Salih, gazete satmağa devam ederken TÜM-YIKIM isimli illegal bir örgütün militanlarıyla karşılaştı. Örgüt lideri, Salih’in gözü açık bir çocuk olduğunu anladı. Örgüte hizmet etmesi için cazip tekliflerde bulundu. Maksatlarının fakirlere yardım olduğunu söyledi. İtimadını kazanmak için Salih’in cebine yüz lira koydu. Yarın yine aynı yerde buluşmak üzere evlerine gönderdi.
Salih, bu militanları, az bir hizmete karşılık dolgun bir ücret verdikleri için, iyi, kalbili ve yardımsever insanlar olduklarını zannetti. Daha faydalı olabilmek için geceleri örgüt evinde yattı.
Salih, annesinin meraklanacağını bildiği için, ona bir mektup yazdı. Bir iki hafta gelemeyeceğini, emin bir yerde bulunduğunu ve merak etmemesini bildirdi.
Örgüt lideri, Salih’e bin lira verdi. Devrim gazetesini satmaya gönderdi. Arkasından da iki küçük militan göndererek, bin lirayı çalmalarını, bu mümkün olmazsa zorlamalarını söyledi. İki küçük militan, gazete almak bahanesiyle Salih’in yanına yaklaştılar. Paralarının bozuk olmadığını, parayı bozarak birer gazete vermesini söylediler. Salih cüzdanını çıkarınca küçük boylusu, para dolu cüzdanı alıp kaçtı. Diğeri de Salih’i tutarak arkadaşının kaçmasını sağladı.
Salih, olayı anlatmak için karakola giderken örgüt lideriyle karşılaştı. Durumu anlattı. Örgüt lideri polise gitmesine mani oldu. Bin lira daha vererek gazete satmasına devam etmesini söyledi.
Ertesi günü, gazetelerde şöyle bir acıklı haber çıktı:
“Sahildeki trafik kazasında 12–13 yaşlarında bir çocuk feci şekilde ezilerek tanınmaz hale gelmiştir. Üzerinde çıkan kimlikten Salih oğlu Salih Öksüz olduğu anlaşılmıştır.”
Bu haberi bütün gazeteler yazdığı gibi, radyo da söylemişti. Birkaç gündür meraktan gözlerine uyku girmeyen, hastalığı artan annesi haberi duyunca düşüp bayıldı. Komşu kadınlar su dökerek ayıltmaya çalıştılarsa da ayıltamadılar. Haseki Hastanesine kaldırdılar. Gerekli müdahalelerden sonra bir ara gözleri açılır gibi olduysa da hastalığı sebebiyle kendine gelemedi, (Salih, evlâdım) diye sayıklamaya başladı.
Doktorlar, kadının zayıf ve hasta olduğunu, oğlunun ölüm haberini duymasıyla büyük bir şok geçirdiğini, Allah’tan ümit kesilmez ama durumunun ağır olduğunu söylediler.
Öte taraftan gazetelerdeki trafik kazasını Salih de okudu, önce hayret etti. Sonra olayı anladı. Ölenin kendisinin cüzdanını çarpıp kaçan çocuk olduğunu, parayı alıp kaçarken arabanın altında kaldığını anladı. Cüzdanında kendi kimliği bulunduğu için haberdeki yanlışlığı fark etti.
Salih, örgüt liderine gazetedeki haberi gösterdi. Annesinin de okumuş olma ihtimaline karşı, evlerine gitmek için izin istedi. Örgüt lideri bu akşam da yatıp yarın gitmesini söyledi. Gece Salih’in cebindeki bütün paraları aldı. Sabah olunca Salih parasını bulamadı. Örgüt liderine durumu bildirdi. O da başka bir yerde düşürmüş olabileceğini söyledi. Salih, parayı gece yatarken yastığının altına koyduğunu söylemesi üzerine, (Bizi hırsızlıkla mı suçluyorsun?) diyerek feci bir dayak attı.
Salih ağlaya ağlaya eve gitti. Annesinin hastanede olduğunu öğrendi. Hastaneye gitti. Annesinin yanına girdi. Kadıncağız gözlerine inanamadı. Sevinçten tekrar bayıldı.
Annesi ayıldıktan sonra Salih’i kucakladı. Salih de bu acı tecrübelerden sonra, annesinin sözünden çıkmayacağına söz verdi. (Devamı Yarın)
Enes bin Mâlik hazretlerinin son sözleri
Enes bin Mâlik hazretlerinin son sözleri
Enes bin Mâlik hazretleri, Resûlullah efendimiz , Medine-i Münevvere’ye teşriflerinde 9-10 yaşlarında idi. Hemen vâlidesi annesi Ümm-i Süleym kendisini alıp, Resûlullah’ın huzur-u saâdetlerine getirdi. Hizmetlerine kabul buyurmasını istedi. “Yâ Resûlallah! Ensâr erkek ve kadınlarından sana hediye vermiyen kalmadı. Bu oğlumdan başka sana hediye verecek bir şeyim yok. Bunu al. Sana hizmet etsin” dedi. Validesinin bu isteği kabul buyuruldu. Bunun üzerine annesi: “Yâ Resûlallah! Şu hizmetçiniz Enes’e duâ buyurunuz” deyince, Resûlullah efendimiz de “Yâ Rabbi! Enes’in malını ve evlâdını mübârek ve yümünlü eyle, ömrünü uzun eyle, günahlarını af eyle” şeklinde duâ buyurdular.
Hz. Ebû Bekir devrinde, Bahreyn havâlisinin zekâtını tolamakla görevlendirimişti. Hz. Ebû Bekir’in vefâtında, Bahreyn’de bulunuyordu. Daha sonra Medine’ye geldi. Hz. Ömer’in zamanında Medine’de kaldı. Hz Ömer, onu, meşveret meclisine (Danışma kuruluna) aldı. Onun kıymetli tasiyelerinden istifâde eti.
Bu sırada Medine’de kaldığı müddetçe, fıkıh dersi vermekle meşgul oldu. Yine bu devirde Enes bin Mâlik , Toster’de yapılan muharebede elde edilen ganimetin ve Hz. Ömer’e gönderilme şartı ile teslim olmayı kabul eden İran ordusu kumandanı, Hürmüzan’ın, Medine’ye getirilme işini üzerine almıştı. Medine’den Basra’ya gitmiş, Hz. Ömer’in vefatını burada öğrenmiştir. Hz. Osman zamanında da Basra’da kalan Enes bin Mâlik fıkıh dersleri vermeye devam etti. Hz. Osman’ın vefâtını Medine’ye gelirken yolda öğrenmiştir. Enes , Hz. Ali’nin halifeliği zamanına yetiştiği gibi, Emevî halifelerinden bir kısmını da görmüştür.
Hz. Enes, zulme ve haksızlığa dâima karşı olmuştur. Bu konuda çekinmemiştir. Onun için Haccâc’ın yaptığı zulümleri görünce, Halife Abdülmelik’e şikâyette hiç tereddüd göstermemiştir. Buna rağmen, Haccâc, ona darılmamış, onun rızasını kazanmak için elinden gelen gayreti sarfetmiş ve derslerine de devam etmiştir.
Bu sırada Sahâbe-i kirâm’ın sayıları azaldığı için yaşayan Sahâbilerin kıymeti dahada artımştı. Halk, böyle mübârek zâtları arayıp buluyor, onların sohbetlerinden istifâde etmeye çalışıyorlardı. Çünki bunlar, bizzat Resûlullahı görüp, ruhlara gıdâ olan mübârek sözlerini, Onun mübârek ağzından dinlemişlerdi. Bu bakımdan herkes onlara gerekli hürmet ve saygıda kusur etmemeye gayret ediyorlardı.
Fıkıh ilmine büyük hizmeti oldu
Enes bin Mâlik hazretleri uzun ve bereketli bir ömür yaşamıştır. Basra’da vefâtına yakın hastalandı. Halk, gece-gündüz ziyâretine geldi ve yanında Bulundular. Basra’da vefât eden en son Sahâbe odur. Basra’ya 9-12 km. mesâfede bulunan Tat mevkiinde vefât etti. Muhammed bin Sîrîn tarafından gasl, techiz ve tekfini yapıldı. Vefât ettiği yere defnedildi. Vasiyeti üzerine, Resûlullah’ın saçlarından bir miktar kabrine kondu.
Hz. Enes bin Mâlik, Peygamber efendimizin uzun seneler hizmetinde bulunması sebebiyle Kur’ân-ı kerîmin tefsirini çok iyi öğrenmişti. Âyetlerin tefsirine dair bildirdiği rivâyetler tefsir kitaplarını süslemektedir.
Hz. Enes, Sahâbe-i kirâm arasında, Peygamber efendimizin hallerini, sözlerini ahlâkını, işlerini bildirme bakımından en önde gelenerinden idi. Dokuz yaşında Resûlullah’ın hizmetine başladı. Resûlullah’ın vefâtına kadar yanlarından hiç ayrılmadı. Peygamber efendimizden 2230 hadîs-i şerîf bildirdi. Hadîs rivâyetinde çok titiz davranırdı. Bu durumu talebelerine de ısrarla tavsiye ederdi. Bu bakımdan hadîs ilmine hizmeti büyüktür. Hadîs ilminn yayılmasında önde gelenlerdendir.
İlim öğrenmek gayesinde olanlar onun meclisine devam ederlerdi. O “Kâle Resûlullah”, (Resûlullah şöyle buyurdu) derken meclistekiler, derin bir huşû ve huzur içinde dinlerlerdi. Birçok yerde ilim halkası kurmuştu. Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Basra, Kûfe ve Şam, ders verdiği mühim merkezlerdi. Zamanın haliesi bile onun derslerine gelmeyi gönülden arzu ederdi.
Her yönden bereketli ve çok mübârek bir zât idi. Bu da, Resûl-i Ekrem’in duâlarının bereketiyle idi. Onun ilim deryasından istifâde edenler çoktur. Hasen-i Basrî, Sleyman Teymî, Ebû Kulâbe, Ebû Bekir bin Abdullah el-Müzenî bunlar arasındadır.
Enes bin Mâlik’in, hadîs ve tefsir ilminde olduğu gibi, fıkıh ilminde de büyük hizmeti olmuştur. Müstakil bir eser teşkil edecek kadar, fetvâ ve ictihadları vardır. Hz. Enes ile Muhtar bin Fülgül arasındaki konuşma ve Muhtara verdiği cevabın İslâm Hukuku’nda mühim bir yeri vardır.
Hz.Enes’e : “Resûl-i Ekrem’in nehyettiği (yasak ettiği) içkiler nelerdir? diye soruldu. Hz. Enes cevaben Resûl-i Ekrem’in “Her sarhoş eden şey harâmdır” buyurduğunu söyledi. Bunun üzerine şöyle soruldu: Doğru söylüyorsun. Sarhoş olmak haramdır. Bir iki yudumluk bir şey içmek hakkında ne dersin” Hz.Enes, “Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır” cevabını verdi.
“Kolaylaştırınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.”
Enes bin Mâlik hazretleri yüksek bir ahlâka sâhipti. Son derece nâzik, güzel sözlü ve güler yüzlü idi. Resûlullah’ı çok sever, sünnete uymaya çok dikkat ederdi.Sabah namazının vakti girmeden önce uyanır, Mescid-i Nebeviye gider, Resûl-i Ekrem’e hizmet için can atardı. Resûlullah’ın sesini duymak ve Onah izmet, onun için en büyük sürür ve neş’e kaynağı idi. Resûl-i Ekrem de onun hakkında iyilikle bahsedip, yaptığı hizmetlerden dolayı duâ buyururlardı.
Resûlullah’ın âhirete teşriflerinden sonra, verdiği derslerde Resulullah’ın devrini, tekrar o günleri yaşar gibi, neş’e ve zevkle anlatır, talebeler üzerinde büyük tesir uyandırırdı. Bu yüzden talebelerinde Resûlullah’ın sevgisi apaçık görülürdü. Enes bin Mâlik Emr-i bil-Ma’rufa (iyiliği emretmek) son derece ehemmiyet verirdi. Çünkü bu ümmeti, en hayırlı ümmet yapan sıfat budur, ya’nî, iyiliği emredip, kötülüğe mâni olmak.
Enes bin Mâlik yakışıklı ve nûrânî idi. Servet sâhibi olduğu halde, çok sade bir hayat yaşadı. Dünya zînet (süs) ve lezzetine, dünyâlığa ehemmiyet vermedi. Fakirleri ve yoksulları gözetir, onlara gerekli yardımda bulunurdu. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendisi temin ederdi. Resûlullah’a olan sevgisini her fırsatta dile getirirdi.
Peygamber efendimiz , Enes bin Mâlik hakkında şöyle buyurdular:
“Ey Enes, bir iş yapmak istediğin vakit, yedi defa Rabbine istihâre et. Sonra kalbinin meylettiği tarafı yap. Hayır ondadır.”
“Ey Enes, biliyor musun, mağfireti (bağışlamayı) gerektiren hususlardan biri de, müslüman kardeşini sevindirmendir. Onun üzüntüsünü giderirsin, yahut içini rahatlatırsın, yahut ona bir mal verirsin veya borcunu ödersin, yahut kendisi olmadığı zaman, çoluk çocuğuna göz kulak olursun.”
Enes bin Mâlik’in bizzat Resûl-i Ekrem efendimizden rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı aşağıdadır:
“Kolaylaştırınız, (zorlaştırmayınız) güçleşdirmeyiniz, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.”
“Herhangi biriniz kendi nefsi için istediğini, müslüman kardeşi için de istemedikçe gerçek mü’min olamaz.”
“Birbirinize buğz etmeyiniz, hased etmeyiniz (kıskanmayınız) birbirinize sırt çevirmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz. Bir müslüman için kardeşini üç günden fazla terk etmek (küsmek) helâl olmaz.”
Hesabı sorulmayan dört şey!
Enes bin Malik’in rivayet ettiği Hadis-i şerifler:
“Şu dört şeyin sarf edilmesinden, kul kıyâmet gününde hesaba çekilmez. Bunlar: Ana, babasına sarf ettiği, iftar için sarf ettiği, sahur için sarf ettiği, çoluk-çocuğu için sarf ettiği nafakalardır.”
“Sizden bir kimse başına gelen bir musîbetten dolayı ölümü istemesin. Ölümü isteyecek kadar sıkıntılı bir durum içerisine d üşmüş olanlar, Yâ Rabbi! Hayat hakkımda hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, yoksa, ruhumu kabzeyle, desin.”
“Kim Allahü teâlâya kavuşmak isterse, Allahü teâlâ da ona kavuşmak ister. Kim bunu istemezse, Allahü teâlâ da istemez.” Bunun üzerine biz, Yâ Resûlallah, hepimiz ölümü istemeyiz, dedik. Resûlullah şöyle cevap verdiler: “Bu ölümü istememek değil, mü’min dünyadan ayrılacağı zaman, âkıbetinin iyi olacağına dair müjdeler kendisine verilir, böylece Allahü teâlaya kavuşmak ister. Bu kavuşma, onun en çok istediği şeydir. Fakat kâfir ve fâcir son nefesinde, sonunun iyi olmadığını görür ve cenâb-ı Hakka kavuşmağı istemez. Allahü teâlâ da ona kavuşmayı istemez.”
“Kendisinde şu üç sıfat bulunan imânın tadını duyar: Allahü teâlâ ve Resûlünü başkalarından daha çok sevmek, sevdiğini Allah için sevmek, küfürden kurtulup hidâyete kavuştuktan sonra, ateşe atılmayı ne kadar istemezse, küfre dönmeyi de o derecede kerih ve kötü görmek.”
“Kıyamet günü bir komşu diğer komşuyu yakalar, onu salıvermez ve şöyle der: “Yâ Rabbi! Sen buna çok ihsanda bulundun. Bana ise az verdin. En aç idim. O tok olarak uyudu. On: “Bana kapısını niçin kapadığını, kendisine verdiğin rızıktan beni niçin mahrûm ettiğini sor der.”
“Bir kimse dünyada ipekli elbise giyerse, ahirette giyemez.”
“Mi’raca çıktığım gece, dudakları makasla kırpılan bazı kimseler gördüm. Cebrâile, bunların, kimler olduğunu sordum. Cebrâil “Bunlar, ümmetinden, herkese, iyiliği emredip, kendilerini unutan ve Kur’ân-ı kerîmi okuyup da ona uymıyan, onunla amel etmeyenlerdir, cevabını verdi.”
“Allahü teâlâ, bütün insanlar arasında beni seçti, ayırdı. İnsanların en iyisini bana Eshâb olarak seçti. Bunların arasından da, bana akraba ve yardımcı olarak en üstünlerini ayırdı. Bir kimse beni sevdiği için bunlara hürmet ederse, Allahü teâlâ onuh her tehlikeden korur. Onlara hakâret ederek beni incitenleri de incitir.”
Enes bin Mâlik’e nasihatleri
Resûlullah’ın, Enes bin Mâlik’e nasihatleri:
“Ey oğul! Elinden geldiği kadar abdestli ol. Çünki kim abdestli olarak ölürse ona şehidlik sevâbı verilir.”
“Ey oğul! Kimse hakkında kötülük belemeden sabahlamaya ve akşamlamağa çalış. Bunu başarırsan, hesabın çok kolay olur.”
“Müslümanlardan büyüklere hürmet, küçüklerine merhamet et.”
Hz. Katâde, Hz. Enes’e, Resûlullah’ın en çok yaptıkları duânınne olduğunu sorunca, “Allahümme Rabbenâ âtina fiddünyâ haseneten ve fil âhıreti haseneten ve kınâ azâbennâr” duâsını çok okuduklarını bildirdi. Katâde , Hz. Enes’in duâ edeceği zaman, bununla duâ ettiğini veya duasına, bu duâyı da ilâve ettiğini nakleder.
Enes buyurur ki: Bir gün bir A’rabî, Resûl-i Ekrem’e gelip, “Yâ Resûlallah! Kıyâmet ne zaman kopacak? Diye sormuştu. Bu sırada ikâmet okunduğu için, Resûlullah cevap vermeden namaza durmuşlardı. Namazdan sonra, kıyâmeti soranın nerede olduğunu sordular. A’rabî, “Benim Yâ Resûlallah” dedi. Resûl-i Ekrem ona kıyâmet için ne hazırladığını sordu. A’rabî, fazla bir hazırlığı olmadığını, ancak Allahü teâlâ ve Resûlünü sevdiğini, söyleyince, Resûlullah “Kişi sevdikleri ile beraberdir” cevabını verdi. Eshâb-ı kirâm bu mübârek hadîsi işitince çok sevinmişler, buna sevindikleri kadar başka bir şeye sevinmemişlerdir.
“Üç şey ölünün peşinden kabre kadar gider. Çoluk çocuğu, malı ve ameli. Bunlardan, ailesi ve malı döner. Onunla sadece ameli kalır.”
Peygamber efendimizin zevcelerinin birine üç kişi gelip, Peygamber efendimizin ibâdetini sordular. Ne kadar yaptığını öğrendikleri zaman, bunu az gördüler. “Peygamberin yanında biz neyiz? Onun geçmiş ve gelecek bütün günâhları bağışlanmıştır” dediler. Bunlardan birisi, “Devamlı bütün gece namaz kılacaım.” dedi. Diğeri, “ömrüm boyunca oruç tutacağım hiç oruçsuz olmayacağım” dedi. Üçüncüsü ise, “Kadınlardan uzak kalacağım, hiç evlenmiyeceğim” dedi. Bu sırada Peygamber efendimiz teşrif buyurdular: “Şöyle şöyle diyenler, sizler misiniz? Bakınız! Allahü teâlâya yemin ederim ki, Allahü teâlâdan en çok korkanınız ve ona karşı gelmekten en fazla sakınananız benim. Buna rağmen, bazen oruç tutuyorum, bazen tutmuyorum. Namaz kılıyorum, uyuyorum. Kadınlarla evleniyorum. Kim, benim sünnetimden yüz çevirirse, o kimse benden değildir.”
“Zalim, mazlum herkese yardım edin!”
Hz. Enes bin Malik’in bildirdiği hadis-i şerifler:
Peygamber efendimiz “İster zâlim olsun, ister mazlum olsun, mü’min kardeşinize yardım ediniz” buyurdu. Eshâb’dan birisi: “Yâ Resûlallah! Mazlum olan kimseye yardım ederim fakat zâlime nasıl yardım edebilirim? dedi. Resûlullah efendimiz, “Zâlimi, zulüm yapmaktan alıkorsun, işte bu ona yardımdır.” buyurdular.
Bir gün Resûlullah benzerini hiç duymadığım bir hutbe okudular: “Eğer, siz benim bildirdiklerimi bilmiş olsaydınız, herhalde az güler, çok ağlardınız” buyurdu. Bunun üzerine, Resûlullah’ın eshâbı yüzlerini kapayarak ağladılar.”
“Kâfir bir iyilik yaptığı zaman, ona karşı dünyalık verilir. Fakat mü’mine gelince, Allahü teâlâ, onun iyiliklerini âhirete saklar. Dünyada da taatına göre rızık verilir.”
Resûlullah buyurdu: “Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Ey Âdemoğlu! Sen bana duâ edip, benden istediğin müddetçe, sende bulunan günahları bağışlarım. Onların çokluğuna ve ağırlığına bakmam. Ey Âdemoğlu! Günahların yerle göka rasını dolduracak kadar bile olsa, fakat benden günahlarının bağışlanmasını istesen (istiğfar etsen) senin bu günahlarını bağışlarım. Ey Âdemoğlu! Yeryüzünü dolduracak günahlarla huzuruma gelsen, şirk koşmadan bana kavuşsan, yeryüzünü dolduracak bir mağfiret ve af ile seni bağışlarım.”
Resûlullah’ın yanında iki kişi aksırdı. Birine, “Allah sana merhâmet eylesin” buyurduğu halde, diğerine bu mukâbelede bulunmadı. Yâ Resûlullah, allah’dan, buna rahmet diledin, niçin öbürüne dilemedin denilince, “Bu Allahü teâlâya hamd etti (Elhamdülillah dedi) öbürü ise hamd etmedi” buyurdu.
Hz. Enes bin Mâlik buyurdu ki: “Üç sınıf insan, hesap gününde allahü teâlânın rahmetine kavuşur:
1. Akrabasını ziyaret eden.
2. Kocası ölüp yetimlerle kalan ve ölünceye kadar onlara bakan kadın.
3. Ziyafet sofrası kurulup, yetimleri ve kimsesizleri davet eden kimse.”
Enes bin Mâlik hazretleri: “Bismillâhirrahmânirrahîm ve lâhavle ve lâ-kuvvete illâ billâhil” aliyyil’azîm” okumanın sinir hastalığına ve bütün hastalıklara iyi geldiğini haber vermiştir.
8 Temmuz 2013 Pazartesi
Ebû Said-i Hudri hazretlerinin son sözleri
Ebû Said-i Hudri hazretlerinin son sözleri
Ebû Said’i Hudri hazretleri Eshab-ı kiramın meşhurlarındandır. Babası Hz. Malik bin Sinan da Uhud gazâsında, Resûlullah efendimiz yaralanınca, mübarek yanaklarından akan kanı emmekle şereflenmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz, Hz. Malik için: “Kanım, kanıma dokunan, karışan kişiye Cehennem ateşi dokunmaz.” buyurdu. Babası Malik bin Sinan bu savaşta şehid oldu.
Uhud gazâsından dönüşte Peygamberimizi nasıl karşıladıklarını Ebû Said’i Hudri şöyle anlatmıştır: “Annem ile birlikte Peygamber efendimizi karşılamağa, O’nun mübarek cemâlini görmeğe gittiğimizde, babamın şehid olmakla şereflendiğini öğrenmiştik.
Peygamberimize bakarken O da bizi gördü. Bana buyurdu ki: “Sen, Sa’d bin Malik misin?” Ben de: “Evet babam, anam sana feda olsun. Yâ Resûlallah” dedim. At üzerinde idi yanına yaklaştım, mübarek dizlerinden öpmekle şereflendim. Bana: “Allahü teâlâ, babana ecrini versin” buyurdular.
Babasının şehâdetiyle evin bütün yükü Hz. Ebû Said’in omuzlarına yüklendi. Evin geçimini sağlıyacak kimse olmadığı için, ailesi ibr hayli sıkıntıya düştü. Annesi ile çoksabırlı olduklarından dertlerini sıkıntılarını kimseye söylemezlerdi. Aç kaldıkları zaman karınlarına taş bağlayarak, açlıklarını gidermeye çalışırlardı.
Bir gün annesi dayanamamış: “Evlâdım, Resûlullah efendimiz kendisine başvuranları hiç geri çevirmiyor, onlara yiyecek bir şey bulup veriyor. Sen de git, belki hakkımızda hayırlı olur" diyerek Ebû Said’i, Resûlullaha gönderdi.
Resulullah efendimiz Eshabına nasihat veriyordu. Oturup dinlemeğe başladı. Bir ara Resûlullah efendimiz, “Kim Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirir ve her şeyi Allahü teâlâdan beklerse, Allahü teâlâ onu, ganî eyler, zengin kılar. Sabırdan üstün bir rızık yoktur. Eğer sabra razı değilseniz isteyiniz vereyim” buyurdu.
Bu mübarek sözleri işiten Hz. Ebû Said’i Hudri, Peygamber efendimizden bir şey isteyemedi. Eve gelip durumu annesine olduğu gibi anlattı. Ebû Said’i Hudri’nin bu hareketinden sonra işleri yolunda gitti. Medine’nin en zenginlerinden oldu.
Ebû Said’i Hudri buyuruyor ki, Peygamber efendimiz, neşelenip eğlenen bazı insanları görünce buyurdu ki “Eğer ölümü düşünseydiniz, lezzetler size tatsız gelirdi ve bulunduğunuz şu halden ayrılırdınız.”
Hz. Ebû Said’i Hudri hazretleri, doğru bildiği bir hususu söylemekten çekinmezdi. Çok cesur, fedâkâr ve sabırlı bir zât idi. Temiz ve sade bir yaşayışı vardı. Böyle olmayı severdi. Muhtaç olanlara yardım eder, onları evine alıp terbiye ederdi.
Peygamber efendimizin âhirete irtihalinden sonra her türlü fitneden uzak olmaya çalıştıysa da bozuk fırkalardan Haricilerle yapılan Nehrevan harbine katıldı.
Bu savaştan sonra Sevgili Peygamberimiz ile beraber olduğu günlerdeki bir hadiseyi hatırladı. Bir gün, Peygamberimiz Eshâbına, bir şeyler taksim ediyorlardı. Bir adam gelip: “Yâ Resûlallah! Adalet üzere hareket et” dedi. Peygamber efendimiz de: “Ben adalet etmezsem, kim eder?” buyurdu. Bu hadise esnasında Hz. Ömer de orada idi. Bu adama çok kızdı ve
Resûlullaha dönerek: “Yâ Resûlallah! Müsâde buyurursanız, şu adamın kellesini uçurayım” dedi. Resûl-i ona dönerek: “Hayır, bırak. Onun bir takım arkadaşları olacak ki onlar sizin namazlarınızı, oruçlarınızı beğenmiyecek. Fakat onlar, bir ok, yayından nasıl çıkarsa, dinden öyle çıkacaklardır. Bunların içinde öyle bir adam bulunacak ki, memelerinden biri kadın memesi gibidir. Bunlar, insanlar fetret devrinde iken zuhur edeceklerdir.” (meydana çıkacaklardır) buyurdukları sırada, “İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, sen zekâtı dağıtırken seni kaşla gözle muaheze ederler” âyet-i kerîmesi nazil oldu. Hz. Ebû Said’i Hudri, “Ben, Peygamberimizin işaret buyurduğu bu adamı, Hz. Ali’nin öldürdüğünü gördüm. Bu adam aynen Peygamberimizin tarif ettiği gibiydi.” buyurdu.
Hak ve hakikati müdafaa etmek hakkında duymuş olduğu bir hadîs-i şerîfi hemen her yerde rivayet ederdi. Fakat, “Hak ve hakikate hizmette kusur ederim” endişesiyle ağlardı. Rivayet ettiği, herkes tarafından tanınmış olan bir hadîs-i şerîfde Peygamberimiz buyurdular ki: “İçinizden biri, bir münkeri (yasak edileni) görürse ve ona eliyle mani olabilirse, hemen ona mani olsun. Eliyle mani olamazsa diliyle, dili ile de mani olamazsa onu kalbiyle yapsın. Bu da imânın en zayıfıdır.”
Hz. Ebû Said’i Hudri anlatıyor: “Resûlullahın huzuruna gittim. Kadife ile örtünmüş idi. Sıtma harareti o kadifeden çıkıp, his olunurdu. Elimizi, mübarek bedenine koyamazdık. Hayret ettik. Peygamberimiz buyurdu ki: “En şiddetli sıkıntı Peygamberlere olur. Ama peygamberlerin sıkıntılara sevinmesi, sizin ihsanlara sevinmenizden fazladır.”
“Kullarımı nasıl buldunuz?”
Ebû Said’i Hudri hazretleri, hadîs-i şerîf ve fıkıh ilimlerinde çok üstün derecelere sahipti. 1170 adet hadîs-i şerîf rivayet etmiştir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şöyle:
“İnsanların yaptıklarını yazan meleklerden başka meleklerde vardır. Yollarda, sokak başlarında dolaşırlar. Allahü teâlâyı zikredenleri ararlar. Zikredenleri bulunca, birbirlerine seslenirler: “Buraya geliniz, buraya geliniz derler.” Kanadları ile, onları sararlar. O kadar çokdurlar ki, göke varırlar. Kullarının her işini bilici olan Allahü teâlâ, meleklere sorarak: (Kullarımı nasıl buldunuz?) buyurur. (Yâ Rabbî! Sana hamd ve senâ ediyorlar ve senin büyüklüğünü söylüyorlar) derler. (Onlar beni gördüler mi?) buyurur. (Hayır görmediler) derler. (Görselerdi nasıl olurlardı?) buyurur. (Daha çok hamd ederlerdi ve daha çok tesbih ederlerdi ve daha çok tekbir söylerlerdi) derler. (Onlar benden ne istiyorlar?) buyurur. (Yâ Rabbi! Cennetini istiyorlar) derler. (Onlar Cenneti gördüler mi?) buyurur. (Görmediler) derler. (Görselerdi nasıl olurlardı?) buyurur. (Daha çok yalvarırlardı, daha çok isterlerdi. Yâ Rabbî! Bu kulların Cehennemden korkuyorlar. Sana sığınıyorlar) derler. Allahü tealâ; (Onlar Cehennemi gördüler mi?) buyurur. (Hayır görmediler) derler. (Görselerdi nasıl olurlardı?) buyurur. (Görselerdi daha çok yalvarırlardı ve ondan kurtulmak yoluna daha çok sarılırlardı) derler. Allahü teâlâ, meleklere: (Şahid olunuz ki onların hepsini affeyledim) buyurur. (Yâ Rabbî o zikredenlerin yanında, filan kimse zikir etmek için gelmemişti. Dünya çıkarı için gelmişti) derler. (Onlar benim misafirlerimdir. Beni zikredenlerle beraberim. Onların yanında bulunanlar da, zarar etmezler) buyurur.”
“Bir kimse, hoşlandığı bir rüya görürse, o, Allah’tandır. Allah’a hamdetsin. Onu sevdiği kimseye anlatsın. Sevmediği bir rüya görürse, o da şeytandandır. Şeytanın şerrinden Allah’a sığınsın. Bu rüyasını da hiç kimseye anlatmasın. Böyle yaparsa, görmüş olduğu kötü rüya kendisine zarar vermez.” “Merhamet etmiyene merhamet olunmaz.”
“İki huy vardır ki, bir mü’minde bulunmazlar. Biri cimrilik, diğeri de kötü ahlaktır.”
“Hastaları ziyaret ediniz, cenazeleri de takip ediniz. Bu size ahireti hatırlatır.”
Bir rivayete göre; Hz. Ebû Said’i Hudri, İstanbul’un fethi için gelen asker arasında idi. Düşmanlarla çarpışırken Edirnekapı civarında şehid oldu. Kabrini, Fatih Sultan Mehmed Han’ın hocası Akşemseddin hazretleri keşfetti. Kabri, eskiden kilise olup, camiye çevrilen Kariye Camiinin bahçesindedir. Bir rivayete göre de; 74 (m. 693) senesinde bir Cuma günü vefat etti. Medine’de Baki kabristanına defnedildi.
“Size günahı emredene itaat etmeyiniz.”
Alkame bin Muhrez’in emri altında küçük bir sefere çıkılmıştı. Bu seferi Hz. Ebû Said’i Hudrî şöyle anlattı: “Resûlullah Alkame’yi bir sefere göndermişti. Ben de seferde bulundum. Hedefe yaklaştığımız sırada, kumandanımız askeri ikiye ayırdı. Bir kısmını Abdullah bin Huzafe’ye verdi. Ben de onunla birlikte idim.
Abdullah bin Huzafe Bedir gazasına katılmış kahramanlardan olup, çok şakacı bir kimseydi. Yolda bir yerde, dinlenme molası verildi. Ateş yakıldı. Kimimiz ateşle ısınıyor, kimimiz de ateşte bazı işlerimizi göryorduk. Bir ara Hz. Abdullah askerlere dedi ki: “Sizler bana itaat etmekle vazifelisiniz, öyle değil mi?” Onlar da: “Evet” dediler. Hz. Abdullah: “Öyleyse her
dediğimi yapmalısınız”, deyince, onlar da: “Elbette yaparız” dediler. Hz. Abdullah: “Şimdi size emrediyorum. Hepiniz bu yanan ateşe giriniz” dedi.
Bunun üzerine, askerlerin çoğu hemen yerlerinden kalkıp ateşe atılmaya hazırlandılar. Hz. Abdullah, yerlerinden kalkan bu askerlerin emre itaatteki gayretlerini görüp çok sevindi ve buyurdu ik: “Durunuz! Ben sizin itaatinizi denemek için böyle söyledim.” dedi. Bu seferden dönüşte, bu ateş hadisesini Peygamber efendimize anlattık. Buyurdular ki: “Size bir günahı emredene itaat etmeyiniz.” Rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şu:
“Sizden evvelkiler içinde bir adam vardı. Doksandokuz kişi öldürmüştü. Sonra (Dünyanın en büyük âlimi kimdir) diye soruşturdu. Ona bir rahib gösterildi. Bunun üzerine rahibin yanına gitti. (Doksandokuz adam öldürdüm, tevbe etsem olur mu?) diye sordu. Rahip: (Tevben kabul olunmaz) dedi. Bunun üzerine o adam, rahibi de öldürdü. Onunla yüzü doldurdu. Sonra yer yüzü halkının en büyük âlimini sorup araştırdı. Ona âlim bir kimseyi tavsiye ettiler. Âlime sordu. (Yüz adam öldürdüm. Tevbe etsem kabûl olur mu?) Âlim: “Evet, senin tevbe etmene kim engel olabilir? Filan yere git, orada Allahü teâlâya ibadetle meşgul olan insanlar vardır. Onlarla beraber Allahü teâlâya ibadet et. Memleketine dönme. Zira orası fena bir yerdir) dedi.
Bunun üzerine adam yola çıktı. Yarı yola vardığında öldü. Rahmet melekleri ile azab melekleri bu adam hakkında münâkaşa ettiler. Rahmet melekleri (Bu adam candan tevbe ederek geldi.) dediler. Azab melekleri, (Bu adam hiçbir iyilik işlememiştir) dediler. Bunun üzerine insan kıyafetinde bir melek bunların yanına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Melek şöyle dedi: (İki taraftaki mesafeyi mukayese ediniz. Hangi tarafa daha yakın ise adam o tarafındır.) Mesafeyi ölçtüler. Adamı varacağı yere daha yakın buldular. Bundan dolayı onu rahmet melekleri aldılar.”
Örnek Kaynana 2
Örnek Kaynana-2
Saliha, görümceden kurtulmuştu. Bu arada, eve bir gelin daha gelmişti. Saliha, işleri yeni gelen gelinle yapacağı için, rahatlayacağını düşünüyordu. Kaynanası daha çok mu yaşayacaktı? Bilemiyordu. Ne olursa olsun, sıkıntılara metanetle sabretmesini becerebiliyordu. Elektriği söndürmeyi başkası unutsa bile, Saliha kendi üzerine alıyor, (Bir daha unutmam anne) diyordu.
Komşular, kaynananın geçimsizliğini biliyorlardı. Bir gün, bu komşulardan biri gelerek, Saliha’nın yarasını deşmek istedi. Kendi kaynanasının geçimsizliklerini anlattı. Ağzının payını verdiğini bildirdi. Saliha, bu kadına dedi ki:
— Sizin kaynananız kötü olabilir. Ama benimki kötü değildir. Ben bu eve kavga etmeye, kaynanamın ağzının payını vermeye gelmedim. Büyüklerime hürmetim çoktur. Ben kaynanamı severim. O ne söylerse, benim iyiliğim için söyler.
— Yoo, kızım yanlış anladın beni. Ben kendi kaynanamın huysuzluğunu söylemek istiyordum.
— Sizin kaynananızın huysuzluğu beni ne ilgilendirir? Hem gıybet ediyorsun.
— Ne münasebet, ben olanları söylüyorum.
— Zaten olanları söylemek gıybettir. Olmayanı söylemek ise iftiradır. Gıybet de iftira da büyük günahtır.
* * *
Yeni gelen gelin, yani Saliha’nın eltisi Pakize, hiç uysal görünmüyordu. Kaynanasının verdiği işleri istemeyerek, mırın kırın ederek yapıyordu.
Saliha, birlikte görülmesi gereken işleri bile, tek başına kalkıp yapıyordu. Evi o süpürüyor, bulaşıkları o yıkıyor, yemeği o pişiriyordu. Kaynana, bu durum karşısında iki gelinini çağırarak dedi ki:
— İşlerimiz müşterektir. Mesela bulaşık mı yıkanacak, bir gün Saliha, bir gün Pakize.
Saliha hemen atıldı:
— Peki anne, dedi. Bugün ben başlayayım.
Her gün o başlıyordu. Nedense hiç Pakize’ye sıra gelmiyordu. Kaynana bu işten hiç memnun değildi. Pakize’yi çağırdı:
— Kızım şu işi yap, dedi.
Pakize sert karşılık verdi:
— Yapacağım işi senden öğrenecek değilim.
— Kendi işini kendin yap kızım. Sen bu eve niçin geldin?
— Kaynanama hizmetçi olmak için gelmedim.
Saliha, hemen atıldı:
— Anne ben yaparım. Tartışmaya gerek yok.
Görülmesi gereken işleri gördü. Kaynanası olmadığı bir zaman, Pakize’ye bir abla nasihati vermek istedi.
— Kardeşim, bak, dedi. Bugün az kalsın kaynananla kavga ediyordun.
— Ederim n’olacak? Gerekirse dayak da atarım.
— Geçimsizlik her kişinin kârıdır. İyi geçinmek, er kişinin kârıdır. Kimse bize geçimsiz demesin! O bizim annemiz, bize ne söylese haklıdır. Bizim iyiliğimiz için söyler.
— O benim annem değil, kaynanam.
— İyilik istiyorsan, anne diyeceksin, onu anne bileceksin.
— Anne falan bilmem. Kendimi onun kölesi yapmam. Sonra sana ne oluyor? Benim işime karışma! Sen de bu evde iş yapmayacaksın. Anne dediğin karı yapsın işleri. Eğer bir iş yapmaya kalk, eşek sudan gelinceye kadar sana dayak atarım.
Saliha’dan biraz daha iri vücutlu olduğu için onu haklayacağını zannediyordu. Saliha, oradan ayrılıp, iş yapmaya koyulunca, Pakize arkadan iki tekme vurup, Saliha’nın saçını çekmeye başladı. Saliha, Pakize’nin midesine bir yumruk vurdu. Pakize âdeta nakavt olmuştu. Sesi soluğu kesilmişti. Pakize ayılınca, Saliha dedi ki:
— Pakize seni affettim. Sakın bir daha böyle bir şey yapayım deme! Seni doğduğuna pişman ederim.
Pakize, gücü yetmeyeceğini iyice anlamıştı. Ama mağlubiyetini hazmedemiyordu. Bir fırsatını bulsa, başına taş atacaktı.
İki gelinin kavgası üzerine evleri ayırmaya karar vermişlerdi. Tam bu sırada, Saliha’nın kocası, İstanbul-Ankara yolunda geçirdiği bir trafik kazasında öldü. Saliha genç yaşında, hamile olarak dul kaldı. Kocasından kendine düşen bir evde, yalnız olarak yaşamaya başladı. Dikiş dikerek geçimini sağlamaya çalışıyordu.
Sonra, Saliha’nın bir oğlu dünyaya geldi. Adını Salih koydular. Salih, ölen babasının adıydı. Annesi Salih’e çok itina göstererek bakıyordu. Mümkün mertebe çocuğuna abdestsiz süt vermiyordu. Hep besmele ile süt veriyordu. Besmeleyle yatırıyor, besmeleyle kaldırıyordu. Biricik çocuğuna helâl süt vermek için çok gayret gösteriyordu.
Pakize ise dövüşerek, çekişerek, kaynanasıyla geçinip gidiyorlardı. Pakize, kendisi gibi olan gelinlerle, kaynanalarını çekiştirip duruyorlardı. Kaynanasından şikâyet ediyordu:
— Kaynanam üç yıldan beri bizde oturuyor. Tahammülüm kalmadı.
Komşu gelin tavsiyede bulundu:
— Kendisine söyle, evi terk etsin!
— Nasıl söyleyebilirim, ev kaynanamın.
Komşu kadın:
— Eltim, kaynanamın kaza geçirdiğini söyledi. Ben de ne oldu diye sordum. Duvardaki saat az daha başına düşüyormuş. Eltime, (O saati ben bilirim her zaman geç kalır) dedim.
Diğer kadınlar gülüşmeye başladılar. Pakize dedi ki:
— Pastacıların gelini, kaynanasını o kadar çok seviyormuş ki, bileziklerini satmış. Kaynanasına hac parası olarak vermiş.
Helvacıların gelini söze karıştı:
— Siz işin iç yüzünü bilmiyorsunuz. Kaynanası devamlı, (Kâbe’yi görmeden Allah canımı almasın) diyormuş. Gelin de, kaynanasının duası kabul olursa, diye bileziklerini hediye etmiş. Ümit dünyası!
Pakize anlamıştı:
— Demek kaynanasının ölmesi için bileziklerini vermiş öyle mi?
Tekrar gülüşmeler duyuldu.
Pakize konuşmaya başladı:
— Zülfiye ablanın sütçü beygiri, kaynanasını teperek öldürmüş. Ama kadıncağızın cenazesine epey gelin gitmiş. Sebebi ne olabilir ki?
Helvacıların gelini söze karıştı:
— Ben biliyorum. Zülfiye ablayı kandırıp beygiri satın almak istedikleri için gelmişler. Onların ki de ümit dünyası işte!
Yine gülüşmeler duyuldu.
Pakize yine konuşmaya başladı:
— Kaynanamın yüzünden kocamla kavga ettim. Annemin yanına dönmekle onu tehdit ettim.
Helvacıların gelini söz aldı:
— Nasıl, ayaklarına kapanmadı mı?
— Ne gezer, çıkarıp bilet paramı verdi.
Helvacıların gelini söze başladı:
— Bugün çok üzüntülüyüm.
— Hayrola neyin var?
— Kaynanam benimle bir hafta konuşmayacağına karar verdi.
— İyi ya, sevinmen lazımken niye üzülüyorsun?
— Bugün konuşma müddetinin son günü de ondan.
Pakize söze karıştı:
— Kaynanam doktora gitti. Dili yaraymış da.
— Doktor ne demiş?
— Dilin paslanmış demiş. Kaynanam da, (İki gündür gelinimle kavga etmiyorum, ondan mı oldu acaba?) demiş.
Yine gülüşmeler...
Helvacıların kızı, anlatmaya başladı:
— Kaynanam ağır hastaydı. Bir bayan doktora götürdüm. Doktor hanım, (Hastanız ağır) dedi. (Aman doktor hanım, hastamızı kendi kaynananız gibi tedavi etmenizi rica ediyorum) dedim. Doktor hanım gülmeye başladı. Tedavinin fayda vermeyeceğini söyledi. Ama çok geçmeden turp gibi iyi oldu. Öldürmeyen Allah öldürmüyor.
Pakize anlatmaya başladı:
— Geçen gün bizim üçüncü elti, kaynanamı dövüyordu. Kocam bana, niye müdahale etmediğimi sordu. Ben de, (Eltimin yardıma ihtiyacı yoktu. Evire çevire dövüyordu) dedim. Bizimki bana darıldı.
[Dinimizde uğursuzluk olmadığı halde, bilhassa kadınlar, çeşitli şeylerde uğursuzluk ararlar.] Pakize’nin de o anda gözü seğirdi.
— Acaba dedi, fena bir haber mi alacağım?
— Kötüye yorma, belki kaynananın ölüm haberini alırsın, dediler.
— Allah saklasın?
— Ne o kaynananı çok mu seviyorsun?
— Sevdiğimden değil, sevincimden yüreğime iner diye korkuyorum.
Helvacıların gelininin yüzünde duman lekeleri vardı.
Sebebini sordular. Dedi ki:
— Kaynanam bir aydır bizde misafirdi. Yolcu ettim de, ondan oldu.
— Kaynananın yolcu edilmesiyle, siyah is lekelerinin ne ilgisi vardır?
— Kaynanam trene binince lokomotife sarılıp dakikalarca öptüm de ondan…
Pakize, tekrar söz aldı:
— Geçen gün, kitap okuyordum. Önce kaynanam geldi. Elinde süpürge, evi süpürmeye başladı. Ardından kocam geldi. (Anne, bu işler gençlerin işidir, sen yaşlısın, ver de ben süpüreyim) dedi. Annesi, (Aman oğlum, sen hem şirkette çalış, hem de eve gelince dinlenme, hiç olur mu?) diyerek, bana laf duyurmaya çalışıyorlardı. Öfkelenerek, (Çok uzattın kaynana. Bir gün sen süpürürsün, bir gün de oğlun süpürür. Olur biter. Fazla konuşmayın okuduğumu şaşırıyorum) diye cevap verdim.
Helvacıların kızı, Pakize’ye dedi ki:
— Sen her zaman lokantanın önündeki köpeğe ekmek veriyorsun. Sebebi nedir?
— Geçen sene kaynanamı ısırmıştı da... Şu dünyada kaynana derdi çekmemiş gelin var mı acaba?
— Elbette var. Havva validemiz.
Tam bu sırada, kapının zili çalındı. Gelen Pakize’nin kaynanası idi. Kaynanalarının aleyhindeki konuşmayı kestiler. Hoş geldin dediler. Sonra da şöyle sordular:
— Teyze, kızının geçimi nasıl? Küçük oğlunu da evlendirmişsin. Onun durumu nasıl?
Pakize’nin kaynanası anlatmaya başladı.
— Kızım, iyi bir kocaya düştü. Kocası, kahvaltısına varıncaya kadar bütün hizmetlerini görüyor. Küçük oğlumun şansı iyi çıkmadı. Küçük gelinim, hiç bir işle meşgul olmuyor. Bütün işleri oğlum yapıyor.
Çok geçmeden dağıldılar. (Devamı Yarın)
Saliha, görümceden kurtulmuştu. Bu arada, eve bir gelin daha gelmişti. Saliha, işleri yeni gelen gelinle yapacağı için, rahatlayacağını düşünüyordu. Kaynanası daha çok mu yaşayacaktı? Bilemiyordu. Ne olursa olsun, sıkıntılara metanetle sabretmesini becerebiliyordu. Elektriği söndürmeyi başkası unutsa bile, Saliha kendi üzerine alıyor, (Bir daha unutmam anne) diyordu.
Komşular, kaynananın geçimsizliğini biliyorlardı. Bir gün, bu komşulardan biri gelerek, Saliha’nın yarasını deşmek istedi. Kendi kaynanasının geçimsizliklerini anlattı. Ağzının payını verdiğini bildirdi. Saliha, bu kadına dedi ki:
— Sizin kaynananız kötü olabilir. Ama benimki kötü değildir. Ben bu eve kavga etmeye, kaynanamın ağzının payını vermeye gelmedim. Büyüklerime hürmetim çoktur. Ben kaynanamı severim. O ne söylerse, benim iyiliğim için söyler.
— Yoo, kızım yanlış anladın beni. Ben kendi kaynanamın huysuzluğunu söylemek istiyordum.
— Sizin kaynananızın huysuzluğu beni ne ilgilendirir? Hem gıybet ediyorsun.
— Ne münasebet, ben olanları söylüyorum.
— Zaten olanları söylemek gıybettir. Olmayanı söylemek ise iftiradır. Gıybet de iftira da büyük günahtır.
* * *
Yeni gelen gelin, yani Saliha’nın eltisi Pakize, hiç uysal görünmüyordu. Kaynanasının verdiği işleri istemeyerek, mırın kırın ederek yapıyordu.
Saliha, birlikte görülmesi gereken işleri bile, tek başına kalkıp yapıyordu. Evi o süpürüyor, bulaşıkları o yıkıyor, yemeği o pişiriyordu. Kaynana, bu durum karşısında iki gelinini çağırarak dedi ki:
— İşlerimiz müşterektir. Mesela bulaşık mı yıkanacak, bir gün Saliha, bir gün Pakize.
Saliha hemen atıldı:
— Peki anne, dedi. Bugün ben başlayayım.
Her gün o başlıyordu. Nedense hiç Pakize’ye sıra gelmiyordu. Kaynana bu işten hiç memnun değildi. Pakize’yi çağırdı:
— Kızım şu işi yap, dedi.
Pakize sert karşılık verdi:
— Yapacağım işi senden öğrenecek değilim.
— Kendi işini kendin yap kızım. Sen bu eve niçin geldin?
— Kaynanama hizmetçi olmak için gelmedim.
Saliha, hemen atıldı:
— Anne ben yaparım. Tartışmaya gerek yok.
Görülmesi gereken işleri gördü. Kaynanası olmadığı bir zaman, Pakize’ye bir abla nasihati vermek istedi.
— Kardeşim, bak, dedi. Bugün az kalsın kaynananla kavga ediyordun.
— Ederim n’olacak? Gerekirse dayak da atarım.
— Geçimsizlik her kişinin kârıdır. İyi geçinmek, er kişinin kârıdır. Kimse bize geçimsiz demesin! O bizim annemiz, bize ne söylese haklıdır. Bizim iyiliğimiz için söyler.
— O benim annem değil, kaynanam.
— İyilik istiyorsan, anne diyeceksin, onu anne bileceksin.
— Anne falan bilmem. Kendimi onun kölesi yapmam. Sonra sana ne oluyor? Benim işime karışma! Sen de bu evde iş yapmayacaksın. Anne dediğin karı yapsın işleri. Eğer bir iş yapmaya kalk, eşek sudan gelinceye kadar sana dayak atarım.
Saliha’dan biraz daha iri vücutlu olduğu için onu haklayacağını zannediyordu. Saliha, oradan ayrılıp, iş yapmaya koyulunca, Pakize arkadan iki tekme vurup, Saliha’nın saçını çekmeye başladı. Saliha, Pakize’nin midesine bir yumruk vurdu. Pakize âdeta nakavt olmuştu. Sesi soluğu kesilmişti. Pakize ayılınca, Saliha dedi ki:
— Pakize seni affettim. Sakın bir daha böyle bir şey yapayım deme! Seni doğduğuna pişman ederim.
Pakize, gücü yetmeyeceğini iyice anlamıştı. Ama mağlubiyetini hazmedemiyordu. Bir fırsatını bulsa, başına taş atacaktı.
İki gelinin kavgası üzerine evleri ayırmaya karar vermişlerdi. Tam bu sırada, Saliha’nın kocası, İstanbul-Ankara yolunda geçirdiği bir trafik kazasında öldü. Saliha genç yaşında, hamile olarak dul kaldı. Kocasından kendine düşen bir evde, yalnız olarak yaşamaya başladı. Dikiş dikerek geçimini sağlamaya çalışıyordu.
Sonra, Saliha’nın bir oğlu dünyaya geldi. Adını Salih koydular. Salih, ölen babasının adıydı. Annesi Salih’e çok itina göstererek bakıyordu. Mümkün mertebe çocuğuna abdestsiz süt vermiyordu. Hep besmele ile süt veriyordu. Besmeleyle yatırıyor, besmeleyle kaldırıyordu. Biricik çocuğuna helâl süt vermek için çok gayret gösteriyordu.
Pakize ise dövüşerek, çekişerek, kaynanasıyla geçinip gidiyorlardı. Pakize, kendisi gibi olan gelinlerle, kaynanalarını çekiştirip duruyorlardı. Kaynanasından şikâyet ediyordu:
— Kaynanam üç yıldan beri bizde oturuyor. Tahammülüm kalmadı.
Komşu gelin tavsiyede bulundu:
— Kendisine söyle, evi terk etsin!
— Nasıl söyleyebilirim, ev kaynanamın.
Komşu kadın:
— Eltim, kaynanamın kaza geçirdiğini söyledi. Ben de ne oldu diye sordum. Duvardaki saat az daha başına düşüyormuş. Eltime, (O saati ben bilirim her zaman geç kalır) dedim.
Diğer kadınlar gülüşmeye başladılar. Pakize dedi ki:
— Pastacıların gelini, kaynanasını o kadar çok seviyormuş ki, bileziklerini satmış. Kaynanasına hac parası olarak vermiş.
Helvacıların gelini söze karıştı:
— Siz işin iç yüzünü bilmiyorsunuz. Kaynanası devamlı, (Kâbe’yi görmeden Allah canımı almasın) diyormuş. Gelin de, kaynanasının duası kabul olursa, diye bileziklerini hediye etmiş. Ümit dünyası!
Pakize anlamıştı:
— Demek kaynanasının ölmesi için bileziklerini vermiş öyle mi?
Tekrar gülüşmeler duyuldu.
Pakize konuşmaya başladı:
— Zülfiye ablanın sütçü beygiri, kaynanasını teperek öldürmüş. Ama kadıncağızın cenazesine epey gelin gitmiş. Sebebi ne olabilir ki?
Helvacıların gelini söze karıştı:
— Ben biliyorum. Zülfiye ablayı kandırıp beygiri satın almak istedikleri için gelmişler. Onların ki de ümit dünyası işte!
Yine gülüşmeler duyuldu.
Pakize yine konuşmaya başladı:
— Kaynanamın yüzünden kocamla kavga ettim. Annemin yanına dönmekle onu tehdit ettim.
Helvacıların gelini söz aldı:
— Nasıl, ayaklarına kapanmadı mı?
— Ne gezer, çıkarıp bilet paramı verdi.
Helvacıların gelini söze başladı:
— Bugün çok üzüntülüyüm.
— Hayrola neyin var?
— Kaynanam benimle bir hafta konuşmayacağına karar verdi.
— İyi ya, sevinmen lazımken niye üzülüyorsun?
— Bugün konuşma müddetinin son günü de ondan.
Pakize söze karıştı:
— Kaynanam doktora gitti. Dili yaraymış da.
— Doktor ne demiş?
— Dilin paslanmış demiş. Kaynanam da, (İki gündür gelinimle kavga etmiyorum, ondan mı oldu acaba?) demiş.
Yine gülüşmeler...
Helvacıların kızı, anlatmaya başladı:
— Kaynanam ağır hastaydı. Bir bayan doktora götürdüm. Doktor hanım, (Hastanız ağır) dedi. (Aman doktor hanım, hastamızı kendi kaynananız gibi tedavi etmenizi rica ediyorum) dedim. Doktor hanım gülmeye başladı. Tedavinin fayda vermeyeceğini söyledi. Ama çok geçmeden turp gibi iyi oldu. Öldürmeyen Allah öldürmüyor.
Pakize anlatmaya başladı:
— Geçen gün bizim üçüncü elti, kaynanamı dövüyordu. Kocam bana, niye müdahale etmediğimi sordu. Ben de, (Eltimin yardıma ihtiyacı yoktu. Evire çevire dövüyordu) dedim. Bizimki bana darıldı.
[Dinimizde uğursuzluk olmadığı halde, bilhassa kadınlar, çeşitli şeylerde uğursuzluk ararlar.] Pakize’nin de o anda gözü seğirdi.
— Acaba dedi, fena bir haber mi alacağım?
— Kötüye yorma, belki kaynananın ölüm haberini alırsın, dediler.
— Allah saklasın?
— Ne o kaynananı çok mu seviyorsun?
— Sevdiğimden değil, sevincimden yüreğime iner diye korkuyorum.
Helvacıların gelininin yüzünde duman lekeleri vardı.
Sebebini sordular. Dedi ki:
— Kaynanam bir aydır bizde misafirdi. Yolcu ettim de, ondan oldu.
— Kaynananın yolcu edilmesiyle, siyah is lekelerinin ne ilgisi vardır?
— Kaynanam trene binince lokomotife sarılıp dakikalarca öptüm de ondan…
Pakize, tekrar söz aldı:
— Geçen gün, kitap okuyordum. Önce kaynanam geldi. Elinde süpürge, evi süpürmeye başladı. Ardından kocam geldi. (Anne, bu işler gençlerin işidir, sen yaşlısın, ver de ben süpüreyim) dedi. Annesi, (Aman oğlum, sen hem şirkette çalış, hem de eve gelince dinlenme, hiç olur mu?) diyerek, bana laf duyurmaya çalışıyorlardı. Öfkelenerek, (Çok uzattın kaynana. Bir gün sen süpürürsün, bir gün de oğlun süpürür. Olur biter. Fazla konuşmayın okuduğumu şaşırıyorum) diye cevap verdim.
Helvacıların kızı, Pakize’ye dedi ki:
— Sen her zaman lokantanın önündeki köpeğe ekmek veriyorsun. Sebebi nedir?
— Geçen sene kaynanamı ısırmıştı da... Şu dünyada kaynana derdi çekmemiş gelin var mı acaba?
— Elbette var. Havva validemiz.
Tam bu sırada, kapının zili çalındı. Gelen Pakize’nin kaynanası idi. Kaynanalarının aleyhindeki konuşmayı kestiler. Hoş geldin dediler. Sonra da şöyle sordular:
— Teyze, kızının geçimi nasıl? Küçük oğlunu da evlendirmişsin. Onun durumu nasıl?
Pakize’nin kaynanası anlatmaya başladı.
— Kızım, iyi bir kocaya düştü. Kocası, kahvaltısına varıncaya kadar bütün hizmetlerini görüyor. Küçük oğlumun şansı iyi çıkmadı. Küçük gelinim, hiç bir işle meşgul olmuyor. Bütün işleri oğlum yapıyor.
Çok geçmeden dağıldılar. (Devamı Yarın)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)