Bağış Yap

Amount :
Other : USD

22 Nisan 2013 Pazartesi

ABDÜLAZÎZ DÎRÎNÎ


ABDÜLAZÎZ DÎRÎNÎ;
Mısır evliyâsından. İsmi Abdülazîz, babasının adı Ahmed'dir. Künyesi Ebû Muhammed,
lakabı İzzeddîn'dir. 1216 (H.613) yılında doğdu. 1295 (H.694) senesinde Kahire'de vefât etti.
Kabri Kahire'dedir.
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Abdülazîz Dîrînî, zamânındaki âlimlerden ilim öğrendi.
Ebü'l-Feth bin Ebi'l-Ganîm Rasânî'nin sohbetinde bulundu ve Şeyh İzzeddîn'den tasavvuf
ilmini öğrendi. Tasavvuf yolunda yüksek mertebelere kavuştu. Abdülazîz Dîrînî dünyâya
düşkün olmayan ve birçok kerâmeti görülen, edebiyât, kelâm ve Şâfiî mezhebi fıkhı âlimiydi.
Mısır'da er-Rîf denilen yerde otururdu. Bâzı günler buradan ayrılıp, civar bölgeleri dolaşırdı.
Oralardaki insanlar, ondan, müşkillerinin çözülmesi için duâ etmesini isterlerdi. Kendisini
görme imkânı bulamayanlar, meselelerini mektupla sorup cevap alırlardı. Kuvvetli îmân ve
güzel ahlâk sâhibi idi. Herkese güler yüz, tatlı dil gösterirdi. Kimseyi kırmazdı. Bir gün bir
yere giderken, onu tanımayan kimseler yanına gelip, "Kelime-i şehâdeti söyle bakalım."
dediler. O da peki deyip, okudu. Sonra onlar; "Şimdi kadıya gidelim. Onun huzûrunda yeni
müslüman olanların yaptığı gibi, sen de oku." dediler. Orada bulunan büyük küçük herkes
berâberce kadıya gittiler. Kadı hemen Abdülazîz ed-Dîrînî'yi tanıdı ve; "Efendim, bu ne hâl?
Bunlar kim?" dedi. O da; "Bilmiyorum. Bunlar beni ne zannetti iseler, Kelime-i şehâdeti
okumamı istediler ve buraya getirdiler. Ben de onları kırmayıp geldim." dedi.
Abdülazîz ed-Dîrînî; Ali Müleyhî ismindeki zâtı çok sever ve sık sık ziyâretine giderdi.
Ziyâretlerinden birinde, Ali Müleyhî ikrâm olarak bir piliç pişirip getirdi.Sofraya koydu.
Berâberce yediler. Yemekten sonra ed-Dîrînî hazretleri; "Bunun karşılığını inşâallahü teâlâ
görürsünüz." buyurdu. Bir süre sonraAbdülazîz ed Dîrînî, Ali Müleyhî'yi tekrar ziyârete gitti.
Ali Müleyhî tekrar bir piliç pişirdi ve ikrâm etti. Hanımı, pilicin ikrâm edilmesini pek hoş
karşılamadı. Piliç sofraya gelince, Abdülazîz Dîrînî kızarmış pilice bakıp, hişt demesiyle piliç
canlandı ve yürüyüp gitti. Sonra da; "Çorba bize yeter. Hanımınız üzülmesin." buyurdu.
Bir gün talebeleri, hocalarının kerâmet göstermesini akıllarından geçirdiklerinde;
"Yavrularım, bizler, yerin dibine batmaya müstehak kimseler olduğumuz hâlde batmamamız,
bir de Allahü teâlânın bizi, yeryüzünde bu hâlde bulundurması en büyük kerâmet değil
midir?" buyurdu.
Talebelerine, sohbet ederken talebenin hocasına karşı göstermesi gereken edepleri şöyle
anlattı:
Talebe, doğru yolu öğrenmek isteyince, hocasına karşı tam olarak boyun eğmesi ve itâat
etmesi gerekir. Hattâ talebenin, hocasına karşı meyyit gibi olması lâzımdır. Nasıl meyyit
yıkayıcıya hiçbir şey şart koşmadan, îtirâz etmeden teslimiyet gösteriyorsa, talebenin de
hocasına, bu şekilde teslimiyet göstermesi gerekir. Yoksa, teslimiyet ve itâat etme
mertebesinden düşüp takvâ ve doğru yol üzere bulunma derecesinden uzaklaşır.
Talebe, özellikle hocasının huzûrunda, nefsinin arzu ettiği bir şeyin iddiâsında
bulunmamalıdır. Çünkü böyle bir iddiâda bulunmak, talebenin en büyük hatâlarından olup,
hocasının gözünden düşmesine yol açar. Fakat talebenin, hocasının huzûrunda sâdece
dinlemesi, söze karışmaması, nefsine âit herhangi bir iddiâda bulunmasına mâni olur. Onun
en güzel şekilde hocasına tâbi olmasına yardımcı olur. Bu ise, zâten talebenin, hocasının
huzûrunda iken dikkat etmesi lâzım gelen hususlardandır.
Talebe, kendi derecesinin, hocasının derecesinden yüksek olduğunu düşünmemelidir. Bilakis,
her yüksek mertebeyi hocası için istemeli, Allahü teâlânın yüksek ihsanlarını ve bol
lütuflarını hocası için temenni etmelidir. Hakîkî talebe böyle olur. Bu sebeple, en yüksek
mertebelere çıkar.
Abdülazîz Dîrînî, duâlarında Allahü teâlâya şöyle münâcâtta bulunurdu:
"İlâhî! İhsân ve ikrâm ederek bize kendini tanıttın. Nîmetlerin deryâsına bizleri daldırıp
garkettin. Her an nîmetlerin deryâsında yüzmekte, onlardan istifâde etmekteyiz. Bizleri râzı
olduğun, beğendiğin yer olan Cennetine dâvet ettin. Seni hatırlamak, emirlerini yapmak
sebebiyle, bizlere sonsuz nîmetler hazırladın, ihsân ettin. Ne büyüksün yâ Rabbî!
Yâ İlâhî! Biz kendimize zulmettik. Nefsimizin kötülüğü her yanımızı kapladı. Gaflet denizi
kalblerimizi doldurdu. Her hâlimizle perişanlığımız apaçık. Bizim bu hâlimizi en iyi bilensin.
Yâ İlâhi! İsyânımız ve günahımız, senin azâbını bilmemek, duymamak sebebiyle değildir.
Lâkin âsî nefsimiz bize, azâba düşürecek işleri yaptırdı ve günahları işletti. Senin günahları
örtüp, yüzümüze vurmaman sebebiyle şımardık. Bu yüzden çok günah işledik. Senin af ve
magfiretine güvenip, günahlara daldık. Şimdi yaptıklarımızın cezâsı olarak, bize hazırladığın
azâb ile karşı karşıyayız. Cehennem azâbından bizi şimdi kim kurtarabilir. Senden başka kim
bize bir kurtuluş ipi uzatabilir. Âhiret günü, senin huzûrunda mahcûb bir duruma düşecek bu
hâlimize yazıklar olsun. Yarın çirkin amellerimiz karşımıza çıkarıldığında ayıblanmamıza
esefler olsun.
Yâ Rabbî! Bizim günahlarımızı affet. Kusûrlarımızı bağışla. İbâdetlerimizdeki kusurlarımızı
af ve magfiret eyle. Yâ İlâhî! Bilmeyerek yaptıklarımızı affet ve bizi aklıselîm sâhibi kıl. Sen,
Rabbimizsin, sana inandık. Sen günahları affedersin, affedicisin."
Talebelerine bir sohbetinde şöyle nasîhat etti:
"Bütün işlerinizde ve hareketlerinizde, orta hâl üzere olun. Cimrilikten ve isrâftan son derece
sakının. İsrâf ve haddinden fazla dağıtmakla, elde bir şey kalmaz. Bir gün insan muhtaç kalır.
Cimrilik yapmak, hâl ve harekette ölçülü olmamakla da, kişi îtibâr bulamaz.
Sakın dünyânın parlaklığına, câzibesine ve onun dışı tatlı, içi zehir olan hîlelerine aldanma.
Onun inci gibi görünen ön dişlerinin arkasında, parçalayıcı dişler saklıdır. Çünkü dünyânın
sağı solu belli olmaz. Bakarsın bâzan suda ateş parçası olsun ister. Bâzan insana
yapamayacağı şeyleri teklif eder. Böylece insan, boyundan büyük işlere girer de helâk olur
gider.
Eğer kadere, Allahü teâlânın hükmüne rızâ gösterirseniz şerefli bir hayat yaşarsınız. Yok,
imkânsız bir şeyin olmasını ümit ederseniz, ümidinizi, tehlikeli bir şey üzerine binâ etmiş,
kurmuş olursunuz.
Zaman akıp gidiyor. Hâdiseler birbiri peşinden geliyor. Yumuşaklık; vekar ve sükûnettir.
Dünyâ hırsı bir anlıktır. Sabır, yumuşak olmaya, meseleler üzerinde temkinli ve dikkatli
hareket etmeye vesîle olur. Kızmak, kabalığa yol açar. Dünyâ hayâtı, bir uyku hâlidir. Ölüm,
bu uykudan uyanmaktır.
İnsanın ömrü, hep sonra yapacağım, edeceğim ile geçer. İnsanların temenniden başka
sermâyeleri yoktur. Sonra yaparım diyenin düşüncesi, sonraya asılıp sallanmak gibi
olmayacak düşüncelerdir. İnsanların günleri çok çabuk geçer. İnsan, gençliğinin kıymetini
bilmelidir. Hiç vakit kaybetmeden, gençliğin her ânını değerlendirmelidir. Sonra, âh
gençliğim, tekrar elime geçse de iyi işler yapsaydım, diye pişmanlık duyulur. Onun için,
gençliğin, insana emânet olduğunun farkında, idrâkinde ve bunun şuurunda olmak ne kadar
mühimdir! Ömürler, yolculuktan başka bir şey değildir.
Âhiret yolculuğunun çok yakın oludğunu, hatırınızdan aslâ çıkarmayınız. Âhiret hazırlığını
elden kaçırmaktan çok sakınınız. Çünkü, her girişin bir çıkışı vardır. (Bu dünyâya geldiğimiz
gibi, birgün bu dünyâdan ayrılacağız.)
Yaptığınız uygunsuz işler için bir sebep ve özür göstermeyi bırakınız. Allahü teâlânın
emirlerine uyup, yasaklarından sakınmakta gevşeklik göstermeyiniz. Âhirete hazırlanmakta
sabırlı olunuz ve sebât gösteriniz.
Abdülazîz ed-Dîrînî; tefsîr, fıkıh, lügat, tasavvuf ve edebiyâta dâir birçok eserler yazdı. Bu
eserlerden bâzıları şunlardır: 1) El-Misbâh-ül-Münîr: Tefsîr olup 2 cilttir. 2) Et-Teysîr-ü fî
İlm-it-Tefsîr: Tefsîr ilmine dâir, 3200 beyitten müteşekkil bir şiir kitabıdır. 3)
Tahârat-ül-Kulûb fî Zikri Allâm-il-Guyûb: Tasavvuf hakkında bir eser, 4)
Envâr-ül-Meârif ve Esrâr-üt-Tavârif: Tasavvufa dâir bir eser, 5) Tefsîru Esmâ-il-Hüsnâ:
Tevhîd hakkında bir eserdir, 6) El-Vesâilü ver-Resâilü: Tevhîde dâir bir eser, 7)
Nazm-üs-Sîretin Nebeviyyeti, 8) El-Vecîz: 5000 beyitten müteşekkil bir şiir kitabı, 9)
Et-Tenbîh, 10) Nazm-ül-Vesît, 11) El-Envâr-ül- Vâdıha fî Mesân-il-Fâtiha, 12)
Ed-Dürer-ül-Mültekita fî Mesâil-il-Muhtelita, 13) Erkân-ül-İslâm fit-Tevhîdi
vel-Ahkâm, 14) Er-Ravdat-ül-Enika fî Beyân-iş-Şerîat-il-Hakîkati, 15)
Kılâdet-üd-Dürr-il-Mensûr fî Zikri Yevm-il- Ba's ven-Nüşûr, 16) Mîzân-ül-Vefâ.
45!&3>+162'$&$:$
Evliyânın büyüğü, "Abdülazîz Dîrînî",
Yayıp kuvvetlendirdi, Allah'ın dînini.
Bin iki yüz on altı, yılında doğan bu zât
Yetmiş dokuz yaşında, Mısır'da etti vefât.
Güler yüz, tatlı dille, mümtaz idi bilhassa,
Hiç kimsenin kalbini, incitmezdi o aslâ.
O, hâlini herkese, etmezdi fazla izhâr,
Bir gün onu dışarda, gördü bâzı insanlar.
Gayr-i müslim bir kimse, zannedip kendisini,
İstediler onun da îmâna gelmesini.
Dediler ki: "Ey kişi, kelime-i şehâdet,
Söyle ki, senin olsun, ebedî bir saâdet."
O dahi "Peki" deyip, şehâdet söyleyince,
Büründü oradakiler, bir sürûr ve sevince.
"Müslüman yaptık." diye gayr-i müslim birini,
Kâdıya götürdüler, bu İslâm âlimini.
Dediler: "Şehâdeti, oku ki burada da,
Müslüman olduğunu, öğrensin bu kâdı da."
Kâdı ise bu zâtı, tanırdı gâyet iyi,
Ayakta karşıladı, gelince bu velîyi.
Büyük hürmet gösterip, dedi: "Safâ geldiniz,
Hemen îfâ edelim, var ise bir emriniz."
Sonra o insanları, sorup bu evliyâya,
Dedi ki: "Bu insanlar, niçin geldi buraya?"
Buyurdu: "Bilmiyorum, bunlar beni görünce,
Kelime-i şehâdet, okuttular ilk önce.
Sonra da beni alıp, buraya getirdiler,
Bilmem ki onlar beni, acep ne zannettiler?"
Onlar da hakîkati, anlayınca nihâyet,
Onun tevâzusuna, eylediler çok hayret.
Bu velînin sevdiği, bir kimse vardı yine,
Sık sık onu görmeye, gidiyordu evine.
O dahi yedirmeden, göndermezdi onu hiç,
Bir gün de gittiğinde, ikrâm etti bir piliç.
Abdülazîz Dîrînî, onun bu ikrâmına,
Gâyetle memnûn olup, çok duâ etti ona.
Bir daha geldiğinde, ona bu zât-ı kirâm,
O yine, piliç kesip, eyledi ona ikrâm.
Ve lâkin zevcesinin, burkuldu biraz içi,
Ona fazla bulmuştu, kesilen o pilici.
Onun büyüklüğünü, iyi bilmediğinden,
O gün ister istemez, öyle geçti kalbinden.
Dedi ki: "Bu nasıl iş, anlamadım bunu hiç,
O kim ki, her gelişte, kesiyor ona piliç.
Hâlbuki bana kalsa, kâfi gelir bir çorba,
Niçin ona çok rağbet, gösteriyor acaba?"
Ve lâkin o esnâda, Abdülazîz Dîrînî,
Bildi onun kalbinden, böyle geçirdiğini.
O pilici yemeyip, duâ etti kalbinden,
O an piliç canlanıp, odadan çıktı hemen.
Buyurdu ki: "Hanımın, dert etmesin bunu hiç,
Bize çorba kâfidir, onun olsun bu piliç.
Hanım dahi görünce, pilicin geldiğini,
Anladı o velînin, büyük kerâmetini.
Öyle düşündüğüne, pişman oldu pek fazla,
Bu Allah adamına, tâbi oldu ihlâsla.
Anladı ki Allah'ın, dostudur bu velîler,
Kalpten geçenleri de, gâyet iyi bilirler.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.241
2) El-A'lâm; c.4, s.18
3) Tabakât-üş-Şâfiîyye; c.8, s.199
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.450
5) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.580
6) Tabakât-ül-Müfessirîn (Dâvûdî); c.1, s.304
7) Hüsn-ül-Muhâdara; c.1, s.421
8) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.202
9) Tabakât-ül-Evliyâ; s.447
10) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.72
11) Keşf-üz-Zünûn; c.1, s.190,447,492,749,924; c.2 s.1012,1034,1118,1389
12) Brockelmann; Gal-1, s.451; Sup-1, s.810
13) Âdâb Risâlesi, Süleymâniye Kütüphânesi,

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder