Bağış Yap

Amount :
Other : USD

19 Temmuz 2013 Cuma

RAMAZAN VE ORUÇ İtikâf

İtikâf

İtikâf, bir camide ibadet niyyetiyle durmak demektir. Ramazanın son on gününde itikâf, kifâye olarak sünnet-i müekkede'dir. Cemaatten biri itikâfa girince bu görev diğerlerinden düşmüş olur.

İtikâfın şartları, niyet etmek, oruçlu olmak, itikâfı beş vakit cemaatle kılınan camide yapmak ve kadının ayhalî ve lohusa halinde olmamasıdır. Kadın, camide değil, evinde namaz kıldığı odada itikâf yapar.

İtikâfın adabı:

1. Câmilerin en faziletlisinde ve Ramazanın son on gününde itikâfa girmek.

2. İtikâf esnasında sadece hayırlı şeyler konuşmak.

3. Kur'an okumak, hadis-i şerif, peygamberlerin hayatına ait kitaplar okumak.

4. Temiz elbise giymek, güzel koku sürünmek. İtikâfa giren kimse camide yer, içer, uyur ve lâzım olan şeyleri camide alır. Bunlar için dışarı çıkarsa itikâfı bozulur.

Tuvalete gitmek, abdest almak ve gerekli ise gusûl yapmak gibi tabiî ihtiyaçları için camiden dışarı çıkar. Cuma namazı aynı yerde değil de başka yerde kılınıyorsa cuma için bulunduğu yerden çıkıp oraya gidebilir. Cenaze namazı için dışarı çıkamaz.

Kendisine ve malına bir zarar geleceği korkusu ile ve zorla camiden çıkarılması durumunda başka bir camiye geçmek üzere camiden çıkabilir.

Bu zorunlu haller dışında camiden çıkarsa itikâfı bozulur. İtikâfda olan kimsenin eşi ile cinsel ilişkide bulunması itikâfı bozduğu gibi dokunmak ve öpmekle bir boşalma olursa yine bozulur. İhtilâm olmak (uyku halinde cünüplük meydana gelmesi) itikâfı bozmaz.

İtikâfa giren kimse hayırlı ve iyi işler söylemeli, kötü sözlerden sakınmalıdır.

İhlas ile itikâf yapan mü'min, bir süre dünya işlerinden ayrılarak Allah'a yönelir. Düşmanı olan şeytanın şerrinden en sağlam kaleye sığınmış, Allah'ın evi olan camide onun sonsuz rahmetine iltica etmiş olur. Bu durumda olan bir mü'min, Allah'ın evinde onun misafiridir. Ev sahibine lâyık olan da misafirine ikramda bulunmaktır. Peygamber Efendimiz, vefat edinceye kadar Ramazanın son on günü itikâfa devam etmişlerdir. 

Ben de bu yurdun evladıyım

— Arda, gel oğlum şu bavulları da al. Bak bakalım, arabanın arkasında yer varsa başka şeyler de vereceğim ona göre...
— Of anne ya, topu topu Ankara’da yurt bakmaya gidiyoruz, bu kadar eşyaya ne gerek var? Geri kalanları daha sonra gelip alırım. Kütahya’ya hiç gelmeyecekmişim gibi davranıyorsun. Ankara ile Kütahya kaç saatlik yol ki...
— Hadi hadi, ben ne diyorsam onu yap, senin aklın ermez böyle şeylere. Ana yüreği işte. Hiçbir şeye ihtiyacı olmasın, her şeyi tamam olsun, bir tanecik oğlum yaban ellerde kime söyler, kimden ister. İhtiyacın diye düşünüyoruz, yaranamıyoruz.
— Nebahat, yeter artık, haydi yola çıkalım bir an önce, daha bu işin geri dönüşü var. Ev taşıyoruz sanki, sabahın altısından beri araba yerleştiriyoruz yahu... Bu oğlanı hep sen şımarttın, sanki okumaya giden bir tek senin oğlun. Herkesin evladı var, kimse senin gibi yapmıyor. Gitsin bakalım da hayatın kolay olmadığını, ne zorluklar çekildiğini görsün küçük bey. Belki kıymetimizi anlar. Şımarta şımarta başımıza çıkardın oğlanı. Neymiş, bir tanecik evladımızmış, yahu söyleyince söyledi diyorlar, hepimiz devlet yurtlarında okuduk, ne gerek var da özel yurt bakmaya gidiyoruz. Yurt yurttur, sana verecekleri bir oda değil mi? Ha özel yurt vermiş, ha devlet vermiş, ne fark eder? Özeller verdikleri odalara gül mü serpiyorlar, dört yıl dişini sıkıp bitirip gelecek. İşte zaten kaç saat yurtta kalıyor ki? Sabah çıkacak okula, akşam gelecek yatacak hepsi bu!
— Tamam tamam söylenme, haydi gidelim artık!
— Nebahat yurtların adreslerini almayı unutmadın inşallah, akşam televizyonun üzerine koymuştum kâğıdı.
— Aldım aldım, merak etme!
— Bizim baldızın komşusunun oğlu mu diyordun? Onun yurdunu methediyor Melahat diyordun. Ne yaptın, aldın mı onun adresini?
— Melahat arayıp öğrenecekti, bir daha haber çıkmadı, neyse telefon edeyim de sorayım bari. Biraz zaman geçsin telefon eder sorarım.
*****
— Baba ya, ne zaman mola vereceğiz, ben yoruldum biraz da acıktım, duralım artık.
— Tabiî haşmetli evladım, ne de olsa araba kullanmak zor iştir, yorulmuşsunuzdur nerede emredersiniz sultanım.
— Mehmet ne dedi çocuk şimdi sana, heyecandan doğru dürüst kahvaltı yapamadı çocuk, acıkmıştır tabiî değil mi oğlum, dururuz birazdan.
— Doğru, haspam uykusunu açamadığı için az yemişti. Ne yedi ki çocuk, üç tane salamlı sandviç, 1 bardak süt, 2 dilim ballı ekmek bir de yolluk olarak yaptığın böreklerden. Hiçbir şey yiyemedi çocuk. Daha ne yesin be, beni mi yesin?
— Mehmet yine başlama, bak şurada bir tesis var, fena görünmüyor, ne dersin?
— Anne baksana ya, pek iyi bir yer değil galiba, dökük gibi.
— Sus Arda babanı kızdıracaksın yine!
— Ben ne dedim ki kızıyorsunuz. Siz benim gibi çocuğu çok ararsınız. Şimdiye kadar ne dediyseniz yaptım. Okula git gittim, dershaneye git gittim, okuldan eve evden okula. Siz ne dediyseniz yaptım hatta istediğiniz yeri de kazandım daha ne istiyorsunuz ki benden bilmiyorum.
— Adamın dediğine bak, sanki kendimiz için istedik üniversiteyi. (Kazan, oku da adam ol, sürünme hayatta) dedik. Fena mı ettik? Sana kalsaydı hâlâ yatıp yuvarlanıyordun, bir baltaya sap ol diye yaptık. Ben daha sana ne kadar bakacağım, kazık kadar oldun, elbette bir iş tutup yurt yuva kuracaksın, hayatta başka ne yapılır zaten.
— Tamam tamam, çıktığımızdan beri didişip durdunuz, hadi duralım şurada da biraz temiz hava alalım.
*****
— Herkes tamam mı bindiniz mi?
— Arda daha gelmedi Mehmet. Sakın söylediklerinden alınıp kaçmış olmasın.
— Nerdeeee, söylediklerimden alınsaydı kendine çekidüzen verirdi. Gelir şimdi, lavabo sefası bitmemiştir.
— Oğlum nerede kaldın, merak ettik?
— Aman anne ne var merak edecek, tabii ki lavabodaydım.
— Ben demedim mi…
— Mehmet bak son kez söylüyorum bir daha dalaşırsanız kesinlikle ilk otobüsle geri dönerim ona göre.
— Anne, ben biraz uyusam gelince kaldırırsınız.
— Uyu oğlum, ben kaldırırım seni.
*****
— Ara bakalım şu baldızı, öğrenmiş mi yurdun adresini.
— Aaa iyi söyledin, ben unuttuydum, akıl mı bıraktınız insanda. Oğlu bir türlü, babası bir türlü, hah çalıyor.
— Alo, merhaba Melahat, ben ablan. Komşundan oğlunun kaldığı yurdun adresini öğrenecektin, öğrendin mi?
— Öyle mi? Tamam. Kalem, dur bir dakika torpidoda. Hah, tamam söyle yazıyorum. Tamam yazdım, baksana vakıf yurdu mu dedin, ne vakfıymış bu? İhlas Vakfı Erkek Öğrenci Yurdu. İyi diyorsun buraya öyle mi? Sen demiyorsun, oğlanın annesi diyor, tamam. İnşallah biz de öyle söyleriz. Bir de buraya bakalım, tamam oldu canım sağol.
— İlk adresten başlayalım önce. Tayfur Erkek Öğrenci Yurdu’ndan başlayalım Nebahat. Şu cihaza yaz bakalım adresi, bize tarif etsin ona göre gidelim. Aklımı seveyim, iyi ki gelmeden önce almışım şu navigasyon cihazını. Bir kılavuz olmadan tanımadığın bilmediğin yerde şaşırıp kalırsın. Nereye gidersen git mutlaka bir kılavuz lazım adama. İşte, Tayfur Erkek Öğrenci Yurdu, hadi bakalım kaldır oğlanı da girip bakalım şu yurda...
— Arda, kalk yavrum geldik.
— Ne, geldik mi? Neden beni daha önce uyandırmadın anne?
— Ne fark eder? Kalk üstünü başını düzelt de içeri girelim, baban indi. Dışarıda seni bekliyor.
— Tamam, aynaya bir bakayım. Anne ya jöle aldın mı yanına?
— Hayır, yavrum, ama istersen ruj verebilirim. Saçmalama Arda, in aşağıya da babanı kızdırmayalım hadi!
— Uf ya, şu saça bak, ne yapayım ben şimdi?
— Jöleyle karıştıracağına tarakla taramayı denesen belki daha iyi olur, ha oğlum.
— Babama söylüyorsun ama sen de babamı geçtin anne.
— Ben babana benzemem, sadece söylenmekle kalmam, ona göre kızdırma beni.
— Tamam tamam, indim işte.
— Mehmet sen buranın yurt olduğundan emin misin? Şu tiplere bak, uzun saçlı, küpeli, gitar çalanlar, kız mı oğlan mı belli değil.
— Nebahat saçmalama! Sanki hiç böyle tipler görmedin. Ankara’da böyleleri çok. Şimdi gençlik hep böyle, bilmiyorsun sanki…
— Yaşa baba! Gençlik hep böyle artık, arkadaşlarımdan da saçlarını uzatan var, ben de saçlarımı uzatırım, belki küpe bile takarım.
— Hele bir yap, annen olmam. Ben seni zibidi ol diye okutmuyorum, efendi efendi okulunu bitir gel.
*****
— Merhaba buyurun, nasıl yardımcı olabilirim size?
— Şey merhaba beyefendi, biz oğlumuz için yurt bakıyorduk. İnternetten sizin yurt bilgilerinizi aldık, bir görmek istedik.
— Tabiî, hay hay, buyurun, içeri geçelim, buyurun oturun lütfen...Önce kendimi tanıtayım, ismim Tayfur. Ankara Üniversitesi mezunlarındanım. O zamanlar sadece devlet yurtları vardı biliyorsunuz. Bizler çok sıkıntılar çektik, mezun olduktan sonra arkadaşlarım yani gençler benim gibi sıkıntı çekmesin diye düşünerek bu özel yurdu açtım. Gençleri çok seviyorum, kendimi onlara çok yakın hissettiğim için, ara sıra onlarla takılıp bir yerlere gitmek, geziler düzenlemek benim hobim oldu artık. Neyse kendimden çok bahsettim, biraz da yurttan bahsedeyim, hem de size yurdumuzu gezdireyim. Bu salon, dinlenme, TV salonu. Dev ekranda maç izleriz hep birlikte. Burası masa tenisi, bilardo, mini bovling salonumuz. Buraya bilgisayar oyunlarının oynandığı bir salon düşünüyorum, ama henüz karar vermedim. Bu salon, yemek salonumuz, şimdi de üst kata çıkalım. Bu katta odalarımız var. Tek kişilik ve iki kişilik odalarımız var. Tek kişilik beş oda var, onların içinde tuvalet, banyo, minibar, TV, bazalı yatağımız, gardırobumuz ve komodinimiz, çalışma masası ve kitaplık mevcut. İki kişilik odalarımız karşı tarafta. Odalarımızda minibar, bazalı yataklarımız gördüğünüz gibi, gardırop ve komodin, çalışma masası ve kitaplık mevcut. Bu odalarımızda kalan arkadaşlar koridordaki tuvalet ve banyoyu kullanıyorlar.
— Şey ben çalışma odası ve bilgisayar odası göremedim. Oraları da bir görsek.
— Hahahah isim neydi arkadaşım?
— Arda.
— Ardacığım, tek kişilik oda zaten senin. Masan da var, niye bir de çalışma odasına ihtiyaç duyasın? Bir de ne vardı, ha bilgisayar odası… Herkesin artık dizüstü bilgisayarı var değil mi? Herkes odasında dilediği kadar dilediği zaman kullanabilir. Her yerde kablosuz internet var.
— Evet, güzel, otel gibi bir yurt, ama kantin göremedik.
— Aaa, söylemeyi unuttum, bizim yurt girişlerimiz en son 11. 00’de sona erer. Ben özgürlükçü biriyim. Arkadaş 11’e kadar ne zaman isterse gelsin. İşi vardır, arkadaşlarıyla takılıyordur, gençler başka nasıl sosyalleşecekler değil mi? Eeee zaten o saatte gelen arkadaş dışarıda ihtiyacını karşılamış olarak geldiği için kantine hiç gerek hissetmiyoruz, haksız mıyım hanımefendi?
— Çok haklısınız da bu çocuk gece 11’de geldiğine göre herhâlde ders çalışma ihtiyacını da dışarıda halletmiş olarak dönüyordur. Gelince de yatağa zor düşüyordur. Bari sabah okuldaki derslere yetişebilse.
— Biliyorsunuz artık oğlunuz büyüdü, lise değil üniversitede okuyacak ve üniversitede yoklama lisedeki gibi değil. O artık bir yetişkin olduğu için bu konuyu kendisi hâlledebilir. Bakın ebeveyn olarak şunu bilmeliyiz ki eğitim-öğretim zaten bir şekilde hâllediliyor. Ama gençlerin arkadaş, çevre ve dünyayı tanımaları gerek. Daha çok hayatın tadına varsınlar, dünyaya bir kere geliyoruz, her zaman da genç olmuyor ki insan, değil mi?
— Peki, bu hayatın farkına varmaları, günlerini gün edip gençliklerini yaşamalarının, daha doğrusu, sorumsuz hayatlarının bedelini kendileri mi yoksa aileleri mi ödüyor? Pek merak ettim, bütün bunlar için ne kadar ödeniyor?
— Takdir edersiniz ki kaliteli bir yerde kaliteli hizmetin birazcık fiyatı yüksek olabiliyor, yani tek kişilik odalarımız 700, çift kişilik odalarımız 500 lira, tabii her hizmetin bedeli var.
— Teşekkür ederiz.
*****
— Haydi, binin bakalım. Allah Allah, ne iş yahu, adamın söylediklerine bak! Çocuklar okumasın diye elinden geleni yapmış. Bir de hayatı yaşasınmış. Ne yaşayacak, baba parasıyla ekmek elden su gölden. Zaten sorumsuz yaşıyorlar, hayatın tadını çıkarsınlarmış, oldu olacak yurda birde bar açsaymış bari.
— Gerek yok, o saatte gelen içmeden gelir mi? Çöp kutularında bira şişeleri vardı zaten.
— Baba ya, tamamen haksız değil ama...
— Galiba bu yurttakiler, hayatında hiç para kazanmamış, parasının hesabını bilmeyen, baba parası yiyen, muhtemelen aileleri sorunlu, sırf ailesinden ayrı olarak üniversite bitirmek için gelmiş tipler. Çoğunun bir işte çalışıp para kazanmak gibi derdi bile yoktur. Çünkü adamın hesabını bilmeden harcamasına bakarsan zaten bir işi hazırdır bile. Ne yapsın da vatana, millete faydalı olma gibi bir amacın peşinden gitsin ki... Zaten yurdun bahçesinde gördük birkaçını. Hangisi aklı başında görünüyordu? Bak oğlum, biz böyle insanlarla birlikte olamayız. Yurt müdürünün söyledikleri hiç mantıklı şeyler değil. Özgür gençlikmiş, hayatın tadını çıkarmakmış, böyle şeyler bize göre değil. Bu, sorumsuz bir hayat tarzı. Oysa aklı başında bir gencin, hem ailesine hem de kendine ve çevresine karşı sorumlulukları var. İnan bana, bu adamın söyledikleri gibi yaşayan insanlar memleketimizde çok küçük bir yüzdeyi oluşturuyor, yani herkes böyle ekmek elden, su gölden, bolluk ve refah içinde değil. Ne zor şartlarda çalışan, para kazanan, evladını okutan, belki de hem çalışıp hem okuyan insanlar var. Hayatı tozpembe bir rüya gibi, vur patlasın çal oynasın, zevk sefa içinde yaşamak değil marifet, hayatın gerçeklerini yani her yönünü görerek yaşamak marifet. İşte o zaman gençler büyür ve olgunlaşırlar, işte asıl o zaman adam gibi adam olunur.
— Tamam baba.
— Şimdi ne yapıyoruz Mehmet?
— Sıradaki yurdun adresini yazıyorsun şu cihaza Nebahat.
— Doruk Erkek Öğrenci Yurdu, Şair Nedim Sokak...
— Haydi bakalım, şimdi istikamet Doruk Yurdu...
*****
— Mehmet baksana, köşe başındaki yer galiba.
— Baba baksana, polis arabası park ediyor önüne.
— Mehmet gitmeyelim, biraz geriye park et, bekleyelim bakalım, bir şeyler oluyor herhâlde.
— Baba bak bak, polisler birini yaka paça dışarı çıkarıyorlar, adama bak ne biçim bağırıp küfür ediyor.
— Allah Allah, ne iş ama! Haydi Nebahat, en iyisi şu son yurda gidip bakalım. Bakın, bu yurt son bakılacak yurt, ona göre. Bu yurt da olmazsa devlet yurdu olacak, hiç itiraz istemem. Bu son şansınız, ben ta başından söylüyorum zaten. Kimin umurundaki, senin çocuğun ne yaparsa yapsın, sen parasını öde yeter, ister serseri olsun, ister terörist, onlar sadece senin ödeyeceğin paraya bakar. O yüzden vereceksin devlet yurduna, hiç değilse okula yakın olur, giriş çıkışı sorun olmaz, idare eder gider diyorum, ama kime diyorum…
— Öyle söyleme Mehmet, devlet yurtlarında da kimlerle kaldığın belli değil, hırlısı hırsızı, sapığı, uyuşturucu kullananı, 72,5 millet var neler duyuyoruz.
— Sanki az önce gittiğimiz yurtlar çok iyiydi de. Hiç değilse üstüne para vermiyoruz.
— Ne yapalım insan evladını göz göre göre kötü insanların arasına atamıyor, hiç değilse belli bir düzeydeki insan gelir özel yurda diye düşündüm.
— Neyse, dediğim gibi bu son şansınız ona göre...
— Tamam tamam, haydi adresi yazayım şu cihaza da gidelim bir an önce.
— Baba, bak sağ tarafta bir yurt var, burası mı acaba?
— Evet, tam da söylediğin yer, karşı tarafa park edelim ve gidelim.
*****
— Faruk abi, bir aile yurdumuza doğru geliyor karşılayayım mı?
— Abdullah abi, ne iyi olur abim be, bir karşıla bakalım, hadi hayırlısı.
— Buyurunuz efendim, bir isteğiniz mi vardı?
— Biz oğlumuz için yurt araştırıyorduk da.
— İçeri buyurun efendim, sizi lobi kısmında biraz dinlendirelim, uzaktan mı geliyorsunuz?
— Pek uzak sayılmaz aslında. Kütahya’dan geliyoruz.
— Haklısınız uzak sayılmaz, burada Kütahya’dan gelen birkaç arkadaş var. Kardeşimizin adı nedir acaba?
— Oğlum sana diyor.
— Ne diyor, kim diyor?
— Kusura bakmayın yoldan geldik, sabah erken çıktık, gelir gelmez yurt araştırmaya başladık. Maceralı bir araştırma oldu bizim için, hepimiz biraz sersemledik.
— Çok haklısınız efendim, yorulmuşsunuzdur, size bir çay ikram edelim. Ben müdür beye geldiğinizi haber vereyim. Siz de burada biraz istirahat edip çaylarınızı için.
— Olur tabii.
— Efendim hoş geldiniz, buyurun çaylarınız. Soğuk bir şeyler istersiniz diye Osmanlı şerbeti de getirdim. Buyurun efendim...
— Nasıl yurdumuzu beğendiniz mi?
— Ay daha yeni geldik evladım, bir soluklanın dediler, bizi buraya oturttular. Sağ olasın, sen de çay getirdin bize, birazdan yurdu gezeriz herhâlde.
— Tabii efendim izninizle, ben arkadaşlara da çay vereyim.
— Baksana delikanlı!
— Buyurun efendim.
— Buradakilerin hepsi kayıt için mi gelmişler?
— Hayır efendim, bu arkadaşlarımız yurtta kalıyorlar, bazılarının okulu açıldı bile, kimi yurt dışından olduğu için benim gibi hiç gidemiyor evine.
— Ah evladım, sen nereden geldin?
— Ben Kazakistan’dan geldim efendim.
— Maşallah. Sen çok güzel Türkçe konuşuyorsun, nasıl oluyor?
— Yurt dışından gelen herkes, önce bir yıl Türkçe öğreniyor. Sonra sınava giriyor, nereyi kazanırsa orada okuyor. Bu benim üçüncü yılım, burada uluslararası ilişkilerde okuyorum. Neyse ben izninizi isteyeyim, çayları soğuttum, gidip yenisini getireyim arkadaşlara.
— Hayırdır efendim, bir şey mi oldu?
— Yoo, Kazakistan’dan gelen öğrenciyle konuşuyorduk.
— Evet, efendim. Yurdumuzda yurtdışından birçok öğrenci bulunuyor. Bu öğrencilere, vakfımız da elinden geldiği kadar yardımcı oluyor. Çaylarınızı içtiyseniz arkadaşlardan biri, size yurdu gezdirsin, sonra müdür beyle görüşelim olur mu efendim?
— Çok iyi olur.
— Selman abi.
— Aaaa, bu öğrenciniz nereden?
— Arkadaşımız Somali’den öğrencimizdir, size yurdumuzu gezdirsin.
— Ailemize yurdumuzu gezdirebilir misin?
— Tamam abi, buyurun efendim. Bulunduğumuz katta yemekhane, TV ve dinlenme salonu var, bu katta mescit, çamaşır ve ütü odalarımız var. Üst katımız idarenin, çalışma salonu ve bilgisayar odasının bulunduğu kattır. Yatakhaneler üst kattadır, buyurun odalara bakalım. İki, üç ve beş kişilik odalarımız vardır. Her katta tuvalet ve banyolarımız bulunmaktadır. Her arkadaşımıza bir dolap, bazalı bir yatak, yorgan, yastık ve nevresim takımı veriliyor. İsterseniz yurt müdürümüz Faruk abinin yanına inelim, görüşmek için sizi bekliyordur.
— Sağ ol delikanlı.
— Giriniz.
— Faruk abi, ben misafirlerimize yurdumuzu gezdirdim.
— Allahü teâlâ razı olsun abi.
— Hoş geldiniz efendim, buyurun oturun. Nasıl, yurdumuzu beğendiniz mi?
— Güzel, fena değil, yalnız bazı sorularımız var tabii.
— Elbette, önce bir tanışalım, benim ismim Faruk, yurdun yönetiminden sorumluyuz. Sizi ilk karşılayan arkadaşım Abdullah abi, müdür yardımcısı arkadaşımız, diğer arkadaşlar da yurdumuzda kalan öğrencilerimiz.
— Benim adım Mehmet, oğlum Arda. Ankara’da elektrik-elektronik bölümünü kazanınca ailece gelip hem memleketi bir görelim hem de bir yurt bulalım dedik. Ben devlet yurdu olsun dedim, ama annesi, ille de (Özel bir yurt olsun, devletinki kontrollü olmayabilir, her tür insan bulunur, bir tane evladımız) falan dedi, biz de çıktık geldik, sizden önce birkaç yurt daha gezdik. Bir tanesi yurt değil otel, kimin girip çıktığı belli değil, bir tanesine gittik, daha girmeden polisler geldi, yurttan birilerini götürdüler. Sizin adresinizi de bizim baldızın komşusundan aldık.
— Önce size yurdumuz hakkında genel bir bilgi verelim. Yurdumuz 150 kişilik yatak kapasiteli bir vakıf yurdudur. Üç öğün yemek, 24 saat sıcak su vardır. Odalarımız iki, üç, beş kişiliktir.
— Tek kişilik odalarınız yok mu?
— Biz tek kişilik odaları özellikle düzenlemiyoruz, çünkü herkes bu hayatta birileri ile yaşamak zorunda, birilerine sabretmek zorunda. Birlikte yaşamak, insanların birbirlerine katlanmaları, birbirlerini idare etmeleri, hayatın her aşamasında karşılarına çıkacak. Birlikte yaşamanın, insanların birbirleriyle iletişimi öğrenmeleri açısından da çok faydalı olduğunu tecrübelerimize dayanarak söyleyebiliriz. Yurt yönetimi, öğrencilerimizi memleketlerine, okudukları bölümlere, kişilik özelliklerine göre odalara yerleştiriyor. Bu yüzden siz ebeveynlerimiz, müsterih olun efendim.
— TV’niz küçük değil mi, şöyle dev ekranda maç izlemek daha zevkli olur gençler için, ama yanında bir projeksiyon ve beyaz perde gördüm. Herhâlde perdeye yansıtarak izliyorsunuz sinema ve maçları, öyle değil mi?
— Hayır, efendim. Öncelikle şunu belirtmek isteriz, sizin evlatlarınız buraya geldikten sonra bizim evlatlarımız olurlar. Kendi evladımızın nasıl olmasını istiyorsak, sizlerin evlatları için de, emin olun aynı şeyi istiyoruz. Bu vakfın kurucularının iki önemli düsturu var. Birincisi, “Sizin en hayırlınız başkasına faydalı olanınızdır.” Bu, bir hadis-i şeriftir. Herkes kendinden başkasını düşünseydi hayatta hiç kavgalar, savaşlar olur muydu? İkincisi, “En büyük yatırım insana yapılan yatırımdır.” Her şey yok olur, geride sizin bıraktığınız eserler sizi yaşatır. Bu eserler, öğrettiğiniz doğru bilgilerle yetiştirdiğiniz evlatlarınızdır. Bu emekler zayi olmaz, bu yatırım güzel gelecek için birer yatırımdır. Bizler burada otel hizmeti vermiyoruz, evlatlarımızı hâl hareket, davranış olarak, bilgi olarak, tam donanımlı şekilde hayata hazırlıyoruz. TV odasında gördüğünüz beyaz perde ve projeksiyon cihazı maç ya da sinema için değil. Evlatlarımızın okullarını bitirip hayata atıldıklarında, yani hayat okyanusunda yüzmeye çabaladıkları zaman boğulmamaları için değişik konularda uzmanlarından konferans ve toplantılarda kullanılmaktadır.
— Faruk abi, rahatsız ediyorum ama yemek vakti. Misafirlerimiz yemek isterler mi acaba?
— Mehmet Bey, nasıl arzu edersiniz? Benim Arda ile birebir görüşme yapmam gerekiyor, bu arada siz yemek yemek ister misiniz acaba?
— Şey, ben bilmem ki, kafam karıştı.
— Lütfen efendim, illa yurdumuzu seçeceksiniz diye bir şey yok. Gelen bir misafire ikramda bulunmak bir Müslüman için bulunmaz fırsattır. Lütfen kırmayın, haydi Abdullah abi, siz yardımcı olun abiciğim.
— Tabiî, buyurun efendim bu taraftan.
*****
— Nebahat, ne diyorsun? Adamın anlattıklarına bak! Ne dedi, neler dedi yahu, hayata hazırlamak falan, konferans falan, anlamadım, ne anlatıyorlar ki?
— Aman Mehmet iyice şüpheci oldun. Geldiğimizden beri bizi karşılamalarından, gezdirmelerinden tut da, konuşmalarına kadar, çok samimi olduklarından eminim. Kalbimde öyle bir his var ki burası bizim şikâyet ettiğimiz kendi çocuğumuzu bile eğitebilir. Karşılaştığımız öğrenci olsun, yönetici olsun birbirleriyle, bizimle konuşmalarına baksana. Son derece kibar, samimi, efendi. Doğrusu benim oğlum da şu vurdumduymaz tavırlarından kurtulup böyle kibar, duyarlı, edepli terbiyeli biri olsa neler vermezdim. Bir tane evlat. Biz ölüp gittiğimizde geriye ne bırakacağız? Müdür ne dedi, eser dedi, doğru söyledi. Bizim eserimiz evladımız, ama Arda’nın bu hâli hep devam ederse yani şikâyetçi olduğumuz tavır ve davranışları devam ederse, sence nasıl bir eser olur? Ben derim ki, Arda’yı ikna edelim bu yurtta kalsın.
— Aslında benim de aklıma yattı, içim ısındı, ama dur bakalım, Arda ne diyecek…
*****
— Evet Ardacığım. Bana biraz kendinden bahseder misin? Seni daha iyi tanımak isteriz.
— Neden beni tanımak istiyorsunuz anlamadım. Diğer yurtlarda hiç böyle bir şey istemediler, kayıt yaparsınız, ben işime bakarım, siz de işinize bakarsınız, beni tanıyıp ne yapacaksınız? Sonuçta ben sizin için bir müşteriyim, öyle değil mi?
— Arda, en çok kime güvenirsin?
— Anne ve babama. Niye sordunuz?
— Arkadaşlarına güvenmez misin?
— Benim öyle doğru dürüst arkadaşım olmadı ki, hepsi menfaatçi. İşleri bitince seni satarlar.
— Anlaşılan arkadaş konusunda bayağı şanssızsın. Benim çok arkadaşım var, hepsine güvenirim. 20-30 senelik arkadaşlarım var, hâlâ görüşürüz. Birimizin başına bir şey gelse, hepimiz onun için üzülür bir şeyler yapmaya çalışırız.
— Ne güzel?
— Efendim? Bir şey mi dedin?
— Hayır, kendi kendime öylesine konuştum.
— Eğer istersen sen de, benim gibi, güvenebileceğin gerçek dostlar, iyi insanlar bulabilirsin. Yurdumuzda herkes birbirini abi kardeş gibi sever ve sayar. Sen de istersen onlardan olabilirsin, bunu bir düşün. Gelelim şu müşteri meselesine. Babana da söyledim, burası otel değil. Biz de otel işletmiyoruz. Eğer otel olsaydı, emin ol para için her müşteriyi alırdık, ancak biz yatırım yapabileceğimiz, eser olabilecek cevherleri buraya alıyoruz. Müşteri olsaydın ilk önce seninle fiyat üzerine konuşurduk, belki pazarlık yapardık. Eğer sen müşteri olsaydın şimdiye kadar çoktan, defalarca, ücretiniz ne kadar diye sorardın, öyle değil mi? Aslında sen de güveneceğin insanların bulunduğu bir yurtta kalmak istiyorsun, biz de kendisine güveneceğimiz, hem kendisine hem başkasına zararı olmayacak, hatta faydası olacak hayırlı insan, iyi insan istiyoruz. Bu yüzden seninle burada konuşuyoruz. Ardacığım, hedefin nedir?
— Belli değil mi? Elektrik-elektronik okuyup güzel de bir işe girmek. Babam (KPSS’ye gir, devlette çalış) falan diyor, ama bilmiyorum.
— Hepsi bu mu? Tek hedefin bir iş sahibi olup para kazanmak mı?
— İnsanın başka ne hedefi olabilir ki?
— Bir insan önce kendine, sonra başkalarına faydalı olmalı, kendisine faydası olmayanın başkasına ne faydası olabilir ki? Her gün haberlerde, gazetelerde okuyoruz, inşaat mühendisi olmuş, eksik malzeme kullanmış, kendi menfaati için başkalarını zarara uğratmış, doktor olmuş gereksiz ameliyatlar yapmış, yani aslında iyi insan olamamış, iyi insan olamayınca da başkalarına zarar vermiş, sonra tutuklanıp hapse girmiş, kendisine de zarar vermiş. Kişinin kendisi iyi olmazsa, önce çevresi ve ailesi, daha sonra bu halka büyüyerek vatanı ve milleti zarar görür. İşte bizim yapmaya çalıştığımız bu! Herkesin iyileştirilmesi gereken yönleri olabilir. Hedefimiz, öğrencilerimizin iyi ahlaklı, vatanını, milletini, dinini seven ve kayıran insanlar olarak yetişmesine katkıda bulunmak, yetişen bu insanların güzellikleri yaşayarak, yaşatarak etrafına örnek insan olmalarını sağlamak. Eğer sen de bizimle aynı hedefi paylaşıyorsan, seni evladımız olarak burada görmekten çok mutlu oluruz, elbette karar senindir. Soracağın bir şey varsa seni dinliyorum, yoksa ikimiz de acıktık, haydi yemeğe gidelim.
— Teşekkür ederim sorum yok, ben bir annemlerin yanına gideyim.
— Sen bilirsin.
*****
— Anne baba.
— Evet, ne konuştunuz Arda, ne dediler?
— Okul okuyup para kazanmak tek hedefim olmamalı galiba, daha başka şeyler de olmalı, kendimde eksik olan bir şeyler hissettim, eğer bu yurtta kalırsam bu eksikliklerimi tamamlayacağımı ve çok şey kazanacağımı düşünüyorum.
— Biz de seninle aynı hissi ta kalbimizde hissettik oğlum.
— Ne bekliyoruz o zaman, kararımızı bildirip, kaydımızı yaptırıp, gönül huzuruyla evimize dönelim. Allah hayırlı etsin!

Kimseye bedduâ etmezdi


Kimseye bedduâ etmezdi
Rebî’ bin Heysem hazretleri, kimseye bedduâ etmezdi. O, herşeyi Rabbi’nden bilir, O’ndan gelen herşeye sabır eder, tevekkülünü bozmazdı. Bir gün namaz kılarken, yirmi bin dirhem değerindeki atının çalındığını gördü. Fakat ne namazı bozdu ve ne de üzüldü. Yanında bulunanlar: “Nasıl oldu bu iş, yazık oldu atına!” diye kendisini teselli ediyorlardı.
O ise, “Atın yularını çözerken çalan adamı görmüştüm” dedi. Onların “O halde niçin mâni olmadınız?” demeleri üzerine, “Atımdan daha sevimli olan bir şey ile, yani namaz kılmakla meşguldüm. Onu kaçıramazdım, onun için” dedi. Adamlar hırsıza bedduâ etmeye başlayınca, Rebî’ onlara dedi ki: “Hayır, bedduâ etmeyin. Ben atımı ona hediyye ettim. Sadakam olsun” dedi.
Rebî’ bin Heysem, gözünü haramlardan o derece korur ve etrafına bakınmazdı ki, bazıları onu kör zannetmişlerdir. Yirmi sene Abdullah ibn-i Mes’ud ile beraber bulundu. Hatta ibn-i Mes’ud’un cariyesi onu görünce “A’mâ dostun geliyor” derdi.
İbn-i Mes’ud hazretleri de onun bu sözüne gülerdi. Çünkü onu içeri almak için kapıyı açtığı zaman gözlerini kapamış ve başını yere eğmiş görürdü. İbn-i Mes’ud ona bakınca; Hac sûresinin 34’ncü “Tevazu ile yalvaranları müjdele!” âyetini okur. “Vallahi Peygamber efendimiz seni görseydi sevinirdi” buyurdu.
Birgün İbn-i Mes’ud ile demirciler çarşısına gitti. Orada körüklerini üfürülüp ateşlerin alevlendiğini görünce, Cehennem ateşini hatırlayarak düşüp bayıldı. İbn-i Mes’ud , namaz vaktine kadar başı ucunda beklediyse de, ayılmadığını görünce, onu arkasına alarak evine getirdi ve tam
24 saat baygın kaldı. Bu sebepten beş vakit namazını kılamadı. İbn-i Mes’ud “İşte Allah’tan böyle korkulur” demiştir.
Kimseyle münakaşa etmez, kimseye kötü söylemezdi. Birgün kendisine biri kötü sözler söyleyince Ona, “Söylediklerini Allahü teâlâ duyuyor. Şayet ben, Cennet ile aramdaki güçlükleri aşıp Cennete girersem, senin sözlerinin bana zararı yoktur. Sırat köprüsünden geçemezsem, anlarımki; söylediklerinden de kötü bir insanım” buyurdu.
Rebi’ bin Heysem, bir mecburiyet olmadıkça evinden dışarı çıkmazdı. Bir gün hava almak için kapının önüne çıkmıştı. Bu sırada atılan bir taş alnına gelip alnını kanattı. O, bir taraftan kanı silerken, bir taraftan da kendi kendine: “Ey Rebî’! Bu taş sana ders olsun. Bir daha kapıya çıkma!” deyip içeriye girdi ve ölünceye kadar bir daha zaruretsiz dışarı çıkmadı.
“İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür!”
Rebî bin Heysem hazretleri, Allahü teâlâ’nın verdiği nimetlerden şükrünü ifâ edebilmek ve ömür sermayesini kullanarak âhiret için dünyadan azık toplamak lâzım olduğunu bilir ve bu yollardan, Rabbini tanıyıp ona kavuşmaya çalışırdı. Hatta evinde bir mezar kazdı. O mezarda yatar uyurdu ve Mü'’inûn sûresi 99.ncu "Ey Rabbim! Beni dünyaya gönder de, iyi amelde bulunayım” âyetini okur, sonra kalkar ve kendi kendine “Ey Rebî! İstediğin reddedilip geri dönemiyeceğin gün gelmeden, fırsatı ganîmet bilerek Rabbine ibâdet eyle” derdi.
Rebî bin Heysem’e “Nasıl sabahladın?” diye sorulduğunda, “Zayıf ve günahkâr olduğumuz halde sabahladık. Rızkımızı yiyor ve ecelimizi bekliyoruz” derdi.
Hikmetli sözleri çoktur. Kalblere tesir eden sözlerinden bazıları şunlardır:
“Bir âlim, nasıl olur da ilmine riyâ karıştırabilir? Çünkü o bilir ki, Allah’ın rızası olmaksızın elde edilen ilim, başından bozuktur. O halde bozuk, bâtıl olan bir şeyle insanlara nasıl gösterişte bulunabilir?”
Bir bayram günü kurbanını kestiği zaman, “Ey Allahım, senin rızânı kazanmanın, kendi nefsimi kurban etmekte olduğunu bilsem, izzet ve celâlin hakkı için söylüyorum ki, onu kurban ederdim!”
“İnsan ölüm zamanından önce nasıl yaşarsa, ruhunu o hâl üzere teslim eder. Ben mala, paraya karşı çok ihtiraslı ve insanları çok çekiştiren bir adamı hastalandığında ziyaret etmiştim. Son anlarını yaşıyordu. Yanında otururken, onun duyup okuması için “lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhidini okuyordum. O ise, her defasında para saymakla meşgul oluyordu.”
“Bazan kendi kendine şöyle derdi: “Ey Rebî! Dağlar ve yeryüzü müthiş bir sarsıntı ile sarsılıp parça parça dağılarak kıyâmet koptuğu zaman, senin halin nice olur?”
“Dünyada bir kimsenin hüznü, müslümanın hüznünden daha fazla olamaz. Çünkü mü’min, hayatta lâzım olacak nafakasını kazanmak hususunda, dünya ehlinin çektiği hüzün ve meşakkatlara katlanmaktadır. Bir de onun, dünya ehlinden fazla olarak âhiretini kazanmak hüzün ve kederi vardır.”
“İnsanın beklediklerinde, ölümden daha hayırlısı yoktur.”
“Bir mezarlığa uğrayıp da oradakilere duâ etmeyen ve kendini düşünmeyen kimse, hem kendine ve hem de kabirdekilere ihanet etmiş sayılır.”

İşlerin en hayırlısı orta yolda olmaktır


“İşlerin en hayırlısı orta yolda olmaktır”
Mutarrif bin Abdillah hazretleri bir gün Resûlullahın sünnetinden bahsederken, kendisine; “Bize yalnız Kur’ân-ı kerîm’den bahsediniz” denildi. Cevâbında “Vallahi biz Kur’ân-ı kerîm’in bir benzeri, bir mukâbili olduğunu söylemiyoruz. Fakat Kur’ân-ı kerîm’i bizden iyi bilen kendisine vahiy gelen, murâd-ı ilâhîye tam vâkıf bir zâtın (Hz. Peygamberin) bulunduğunu söylüyoruz. Kur’an-ı kerim ona geldi. Muhatap o idi. Bunun için bizim değil onun anladığı önemli. ” buyurdu.
Arafat’taki duâsında “Allah’ım benim yüzümden buradakilerin duâsını, reddetme, kabul eyle” diye yalvarırdı.Halbuki halk onu vesile ederek duâ eder duâlır kabûl olurdu. Basra’da duâsının hemen kabul edilmesi ile tanınırdı. Herkesin kendi aybını görmesini isterdi. Eğer insan kendi ayıblarıyla meşgul olursa; başkalarının ayıblarını görecek ve onlarla uğraşacak zaman bulamayacağını beyan eder ve “İnsanların pek çoğu hatâ içindedir. Bu halleriyle hatalarını unutup, başkalarının hatalarını anlatan ve onlarla uğraşan da yine kendileridir.” buyurdu.
“Dâima şerefli olmalısın. İnsanlara ihtiyaç arzetmedikçe şerefini ve iyiliğini muhafaza etmiş olursun.”
“Sıddıkların kalbine gaflet gelmeseydi kendilerine Allahü teâlâ’dan gelen tecellilere dayanamaz, can verirlerdi.” Herkese acır, günah işleyenlere de ıslah olmaları için duâ eder, herkesin de duâ etmesini isterdi.
“Günahkârlara karış nefsinde merhamet duyamyan kimse, hiç olmazsa onların lehine (onlar için) tevbe ve istiğfâr ile duâ etsin. Zirâ yeryüzündekilere Allahü teâlâ’dan mağfiret dilemek meleklerin ahlâkındandır.
Kendisi çok az yer ve şehvetlerden kaçınırdı. Herkese de böyle yapmasını buyururdu. Hatta kendisi hiçbir şey yemiyor denecek kadar az yerdi. “Şehvetlerini ve yemek içmeyi terkeden kimse kerâmet sahibi olur” buyurmuşlardır. Her işinde orta yolda idi. “İşlerin en hayırlısı vasat (orta) yolda olmaktır” buyurmuştur.
İlme amelden çok ehemmiyet verir, âlimi abidden (çok ibadet eden) üstün tutar ve “ilim bana göre ibadetten daha faziletlidir. Dinimizde en hayırlı amel vera’dır (şüpheli şeylerden kaçınmak)tır” buyurmuştur.
O fitne ve fesattan son derece kaçınır, fitneye bulaşmaktan korkardı. Hz. Hasen’in fitneden kaçmasını selden boğulmamak için kaçan bir insana benzetmiş, “Fitne insana hidayet etmek için gelmez. Fakat nefsiyle çarpışanın nesin arzularını terk etmesi için gelir” demiştir.
Yanına gelen huzur bulurdu
İnsanlar Mutarrif bin Abdillah hazretlerinin yanına gittiği zaman rahatlar, huzûr bulurdu. Çünkü o hep âhiretten bahseden ve âhireti taleb eden (isteyen) bir zât idi. İnsanlardan uzak şehir dışında yaşardı. Cuma günü olunca hayvanına biner şehre Cuma namazı için gelir, kabirleri ziyaret eder, o sırada hafifçe uyuklar, uykusunda kabristanda yatanların hepsinin hâlini görürdü. Yine bir Cuma günü Cum’a namazı için gelmişti. “Cuma gününü tanıyabilir musunuz, bu gün kuşların söylediklerini anlıyor musunuz” diye sordu. Basra ahâlisi “Ne söyler” diye sordular. “Selâm olsun, selâm olsun sâlih (duâların kabul edildiği, tevbelerin kabul olduğu mübârek) bir güne” derler buyurdu.
Mutarrıf hazretlerini bir kimse bir meseleden dolayı yalancılıkla suçladı. O da ellerini kaldırdı “Yâ Rabbi eğer bu kimse sözünde yalancı ise onu helâk et” diye duâ etti. Bu kimse orada cemâatın içinde can verdi. Askerler Mutarrıf hazretlerini kadıya götürdüler. Kadı “Sen adam öldürmüşsün” dedi. Mutarrıf hazretleri “Hayır ben sadece duâ ettim ve duâm o kimse hakkında kabul olundu” diye cevap verdi. Bunun üzerine durum anlaşıldı ve müslümanların Mutarrıf hazretlerine sevgi ve muhabbetleri bir kat daha arttı.
Yezîd bin Abdillah’a soruldu: “Müslümanlar arasında fitne çıktığı zaman ne yapalım?” Şöyle cevap verdi. “Evinize kapanın ve hiçbir tarafa yaklaşmayın. Ortalık açılıp fitne ortadan kalkmadıkça kimse ile görüşmeyin.
” Sıhhatte olup şükretmeyi, belâ gelip de sabretmekten daha çok severim” buyurmuştur. “Beni medheden kimse ancak beni ve nefsimi kaçültmüş olur”
“Sâlih kalb; salih amel ile elde edilir. Salih amel de ancak niyyetin salih (doğru olmasıyla) ele geçer.”
Buyurmuştur kİ: “Keramet sahibi bir zâtı yalancılıkla itham eden; en büyük yalancıdır.”
Haccâc habs etmişti. Mutarrıf hazretleri Geylân bin Cerir’e dedi ki: “Gel Allahü teâlâ’ya Mevrük’ü zindandan kurtarması için duâ edelim.” Muttarıf hazretleri Mevrük’un kurtulması için duâ etti, yalvardı. Biraz sonra Mevrûk kurtuldu. Haccâc yatsı vakti dışarı çıktı ve insanların içerisine karıştı. Bir de ne görsün Mevrûk’a çok benzeyen bir kimse, bu zâtı Mevrûk’un babası zan etti. Halbuki gördüğü Mevrûk’un kendisi idi. Hemen muhafızını çağırdı: “Hemen zindana git ve şu ihtiyarın oğlunu serbest bırak da babasına gönder” diye emir verdi. Halbuki Mevrûk daha önce kurtulmuş idi.

18 Temmuz 2013 Perşembe

Karunun Hazineleri

Karunun Hazineleri
Hz. Musa Aleyhisselâmın, hem amca oğlu, hem de eniştesi olan Kâarun, önceleri Musa Aleyhisselâma iman ediyordu. Gündüzleri oruç tutar ve geceleri de namaz ile meşgul olurdu. Ve lâkin çok fakir ve ehl-i iyaline bakmakta zorluk çekerdi. Hak Celle ve Âlâ Hazretleri Musa Aleyhisselâma Tevrat'ı şerifi altun ile yazmasını emir buyurunca, Hz. Musa:
 - Ya Rabbî, halimi biliyorsun, ben fakirim diye tazarrû etti.
Bunun üzerine Cenabı Hak Hz. Musa'ya simya ilmini öğretir ve Hz. Musa da o emri yerine getirir. Daha sonra Hz. Musa Aleyhisselâm Kâarun'un fakirliğini ve ehl-i iyalinin çekmekte olduğu sıkıntıyı düşünerek, hem bedenî hem de mâlî ibadetini yerine getirip ecir sahibi olmasını düşünerek O'na da simya ilmini öğretir.
Kâarun ilm-i simyayı öğrenir öğrenmez, kâr-ı ibadet bu imiş diyerek nihayetsiz mal sahibi oldu. Bir rivayette, hazinelerinin anahtarlarını 70 ve diğer bir rivayette 100 deve götürürdü. Mücahid (R.A. da derki, her bir anahtar ile 70 hazine kapısı açılırdı.
Kâarun her hangi bir yere gidecek olsa, altun elbiseli ve altun lalıçlı 1000 erkek ve 1000 kadın dört bir tarafında giderlerdi. Velhasıl Benî İsrail iki kısmı olup, bir kısmı Musa Aleyhisselâmın, bir kısmı da Kâarun'un taraftarı idiler.
Bu hal içerisinde Kâarun, nafile ibadetleri bırakmış ve farzları da acele kılmaya başlamıştı.
Nihayet Kâarun'un zekat vermesi hakkında vahy-i ilâhî gelir ve Hz. Musa Aleyhisselâm bunu Kâarun'a tebliğ eder. Kâarun malının zekâtını hesab edince, bakar ki çok büyük bir yekûn tutuyor. Kalbi dünya sevgisine meyleder ve muhabetullah gider. Bir türlü o zekâtı veremez.
Hz. Musa Aleyhisselâm, O'na giderek, emr-i ilâhîye itaat etmesini, dünya sevgisini Hz. Allah'ın muhabbetine tercih etmemesine dâir pek çok nasihat eder. Fakat Kâarun bunlara hiç kulak vermez. Hatta Hz. Musa Aleyhisselâma buğzederek, haşa iftira etmeyi tasarlar. Ve:
 - Ya Musa, Mısır ehlini toplayalım ve o cemaat içinde seninle bahis edelim. Eğer açık delil ile bana gâlib olursan, malımın zekâtını veririm. Ve eğer ben sana gâlib olursam, sen de bundan sonra peygamberlik davasından vazgeçip bir köşeye çekilirsin, der.
Kâarun hemen güzel bir fahişe kadını kandırarak, Hz. Musa ile mübahese edeceğimiz mecliste bulunup, cemaat içinde «Ya Musa, benimle filan vadide zina etmedin mi? Hatta üzerimdeki çocuk da senindir.» dersen, sana o kadar çok mal veririm ki, ölünceye kadar sana ve evladına yeter, diyerek kadını kandırır ve razı eder.
Ertesi günü Mısır ahalisi, Kâarun'un geniş olan evinde toplanırlar. Hz. Musa Aleyhisselâm da gelir. Cemaat Hz. Musa Aleyhisselâmdan biraz vaaz etmelerini arzu ederler. O da bir kürsü üzerine çıkarak vaaz etmeye başlar. Vaazının bir yerinde Şöyle buyurur:
 - Bir kimse hırsızlık yaparsa elini keserim. Bir kimse eşkıyalık yapsa, başını keserim ve bir kimse evli olup zina etse taşlayıp helâk ederim.
Hemen dinsiz Kâarun ayağa kalkar ve «Ya Musa, sen de zina etsen ne yaparsın?» deyince, Hz. Musa Aleyhisselâm da «Eğer ben de (haşa) zina etsem, Cenabı Hak'kın emri bana bile böyledir.» der.
Bu arada, akılsız Kâarun o fahişeye işaret edip «Ya Musa senin zina ettiğine dâir, benim şahidim vardır. Zira şu kadın bana söyledi ki, sen bununla filan vadide zina etmişsin. Hatta karnındaki çocuk da senden imiş, diyerek, Hz. Musa'yı halk arasında mahcub etmek düşüncesi ile, o fahişeyi ayağa kaldırır. Ve ey kadın söyle ki bütün insanlar duysun,» der.
O kadın da söz verdiği gibi yalan ve iftiraya başlayacağı sırada, Cenabı Hak, O'nun lisanını döndürüp, iftira edeceği yerde şöyle anlatır:
 - Ey Benî İsrail! Doğrusu Hz. Musa'nın bu işten haberi yoktur. Kâarun'un söylediği yalan ve iftiradır. Zira Kâarun, beni çağırıp bir Çok mal vadederek, bu yolda Hz. Musa'ya iftira etmemi tembih etti. Halbuki Hz. Musa, Kalîmullah'tır. Öyle bir zata böyle bir adiliği isnad etmeye Allah'tan korkarım.
Bunun üzerine Hz. Musa Aleyhisselâm gayretüllah ile gadablanıp:
 - Ey Allah düşmanı: Bu iftiradan muradın nedir? Beni mahcub edip, Cenabı Hak'kın emri olan zekâtı vermemek midir? der ve kendi hanelerine döner. Secdeye varır ve münacât ederek «Ey bütün gizliliklere ve sırlara vakıf olan Rabbim! Kâarun'un iftirasını sen bilirsin, gayret senindir, der ve O'nun aleyhine dua eder. O anda Hz. Cibril gelerek:
 - Ya Musa! Hz. Allah, Kâarun'un helaki için yeri emrine âmâde kıldı, diye haber verir.
Hz. Musa Aleyhisselâm kalkar ve doğruca Kâarun'un yanına gider. Kâarun melun, yüksek bir sedir üzerinde gurur ile oturmaktadır. Hz. Musa Aleyhisselâm asasını yere vurur ve «Yut» diye yere işaret eder. O anda yer Kâarun'un sedirini yutar ve melun üzerinden sıçrar. Tekrar «Ya yer yut» diye emredince, Kâarun'un dizlerine kadar yutar. Kâarun «Aman ya Musa!» diye yalvarmaya başlar. Fakat Hz. Musa asla iltifat etmez. Tekrar «Ya yer yut!» deyince, yer Kâarun'u ve kendisine tâbi olanları, bütün mal ve evladı ile beraber hepsini yutuverir.
Başka bir rivayette de, Hz. Musa'ya o iftirayı edip 4 bin adamı ile beraber sahraya çıkmıştı. Hz. Musa Aleyhisselâm, melunu yakalaması için yere emretmesiyle yer bir anda hepsini yutar. Hz. Musa Kâarun'un yalvarışlarına asla iltifat etmez.
Allahu Teâlâ Hazretleri «Ya Musa! Kâarun ve adamları senden dört defa yardım istediler. Kabul ve afvetmedin. Eğer ben azîmüşşana bir kerre, aman ya Rabbi, demiş olsalardı, hepsini afvederdim» buyurur.
Bunun üzerine Benî İsrail arasında, haşa Hz. Musa, Kâarun'un malına ve hazinelerine tama ederek O'nu yere geçirdi diye bir takım lakırdılar ettikleri için, Hz. Musa Aleyhisselâm yere tekrar «Yut» diye emredince, bu defa yer bütün mal ve hazinelerini de yutar.
Ehl-i işaret, Kâarun'un helakine sebeb üç şeydir, demişler. Birisi, dünya sevgisi. İkincisi, emr-i lâhîye muhalefetle zekâtı vermemesidir. Üçüncüsü de Hz. Musa Aleyhisselâma iftira etmiş olmasıdır.
Bir adama dünya teveccüh etse, fakir ve zayıflara ihsan etmekle malı eksilmez. Belki kat kat artar. Bir kimseden dünya yüz çevirse, o kimse dünyaya ne kadar hırsla sarılsa, yine de iki yakasını bir yere getiremez ve belki perişan olur.
Bu bakımdan kişi, az çok ne ise Cenabı Hak'kın ihsan ettiğine razı olup şükretmesi lâzımdır
Kaynak: Büyük Dini Hikayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi 

Örnek Kaynana 12

Örnek Kaynana-12

Yıl 1980. Salih, bu yıl üniversite mezunu olacaktır, ama anarşi her yerde hüküm sürmekte, günde birkaç kişi öldürülmektedir. Derslere ve imtihanlara bile girmek mümkün değildir. Salih, bu şartlar altında nasıl mezun olacağını düşünmektedir. Gerçi Salih, hiç bir gruba mensup değilse de, yine askerlerin himayesinde ara sıra derslere devam edebilmektedir.

Faruk adını alan Kaya ise, Salih’in tavsiyelerine uymadı. Herkesin gözü önünde namaz kılmaya devam etti. Yine bir gün Beyazıt camisine girerken birkaç silah sesi işitildi. Faruk, (Lâ ilahe illallah Muhammedün Resulullah) diyerek yere yıkıldı. Başka bir şey diyemeden ruhunu teslim etti.

Bir grup genç, (Salih vurdu. Salih Öksüz vurup kaçtı) dediler. Polisler geldi. Birkaç genç, Salih Öksüz isimli bir talebenin vurduğunu söylediler. Polisler, Salih’in evine gelip onu ekip arabasına bindirerek karakola götürdüler. İfadesini aldılar. Salih, hiç bir şeyden haberi olmadığını söyledi; ama şahitler, Salih Öksüz’ün vurduğunu bizzat gördüklerini tekrar edince, mahkemeye çıkmak üzere Salih’i hapishaneye gönderdiler. TV haber bültenini okuyan spiker, 19 haberlerinde şunları söylüyordu:

“... Bugün de yurdun çeşitli yerlerinde yedi kişi öldürülmüştür. Kaya Şehidoğlu adlı bir genç, karşıt görüşlü Salih Öksüz isimli bir öğrenci tarafından Beyazıt Camisi önünde öldürülmüştür. Salih yakalanarak gözaltına alınmıştır. Diğer taraftan…”
* * *
Mahkeme başkanı, Salih’e sordu:
— Ayrı ayrı üç şahidi de dinlediniz. Üçü de Kırıkkale markalı olduğunu tahmin ettikleri bir tabanca ile Kaya Şehidoğlu’nu camiye girerken arkadan vurduğunuzu söylediler. Üçünün ifadesi de tıpatıp aynıdır. Bir diyeceğiniz var mıdır?

— Olay günü rahatsızdım. Evden dışarı çıkmadım. Kaya’yı ben öldürmedim. Ben insan değil, tavuk bile kesemem. Sonra benim bir partiyle veya dernekle bir ilgim yoktur. Kimseyi öldürmeyi düşünemem bile. Bu iftiradır.

— Şahitleri tanıyor musunuz?

— Evet, üçü de sınıf arkadaşımdır. Dört yıldır beraberiz. Dört yıldır hiç bir yürüyüşe bile katılmadığımı herkes bilir.

— Bir suçu hep sabıkalılar mı işler? Sabıkasız bir kimse, suç işleyince sabıkası olur. Daha önce sabıkasız olmanız, bu suçu işlememiş olmanızı gerektirmez.

Tüm-Sol-Der’in avukatı söz aldı:
— Sayın Başkan, Salih Öksüz’ün, uzun zamandan beri, maktul Kaya Şehidoğlu ile fikri tartışmalar yaptığı herkes tarafından bilinmektedir. Fikrini kabul etmeyince de vurduğu anlaşılmaktadır.

Ağır Ceza Başkanı Salih’e sordu:
— Tabanca taşır mıydın?

— Hayır, vesikalı vesikasız hiç tabanca taşımadım.

— Tüm-Sol Der avukatının verdiği dosyada bir resminiz var ve resimde elinizde bir tabanca bulunmaktadır.

Salih biraz düşündü, bir şey hatırlayamadı. Daha sonra Tüm-Sol-Der lokalinde çektikleri resmi hatırladı. Bir tertip içinde olduğunu iyice anlamıştı; ama ne diyebilirdi? Elime tabanca verip habersizce resmimi çektiler dese ne ifade ederdi? Kanunen, bir an tabancayı ele almak bile tabanca taşımak demektir. Susmayı tercih etti.

Mahkeme Başkanı tekrar sordu:
— Niçin susuyorsunuz? Sükut ikrardan mı gelir demek istiyorsunuz? Öyle ise elinizi çalıştırdığınız gibi, dilinizi de çalıştırıp olayı olduğu gibi anlatın. Hiç yalana başvurmadan anlatırsanız, sizin için hafifletici sebep olabilir.

— Hayır, Kaya’yı ben öldürmedim.

İfadeler zapta geçti. Kaya’nın vücudundan çıkan kurşunların Salih’in elinde tuttuğu tabancaya benzediği bilirkişi raporundan anlaşılmaktaydı. Karar için mahkeme bir ay ileriye atıldı.

Ertesi gün karar günü, Saliha Hanımla Ayşe ağlıyor ve gözyaşları içinde dua ediyorlar. Saliha Hanım uzun uzun dua etti.

Ayşe de hep kurtulması için dua ediyordu; çünkü o da Salih’in suçsuz olduğunu biliyordu; ama bütün deliller aleyhine idi. Mahkeme de, delillere ve şahitlere göre karar verecekti. Hepsi de aleyhine olduğuna göre, en az 20–30 sene ceza giymesi mümkündü.

Kararı dinlemeye Saliha Hanım, Ayşe ve Ayşe’nin abisi Ömer de gelmişti. Karar açıklandı: İdam.

Saliha Hanımla Ayşe şok geçirdi. Düşüp bayıldılar. Salih’in de yüzü sarardı. Takdire razı olmaktan başka çare yoktu. Salih, her zaman tekrarladığı mısraları yine mırıldandı.

Hak şerleri hayreyler.
Zannetme ki gayreyler.
Ârif anı seyreyler.
Mevlâ görelim neyler.
Neylerse güzel eyler.

Salih’i tekrar hapishaneye götürdüler. Ömer, perişan bir vaziyette olan kardeşi Ayşe ile Saliha Hanımı Fatih’teki evlerine getirdi.

Avukatların görüşü, kararı temyize hiç lüzum olmadığı noktasında idi. Çünkü aksini kabul ettirebilecek hiçbir delil yoktu; ama idam işinin biraz daha uzaması için Yargıtay’a başvurarak karar temyiz edildi.

Yargıtay, soruşturmanın noksan olduğu gerekçesiyle davanın tekrar görüşülmesi için dosyayı mahkemeye gönderdi. Bu sırada Salih’in idama mahkûm olduğunu duyan Kaya Şehidoğlu’nun babası İstanbul’a geldi. Oğlunun kendisine yazdığı mektupta Kaya’nın devrimciliği bıraktığı, Salih’le iyi arkadaş olduğu, ama devrimcilerin kendisini öldürebileceği bildiriliyordu. Kaya’nın babası, (Benim oğlumu Salih değil, devrimciler öldürdü) diyordu.

Mahkemede şahitlerin ifadelerine tekrar müracaat edildi. Ayrı ayrı ifadeler alındı. Salih’in Kaya’ya ateş ettiği zaman üstündeki elbisenin ne renk olduğu soruldu. Şahitlerin üçünün de ifadesi değişikti. Salih’in giydiği çeşitli elbiseleri tarif etmişlerdi. Vurunca ne tarafa kaçtığı sual edildi. Biri Sahaflar çarşısına doğru kaçtığını söylerken, diğer ikisi Beyazıt meydanına doğru kaçtığını söylediler. Mahkeme heyeti, uzun zaman sonra hangi elbiseyi giydiği unutulacağı için bunu tam bir delil saymadı. Silah sesini duyar duymaz, herkes bir tarafa kaçtığı için katilin ne giydiğine bakmak mümkün müydü? Kaya’nın mektubu ise bir zandan ibaretti. Kesin bir delil sayılmazdı. Mahkeme tekrar idamına karar verdi. Tekrar temyiz edildi. Karar birinci daire tarafından tasdik edildi.

Artık bütün ümitler kesilmişti. TBMM’nin kararı tasdik etmemesi için, hiç bir sebep yoktu. Tam bu sırada halkın üzerine ateş ederek beş kişinin ölümüne sebep olan devrimci Özgür Barış’ın tabancasından çıkan kurşunlarla Kaya’nın vücudundan çıkan kurşunların aynı tabancadan çıktığı balistik muayene neticesinde bilirkişi raporu ile tespit edildi. Bu arada Yargıtay Başsavcısı’nın tasdik kararına itirazı sebebiyle Yargıtay Daireler Kurulu tarafından tekrar ele alınan dosyanın incelenmesi neticesinde, günlerce hapiste mahkûm yatan Salih Öksüz’ün beraatına ve telgrafla tahliyesine karar verildi. (Son)

Kalb, amel ve niyet doğruluğu


Kalb, amel ve niyet doğruluğu
Mutarrif bin Abdillah hazretleri, Müslümanlara hizmet etmeyi, onların din ve dünya işlerini yapmayı vazife bilirdi. Buyurdu ki: “Kimin bende bitecek, benim yapacağım bir işi olursa, bir kâğıda yazsın ve bana göndersin. Çünkü ben müslümanın yüzünde dilencilik zilletini görmek istemiyorum. Zira lütuf ne kadar büyük olursa olsun, istemek ondan daha ağırdır.”
İnsanlar beğensin diye Kur’ân-ı kerîm okuyan hafızlardan hoşlanmazdı. “Zamanımızda Kurrâ “hafız” kalmadı. Hepsi okuyuşlarıyla” dünya ni’meti toplamaya çalışıyorlar” buyurdu.
Kimseyi gıybet etmez ve gıybet edilmesini istemezdi. “Yanımda gıybet yapan benim arkadaşım olamaz” buyururdu. Ehil olmadan, anlamadan veya dünya için yazı, kitap yazanların hâline acır ve bunlara nasihat ederdi. Buyurdu ki: “Kıyamet günü bir takım insanlar olacak; dünyada yazdıkları uygunsuz şeyler için; ne olurdu kalemlerimiz ateş olsaydı da ellerimizi dokunduramaz ve yazamaz olsaydık diyecekler.”
Buyurdu ki: “Helâk olan bir kimsenin nasıl helâk olduğuna hayret etmem. Fakat seâdete kavuşup, kurtulan bir kimsenin nasıl kurtulabildiğine hayret ederim. İyi biliniz ki; Allahü teâlâ bir kuluna, imân ile ruhunu teslim etmekten, iman ile ölmekten daha büyük bir ni’met vermemiştir.”
“Kalbin doğruluğu amellerin doğruluğu iledir. Amellerin doğruluğu da niyetin doğruluğu iledir.”
Allahü teâlâ’ya ve Resûlullah’a son derece ta’zim edenlerden idi. Kötü şeyler içerisinde onların ism-i şerîflerinin zikredilmesini uygun görmezdi. Buyurdu ki: İçinizden bazıları hayvanına (köpek ve merkebine... v.s) kızdığı zaman: “Allah cezânı versin, seni şöyle yapsın böyle yapsın der. Halbuki bu uygun değildir. Allahü teâlâ’nın ism-i şerîfine ta’zim ediniz. Hayvanın (köpek, merkep... v.s) yanında O’nun mübârek ismini ağza almaktan korkunuz.”
Allahü teâlâ’ya şöyle yalvarırdı: “Allah’ım, ihlâs ile yapmış olduğum her amelim için senden afv ve mağfiret dilerim. Çünkü ben yalnız senin rızânı istiyorum.” O daima Allahü teâlâ’nın merhametine sığınır ve hakiki mü’minlerin hali olan “Beyn’el-Havfî ver-recâ” korku ile ümid arasında yaşar ve şöyle yalvarırdı: “Allah’ım bizden razı olmasan da affet. Çünkü efendi, kölesinden razı olmasa da affeder.”
Buyurdu ki: “İnsana verilen şeyler içerisinde akıldan daha kıymetlisi yoktur.” “Vera’ (Şüpheli şeyleri terketmek), yalnız kendini bu hâle ehil kılanlara (farzları yapıp, haramlardan sakınan ve Allahü teâlâ’nın rızasını isteyenlere) gelir.”

İşte benim gerçek kulum


“İşte benim gerçek kulum !”
Tabiinden olan Mutarrif bin Abdillah hazretleri hadis ve fıkıh âlimidir. İlim ve amel bakımından zamanın bir tanesi idi. Zamanındaki insaların hepsinden hürmet ve saygı görürdü. Sözleriyle onların hak yoluna kavuşmasına, nefislerinin insanı dünya ve ahirette felakete götüren fenalıklardan kurtulmalarına sebep olmuştur.
Sultanlara, devlet adamlarına nasihat eder, tesirli sözleriyle onların, uygunsuz işler yapmalarına mânî’ olur, Allahü teâlâ’nın râzı olduğu hâle gelmelerine sebep olurdu. Hiç kimse hakkında kötü düşünmez herkes tarafından sevilirdi.
Allahtan çok korkardı. Allahü teâlâ’nın korkusundan ve O’na hesap verme endişesinden toprak olmayı ister ve: “Rabbim tarafından biri gelip Cennet veya Cehenneme girmek yâhut toprak olmak arasında bana tercih hakkı verseydi, toprak olmayı tercih ederim” buyurdu.
Son derece sabırlı ve tevekkül sahibi olup, kadere razı olanlardandı. Bir oğlu vardı öldü. Zâhirde hiç üzüntülü hâli görünmedi. Sakalını taradı, güzel elbiselerini giydi. Bazıları buna hayret ettiler. Bu hareketlerinin sebebini sordular. Cevâbında “Ölüm karşısında, rızâ göstermeyip feryâd etmemi mi bekliyorsunuz? Rabbime yemin olsun; eğer dünyâ ve içindekilerin hepsi benim olsaydı sonra, ahiretin bir yudum suyu (kevser suyu) karşılığı bunları almak isteselerdi hiç düşünmeden hemen verirdim. O bir yudumsuyu, bu dünya ve içindekilerin hepsine tercih ederdim” buyurdu.
Geceleri daha iyi ibâdet ve Allahü teâlâ’nın kullarına hizmet edebilmek için uyur ve “Gecemi uyuyarak geçiririm. Pişman olmuş olarak sabahlarım. Bu hali; bütün geceyi ibâdetle geçirip, sabaha kendini beğenmiş olarak çıkanın halinden daha fazla severim” derdi.
İçi dışına, dışı içine uygun bir zât olup “Bir kulun dışı içi bir olunca; Cenâb-ı Hak: “İşte benim gerçek kulum budur” buyurur” derdi.
Mutarrif bin Abdillâhi çekemeyenler onu Ziyad bin Ebîh’e şikâyet ettiler, çirkin iftirâlarda bulundular. Ziyad da eskerlerine Mutarrif hazretlerini getirmelerini emretti. Bu sırada kendisi Basra’da idi. Hz. Mutarrif’i Ziyad’a getirdiler. Ziyad adamlarına sordu: “Siz onu çağırırken şeklinde
hâlinde bir değişiklik oldu mu?” “Hayır” dediler. Bunun üzerine: “O halde bu hal ancak sâlih kimselerde bulunur. Onu derhal serbet bırakın ve özür dileyin” diye emretti.

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Örnek Kaynana 11

Örnek Kaynana-11

Salih, elinde bir levha ile benzi soluk bir halde eve geldi. Rahatsız olduğu anlaşılıyordu.
— Anne, dedi. Şöyle divanın üzerine biraz yatayım. Belki başımın ağrısı geçer.

Sağ yanı üzerine divana yattı.

Saliha Hanım ile Ayşe, gelen levhaya merakla baktılar. Çok hoşlarına gittiğini söylediler. Salih uyuduktan sonra levhayı duvara asmak istediler. Ayşe, bir çivi ile bir çekiç aldı. Saliha Hanıma, (Levhayı şöyle asayım mı?) diye sordu. Saliha Hanım, başı ile tasdik etti. Ayşe, çiviyi çakarken, elinden çekiç düştü. Salih’in kaşının üstünden kanlar akmaya başladı. Ayşe, (Ayy) diye bağırdı. Salih ne olduğunu anlayamadı. Saliha Hanım:
— Oğlum, elimden çekiç düştü dedi.

Ayşe’ye hemen tentürdiyot getirmesini söyledi. Ayşe, ecza dolabından mersol ve oksijenli suyla biraz da pamuk getirdi. Saliha Hanım, yarayı oksijenli su ile yıkayıp biraz da üstüne mersol sürdü. Pamukla yarayı kapattı. Pamuk düşmesin diye yarayı sardı.

Saliha Hanım, Ayşe’ye işaret ederek konuşmamasını söyledi. Oğluna, duvara çivi çakarken kazaen elinden çekiç düştüğünü söyledi. Salih:
— Anne, dedi. Çiviyi Ayşe çaksaydı belki düşürmezdi.

— Ben çakayım demiştim.

Salih, çok geçmeden derin yarasına rağmen yavaşça kalkıp abdest almaya gitti. Yarasının üzerini mesh ederek abdestini aldı. Misafir odasına girip ikindi namazını kılmaya başladı; ama Ayşe’yi bir üzüntü kaplamıştı. Saliha Hanıma yavaşça dedi ki:
— Anne, niye çekici ben düşürdüm dedin?

— Kızım sen daha yeni sayılırsın. Aranızda bir soğukluğa sebep olmaması için öyle söyledim. Beni nasıl olsa tanıyor. Bana bir şey demez. Hem ben gördüm. Bunda senin suçun yok. Kazaen oldu. Ha sen düşürdün, ha ben. Çekiç benim elimden de düşebilirdi.
***
Devrimci Kaya, Salih’in zeki bir genç olduğunu biliyor, onunla birkaç defa görüşerek, devrimci olması için ikna etmeye çalışıyordu. Kaya, Salih’e dedi ki:
— Gel bizimle derneğe uğrayalım, sana bir kitap vereyim.

— Ben öyle yerlere gitmek istemem. Sen bir ara uğrar bana getirirsin.

— Dernekte kimse yoktur. Bir girip çıkarız.

Salih istemeyerek Kaya ile Tüm-Sol-Der lokaline gittiler. Kitabı alıp çıkarlarken, birkaç devrimci militan daha geldi. Salih’le şakalaştılar. İçlerinden biri Salih’e bir tabanca uzattı.
— Al eline şunu da, cesaretin artsın.

Salih itiraz etti:
— Bırakın, benim tabancayla silahla işim yoktur.

— Al al korkma! Patlamaz. Şeytan doldurmaz.

Gülüşerek tabancayı Salih’in eline verdiler. Az sonra flaş patladı. Salih’in resmini çektiler. Salih:
— Ne oluyor dedi.

— Ne olacak bir hatıra resmi çektik. Sen hocasın, ayağında bereket vardır. Resmini lokalimize asarsak işlerimiz rast gider.

Salih geldiğine pişman olmuştu. Tabancayı masanın üstüne koyarak çıktı.

Kaya, Salih’in konuşmalarının etkisi altında kalıyor, acaba demekten kendini alamıyordu. Salih’in varlıkların yaratılışını anlatması, insandaki organların tesadüfen olmadığını, kâinattaki hareketlerin muazzam şekilde olduğunu, bu nizamın bir yaratıcısının olabileceğini düşünüyordu. (Ya Cennet ve Cehennem varsa benim halim ne olacak?) diyerek Salih’in okula gelmesini bekliyordu. Salih okula gelince, bir kenara çekilip dedi ki:
— Okumam için bana bir kitap verir misin?

— Nasıl bir kitap istiyorsun?

— Bana anlattığın şeyleri yazan bir kitap...

— Ciddi mi konuşuyorsun?

— Elbette ciddi konuşuyorum.

— Sen din kitabını ne yapacaksın? Din kitapları gerilla savaşından bahsetmez. Sadece dünya ve ahiret saadetinden bahseder.

— Ben de dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşmak istiyorum.

Kaya ile Salih, Veznecilerden konuşarak Fatih’e kadar yürüdüler. Salih, eve gelince bahsettiği Herkese Lazım Olan İman kitabını Kaya’ya verdi.

Kaya, teşekkür ederek, kitabı aldığı gibi hemen evlerine hareket etti. Geceli gündüzlü durmadan okumaya başladı. Bir süre sonra bir deftere tuttuğu bazı notlarla Salih’in yanına geldi. Salih, notlar hakkında bazı izahlarda bulundu. Kaya dedi ki:
— İçimde bir şüphe vardı. Kitabı okuduktan sonra şüphe kalmadı. Allahın var olduğuna inandım. Benim annem, babam namaz kılar. Cahildir diye onlara inanmıyordum. Gerçekten onların da bazı noksanlıkları varmış. Bu noksanlıkları sebebiyle onlara itimadım yoktu. Şimdi İslâmiyet’in sadece bir inanç sistemi olmadığına inandım. İyi bir insan olmak için çalışıyorum.

— Açıktan namaz kılmaya başlayacağım. Hepsini Müslümanlığa davet edeceğim.

— Ama bu zamanda böyle hareket etmek doğru olur mu?

— Doğru olmasa da haydi gelin diye herkese bağıracağım.

— Bana sorarsan böyle hareket etmen sana zarar verir. Kitapta da okumuşsundur. Emr-i maruf yaparken yani iyiliği tavsiye ederken dikkatli olmak gerekir.

— Nasıl dikkat etmelidir?

— Bugüne kadar sana Allah’a inan, namaz kıl dedim mi?

— Demedin.

— Deseydim kabul eder miydin?

— Peşinen, bütün fikirlerini kabul etmiyordum. Gerçekten ters tepki yapardı.

— Şimdi de yapılacak iş, namaz kıldığını bilseler bile onların gözü önünde namaz kılmamalıdır. Bir bahane bulup onlardan irtibatı kesmek gerekir.

— Onlarla irtibatı kesmem zordur. Beni öldürürler.

— Başka şehre git!

— Nereye gitsem beni bulurlar.

— Bir kaza geçirme süsü ver. Hasta olduğunu onlara bildir. Belki böylece irtibatın kalmaz.

Kaya, yeni adıyla Faruk, Salih’ten ayrılıp düşünceler içinde Beyazıt camisine gitti. Abdest aldı. İkindiyi kılıp çıktı. Camiden çıkarken devrimci arkadaşlarından ikisi gördü. Alaylı bir şekilde sordular:
— Kaya, hoca mı oldun?

— Anamın, babamın ve ecdadımın yoluna gitmek istiyorum.

— Geçmişe değil, geleceğe bak! Gerici değil, ilerici ol!

— Bir karıncayı, hatta bir buğday tanesini bile yaratamayan insanların değil, her şeyi yoktan yaratan Allah’ın yoluna gidiyorum.

— Bu sözleri nereden öğrendin?

Faruk münakaşanın fayda vermeyeceğini bildiği için konuşmayı uzatmak istemedi. Susmayı tercih etti; ama arkadaşları konuştu:
— Bu yoldan dönenin sonunu bilirsin.

— Biliyorum, sonu ölümdür; ama imansız yaşamaktansa imanlı ölmeyi tercih ederim.

— Peki, seni arzuna kavuşturmak kolaydır.

Ayrıldılar. Faruk, düşünceler içinde memlekette bulunan anne ve babasına bir mektup yazdı. Onlara namaz kıldığını müjdeledi. Salih’in iyi bir insan olduğunu, onun vasıtasıyla hidayete kavuştuğunu bildirdi; ama devrimci arkadaşlarının kendisini öldürebileceğini de yazdı. (Devamı Yarın)

Yâ Rabbi, ilimle doldur yumuşak huylu eyle


“Yâ Rabbi, ilimle doldur yumuşak huylu eyle!”
Hz. Muâviye, uzun boylu, beyaz tenli, heybetli, idi. Güzel konuşur, güzel idâreli davranırdı. Çalışkan, gayretli, azimli idi. Arabistan’da şöhret yapmış dört Sahâbiden birisidir. Sanki her bakımdan devlet başkanı olmak için yaratılmışdı.
Hattâ Hz.Ömer, Hz. Muâviye’de her bakışta “Bu, ne güzel bir Arab Sultânıdır” derdi. Cins atlara biner, kıymetli elbislere giyerdi. Fakat Resûlullah’ın sohbetinin bereketi ile dinden hiç ayrılmazdı. Hz. Ali onun hakkında “Muâviye’nin hakimliğini kötülemeyiniz! O giderse başların koptuğunu görürsünüz” buyurmuştur.
Birgün Resûlullah hayvanına binip Hz. Muâviye’yi arkasına bindirmişti. Giderken “Yâ Muâviye, bana en yakın hangi uzvundur?” uyurdu. Karnım, deyince “Yâ Rabbi, bunu ilimle doldur ve yumuşak huylu eyle” diyerek hayır duâ buyurdu.
Af ve ihsânı hikâyeler teşkil etmiştir. Yumuşaklığı ve sabrı atasözü hâline gelmiştir. Birgün Hz. Hasan borçlarının çok olduğunu söyleyince, seksen bin altın hediyye etti. Amr İbni Âs’dan gelen bir mektuba yazdığı cevabta şöyle buyurdu: “Bilmiş ol ki, iyi işlerde düşünerek hareket etmek, insanı daha doğru neticelere ulaştırır. Hedefine ulaşan, acele etmiyendir. Acele eden, hüsrandadır. İşinde sebat eden, isabet eder veya hedefe yaklaşır. Acele olan hataya düşer yahud hataya yaklaşır. Yumuşaklık kendisine kâr etmiyen kimseye, hiddet zarar verir. Tecrübelerden ders almayan şeref kazanamaz.”
Vefatına yakın oğlunu çağırıp şu vasiyeti yaptı: “Oğlum, seni harblerde, yollarda yormadım. Düşmanları yumuşattım. Arapları sana itaat ettirdim. Hicaz halkını gözet, onlar senin aslındır. Sana geleceklerin en kıymetlisi onlardır. Irak’dakileri de gözet! Memurların azlini isterlerse azlet. Şamlıları da gözet ki onlar senin yardımcılarındır. Hüseyn bin Ali mübârek bir zattır. Kûfeliler onu senin karşına çıkarabilirler. Onu, iyi karşıla. Onun bize yakınlığı ve büyük hakkı vardır. Resûlullahın torunudur” dedi.
Buyudu ki: “Herkesi memnun etmek, mümkündür, yalnız hasetçi olanı memnun etmek zordur. Çünkü o ancak haset ettiği şeyin yok olması ile memnun kalır.” “Yumuşaklık gösterin ve tahammül ediniz ki, daima fırsat sizin elinizde olsun. Fırsatı ele geçirdikten sonra dilerseniz hakkınızı alırsınız, dilerseniz af edersiniz.”
“Kötülük yapanları da af eyle!”
Hazret-i Muaviye İslamın yayılmasında çok kıymetli hizmetlerde bulundu. Sicistan, Sudan, Afganistan, Buhara, Hindistan’ın kuzey kısmı, Tunus bunun zamanında alındı. Kıbrıs Bisanstan kurtarıldı. Kudüs geri alandı. Yine zamanında, İstanbul kuşatıldı; her sene yüklü vergi vermek şartıyla kuşatma kaldırıldı.
Peygamber efendimiz kendisine , “ Benden sonra ümmetimin yerine hakim olursun. O zaman iyilere iyilik et! Kötülük yapanları da af eyle!” buyurmuştu. Resulullahın bu hayır duasının bereketiyle, İslamiyet Hz. Muaviye zamanıda bu kadar yayıldı.
Büyük İslâm âlimi Abdullah ibni Mübârek’e “Hz. Muâviye ile Ömer bin Abdülaziz’den hangisi efdaldir?” diye soruldukda “Resûlullah’ın yanında giderken, Hz. Muâviye’nin bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülaziz’den yüzlerce defa daha kıymetlidir” buyurmuştur.
Hz. Muâviye, Peygamberimizden çok hadîs rivâyet etmiştir. Bu hadîs-i şerîflerden birkaçı şunlardır:
“Allahü teâlâ kime iyilik murâd ederse, onu din âlimi yapar ve dinene zarar verecek şeyleri ona bildirir. Ona doğruyu gösterir.”
“Amel bir kab gibidir, sonu iyi olursa evveli de iyi olur.”
“Ehli kitab, dinlerinde 72 fırkaya ayrıldılar. Bu ümmet ise 73 fırkaya ayrılacak, hepsi Cehennemde olacak, yalnız bir tânesi müstesnâ, o da Ehl-i sünnet velcemâattır. Ümmetimden bir kavim ortaya çıkacak ki, bunlar, köpeğin sâhibi peşinden koştuğu bir nefsin arzularına uyacaklardır.”
“Bütün günahları Allah’ın bağışlaması umulur, yalnız müşrik olarak ölenin ve kasden bir mü’mini öldürenin afvolması umulmaz.”
“Ben sâdece bir haznedârım. Her kime gönül hoşnutluğu ile bir şey versem, Allah onu ona hayırlı kılar. Yine her kimse bir şeyi, isteği ve aç gözlülüğü sonucu verirsem, onun durumu yiyip yiyip doymayana benzer.”
“Yâ Rabbi, onu doğru yolda bulundur!”
Cenâb-ı Hak, Eshâb-ı kiramın hepsinden razı olduğunu bildiriyor. Eshâb-ı kiram aralarındaki bazı meselelere rağmen birbirlerini çok severlerdi.İstisnasız Eshabın hepsini sevmek Ehli sünnetin şartıdır. Hz. Muaviye de Eshâb-ı kirâmdan hatta büyüklerindendir. Ayrıca Resulullah efendimizin kayın biradedir. Bunun için O’nun da son sözlerine yer vermeden geçemedik.
Peygamberimizin, “Yâ Rabbi, onu doğru yolda bulundur ve başkalarını da doğru yola götürücü kıl” ve “Yâ Rabbi! Muâviye’ye yazı ve kitab öğret, onu azabından koru” “Yâ Rabbi! Onu memleketlere hakim kıl” duâlarıyla şereflenmiştir.
Hz. Muaviye vahy katibidir. Vahy katibliğine alınması, Cebrâil aleyhisselâmın bildirmesi ile olmuştur. Hz. Cebrâil’in getirdiği Kur’ân-ı kerîmi ve Peygamberimiz’in mektublarını yazardı.
Peygamber efendimiz namazda rükûdan kalkarken “semiallahü limen hamideh” okuduklarında, ön safta bulunan Hz. Muâviye “Rabbenâ lekelhamd” derdi. Bunu söylemek bütün müslümanlara sünnet olarak kaldı. Hz. Muâviye Huneyn gazâsında Resûlullah’ın önünde babası ile birlikte kahramanca çarpıştı. Tebük gazvesine katıldı. Vedâ Haccında bulundu.
Hz. Muâviye ömrünün son günlerinde okuduğu bir hutbede şunları söyledi:
“Ey insanlar! Üzerinizde çok kaldım. Sizi usandırdım. Ben de sizden usandım. Artık ayrılmak istiyorum. Siz de benden ayrılmak ister oldunuz. Fakat size benden daha iyisi gelmez. Nitekim benden evvel gelenler, benden daha iyi idiler. Kim Allahü teâlâya kavuşmak isterse, Allahü teâlâ da ona kavuşmak ister. Yâ Rab! Sana kavuşmak istiyorum, sana kavuşmamı nasib eyle! Beni mübârek ve mes’ud eyle!”
Hastalığı arttğında “Resûlullah bana bir gömlek giydirmişti. O mübârek gömleği bu güne kadar sakladım. Bir gün kesteği tırnaklarıda bu şişe içine koyup saklamıştım. Vefat ettiğim zaman o gömleği bana giydiriniz. O tırnakları da gözlerime ve ağzıma koyunuz. Belki onların hürmetine cenâb-ı Hak beni affeder” dedi. Sonra da “Ben öldükten sonra cömertlik ve ihsanda kalmaz, çok kimselerin gelirleri kesilir. İsteyenler eli boş döner. Keşke Zî Tûva denilen köyde bir Kureyşli olsaydım da emirlki, hâkimlik ile uğraşmasyadım” diyerek 680 senesinin Receb ayında Şam’da hayata gözleni yumdu.

Adâleti zirvesine ulaştırdın


“Adâleti zirvesine ulaştırdın”
Amr bin Meymun anlatıyor: Hz. Ömer sû’-i kasde uğradığı vakit, onunla aramızda Abdullah bin Abbâs vardı. Hz. Ömer namazı kıldıracağı zaman saflar arasına durur, safları düzeltir ve bu iş tamam olduktan sonra tekbir alarak namaza dururdu. Cemâatın yetişmesi için çoğunlukla sabah namazının ilk rek’atında Yûsuf, En-Nahl ve benzeri uzun sûreleri okurdu.
O sabah da tam safları düzeltip tekbir aldığı sırada Mugîre bin Şûbe’nin mecûsî olan kölesi Ebû Lü’lü’ onu bıçağı ile yaraladı. Hz. Ömer, Abdurrahman bin Avf’ı imamlığa geçirdi. Benim gibi, Ömer’e yakın olanlar durumu müşâhede edebiliyordu. Fakat arak saflarda olanlar durumu göremiyor ancak Hz. Ömer’in sesini duymadıkları için, “Sübhânellah, sübhânellah” deyip duruyorlardı.
Abdurrahman namazı kısa surelerle kıldırdıktan sonra, Hz.Ömer Abdurrahman’a: “Bak bakalım, beni kim bıçakladı?” diye sordu. Abdurrahman da Muğîre’nin kölesinin bıçakladığını öğrendi ve Hz. Ömer’e haber verdi. Hz. Ömer de: “Allah müstehakını versin, ona ben iyilik yapmıştım” dedi ve devamla: “Allah’a hamdolsun ki beni bir müslüman değil de, müslüman olmayan öldürmüştür” dedi ve devamla: “Sen ve baban bu gayr-ı müslimleri Medine’de çoğaltmamızı isterdiniz. Onlara en çok acıyanı da Abbâs idi” dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs, “Emredersen hepsini öldürelim” dedi. Hz. Ömer:
“Dilinizi konuşup, dîninizi kabûl edip, kıblenize döndükten ve Haccınızı yaptıktan sonra böyle şey olur mu?” dedi. Hz. Ömer’i evine götürdüler. Biz de beraber gittik. İnsanlar sanki böyle bir felâketle daha karşılaşmamış gibi şaşkına döndüler. Bir kısmı yarası önemli değil, bir kısmı ise tehlikelidir, deyip duruyordu. Sonra doktor bir hurma suyu getirtti, içirdiler, fakat su karnından çıktı.Süt içirdiler o da aynı şekilde çıktı. Bunun üzerine herkes öleceğini anladı. Bu arada genç bir delikanlı: “Ey mü’minlerin emiri, sana müjde olsun ki, sen, Resûl-i Ekrem’in sohbetinde bulunmuş, ilk müslümanlardan olup İslâmiyet uğrunda çalışmış bahtiyar bir insansın. Sonra idâreyi eline alarak adâleti zirvesine ulaştırdın ve en sonunda şehâdet mevkiine ulaştın” dedi.
Delikanlı bunları söyleyip oradan ayrılmak üzere geri dönünce, kibir alameti sayılan eteklerinin yerlere süründüğünü görüldü. Hz. Ömer: “Delikanlıyı bana çağırın” dedi. Delikanlı geldi. Hz. Ömer: “Yeğenim, eteklerini yerlere sürdürme onları topla. Hem elbisen daha çok dayanır, hem de kibirden uzaklaşmakla Rabbine karşı daha saygılı olursun” dedi. Ölüm halinde bile emri marufu bırakmadı.
“Herkese iyi davranmasını vasiyet ederim!”
Hazret-i Ömer ölüm döşeğinde iken, emri üzerine borcunu hesâb ettiler, seksen altı bin dirhem civarında borcu çıktı ve Hz. Ömer: “Çocuklarımın serveti buna kâfi gelirse borcumu ödesinler. Şâyet yetişmezse Adiy kabilesine mürcâat edin. Şâyet bu da yetişmezse Kureyş’den bu borcu te’mîn edin ve başkalarına baş vurmayın” dedi.
Hz. Ömere: “Ey mü’minlerin emiri, bize vasiyet et, dedik. Hz. Ömer, “Benden sonra halife olacak zâta tavsiylerimden birisi, ilk muhacirlere hürmet edip saygı göstermesidir. Ayrıca ilk îmânı kabûl edip servetlerini muhâcirlere bölüşen Ensar’a karşı iyi davranmasını iyiliklerini takdirle karşılayıp, kusurlarını bağışlamasını tavsiye ederim.
Bütün şehir halkına karşı iyi davranmasını tavsiye ederim. Zira onlar İslâmiyetin yardımcıları ve orduyu ayakta tutan servet kaynakları ve aynı düşmanın kızdıkları kimselerdir. Onlardan ancak kendi rızaları ile mallarının fazlasını almalıdırlar.
Ayrıca Bedevîlere de iyi muâmelede bulunmasını tavsiye ederim. Onların mallarından aldıkları zekât ve sadakaları, onların yoksullarına dağıtmalıdır. Ayrıca zimmîlere (Gayri müslimlere) karşı da iyi davranmasını, onlara karşı verdiği sözde durmasını, güçlerinin yetmiyeceği ağırlığı onlara yüklememesini tavsiye ederim” dedi.
Her fânî gibi o da ruhunu teslim edince, gerekli işlem yapıldıktan sonra cenâzeyi alarak Hz. Âişe validemizin kapısına geldik. Oğlu Abdullah izin istedi. Hz. Âişe müsaade etti ve biri Resûl-i Ekrem, diğeri de Sıddîk-ı a’zam olan iki arkadaşının yanına defnedildi.
Abdullah İbn Abbâs’ın anlattığına göre Hz. Ömer bir musalla üzerine kondu. Oradan kaldırılmadan cemâat namazını kıldı ve kendisine duâ ettiler. Ben de o arada bulunuyordum. Benimle kimse ilgilenmiyodu. Bu arada Hz. Ali’yi gördüm. Hz. Ömer’in tabutuna üzüntü içinde
bakıyordu. Kendi kendine şunları söylüyordu: “Senin amelin gibi amel ile Allah’a mülâki olacak kimseyi geride bırakmadın. Senin, o iki arkadaşınla beraber olacağına kat’î kanaatım vardır. Çünkü ben çok def’a Resûl-i Ekrem’in, “Ben, Ebû Bekir ve Ömer gittik. Ben, Ebû Bekir ve Ömer çıktık. Ben, Ebû Bekir ve Ömer girdik” dediğini, yâni her ikisini daima bir arada andığını duyardım. Ümid ederim ki Allahü teâlâ seni de onların arasına alacaktır”

16 Temmuz 2013 Salı

Örnek Kaynana 10

Örnek Kaynana-10

Ayşe geleli bir hafta olmuştu. Anne ve babasının elini öpmeye gidecekti. Telefon edip akşam yemeğe geleceklerini bildirdiler. Saliha Hanım:
— Kızım, dedi. Akşama annenlere gideceksin. Hediye olarak ne götüreceksin?

— Anne hediyeye ne gerek var? Yabancı yere gitmiyoruz ki...

— Kime olursa olsun, bir yere gidilirken hediye götürmek iyi olur. Atalarımız, (Dostlara hediyesiz gitmek, değirmene buğdaysız gitmeğe benzer) demişlerdir. Hadis-i şerifte ise, (Hediyeleşin ki birbirinizi sevesiniz) buyurulmuştur. Dağdan gelenin heybesine bakarlar. Hediyenin kıymetli olması şart değildir. Çam sakızı çoban armağanı bir şey de götürsen olur.

— Evde uygun bir şey göremiyorum.

— Ben şimdi gidip bir şeyler alıp geleyim!

Saliha Hanım, dışarı çıktıktan bir süre sonra, genç bir kadın kapıyı çaldı. Ayşe bulaşık yıkıyordu. Sıvalı kollarıyla kapıya gitti.
— Kim o?

— Saliha teyze ile görüşecektim de.

Ayşe, gelenin kadın olduğunu anlayınca kapıyı açtı.
— Buyurun efendim! Hanımannem şimdi çıktı. Birazdan gelir.

— Saliha teyze yokken girmek uygun olur mu? Onunla görüşecektim. Gelininiz hayırlı olsun diyecektim.

Gelen kadın, evi gözetlemiş. Saliha Hanımın gitmesini beklemişti. Gelini yalnız bulup biraz kaynanasından dedikodu edecekti; ama Ayşe’nin Hanımannem demesinden endişeye düştü. Kaynanası iyi olmasa Hanımannem demezdi. Her şeye rağmen yine bir sondaj yapmalıydı. Dedi ki:
— Biraz rengin soluk, hasta mısın yoksa?

— Hayır, bir şeyim yok.

— Bana öyle geldi de. Ben hasta olup yattığım zaman kaynanam gelir. (Kalk bakalım. Az hastalığı aş bastırır, çok hastalığı iş bastırır) diyerek beni yatırmaz. Hiç hasta halinden anlamaz. Acaba dedim, hasta olduğu halde iş mi yapıyor diye düşündüm. Acaba kaynanan da sana karışıyor mu diyecektim?

— Benim kaynanam yok. Hanımannem vardır. Anne kızıyla nasılsa, biz de öyleyiz; hatta Hanımannem, öz annemden daha iyidir.

Kadın daha fazla bir şey söyleyemedi. Saliha Hanım gelebilir diye düşünüp, adını da söylemeden çekip gitti.

Çok geçmeden de Saliha Hanım geldi. Elinde birkaç paket vardı. Mendil, çorap, havlu ve elbiselik almıştı. Bir de badem ezmesi almıştı. Hepsini uygun şekilde paket yaptılar. Hazır vaziyette Salih’i bekliyorlardı.

İkindiye doğru Salih geldi.
— Anne, dedi. Biraz erken gidelim. Yemekten sonra geliriz.

Annesi uygun gördü. İkindi namazını kılıp Salihle Ayşe, Erenköy’e hareket ettiler. Pencereden Saliha Hanımın oğlu ile gelininin paketlerle bir yere gittiğini gören karşı apartmandaki bir kadın, hemen Saliha Hanımın yanına damladı.
— Saliha Hanım, gelininiz hayırlı olsun! Gelininizin odasına bakmak istiyorum.

— Teşekkür ederim komşu; ama ben kendim bile gelinin odasına girmedim. Gelinin odası bizce mahrem sayılır. Oraya oğlumdan başka kimse girmez.

— Canım şöyle eşyalarına bir bakayım dedim. İntizamlı mı, değil mi?

— Hanım, gelinin intizamlı olup olmadığı bizi ilgilendirmez. İyiyse de kendine, kötüyse de kendine.

— Bizim gelin çok pasaklı da. Bak falancanın evine git, ne intizamlı diyecektim. Gelin söylemeden hiç bir işi yapmıyor. Sizin gelin iyidir inşallah.

Saliha Hanım, kadının maksadını anlamıştı. Gelin hakkında dedikodu yapmak, Saliha Hanımın ağzını aramak istiyordu. Yarası varsa dokunmak istiyordu. Saliha Hanım sözü uzatmadan kısaca cevap verip kadını susturmalıydı. Dedi ki:
— Bizim evde gelin kaynana yok. Anne kız vardır. Ben kızımdan çok memnunum. Sonra kızımın bir kusuru olsa, arkasından söylememiz gıybettir, haramdır. Büyük günahtır.

— Ben gelinime pasaklı demekle günah mı işledim yani?

— Elbette, çok büyük günah işledin. Allah onu da, bizi de affetsin! Tevbe edelim de, bir daha hiç kimsenin aleyhinde konuşmayalım!

— Ben gelinimin yüzüne karşı da söylerim.

— Yüzüne karşı söylediğin zaman memnun mu oluyor, yoksa üzülüyor mu?

— Bana ne, üzülürse üzülsün!

— Bir kimsenin beğenmediği bir sözü, ister yüzüne karşı olsun, ister arkasından olsun söylemek günahtır. Yüzüne karşı söyleyince kalbi kırılır. Kalb kırmak Kâbe’yi yıkmaktan daha kötüdür. Arkasından konuşmak ise, ölü eti yemek gibidir, büyük günahtır.

Kimseyi çekiştirmeden gelen komşularımın başımın üstünde yeri vardır. Onu bunu çekiştirenler, kendilerini günaha soktukları gibi, beni de günaha sokuyor ve ben de çok günah işliyorum; ama tevbe ettim. Allahü teâlâ tevbeleri kabul eder. Tevbe eden, hiç günah işlememiş gibi olur. Günahlarımıza tevbe edelim! Estağfirullah diyelim! Bir ayağımız mezarda. Ahirete iyi amel götüremiyoruz. Hiç değilse günah götürmeyelim. Götürürsek de az götürelim.

Gelen kadın sustu. Süt dökmüş kediye döndü. Söyleyecek bir şey bulamadı. Hemen Saliha Hanım kalkıp kadına bir şerbet ikram etti.
— Buyurun vişne şurubudur.

— Saliha Hanım niye zahmet ettin?

— Misafire ikram, Allahü teâlâya ikramdır. Sen kapıdan gelirken bir melek, (Ey hane halkı size müjde olsun! Allahü teâlânın selâmı var. Filan kimse sana misafir geliyor) demiştir. Bir misafir kırk günlük bereket getirir. Misafir kabul etmeyende hayır yoktur. Misafir gelen evin bereketi çok olur.

— Bunları nereden öğrendin?

— Bizde güzel kitaplar var. Gelirsen her zaman beraber okuruz. İnsan, âlimlerin, evliyanın hayatını okuyunca çok etki ediyor. Hiç kötülük yapmak istemiyor. Güzel ahlâklı olmaya çalışıyor.

Kadın memnun şekilde ayrılırken Saliha Hanım, (Güle güle gidin, yine buyurun) dedi. Kadın biraz sevinçli, biraz da mahcup şekilde ayrıldı. Bu eve, bir daha dedikoduya gelemezdi. Eğer gerçekten bir şeyler öğrenmek istiyorsa, Saliha Hanımın kapısı açıktı.

Gelinin babasının evine gittiğini duyan, gören kadınlar, fırsatı değerlendirmek, gelinin dedikodusunu yapmak için gelmişlerse de, Saliha Hanım, hepsinin elini boş olarak ve biraz da nasihat çekerek yolluyordu. Gelip gidenler, (Ne biçim kaynana, gelinine toz kondurmuyor) diyorlardı.

Erenköy’de yemekler yenip erkekler yatsı namazı için camiye gidince, hemen annesi Ayşe’yi yanına oturtup geçimini sordu. Kaynanasıyla arasının iyi olup olmadığını sordu. Ayşe şikâyetçi bir tavırla:
— Anne, dedi. Doğrusunu istersen Hanımannemden şikâyetçiyim, beni hep utandırıyor.

Ayşe’nin annesi iyice meraklanmıştı. Hem kaynanam demiyor, (Hanımannem) diyor. Hem de kendisini utandırdığını söylüyor.
— Kızım nasıl utandırıyor? Bağırıp çağırıyor mu? Kocanın yanında, kusurlarını mı sayıyor?

Ayşe gülerek cevap verdi:
— Anne, bir işin başına varsam. Hemen, (Sen daha misafirsin) diyor. Sabah benden önce kalkıyor. Evi süpürüyor. Kahvaltıyı hazırlıyor. Bulaşıkları bile bana yıkatmıyor. Sen olsan utanmaz mısın?

Annesi şöyle bir oh çektikten sonra, memnuniyetini bildirdi:
— Çok sevindim. Ben şimdi çaresine bakarım.

Hemen telefonu aldı. Saliha Hanımı aradı.
— Buyurun ben Saliha!

— Ben de Ayşe’nin annesiyim. Kızım akşam eve yemeğe gelince sizden şikâyet etti. (Artık kocamın evine gitmek istemiyorum. Beni oraya gönderme! Çünkü kocamın anası beni çok mahcup ediyor) dedi.

— Hayrola nasıl mahcup ediyormuşum?

— Orasını siz bilirsiniz. Bir haftalık geline yaptığınız reva mı?

Saliha Hanım iyice şaşırmıştı. Suçunu öğrenmek istiyordu:
— Suçum neymiş? Öğreneyim de bir daha yapmayayım!

— Biz, kızımızı oraya hizmet etmesi için gönderdik. Siz, kızımızın hizmetine mani oluyormuşsunuz. Zavallı, evde suçlu gibi duruyormuş. Bugünden tezi yok, bütün işleri kızım yapmalı.

— Hay Allah, beni korkuttunuz. Ben de acaba ne suç işledim diye merak ediyordum. Özür dilerim. Bir daha onu memnun edecek şekilde hareket ederim!

— Saliha Hanım, şaka yaptım. Kızım sizden çok memnun; ama artık misafirliği kalmadı. Lütfen işlere yardım etsin!

Ayşe de telefonu dinliyordu. Annesinin sözlerinden utandı. Saliha Hanıma bir şeyler söyleyecekti, vazgeçti. Annesi memnuniyetini bildirip teşekkür ederek ayrıldı. Namazdan çıktıktan sonra gitmek için hazırlandılar. Annesinin isteği üzerine Ömer, biraz hediye alıp Ayşe’nin çantasına koydular. Sevinerek evlerine geldiler.

Sabah Salih okula gittikten sonra, Saliha Hanım eskisi gibi evin işlerini yapmaya başladı. Ayşe yanına gelince dedi ki:
— Kızım, sen bu evde misafir değilsen bile acemisisin. Hangi eşyanın nerede olduğunu bilmezsin. Yemeğe tuz koyacak olsan iki saat tuz ararsın. Bıçak lazım olsa bıçak ararsın. Gel ben sana her şeyin nerede olduğunu göstereyim! Bak, çatal kaşık burada. Tuz biber şurada. Bir çivi çakman gerekebilir. Çiviler ve çekiç şuradadır.

Saliha Hanım, süpürgeye varıncaya kadar her eşyanın teker teker yerini gösterdi. Kendisi çok intizamlı idi. Gelinin de öyle intizamlı olmasını istiyordu.
— Bak kızım! Aldığın şeyi yerine koymazsan, evde eşya aramakla başın döner. Bu evin prensibi böyledir. Her eşya alındıktan sonra yerine konur. Kendi odanı da böyle yap! Oğlanın pijamasını devamlı bir yere koy! Gömlekleri, atletleri belli bir yerde dursun. Çorabınızı, mendilinizi, hâsılı bütün eşyanızı belli bir yere koyup oradan almalısınız. Bir gün başka yere koyarsan bulunamaz. Ben oğlumu bu intizamlığa alıştırdım diyebilirim. Tıraş makinesinin yeri bellidir. Kravatını, ceketini her gün belli bir yere asar. Bugün şu askıya, öbür gün başka bir askıya asmaz. Ara sıra imtihan ederim. (Aynanı ver bakalım) derim. Hiç ceplerini karıştırmadan verir. Tarağı, misvakı, para cüzdanı daima belli yerdedir. Meselâ çakısı, bugün sağ cepte ise diğer bir gün sol cebine koymaz. Eğer bunlara riayet etmezsen, kendin rahatsız, huzursuz olursun. Ben tecrübelerimi sana bildirdim. Çamaşır yıkayacak olsan, deterjanın yerini biliyor musun?

Ayşe biraz düşündükten sonra:
— Alışacağız anne dedi.

— Kızım işleri şimdilik tamamen sana bırakırsam şaşırabilirsin. Şimdilik yine ben yapmaya çalışayım. Sen bana yardım et! Sen öğrendikten sonra da, ben sana yardım etmeye çalışırım.

— Nasıl istersen anne!

— Annene şikâyet yok tabii.

— Utandırıyorsun anne!

— Kızım, ben evde bulanmadığım zamanlar eve komşular gelebilir. Sana kaynananla iyi geçinip geçinmediğini sorarlar. Maksatları senin derdine çare bulmak değildir. Senden duyacağı birkaç söz yanına birkaç daha ekleyip sağda solda anlatmaktır. Ev hâli, oğlum veya ben seni üzebiliriz. Derdini ona buna anlatmakta fayda yoktur. Kötü bile olsan, soranlara iyiyiz diye cevap ver. (Devamı Yarın)

Bu hâl cenâb-ı Hakkın rahmetidir


“Bu hâl cenâb-ı Hakkın rahmetidir!”
Mikdâd bin Esved hazretleri anlatır: “Bir gün iki arkadaşımla birlikte, yorgunluk ve açlıktan gözlerimiz kararmış, kulaklarımız sağırlaşmıştı. Eshâb-ı kirâmdan bir kaçına müracaat ettik. Fakat kendilerinde ikram edecek bir şeyleri bulunmadığı için bizi kabul edemediler. Biz de kalkıp, Resûlullaha gittik. Bizi alarak hâne-i seâdetine (mübârek evine) götürdü. Resûl-i ekrem bize bakarak: “Bunları sağınız da aranızda taksim ediniz!” buyurdu.
Biz hergün bu keçileri sağar, keçilerin sütünü aramızda taksim eder, kendi payımızı içer, Peygamberimizin hissesini de saklardık. Resûlullah efendimiz, geceleyin gelir, uyuyanları uyandırmayacak bir şekilde uyanık olanlara selam verir, namaz kıldığımız yerde namazını kılar ve ondan sonra da sütünü alıp içerdi.
Bir gece Resûlullah için ayırdığımız hisseyi içtim. Fakat sütü içtikten sonra, akım başıma geldi. Gözüme uyku girmiyordu. İki arkadaşım kendi paylarını içip uyumuşlardı. Derken Resûlullah çıkageldi. Her geceki gibi selâm verdi. Namazını kıldı. Sonra süt kabının kapağını açtığında içinin boş olduğunu gördü. Sonra, “Yâ Rabbi! Beni doyuranları, sen de doyur! Bana içirenleri, sen de susuzluktan kandır!” diye duâ etti.
Hemen kalkıp yeni sağdığımız keçilerin yanına gittim. Baktığımda, bütün keçilerin memeleri sütle doluydu. Hemen döndüm, süt kabını aldım. Sütü, Resûlullah’a getirerek uzattım: Bana,“Ey Mikdâd! Siz, bu gece sütünüzü içmediniz mi?” buyurdu. Ben: “İçiniz, Yâ Resûlullah!” dedim.Resûlullah efendimiz bana bakarak: “Ne oldun, ey Mikdâd?” dedi. Ben de, bütün olanları anlattım. Bana cevap vererek: “Bu hâl cenâb-ı Hakkın rahmetidir. Madem ki, Allahü teâlânın bu rahmetine nâil olduk! Niçin uyuyan arkadaşlarımızı uyandırmak için bana haber vermedin? Onlar da hisselerini alırlardı.” buyurdu.
Bir gün Hz. Mikdâd bin Esved, halife Hz. Osmanın yanında bulunuyordu. Onun yanına birkaç kişi gelerek, Hz. Osman’ı yüzüne karşı methetmeye, övmeye başladılar. Hz. Mikdâd, bunların sözlerini dinlerken yerden bir avuç toprak alarak onların yüzüne savurdu. Ona niçin böyle yaptığıın sordukları zaman, şu ceabı vermişti: Resûlullah efendimiz buyurdular ki: “İnsanı yüzüne karşı övenler türediği zaman, onların yüzünü toprakla bulayınız!”
Hz. Mikdâd bin Esved, herkesin hakkında son derece ihtiyatlı konuşurdu. Ancak işlerinin neticesine bakarak hüküm verirdi. Bu hususta kendisi şöyle bildiriyor: “Ben, bir adamın sonunu görmeden onun hakkında iyi veya fena bir şey söylemem! Çünkü buna dair Resûlullah’dan bir şey sorulmuştu da, şu cevabı vermişti: “İnsan kalbi kadar değişen bir şey yoktur!”
“Mazlumun ahını almaktan kork!”
Muaz bin Cebel hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyükleirnden, helâl ve haram ilmini en iyi bilenlerdendi. İkinci Akabe bîatında, kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi Peygamberimize yardım ederek İlâmiyete hizmet edeceklerine söz verip, müslüman olan yetmiş Medineli’den birisi de Muaz bin Cebel’dir.
Onsekiz yaşında iken müslüman oldu. Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâm Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde bütün malları ve mülkleri Mekke’de kalmıştı. Peygamberimizin emirleriyle Medine’de bulunan müslümanlar, Mekke’den hicret eden müslümanlarla kardeşlik kurarak evlerini, mallarını ve eşyalarını paylaştılar. Muaz bin Cebel de, Abdullah bin Mes’ud ve Ca’fer-i Tayyar ile kardeşlik kurmuştu.
Peygamber efendimiz müslüman beldelerine vali ve zekât tahsil memurları gönderdiği sıralarda, bir gün sabah namazından sonra Eshâb-ı kirama dönerek:
“İçinizden hanginiz Yemen’e gider?” buyurdu. Hz. Ebû Bekir: “Ben giderim yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz bir müddet sonra, “Hanginiz Yemen’e gider?” buyurdu. Bu sefer Hz. Ömer “Ben giderim Yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz biraz sonra tekrar: “İçinizden Yemen’e kim gider?” buyurdu. Muaz bin Cebel ayağa kalkıp, “Yâ Resûlallah! Ben giderim” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz “Ey Muaz! Bu vazife senindir.” buyurdu.
Bütün malını, cihâd için Allah yolunda harcayan Muaz bin Cebel, Yemen’de valilik yapmak, halka İslâmiyeti anlatmak, Kur’ân-ı kerîmi öğretmek ve Yemen ülkesinde tolanan zekât mallarını vazifelilerden teslim almak ve onların arasındaki ihtilafları çözüp hükme bağlamak üzere Yemen’e gitmek için hazırlandı. Yola çıkmadan önce Peygamberimiz O’na şöyle buyurdu:
“Sen ehl-i kitaptan (yahudilerden ve hıristiyanlardan) olan bir kavimle karşılaşacaksın. Onların yanına varınca önce, onları Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin “aleyhisselam” Allahın Resûlü olduğunu tasdike (inanmaya) davet et. Eğer bunu kabul ederlerse onlara, Alah’ın beş vakit namaz farz kıldığını haber ver. Bunu da yaptıkları takdirde, Allah’ın zenginlerin fakirlere zekât vermesini emrettiğini bildir. Bunu da kabul ederlerse zekât alırken sakın mallarının (sadece) en iyilerini seçme! Mazlumun ahını almaktan kork. Çünkü Allah mazlumun duâsını (ahını) hemen kabul eder.”

Bilimin Müslüman Öncüleri Ebul İz El Cezeri

Bilimin Müslüman Öncüleri Ebul İz El Cezeri
XIII. yüzyılın başında, Diyarbakır Artuklu Sarayı’nda 32 yıl başmühendislik görevi yaptı. El Cezeri, su saatleri, otomatik kontrol düzenleri, fıskiyeler, kan toplama kapları, şifreli anahtarlar ve robotlar gibi, pratik ve estetik birçok düzeni tasarlayan ve bunların nasıl gerçekleştirileceğini anlatan “Kitab-el Hiyal” adlı kitabın yazarıdır. Cezeri, tarihte sibernetiğin kurucusudur. Sibernetik; haberleşme, denge kurma ve ayarlama bilimidir. İnsanlarda ve makinelerde bilgi alışverişi, kontrolü ve denge durumunu inceler. Bu bilim, zamanla gelişerek bilgisayarların ortaya çıkmasına imkan tanımıştır. Sibernetik ve otomatik sistemlerin başlangıcı konusunda; Fransızlar Descartes ve Pascal’ı; Almanlar Leibniz’i, İngilizler de R. Bacon’ı öne sürseler de, aslında Cezerî bunu ortaya koyan ve i-lim dünyasına sunan ilk bilgindir.

BATI ,ORTAÇAĞ KARANLIĞINA VE CAHİLLİĞE GÖMÜLÜYKEN, MÜSLÜMANLAR HERGÜN YENİ BULUŞLARLA İLİM TARİHİNDE ÇIĞIR AÇTILAR.. RABBİMİZ İLMİ ORTAYA KOYAR ,ÇALIŞIP HAKEDENE VERİR. YANİ DOLAYISIYLA BUNLARI YARADAN BİZE MÜSLÜMAN OLDUĞUMUZ İÇİN VERMEDİ ONUN KURAN-I KERİMİNİ OKUYUP ONUN EMRETTİKLERİNİ UYGULADIĞIMIZ VE AKLIMIZI KULLANDIĞIMIZ İÇİN VERDİ. BİR ÇOK AYETTE ''DÜŞÜNMEZMİSİNİZ'' BUYURUYOR. DÜŞÜNEN VE GELİŞEN İNSANLAR BİLİMSEL BAŞARILARI YAKALIYORLAR. EĞER Kİ BİZ ALLAHU EKBER DEDİK DİYE RABBİMİZ BİZE İLİM BAĞIŞLAMIŞ OLSAYDI İSLAM ALEMİ BUGÜN BU HALDE OLMAZDI..YANİ KISACA GERİ KALMIŞLIĞIMIZ İSLAM OLUŞUMUZDAN DEĞİL ARTIK OLMAYIŞIMIZDANDIR VE EMİRLERE İTAAT ETMEYİŞİMİZDENDİR. BİLİMİN EMİRLERİ TEKTİR VE ONUDA ŞU AN MÜSLÜMAN OLMAYAN İLİM İNSANLARI UYGULUYOR.ÇALIŞIYOR FİKİR GELİŞTİRİYOR UĞRAŞ VERİYOR.. İSLAM OLDUĞUMUZDA NELERİ BAŞARMIŞIZ GÖRÜNTÜ ORTADA..!

*Kilise'nin en büyük astronom ilan ettiği Batlamyus'un bir bilim hırsızı olduğunu!
*Bacon'un muhbir ve rüşvetçi olduğunu!
*Galileo'nun bazı deneylerinin uydurma olduğunu!
*Newton'un hayali deneylerle kitaplar yazdığını, eserinde1000'den fazla hata yaptığını!
*A.G. Mendel'in yaptığı istatistiklerin hayali ve uydurma olduğunu!
*Akşemseddin'in (1389-1459) Pasteur'den 400 sene önce mikrobu bulduğunu!
*İbn-i Rüşt'ün (890) Coğrafya adlı eserinde (s.12): "Bilginler arasında yeryüzünün bir küre şeklinde olduğu konusunda ittifak vardır" dediğini, eserlerinin yüzyıllarca Avrupa'da okutulduğunu!
*Macellan'dan önce Piri Reis'in yaptığı harita'da Amerika’nın gösterildiğini!
*İmam-ı Azam'ın (ö.767) yeryüzünü bir top gibi yuvarlak kabul ettiğini! (El-Muvafekat, 1/161)
*İbn-i Sina'nın (980- 1037) eserlerinin Avrupa'da 600 sene temel eser olarak okutulduğunu!
*İbn-i Yunus'un (ö.1009) Galile'den önce sarkacı bulduğunu!
*Ali bin Abbas'ın (ö. 994) 1000 sene önce kanser ameliatı yaptığını!
*Ali bin İsa’nın (11.yüzyıl) ilk defa göz hastalıkları hakkında eser yazdığını!
*İlk katarakt ameliyatını Ammar'ın (11.yüzyıl) gerçekleştirdiğini!
*İlk Atom bombası fikrinin Cabir bin Hayyan'a (721-805) ait olduğunu!
*Battani'nin (858-929) Kopernik'ten önce dünyanın merkez olmadığını, galaksinin bir parçası olduğunu söylediğini; trigonometri, sinüs-kosinüs'ü bulduğunu!
*Beyruni'nin (973-1051) Kolomb'tan 500 sene önce Amerika'dan bahsettiğini, atom ağırlığı konusunu araştırdığını ve ilk defa dünyanın dönüşünü ispat ettiğini!
*Zerkali'nin (1029-1087) dünyanın güneşe uzaklığını hesapladığını!
*Ebu'l-Vefa'nın (1271-1331) sekant-kosekant, tanjant-kotanjant'ı bulduğunu!
*Fatih Sultan Mehmet'in ilk kez yiv-set ve roket'i bulduğunu!
*Harizmi'nin (780-850) sıfırı bulduğunu, ilk cebir kitabını yazdığını!
*Cezeri'nin (1136-1206) otomatik sistemin kurucusu olduğunu!
*Demirî'nin (1349-1405) Avrupa'lılardan 400 sene önce zooloji ansiklopedisi yazdığını!
*Ebu Ma'şer'in (785-886) Med-Cezir'i ilk keşfeden kişi olduğunu!
*Farabi'nin (870-950) ses olayını ilk kez fiziki yönden açıklayan kişi olduğunu!
*Hasan bin Musa'nın dünyanın çevresini ölçtüğünü!
*Fergani'nin (9.yy) ekliptik meyli ilk tesbit eden olduğunu!
*G. Cemşid'in “ondalık kesir” hakkında ilk eser yazan matematikçi olduğunu!
*İbn-i Cessar'ın 900 sene önce cüzzam hastalığının sebep ve tedavisi ile ilgili kitap yazdığını!
*Kambur Vesim'in (ö.1761) R. Koch'dan 150 sene önce verem mikrobunu keşfettiğini!
*MaşâAllah(C.C)'ın (ö. 815) “usturlub”la ilgili ilk eser veren kişi olduğunu!
*N .Tûsî'nin (1202- 1274) trigonometri alanında ilk eser yazan kişi olduğunu!
*Sabit bin Kurra'nın (ö. 901) dünyanın çapını doğru olarak hesapladığını, Newton'dan çok önce diferansiyel hesabını keşfettiğini!
*İbn-i Heysem'in (965-1051) optik ilmin kurucusu olduğunu!
*İbn-ü'n-Nefis'in (1210-128 Avrupa'dan üç asır önce küçük kan dolaşımını keşfettiğini!
*İbn-i Firsan'ın (88 , Wright Kardeşlerden 1000 yıl evvel ilk uçak denemesi yapan kişi olduğunu!
*Mağribi'nin (16. yy) Paskal Üçgeni diye bilinen hesabı bulduğunu!
*Çağdaş tarih felsefecisi Arnold Toynbee'nin "Tarih Üzerine Bir Etüd" adlı eserinde, "Eflatun'un ideal devletine en fazla yaklaşabilmiş sistem Osmanlı sistemidir" dediğini!
*Bir İsrailli yetkilinin S. Demirel'e, "ben, Osmanlının bir onbaşı ile Filistin’i idare ederken, bizim bunu binlerce asker ile başaramamamıza şaşıyorum." dediğini!
*Mısırlı Hristiyan kıptî rahiplerin 327 yıl önce Osmanlı'nın koyduğu bir kuralı bilmeden bozan bir rahip yüzünden birbirine girdiğini, yaralananlar olduğunu (03.08.2002)!
*Amerika Birleşik Devletleri’nin, Osmanlı Devleti’ne Akdeniz’deki gemilerini korsanlardan koruması karşılığında haraç ödediğini