Bağış Yap

Amount :
Other : USD

24 Mart 2013 Pazar

Huzurun Kaynağı Aile


KADIN - ERKEK EŞİTLİĞİ


Cenâb-ı Hak, kadını, erkeği farklı yaratmıştır. Fizikî yapısı birbirine benzemez. Birbirine benzemeyen iki şey, birbiri ile mukayese edilemez.
Yüce Allah, kadını da, erkeği de her işe elverişli olarak yaratmamıştır. Kadın ile erkek iki ayrı cinstir, birbirine üstünlüğü söz konusu olamaz. Ancak vasıfları eşit olan iki şey arasında kıyaslama yapılır.
Kadın meselesi bütün dünyada olduğu gibi, bizde de yanlış yönden ele alınıyor... İlmî olmaktan çok, hissî sebeplerle ortaya atılan bir kadın-erkek eşitliği meselesinde kadınların hiçbir davâsı halledilemez. Çünkü başlangıç noktası yanlıştır. Kadın-erkek eşitliği altında kadına zulmediliyor aslında... Bunun için hissî olmayıp gerçekçi olmak lazım.
Çalışan bir karı-kocanın, akşam eve beraber yorgun argın gelip, kadının evde yemeğini yapması, ev işleri ile ilgilenmesi, erkeğin de yan gelip yatması nasıl kadın yönünden eşitsizlik ise; kadının çalışmadığı evde, akşam eve gelen erkeğin eşitlik olsun diye mutfağa girmesi, ev işlerinde ona yardıma zorlanması da erkek açısından eşitsizlik olur.
Böyle bir erkek günlük istirahatini yapamadığı için ertesi günü işinde başarılı olamaz. İşinde başarılı olmayan kimsenin sıkıntısı evine, yine hanımına yansır; zararı yine o çeker.

Can Kıraç’ın anlattıkları
Bunun için, işinin ehli patronlar, yöneticilerini işe alırken, “Ben sana bu parayı sadece, sekiz saatlik mesai için vermiyorum. Yirmi dört saatin için veriyorum. Bütün gününü satın alıyorum. Ev işleri dahil, başka bir iş ile uğraşmamanı istiyorum... Evinde istirahatini iyice yapıp sabah bedenen ve zihnen dinlenmiş olarak gelmeni istiyorum” diye şart koşarlar...

Bu kuralı hiç taviz vermeden uygulayan iş adamlarının başında Vehbi Koç gelir.
Damadının ağabeyi Can Kıraç, bu konuya Vehbi Beyin ne kadar önem verdiğini bakınız nasıl anlatıyor hatıralarında:
“Bu davet, Vehbi Koç için de önemli bir fırsat olacaktı... Bizim yaşam şeklimizi görecek, gösterişe veya şatafata verdiğimiz önceliği anlayacak ve eşimin becerikliliğini tartacaktı. İşini teslim ettiği insanları her yönüyle tanımak, Vehbi Koç’un çok önem verdiği bir özelliği idi...
Böylesine önemli bir görücüye çıkma hususunda eşim İnci’yi ikna etmem kolay olmamıştı... “Meraklanma, yemeklerin hazırlanmasında sana yardım ederim” taahhüdünde bile bulunmuştum... Vehbi Bey’le baş başa kaldığımız bu ilk gece, tahminimizden de başarılı geçmişti...
Ben İzmir’in iş dünyası ile ilgili haberler vermiştim. O da bize basamak basamak yükselerek “refaha” kavuşmanın erdemini ve sırlarını anlatmıştı!.. Sıra kahve içmeye gelmişti...
Vehbi Bey keyifli zamanlarında yaptığı gibi ellerini dizlerine vurduktan sonra; “Çocuklar size teşekkür ederim. Beni tahminimden daha iyi ağırladınız. İnci Hanım, senin yemeklerin de hoşuma gitti, yorulmuşsun, ellerine sağlık!” diyerek bizlere iltifat etti...

“Bir daha kocanı mutfağa sokma!”
İnci de, bu samimi duygulara tevazu içinde mukabele etmek düşüncesi ile, “Beyefendi, sizi evimizde misafir etmekten onur duyduk. Sağolun! Beğendiğiniz yemeklerin bir kısmını da Can hazırladı, benim için hiç yorgunluk olmadı!” itirafında bulunmuştu...
Gecenin keyfi de bu itiraftan sonra kaçmıştı!.. Vehbi Bey’in sevinç ifade eden yüz çizgileri değişmiş, kızgınlığını belirleyen şekilde alt dudağı hafifçe aşağıya sarkmıştı... Biz, İnci ile göz göze bakarak bu ani değişikliğin sebebini anlamaya çalışmıştık.
Merakımızı ve endişemizi, Vehbi Bey şu açıklaması ile gidermişti:
“İnci Hanım! Sen sen ol, bir daha kocanı mutfağa sokma! Erkeğin işi evinin dışında çalışmaktır. Yemek yapmasını bilmiyorsan, kocana söyle, sana aşçı tutsun! ...”
Şimdi, denebilir mi, Vehbi bey, erkeği mutfağa sokmamakla kadınlara haksızlık yapıyor, kadın- erkek eşitliğini bozuyor?!...
Her taş yerinde ağırdır. Taşları yerinden oynatmanın kimseye faydası olmaz!...


ÖZGÜRLÜK DİYE DİYE AİLEYİ MAHVETTİLER

Oldum olası “Bilimsel rapor” , “İstatistiki veriler” gibi  araştırmalara hep şüphe gözü ile bakmışımdır. Nasıl bakmayayım; aynı konuda iki araştırma yapılıyor, netice birbirinin tam tersi... Ufak tefek farklılıklara tamam da, yüzde yüz farklılık niçin?
Çünkü, bu tür çalışmaların birçoğu belli maksatlar, yönlendirmeler için yapılıyor da ondan. İşte, bu tür yapılan bir araştırmanın neticesi:
“ Yapılan araştırmalara göre, Batı’da gayri meşru ilişki yaşı 14’e Türkiye ise, 16’ya indi. Bu gizli ilişkilerin sağlık açısından zararlarına mani olmak için, artık cinsellik tabu olmaktan çıkarılmalı. Cinsel eğitim verilmeli. Cinsellik bir ihtiyaçtır, engel olunmamalı.Teklif sadece erkekten gelmemeli, kadın da teklif edebilmeli. Erkek cinselliği nasıl rahat yaşıyorsa, kadın da öyle olmalı. Her iki cins de evlilik öncesi, cinsel tecrübeye sahip olmalı. Görüştüğümüz herkes cinsel özgürlük istiyor...”
Sordukları her denek, aynı şeyleri istiyor(!). Bu sözde araştırma ya maksatlı bir masabaşı çalışması veya, diskoteklerde, barlarda... yapılmış.  Meyhaneden çıkan kimseye içki içiyor musunuz diye sorarsanız, alacağınız cevap tabii ki “ Evet” olacak. Sonra da bunu bilimsel araştırma(!) diye yayınlayacaksın!
Batı bunu denemiş. Cinsel özgürlüğün toplumu ne hale getirdiğini görmüş. Şimdi, bunun nasıl önüne geçebilirim, telaşında; aile bağlarını kuvvetlendirmek için, bütçelerinden yüklü paralar ayırmaktalar. Alınan netice ortada iken, toplumu böyle bir yönlendirme gayretine girmek akıllara durgunluk veriyor. Acaba bu, Batı’nın bir intikamı mı? Bizim toplumumuz perişan oldu, onların ki de olsun kıskançlığı mı?

İsveç’te “cinsel devrim”in korkunç neticesi
Batıda ilk defa İsveç, yasal yollarla “cinsel devrim” yapan bir ülkedir. İsveç Parlamentosu , insanların “cinsel özgürlüğünü” baskı altına alan ne kadar yasa varsa, onların tümünü yürürlükten kaldırıp bu, “özgürlüğü” pekiştirici yasaları yürürlüğe koydu.
Akıllarınca, bu tür yayınlar serbestçe yayınlanacak, piyasa bu tür yayınlara belli bir noktada doyum sağladıktan sonra da, kendiliğinden ortadan çekilecek...
Bu serbestliğin verilmesinden sonra, hiç tahmin etmediği bir manzara ile karşılaştı İsveç. Cinsel özgürlük adına uygulanan tedbirler ters tepti. Piyasa bir türlü porno yayına doymak bilmedi. Tersine, bu tür yayınların her türlüsü piyasayı gitgide daha yoğun biçimlerde işgal etmeye başladı. Okullardaki eğitim ve cinsel özgürlük uygulamaları da, beklenenin tersine sonuçlar vermeye başladı.
Pornografi piyasası, eskisinden çok daha zengin hale geldi. Üstelik sapık ilişkilerin yanı sıra ırza geçme ve fuhuş olayları arttı. Buna bağlı olarak başka bir gelişme, alkolizmin yaygınlaşması ve yoğunlaşması olmuştur. Halen her 100 İsveçliden 80’inin klinik alkolik olduğu belirtilmektedir.
Laboratory for Clinical Stress Research’ün araştırma sonuçları şöyle özetleniyor: “Dört yaşındaki her üç çocuktan birisi çişini tutamıyor. Her iki yetişkinden birisi uykusuzluk, yorgunluk, sıkıntı gibi durumlardan şikayetçi. Çalışan her yedi kişiden birisi, çalışma gününün sonunda zihnen kendisini tükenmiş hissediyor.
Her yıl binlerce kişi intihar ederken, bundan birkaç misli fazlası da  intihara teşebbüs ediyor. Nihayet, her bin kişiden 99.7’sinin ruhen hasta olması, İsveçlileri dünyanın en mutsuz insanları arasında ön sıraya çıkarıyor.”

Tarifnameye uyulmazsa...
Cenab-ı Hak, insanın, bedenen ve ruhen sağlam kalabilmesi için, ölçüler bildirmiş, sınırlar koymuş. Bu sınır aşılırsa, insanın felâketi olur, buyurmuş. Ama dinleyen kim? Tarifnameye uymamakta ısrar edilirse, sınır aşılırsa, daha çok felaketler gelir insanoğlunun başına!..
Aslında, İsveçlilerin uğradığı ruh hastalıkları, bütün Avrupa ülkeleri ve Amerika için de geçerlidir. Cinsel serbestlik ve neticesinde meydana gelen ahlakî çöküntü sebebiyle can sıkıntısı, bezginlik, yılgınlık, umutsuzluk, alkolizm, erken bunama, melankoli, şizofreni gibi hastalıklarda anormal bir artış görüldü. Ayrıca yalnızlık, terkedilmişlik duygusu, insanlarda sevgisizlik, dostluktan uzaklaşma, yabancılaşma,  ev yaşantısının unutulmaya yüz tutması, ailenin şirket haline dönüşmesi gibi durumlar, günümüz  Batı insanının belli başlı karakteristlikleri arasında girdi.
Cinsel alandaki yanlış uygulamalar sebebiyle, akıl ve ruh hastalıkları, gitgide daha çok insanı içine alan boyutlara ulaşıyor. Batı kentleri, açık hava ruh hastalıkları hastanelerine dönüşmüştür desek, pek de abartma yapmış sayılmayız.
İsveç’te yaygınlaşan ırza geçme olayları, Fransa’da alkolizm, İngiltere’de eşcinsellik, Amerika’da bütün bunların toplamı, tek tek herkesi tehdit eden boyutlara ulaşmıştır. Amerika nüfusunun yüzde 30’unun eşcinsel olduğu bilinmektedir.
 Cinsel özgürlük sebebiyle, zührevi hastalıklar hızla yaygınlaşmıştır. Araştırma sonucunda dünyadaki her dört gençten birinin çevresinde, ya bir AIDS hastası, ya da cinsel yolla bulaşan hastalığa yakalanmış biri olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır.
Batının, bu, ne yapacağını şaşırmış sinirli, hastalıklı insanlarının mağdurları arasında çocuklar da yerlerini almaktan geri kalmıyor.

Ahlaki çöküntü
Batı dünyasında, çocuklara karşı işlenen cinsel saldırı olayları da giderek ürkütücü boyutlara ulaşmaktadır. Amerika Aile Şiddet Araştırmaları Enstitüsü’nün bir raporuna göre, tüm Amerikalı kadınların yüzde 19’u (1/5) ve erkeklerin yüzde 9’u çocuklarında cinsel yönden kötü davranışlarla karşılaşmış durumdalar. Ayrıca 2-5 milyon arasında Amerikan kadını, yakın akrabalarıyla cinsel ilişkide bulunmuş olarak görünüyor.
Ahlakî çöküntü sebebiyle, Avrupa’da ve Birleşik Amerika’da alınan bütün tedbirlere rağmen, alkol ve uyuşturucu kullananların sayısı da hızlı bir artış göstermektedir. Gençler hemen hemen 11 yaşında içki şişelerine sarılıyor. Okul çağındaki erkek çocuklardan yüzde 10’u, kız çocuklardan ise yüzde 5.8’i alkolik olma tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyor.
Gençlerde alkole bağımlılık, okul ve iş meselelerinden sonra üçüncü en büyük mesele halini almış durumda. Gençlerin böylesine küçük yaşta alkole başlamaları da, ana babalarıyla aile çevresinin rolü çok büyük. Gençlerin yüzde 37’sinin babası, yüzde 13’ünün ise, annesi aşırı derecede alkol kullanmaktadır.
Bütün bunların sebebi, Batı’nın uyguladığı hayat tarzının insanın tabiatını çok zorlamasıdır. Doğal olmayanı doğal diye, her türlü sapkınlığı ve sapıklığı, doğru diye kabul etmesidir. Sapıklık, doğruluk diye görülünce doğru tedavi yerine yanlış tedavi uygulandı.
Bir tedavi aracı olarak öngörülen İsveç’in “cinsel devrim” saçmalığının sonuçları, bütün vahametiyle ortaya çıktı. Batı bataklıktan kurtulma çareleri ararken, ülkemizdeki bazı çevrelerin toplumumuzu hızla bu bataklığa çekme gayretleri art niyetin açık ifadesidir.
İnsanı hayvandan ayıran, “Ahlak”tır. Bu kaldırılınca insanın hayvandan farkı kalmaz. Hatta hayvandan daha kötü duruma düşer. İnsan sınırsız, başıboş değildir. Sınır tanımayan kimseler için Kur’an-ı kerimde, “ İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da aşağıdırlar.” (Araf 179) buyurulmaktadır. “Ben sınırsızlığı, başıboşluğu istiyorum” diyene ne denebilir? Bu bir tercih meselesi!..


KADINI, ÖNCE “KURTARICI”DAN KURTARMALI 

Her yıl, kadını esaretten(!) kurtarmak için “Dünya Kadın Hakları Günü” tertip edilir. Nutuklar atılır, demeçler verilir... Düşünüyorum; dünyada çok şey istismar ediliyor, fakat kadınlar kadar istismar edilen başka hiç bir varlık yok.
İşin garibi “kurtaralım” denildikçe daha batırılıyor kadın... Onlar da  ne yapacaklarını şaşırdılar; sersem tavuğa döndü zavallılar. Gelen vuruyor giden vuruyor. Meşhur düşünür gibi, az da olsa aklı başına gelen kadınlar artık, “ Gölge etmeyin başka ihsan istemiyoruz” demeye başladılar.
Kadın hakları istismarcıları, bir taşla iki kuş değil, bir sürü kuş vurma peşindeler... Kadın haklarını öne sürüp, ceplerini dolduranlar, cinsel yönünden faydalananlar, toplumun örfüne, dinine bu vesile ile saldıranlar... daha neler neler. İşin bir enteresan yönü de, kadına bir şey soran yok. Senin derdin, sıkıntın nedir, sana nasıl yardımcı olabiliriz? diyen de yok. Kendi kendilerine gelin güvey oluyorlar... Niye böyle? Çünkü samimi değiller. Niyetleri başka!
Geçenlerde bir toplantıda, kadını dört duvar arasından kurtarmak için, “Kur’an-ı kerimin bazı  ayetlerinin yeniden yorumlanması” konusu tartışılıyordu. Bunlara göre, sanki, Kur’an-ı kerim kadınların bütün haklarını ellerinden almış... Baştan peşin hükümle bir karar veriyorlar, sonra da bu yanlış kararları üzerine bina kurmaya çalışıyorlar.

Iki yanlışlık
Yanlışlığa bakın: Birincisi, kadını insan kabul edip, sıcak kum çöllerine gömülmekten kurtaran Kur’an-ı kerimdir, İslamiyettir. Bundan önce bırakın ikinci üçüncü sınıf olmak, insan bile sayılmıyordu kadın. Miras hakkı bile yoktu, mal gibi alınıp satılıyordu...
İkincisi, farzedelim ki, Kur’an-ı kerim kadınlara bazı kısıtlamalar getirdi. Bir Müslüman olarak kadın, bu emirleri yerine getirmek zorunda. Bunun için Müslüman olmuş zaten... Kadını rahatlatmak, huzura kavuşturmak, bu emirlerden uzaklaştırmakla değil, bilakis bu emirleri yapabilme imkanı vermekle olmaz mı?  Asırlardır Müslüman kadın, Kur’an-ı kerimin emirlerinden bir rahatsızlık duymamış; duysa, zaten Müslüman olarak kalamaz. Kadın, evinden, aile hayatından bir şikayette bulunmamış, aksine huzura burada kavuşmuş. Onu sokağa dökmekle, bu huzuru da mı elinden alınmak isteniyor? Nedense kadınlar, tarih boyunca "Kendilerine birileri tarafından bir çeki düzen verilmesi gereken varlıklar" olarak algılanmaktan bir türlü kurtulamadılar.
İster istemez insanın aklına "Allah kadınları, öncelikle onları kurtarmak isteyen böyle kurtarıcılardan kurtarsın" şeklinde dua etmek geliyor. Maalesef bu oyuna, istismara alet olmamış kadın az değil. Kadınlar, eninde sonunda oyuna geldiğini farkediyor fakat o zaman da iş işten geçmiş oluyor.

Tipik bir örnek
Yine de zararın neresinden dönülürse kârdır. Hürriyet’te Serdar Turgut’un köşesinde konumuzla ilgili tipik bir örnek vardı:
Yıllarca cinsi yönden istismar edilen bazı Batılı feminist kadınlar, iyice yıpratıldıklarını, oyuna getirildiklerini ifade ederek bir karar vermişler. Yaşları 25 ile 35 yaş arasında değişen bu kadınların aldıkları karar şöyle:
“Aile, insanın hayatında çok daha manevi zenginlikle dolu olan, kadına çok daha manevi güç katan bir kavram. Bu nedenle çağdaş kadın, eğer güçlü olmak, toplumda bir yer edinmek istiyorsa aile yaşamına önem vermeli. Ve daha da önemlisi, evleninceye kadar erkeklerden uzak kalmalı. Kendisini kocasına ‘‘saklamalı’’.  Evet, kadınlar bunu ciddi şekilde, yeni bir teori olarak ortaya koyuyorlar şu anda Batı'da.”
Kadınları, elinden kurtarmak istedikleri İslamiyet, ondört asırdır, zaten bunları söylemiyor mu?
Kim ne derse desin, bütün bu olup bitenleri tarafsız bir şekilde inceleyen kimse, tarih boyunca kadını, İslâm dininin istismar etmediğini, bilâkis ona lâyık olduğu değeri verdiğini görecektir. Bugün tarafsız gözlemciler, kadını korumak için İslâmdaki aile yapısını incelemekte olup, bunu kendilerine nasıl adapte edebilecekleri arayışı içindeler.
Bunu sağlayabildikleri takdirde, kadın, gerçek manada istismardan, esaretten kurtulacak, layık olduğu yere kavuşacaktır!..

ÇALMA ELİN KAPISINI , ÇALARLAR KAPINI!

Bugün aileyi, dolayısıyla toplumu yıkan etkenlerin başında gayrı meşru ilişki gelmektedir. Bunu önlemenin yolu da şuurlu bir dini inançtır. İnanan, Allahtan korkan ve kuldan utanan böyle işlerden uzak durur. Bunun için fuhuşu yaymak istiyenler “utanma duygusu”nu yok ediyorlar. Utanma, haya, sadece insana mahsus olan bir duygudur. Allahü teâlânın razı olmadığı çirkin şeyleri yapmaktan sakınma, başkalarının kötülemelerinden korkma, kötü iş yapınca utanma; utanmak, sıkılmak gibi manalara da gelmektedir haya.
Bir toplumun ayakta kalmasında önemli bir yeri olan haya ve haya sahibi olmak üzerinde önemle durmuştur dinimiz. Bunu sağlamak için din, iman ve ahlâk bilgilerinin öğrenilmesi ve çocuklara, gençlere öğretilmesi gerekir. Aksi halde hayanın ve iffetin yok olması kaçınılmaz olur. Bu da bir cemiyetin çökmesinin belli başlı sebebidir.

Haya imandandır
Haya sahibi olmak, asırlar boyunca bütün Müslümanların şiârı olmuştur. Hayanın önemini Sevgili Peygamberimiz şu sözleriyle ifade buyurmuştur:
“Haya imandandır. Fuhuş  cefadandır. İman Cennet’e, cefa Cehennem’e götürür.”
“Fuhuş, insanın lekesi; haya, zîneti (süsü) dir.”
“Cennet’e gitmek isteyen, haram işlemekten, Allah’tan haya etsin.”
“Allahü teâlâdan haya ediniz!”
Hayanın da çeşitleri vardır. Önce Allahü teâlâdan, haya etmelidir. Bunun için de, O’nun emir ve yasaklarına uymak, kötü düşüncelerden uzak durmak, helâl lokma yemek ve ölümü hatırlamak gerekir. Âhireti isteyenler, dünyanın geçici süsünden, zînetinden uzaklaşır. İşte bunları yapmak, Allahü teâlâdan hakkıyla korkmak demektir.
Haya ve iman birlikte bulunur. Biri yok olursa, diğerinin ayakta kalması zordur. Kadının hayası, erkeğin hayâsından dokuz kat fazladır. Günah işleyecek kimsenin, bu günahtan vazgeçmesi, Allah’tan korktuğu için veya insanlardan haya ettiği için olur. Allah’tan korkarak terk etmenin alâmeti, o günâhı; gizli olarak da işlememektir. İnsanlardan haya etmek, onların kötülemelerinden korkmak demektir.
Hayayı korumada kadına daha büyük sorumluluk düşmektedir. Çünkü, birçok hayasızlığa, fuhuşa birinci sebep kadındır. (Büyük çoğunluğu teşkil eden iffetli kadınlarımızı tenzih ederim.) Kadın, dinimizin bildirdiği manada haya sahibi olsa, o cemiyette fuhuş diye bir şey kalmaz. Eğer kadında haya kalmazsa, bugünkü manzaralar ortaya çıkar.
İşte zirvedeki hayasızlığı gösteren bir gazete haberi: “Müşteri bekleyen hayat kadınları, aralarındaki rekabet nedeniyle birbirine girdi. Fiyat nedeniyle çıkan tartışmanın büyümesi üzerine kadınlar kavga etmeye başladı. Birbirlerinin saçını başını yolan kadınları ayıran yöre halkı fuhuşun bu kadar aleni hale gelmesine  tepki göstererek, bir an önce yetkililerin tedbir almasını istediler.”

Bunlara “insan” bile denilemez
Bu derece hayasızlara “insan” bile denilemez. Fakat bilmiyor bu zavallılar; öğretilmemiş kendilerine. Yaptıkları işin sadece dünyadaki gerçek yüzünü bilseler hiçbir zaman buna tevessül etmezler. Ahıretteki pişmanlığın yanında dünyada da telafisi mümkün olmayan zararları var: İslam büyükleri, zina edenin; rızkının noksanlaşacağını, ömrünün kısa olacağını, yüzünde güzellik kalmayacağını bildirdiler. Bu işlerle uğraşanların sonunda ne hale düştüklerini ibretle seyrediyoruz hergün.
Bu kötü işte suçu tamamen kadınlara yüklemek te insafsızlık olur. Atalarımız,"Çalma elin kapısını, çalarlar kapını", "Eden bulur" demişlerdir. Ahlaksızlıkta, tabii ki erkeklerin de rolü büyük. Nitekim Peygamber efendimiz,
“Siz iffetli olursanız, kadınlarınız da iffetli olur. “
“Ey gençler, namusunuzu koruyun, zina etmeyin! İyi bilin ki, namusunu koruyana Cennet vardır.” buyurdu.
Peygamber efendimiz, bu günlerin geleceğini haber verdi.  Kıyametin ne zaman kopacağı sorulduğunda buyurdu ki:” Veled-i zina çoğalır. Zengine zenginliğinden dolayı hürmet gösterilir. Kötülük ehli, iyilik ehline üstün çıkar.”
Tabii ki, ahir zamanda bütün olumsuzluklara rağmen iffet, haya sahibi olabilmenin mükafatı da o derece büyüktür. Bunu başarabilene ne mutlu!

ÖNCE  BATAKLIKLARI  KURUTALIM 

Bir Karadeniz seyahatimde son durağım olan şirin bir ilçemizde (Ardeşen’de), bir arkadaşın babasının dükkanında oturuyoruz. İşlerin nasıl gittiğinden, ekonomik sıkıntılardan, dertlerden bahsederken 80 yaşlarında bir amca girdi içeri.
Onunla da tanışıp sohbetimize devam ederken, konu toplumun bozulmasına, ahlaksızlıklara geldi. Yaşlı amca derin bir ah çektinden sonra, “Efendi efendi. Sen buraların önceden de böyle olduğunu zannetme sakın! Burada, namus için cinayet işlenirdi, falancanın kızına yan baktı diye kavgalar  olurdu. Bunun için yerli yabancı kimse, kimsenin karısına, kızına yan gözle bile bakamazdı. Ya şimdi, içim kan ağlıyor... “ deyip bir müddet sustuktan sonra elindeki bastonu dükkandan görülen binalara uzatıp, “ Ne zaman ki Nataşa’lar geldi, durum değişti... Şimdi şu gördüğün binalar var ya, üst katları hep Rus karılarıyla dolu. Kimsenin sesi çıkmıyor. Nice yuvalar bu sebeple yıkıldı. Çocuklar perişan oldu. Adam yılların birikimi olan emekli ikramiyesini alıyor, bir hafta sonra elinde bir şey kalmıyor. Çoluk çocuk nice sıkıntılarla topladıkları, bir senelik geçimini sağlayacak çay paraları Nataşa’lara gidiyor. Bugünleri de mi görecektim... “ diyerek o yaşında başladı ağlamaya...

Nataşa belası
Bir valimiz de kadınlarla yaptığı toplantıda, kocalarına sahip çıkmalarını, Nataşa’lara kaptırmamalarını öğütlüyordu.
Herkes bildiği için Karadenizden örnek verdim. Yoksa diğer bölgelerimizin özellikle de büyük şehirlerimizin birbirinden farkı yok aslında. Üç aşağı beş yukarı aynı. Bazı otellerin belli başlı gelir kaynağı bu yolla sağlanıyor artık.
Geç de olsa İçişleri Bakanlığı, el attı her geçen gün büyüyen fuhuş meselesine. Bakanlık, fuhuşla bulaşan hastalıklarla daha etkin mücadele edebilmek için, genel sağlık ve kamu düzeninin korunması, uygulamada görülen tereddütlerin giderilmesi ve mevcut mevzuatta yer alan eksiklerin tamamlanması amacıyla, 'Fuhuşun Kontrolü ve Fuhuşla Bulaşan Hastalıkların Önlenmesine İlişkin’ yasal tedbirler alınmasını kararlaştırdı.
Fakat bu çalışmalar sivri sinekleri öldürme mesabesinde, bataklıklar aynen duruyor. Hatta gün geçtikce çoğalıyor. Alınacak tedbirler, fuhuşu yok etme üzerine bina edilmiyor, aksine resmileştiriyor sanki.
Alınması düşünülen tedbirler de bu iddiayı doğruluyor. Alınacak tedbirlere bakın: Fuhuş yapmak isteyenlerin isteyenleri tescil etmek, fuhuşla bulaşan hastalıklarla ilgili araştırma yapmak, hasta olanları tedavi etmek,  açılabilecek yerleri tespit etmek, açılacak zührevi muayene evlerinin yerini belirlemek, fuhuş yerine işletme izin belgesi verilmesine ve bu belgenin iptal edilmesine karar vermek, fuhuş yerindeki asgari fuhuş ücretini tespit etmek...
Çalışmalar bununla da kalmıyor, fuhuş yerinin itfaiye, ambulans gibi hizmetlerin ulaşabileceği bir yerde olması, genel sağlık, genel ahlak ve genel güvenliğin korunması için kolluk kuvvetlerinin denetimini zorlaştıracak yerde ve konumda bulunmaması ve ücretsiz korunma araçları sağlamak...
Fuhuşu sen bu kadar güvenli hale getirirsen tabii ki fuhuşta patlama olur...

Fuhuş hızla yayılıyor
Resmi rakamlar da bunu ispatlıyor zaten:  Türkiye genelinde yüzün üzerinde genelev bulunuyor. Buralarda toplam beşbin hayat kadını çalışıyor. Kayıt dışı durum hakkında ise herhangi bir rakam verilmiyor. Ancak resmi olmayan bilgilere göre, Türkiye'ye yılda eski Doğu Bloku ülkelerinden ikibinin üzerinde yabancı kadın geliyor. Bunların en azından üçte birinin Türkiye'de fuhuş yaptığı biliniyor. Yetkililer ise, kayıt dışı fuhuş rakamlarının, adeta bir buz dağının görünen kısmı olduğunu belirtiyorlar.
Bazıları, Batı’da bu rakamlar çok daha fazla, diyebilir. Fakat kayıtlarda ülkemizin yüzde 99’u Müslüman olarak geçiyor. Dinimizin de en çok üzerinde durduğu büyük günahlardandır fuhuş. Bu açıdan bakacak olursak, istikbalimizin pek parlak olmadığı görülüyor. Çünkü dinimizde zina, büyük suç, büyük günahtır. Nitekim, Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki:
“Zinaya yaklaşmayın, o, hayâsızlık, çirkin, aşağı bir iş, kötü bir yoldur.” (İsra-32)
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
“Allah katında zinadan büyük günah yoktur.”
 ”Sizin için en çok korktuğum şey zinadır.”
Batı ile mukayese ederken, halkımızın inancını da göz önüne almak gerekir. Fuhuşun Batı’da tahribatı ile bizdeki tahribatı bir olmaz... Onlara göre bu bir değer değil ki kaybedince üzülsünler.

Huzurun Kaynağı Aile


AİLE DİNAMİTLENİYOR 

Bilirsiniz, atomun bir çekirdeği var bir de bunun çevresinde elektronlar. Elektronlara  müdahale atomun yapısında değişikliklere sebep olur, kimyasal reaksiyonlar meydana gelir. Bu, birçok zararlara sebebiyet verir. Fakat esas zarar, atomun çekirdeğine kontrolsüz müdahale olduğu zaman olur. Çekirdeğe müdahale edildiğinde atom infilak eder, ortalık tarumar olur.
Toplum da bir atom gibidir. Çekirdeği de ailedir. Çekirdeğe müdahale edilince cemiyet hayatı dinamitlenmiş olur, sosyal dengeler bozulur. Sosyal denge bozulunca da, o toplumun meydana getirdiği, millet ve milletin meydana getirdiği devlet sarsıntı geçirir.
Bugüne kadar aileye çok müdahale edildi. Fakat, bunlar yukarıda misalini verdiğim elektron mesabesinde idi. Medeni kanundaki son değişiklikler doğrudan çekirdeğe müdahale derecesine gelmiştir. Bilhassa, aile reisliği ve miras meselesi ilgili değişiklikler ailenin toplumdaki gerçek fonksiyonunu yok edecek. Sevgiden, saygıdan uzak menfaate dayalı bir şirkete dönüştürecek.
Daha önceki değişikliklerde olduğu gibi, Batı’daki medeni kanunlar baz alınmıştır. Bu kanunların Avrupa’yı ne hale getirdiği ortadadır. Avrupalı aklı selim sahibi ilim adamları, bu tahribatı nasıl telafi ederiz düşüncesi ile çareler aramaktalar. Fakat ölçüleri yanlış olduğu için, çare diye yaptıkları her değişiklik onları çaresizliğe sürüklemektedir.

Aile olmazsa insanlar canavarlaşır
Aileye önem verilmezse, cemiyetin düzeni bozulur; filozofların dediği gibi, fert fert birer canavar olurlar. Batı, bu canavarlaşmada  hızla yol almaktadır.  Çünkü, aileyi yok etmek için ne lâzımsa yaptılar bugüne kadar. Şimdi onlar da yaptıklarının yanlışlığını geç de olsa anladılar. Fakat çok geç... Geriye dönüş çok zor bu saatten sonra ...
Fransa’da ve Almanya’da yayınlanan dergiler sık sık bu konuları gündeme getiriyorlar. Giderek çöken aile kurumunu kurtarmaya çalışıyorlar... Gerekli tedbirler alınmadığı takdirde, boşanma oranının çok yüksek olduğu Avrupa’da, yakında aile mefhumunun kalmayacağı endişesini dile getiriyorlar.
Yapılan araştırmalara göre, Türk aile yapısı Batı’ya göre daha kuvvetli olduğundan, boşanma oranı en düşük düzeyde. Dünyada en yüksek boşanma oranı İngiltere’de. Evliliği kurtarmak için seminerlerler düzenleyen Laura,  ABD’de yeni evlenenlerin % 50’sinin ayrıldığını, geriye kalan % 50’sinin ise huzursuz bir şekilde evliliğin devamı için kendilerini zorladıklarını bildirmektedir.. 
İngiltere’de, yakın bir gelecekte aile mefhumunun kalmayacağı görüşünden hareketle, yeni kanunlar hazırlanıyor. Boşanma oranının vahametini gören İngiliz hükümeti, giderek çöken aile kurumunu koruma altına alma gayretinde...
Aileyi otele çevirmek istiyorlar
Ne hazindir ki, Batı’nın hali bu durumdayken, onlar aileyi kurtarmak için yeni arayışlar içindeyken, bizler olup bitenden ders almıyor, sonu belli olan bu yanlış yolda hızla ilerlemeye çalışıyoruz. Batı, geri dönemeyecek mesafede yol aldığı, geri dönüşü olmayan yola girdiği için, bir şey yapamıyor. Biz, onlara göre daha avantajlıyız. Ne yazık ki, basiretimiz bağlanmış, bunu değerlendirecek durumda da değiliz. Manevi değerlerimizi birer birer peşkeş çekmeye devam ediyoruz. Sıra ailede artık; aileyi yıkmadıkça kendilerine tamamen benzetemeyeceklerini Batılılar çok iyi biliyorlar. 
Aile, ne kadar sağlam olursa, toplum o derece güçlü temeller üzerine kurulmuş olur. Bir milleti yıkmak isteyen iç ve dış düşmanlar, ilk tahribatlarına aileden başlarlar. Osmanlının son zamanlarında, elit tabakanın evlerine giren yabancı mürebbiyeler, Batı kültürünü aşıladılar; her türlü  ahlaksızlığı, fuhuşu da bu yolla yaydılar, 14 asırlık aile yapısını sarstılar. Şimdi yapılmak istenen sarsılan aileyi tamamen çökertmek... Aile sıcaklığından uzak bir otel odasına çevirmek...

AİLENİN ÇÖKTÜĞÜ TOPLUMLAR DA ÇÖKTÜ

Türkiye’de Batı kadar olmasa da ailede hızlı bir çöküş yaşanıyor.  “Önce ahlâk ve maneviyat” diyen görüşün gittikçe dışlandığı ve hatta suçlandığı Türkiye’de “toplumun temeli olan” aile büyük bir sarsıntı geçiriyor. Batı’nın teknolojisini alma yerine yaşam tarzı benimsendiği için Türkiye’de, kendi öz değerlerinden uzaklaşma başladı. Batı insanı gibi sorumsuz yaşama tercih edildi. İşte bunun sonucu: Boşanma dâvâları, her yıl katlanarak artıyor!
Ankara Ticaret Odası’nın (ATO) hazırladığı rapora göre 1999’da boşanma davalarında yüzde 6 artış olurken 2003 yılında bu rakam yüzde 21 çıktı. En çok boşanma olayı İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde görülürken boşanmaların yüzde 45’i evliliğin ilk 5 yılında gerçekleşiyor.

İntiharlar yüzde altmış arttı
Olumsuz ekonomik ve sosyal şartların ve buna çare olabilecek “manevî değerler”in olmaması ailede intiharları da artırdı. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre her 40 saniyede bir kişi intihar ederek ölüyor. Her 3 saniyede bir kişi de intihara teşebbüs ediyor. Son 45 yılda tüm dünyada intihar olayları yüzde 60 artmış durumda. Avrupa ülkelerinde en çok intihar görülme sıklığı yüzbinde 25 ile İskandinav ülkelerinde, en az ise yüzbinde 10 ile İspanya’da görülüyor. 2000 yılı verilerine göre Türkiye’de bu oran henüz kadınlarda yüzbinde 3.4, erkeklerde ise 2.4. Türkiye Avrupa ülkelerine kıyasla intihar vakalarında hâlâ en az durumda. Ancak Türkiye’de intihar olayları Avrupa ülkelerine göre daha hızlı artıyor.
Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu uzmanlarınca hazırlanan bir rapora göre, intiharların en önemli nedeni yüzde 36’lık bir oranla hastalık olarak gösteriliyor. Aile geçimsizliği ve geçim zorluğu ise ikinci ve üçüncü sırada yer alıyor. Rapora göre, son 30 yılda 40 bin kişinin intihar ettiği Türkiye’de sadece 2003 yılında 8 bin 432 intihar girişimi, bin 661 intihar olmak üzere toplam 10 bini aşkın intihar olayı yaşandı.
En çok ‘’intihara teşebbüs edilen iller’’ sıralamasında 850 kişiyle Ankara birinci, 585 kişiyle Bursa ikinci, 448 kişiyle Konya üçüncü, 430 kişiyle İstanbul dördüncü, 294 kişiyle İçel beşinci, 286 kişiyle İzmir altıncı sırada yer aldı.
Türkiye’de ve dünyadaki bütün bu olumsuzlukların sebebi aileye önem verilememesidir.  Ailenin çöküşünün altında da maneviyata önem verilmemesi ve kadının istismarı vardır. Kadının yaratılış gayesinin dışında istihdamı vardır. Yerli yabancı birçok aydın artık bu gerçeği görmektedir. Nitekim, İngiltere’nin önde gelen bayan doktorlarından Prof.Carol Black, kadın doktorların sayısının artmasının bu mesleğin etkinliğini yitirmesine neden olduğunu söyledi.

Başarısızlığın sebebi
Royal College of Physicians (Kraliyet Doktorlar Koleji) başkanı Black, "Bir meslekte erkek egemenliği bittiğinde o meslek gücünü kaybediyor" dedi. Black, tepki alan açıklamalarını, kadınların vakitlerinin çoğunu aileleriyle geçirme isteğine ve özel yaşamlarını iş yaşamlarının üzerinde tutmalarına bağladı. "Kadınlar, gecelerini toplantılarda geçirmek istemez" diyen Black, kadınların Rusya'da tıpta, İngiltere'de de öğretmenlikte egemen olduğunu belirterek, bu ülkelerde bu iki mesleğin etkisini kaybettiğini savundu. İngiltere'de yeni mezun olan doktorların yüzde 60'ından fazlasını kadınların oluşturduğunu söyleyen Black, kadın tıp öğrencilerinin artışı sürerse 8 yıl içinde ülkedeki kadın doktorların sayısının erkek doktorlardan fazla olacağından İngiltere’de de tıbbın etkinliğinin azalacağı endişesini belirtti. (Milliyet, 4.8.2004)
Böyle bir açıklamayı ülkemizdeki bir profesör yapsaydı başına gelmedik kalmazdı. Hele bir de namazında abdestinde Müslüman bir profesör yapsaydı, ne gericiliği ne de çağdışılığı kalırdı. İşte ülkemizdeki aydınlarla Batı’daki aydınlar arasındaki tipik fark. Düşündüklerini rahat ifade edebilme farkı. Bu önemli fark kalkmadıkça ülkemizde gerçek manada demokrasiden, insan haklarından, din ve vicdan hürriyetinden bahsetmek mümkün olmayacaktır.


KADININ CİNSEL YÖNDEN İSTİSMARI 

İnsanlık tarihi boyunca en çok istismar edilen nedir? diye sorsanız bana, hemen “kadın” diye cevap veririm. İslamiyet ve ondan önceki hak dinler hariç her devirde kadın, devamlı sömürü vasıtası olmuş. İnsan yerine bile konulmamış. Herhangi bir ev eşyasından farkı olmamış kadının.
Mesela, Roma kanunlarında köle olarak kabul edilirdi. Vatandaşlık hakkından mahrumdu, ona, herhangi bir ev eşyası gibi bakılırdı. Ev eşyası gibi alınıp satılırdı kadın. Budizm inancında  kocası ölen kadının yaşama hakkı yoktu. Son zamanlara kadar ölen kocası ile beraber cayır cayır yakılırdı.
Şimdi gelelim günümüze... Çoklarının zannettiği gibi kadın bugün de kölelikten kurtulamamıştır. Hatta, eski devirlerden daha çok istismar edilmektedir; daha çok köleleştirilmiştir. Görünüşte kendilerine eşya oldukları söylenmese de, eşya kadar bile önem verilmemektedir. Bunları yapanlar da daha çok kadın hakları savunucuları. Kadın hakları, kadına özgürlük gibi sloganlarla kadınlar aldatılmakta, daha çok sömürülmektedir. Bu sömürme çok iyi kamufle edildiği için kadınlar  farkında değil.

Kadın vitrin malzemesi
Yıllardır kadın, “kadına özgürlük” adı altında sanayide, ticarette, reklamda,  siyasette vitrin malzemesi olarak kullanılmakta, sözde kadın hakları savunucularının, feministlerin sesi çıkmamakta. İşlerini güçlerini bırakmışlar, evinde çoluk çocuğu ile huzur içinde oturan kadınları nasıl sokağa dökeriz, nasıl kendimize benzetiriz  bunun hesabını yapmaktalar, bunun mücadelesini vermekteler. Tabii, bunu yaparken de birilerinin kendilerini kullandığından, siyasi, ticari faaliyetlerine alet ettiğinden haberleri yok. Veyahut da bilerek bu oyunda yer almaktadırlar.
Televizyonlardaki reklamlara bakın, reklamı yapılan mal ikinci planda, kadın hep ön planda. Reklamda  mal değil kadının orası burası gösteriliyor. Kadın unsuru olmayan reklam nerdeyse yok gibi.
Hiçbir kadın hakkı savunucusu çıkıp bunu kınamıyor, protesto etmiyor. Aksine bu tür istismarlara karşı çıkanları kınıyor, bunları çağ dışılık ile suçluyorlar. Demek ki kadının çağdaş olabilmesi için, sömürülmesi, istismar edilmesi onun bunun elinde oyuncak ve sermaye olması gerekiyor.
Çok şükür bu kepazeliklere bir tepki gösteren çıktı. Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü, söz konusu istismarı RTÜK’e şikayet etti. “Bir ürünün tanıtımından ziyade kadın bedeninin ön planda tutulduğu ve kadının cinsel kimliğinin bir araç olarak sergilendiği” gerekçesiyle.

Kadın cinsel obje
Bir devlet kurumunun kadına sahip çıkması güzel bir şey. Gönül isterdi ki, önce kadın hakları savunucuları sahip çıkıp, tepki göstersin. Şikayet gerekçesi şöyle devam ediyordu: ``Kadınların cinsel obje olarak medyada yer alması, toplumda var olan ayrımcı eğilimleri pekiştirmekte ve kadının birey olarak kimliğini tahrip etmektedir. Bu duruma en son örnek ise bir cep telefonu reklamında yaşanmaktadır. Söz konusu reklamda, bir ürünün tanıtımından ziyade kadın bedeni ön planda tutulmakta ve kadının cinsel kimliği bir araç olarak sergilenmektedir. Kadınlara yalnızca bedenleri aracılığıyla kimlik kazandırılması, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması için yoğun bir biçimde sürdürülen kurumsal, gönüllü ve bireysel çalışmalara sekte vurmaktadır.``
Böylece kadının “cinsel kimliğinin araç olarak” kullanıldığı, Devletin resmi  kuruluşunca da açıkça ifade edilmektedir.
Sözde kadın hakları savunucuları, bu tepkiye de karşı çıktı. Bunu kadın haklarına aykırı buldu. İnsan merak ediyor bunlar kadın hakları denilince ne anlıyorlar? Her türlü ahlaksızlığı, kadının bedenini ortaya koyarak para kazanmasını (daha doğrusu kazandırmasını), kadınların özgürlüğü olarak mı algılıyorlar? Yoksa "Vücutlarımız bize aittir, onu dilediğimiz şekilde kullanırız" şeklinde mi anlıyorlar?
Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü’nü bu faydalı tepkisi için tebrik ediyorum. RTÜK, inşaallah bunu ciddiye alır da bu ve benzeri reklamlarla kadınların istismarına engel olur. Bunun, “ Kadın Hakları” savunucularına örnek olmasını diliyorum. Tabii ki davalarında samimi iseler!..

OLİMPİYATLARDA FAHİŞE BULUNDURMA KURALI

 Habertürk’ün  27.05.2004 tarihli haberinden öğrendim. Olimpiyatların , olmazsa olmaz bir kuralı varmış. Olimpiyat kurallarına göre olimpiyatların yapılacağı şehirde, gelenleri mutlu edecek sayıda fahişe bulunması gerekiyormuş...
Sıkıntı burada başlıyor... Belediye yetkilileri 50 -100 kişi olsa kolay diyor. Fakat geleceklerin sayısı Atina nüfusunun yüzde 5'ini bulunca iş zorlaşıyor. Tabii ki Atina kendi iç kaynaklarını kullanarak bu işin altından kalkamıyor.. Bunun için Atina'nın kadın belediye başkanı Dora Bakoyannis’ 2004 yılı olimpiyatları için çok telaşlanmış. Oyunlara aylar kaldığı için de çaresiz kalıp Türkiye'ye ve diğer komşu ülkelere haber yollayarak yardım talep etmişti. Duruma 'el atmalarını' ve 'fahişe açığını' kapatmalarını istemişti...

Başkanın başı derde girmişti
Bu arada başka bir iç problem baş göstermişti Atina’da. Problem 'Yunan Fahişeler Hareketi'nin (kege) bayan başkanı Dımıtra Kanelepulo tarafından şöyle açıklanmıştı; yeni açılacak genelevlerin okul, kütüphane ve kilise gibi kamusal hizmet mekanlarının 200 metre yakınına açılmasının yasak olmasından dolayı, bu karar kayıt dışı fuhuşu artıracak. Ve haksız rekabete yol açacak. Olan Yunanlı fahişelere olacak, fiyat indirmek zorunda kalacağız' diyordu başkan. Onun telaşı da fahişelik fiyatlarının aşağıya çekilmiş olmasından.
Bugüne kadar ben zannederdim ki, Olimpiyat oyunlarında sadece spor yapılır. Organizasyonun gayesi bu. Demek ki, binlerce kişiye yarı açık genelevi sunma görevi de varmış. Aileyi, ahlakıi değerleri yok etme gibi bir vazifesi de varmış.
Bu ve bunun gibi organizasyonlar, insanoğlunun maneviyattan, dinin kontrolundan çıktığında neler yapabileceğini göstermesi bakımından çok ibretli. İşin tuhafı bütün bunları, özgürlük ve medeniyet adına yapmaları. Bir taraftan kadın haklarından bahsederlerken diğer taraftan kadını seks kölesi yapmaları. İnsanı insan yapan, hayvanlardan ayırt eden hayayı, ahlakı yok ediyorlar; bunu da insanlara iyilik olarak sunuyorlar. İşin garibi bu tür istismarlara hiçbir kadın hakları savunucu derneğinden de tepki gelmemesi. Demek ki olup bitenden onlar da memnun.

“Onlar hayvan gibidirler”
Hıristiyanlar, ellerindeki tahrif edilmiş İncil’de bile geçen, Lut kavminin fuhuştan dolayı başlarına gelenler ile Pompei halkının başına gelenlerden ibret almıyorlar. İnsan diyecek şey bulamıyor. Zaten Cenab-ı Hak böylelerinin yerini bildirmiş, bize diyecek bir şey bırakmamış. Ayet-i kerimede şöyle bildiriliyor: “ Onlar hayvan gibidirler; hatta hayvandan daha aşağıdırlar.” (Furkan,44).  Aslında bunların Hıristiyanlığa falan da inandığı yok. Para ve şehvet, tapınakları olmuş bunların!..
Peygamber Efendimiz de , ahir zamanda fuhuşun, zinanın çok yayılacağını, sokaklarda, caddelerde aleni olacağını haber veriyor. Hatta yoldan geçenlerin, yolun kenarına çekilin de, yürümemize mani olmayın diyeceği bildiriliyor. Artık hızlı bir şekilde, o günlere gittiğimiz anlaşılıyor.

 

 

AHLAKSIZLIK  BATI  MEDENİYETİNİN  BİR  PARÇASI

Batı’nın, Hıristiyan aleminin ahlaksızlığı sadece bu Olimpiyat Oyunları ile  sınırlı değil tabii ki. Her türlü  kültürel, sportif faaliyetlerde bu tür ahlaksızlık organizasyonun bir parçası haline gelmiş. Kültürel, sportif, ticari... her yerde kadın istismarı var. Ahlaksızlık, fuhuş, her türlü sapıklık Batı medeniyetinin bir parçası haline geldi.
Gittikleri her yere de bu ahlaksızlığı götürüyorlar. İsa aleyhisselamın buyurduğu gibi, “İnsan kendinde olandan verir”. Mesela Balkanlara girdikten sonra, fuhuş dev boyutlara ulaştı. Artık 11 yaşındaki kız çocukları bile fuhuş ağının içinde. Fuhuşa talep ise Birleşmiş Milletler ve NATO'nun Kosova'da görev yapan kırkbin kişilik uluslararası barış gücünden geliyor. Sözde halkın özgürlüğü için gidenler, onları fuhşun kölesi yapıyorlar.

  Fuhuş çeteleri
Uluslararası Af Örgütü raporuna göre, yüzlerce kadın bölgede, fuhuşu örgütleyen çeteler tarafından oradan oraya götürülüyor ve esir muamelesi görüyorlar. Af Örgütü, Kosova'daki uluslararası güçleri bu kadınların insan haklarını korumamakla ve bir çok olayda bizzat fuhuşun içinde yer almakla suçluyor.
Doğu Avrupa ülkelerinden her yıl 120 bin dolayında kadın fuhuş için Batı Avrupa ülkelerine getiriliyor. AB tarafından yapılan bir araştırmaya göre, Doğu Avrupa ülkelerinden getirilen yaklaşık 500 bin kadını fuhuşa zorlayan şebekelerin toplam geliri her yıl yaklaşık 15 milyar euro'yu buluyor.
Almanya'da bulunan yaklaşık 200 bin yabancı hayat kadınının çoğu Rusya, Litvanya, Polonya, Ukrayna ve Bulgaristan'dan getiriliyor. Araştırmada, fuhuşa zorlanan kadınların çoğunun ölümle tehdit edildiği, tecavüze uğradığı ve sürekli baskı altında tutulduğu, fahişelik yapan her 2 yabancı kadından birinin kandırılarak bir Batı Avrupa ülkesine getirildiği ifade edildi. Irak’a gidenlerin de yerli halka yaptıkları, baskıları, genç kızlara- kadınlara olan tecavüzleri her gün gazetelerden okuyoruz. Afganistana’a gittiklerinin haftasında, ilk yaptıkları işlerden biri de güzellik salonları açmak oldu. Maksatları güzellik salonu adı altında, randevu evi açmak tabii ki.
Avrupa’da aile hayatı artık bitti. Cinsi hayattaki sapıklık hayvanlarda bile yok. Yapılan araştırmaya göre, Hollanda'da birlikte yaşayan çiftlerin yaklaşık yarısının, partnerleriyle akit yaparak aynı evde oturdukları tespit edildi. Bu oran, çiftlerin yaş grubu yükseldikçe daha da artış gösteriyor. Merkezi İstatistik Bürosu'nca yapılan kayıt taramasına göre, Ocak 2003 itibariyle evlenmeden birlikte yaşayan eşlerin sayısı milyonlarla ifade ediliyor.
Büroya göre, gençler arasında birlikte yaşama oranı daha ileri yaş gruplarından yüksek olmasına karşı, bu grup içerisinde, eşiyle birliktelik belge imzalayanların oranı oldukça düşük bir düzeyde kalıyor.
Gençlerin evlenmemekle, aile hayatının yok edilmesi için ellerinden geleni yaptıkları gibi şimdi de, zar zor devam ettirilen az sayıdaki evlilikleri yıkmak için yeni bir oyun sergileniyor. Almanya’da başlatılan 10 günlük misafir uygulamasına göre; bir ailenin kadını, başka bir aileye 10 günlüğüne misafir gidiyor. O ailenin kadını da, karşı aileye gidiyor. Bu şekilde giden kadınlar, 10 günlük süre zarfında, gittikleri evdeki çocuklara annelik, babalarına da eşlik yapıyorlar. Bu oyunu en iyi şekilde oynayan, gittikleri evde en iyi şekilde uyum sağlayan kadınlara da yarışmalarla ödül veriliyor. Bu, fuhşun girmediği az sayıdaki aileyi de pisliğe bulaştırmaktır. Bu rezaletler şeytanın bile aklına gelmez. Bunlar şeytana bile parmak ısırtıyorlar.

İşte aradaki fark

                   Osmanlı, Balkanlarda, Irakta, Ortadoğuda... asırlarca hüküm sürdü. Hiçbir Türk askerinin       bırakın tecavüzü kadına kıza yan gözle bile bakmadığını kendi tarihçileri söylüyor. İşte aradaki fark. Onların gayeleri gittileri yerleri maddi manevi sömürmek. Osmanlı ise almak için değil vermek için gidiyordu. Kendi isteği ile Müslüman olanlara dünya ve ahıret saadeti sunuyor. Müslüman olmayanlara da, dünya rahatlığı. Osmanlı ister Müslüman olsun ister gayri müslim, herkesi önce insan olarak görüyor. Bir insana nasıl muamele yapılacaksa öyle davranıyordu. Gittiği ülkedeki insanın, malını, canını, namusunu korumak onun birinci vazifesi idi. Çünkü mensubu olduğu İslamiyet böyle emrediyordu. İnsanı insan yapan Hak dindir. Bu yoksa insan azgınlaşır, canavarlaşır. Yapamayacağı bir şey olmaz. Vahşi hayvanların yaptığı bunların yaptıklarının yanında çok hafif kalır. Sözde medeni insanların, özgürlük, insan hakları adına yaptıkları vahşetleri her gün ibretle seyrediyoruz. Herhalde hayvanlar, böyle insan olmaktansa, hayvan olarak yaratıldıklarına şükrediyorlardır.