Bağış Yap

Amount :
Other : USD

16 Temmuz 2013 Salı

Belki beni bir daha göremezsin


“Belki beni bir daha göremezsin!”
Muaz bin Cebel hazretleri, Yemen’e gitmek üzere yola çıkınca Peygamberimiz yanında bir miktar yürüdü ve vedâlaşırken “Yâ Muaz, sen belki bu seneden sonra beni bir daha
göremezsin. Belki dönüşünde burada benim mescidime ve kabrime ziyarete gelirsin” buyurdu.
Bunu işiten Muaz bin Cebel hüzünle gözyaşı dökmeye başlayınca, Peygamberimiz, “Ağlama, Yâ Muaz!.. Bana yakın olanlar, (tam bağlı olanlar) nerede olursa olsunlar, Allah’a hakkıyla kulluk edenledir.” buyurdu ve sonra da şöyle sordu: “Sana bir dâvâ getirilip insanlara rasında hüküm verirken ne ile hüküm vereceksin?” Hz. Muaz bin Cebel: “Allah’ın kitabı (Kur’ân-ı kerîm) ile hüküm veririm” dedi. “Ya O’nda açıkça bulamazsan?” buyurunca, “Peygamberin sünneti ile hüküm ederim” dedi. “Ya onda da açıkça bulamazsan” buyurunca, “İçtihad ederek, anladığımla hükmederim” dedi.
Peygamberimiz Muaz bin Cebel’in bu cevabından dolayı çok memnun kolarak mübârek elini O’nun göğsüne koyup: “Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün elçisini, Resûlullah’ın rızasına uygun eyledi.” Buyurdu. Sonra Hz. Muaz bin Cebel’e şöyle duâ etti: “Cenâb-ı Hak seni her taraftan gelecek musibetlerden muhafaza buyursun, insanların ve cinlerin şerrini senden uzaklaştırsın” ve “Senin sebebinle Allahü teâlânın bir kişiyi hidayete erdirmesi senin için dünyadan hayırlıdır.” buyurdu.
Hz. Muaz bin Cebel, Yemen’de uzun müddet kaldı. Kendisine verilen vazifeyi yerine getirdi. Peygamberimizin vefatını da orada iken haber aldı. Daha sonra Yemen’deki hizmetini tamamlayıp, Medine’ye dönen Muaz bin Cebel , Hz. Ebû Bekir’in halifeliği sırasında Medine’de kaldığı müddetçe Hz. Ebû Bekir onu seçtiği müşavere (danışma) heyetine aldı. Bu sırada Suriye taraflarına da giderek hem oralarda yapılan savaşlara katıldı, hem de insanlara din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretti.
Hz. Ömer’in halifeliği sırasında Kilâboğulları beldesine zekât memuru olarak, sonra da Suriye taraflarında din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmekle vazifelendirildi. Filistin bölgesinde bu vazifesinde iken burada çıkan tâûn (vebâ) hastalığı salgınına yakalanarak otuzsekiz (38) yaşında iken vefât etti.
Çok cömerti, az ve hikmetli konuşurdu
Hz. Muaz bin Cebel’in fazîleti, üstünlüğü çoktur. Onu Resûlullah Efendimiz bir çok hadîs-i şerîflerinde methetmiş, övmüştür:
“Muaz bin Cebel , ümmetimin âlimlerindendir ve çok yüksektir.”
“İnsanlar arasında, Allahü teâlânın helâl ve haram ettiklerini en iyi bilen Muâz bin Cebel’dir.”
“Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimseden alınız (öğreniniz): Muaz bin Cebel , Ubey bin Kâ’b, Abdullah bin Mes’ud ve Sâlim Mevlâ Huzeyfe.”
“Muaz kıyamette ümmetimin âlimlerinin bir adım önlerinde mahşer yerine gelecektir.”
Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik diyor ki: “Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimse toplamıştır: Ubey bin Kâ’b, Muaz bin Cebel , Zeyd bin Sâbit ve Ebû Zeyd. Bunların dördü de Ensardandır.
Hz. Ömer’e: “Bize kimi halife bırakıyorsun?” denildiğinde buyurdu ki: “Şâyet Muaz bin Cebel sağ olsaydı, onu halife bırakırdım ve Rabbime kavuştuğumda, Rabbim bana: “Muhammed aleyhisselâmın ümmetine kimi halife bıraktın?” deyince: “Senin kulun ve Resûlün olan Muhammed aleyhisselâmın “Muaz, kıyamet günü, âlimlerin önünde, tek başına bir cemaattır” buyurduğu kimseyi bıraktım, derdim.”
Abdullah bin Mes’ud buyurdu ki: “Muaz bin Cebel, Allah’a ve Resûlüne itaat eden, doğru yolda bulunan bir cemaat gibiydi. Biz O’nu İbrahim aleyhisselâma benzetirdik. Çünkü O, insanlara hayrı, iyiliği öğretir. Allah’a ve Resulüne de itâat ederdi.”
Eîzullah bin Abdullah şöyle anlatıyor: “Bir gün Humus’ta mescide girmiştim. Baktım ki, orada, Resûlullah’ın 30 kadar Sahâbisi vardı. Hadîs-i şerîfleri mütâlea ediyorlardı. Aralarında genç ve yakışıklı olan birisi vardı ve çok az konuşuyordu. Fakat diğerlerinin, bir hadîs-i şerîf üzerinde şüphe ve tereddütleri olduğu zaman, hemen ona sorarlardı. O da, bunlara cevap verirdi. Onun cevabı üzerinde hepis kanaat getirir ve onda ittifak ederlerdi. Hiç birisi Oan itirazda bulunmazdı. Ben de çok merak ettim ve (Sen kimsin, ey Allah’ın kulu?) diye suâl ettim. Bana buyurdu ki:(Ben Muâz bin Cebel’im!)
Muâz bin Cebel, çok ilim sahibi olup, Eshâb-ı kirâmın sevdiği ve müşkil meselelerini sordukları kıymetli bir zât idi. Çok cömert olup, az konuşur ve hikmetli söylerdi.
Dili korumak en makbul amel
Eshab-ı kiramın büyüklerinden Muâz bin Cebel’i, Muhammed bin Ka’b şöyle anlatır: Ben Muâz bin Cebel’i gördüm. Genç ve etine dolgun aykışıklı bir kimseydi. Kerem sahibi olup, çok
cömertti. Bir kimse, ondan bir şey isteyip de, yok dediği olmazdı. Elinden geldiği kadar temin edip, ona verirdi.
O, malının tamanını fakirlere sadaka olarak dağıtır, kendisi borçlu olarak yaşardı. Hatta bir kerresinde böyle yaptığını Resûlullah efendimiz haber almıştı. Muâz bin Cebel’in alacaklılarını çağırıp, ona kolaylık göstermelerini ve borçlarının bir kısmını kendisine hediye etmelerini söyledi, hemen hepsi yahûdi olan alacaklıları, bu müsamahayı göstermediler.
Sonra, Resûlullah efendimiz, Muâz bin Cebel’i huzuruna çağırıp, durumu ona bildirdi. Bunun üzerine Muâz bin Cebel , gidip elindeki bütün gayrimenkullerini sattı. Paralarını alıp, Resûlullah’ın huzuruna geldi. Alacaklılar da, oradaydı. Borçlarının hepsini ödedi. Ondan sonra elinde hiçbir malı ve mülkü kalmadı.
Muâz bin Cebel , Peygamebrimizden pek çok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Hz. Muâz şöyle anlatıyor:
Bir gün Resûl-i Ekrem bir hayvana binmişti. Ben de arkasında bulunuyordum. Bana “Ey Muâz” diye seslendiler. Ben de: “Emredin, Yâ Resûlallah!” dedim. Üç kere ismimi söyledikten sonra: “Cenâb-ı Hakkın kulları üzerinde olan hakkı nedir biliyor musunuz?” buyurdu. “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” dedim.
Bunun üzerine: “Cenâb-ı Hakkın kulları üzerindeki hakkı, onların kendisine ibadet etmeleri ve başka hiçbir varlığı ona şirk (ortak) koşmamalarıdır.” buyurup tekrar sorarak:
“Kullar bu vazifelerini yerine getirirlerse, Allah’dan bekledikleri hakları (Allahü teâlânın onlara vadettiği) nedir, bilir misin?” buyurdular. Ben yine “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” deyince: “Bu takdirde kulların Allahü zerindeki hakkı (Onlara vadettiği) nimet, O’nun kullarına azap etmemesidir...”
Hz. Muâz, Resûl-i Ekrem’e, “Hangi amel daha makbuldür?” diye sordu. Resûl-i Ekrem mübarek dilini ağızndan çıkarıp elini dilinin üzerine koyarak dilini göstermiş ve “Bunu koruman en makbul bir ameldir” buyurmuştur.
Muâz bin Cebel’in bildirdiği bir hadîs-i şerîf şudur:“Allah’ım! Kötü insanları (facirleri) bana ikrâm ettirme ki, kalbim onlara meyletmesin.”
“Doğru konuş, sözünde dur!”
Resulullah Efendimiz, Muâz bin Cebel’e bir nasihatında buyurdu ki: “Ey Muâz! Sana Allah’dan korkmayı, O’na sığınmayı, doğru konuşmayı, verdiğin sözde durmayı, herkese selâm vermeyi, güzel amel ve işlerde bulunmayı, öksüze merhamet etmeyi, tatlı sözlü olmayı, Kur’ân-ı kerîmi okuyup anlamayı, ahireti sevmeyi, ahiret hesabının korkusunu taşımayı ve herkese şefkat kanatlarını germeği tavsiye eder; hikmet sahiplerine kötü söz söylemekten, doğruyu yalanlamaktan, günahkâra itâatten, âdil hükümdara isyandan ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan seni nehyederim, (sakındırırım.) Her yerde Allahü teâlâyı zikretmeyi ve her günahın peşinden tövbe etmeyi tavsiye ederim. Gizli günah işlediğin zaman gizli, âşikâre günah işlediğin zaman âşikâre tövbe edersin.”
Hz. Muâz, Peygamberimizden tekrar nasihât istediğinde: “Allah’ı görür gibi ibâdet et ve kendini ölmüş gibi bil! İstersen bütün bunları içine lan daha mühimini bildireyim: Dilini tut?” buyurdu.
Ebû İdris el-Havlânî, Hz. Muâz bin Cebel’e: “Seni allah için seviyorum” dediğinde, Muâz bin Cebel: “Sana müjdeler olsun! Ben Resûl-i Ekrem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Kıyamet günü arşın etrafında, bir takım insanlar için kürsüler kurulacaktır. Bunların yüzleri ayın ondördü gibi parlayacaktır. İnsanlar feryad ederekn onlar korkmazlar. Korku ve kederleri olmayan kimseler, Allah’ın gerçek dostlarıdır” buyurdu. Peygamberimize bunların kim olduğu sorulunca: “Onlar Allah için birbirlerini seven kimselerdir.” Buyurdu.
Peygamberimiz Hz. Muâz’a: “Yâ Muâz! Ben seni severim. Bunun için her namazdan sonra şu duâyı terk etme! Buyurdu ve duâyı okudu: “Allahümme e’ınnî alâ zikrike ve şükrike ve husni ibadetike.” Yâni, “Allahım! Ancak seni anmak, sana şükretmek ve güzelce ibadet etmek için bana yardım et.”
“Ey Allah’ım! Seni sevmeyi ve seni seveni sevmeyi ve senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasib et ve senin sevgini (sıcak ve harâketli günde) soğuk suyu sevmekten bana daha sevimli kıl!”
“Kardeşinizi gıybet etmeyiniz”
Muâz bin Cebel hazretleri şöyle anlatır: Bir gün Resûlullah’ın huzurunda bir adamın çok aciz bir kimse olduğunu söylediler. Resûlullah Efendimiz: “Kardeşinizi gıybet etmeyiniz” buyurdu. Onlar: “O, dediğimiz gibidir” dediler. Bunun üzerine Resûlullah: “Öyle olmasa o
zaman iftira etmiş olursunuz” buyurdular. Rivayet ettiği diğer hadis-i şeriflerden bazıları da şunlar:
“Allahü teâlâ kıyamet günü mü’minlere: “Bana kavuşmayı sever miydiniz?” diye sorar. Onlar da: “Severiz, Yâ Rabbi!” derler.
Allahü teâlâ: “Niçin seversiniz?” diye sorar. Onlar da: “Af ve mağfiretini ummak için!” derler. Cenâb-ı Hak da: “Ben de size af ve mağfireti, kendime borç edindim buyurur.”
“Her insanın dört gözü vardır. Bunların ikisi başındadır. Bunlarla dünya işlerini görür. Diğer ikisi de kalbindedir. Bunlarla da ahiret işlerini görür.”
“Bir kimse, deve üstünde düşmanlar dövüşürse, Cennet ona vacip olur. Bir kimse, içinden doğru olarak şehit olmayı ister, sonra ölürse veya öldürülürse, onun için şehit sevâbı vardır. Bir kimse, Allah yolunda yaralanırsa veya bir zahmet görürse, kıyâmet günü zafir ernkli ve misk kokulu olarak gelir.”
“Üç şey var ki, onlar dünyada bir yabancı gibidir: Zâlimin elinde Kur’ân-ı kerîm, kötü insanlar arasında iyi bir kimse, bir evde durup okunmayan Mushaf.”
“İnsan, kıyâmet günü şu dört şeyden sorulmadıkça, hiçbir yere adım atamaz:
1- Ömrünü nerede tükettiği,
2- Gençliğini nerede harcadığı,
3- İlmi ile ne gibi amel işlediği,
4- Malını nereden kazanıp nereye harcadığı.”
“Muhtekir, (karaborsacılık yapan) ne fenâ bir kuldur! Allahü teâlâ fiyatları ucuzlatırsa adamın keyfi kaçar, yükseltirse o zaman ferahlar.”
“Bid’at sahibine hürmet etmek için yürüyen kimse, İslâm’ı yıkmağa yardım etmiştir.”
“Her kim kırk gün ümmetimin nafakası üzerinde karaborsacılık eder de, sonra da bu kazancını sadaka olarak dağıtırsa, onun bu sadakası kabul edilmez.”
İlim talep edeni bulur!
Abdullah bin Seleme hazretleri şöyle anlatıyor:
Muâz bin Cebel tâûn hastalığına yakalanmıştı. Rahatsızlığı çok arttığı bir sırada, talebelerinden Amr bin Meymun el-Evdî ziyarete geldi. Durumunun çok ağır olduğunu görünce, ağlamaya başladı. Hz. Muâz, Ona: “Niçin ağlıyorsunuz?” diye sordu. O da: “Ey Muâz! Allah’a yemin ederim ki, sen benim hocamsın. Bana dünyalık yardımında bulunuyorsun diye ağlamıyorum. Ben, senden dînimi öğreniyor ve ilim alıyordum. Senin ölümünden sonra dînimi ve ilmi bana öğretecek kimsenin bulunmamasından korkuyorum ve onun için ağlıyorum.”
Bunun üzerine Muâz bin Cebel buyurdu ki: “Hayır, bundan korkma! İmân ve ilim, kıyamet gününe kadar yerindedir, arayan bulur ve Allahü teâlâ bunları isteyen kimseye öğretecek birini gösterir. Allahın kitabı Kur’ân-ı kerîm ve Peygamberimizin sünneti, kıyâmet gününe kadar korunacaktır. Nitekim Allahü teâla ilmi ve imânı İbrahim aleyhisselâma ihsan etmiştir. Halbuki o zaman, imânı ve ilmi bilen ve öğreten hiç kimse de yoktu. İbrahim aleyhisselâm istediği için Cenâb-ı Hak, O’na ihsân etti. Âlimin yanılmasından korkunuz! Doğru olanı, hakîkatı kim bildirirse kabul ediniz! Doğru, hak olmayanı da söyleyen kim olursa olsun, Onu reddediniz!”
Muâz bin Cebel buyurdu ki: “Âlimlere Cennette de ihtiyaç vardır. Çünkü Cennet ehline ne isterseniz isteyin denildiğinde, onlar ne isteyeceklerini eve nasıl isteyeceklerini bilemeyecekleri için âlimlere soracaklar.”
Bir gün, birisi Hz. Muâz bin Cebel’in huzuruna gelip selâm vermişti. Biraz sonra vedâlaşıp ayrılacağı sırada, Ona buyurdu ki: “Ey falan! Dünyadaki nasibin ne ise ve nerede olursa gelip seni bulacaktır. Sen ise, dünyadaki nasibinden daha çok âhiret nasibine muhtaçsın. Âhiret nasibini, dünya nasibine tercih et! Hatta öyle olmalısın ki, çok ihtişamlı bir âhiret servetine sahip olasın! Dünya nimetleri geçicidir. Âhiret için elde ettiklerin ise, nerede olursa seninledir.”
Yine buyurdu ki: “İyi bir müslüman olarak ölüme hazır ol! Mazlumların bedduâsından çok sakın ve hiç kimseye zulüm etme!”
“Cennet ehlinin tek bir hasreti (pişmanlığı) vardır. O da, Allahü teâlâ’yı zikretmeksizin geçirdikleri vakitlerdir.”
“Üç şey, Allahü teâlânın gazâbına sebep olur, bunlar: Hikmetsiz gülmek, uykusu gelmediği halde sabaha kadar ibâdetsiz vakit geçirmek ve karın acıkmadığı halde fazla yemek yemek.”
Hz. Muâz bin Cebel’in vasiyeti
Muâz bin Cebel hazretlerinin vasiyeti: “Size benim vasiyetim olsun! İlmi, ancak Allah rızası için öğrenin! Zira Allah rızası için öğrenilen ilim, takvâyı (Allahtan korkmayı) hâsıl eder. Bu niyetle ilim aramak ibâdettir. Bu ilmi müzakere etmek tesbihtir, ilimden konuşmak, Allah yolunda cihaddır.
Bilmeyene ilim öğretmek sadakadır. Bir mecliste bulunanlara ilimden bahsetmek, Allahü teâlâ’ya yakınlıktır. Zira ilim, helâl ile haramın terazisi, Cennet ehlinin minâresi, gurbette insanın arkadaşıdır. Bir insan, bir yerde yalnız kaldığı zaman, ilim ona sıkıntıyı gideren bir arkadaş olur. Sıkıntı ve genişlik zamanlarında ilim sahibine delildir.
İlim, düşmanlara karşı çok iyi bir silâhtır. İlim, büyükelerin yanında dindir. Dostlarının yanında insanın süsüdür. Cenâb-ı Hak bir kavmi, ilim ile yükseltir. İnsanı ilimle başkalarına rehber, öncü yapar ve ona itaat ederler. Melekler dahi ilim sahiplerinin dostluklarını arzular ve kanatlarını onların üzerine gererler.
Canlı ve cansız her ne varsa, hatta denizlerdeik balıklar ve diğer hayvanlar, havada uçan kuşlar, karadaki bütün hayvanlar, âlimlere istiğfar ederler. Çünkü ilim, insanın kalb gözünü açar. Gözleri karanlıktan aydınlığa kavuşturan bir nurdur. İlim ile amel eden insan, seçilmiş kimselerin makamlarına yükselir.
İlim sahipleri, dünya ve âhirette yüksek derecelere erişir. İlimde tefekkür, nafile oruç tutmak gibidir. İlmin öğretilmesi nâfile namaz kılmaktan sevaptır. İlim ile, helâl ve haram olan şeyelr ayırdedilebilir. İlim, amellerin imâmıdır. Amel, ilme tâbîdir. İlimsiz amel olmaz. İlim, Cennet yoluna ışıktır. Cehennemlik olanlar, ilimden mahrum kalanlardır. Dünya ve âhiret saadetinin kaynağı ve bütün ibâdetlerin efdali, en üstünü ilimdir.”
Hz. Muâz bin Cebel oğluna da şöyle vasiyet etmişti:
“Ey oğlum! Bir namazını kıldığın vakit, o namazın senin kıldığın son namazın olacağını düşün! Bir daha böyle bir namaz vaktine yetişeceğini ümit etme!”
“Ey oğlum! Mü’min olan bir kimsenin iki hayırlı iş ar asında ölmesi lâzımdır. Yani bir hayırlı işi yaptığı zaman, ikinci hayırlı işi yapmak niyetinde ve kararında olmalıdır.”
“Şeytanın oyununa gelme! Şeytan, pazarda, yalan, hile, hıyanet ve yemin ettirerek müslümanları günaha sokmaya çalışır. Önce gidip, geç çıkanlara daha çok asılır.”
“Hangi duâ ve ne zaman kabul olunur?”
Ebû Bahiri şöyle anlatıyor: Bir gün Humus şehrinde camiye gitmiştim. Muaz bin Cebel da, orada bulunuyordu. Yanında bir grup kimseler vardı. Onlara buyurdu ki: “Bir kimse, Allahü teâlânın huzuruna kâmil, olgun bir imânla gitmek istiyorsa, beş vakit namaz için çağırılan yere gelip namazını kılsın. Çünkü beş vakit namazı camide cemaatle kılmak, hidayet yollarından olup, hemde Peygamberimizin mühim sünnetidir. Hiç kimse, benim evimde namaz yerim vardır ve ben evimde namazımı kılıyorum, demesin! Böyle yaparsanız, Resûlullah’ın sünnetini terk etmiş olursunuz. Bu da dalâlettir.”
Hz. Muâz bin Cebel’e: “Hangi duâ ve ne zaman kabul olunur?” diye sorlunca, buyurdu ki: “İnsanlar gaflette oldukları zaman, sen Allahü teâlâya dön ve ondan ne dilersen o zaman iste! İşte o zaman duâlar makbûldürler.”
Meymûn-i Evdî anlatıyor: Muâz bin Cebel bir gün ayağa kalktı ve buyurdu ki: “Ey Evd kabîlesi! Ben Resûlullah’ın elçisiyim. Sizlere bir şeyler öğretmek istiyorum. Hepiniz biliniz ki, dönüşünüz Allahü teâlayadır. Dönüşten sonra da, ya Cennet veya Cehennem vardır. Cennet ve Cehennemin ikisi de ebedîdirler. İkisinde de ölüm ve yok olmak yoktur.”
Yezîd bin Câbir diyor ki: Ben Muâz bin Cebel’den şöyle işittim. Buyurdu ki: “Ne kadar çok ilim öğrenirseniz öğrenin, bunlarla amel etmedikçe öğrendiğiniz ilimden sevap alamazsınız.”
“Allahın buğzettiği kimseler, mescidlerde dilenenlerdir. Yani onlar, Allah’ın evlerinde, yüce ve münezzeh olan Allahtan değil de, başaklarından isterler. Bir de istediklerini vermeyenlerin günahlarına girmiş olurlar.”
“Bir din kardeşini sevdiğin zaman onunla münâkaşa etme! Ona fena harekette bulunma ve onun hakkında, başkasına; (Bu nasıl adamdır?) diye sorma! Olur ki, onun bir düşmanı ile karşılaşıısın da, onda olmayan bir şeyi sana bildirir. Böylece seninle onun arasını açmış olur.”
Birisi Muâz bin Cebel’e : “Bana öğüt ver!” deyince, “Merhametli ol ki, ben de senin Cennet’e girmene kefil olayım” buyurdu.
İmâm-ı Tâvus bin Keysân, geceleri ibâdet ve zikir ile geçirir, tefekkür ederdi. Sabaha kadar kıbleye karış otururdu. Ve “Cehennemi hatırlamak, korkanların uykusunu unutturmuştur” buyururdu. Bir defasında Muaz bin Cebel’i de , ağlarken gördü ve “Niçin ağladığını?” sordu. Buyurdu ki: “İnsanlar iki gruptur. Biri Cennetlik, diğeri Cehennemlik. Acaba ben hangisinden olacağım? diye ağlıyorum.”
“Ey Muâz! Bu akşam nasıl sabahladın?”
Muâz bin Cebel hazretleri şöyle anlatıyor: Birgün Resûlullah’ın huzuruna varmıştım. Bana: “Ey Muâz! Sen, bu akşam nasıl sabahladın?” buyurdu. Ben de: “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ’ya imân etmiş olarak sabahladım” dedim. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz: “Ey Muâz! Senin her sözünün doğruluğuna bir delilin vardır. Bu sözünün doğruluğunun delili nedir?” buyurdular. Ben de şöyle cevap verdim
“Yâ Resûlallah! Ben, geceden, gündüze çıktığım zaman, bir daha akşamı beklemem. Akşam olduğu zaman da, sabaha kadar yaşayacağımı hiç ümit etmem. Bir adım attığım zaman, ikinci adımı atacağımı sanmam. Her insanın bir eceli olduğunu bilirim. Ecelinin saati geldiği zaman, o anda ecelinin ona yetişeceğini bilirim. Bütün insanlar mahşerde haşr olunurlar. Kimisi Peygamberi ile beraberdir. Kimisi de taptıkları ile beraber olacaktır. Ben ise, kendimi sanki Cehennemdeki insanların azâplarını ve Cennetteki insanların nimetlerini her an görüyorum gibi düşünürüm.” Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Ey Muâz! Sen çok iyi yapmışsın. Böyle düşünmeye devam et ve bundan hiç ayrılma!”
Muâz bin Cebel : “Sırat köprüsünü geçinceye kadar mü’minin huzuru olmaz” buyurdu.
Muâz bin Cebel , ölümü esnasında: “Allahım, şimdiye kadar senden korkuyordum. Fakat şimdi bana ümit besliyorum. Allahım, ben sular akıtıp, ağaçlar sulamak ve bahçeler yetiştirmek için yaşamak istiyorum. Susuzluktan ciğerleri yananları sulamak, darda kalanlara genişlik göstermek, âlimlerin sohbetine devam edip, kendimi onların zikir halkalarına sıkıştırmak için yaşamak istiyorum” dedi.
Ölüm sancıları şiddetlenip baygınlıklar geçirip, ayıldıkça: “Allah’ım! Beni ne kadar sıkıştırırsan sıkıştır, bilirsin ki, kalbim sana bağlıdır, seni sever” buyurdu.
“Allahü teâlâ bir kulunu hastalığa müptelâ kıldığı zaman, sol yandaki meleğe şöyle buyurur: “Kalemi ondan kaldır!” sağ yandaki meleğe ise, şöyle buyurur: “Bu kuluma sağlığında işlediği amelden daha iyisini yaz! Çünkü o, teminatım altındadır.”
Abdullah bin Selem’ye şöyle nasihat etti: “Allahü teâlânın emrettiği beş vakit namazı kıl, ye, iç ve uyu!” Helâl kazan, günahkar olma! Müslüman olarak öl! Mazlumun ahından ve bedduâsından sakın!”
Hz. Muâz bin Cebel’e bir taziye mektubu
Peygamber Efendimiz, çocuğunun ölümü üzerine Hz. Muâz bin Cebel’e bir taziye mektubu göndermişti. Bu taziye mektubu şöyledir:
“Allahü teâlâ sana selâmet versin! Ona hamd ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız O’ndan gelir. O dilemedikçe, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz. Allahü teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabr etmeni nasîb eylesin! O’nun ni’metlerine şükür etmenizi ihsân eylesin!
Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız, Allahü teâlânın sayısız ni’mitlerinden, tatlı ve faideli ihsanlarındandır. Bu ni’metleri, bizde sonsuz kalmak için değil, emanet olarak kullanmak, sonra geri almak için vermiştir. Bunlardan, belli bir zamanda faideleniriz. Vakti gelince, hepsini geri alacaktır.
Allahü tealâ, ni’metlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükür etmemizi, vakit gelip geri alarak üzüldüğümüz zaman da, sabr etmemizi emir eyledi. Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı, faydalı nimetlerinden idi. Geri almak için sana emanet bırakmış idi. Seni, oğlun ile faydalandırdı. Herkesi imrendirecek şekilde sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi geri alırken de, sana çok sevap, iyilik verecek, acıyarak, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsan edecektir. Bu merhamete, ihsana kavuşabilmek için sabır etmeli, O’nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan, seaba, merhamete kavuşamazsın ve sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak, sızlamak, derdi belayı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabır etmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır.”
Peygamber Efendimiz ölünün durumu ile ilgili bir hadis-i şerifte şöyle buyurdu:
“Ölünün mezardaki hali, imdat diye bağıran, denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse, kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, ölü de, babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı gözler. Ona bir duâ gelince, dünyaya ve dünyada olanların hepsine kavuşmaktan daha çok sevinir. Allahü teâlâ, yaşıyanların duâları sebebi ile, ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin, ölülere hediyesi, onlar için duâ ve istiğfar etmektir.”
( Bundan anlaşılıyor ki, 40., 52. veya 53. günü helva ve benzeri şeyler dağıtmak doğru değildir. 7. ve 40. gününde yapılan hatim ve sadaka gibi hediyeleri öldüğü gün hemen göndermeli, birinci günü yaparak imdadına bir an önce yetişmelidir. 7. veya 53. gecelerine bırakmak, boğulmak üzere olan birine, "Biraz bekle, yardıma birkaç gün sonra geleceğim" demeye benzer. Bunun belli gün veya gecede yapılmasının aslı yoktur. Ölüler için sadaka,
mevlid gibi hayratın belli günlerde yapılması hıristiyanlardan geçmiştir. “Kırkıncı gün, burnu düşer, elliüçüncü gecesi çürümeye başlar” gibi sözler doğru değildir.)
“Siz, ihtiyacınızdan fazlasını almayınız!”
Hz. Ebû Bekir ölüm döşeğinde iken, kızı Hz.Âişe yanına gelerek, “Ölüm gelip çattığı ve göğüs sıkıştığı vakit, artık servet bir fayda vermez” meâlindeki beytini okuyunca, Hz.Ebû Bekir gözünü açarak: “(Bir gün bakarsın ki) ölüm baygınlığı gerçek olarak gelmiş. İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir” (50 – Kaaf: 19) ayetini okudu. Ve sonra da: “Şu iki elbisemi yıkayın, bunları kefen olarak kullanın. Zîra hayattakilerin yenilere ihtiyacı daha çoktur” dedi. Yine Hz. Âişe: “Yüzü suyu hürmetine yağmur yağan, yetimlerin baharı ve dulların koruyucusu” meâlindeki beytini söyleyince, Hz. Ebû Bekir: “O, dediğin, Resûl-i Ekrem’dir” buyurdu.
Ebû Bekir’in hastalığı ağırlaşınca yanındakiler: “Bir doktor çağıralım da sena baksın” dediler. Hz. Ebû Bekir:” Benim tabibim bana baktı ve ben dilediğimi yaparım diye söyledi” dedi.
Selman-ı Farsî ziyâretine gelerek: “Bize öğüt ver” dedi.
Hz. Ebû Bekir: “Allahu teâlâ size dünyayı fethettirecek, kapularını açacaktır. Siz, ihtiyacınızdan fazlasını almayınız. Bilmiş ol ki, sabah namazını kılan kimse, Allah’ın himâyesindedir. Allah’ın hakkını küçümseme, zîra yüzüstü seni Cehennem’e atar” dedi.
Hastalığı ağırlaşıp artık iyileşmek ümidi kesildiği vakit, Hz. Ömer’i çağırtarak ona şöyle öğüt verdi: “Bilmiş ol ki; Allahu teâlânın, insanlar üzerinde gündüzde hakkı var, onu gece kabûl etmez; gece hakkı var, onu da gündüz kabûl etmez. Farzlar ödenmedikçe nâfileleri kabûl etmez.
Kıyâmet günü mîzânın ağır gelmesi, dünyada hakka uymak ve hakkı ağır getirmekle mümkündür. Ağır gelmesi için mîzânın hakkı, ona ancak hakkı koymaktır. Kıyâmet gününde terâzisi hafif gelenler, bâtıl olan şeye uyanlardır. Hafif gelmemek için mîzânın hakkı, ona bâtılı koymamaktır.
Allahu teâlâ Cennet ehlini güzel amellerle, Cehennem halkını da çirkin işleri ile anmıştır. Onların iyi amellerini onlara iade etti de onlar birbiri arasında, “Ben falancadan iyiyim” dedi. Allahu teâlânın rahmet ve azab âyetlerini bir arada anmasındaki hikmet, kulun korku ve ümid arasında yaşaması ve kendisini tehlikeye atmayıp boşu boşuna Allaha ümid beslememeleri içindir.
Şâyet bu vasıyyetime riâyet edersem, ölümden daha sevimli olarak ulaşacağın bir yitiğin olmaz ki, ölüm muhakkak seni de bulacaktır. Şâyet dediklerime riâyet etmezsen, ölümden daha arzulamadığın bir kaybın olmayacak. Hâlbuki o yine seni yakalayacaktır. Ondan kendini kurtaramazsın” dedi.
“Allahın, göğsümü iman nûru ile genişlet!”
Saîd İbnü’l-Müseyyeb de şöyle anlatır:
“Hz. Ebû Bekir ağırlaşınca, bâzı kimseler yanına girerek: “Bize bir şeyler ver, tavsiyelerde bulun. Zîra biz senden endişe ediyoruz” dediler.
Hz. Ebû Bekir de: “Ölmeden önce şu anlatacaklarımı okuyanların ruhu ufûk-ı mübîne yükselir” dedi. Onların: “Ufûk-ı mübîn nedir?” diye sormaları üzerine, Hz. Ebû Bekir:
“O, Arş’ın önünde geniş bir ovadır. Akar suları, bahçeleri ve bol meyveleri vardır. Buraya her gün yüz rahmet iner. Şu duâya devam edenin, ölünce ruhu bu makama yükselir. Dua şudur:
“Allah’ım, hiçbir ihtiyacın olmadan ve karşılıksız olarak mahlûkatı yarattın. Sonra da birini Cehennem’lik, diğerini de Cennet’lik olarak ikiye ayırdın. Sen beni Cehennem’liklerden değil, Cennet’liklerden kıl. Allah’ım, insanları yaratmadan önce fırkalara ayırdın. Kimini şakî, kimini saîd, bir kısmını azgın ve sapık, bir kısmını da doğru yolda kıldın. Sana isyân ile beni azdırma.
Allah’ım, herkesin ne yapacağını, onları yaratmadan önce de bilirdin. Senin bilginde değişiklik olmaz. Ve ilminin dışına çıkılmaz. Sen beni, ibâdetinde dâim kullarından eyle. Allah’ım, sen dilemedikten sonra kimse dileyemez. O hâlde benim sana yaklaşmamı dilememi dile.
Allah’ım, kullarının bütün hareketlerini sen takdîr ettin. Senin iznin olmadan bir şey kımıldayıp hareket edemez. Bütün hareketimi senin rızâna uygun kıl. Allah’ım, hayrı – şerri ve her birini işleyecekleri sen yarattın. Beni, bu iki kısmın iyilerinden, hayır işleyenlerinden kıl.
Allah’ım, Cennet ve Cehennem’i sen yarattın. Herbirinin adamlarını da yarattın. Beni Cehennem halkından değil, Cennet ehlinden eyle. Allah’ım, bâzı kimseler hakkında sapıklığı irâde ettin ve onların göğüslerini daralttın. Sen benim göğsümü iman nûru ile genişlendir ve kalbimi îmân nûru ile süsle.
Allah’ım, bütün işleri sen sevk u idâre edersin ve sana yönelirler. Öldükten sonra beni temiz bir hayâta ulaştır ve beni sana yaklaşanlardan kıl.
Allah’ım, başkalarına güvenerek sabahlayıp akşamlayanlar varsa da, benim îtimadım her an sanadır, ümidim sendedir. Kuvvet ve kudret senindir. Sana güveniyorum, Allah’ım” de, dedi ve bütün bunların Allahü teâlâ’nın kitâbında olduğunu bildirdi.

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Örnek Kaynana 9

Örnek Kaynana-9

Sevim, Salih’i bıraktıktan sonra, uygun birine kanca takmak istiyordu. Ömer’le ilgilenmişse de fazla bir yüz görmedi. Ömer, bir gün eve gittiğinde “Şair Sevim” dediği kızdan bir mektup geldiğini görmüştü. Mektup şöyleydi:

“Sevgili Ömer,
İlk defa böyle bir mektup yazdığım için çok heyecanlıyım. Ne yazacağımı bilmiyorum. Beni mazur gör! Ömrümde senin kadar uygun birini göremedim. Düşüncelerimi birkaç şiirle ifade ediyorum.

Çok yüksekten uçarsın,
Her yere nur saçarsın,
Niye benden kaçarsın?
İnsafına sığındım.

Sular gibi akarsın,
Ciğerimi yakarsın,
Niçin dargın bakarsın?
İnsafına sığındım.

Göz yaşlarım çağlasın!
Senin için ağlasın!
Beni sana bağlasın!
Mektup yazarsan eğer.

Bülbüller güle gelir,
Ördekler göle gelir,
Şu kalbim dile gelir,
Mektup yazarsan eğer.

Yollarında gözüm vardır,
Pek utangaç yüzüm vardır,
Sana gizli sözüm vardır,
Utancımdan yazamadım.

Sana çoktan verdim karar,
Söylenecek çok sözüm var,
Yazsam belki eller duyar,
Utancımdan yazamadım.”

Ömer, mektubu ve şiirleri okuyunca hayret etti. Mektubu alıp ertesi günü Salih’e gösterdi. Salih, Sevim’den olduğunu öğrenince Ömer’e sordu:
— Ne diyorsun Ömer? Hazır bir nimet... Kapına gelmiş.

— Sevim’i bilmiyor musun, hiç uygun biri değil. Çok kimseyle konuştuğunu görmedin mi?

— Konuşur, n’olacak yani? Onlarla arkadaş olarak konuşuyor. Seninle de evlenmek için konuşuyor.

— Zamane kızlarının hangisine güvenilir? Sevim’in, arkadaşlığın ötesinde konuştuğunu gördüm.

— Kalbindeki niyetini nereden biliyorsun? Suizan etmen doğru mu? Baksana ilk defa mektup yazdığını söylüyor.

— İlk olsun, son olsun, hiç hoşuma gitmiyor. Cevap olarak ne yazayım?

— Mektuba gerek yok. Şu iki satırı yazabilirsin:

Edep sende ar sende,
Sayılmadık yâr sende.

İkisi de gülüştüler. Salih dedi ki:
— Gerçekten, mektuba hiç gerek yok. Okula gidince bir daha mektup yazmamasını söylersin. Alâkanın olmadığını iyice bilsin! Ümit bırakmayacak şekilde kesin konuş!

Ömer, daha önce kararını verdiği için, mektubu okur okumaz yırttı. Ertesi sabah kesin şekilde gerekli cevabı verdi. Sevim bakalım artık hangi kapıları çalacaktı?

Salih, evlenene kadar nikâhı yapıp yapmamayı düşünüyordu. Nikâh yapsa, Ayşe’nin babasının evinde yaptığı bazı hareketlerden sorumlu olurdu. Nikâh yapmasa evlilik öncesi görüşme mümkün olmazdı. Önce Belediye muamelelerini tamamlamaya çalışıyordu. Nişan işi de hazırdı. Nişan gecesinde mevlit okutulacak, pasta, limonata verilecek ve yüzük takılacaktı. Yarın gece okunacak mevlide komşu kadınlar ve tanıdıklar çağrıldı. Kadınlara okuduğu mevlit ve ilâhilerle haklı bir şöhrete kavuşan Ahu Hanımı da davet ettiler. Bu kadının okuduğu mevlide herkes hayran olur, dinleyenler âdeta vecde gelirdi. Nişan Ayşelerin evinde yapılacaktı. Erkeğe altın haram olduğu için Salih’e gümüş bir yüzük, Ayşe’ye de altın bir yüzük alındı. Ayşe yarınki gece için heyecanlanıyordu. Gece geç vakte kadar uyuyamadı. Sabah ezanı okunurken uyandı. Güzel bir rüya görmüştü. Peygamber efendimiz nişanlarının hayırlı olması için dua etmişti. Sevinçle kalkıp abdestini alarak namazını kıldı. Rüyayı anlatmanın uygun olmayacağını bildiği için, hiç kimseye anlatmadı.

Davetli kadınlar gelmiş, mevlit okunmaya başlanmıştı. Ahu ablanın güzel sesi karşısında hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Mevlitte zaten ses çıkmazdı. Kadınlar nerede olursa olsun, konuşmayınca duramazlardı; ama burada hiç sesleri çıkmıyordu.

Gelini ilahilerle karşıladılar. Geline yüzük takıldı. Pastalar yendi. Limonatalar içildi. Tanıdık kadınlar birbirleriyle konuştular. Dedikodu yaptılar. Sonunda dağıldılar.

Kaynana derdi Ayşe’yi uyutmuyordu. Ayşe bunları düşünürken odasının kapısı çalındı.
— Kim o?

— Ağabeyin Ömer.

Ayşe kapıyı açtı.

— Ayşe, daha uyumadın mı?

— Uyuyamadım abi.

— Sana bir müjde vermeye gelmiştim.

— Hayırdır inşallah.

— Salih’in annesi, Salih’e öyle öğütler vermiş ki, Salih sevincinden ağlamış. Bana anlattı. (Hanımınla iyi geçinmezsen, hakkımı helâl etmem) demiş. Çok şeyler söylemiş. Evde en ufak bir geçimsizlik istemediğini söylemiş. Gelinle iyi geçineceğe benzemektedir.

Salih’in iyi bir insan olduğu, annesinin de ondan aşağı kalmadığını, Ömer iyice anlattı. Ayşe biraz rahatlamıştı. Abisi gittikten sonra uyumuş, güzel rüyalar görmüştü. Rüyalara pek inanmazdı; ama abdestli yatınca, sabaha karşı görülen rüyaların hayra alamet olduğunu biliyordu. Sabah vakti girmişti. Abisiyle babası camiye gitmişti. Hemen kalkıp abdestini alarak sabah namazını kıldı. Namazdan sonra evliliğinin hayırlı olması için dua etti. Gözlerinden yaşlar döküldü. İnce kalble yapılan duaların kabul olduğunu biliyordu. Ağlaması onu ferahlatmıştı. Sevinçle yerinden kalkarak çayın suyunu koydu. Sabah kahvaltısını hazırlamaya başladı. Annesi mutfağa girince:
— Kızım, dedi, bugün sen misafirsin. Bırak da ben hazırlayayım!

— İnsan annesinin misafiri mi olur? Şimdiden mi beni evden ayırmak istiyorsun?

— Yok kızım. Hiç anne evladını evinden çıkmasına razı olur mu? Allahü teâlânın emri böyle. Sen hiç merak etme. Seni hiç yalnız bırakmam. İhtiyacın olursa getiririm.

Beraberce sofrayı hazırladılar. Ayşe’nin iştahı kesilmişti sanki. Bir şey yiyemiyordu. Sofradakiler fark ettilerse de karışmadılar. Birkaç saat sonra gidecekti. Herkeste bir üzüntü hali vardı. (Devamı Yarın)

Kimseyi incitmez, herkese iyilik ederdi


Kimseyi incitmez, herkese iyilik ederdi
Hz. Mikdâd bin Esved, çok sade bir hayat yaşar, herkes O’na imrenirdi. Eshab-ı kirâmdan. Abdullah bin Amr ve Abdullah bin Mes’ûd bunlardandı. Kimseyi incitmez, herkese iyiliği, emirleri ve yasakları öğretirdi. Resûlullahın sünnetinden ayrılmazdı. En büyük arzusu ve emeli buydu.
Her müşkülünü hemen gelip Resûlullaha sorardı. Birgün, Resûlullaha gelip: “Yâ Resûlallah! Kâfirlerden birine rast gelecek ve onunla döğüşecek olursam, kâfir bana hücûm ederek, kılıcı ile bir kolumu kestikten sonra bir ağacın arkasına geçerek Kelime-i şehâdet getirerek “Ben Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed aleyhisselâmın da O’nun kulu ve Peygamberi olduğuna inandım” diyecek olursa, O’nu öldürmek benim için câiz midir?” diye sormuştu.
Peygamberimiz de cevap vererek: “Hayır, öldürme!” dediler. Hz. Mikdâd tekrar sordu: “Fakat o adam benim kolumu kesmiş, ondan sonra da Kelime-i şehâdet getirmişti. Böyle olduğu halde onu öldürmeyeyim mi?” Resûlullah efendimiz ona tekrar şu cevabı verdi: “Onu öldürme! Onu Kelime-i şehâdet getirdikten ve böylece müslüman olduktan sonar öldürecek olursan, Onun şehâdetten evvelki haline dönersin, O da senin öldürmeden evvelki haline döner!”
Resûlullah efendimiz, Hz. Mikdâd bin Esved’i çok severdi. Onu kendi amcasının kızı Hz. Dıbâa ile evlendirmiştir. O, hayatının bir kısmını Resûlullah efendimiz ile birlikte geçirmiştir. Bu hususta rivayet ettiği bir hadîs-i şerîf, Onun bu halini tasvir etmektedir.
(... Kur’ân-ı kerîme sarılınız! Çünkü o şefaat eden ve şefaati kabul edilendir. Kendisine uymayanların yenilmeyen hasmıdır. Kim Kur’ân-ı kerîmi rehber edinirse Kur’ân onu Cennete götürür. Kim de Kur’ân’a sırt çevirirse, Cehenneme gider. Kur’ân, en hayırlı yolu gösterir. Emirleri açık ve kesindir. Boş sözler değildir... Ma’nâları çok derindi. Güzellikleri sayılamaz. Âlimler ona doymazlar. Oh akikate ulaşmak için Allah’ın sağlam ipidir. Dosdoğru yoldur. Cinlerin Kur’ân’ı duydukları zaman hayretten “Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’ân dinledik ve hemen inandık ve artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız” dedikleri hakikattir...)

Allahü teâlâya yemin ederim ki


“Allahü teâlâya yemin ederim ki...”
Ka’b’ül-Ahbâr’ın veciz sözleri:
“Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizden biri doğuda, Cehennem ateşi de batıda olsa, sonra Cehennem ateşinin sıcaklığına asla dayanamazdı. Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak daha kolaydır. Bu yüzden Allahü teâlâya itâat ediniz. Bu ateşe düşmeyiniz. Çünkü dayanamazsınız.”
“Cehennemde dört köprü vardır: Birincisinde, akrabası ile münasebeti kesenler, ikincisinde, üzerinde borç bulunanlar, üçüncüsünde taşkınılk ve azgınlık yapanlar. Dördüncüsünde, zulüm edenler oturur.”
“Kim, âhiret şerefine kavuşmak isterse, Allahü teâlânın büyüklüğünü ve kudretini tefekkür etsin (düşünsün.) Böyle yaparsa, âlim olur. Günlük rızkına râzı olursa başkasına ihtiyaç duymaz. Hatalarını hatırlayıp, düşündüğü zaman, çok ağlasın, Cehennem denizlerini söndürür.”
“Allahü teâlaya yemin ederim ki, şu kiri giderdiği gibi, beş vakit namaz da günahları giderir.”
“Ne mutlu evlerini mescid yapanlara. Mescidler, takvâ sâhiblerinin (haramlardan, günahlardan sakınanların) evleridir. Allahü teâlâ, namazını, orucunu ve zekâtını gizleyen kulları ile, meleklerine övünür.”
“Eğer sizden biriniz, iki rekat nafile namazın sevabını bilse idi, onu dağlardan daha büyük görürdü. Farz namazlara gelince, artık onun sevâbını ifade etmek (açıklamak) mümkün değildir.”
Lokman Hakîm, oğluna şöyle nasihâtta bulundu: “Ey Oğul! Namazını kıl! Çünkü, namazın dindeki durumu, bir binanın direği gibidir. Eğer direkler düzgün ve sağlam olursa o evden faide görülür. Yoksa o evin faydası olmaz. Güzel edebe de çok sarıl.
Ey oğul, Allahü teâlânın sana verdiği şeylerden tasadduk et (hayra ver.) O zaman Allahü teâlâ sana lütuf ve bağışını arttırır. Sana gazap etmez. Fakir komşuna, yoksa, köleye, esire, korkana merhâmet et. Yetime yakın ol ve onun başını okşa. Çünkü sen, Allahü teâlânın kullarına acırsan, Allahü teâlâ da sana acır Melekler, gökten, sizin gökteki yıldızlara baktığınız gibi, gece namaz kılanlara bakarlar.”
“Âhir zamanda öyle âlimler gelecek ki...”
Ka’b’ül-Ahbâr’ın veciz sözleri:
“Âhir zamanda öyle âlimler gelecek ki, herkesi zühde (şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmek) davet edecekler. Fakat kendileri zühdden uzak olacaklar, insanları korkutacaklar, fakat kendilerinde korkudan hiçbir iz bulunmayacak, insanların makam mevkii sahiplerinden uzak kalmalarını isteyecekler, fakat kendileri onlardan ayrılmayacaklar, sözleri ile dünyayı kötüleyecekler, fakat zenginlere yaklaşacaklar, yoksul ve fakirlerden uzak kalacaklar. Bildiklerine aykırı hareket edecekler. Böyle âlimler, kötü ve Allahü teâlânın sevmediği âlimlerdir.”
Biri gelip, Ka’b’ül-Ahbâr hazretlerine “İlâcı, tedavisi olmayan hastalık nedir?” diye sordu. Cevabında “ölümdür” buyurdu.
“Ölümü gerçekten tanımış bir kimseye, dünya belâ ve musibetleri, dert ve sıkıntıları çok hafif gelir.”
“Cennette ağlayan bir adam bulunur. Ona niçin ağlıyorsun denir. O şöyle cevap verir: Ben Allahü teâlânın yolunda öldürüldüm. Şehidlik o kadar güzel ki, tekrar dünyaya döndürülüp, üç defa daha şehid olmayı arzu ediyorum. Fakat daha fazla şehid olamadığım için ağlıyorum.”
“Bir takım kimseler vardır ki, Allahü teâlâ, meleklerine onları örnek ve numûne gösterir. Onlar: Allahü teâlânın rızasına uygun yaşayan, nafile namazlarını gizleyen, nafile orucunu gizli tutan, sadakayı gizli veren, gizlenmesi gereken her gizli ameli gizleyenlerdir.”
“Âlim mü’min, şeytana karşı daha sert ve güçlüdür.”
“Cahil kimseler, ilimle birbirlerine karşı öğünürler. Onların ilimden nasibi sadece övünmeleridir.”
“Kuşlar ve yerde bulunan canlılar, Cum’a günü buluşurlar, birbirlerine selâm vererek bugün iyi gündür derler.”
“Uyuyacağın zaman sağ tarafa ve kıbleye dönmüş olarak, yatılır. Çünkü, uyku bir çeşit ölümdür.”
“İlim meclisinde bulunmanın sevabı çoktur. İnsanlar buralarda bulunmanın değerini bilmiyorlar. Eğer böyle toplantılardaki sevabı bilmiş olsalardı, oraya girmek için birbirlerini öldürmeğe kalkışırlardı. Herkes işini gücünü bırakıp oraya koşardı.”
“Hanımının eziyet ve sıkıntı vermesine sabreden kimseye, Allahü teâlâ, Hz. Eyyûb’a verilen sevabtan verir.”
“İnsanlardan gelen sıkıntılara sabretmiyen, onlara karşılık vermeyi terketmiyen kimse sabırlı sayılmaz.”
Cenab-ı Hakkın sevdiği dört kişiden biri
Peygamber efendimiz, kumandanlarından olan Hz.Mikdâd bin Esved’i çok severdi. Peygamberimiz onun hakkında şöyle buyurdu: “Allah bana Eshâbımdan dört kişiyi özellikle sevdiğini bildirip, benim de onları sevmemi emir buyurdu ki bunlar: Ali, Mikdâd, Selman ve Ebû Zer’dir.”
Mikdâd bin Esved, Eshâb-ı kirâmdan olmayan müslümanlardan birinin kendisine hayıflanarak sizlere “Ne mutlu sizin gözlerinize! Resûlullah’ın zamanında yaşadınız! O’nu görmekle şereflendiniz!” şeklinde konuşması üzerine O’na şunları söylemiştir:
“Sizleri bunu istemeye sevk eden nedir? O devirde yaşasaydınız, Resûlullaha karşı tavrınız ne olacağını bililyor musunuz? Allah’a yemin ederim ki, Resûlullah kendisine uymayan ve tasdik etmeyen pek çok kavimle karşılaşmıştı. Halbuki Allahü teâlânın sizi bu devirde yaratması sebebiyle Resûlullahın size getirdiklerini tasdik ederek, yalnız Allah’ı biliyor ve ona iman ediyorsunuz. Sizin sıkıntılarınızı başkaları çekti. İnsanların azgınlıkları sebebiyle Peygamberler gönderilmiştir. Resûlullah ise insanların puta tapmaktan başka hiçbir şey tanımadıkları cahiliyet ve vahşet devrinin en korkuncunda gönderilmişlerdir. O Kur’ân-ı kerîmi getirdi, onunla hakkı ve bâtılı birbirinden ayırdı.O kadar ki; bir kimse, kalbine imân yerleştikten sonra imân etmeyen babasının, çocuğunun veya kardeşinin küfürde olduğunu görüyor ve karşı duruyordu. Dostunun Cehenneme gitmesine katiyyen sevinmezdi ve iman etmesini arzular, bunun için çırpınır. Cehennemden kurtulmasını isterdi.
Bu hususta Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Furkân sûresi 74’üncü âyet-i kerîmesinde şöyle duâ etmeyi emretti: “Ey yüce Rabbimiz! Hanımlarımızdan ve çocuklarımızdan gözlerimizi aydın edecek, bizi sevindirecek olanları bahşet.”
Hz. Mikdâd bin esved, gittiği yerlerde insanlara Kur’ân-ı kerîmi öğretmiş ve hadîs rivâyetinde bulunmuştur. Onun Peygamber efendimizden rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:
“Kıyamet günü güneş insanlara bir mızrak mesafe kalıncaya kadar yaklaştırılır.”
“İnsanlar kıyamet gününde günahlarına göre tere batacaklardır. Ter kiminin topuğuna kadar, kiminin dizlerine, kiminin beline kadar, bazısının da ağzına kadar yükselir.”

14 Temmuz 2013 Pazar

Örnek Kaynana 8

Örnek Kaynana-8

Ömer, sabah olunca okula düşünceli şekilde gitti. Salih’e ne söyleyecekti. (Kız kardeşimle evlen) demek kolay değildi. Düşündü taşındı. Bir karara varamadı. Salih’le karşılaştı. Salih:
— Ne oldu Ömer dedi.

— Ne olacak iyilik.

— Annene söyledin mi, uygun bir kız var mıymış?

— Annemle konuştum. Uygun bir kız varmış; ama bizim Ayşe’yi fâsık biriyle sapık biri istemiş. Kesinlikle vermeyin dedim. Annem, (Kızı isteyince vermek gerekir) diyerek diretince, Ayşe’yi Saliha teyzenin oğlunun istediğini söyledim. Nasıl suç işlemiş miyim?

Salih utancından kızardı. Bir şey söyleyemedi. Ömer devam etti:
— Kız kardeşim olduğu için söylemiyorum. Kızcağızı ne idiği bilinmeyen kimselere vermek istemiyorum. Eğer peki dersen beni çok memnun edersin. Annemle konuştum. Saliha teyze gelecek dedim. Anneni bu akşamdan tezi yok, hemen getirmen iyi olur.

— Peki getireyim!

Salih, erkenden eve geldi. Ömer’in söylediklerini anlattı. Annesi de uygun buldu. Buna rağmen istihare yapılmasını, çünkü istiharenin sünnet olduğunu söyledi. Salih de bugün gidilmesinin, yine de istihare yapılmasının iyi olacağını bildirdi. Akşam namazını kılıp çıktılar. Ömerlerin evine gelince uygun karşıladılar. Saliha Hanım, kadınlarla ayrı bir odaya çekildiler. Salih ve Ömer’le ayrı bir odada konuşmaya başladılar. Saliha Hanım, geliş sebebini anlattı. Ömer’in annesi olumlu cevap verdi.

Saliha Hanım, yolumuz uzak diyerek izin istedi ve oğluyla birlikte evden çıktılar. Salihler gittikten biraz sonra da Ömer’in babası geldi. Ömer söylemeye hazırlanırken, annesi, Saliha Hanımın, Ayşe’yi istemeye geldiklerini söyledi. Ömer’in babası:
— Ne cevap verdiniz?

— Babası bilir dedik.

— Gerçekten kızımız çok küçük; ama Salih gibi bir genç bir daha ele geçmez. Fırsatı değerlendirmek gerekir. Gerçi kızın çeyizi falan daha hazır değilse de, uygun birini bulunca kaçırmamak gerekir.

Ömer, Salih’in eve gelmiş olacağını düşünerek, yarım saat kadar daha bekledikten sonra telefonla aradı.
— Alo, kiminle görüşüyorum?

Salih Ömer’in sesini anladı.
— Ömer, biliyorsun, telefonda ilkönce kendini tanıtmak gerekir değil mi?

— Biliyordum ama heyecandan unuttum.

— Hayrola ne heyecanı?

— Siz gittikten biraz sonra babam geldi. Annem sizin geldiğinizi söyledi. Babam hiç tereddüt etmeden peki dedi. Yarını bekleyemeden telefon ettim. Haydi, iyi geceler!

— İyi geceler Ömer.

Salih, hemen gusledip istihareye yattı.

Komşu olduğu için Şenol’un annesi, Ayşelerin evine gelince, Ayşe’nin annesi, Ayşe’nin Ömer’in arkadaşıyla sözlendiğini, yakında nişanlarının olacağını haber verdi. Şenol’un annesi bu sözü duyunca sanki beyninden vurulmuşa döndü. Nasıl gelip gittiklerini sordu. Bir şeyler araştırdı. (Hayırlı olsun) diyerek gitti.

Şenol’un annesi Kezban Hanım, Salihlerin evinin adresini öğrenip ta Fatih’e geldi. Salih’lerin evinin kapısını çaldı. Saliha Hanım çıktı. Kezban Hanım, Ayşelerin komşusu olduğunu ve hayırlı olsun demeye geldiğini söyledi. Saliha Hanım, içeri buyur etti. Kezban Hanım söze başladı:
— Oğlunuzun çok iyi olduğunu duydum. Allah bağışlasın! Ayşe de komşumuzdur. Kendisi yok, Allahı var. Çok iyi kızdır. Siz de görmüşsünüzdür. Ancak zayıftı, veremlidir. Hasta olmasa hani hiç diyecek yoktur. Terbiyeli kızdır. Kaç doktora götürdülerse çaresini bulamadılar. Ben doğrusunu söyleyeyim de günah benden gitsin! Kararı vermek size düşer.

Saliha Hanım, gerçekte de Ayşe’yi biraz zayıf görmüştü. Hastalıklı olması mümkündü. Ciddî bir hastalığı varsa, haydi annesi söylemez; ama Ömer niçin Salih’e söylemedi? Saliha Hanım, kadına yumuşak cevap verdi:
— İlginize çok teşekkür ederim. Ta Erenköy‘den zahmet edip buralara kadar gelmişsiniz.

— Kardeşim, insanlık gereği bu. Kim gelmez. Elin öksüz çocuğunun başını yakmak istemedim.

— Bir de biz doktora götürürüz. Doktor iyi olmaz derse, vazgeçeriz.

— Çok doktora götürdüler. Hiç biri çaresini bulamadı. Fuzuli masraf etmenize ne gerek var? Götürülecek doktor olsaydı, hiç götürmezler miydi Ne güzel kızdı! Yazık oldu.Az kalsın bizim Şenol’un başını da yakmak istiyorlardı. Annesi geldi. Ağzımı aradı. Hiç razı olur muyum? Bile bile elin veremlisini alır mıyım biricik oğluma?

Kezban Hanım, nereden duyduysa, Ömer’in kız kardeşini Salih’e teklif ettiğini duymuştu. Yahut tahmin etmişti. Derin derin soluyarak konuşmaya devam etti:
— Hiç hastalıklı olmasa gül gibi kızını bize teklif eder mi? Çocukcağız daha on altı yaşına yeni girdi. Evde mi kaldı da koca aramaya başladı? Hastalıklı olmasa bu kadar acele eder mi? Bilmiyorum ya belki de size de kendisi teklif etmiştir. Yahut abisi vasıtasıyla dünür gelinmesini istetmiştir.

Saliha Hanım, (Abisi vasıtasıyla istetmiştir) sözünü duyunca yüreği cız etti. Öyle ya, hastalıklı olmasa niye istetmeye gerek görecekti? Kadına şöyle cevap verdi:
— Bize kendileri teklif etmedi. Kızı istemeye biz gittik.

— Hemen he dediler, değil mi?

— Yok, hemen razı olmadılar. Babası bilir dediler.

— Bilemediniz mi canım? O da işin numarası. Şüphelenmeyiniz diye öyle demiştir. Ben onları hiç bilmez miyim? Kaç yıllık komşumdur.

Saliha Hanımın içine bir kurt düşmüştü, ama kadına ne oluyordu? Ta oradan buraya niçin gelmişti? Ona teşekkür ederek uğurladı.

Salih bir hafta boyunca hep güzel rüyalar görmüştü. Ayşe’yi beyaz gelinliğiyle yeşil bir taksiyle, yeşil bahçe içindeki yeşil bir eve getirmişti. Aynı rüyayı Ayşe de görmüştü. Yeşil ve beyaz görmek hayra alâmetti. Siyah ve kırmızı görmek şerre alâmetti. İstihare hayırla sonuçlanmıştı. Salih eve gelince, annesi, Kezban Hanımın konuşmalarını anlattı. Salih, hiç önem vermedi.
— Anne, o kadın, oğlu Şenol için Ayşe’yi istemeye gelmiş. Ömerler de razı olmamış. İşte o zaman Ömer, bana, bir an önce kızın nişanlanmasını istedi. İki yıldır evlerine gidip geliyorum. Hasta olsa hiç duymaz mıyım? Biraz zayıf yapılı o kadar. Ömer’i iyi tanıyorum. En ufak bir kusuru olsa bana söylemez mi? O kadın oğluma vermediler diye kininden, garazından iftira etmiştir. Düşünmeye değmez. Ömer de zayıf yapılı değil mi?

Saliha Hanım, biraz rahatlamıştı. Bu akşam oğlanla kızı sünnet üzere göstereceklerdi. Kendisi de iyice bakmayı düşünüyordu: Yine akşam namazından sonra gittiler. Kapının zilini çaldılar. Çıkan olmadı. Bir daha çaldılar yine ses yok. Hâlbuki haberli gelmişlerdi. Niye kapıyı açmıyorlardı? Saliha Hanımı bir tereddüt kaplamıştı. Salih:
— Anne, dedi, dört rekât namaz kılıncaya kadar beklemek gerekir. O zaman bir daha çalarız. Çıkan olmazsa gideriz. Biraz bekledikten sonra kapı hafifçe aralandı. Hemen Salih, kendini tanıttı. Ömer, Salih’i misafir odasına aldı. Saliha Hanım da kadınların bulunduğu odaya gitti. Ömer, kapıyı açmaya geç kaldığı için özür beyan etti. Yatsı namazını cemaatle kıldıklarını söyledi. Onun için kapıyı açamadıklarını bildirdi.

Annesi Salih’e kızı iyice anlatmıştı. Görmeye gerek yoktu. Zaten Salih de iki yıldır gelip gidiyor. Ayşe’nin çocukluğunu bile tanıyordu; ama sünneti ihmal etmemek için bir defa daha görmek gerekirdi. Ayşe kahve tepsisiyle içeri girdi. Heyecanlanıyor, elleri titriyordu. Halının ucuna ayağı takılarak kahveler döküldü. Ayşe iyice utandı. Kıpkırmızı kesildi. Hemen Ömer, kardeşini teselli etmeye çalıştı:
— Ayşe böyle şeyler olur. Üzülecek bir şey yok. Yeniden yapıp getirirsin!

Aslında ne Salih ne de Ömer kahveyi severdi. Âdet olduğu için kızla oğlanın birbirini görmeleri için bir vesile idi. Maksat hâsıl olmuştu.

Gönül ne kahve ister, ne de kahvehane.
Gönül dostu arzular, çay kahve bahane.

Kahveler tekrar gelip içildi. Artık birbirlerini iyice görmüşlerdi. Bir an önce nişanın yapılmasını istiyorlardı. Saliha Hanım Ayşe’ye bu sefer daha iyi baktı. Bir hastalık geçirip geçirmediğini sordu. Önemli bir hastalık geçirmediğini söylediler. Haftaya nişan yapılmak üzere karara vardılar. (Devamı Yarın)

Size müjdeler olsun, üzülmeyiniz


“Size müjdeler olsun, üzülmeyiniz”
Tâbiîn’in yani Eshab-ı kiramı görenlerin meşhurlarındandır. Müslüman olmadan önce, yahûdi âlimlerinin ileri gelenlerindendi. Resûlullah Efendimizin zamanına yetişti. Ancak müslüman olma nimetine kavuşamadı. Hz. Ömer zamanında müslüman oldu. Kıymetli söyleri meşhurdur. Bunlarından bazıları şunlardır:
“Allahü teâlâ, mü’min kulunu sevdiği zaman, Cennette onun derecesini yükseltmek için, dünyayı ondan uzaklaştırır. Kâfir kuluna gazab ettiği zaman, onu dünyada rahat kılıp, sevindirir. Böylece onu Cehennemin aşağı deercelerine düşürür."
“Fakir kimseler, ihtiyaçları için Allahü teâlâya yalvardıklarında, onlara: (Size müjdeler olsun, üzülmeyiniz. Çünkü siz zenginlerden üstünsünüz. Kıyâmet günü Cennete onlardan önce, sizler gireceksiniz.)”
“Peygamberler bir şeye muhtaç oldukları ve bir belâya uğardıkları zaman, sıkıntısız oldukları zamankinden daha sevinçli ve rahat olurlardı.”
“Kim zenginlere ve mal sahiblerine boyun eğerse, dîni de boyun eğer, böylece dînine zarar gelir.”
“Dünyadan ancak Allahü teâlânın takdir ettiği kadar ele geçer. Ancak kulun sebeplere yapışıp, çalışması gerekir. Böyle yaparsa, emre uymuş olur.”
“Allahü teâlânın korkusundan gözyaşı döken kimseyi Cehennem ateşi yakmaz.”
“Allahü teâlâya yemin ederim ki, Allahü teâlânın korkusundan gözyaşlarımın yanaklarıma akmasını, altından bir dağı sadaka olarak vermekten, daha çok severim.”
“Evlerinizi Allahü teâlâyı anmak suretiyle nurlandırınız. Evlerinizi onda namaz kılarak, nasiplendiriniz. Allahü teâlâya yemin ederim ki, böyle yapanlar gök ehli arasında tanınırlar. Gök ehli, “Falan oğlu falan evini, Allahü teâlâyı anarak süslüyor” derler.”
“Sükût iyi bir huydur. Çünkü, verâ (şüphelilerden kaçınma) ve günahların azlığına güzel bir vesile (çâre, yol)’dir.”
“Allahü teâlâ, yersiz güleni; bir ideâli, maksadı olmadan yola çıkanı sevmez.”
“Hikmetli söz, müslümanın kaybolmuş malı gibidir.”
“İdarecinin iyi olmasıyla halk da iyi, kötü olmasıyla, onlar da kötü olurlar.”

Fakir olarak ölmeyi istedi


Fakir olarak ölmeyi istedi!
İbnü’l-Münkedir ölürken ağladı. Sebebini soranlara, “Bilerek işlediğim bir büyük günah için ağlamıyorum. Ağlamamın asıl sebebi, önemsemiyerek yaptığım bir hatânın Allah katında büyük bir günah olmasından korkarak ağlıyorum” dedi.
İbnü’l-Mübârek de ölümü esnasında âzadlı kölesi olan Nasr’a “Başımı toprağa koy” dedi. Nasr ağladı. “Niçin ağlıyorsun?” deyince, “Senin iki varlığını, servetini ve şimdi de yoksul olarak ölümünü hâtırlayarak ağlıyorum” dedi. İbnü’l-Mübârek: “Ağlama, zîra ben Allahü teâlâdan zenginler gibi yaşamamı ve yoksullar gibi ölmemi istedim. Sonra sen, bana şehâdeti telkîn et ve ben başka bir söz konuşmadıkça da onu tekrar etme” dedi.
Cerirî diyor ki: “Son nefesinde Cüneydi Bağdadi’nin yanında bulunuyordum. Cum’a günü idi. Kur’ân-ı azîmi okuyordu ve hatmetmişti. Ben de kendisine: “Bu durumda da mı okuyorsunuz?” dedim. O da: “Bu işe benden daha ihtiyaç sahibi olan kimdir. İşte defterim dürülmektedir, hiç olmazsa hatim ile dürülsün” dedi.
Rüveym diyor ki: “Ebû Saîd el-Harraz’ın ölümü ânında yanında bulunoyrdum. O ise: “Âriflerin gönüllerinin Allah’ı zikre olan iştiyâkı ve gizli münâcât hâlindeki hâtırlamaları, ölüm ve
ümid dolu şerbet bardaklarını onların üzerlerine serpti de şükredip az ile kanâat eden veya doyan gibi dünyadan yüz çevirdiler. Onların maksad ve üzüntüleri bir askerî karargâha, orduya katılmaktır ki, orada parlak yıldızlar gibi Allah’ın dostları vardır. Cisimleri yeryüzünde O’nun sevgisi ile ölüp giderken ruhları perdeler arasında yükseklere doğru seyreder. Onlar ancak habiblerinin civarında istirahata çekildiler. Zorluk ve zahmette aksaklık göstermezler” dedi.
Cüneydi Bağdadi de, Ebû Saîd el-Harraz’ın ölüm ânında vecde çok geldiğini söylediklerine, onun ruhunun hevesle uçması şaşılacak bir şey değildir” dedi.Ölümü ânında zâtın birisine: “Allah de” dediklerinde, “Siz ne vakte kadar Allah diyeceksiniz? Hâlbuki ben Allah aşkı ile yanıyorum” dedi.
Yine zâtın birisi diyor ki: “Memşadi’d-Dînûrî’nin yanında bulunuyordum. Fakirin biri geldi selâm verdi ve: “Burada insanın ölebileceği temiz bir yer bulunur mu?” diye sordu. Ordakiler kendisine yer gösterdiler. Ayrıca orada göze suyu da vardı. Fakir abdestini tazeledi. Bir miktar namaz kıldı, sonra da gösterilen yere giderek yattı, ayaklarını uzattı ve öldü.
Ebû’l-abbâs ed-Dînûrî bir meclisde konuşuyordu. Kadının biri sözlerinden vecde gelerek haykırdı. Bunun üzerine Ebû’l-Abbâs kendisine: “zamanın geldi öl” dedi. Kadın kalktı kapuya doğru yürüdü ve çıkarken Ebû’l-abbâs’a döndü: “Sözünü tutuyor ve ölüyorum” diyerek yattı ve öldü.

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Örnek Kaynana 7

Örnek Kaynana-7

Salih, ertesi günü okula gitti. Sevim’i gördüğü halde hiç yüz vermedi. Okulda fazla durmadan eve geldi. Cevap vermeye gerek görmedi. Birkaç gün okula gitmedi. Annesine gelen yeni mektuptan bahsetti. Annesi dedi ki:
— Oğlum, iki satır bir şey yaz. İstemediğini söyle! Boşuna ümit edip durmasın!

— Anne, okula gidince yüzüne ters ters baktım. Anlamış olması gerekir. Arife tarif gerekmez.

— Oğlum, yine sen, nasihat edici bir mektup yazsan iyi olur.

Salih, (Anne bir düşüneyim) diyerek ders çalışmaya başladı.
* * *
Sabah oldu. Salih yine okula gitmedi. Evde derslerine çalışmaya başladı. Annesi Saliha Hanım da, uygun kız aramaya başlamıştı. Bugün de yine bir mektup geldi. Yine şiirler vardı.

Peş peşe gelen mektuplar Salih’i rahatsız etmişti. Ders çalışırken de, kafası hep mektuplarla meşguldü. Okuduğunu anlamıyordu. Bu işe tezinden bir çare bulmalıydı. Annesi bu halini görünce:
— Salih yine düşünüyorsun? İki satır bir şey yaz. Seni bir daha rahatsız etmesin!

— Kolay kolay rahat bırakacağa benzemiyor.

Salih, yeni gelen şiirli mektubu okuduktan sonra bir mektup yazmaya karar verdi. Ne yazıp da bu belayı başından savmalıydı? İyisin dese, peşini bırakmazdı. Kötüsün dese uygun olmazdı. Bu düşünceyle yazmaya başladı.

“Sayın Sevim Hanım,
İslâmiyet’in iyi bilinmediği bir çevrede, kültür emperyalizminin en etkili olduğu bir zamanda, ustaca körpe beyinlerin yıkandığı bir çağda, başta kavak yellerinin estiği bir yaş döneminde, Allahü teâlâya inanmanız ve inandığınızı imkân nispetinde yaşamaya çalışmanız takdire şayandır.

Bugün hemen bütün romanlarda mutlu bir evlilik için âşık olmayı adeta şart koşuyorlar. Hâlbuki böyle etki altında kalarak evlenmek çok defa yuvanın yıkılmasına sebep olmaktadır. Peygamber efendimiz, (Aşırı sevgi, insanı kör ve sağır eder) buyuruyor.

Atalarımız da, (Aşkın gözü kördür) derler. Bir gamzeye esir olanlar, evleneceği kimsenin meziyetini dikkate almadan, onunla evlenmek hatasına kurban olurlar. Tecrübeli bir zat, (Hayatta çok çılgınlıklar yaparım. Yapamayacağım tek şey, aşk için evlenmektir) diyor.

Erkekle kadının birbirine olan sevgisine, aşk demek doğru değildir. Aşk yüce bir mefhumdur. Basit sevgilere aşk dememeli. Mecazî olarak sevenlere, âşık denmektedir. Böyle âşıklara, aşk hakkında ahlâk dersi verilmez. Fazilet dersini, böyle bir sevgiye düşenlerden öğrenmek gerekir.

Şehvet, sultanları köle; sabır ise, köleleri sultan yapar. Yusuf aleyhisselam ile Züleyha validemizin durumunu düşünmek gerekir.

Mutlu olmak için gülün yanında diken var diye üzülmemeli, dikenler içinde gül var diye sevinmelidir.

Mutluluğun sırrı, sevilen şeyleri yapmakta değil, yapmaya mecbur olunan şeyleri sevmektedir.

Sevgi belirtilince, seveni rezil eder. Gizlenince de, seveni perişan eder. Âşık olup, aşkını, iffetini, namusunu saklayıp ölenler şehit olur. Bu bakımdan, Allah rızası için sevmek ve bu sevgiyi saklamak büyük nimettir.

Benim sizinle bir alakam yoktur. Boşuna bana mektup yazmayın! Sizin için dünya ve ahiret saadeti dilerim.”
* * *
Salih sabah fakülteye gelince, Ömer’le karşılaştı. Ömer:
— N’aber birkaç gündür okula gelmiyorsun, dedi.

— Evet, biraz rahatsızdım da...

— Sıhhi bir rahatsızlık mı, yoksa fikrî bir rahatsızlık mı?

— Fazla kurcalama! Annem, (Seni evlendirelim) diyor.

— Sen ne dedin?

— Gerekçesini öğrenince uygun gördüm.

— Gerekçesi ne!

— Uzun zamandan beri söylüyordu. Ben de okulu bitireyim de ondan sonra diyordum. Şimdi ikna oldum; ama uygun birini bulamıyoruz.

— Bizim Erenköy’de var mıdır bilmiyorum. Anneme bir söyleyeyim!

Ömer, Salih’i iki üç yıldır tanıyordu. Sapık yoldan dönmesine, daha doğrusu hidayetine sebep olduğu için ve gerçekten ideal bir genç olduğu için çok seviyordu. Salih’ten uzak kalmayı hiç istemiyordu; hatta Erenköy’den Fatih’e taşınmak bile istiyordu; ama Erenköy’deki ev kendilerinin olduğu için kirayla ev tutmak uygun olmuyordu. Salih’i görünce neşesi artıyor, kalbi rahatlıyordu. Kötü arkadaşın zararını bildiği için, Salih onun için bulunmaz bir nimetti. Bilmediği çok şeyleri öğreniyordu. Salih’ten ayrı kaldığı zaman kendisini bir hüzün kaplıyordu. Anne ve babasına, (Ders çalışacağız) diyerek ara sıra Salihlerin evinde kalıyordu. Salih’in ve annesinin intizamlı hayatına ve güzel ahlâklarına hayran oluyordu. Şimdi bir ümit ışığı parlamıştı. Kız kardeşi Ayşe’yle, Salih’in evlenmesi mümkündü. Ne yapıp da bunu gerçekleştirmeliydi? Annesini, babasını nasıl ikna edeceğini düşünerek eve geldi. Annesi, Ayşe’ye yemeği hazırlamasını söyledi. Ömer’i de içeriye çağırarak bir şeyler konuşmak istediğini söyledi.

— Hayrola anne dedi, Ömer.

— Hayır evlâdım. Komşumuz Şenol var ya...

— Evet...

— Öğleyin annesi bize geldi. Şenol için Ayşe’yi istedi.

— Sen ne dedin?

— Babası var, abisi var, dedim.

— İyi demişsin anne. Şenol, kardeşime lâyık değildir. Ayşe’nin dengi olamaz. Fâsık biri saliha bir kızın dengi olamaz. Şenol’u tanırız. Namaz kılmaz, kumar oynar. Hiç bir yönden uygun değildir. Bir daha gelirlerse, (Abisi kesinlikle istemiyor) de! İstersen daha küçük diye bahane bul! Ne dersen de, ümitlerini kessinler!

— Zaten babana da söyledim. O da uygun bulmadı. Ayşe’ye hiç duyurmadık.

— İyi etmişsin anne.

— Bu akşam da Mürüvvet Hanım geleceğini söyledi. Artık şüphelenmeye başladım. Acaba o da oğlu için mi geliyor ki?

— Anne ağzını hayra aç!

— Hayır değil mi evlâdım? Mürüvvetin oğlundan iyisini mi bulacağız? Namazını kılar. Terbiyelidir.

— Anne sen bilmezsin onu. Mürüvvet Hanımın oğlu Cengiz, Şenol’dan daha kötüdür. Şenol’un ne solculuğu var, ne Müslümanlığı. Hidayete kavuşması daha kolaydır; ama Cengiz, çok sapıktır. Böyle birinin hakiki Müslüman olması çok zordur. Böyle biriyle Ayşe’nin evlenmesi intihardır. Kardeşimin onunla evlenmesine asla razı olamam.

— Oğlum zaten isteyen yok. Ben biraz şüphelendim de öyle söyledim. Şenol’a vermeyeceğiz, Cengiz’e vermeyeceğiz de kime vereceğiz? Kızımız evde mi kalacak?

— Anne kızımız daha yeni on altı yaşına girdi. Aceleye ne lüzum var. İnşallah uygun birini buluruz.

— Ya baban peki derse ne diyeceksin?

— Sakın babama duyurma! Şayet bu akşam onun için gelirlerse, ümit verici konuşma! Kimseye vermiyoruz. Kızımız daha küçük de! Bir şeyler de! Kov gitsin! Sen kovmazsan bana haber ver! Ben kovarım.

Akşam yemeğinden sonra Ömer, bir arkadaşına gitti. Babası da kahveye gitti. Mürüvvet Hanım, küçük kızıyla geldi. Ayşe’yi istemeye gelmişlerdi. Ömer’in korktuğu başına gelmişti; ama annesi kuvvetli muhalefetini düşünerek, dünürcüleri eli boş çevirdi. Başkalarının da geldiğini ama vermediklerini, vermeyeceklerini kesin olarak bildirdi.

Ömer, gece eve gelince annesine hemen sordu:
— Anne ne oldu?

— Evet, düşündüğümüz gibi Ayşe’yi istemeye gelmişler.

— Hemen kovdun mu anne?

— Kovmadım ya evlâdım. Ümit bırakmayacak şekilde cevap verdim.

— İyi etmişsin anne.

— Oğlum iyi ettik ama şimdi ne yapacağız? (Kız istenince at beslenince vermelidir) diye bir söz vardır. Kızın nasibi açılmıştı. Hayırlı işte acele etmek gerekir. Bir iki kişi istedikten sonra kızın nasibi kapanabilir.

— Anne kızını isteyen uygun biri var.

— Kimmiş? Böyle biri var da bugüne kadar niye söylemedin?

— Sırası şimdi geldiği için söylemedim. Saliha teyzenin oğlu istiyor.

— Sahi mi?

— Anne Salih’i sen de iyi bilirsin. Bize gelir gider. İki yıldır arkadaşız. Ondan iyisine bugüne kadar rastlamadım. Salih bana hafiften çıtlatınca nasıl sevindim bir bilsen.

— Daha önce niye söylemedin? Dünürcülere kızımızı verdiğimizi söylerdik.

— Demek zamanı şimdiymiş anne... Şimdilik Ayşe’ye söyleme! Saliha teyze istemeye geldikten sonra söylersin. Babama da söyleme! (Devamı Yarın)

O’nu unutmadım ki hâtırlayayım


“O’nu unutmadım ki hâtırlayayım”
Hazreti Şiblî’nin hizmetçisi Câfer bin Nusayr’a, “Şiblî son deminde ne gördü?” dediklerinde, dedi ki: “Şiblî son deminde, “Birisinin bende bir dirhem hakkı vardı, onun için binlerce dirhem verdim. Hâlâ korkum odur” dedi ve sonra bana, kendisine abdest aldırmamı söyledi. Ben de abdestini aldırdım. Yalnız sakallarını hilâllemeyi, aralarına su vermeyi unuttum. Dili tutulmuştu. Elimi tuttu ve sakallarının arasına soktu. Sakallarını hilâlledim ve böyel öldü. Yâni son nefesinde bile abdestin edeblerinedn hiç birini terketmediğini söyledi.
Ölüm döşeğinde yatan Bişr bin El-Hâris’e: “Ölüm ağır geldiği için hayatı mı seviyorsun?” diye soranlara, “Allah’a gitmek kolay değildir” dedi. Son deminde Cüneydi Bağdadi’ye “Lâ ilâhe illâllah” demesi telkin edildiği vakit, “Ben O’nu unutmadım ki hâtırlayayım” demiştir.
Sâlih bin Mismar’a: “Oğlunu ve aileni birine vasiyyet etmiyor musun?” dediklerinde, “Onları Allah’tan başkasına emânet etmekle Allah’tan hayâ ederim” demiştir.
Ebû Süleyman ed-Dârânî de ölüm döşeğine yattığı vakit ziyâretine gelenler ona: “Sana müjdeler olsun ki, mağfireti çok, merhameti bol olan Allah’a gidiyorsun” dediler. O da: “Öyle diyecek yerde, iğneden ipliğe her şey’in hesâbını görüp kusurlarından dolayı seni azab edecek olan bir Allah’ın huzuruna gidiyorsun desenize?” demiştir.
Ebû Bekir el-Vâsıtî de hastalandığı vakit, “Bize vasıyyette bulun” diyenlere, “Allahü teâlânın sizden istediği hakkına, riâyet edin” dedi. Yine birisi ölüm döşeğine yattığında ailesi ağlamağa başladı. Onun ağladığını gören kocası sebebini sorunca, kadın, “Senin için ağlıyorum” dedi. Adam, “Sen kendin için ağla, zîra ben kırk yıl bugün için ağladım” demiştir.
Cüneydi Bağdadi diyor: “Ölüm hastalığında Sıriyyü’s-Sakatî’yi ziyârete gittim ve: “Nasılsın?” diye kendisinden sordum. O da: “Bendeki hastalıktan tabibe nasıl şikâyet edeyim? Zîra bana gelen, ondan geldi” dedi. Bunun üzerine yelpaze ile kendisini biraz serinlendirmek istedim. O da: “Ciğerleri yanan bir adam yelpazeden ne anlar” diyerek yine şu meâldeki şiirleri söyledi:
“Kalb yanıyor, gözün yaşları akıyor, sıkıntılar toplandı sabırlar ayrıldı.”
“Gönül varlığı heves ve arzûları, kendini huzursuz eden adamın istikârı olabilir mi?”
“Ey Rabbim, enim için kurtuluş yolu olan bir şey varsa da, bir nefesim dahi kalmışsa, onu bana ihsân eyle.”
“Cömerde karşı yumuşaklık gösteririm”
Şiblî hazretleri ölümü ânında adamlarından bâzıları yanına girerek ona şehâdet kelimesini telkîn ettiklerinde, şu meâlde konuştu:
“Bir beyt ki içinde sen varsın, artık oranın ışığa ihtiyacı yoktur.”
“İnsanlar hüccet ve delilleri ile geldikleri vakit, bizim hüccetimiz sensin.”
“Senden yardım istediğim vakit, Allah bana yardım etsin.”
Ebûl’l-Abbâs bin Atâ, Cüneydi Bağdadi’nin yanına girdi. Hazret can çekişiyordu. Ona selâm verdi. Selâmını geç aldı ve: “Beni mâzur gör, virdim ile meşgul idim” dedi. Sonra kıbleye dönerek tekbir aldı ve öldü.
Ölüm döşeğinde yatan Kettânî’ye: “Ne gibi amelin var?” diye sorduklarında, “ölümüm yakın olmasa size amelimden bahsetmezdim. Ama mâdemki ölmek üzereyim, söyleyeyim. Tam kırk yıl kalbimin kapısını bekledim. Ne zaman Allah’tan başka bir şey kalbime girmek istedi ise onu hemen kovdum” demiştir.
Mu’temir diyor ki: “Hıkem bin Abdülmelik’in ölüm esnasında yanında bulunanlardan biri idim. “Allah’ım, bu şöyle böyle, iyi bir insan idi. Sen bunun ölüm acısını kolaylaştır” diye duâ ettim. Bir müddet sonar ayıldı ve: “O duâyı yapan kim?” diye sordu. Ben de: “O duâyı ben yaptım” dedim. Bunun üzerine dedi ki: “Azrâil bana, “Ben her cömerde karşı rıfk ile davranırım” dedi ve sonra da öldü.
Yûsuf bin El-Esbât ölüm döşeğinde yattığı vakit, Huzeyfe ziyâretine gitti ve onu fazla ıztırap içinde gördü. “Şimdi feryâd ü figan zamanı mı dır?” deyince, Yûsuf, “Ne yapayım, vallahi yapmış olduğum amelleri sıdk u ihlâs ile yapıp yapmadığımı bilemiyorum, ona ağlarım” dedi. Huzeyfe: “şu sâlih adama bakın, amelindeki ihlâsından korkuyor” dedi.
Ahmed Megazilî diyor: “Suffa adamlarından ihtiyar bir malûlün ziyaretine gittim, ölüm döşeğinde idi. Allahü teâlâya hitâben: “Bana dilediğin gibi muamele etmeye muktedirsin, bana rıfk ile muâmele et yâ Rab” diyordu.
Ölümü esnâsında Şeyh’in biri Memşâdü’d-Dînûrî’nin yanına gitti ve: “Allah sana iyi muâmelede bulunsun” diye duâ etti. Bunun üzerine Memşad gülümseyerek: “Otuz yıl önce Cennet bütün varlığı ile bana arzedildi ve fakat ben ona iltifat etmedim” dedi. Yine Rüveyme ölümü esnasında kendisine şehâdeti telkîn ettikleri vakit, “Zâten ben ondan başkasını söyleyemem” dedi.

Allah müttakîlerin ibâdetini kabûl eder


“Allah müttakîlerin ibâdetini kabûl eder”
Halife Hârun Reşîd ölümü esnâsında bizzat kendi eliyle kefenini hâzırladı ve: “Malım bana fayda vermedi. Bütün saltanatım benden ayrılıp mahvoldu” (Hâkka: 28, 29) âyet-i celîle’lerini okudu.
Me’mun da ölümü esnâsında yaslanarak: “Ey mülkü, dâim olan Allah’ım, mülk ve memleketini ve hattâ her şeyini kaybeden kuluna merhamet et” dedi.
Mu’tasım da 44 yaşında ölürken: “Eğer ömrümün bu kadar kısa olduğunu bileydim hiçbir şey yapmazdım” demiştir.
Muntasır da ölümü esnasında sıkıntı içerisinde kıvranıyordu. Kendisine: “Bu o kadar önemli değil” dedilerinde, o: “Sıkıntım, dünya hayatının sona erip âhiret hayatının başlaması içindir” dedi.
Abdülmelik bin Mervan ölüm döşeğine yattığı vakit, elbise yıkayıcısının nasıl çamaşırı yıkayıp eli ile sıktığını görünce: “Keşke ben de çamaşır yıkayıcısı olsaydım da her günkü el emeğimle günlük nafakamı temîn etseydim ve dünya işlerine karışmasaydım” demiştir.
Abdülmelik bin Mervan’a: “Ey mü’minlerin emîri, kendini nasıl buluyorsun?” diye sorduklarında, Abdülmelik, Allahü teâlânın:“Andolsun ki sizi ilk def’a yarattığımız gibi, âhirette de yapayalnız, teker teker huzurumuza gelmişsinizdir. Size ihsân ettiğimiz şeyler, de sırtlarınızın arkasında bırakmışsınızdır” (En’am: 94) buyurduğu gibi buluyorum, dedi ve öldü.
Hz. Muaz ölümü esnasında: “Allah’ım, şimdiye kadar senden korkuyordum, fakat şimdi sana ümid besliyorum. Allah’ım, ben sular akıtıp ağaçlar sulamak ve bahçeler yetiştirmek için yaşamak istemediğimi, susuzluktan ciğerleri yananları sulamak, darda kalanlara genişlik göstermek, ulemâ sohbetine devam edip onların zikir halkalarına sıkıştırmak için yaşamak istiyorum” dedi. Ölüm sancıları şiddetleşip baygınlıklar geçirip ayıldıkça: “Allah’ım, beni ne kadar sıkıştırırsan sıkıştır. Bilirsin ki kalbim sana bağlıdır, seni sever” dedi.
Abdullah bin Mübârek ölümü esnasında gözünü açtı ve gülümseyerek,“Artık çalışanlar da bunun gibi çalışmalıdır” (Sâffât: 61) âyetini okudu.
Büyüklerden birisi ölümü esnasında ağlayıp, sebebini kendisinden sorduklarında, “Beni ağlatan Kur’ân-ı kerimdeki,“Allah ancak müttakîlerin ibâdetini kabûl eder” (5 – Mâide: 27) âyet-i celîlesidir” dedi.

12 Temmuz 2013 Cuma

Örnek Kaynana 6

Örnek Kaynana-6

Ömer, Salih’le konuşmasından sonra, içinde eski samimi olduğu arkadaşlarına karşı bir soğukluk hissediyordu. Arkadaşlarının hepsi aynı fikirde değildi. Kimi Libya’yı tutuyor, kimi Suudi Arabistan’ı örnek alıyordu. Aralarına devrimciler de girip, devamlı hür ülkeleri kötülüyorlardı. Ayrıca, şahsi çıkarları için dini istismar edenler de vardı. Hiçbir şeyden haberi olmayan, sırf Allah dedikleri için bunların peşlerinden giden zavallı kimseler de vardı. Böyle saf kimseler buradan nasıl kurtulabilirlerdi? Ömer, bunları düşünürken arkadaşı Haydar’la karşılaştı. Haydar:
— Salih, dedi. Çoktandır görüşemiyoruz. Nerelerdesin?

— Ders çalışıyorum. Evde de bazı işlerimiz var.

— Gel derneğe gidelim!

Salih, hayır diyemedi. Beraberce gittiler.

Dernekte birkaç kişi oturmuş çay içiyorlardı. Faysal yüksek sesle:
— Arkadaşlar, dedi, bu gece benimle slogan yazmaya kim gelecek?

Haydar cevap verdi:
— Ben varım.

— Başka yok mu, dedi. Faysal.

Ömer söze karıştı:
— Gündem tespit edilsin, hangi sloganlar düşünülüyor, nerelere yazılacak? Emir kim olacak? Bunlar karara bağlansın, gidecek insan bulunur.

Haydar, Ömer’in teklifine itiraz etti:
— Emire memire ne gerek var?

Ömer izah etmek gereğini hissetti:
— Kardeşim, üç kişi bir araya geldi mi, içlerinden birini emir seçmek sünnettir, emire uymak ise vacibdir. Birimiz şu sokağa yazılsın deriz, birimiz öbür sokağa deriz. Kimi, boya yeşil olsun der, kimi kırmızı olmasını ister. Böylece bir başıboşluk olur. Disiplinli bir bölük, disiplinsiz bir alaydan üstündür. Keza sloganların yazılmasında da anlaşmazlık çıkabilir; hatta slogan yazılmasını gereksiz görenler de olabilir. Şu oturuma bir başkan seçsek, bu hususta görüşme açsak... Ne dersiniz?

Hüsnü ayağa kalktı:
— Ömer’in teklifini şahsen olumlu karşıladım. Görüşme açılmasını kabul edenler, etmeyenler?

Hepsi, kabul diye el kaldırdılar.
— Oy birliğiyle kabul edilmiştir. Şimdi de oturum için bir başkan seçelim. Kimleri gösteriyorsunuz?

Herkes bir ağızdan konuştu:
— Seni seçtik.

Hüsnü kendisine gösterilen teveccühe memnun oldu:
— Arkadaşlar, başkan mutlaka en iyi kimse olmayabilir. Hadis-i şerifte, başımızdaki kimsenin Habeşli bir köle bile olsa itaat edilmesi emredilmektedir. Gündemi tespit edelim. Slogan yazmakta bir sakınca var mı?

Ömer söz aldı:
— Düşmana kendi silâhıyla karşılık vermek gerekir. Ancak başkalarına zarar vermemek şartıyla... Meselâ kâfirin duvarına yazsak, hakkını ödemek kolay mı? Müslümanın duvarına yazsak, mümine eziyet haramdır. Yazılacak uygun yerler bulmak da, pek kolay değil.

Faysal bu fikre itiraz etti:
— Yazıları yeni yazmıyoruz. Kaç yıldır yazılarımıza itiraz olmadığına göre, demek ki gerekli fetva verilmiştir. Yazalım mı, yazmayalım mı tartışmasını bırakıp yazılacak sloganların tespitini görüşelim!

Başkan teklifi oylamaya sundu:
— Kabul edilmiştir. Şimdi sloganlar için tekliflerinizi bekliyorum.

Faysal söz aldı:
— Bizler için en uygun olanı “Tek önder Peygamber”, “İslâmcılar, Kur’anda birleşelim” ve “Kurtuluş İslâm’da” sloganlarıdır.
* * *
Mustafa, Salih’le konuştuktan sonra içine bir şüphe düştü. Konuşmaları göz önüne getirdi. Müslümanlığın hak olduğuna inanmaya başladı; ama bu düşüncesini kimseye açamıyordu. Devrimci arkadaşlarına söylese öldürebilirlerdi. Mitinglere duvarlara yazı yazmaya Mustafa’yı da çağırıyorlardı. Gitmese olmazdı. Gitse, inancına ters düşüyordu. Salih’i bulup durumunu anlattı. Salih dedi ki:
— Buradan başka bir şehre gitme imkânın olmadığına göre, ayağına alçı sardır. Arkadaşların görünce, ayağının kırıldığını, altı ay alçıyla durmak ve hareket etmemek gerektiğini anlatırsan senden vazgeçebilirler.

Mustafa eve dönünce gelip ayağını alçıya aldırdı. Devrimci arkadaşlarına mektup yazarak ayağının kırıldığını bildirdi. Onlar da ziyaretine gelince durumu gördüler. Bir daha da arayıp sormadılar.

Salih’i ayarlamak için çeşitli gruplar rahat bırakmadığı gibi, kızlar da arkasını bırakmıyordu. Çeşitli bahanelerle yanına gelip bir şeyler soruyorlar, güya bir şeyler öğreniyorlardı; ama Salih çok ciddi olduğu için kısa cevaplar veriyor, hiç birine iltifat etmiyor, yüz vermiyordu. Salih eve gelip annesine kızların rahatsız ettiğini söyleyince, onların şerrinden kurtulmak için uygun bir kız aramaya başladı.

Namazını kılan ve okul dışında başını örten Sevim, Salih’i tenhada görse hemen ilân-ı aşk edecekti. Sevim, konuşma fırsatını bulamayınca mektup yazmayı düşündü. Evlerine gidip pembe bir kâğıda mektubu yazdı. Fatih postanesinden attı.

Salih evde ders çalışırken kapının zili çalındı. Arkasından, “Posta” diye bir ses işitildi. Salih kapıya çıktı. Postacı bir mektup uzattı. Pembe bir zarf… Yanlışlık var mı, diye adresi okudu. Evet, zarfın üstünde Salih Öksüz diye yazıyordu. Mektubu alıp içeri gelince merakla açıp okumaya başladı.

“Kıymetli Salih Bey,
İlk defa bir erkeğe mektup yazdığım için nasıl yazılacağını, nereden başlanacağını bilemiyorum. Hatalarımı samimiyetime bağışlayacağından eminim. Kendimden bahsetmeden önce, sizden bahsetmek istiyorum.

İki senedir beraber okuyoruz. Ben hiçbir kızla şakalaştığını bile görmedim. Ciddiyetine hayran oldum. Namaz da kılman, beni çok sevindirdi. Okulda konuşmaya hiç fırsat bulamadım. Mektup yazarak rahatsız ediyorum. Umarım bağışlarsın. Benim durumumu da biliyorsun. Alışılagelenin tersine bir kızın, bir erkeğe mektup yazması belki uygun karşılanmaz. Hazret-i Ömer’in kızını evlendirmek için damat aradığı da malum. Sırf evlenmek niyetiyle, bir kızın mektup yazması yadırganmamalı. Nedense çok kıskancım. Bir erkeğin bir kızla konuşmasına tahammül edemiyorum. Bildiğiniz gibi bizim sınıfta kızlarla konuşmayan erkek yok gibidir. Eğer sen de erkeklerle konuşmayan bir kız arıyorsan emrine amadeyim. Mektup yazmak istersen, evimizi biliyorsun. Annemden başka kimse yoktur. Yani mektup yazmanın mahzuru yoktur. Mektup yazmazsan okula gelince evet dediğini bildirirsin. Müjdeli haberini sabırsızlıkla bekliyorum.”

Salih, mektubu okuduktan sonra, böyle bir şeylerin olacağını tahmin ediyordu. Korktuğu başına gelmişti. Ne yapacaktı? Bu düşünceler içindeyken annesinin sesi duyuldu:
— Oğlum, mektup kimden geliyor?

— Sevdiğim kızdan anne.

— Gelininden desene oğlum!

— Gelin olacak biri değil anne.

— Nasıl biri? Niye sana mektup yazıyor? Seni tanımıyor mu?

— Biraz tanıyor. Onunki de bir ümit. Şimdiye kadar kaç kişinin kapısını çalmıştır. Bizim sınıfta uygun bir kız yok. Zaten okuyan kızların içinde öyle uygununu bulmak da imkânsız gibi... Mektubu yazan kızın okulda konuştuklarını duyunca yerin dibine geçeceğim geliyor. Hiç hayâ nedir bilmiyorlar. Bunlardan ev hanımı olmaz. Namaz kılıyor, dışarıda kapanıyor ama hayâ perdesi yırtılmış.

— Oğlum, evlenince belki ıslah olur. Hıristiyan kızını alıp da yola getiriyorlar. Bu da yola gelebilir.

— Anne ihtimal üzerine bina kurmak uygun olur mu? Terbiyeli birini aramak varken, elin vahşisini evcilleştirmeye uğraşmak doğru olur mu?

— Oğlum kendin bilirsin.

— Anne sadece bu kız değil, çeşitli kızlar rahatsız ediyor. Parmağıma nişan yüzüğü mü taksam, faydası olur mu ki?

— Yüzük takmak nereye kadar faydalı olur ki? En uygunu her zaman söylüyorum. Beğendiğin birini bulup nişan yapmak...

— Anne sen ara! Kendine göre uygun birini bulursan bir de ben görürüm. O zaman kararımızı veririz. (Devamı Yarın)

Zehir içmeyenlere de garanti verme


“Zehir içmeyenlere de garanti verme!”
Ömer bin Abdülâziz’in hanımı Fâtıma: “Ben Ömer’i, ölümü esnasında, “Allah’ım, kısa bir süre de olsa ölümümü adamlarımdan gizle” diye duâ ettiğini duydum. Bir ara kapuyu açarak kendi odama girdim. “Bu ahiret yurdunu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz. Sonuç Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.” (Kasas: 83) mealindeki âyetini okudu, sonra sesi kesildi. Ne bir hareket, ne de bir ses duymayınca, hemen hizmetçilerinden birini gönderdim. Adam: “Çoktan öldü” diye bağırdı.
Zehirlendiğinde doktor çağırdılar. Doktor:” Buna zehir verilmiş. Bunun için ben bunun hayatı hakkında te’minat veremem, dedi. Ömer bin Abdülâziz gözünü açarak, “ Bana değil, zehir verilmeyenlere ve yaşayacaklarına dair te’minat verme!” dedi. Doktor,” Zehir verildiğinin farkında mısın?” diye sordu. “Evet, mideme inince anladım” dedi. Doktor,”O hâlde hemen tedâviye başlayalım” dedi ise de, Ömer bunu reddederek,”Tedâvisi kulağımın ardında olsa da elimi kaldırıp onu almam. Rabbime ulaşmak benim için daha iyidir,” dedi. Ve birkaç gün sonra öldü.
Ölüm döşeğine yatınca ağlamağa başladı. Etrafındakiler, “Senin için ağlanacak ne var, Allahü teâlâ seninle nice sünnetleri ihyâ etmiştir. Adâletin ise son haddine yükselmiştir” dediler. O tekrar ağlayarak,” Değil mi ki Allahın huzurunda bütün bu milletin hesabını vermek için
durdurulacağım. Hepsi hakkında âdil adavranabilmekten emîn değilim, yaptığım kusurlar da ayrı. Elbette bunlara korkar ve ağlarım” diyerek yine ağladı ve az sonra öldü.
Ömer bin Abdülâziz ölümü yaklaştığı vakit, “Beni oturtun” dedi. Oturttular. O, “Ben o kimseyim ki bana emirlik verdin, ben kusur ettim. Beni nehyettin, ben ise isyân ettim” diye üç kere söyledi. Sonra da: “Lâ ilâhe illâllah, ibâdete lâyık ancak Allah’tır” dedi. Başını göklere çevirdi ve dikkatle baktı. Kendisine, “Ne bakıyorsun?” diye sorduklarında, o, “Ben öyle kimseleri görüyorum ki, onlar ne insan ne de cindir” dedi ve böylece ruhu bedeninden ayrıldı.
Hazreti Bilâli Habeşi ölürken karısı: “Vay başıma gelenler” diye ağlamağa başlayınca, Bilâl: “Hayır, ne mutlu bize ki, yârın dostlarımız Hz. Muhammed ve arkadaşlarına kavuşacağım” dedi.
Amir bin Abdülkays de ölüm anında ağladı ve: “Ağlamamın sebebi, boşa geçirdiğim günler ve gecelerdir"”dedi.
Hz. Fudayl de ölümü esnasında bayıldı. Sonra gözünü açınca: “Âh uzun yolculuk ve ah az azık” dedi.

Hazreti Selmân-ı Farsî son sözleri


Meşhurların ölüm deşeğindeki sözleri
Hazreti Selmân-ı Farsî de ölüm döşeğine yattığı vakit ağladı. Sebebini soranlara, “Dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum. Peygamber Efendimiz: “Dünyadan ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol azığından fazla olmasın” demişti. İşte buna ağlıyorum” dedi. Hâlbuki öldüğü vakit hesab ettiler, bütün serveti on dirhem civarıda idi.
Meşhur Haccac da ölümü esnasında: “Allah’ım, insanlar diyorlar ki, “Sen beni mağiret etmezsin.” Sen beni mağfiret eyle” dedi. Bu söz, Ömer bin Abdülâziz’in hoşuna gitti ve ona gıbta etti. Bu sözü Hasan-ı Basrî’ye naklettikleri vakit: “Gerçekten Haccac böyle söyledi mi?” dedi. “Evet, söyledi” dediklerinde, o: “Öyle ise umulur ki Allahü teâlânın af ve merhametini kazanmıştır” dedi.
Muâviye bin Ebû Süfyan radıyallahü anh, ölüm döşeğine yattığı vakit: “Beni oturtun” dedi. Kendisini oturttular. Allahü teâlâyı tesbîh ederek andı ve ağlayarak: “Ey Muâviye, ihtiyarlayıp çöktün.Gençlik dallarının bol su aldığı ve yapraklarının henüz yemeşil olduğu zaman geçtig.” diyerek yüksek sesle ağlamağa başladı.
Sonra da şöyle dua etti: “Ey Rabbim, şu ihtiyar kuluna merhamet et. Allahım, kusurlarnı at, sürçmelerini bağışla. Senden başkasında ümidi olmıyana lûtfunla muâmele et!”
Ölüm hastalığında bâzı kimseler kendisini ziyâret etmişti. Onlara, Alahü teâlâya hamd ü senâ ettikten sonra: “Topyekun dünya, görüp tecrübe ettiğimizden başka bir şey değildi. Vallahi, iyi biliniz ki, onun yeşilliklerini neş’e içinde karşıladık, yaşayışımızdan zevk aldık. Dünya ise durmadan yavaş yavaş bu zevk ve neş’elerimizi bozdu. Nihâyet bir gün dünya bizi kocalttı ve terketti. Bizi elem ve kederlendirdi. Vah bu dünyaya, vay bu dünyaya” dedi.
Hastalığında verdiği bir hutbesinde: “Ey insanlar, ben, harman olmuş bir ekinim. Ben, benden önce size halifelik edenden daha iyi olmadığım gibi, benden sonra da size benden iyisi değil, benden kötüsü gelecektir. Ben öldüğüm vakit beni aklı başında bir adam yıkasın. Zîra akıllıların Allah katında bir değeri vardır. Beni güzel yıkasın ve âşikâre tekbir alsın” dedi.
Sonra dolaptaki bir bohçayı getirtti. İçinde Peygamber Efendimiz’e ait bir elbise, bir miktar saç ve tırnak kırıntıları vardı. “Bunları, ağız, burun, kulak ve gözümün üzerine koyun. Peygamber Efendimiz’in giydiği bu elbiseyi de kefenimin altından bana giydirin. Allahü teâlânın ana-baba hakkındaki emirlerine riâyet edin. Beni böylece mezarıma koyduğunuz vakit, Allah’ın rahmeti ile beni başbaşa bırakın” dedi. Ölüm döşeğinde iken, “Keşke ben zî Tuva’daki Kureyş’den bir ferd olsaydım ” dedi.

Resulullahın sırdaşı; Hz.Huzeyfe


Resulullahın sırdaşı; Hz.Huzeyfe
Huzeyfet’übnü Yemân hazretleri, Eshâb-ı kirâm arasında Peygamberimizin sırdaşı olması vasfı ile meşhurdur. Peygamberimiz Ona, Eshâb-ı kirâm arasına karışarak kendilerini gizleyen ve böylece fitne çıkarmak isteyen münafıkların kimler olduğunu tek tek bildirmiştir.
Bundan başka vuku bulacak hadiseleri de bildirmişti. Eshâb-ı kirâm arasında çok sevilir ve ayrı bir itibar gösterilirdi. Çünkü o, Resûlullah’ın verdiği sırlarla dolu idi. Resûlullah gizli kalması lâzım olan bir çok şeyi, Huzeyfet’übnü Yemân’a söyledi.
Buyurdu ki: “Resulullah efendimiz, âlemin yaratıldığı zamandan, yok alacağı güne kadar, olmuş ve olacak şeyleri bildirdi. Bunlardan bildirilmesi caiz olanları size bildirdim. Örtmesi lâzım olanları, sakladım bildirmedim.”
Peygamber efendimiz vefâtından sonra Hz. Ebû Bekir, Huzeyfe’yi ordu kumandanı olarak tayin etti. Umman’daki mürtedlerle (dinden dönenlerle) savaşmak üzere Umman’a gönderdi. Kendisine katılan İkrim’e komutasındaki ordu ile birlikte Umman halkını tekrar İslâma döndürdü. Bundan sonra Umman’da önce zekâtları toplamakla sonra da vâli olarak orada vazifelendirildi.
Hz. Ömer halifeliği sırasında Onu Umman’dan Medine-i Münevvere’ye çağırdı. Bir müddet müşavere (danışma) heyetinde bulundurdu. Sonra da Mezopatamya taraflarında yapılan savaşlara katıldı. Irak’ın ve İran’ın fethinde bulundu.
Nihâvend savaşında Nu’man bin Mukarrin şehid olunca, İslam sanağını Huzeyfe eline alarak Memedân, Rey ve Deynura’yı fethetmişdir. Cezire’nin fethinde bulunarak, Nusaybin Valiliği’ne tayin olundu. Selmân-ı Fârisî ile birlikte Kûfe şehrinin yerini seçip, orada şehir kurulmasını kararlaştırdı. Böylece Kûfe şehri kuruldu.
Huzeyfet’übnü Yemân emniyeti ile şöhret bulmuştur. Hatta Hz. Ömer yeni feth edilen memleketlere: “Huzeyfe ne isterse veriniz” diye emir buyurmuş olduğu halde, kendisi kendi yiyeceğinden ve atının yiyeceği yemden fazlasını almamıştır. Medayin şehrinde uzunmüddet valilik yaptı. Oranın halkı onun idaresinden son deerce memnun olup, kendisini çok sevmişlerdi. Döndüğü zaman, Hz. Ömer O’nun halini değiştirmediğini görerek boynuna sarılmış ve “Sen benim kardeşimsin, ben de senin kardeşinim” buyurmuştur.
Hz. Ömer halife iken Huzeyfet-übnü Yemân’ın bir cenâzenin namazını kılmadığını görerek, O’na niçin kılmadığını sordu. O da ölen kişinin münâfık olduğunu söylemiş ve bu sebeple cenaze namazını kılmadığını açıklamıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer, memurları arasında münâfık bulunup bulunmadığını sormuş o da bir tan var demiş, fakat Hz. Ömer’in bütün ısrârına rağmen ismini söylememiştir. Sonra o münafık Hz. Ömer tarafından uzaklaştırılmıştır. Bunun üzerine Hz. Ömer Huzeyfe’nin gitmediği cenazeye gitmemiştir. Çünkü O’nun gitmemesini ölenin münâfık olduğuna işaret sayardı.
“Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?”
Birgün Hz. Ömer huzurunda bulunan bazı Eshâb-ı kirâma: “Resûlullah efendimiz’in fitne hakkında olan sözü hatırında olan var mı? diye sordu. İçlerinden Huzeyfe ey müminlerin emiri! Peygamberimizin bu konudaki sözü aynıyla benim hatırımdadır ki, “Kişi ailesinden, malından, çocuklarından ve komşusundan dolayı fitneye düçar olur. Böyle günahlara oruç tutmak, namaz kılmak ve iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek keffâret olur.” buyurdu, diye cevap verdi.
Hz. Ömer “Maksadım o değil, deniz gibi dalgalanacak fitneyi soruyorum” deyince, Huzeyfe: “Ey müminlerin emiri! Senin için endişelenecek bir şey yok. Senin zamanınla onun arasında bir kapalı kapı var.” diye cevap verdi.
Hz. Ömer “Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?” diye sorunca Huzeyfe “O kapı kırılacak diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer “Desene Ümmet-i Muhammed kıyâmete kadar bir araya gelemeyecek!” diyerek üzüntüsünü dile getirdi. Daha sonra Huzeyfe’ye o kapının ne olduğu sorulduğunda “O kapı Hz. Ömer idi” diye cevap vermiştir. Daha sonra Hz. Ömer şehid edilmiştir.
Huzeyfet’übnü Yemân Hz. Osman’ın halifeliği sırasında Azerbeycan ve Ermenistan taraflarının fethine gönderildi. Bu hizmetlerinin yanında mühim bir hizmetide Kur’ân-ı kerîm nüshalarının çoğaltılmasına sebeb olmasıdır. Çünkü o, Azerbeycan ve Ermenistan tarafına gittiğinde Kur’ân-ı kerîm’in değişik lehçelerle okunduğunu görerek, Kur’ân-ı kerîm’in Kureyş lehçesi üzerine çoğaltılmasını Hz. Osman’a teklif etti. Bunun üzerine Hz. Osman Kur’ân-ı kerîm nüshalarını çoğaltıp; belli merkezlere gönderdi. Hayatının çoğu savaşlarda geçen
Huzeyfet’übnü Yemân Hz. Osman şehid edildiğinde Medine’de bulunuyordu. Bu sırada yaşı oldukça ilerlemişti. Hz. Osman’ın şehid edilmesine çok üzüldü. Onun şehid edilmesinden kırk gün sonra vefât etti.
Huzeyfe ölüm döşeğinde yattığı vakit “Dost ânî bir baskınla geldi. Pişmanlık fayda vermez. Allahım fakirlik ve hastalıktan hakkımda hayırlı olanı bana ver. Ölüm hakkımda yaşamaktan hayırlı ise, sana ulaşıncaya kadar ölüm yolunu bana kolaylaştır.” diyerek duâ etmiştir.
Huzeyfet’übnü Yemân Peygamberimiz’den yüzden fazla hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ondan rivâyet edilen hadîs-i şerîfler Kütüb-i sitte adı verilen meşhur altı hadîs kitabında yer almıştır.
“Fitne zamanında bir kenara çekil; yalnız yaşa!”
Peygamberimizden bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları:
“Resûlullah’a ileride hasıl olacak fitnelerden sordum, çünkü bunların şerrine yakalanmaktan korkuyordum. “Yâ Resûlallah, biz, müslüman olmadan önce kötü kimselerdik. Allahü teâlâ, senin şerefli vücudun ile İslâm nimetini, iyiliklerini bizlere ihsan etti. Bu seadet günlerinden sonra yine kötü zaman gelecek mi” dedim. “Evet gelecek” buyurdu. Bu şerden sonra hayırlı günler yine gelir mi dedim. Yine “Evet gelir. Fakat o zaman bulanık olur” buyurdu. Bulanıklık ne demektir dedim. “Benim sünnetime uymıyan ve benim yolumu tutmayan kimselerdir. İbâdet de yaparlar. Günah da işlerler” buyurdu. Bu hayırlı zamandan sonra, yine şer olur mu dedim. “Evet Cehennemin kapılarına çağıranlar olacaktır. Onları dinleyenleri Cehenneme atacaklardır” buyurdu. Yâ Resûlullah! Onlar nasıl kimselerdir dedim. “Onlar da bizim gibi insanlardır. Bizim gibi konuşurlar” buyurdu. Onların zamanlarına yetişirsem, sığınacak iyi insan bulamazsam ne yapmamı emir edersiniz dedim.
“Bir kenara çekil. Aralarına hiç karışma ölünceye kadar yalnız yaşa!” buyurdu.
Bildirdiği diğer hadis-i şerifler şunlar:
“Benden sonra Hz. Ebû ekir ve Hz. Ömer’e uyunuz.” “Bütün iyilikler sadakadır.”
“Utanmazsan, istediğini yap.” “Nemmam (söz taşıyan) Cennete giremez
“Gümüş ve altın kaplardan bir şey içmeyiniz, ipekli elbise giymeyiniz.”
“Bir kimse, İslâm’da sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevabına ve bunu yapanların sevablarına kavuşur. Bir kimse İslâm’da bir bid’at, (kötü) çığır açarsa, bunun günahı ve bunu yapanların günahları kendisine verilir.”
“İki arkadaşın, Allah katında en sevimlisi, arkadaşına karşı daha müşfik (şefkatli) davranandır.”
“Şehvet nazarı ile bakmak, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim Allah korkusu ile, onu terk eder, yâni şehvet gözü ile bakmazsa, Allahü teâlâ ona öyle bir imân nasib eder ki, zekini kalbinde duyar.”
“İçinizdeki fenâları yola getirmeğe çalışmazsanız. Yani Emr-i Ma’rûf ve nehyi ani’l münker yapmazsanız Cenâb-ı Hak, başınıza öyle belâlar verir ki, bu belâlardan kurtulabilmek için artık iyilerinizin Allah’a yalvarması da fayda vermez.”
“İnsanlar öyle bir zaman yaşayacak ki..”
Huzeyfe şöyle anlatmıştır: “Resûl-i Ekrem ile namaz kılıyordum. “Bekara” sûresinden okumaya başlamıştı. Rahmet âyeti geldiği vakit allah’dan rahmet diler, azâb âyeti geldiği zaman Allahü teâlâ’ya sığınırdı. Tenzih âyeti geldiği vakit, Allahü teâlâ’yı tesbih ve takdis ederdi. Kur’ân-ı kerîmi bitirdiği zaman Resûlulah şöyle duâ okurdu:
“Allahım! Kur’ân-ı kerîm hürmetine bana rahmet eyle, Kur’ânı bana îmân, nûr, hidâyet ve rahmet kıl, Allahım Kur’ân-ı kerîmden unuttuğum oldu ise bana hatırlat, anlamadığım olduğu ise bana anlat, gece ve gündüzde Kur’ân okumayı bana nasib et, Kur’ân-ı kerîmi lehimde hüccet kıl. Ey âlemlerin Rabbi.”
Bildirdiği diğer iki hadis-i şerif ise şöyle:
“Her ümmetin taptığı bir buzağı, putu var. Benim ümmetimin putu ve tapdığı da altın ve gümüştür.(Para, mal,mülktür.)”
“Dünyayı ahiret üzerine tercih eden kimseyi Allahü teâlâ üç şeye mübtela kılar. Kalbinden hiç çıkmayan sıkıntı. Hiç kurtulamadığı fakirlik ve doymak bilmeyen hırs”
Huzeyfet’übnü Yemân buyurdu ki:
“Öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki, sizden biriniz bildiğinin onda dokuzu ile amel edip birini terk ederse helaka gider. Öyle bir zaman gelecek ki, o zaman bildiğinin yalnız onda biriyle amel eden kurtulacaktır. Çünkü o zaman, amel edenler çok azalacaktır.”
Bir kişi Huzeyfet’übnü Yemân’a “Ben nifaktan korkuyorum” deyince, Huzeyfe “Eğer münafık olsaydın nifaktan korkmazdın, çünkü münafık nifaktan emindir korkmaz.” buyurdu.
“Eğer gönüller manevî pisliklerden temiz olsaydı, Kur’ân-ı kerîmin zevkine doymazlardı.”
Huzeyfet’übnü Yemân’a sordular: “Hayatta olduğu halde ölü sayılan kişiler kimlerdir?” Huzeyfet’übnü Yemân “Gördüğü kötülüğe eli ve dili ile mani olmayan veya kalbi ile buğz etmeyen kimselerdir” buyurdu.
“İnsanlar öyle bir zaman yaşayacak ki; bir kişi için, ne kibar ve ne akıllı, diyecekler. Halbuki onun kalbinde zerre kadar imân izi olmayacaktır.”
Münafık kimdir denildiğinde “İslâmiyyetten bahsedip de onunla amel etmeyen, O’na uymayandır” buyurdu.

ALLAHIN 99 ISIMLERI

11 Temmuz 2013 Perşembe

Örnek Kaynana 5

Örnek Kaynana-5

Salih’in sınıf arkadaşı devrimci Mustafa, Salih’in derslerdeki başarısına, üstün zekâsına hayran olmuş, Salih’in niye devrimci olmadığına hayret etmişti; çünkü Mustafa’ya göre, zeki, okumuş her insan, muhakkak devrimcidir. O halde Salih’le görüşülüp sosyalizmin kurtuluş formülü anlatılırsa, devrimci olması işten bile değildir. Bu düşünceyle Salih’i buldu:
— Salih, dedi, Seninle biraz konuşabilir miyiz?

— Hayrola!

— Bizde hayırdan başka ne olur?

— Peki konuşalım!

— Şu caminin yanındaki kahvenin bahçesi uygun...

Beyazıt Camisinin yanındaki çay ocağının bahçesindeki, boş masalardan birine oturdular. Mustafa konuşmaya başladı:
— Salih, dedi. Senin bilgine, zekâna hayranım. Senin gibi birinin içine kapanık durması normal değildir. Seni takip ettim. Namaz kıldığını gördüm. Namaz kılmaktaki maksadın nedir?

— Kendimi kurtarmak.

— Ne kadar bencilsin öyle. Bütün insanlığı kurtarmak dururken kendini kurtarmaya çalışıyorsun. Müslümanlık dediğin nedir senin?

— Müslümanlık tek kelimeyle güzel, iyi ahlâktır.

— İyi ahlâk karın doyurur mu?

— Herkes iyi ahlâklı olursa, bütün bir millet kurtulur.

— Nasıl kurtulur?

— Ahlâk sahibi kimse, yalan, hile bilmez. Kimseyi dolandırmaz. Hırsızlık yapmaz. Çalışıp insanlığa faydalı olmak ister. Muhtaçlara yardım eder. Böyle cemiyette polise, bekçiye gerek kalmaz. Bütün millet mutlu olur.

— Herkesin kendiliğinden erdemli olması zordur. Bu bakımdan bütün insanların mutlu olması, düzenin bozuk olmamasına ve yasaların halkın ihtiyacına cevap vermesine bağlıdır.

— Fikrine katılıyorum.

— Elbet katılacaksın. Kitap gibi konuşurum. Zaten bizim düşüncemiz deneyden geçmiş, bilimsel doktrindir. Halkın bünyesine uygun yasalar yapılmalıdır.

— Rejimi kanunlar tayin eder. Kanunları da insanlar yapar. Hâlbuki insanlar çeşit çeşittir. Her insanın fikri yapısı başka olduğu için insan sayısı kadar düşünce olabilir. Sonra insanların, kini, garazı, sempatisi, acizliği, basitliği, tamahı, egoistliği, hâsılı çeşitli zaafları bulunabilir. Yapılan yasalarda da bu zaaflar belli ölçüde etki eder mi etmez mi?

— Evet, etkisi olur.

Salih, saatine baktı. İkindi ezanı okunmak üzereydi.
— Mustafa, dedi, işim var. Geç kalmayayım. Arzu edersen başka bir zaman yine görüşürüz.

Ayrıldılar. Salih, ikindiyi kılmak üzere camiye girdi. Mustafa, arkadaşı Kaya’nın yanına gitti. Salih’le görüştüğünü, konuşmalarından hatırında kalanları anlattı.
— Kaya, dedi, ne söylemişse inkâr edemedim. Evet demek zorunda kaldım.

— Gericilerle dini konulara girmeyeceksin. Ekonomiden bahsedeceksin. Büyük balığın küçük balığı yuttuğundan, ilkel komünlerden bahsedeceksin. Bak o zaman cevap verebilir mi?

— Madem öyle bir de sen görüş!

Mustafa ile Kaya, yine aynı yerde Salih’le buluştular. İlk söze Kaya başladı:
— Kurtuluş soldadır. Başka sistemler büyük balığın küçük balığı yeme esası üzerine kurulduğu için, solla mukayese edilemez.

Salih, dedi ki:
— Sol, daima büyük şeylerin karşısındadır. (Büyük balık, küçük balığı yutar) sözü doğrudur. Bu batıl sistemlerde böyledir. Bu sistemlerde hak, daima kuvvetlinindir. Yani kuvvetli olan haklıdır. Hâlbuki dinimizde haklı olan kuvvetlidir. Sol, her büyüğü parçalamak, ufak parçalar haline getirmek ister.

— İyi ya işte, toplumda sömürücü kimse kalmaz.

— Mesele büyük balığın, yani zenginin yok edilmesi değil, zenginin fakirleri sömürmesi önlenmelidir. Sol, büyük şey istemez. Büyük fabrika, büyük köprü, büyük baraj istemez. Kısacası büyük devlet istemez.

— Elbette istemez. Büyükler daima küçükleri sömürür. Bir yerde büyükle küçük, zenginle fakir, kuvvetliyle zayıf bulunursa, büyük küçüğü, zengin fakiri, kuvvetli zayıfı sömürür. Her şey küçük olursa kimse kimseyi sömüremez.

— Tatlıyı sever misiniz?

— Severim.

— Tatlıyı sevme diye senelerce sizi eğitseler, tatlıya olan sevginiz yok olur mu?

— Olmaz.

— Tatlıyı sevdiğiniz halde, şeker hastası olsanız, eğitimle tatlının şeker hastaları için zararlı olduğunu öğrenseniz tatlı yer misiniz?

— Yemem.

— Demek ki, eğitimle insan fıtratındaki şeyler değişmiyor; ama terbiye edilince zararlarından kaçınmak mümkün oluyor. Mutlu bir hayat ister misiniz?

— Kim istemez? Zaten bizim amacımız da bütün insanları refaha kavuşturmaktır.

— Niye tasdik ettiğiniz şeyi inkâr ediyorsunuz.

— Nasıl yani?

— Sosyalizm adı altında bütün üretim araçlarını, maddi gücü, rahatı, ne varsa hepsini devlete, devleti yönetenlere vermiştiniz. Halk da karın tokluğuna çalışıyordu.

— Eee?

— Devleti yönetenler, tatlıları yemeye, rahat içinde yaşamaya başladılar. Halk da ekonomik bir hayvan gibi çalışıyor. Zannediyorsunuz ki, öyle bir zaman gelecek, patronlar, eğitimle tatlıları acı hissedecek, rahatı rahatsızlık kabul edecek, ondan sonra kendi kendini tasfiye edecek, böylece deminki söylediklerinizi inkâr ediyorsunuz.

— Yine anlamadım.

— Eğitimle iyiyi kötü, kötüyü iyi hissetmek ilme ne kadar aykırıdır. O zaman dünyada tatlı, rahat diye bir şey kalmadı demektir. Bu solun hurafesidir.

— Eğer yöneticiler kendi kendilerini tasfiye etmezlerse, halk ihtilâlle onları indirir.

— Halkın ihtilâl yapması bir şeyi değiştirmez.

— Niye değiştirmesin ki, kendilerini sömürenleri indirir. Artık sömüren kimse kalmaz.

— Diyelim ki halk ihtilâl yaptı. Başa kimi geçirecek?

— Halktan bir devlet kurulur.

— Yani tekrar başa döndük. Bu sefer, ihtilâl yapanlar, yani baştakiler rahat yaşayacak, eski yöneticilerle diğerleri köle gibi yaşayacaktır.

— Niçin?

Kaya, saatine baktı.
— Gecikiyoruz. Akşam oldu. Bu gece duvarlara yazı yazacağız.

Kaya koşarak uzaklaştı.

Deniz, Devrim, Kaya, Rebel ve Suzan duvarlara slogan yazmak üzere Tüm-sol-der’de toplandılar. Liderleri Deniz, gerekli talimatı verdi:
— Boya ve fırçalar tamam. Rebel, Devrim ve Kaya yazıları yazacak, biz de Suzan’la gözcülük edeceğiz.

Suzan, silâhların yanına gitti. Deniz’e sordu:
— Hangilerini alıyoruz?

— Makineliye gerek yok. Tabanca alsak yeter. Polisler devrimciyse, zaten bize yardım ederler, faşistse tabanca da onları temizlemeye yeter.

Rebel söze karıştı:
— Ya polisler sosyal faşistse?

— Kim olursa olsun, yazılarımıza mani olmaya çalışan olabilir olursa, alnından kurşunlarız.

— Ya attıkların boşa giderse?

— Biz Filistin’de eğitim gördük. Sosyal faşistler gibi Rusya’dan yardım görsek her yeri silâh deposu haline getiririz.

[Devrimciler, solcu olmayan herkese faşist damgasını basarlar. Hatta kendi gruplarından olmayana, “Sosyal faşist” veya “Maocu faşist” gibi adlar takarlar.]

Deniz, sloganların okunaklı yazılması hakkında gerekli talimatı verdi:
— Savsözler beyinlerinde yer edecek şekilde ilginç yazılsın. Ş harfi orak çekiç gibi yazılsın. Devrimcilikten maksadımızın komünistlik olduğunu herkes öğrensin.

Rebel, Rusya’ya da karşı oldukları halde Ş harfinin orak çekiç şeklinde yazılmasının sebebini öğrenmek istedi:
— Biz sosyal faşizme de karşı değil miyiz? Neden Ş harfini orak çekiç şeklinde yapıyoruz?

— Nedeni olur mu bunun? Örgütün emri bu... Nasıl yaz diyorlarsa öyle yazacağız. Orak çekiç komünizmin sembolüdür. Bugünkü revizyonist Rus yöneticileri devrimi amacından saptırmışlarsa orak çekicin suçu ne?

— Bugün hangi savsözleri yazıyoruz?

— Sıkıyönetime hayır, kurtuluş devrimde...

Sokaklara girdiler. Deniz’le Suzan gözcülük yaptı. Diğerleri sloganları yazmaya başladılar. İkinci sokağa girdiler, yazı yazmaya başlarken Deniz’in ıslığı işitildi. Boyaları bir köşeye koyup hiç bir şey yokmuş gibi yürümeye başladılar. Gelenler Denizlerin yanından geçerken:
— Siz yazmaya devam edin, dediler. Biz sizi gözetleriz. Faşist polisler gelirse, ıslık çalarız.

Deniz, teşekkür etti.
— Siz gidin, biz işimizi biliriz.

Yeni bir sokağa girdiler, gidenlerden aldıkları cesaretle, daha rahat yazmaya başladılar. Ortalık ışıyıncaya kadar yazmaya devam ettiler. Tek tük bazı kimseler bunların yazdıklarını görüyorlarsa da korkularından bir şey demiyorlar. Bana ne diyerek, çekip gidiyorlardı.

Bir gören mi haber verdi, ne oldu, iki polis çıka geldi.
— Elin duvarlarını niçin kirletiyorsunuz? Duvarlara yazı yazmanın suç olduğunu bilmiyor musunuz? Cezası altı aydan başlar. Haydi, biz görmemiş olalım çekin gidin!

Rebel, yılışarak cevap verdi:
— Biz faşist değil, devrimciyiz. Alın şu fırçaları da, biraz da siz yardım edin?

Polisler, böylesini de hiç görmemişlerdi.
— Devrimciymiş, faşistmiş biz anlamayız. Biz devletin polisiyiz. Görünmeyin buralarda!

Polislerin yazı yazdırmayacakları anlaşılınca Deniz’le Suzan tabancalarını çekip polislerin ikisini de kurşunladılar. Polisler kanlar içinde yuvarlandılar. Devrimci gençler de kaçıp gittiler.

Sabah oldu. Bütün TÜM-DER’li zorbalar sol yumruklarını kaldırarak cenaze törenine iştirak ettiler. Millete söverek iki polisi defnettiler. Radyo ve televizyonlar, haber bültenlerinde demokratik denilen sol derneklerin ateş püsküren bildirilerini yayınladı. Polislerin faşistlerce katledildiği, faşizmin tırmanışa geçtiği, faşizm önlenmezse eyleme geçeceklerini belirttiler. (Devamı Yarın)

Kadınların Resulullah ile sözleşmeleri


Kadınların Resulullah ile sözleşmeleri
Müslüman olup yanında diğer kadınlarla beraber biat etmek üzere Resulullahın huzuruna giden Hind radıyallahü anha’ya, Peygamberimiz, “Hoş geldin” dedi. Hind, “Ya Resûlallah, vallâhi dün senin çadırındakiler kadar zillet ve hakarete uğramasını istediğim bir çadır halkı yoktu. Bu gün ise yeryüzünde senin çadırındakiler kadar izzet ve şeref içerisinde olmasını istediğim bir çadır halık (ev halkı) yoktur” dedi.
Peygamberimiz , “Öyledir vallahî, ben sizlere çocuklarınızdan, ana ve babalarınızdan daha sevgili olmadıkça imânınız kâmil olmaz” buyurdu.
Hind radıyallahü anha ve berâberindeki kadınlar zinâ etmeyeceklerine dair de biât ettiler. Hind, “Yâ Resûlallah hür kadın zinâ eder mi?” dedi. Resûlullah “Hayır vallahî, hür bir kadın zinâ edemez” dedikten sonra Ömer’e “Söyle onlara çocuklarını öldürmeyecekler” buyurdu.
Hind, “Küçük iken onları biz büyüttük yetiştirdik. Büyüyünce siz onları öldürdünüz. Bize, Bedir günü öldürmedik genç bıraktın mı ki, onları öldürelim dedi. Hind binti Utbe’nin Hanzala adlı bir oğlu Bedirde müşrik olduğu halde öldürülmüştü.
Hz. Ömer, “Sen bize Bedir günü öldürülmedik genç bırakmadın ki” sözüne çok güldü. Peygamberimiz ise gülümsedi. O gün kadınlar ve onların başı olarak Hind radıyallahü anha Resûlullaha iftira etmeyeceklerine ve Peygamberimizin her emrine itaat edeceklerine dair Resûlullah’a biât ettiler.
Kadınların, Resûlullah’a söz verdiklerini, biât ettiklerini bildiren Mümtehine sûresindeki âyet-i kerîme, Mekke şehrinin alındığı gün inmiştir. Kadınlarla yalnız söz ile olup, mübârek eli, kadınların ellerine dokunmadı. Kötü huylar, kadınlarda, erkeklerden daha çok olduğundan, kadınlarla sözleşirken, erkeklerden daha fazla şart, araya kondu. Allahü teâlânın emirlerini yapmış olmak için, bunlardan kaçınmak lâzım geldiğini bildirdi.
Bu biât ve bununla ilgili ahkâm; büyük İslâm âlimi, dînin bekçisi İmam-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî’nin mektûbâtının üçüncü cildi, kırkbirinci mektûbunda uzun yazılıdır. ( Bu mektubun tercümesi, Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabının üçüncü kısım ikinci maddesinde vardır. Bir müslümana lazım olan bütün bilgilerin içinde bulunduğu bu kıymetli kitap)
“Allah sizin koyunlarınızı bereketlendirsin!”
Hind binti Utbe radıyallahü anha iman ile şereflendikten sonra Peygamberimiz Mekke’de, Etbah mahallesinde bulunurken iki küçük oğlağı kestirmiş kebab yapmış, Peygamberimizin azâdlı kölesi olan bir kadınla göndermişti. Hizmetçi kadın Peygamberimizin çadırına vardı. Selâm verdi içeri girmek için izin istedi, izin veriilnce içeri girdi. İçerde Peygamberimizin mübârek zecesi Ümmü Seleme ve Meymûne ve Abdülmuttalip oğullarından Peygamberimizin yakın akrabası olan kadınlar bulunuyordu.
Hizmetçi kadın Resûlullah’a : “Hanımım bu hediyyeyi size gönderdi: “Bu yıllarda koyunlarımız çok az kuzuluyor” dedi. Senden özür diledi, “Kuzu kebabı yapamadığı için” dedi. Peygamberimiz “Allah sizin koyunlarınızı bereketlendirsin ve kuzulayıcılarını artırsın” diye duâ buyurdu.
Hizmeti kadın Hind’in yanına döndü. Peygamberimizin duâsını bildirdi. Hind buna pek çok sevindi. Bir müddet sonra koyunlarının kuzulayıcı olanaları o kadar arttı ki ne yakın zamanda ne de ondan önce böylesi hiç görülmemişti. Hind radıyallahü anha: “Bu, Resûlullah’ın duâsı bereketiyle olmuştur. Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi İslâmiyyete hidâyet etti, kavuşturdu. Müslüman olmakla şereflendirdi” buyurdu.
Mekke’de umûmî putlardan başka, ayrıca her ailenin kendi evinde taptıkları husûsî putlaır da bulunurdu. Mekke feth olunduğu gün Peygamberimizin münâdisi: “Allaha imân eden kişi evinde kırmadık, yakmadık put bırakmasın. Putların parası da haramdır” diye herkese ilân etti.
Mekke’de bu ilân edildikten sonra yeni müslümanlar evlerindeki putları kırdılar. Hind binti Utbe de evindeki putu kırmış ayağıyla parçalarını vurup yuvarlamış ve “Biz senden dolayı ne kadar gurur ve aldanış içinde idik” demiştir.
Hind binti Utbe, müslüman olduktan sonra Peygamberimizin hayır duâsını almıştır. Hz. Ömer zamanındaki meşhur Yermük savaşına kocası Ebû Süfyân ile katılmış ve bizzat çarpışmıştır. Hind, gayet keskin görüşlü ve akıllı bir kadındı. Son derece cömertti. Hz. Ömer
zamanında 635, Muharrem ayında vefât etti. Zikrettiğimiz sözleri ve Peygamberimize altı hususta bî’atı hadîs kitaplarında geçmektedir.