Bağış Yap

Amount :
Other : USD

23 Nisan 2013 Salı

ABDÜLEHAD NÛRÎ


ABDÜLEHAD NÛRÎ;
İstanbul'da yetişen büyük velîlerden. İsmiAbdülehad Nûrî bin Muslîhuddîn Mustafa Safâî bin
İsmâil bin Ebü'l-Berekât, künyesi Ebü'l-Mekârim'dir. 1594 (H.1003) veya 1604 (H.1013)
senesinde Sivas'ta doğdu. Annesi Şemseddîn-i Sivâsî'nin büyük kardeşi Muharrem Efendinin
kızı Safâ Hâtundur. Abdülehad Nûrî Efendi ilim tahsîline Sivas'ta başladı. İstanbul'da
tamamlayıp zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere ulaştı. 1651 (H.1061) senesi Safer
ayının ilk Cumâ günü ikindi vaktine yakın vefât etti. Cenâze namazı Azîzzâde Şeyh
Abdülbâkî Efendi tarafından kıldırılıp Eyüp Nişancası'nda, mürşidi Abdülmecîd Sivâsî
hazretlerinin türbeleri karşısına defnedildi. Sevenlerinden Yûsuf Ağazâde Mustafa Efendi,
kabrinin üzerine bir türbe yaptırdı.
Abdülehad Nûrî Efendi, daha üç yaşında iken annesinin amcası büyük âlim Şemseddîn
Sivâsî'nin nazar ve feyzine kavuştu. Şemseddîn Sivâsî hazretleri vefâtına yakın; "Abdülehad'ı
bana getirin!" buyurdu. Abdülehad'ı getirip Şemseddîn Sivâsî'nin kucağına verdiler.
Şemseddîn hazretleri Abdülehad'ı ilâhî sırlarla dolu göğsüne bastırdı ve tam bir teveccüh ile
teveccühte bulundu. Sonra Anne Hâtuna teslim etti. Emirleri üzerine, mahremleri olan
hanımlar dışarı çıktılar. Onlardan sonra içeriye, dışarda bekleyen halîfeleri ve talebeleri
girdiler. Şemseddîn Sivâsî onlarla birlikte, bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl
oldular. Daha sonra bir duâ okumaya başladılar ve duânın bitiminde rûhunu teslim ettiler.
Oradakilerden bâzısı, vefât etti, bâzısı da vefât etmedi diye tereddüd ettiler. En sonunda
içlerinden birisi, Şemseddîn Sivâsî'nin yanına varıp, vefatını gördü, mahzûn ve kederli bir
şekilde diğerlerine bildirdi.
Abdülehad Nûrî Efendi henüz küçük yaşta babasız kaldı. Dayısı Abdülmecîd Sivâsî yeğenini
himâyesine alarak tahsîl ve terbiyesiyle meşgûl oldu.
Halvetiyye yolunun büyüklerinden Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî'nin halîfesi olan Abdülmecîd
Efendi, devrin pâdişâhı Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından dâvet edilince yeğeni
Abdülehad Nûrî'yi de berâberinde İstanbul'a getirdi. Abdülehad Nûrî bir yandan medrese
tahsîline devâm ederken bir yandan da dayısından tasavvuf terbiyesi gördü. Kırk erbaîn yâni
bin altı yüz gün devamlı yalnız olarak bir yerde îtikâf edip ibâdetle meşgûl oldu. Mânevî
derecelere kavuştu. Mürşidi hocası Abdülmecîd Sivâsî'den icâzet, diploma alarak halîfesi
oldu.Hocası tarafından insanları doğru yola ulaştırmaya memur edildi. Yirmi yaşlarında kitap
yazmaya başladı.
Abdülehad Efendi, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek işâretleri ile
Midilli'ye gönderildi. Giderken en kısa zamanda tekrar İstanbul'a döneceğini bildirdi.
Abdülehad Efendi Midilli'yi teşrif ettiklerinde, yetmiş gayri müslim, onun vâsıtasıyla
İslâmiyeti kabûl etti. Midilli halkı Abdülehad Efendiyi çok sevdi ve hemen hepsi ona talebe
oldu. Dayısı ve hocası olan Abdülmecîd Sivâsî bu durumu duyunca; "Âferin Abdülehad'a!
Umduğumuzdan fazla tasarruf kuvvetine sâhipmiş." buyurdu. O sırada, donanma
komutanlarından hayır sâhibi bir zât olan Bâlî-zâde Hasan Bey, Midilli'ye gelişinde; câmi,
dergâh ve pekçok odalar ve yemekhâneden meydana gelen bir külliye yaptırdı. Burayı
Abdülehad Efendi ve ondan sonra gelecek talebelerine tahsîs etti.
Zamânın şeyhülislâmı Yahyâ Efendi, Midilli'de Abdülehad Efendinin verdiği vâzları, dersleri
ve hizmetleri çok beğenerek, kalbten bir sevgi beslemeye başladı. Bir gün Abdülmecîd
Sivâsî'nin ziyâretine giden Yahyâ Efendi ona; "Abdülehad Çelebi'yi dâvet edin de, mehmed
Ağa dergâhını ona verelim. İnşâallah o, İstanbul'da vâzları ve halkı doğru yola götürmesi ile,
zamânının bir tânesi olacaktır." dedi. Abdülmecîd Sivâsî bu teklifi kabûl etti. Bir mektup
yazıp, Abdülehad Efendiyi çağırınca, derhal İstanbul'a geldi. Doğruca dayısı ve hocası
Abdülmecîd Sivâsî'nin huzûruna girdi. Dayısı; "Oğul, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi seni ister.
Varın ziyâret edin. Murâd-ı şerîfleri nedir? Bir görün." buyurdu. Yahyâ Efendinin huzûruna
varınca, Şeyhülislâm; "Abdülehad Çelebi! Sana merhûm Mehmed Ağa dergâhını verdik.
Burası şerefli bir dergâhtır." dedi. Abdülehad Efendi, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi'nin bu
teklifini kabûl etti ve duâ buyurdu. Oradan ayrılıp, hocası Abdülmecîd Sivâsî'nin yanına gitti
ve durumu arz etti. Dayısı da; "Allah mübârek eylesin. Midilli'yi, feth ile gönülleri ihyâ ettin.
İnşâallah İstanbul'da da çok kimsenin ebedî saâdetine vesîle olursun. Hiç durma, yerine bir
talebeni tâyin edip, vâlideni ve talebelerinden gelmek isteyenleri alıp gel! Dergâhında
talebelerini terbiye ile meşgûl ol." dedi. Abdülehad dayısı ve hocası Sivâsî'nin emrine uyup,
talebelerinden fıkıh ve tasavvuf yolunu iyi bilen, Alîmî Efendiyi yerine bıraktı. Vâlidesini ve
talebelerinden birkaçını alıp, İstanbul'daki Mehmed Ağa dergâhına yerleşti. Burada
yirmisekiz sene vâz ve nasîhatla meşgûl oldu. 1635 senesi Rabî'ul-âhir ayından îtibâren;
Ayasofya, Fâtih ve Sultan Ahmed câmilerinde vâz vermeye başladı.
Abdülehad Efendi, cumâ günü hangi mevzûda vâz verecekse, onunla alâkalı âyet-i kerîme ve
hadîs-i şerîflerin meâllerini güzelce beyân eder, ayrıca mevzû ile alâkalı bir hikâye anlatır,
söylenmesi lâzım olan hususları söyleyerek, faydalı nasîhatler yapardı. Müşkilleri ve suâlleri
olanlar, vâzdan sonra, anlayamadıkları yerleri sorarlar, o da cevap verirdi. Bir gün
Sultanahmed Câmiinde vâz verirken şu şiiri söyledi:
Semâdan sırr-ı tevhîdi duyan, gelsin bu meydâna.
Derûn içre bugün, Allah diyen gelsin bu meydâna
Duyanlar sırr-ı Settârı, görenler nûr-i Gaffârı
Cihânda şîşe-i ârı, kıran gelsin bu meydâna
Sezâdır ehl-i irfâna getirsin cânı meydâna
Fedâ kılmaya ol cânı duyan gelsin bu meydâna
Gönül maksûdunu buldu, cihan envâr ile doldu.
Bugün iklim-i oldu, duyan gelsin bu meydâna
Süleymâniye Câmiinde vâz ettiği bir gün, kürsüye bir kâğıt kondu. Vâzdan sonra, bu şekilde
konan kâğıtları okurlardı. Kâğıdı okuyunca; "Sizin gavs olduğunuz söyleniyor. Gavs olan,
Allahü teâlânın izni ile istediğini yaparmış. Eğer gavs iseniz, beni bu mecliste öldürün
bakalım." yazıyordu.
Abdülehad Efendi bu yazıyı okuyunca; "Taassub insanı nelere götürürmüş. Sübhânallah, biz
âciz ve fakîr bir kuluz. Halk bizi gavs ve kutb bilir. Hak teâlâ onları tasdik eyleye. Kutb
olanlar nefis ehli olanlar gibi, ben bunu yapamaz mıyım diye elinden geleni yapmaya
kalkışmaz. Onlara sıkıntı ve cefâ verilse bile onlar affederler. Onun için yüksek mertebelere
eriştiler. Fakat evliyâ, kınından çekilmiş bir kılıçtır. Bir kimse kendini kılıca vursa, kabahat
kılıcın mıdır, yoksa kendini kılıca vuranın mı?" buyurduklarında, câminin içinde; "Aman,
eyvah, eyvah." diye bir çığlık koptu. O kâğıdı yazan kişi o anda vefât etti.
Kudüs ve Kâhire'de kâdılık yapmış olan İsmâilzâde Efendi, Abdülehad Efendinin dergâhına
yakın bir yerde oturuyordu. Abdülehad Efendiye gider gelirdi. Yine bir gün dergâha acele ile
gelerek; "Efendim! Mâlumunuz, bir oğlumuz kaldı. O da tâûn hastalığına yakalandı. Ölmek
üzeredir. Duâ ve himmetlerinizi istemeye geldim." dedi. Abdülehad Efendinin, yapacak bir
şeyi olmadığını bildirmesi üzerine, Kâdı İsmâilzâde Efendi; "Sizden murâdım nâil olmadıkça,
buradan ayrılmam mümkün değildir." diye ısrar etti. Duâ ve himmet etmeleri için çok
yalvardı. Bunun üzerine Abdülehad Efendi; "Bakalım Hak teâlâdan ne işâret buyurulur?"
deyip dışarı çıktı. İki rekat namaz kılıp murâkabeye vardı. Bir müddet o hâlde kaldı. Sonra
bulunduğu yerden çıkıp; "İsmâil Efendi, oğlun tâûndan kurtuldu. Sıhhate kavuştu. Elbisesini
giymiş bir hâlde odasında dolaşmaktadır." diye müjde verdi. Buna çok sevinen İsmâil Efendi,
Allahü teâlâya hamd ve senâda bulunup, Abdülehad Nûrî'ye çok teşekkür etti. Evine
vardığında oğlunu, Abdülehad Nûrî Efendinin haber verdiği şekilde, odada elbisesini giymiş
ve dolaşır buldu.
Abdülehad Nûrî Efendi'ye; "Sultânım, böyle bir hastanın şifâya kavuşmasına vesîle olmak
büyük bir iş, güç ve kuvvettir." denildiğinde şöyle cevap verdi:
Evet öyledir. Fakat Allahü teâlânın dilediği şey elbette olur. Allahü teâlâya, bu hastalığı o
çocuktan defetmesi için teveccüh edip yalvardığım zaman, tâûn askerinden ellerinde bir
defter ile dört kimse göründü. "Siz Kutbu âzam, gavs-ı âlem ve Allahü teâlânın sevdiği bir
kul olduğunuz hâlde, niçin Allahü teâlânın kazâ ve kaderine karşı gelirsiniz. Bizim
defterimizde ismi ve resmi ile vefâtı yazılı olan kimsenin yaşamasını niçin istersiniz?"
dediklerinde, onlara; "Benim Allahü teâlâya teveccüh etmem, yalvarıp yakarmam da, Allahü
teâlânın rızâsı, kazâ ve kaderi ile değil midir?" dedim. O dört şahıs susarak kaybolup gitti.
Vezirlerden birisi, Abdülehad Efendiye bir kese altın hediye gönderdi. Sonradan o vezir,
Abdülehad Efendinin sohbetinde bulunduğu bir gün; "Bu derece hediyede bulunmak herkesin
kârı değildir." mânâsında sözler sarf ederek övündü ve yaptığı iyiliği başa kakar bir duruma
düştü. Bunun üzerine Ebdülehad Efendi; "Behey Paşa! Fakîrlerin ve halkın gözü, ciğeri ve
kanı ile bana minnet mi edersin?" dedi. Ellerini yanlarında bulundurdukları keseye
soktuğunda kesedeki altınlar herkesin gözü önünde kan olup ortaya doğru akmaya başladı. Bu
durumu gören paşa hemen tövbe ederek, Abdülehad Efendiden af diledi.
Abdülehad Efendinin, doğruluğu, sadâkat ve bağlılığı ile bilinen ve kâdılık yapan bir talebesi
vardı. Çoluk-çocuğunu bir gemiye bindirerek, kâdı tâyin olduğu yere gidiyordu. Bir ara büyük
bir fırtına çıktı. Geminin yelkenleri ve direkleri parçalandı. Gemide bulunanların hayattan
ümitlerini kestikleri, ağlayarak Kelime-i şehâdet getirdikleri ve Allahü teâlânın rahmetini
diledikleri bir sırada, Allahü teâlânın izni ile Abdülehad Nûrî Efendi onlara göründü. "Niçin
feryâd edersiniz? Deniz de bir mahlûk, emredileni yapan bir memurdur." buyurup, denize;
"Ey deniz! Allahü teâlânın izni ile sâkin ol!" dediğinde deniz sâkinleşerek durulup gitti. Bunu
görenler Allahü teâlâya hamd ü senâda bulundular.
Körükçüzâde Efendi isminde bir âlim, bir gün SüleymâniyeCâmiinde vâz eder, altı gün de
umûmi ders verirdi. Abdülehad Nûrî Efendiye ve talebelerine gerek vâzında, gerekse
derslerinde dil uzatır, aleyhinde konuşurdu. Abdülehad Efendinin halîfeleri ve talebeleri, o
zâtın bu sözlerini duyunca çok üzüldüler, onu hocalarına şikâyet edip, vâzına ve derslerine
mâni olmasını istediler. Abdülehad Efendi de onlara; "Birkaç gün tahammül edin. Onun bizi
inkârı ve düşmanlığı, bize bağlılığa dönüşecek. Bizim talebelerimiz arasına girecek.
Vefâtımızdan sonra otuz sene tasavvuf yolunun doğruluğunu müdâfaa edecek." dedi.
Çok geçmeden bir gün, Abdülehad Efendi talebeleri ile berâber sohbet ederken; "İşte
dostunuz Körükçüzâde Efendi geliyor." dedi. Herkes hayretle onun gelişini bekledi. Ansızın
huzûra girdi. Abdülehad Efendinin ellerine kapandı. Hıçkırarak ağladı. Abdülehad Efendi;
"Gördüğünüz rüyâdan haberimiz var. Murâdınız ne ise onu söyleyin." dedi. Körükçüzâde
Efendi; "Saâdetli Sultânım! Bu köleniz kırk seneden beri, medresede müderrislik
yapmaktayım. Bütün vakitlerim ders okutmak, vâz vermek, Resûlullah efendimizin sünnet-i
seniyyesi ile amel etmekle geçtiği hâlde, niçin rüyâmda Resûlullah efendimizin mübârek
cemâlini göremediğimi, yüksek ve bereketli sohbetleri ile şereflenemediğimi, niçin mahrûm
olduğumu düşünerek uykuya daldım. Gördüğüm rüyâ ile bu derdime derman ve merhemin
sizin olduğunuzu anladım. Aman ne olur, benim bu derdime derman olun." diye ağlayıp
inledi. Bunun üzerine Abdülehad Efendi, onun kulağına bir şeyler söyledi. Körükçüzâde
Efendi kalkıp gitti. O gün öğleden sonra tekrar gelip ağlayarak; "Bu ne büyüklüktür ki, kırk
yıldır ilim ve amel ile, nefsi ıslâh ve takvâ ile müşerref olamadım. Fakat sizin bir himmet ve
işâretiniz ile, o Sultân-ı enbiyânın mübârek cemâlini görmekle şereflendim." deyip
Abdülehad Efendi'ye talebe oldu. Şiir:
Mürşid-i kâmil, mürîdi, evvel ehl-i hâl ider,
Sonra, Fahr-i kâinâtın bezmine idhâl ider,
Nice yıllar sa'y ile eremediği menzillere,
Bir nefesle mürşid-i kâmil onu îsâl ider.
Abdülehad Efendinin halîfelerinden birisi şöyle anlatır:
Pâdişâh beni Dâvûdpaşa Câmiinde vâz etmem için dâvet etmişlerdi. Câmiye girdiğimde
bende biraz pişmanlık hâli meydana geldi. Kürsîye çıktığımda, hatırıma hiçbir kelime
gelmedi. Yakın olduğu hâlde önümdeki yazıyı okuyacak hâlim kalmamıştı. Bu durumdan
kurtulmak için Abdülehad Efendinin rûhâniyetine teveccüh etmek hatırıma geldi. Abdülehad
Efendinin rûhâniyetine kalpten teveccüh ettiğimde o anda görünüp, sanki bana; "Nedir bu
perişanlık, yapacağın vâz, uzun zamandan beri yaptığın vâzlar değil midir?" buyuruyordu. O
sırada bende, tam bir rahatlık ve zindelik meydana geldi. Öyle bir vâz ettim ki, beni
tanıyanlar; "Hayâtımızda böyle bir vâz dinlemedik." dediler.
Talebelerinden Karabaş Mahmûd Efendi şöyle anlatır:
Abdülehad Efendi, bu fakîri Ankara'ya gönderdikten bir müddet sonra, İstanbul'a dâvet etti.
Bunun üzerine İstanbul'a gittim, bir müddet hizmetlerinde bulundum. Sonra çoluk-çocuğumu
İstanbul'a getirmemi emrettiler. Bir kese akçe harçlık verip; "Sakın sayma, bu size ömrünüzün
sonuna kadar yeter." buyurdular. Üç akçe ile çoluk-çocuğumu İstanbul'a naklettim. Yedi sene
o akçeler ile geçimimi sağladım, hiç eksilmediler. İçimden dâimâ, akçeleri saymak geçerdi.
Fakat sabredip saymazdım. Akçeleri sayma arzusu bir gün bana gâlip geldi ve saydım.
Beşyüz akçe vardı. Bir kaç gün geçmeden eksilmeye başladı ve sonunda bitti.
Kastamonulu Şâbân Efendinin talebelerinden Üsküdarlı Karabaş Ali Efendi şöyle anlatır:
1647 senesinde İstanbul'a gittim. Abdülehad Efendi o zaman Bâyezîd Câmiinde ders
veriyordu. Bir vâzında bulundum. Vâzdan sonra herkes elini öptü. Ben, kimse kalmayınca
elini öptüm. Geceleyin gördüğüm bir rüyânın tâbirini soracağım sırada; "Ali Efendi! dergâha
gelin." buyurdular. Üç ay geçtikten sonra, bir gece dergâhlarındaki sohbette hazır bulundum.
Mübârek ellerini öpeyim diye yanlarına vardım. Âdet-i şerîfleri olarak gözlerini açmazlarmış.
Fakat ben huzûrlarına varınca, gözlerini açtılar; "Ali Efendi! Ne garip, geç geldiniz!"
buyurduktan sonra rüyâmı anlatmadan tâbir ettiler ve; "Yirmi sene sonra İstanbul'a gelirsiniz,
Üsküdar'da ikâmet ediniz. Dergâhınız Üsküdar'dadır." buyurdular. Aynen Abdülehad
Efendinin dediği gibi oldu.
Abdülehad Efendi 1650 senesinde, talebeleri ile Rumelihisârı'na gitmişti. Orada birkaç gün
kalmışlardı. Bir ara sohbet ederken orada bulunanlardan biri; "Efendim! Evliyâullah, Allahü
teâlânın izni ile toprağı altın yapar. Sizden böyle şey isterim." dedi. Bunun üzerine Abdülehad
Efendi besmele çekip yerden bir avuç toprak aldı ve dervişin avucuna döktü. Dervişin
avucunda birkaç adet hâlis altın meydana geldi. Bir tânesi yere düştü. Ali dede isminde bir
talebe o altını alıp, koynuna koydu. Teberrüken o altını muhâfaza etti. Vefâtına yakın, o altını
ne yaptığı sorulunca; "Onu canım gibi muhâfaza ediyorum. Efendimin yâdigârıdır. Bu kadar
zengin olmama bu altın vesîle oldu." dedi.
Abdülehad Efendi, Kandilli taraflarında bir yere talebeleri ile berâber gitmişti. Orada talebeler
denize girmek için izin istediler. Abdülehad Efendi de izin verdi. Herkes denize girdi. Fakat
talebelerden birisi denize girmemişti. Abdülehad Efendi o talebeye niçin denize girmediğini
sorunca; "Efendim! Vücûdum zayıftır. Soğuk suya tahammülü yoktur." diye cevap verdi.
Bunun üzerine Abdülehad Efendi; "Deniz suyu hamam suyu gibi sıcak olabilir. Hem sıhhat
ve kuvvete vesîle olur." buyurdular. Emre uyarak denize girdi. Deniz suyunun, hamam suyu
gibi sıcak olduğunu gördü.
Abdülehad Efendiye bağlı en samîmi talebelerinden olan Hassa-ı Hümâyûndan Gürcübaşı
Mûsâ Ağa şöyle anlattı:
Abdülehad Efendi hiç sebep yokken ve bir münâsebet de geçmeden bana; "Mûsâ Ağa!
Mısır'dan dönüşte, kalyona binmeyip, sayıkaya veya firkateyne bininiz." buyurdu. Buna çok
taaccüb ettim. Çünkü, Mısır'a gitmek hiç hatırımdan geçmemişti. Fakat Abdülehad Efendinin
bunu söylemekten bir murâdları olmalı deyip, merakla bekliyordum. Bu sözün mânâsını bir
türlü anlayamıyordum.
Abdülehad Efendinin vefâtlarından birkaç sene sonra Mısır'a gitmem icâb etti. Mısır'a gittim.
Dönüşte yol arkadaşım Hacı Hasan ile, eşyâlarımı İskenderiye'ye gönderdim. Hacı Hasan
İskenderiye'ye vardığında eşyâlarımı hazır bir kalyona yüklemiş. Oraya varıp, eşyâlarımın
kalyona yüklenmiş olduğunu görünce, Abdülehad Efendinin bana yaptığı tenbihler hatırıma
geldi. Bu yüzden eşyâlarımı o kalyonla götürmemek için çok gayret ettim. Fakat bütün
gayretlerim boşa çıktı. Bunun üzerine kazâya rızâ gösterip, Allahü teâlâya tevekkül ederek
kalyonla yola çıktık. Yelkenler açıldı, uygun bir rüzgâr ile bir gün bir gece yol aldık. Sonra
büyük bir fırtına çıktı. Çok tehlikeli durumlarda karşı karşıya kaldık. Bir sâhile yanaşmak
imkânı yoktu. Kalyon su almaya başladı. Suyu tulumbalarla dışarıya atmak mümkün olmadı.
Yetmiş kadar kişi, kurtulmak için sandallarla denize indiler. Fakat alabora oldular.
Kayıktakiler yardım çığlıkları ile bağırıyorlardı. Kalyon da batmak üzereydi ki, Abdülehad
Efendi denizin üzerinde görünüp; "Korkma, kurtulacaksın." dedi. Benden başka üç kişiye de
böyle göründü. İki gün iki gece deniz üzerinde hocamın rûhâniyeti bizimle berâber bulundu
ve bizi teselli etti. Bu şekilde Suriye'nin Trablus'una ulaştık. Bu sırada Abdülehad Efendi;
"Mûsâ Ağa, bundan sonrası selâmettir." deyip kayboldu. Fakat yanımızda hiç harçlığımız
yoktu. Bu sırada tanıdıklarımızdan birisi hâlimizi öğrenip, İstanbul'a gittiğimizde ödemek
üzere, bize harçlık ve elbise verdi. Hattâ bir müddet evinde misâfir etti. Böylece Abdülehad
Efendinin kerâmetleri ile memleketimize ulaştık.
Muhammed Nâzır Efendi şöyle anlatır:
Rüyamda büyük bir sahradaydım. Büyük bir ağacın etrâfında yedi kişi oturmuştu. Önlerinde
birer tane buğday döğecek tokmak vardı. İçlerinden birisi, beni öldürmek kastıyla; "Azîz'in
mezrâsında ne gezersin?" diyerek üzerime hücum etti. Ben de ondan kendimi kurtarmak için;
"Ben, Azîz'in talebelerindenim." dedim. O sırada uyandım. Hemen rüyâmı tâbir etsin diye,
Abdülehad Efendinin yanına gittim. Huzûruna varınca; "Hoş geldin Efendi. Rüyândakiler
bizim hizmetçilerimizdir. Kılıçları ve diğer silâhları mükemmeldir. Size tokmak ile
görünmeleri merhametlerindendir." buyurdu. Bu kerâmetini görünce, bütün varlığım ile ona
bağlandım.
Meşhûr talebelerinden Karabâşî Hacı Sâdık Efendi şöyle anlattı:
Hacca giderken, korkulu ve kimsesiz yerlerde, Abdülehad Efendiyi bizzat bu gözlerim ile
görürdüm. Kendi kendime, ona olan fazla sevgimden dolayı onu gördüğümü, bir hayal
olduğunu düşündüm. Fakat Mekke-i mükerremeye vardığımda, tavâf ederken hocamı
yanımda gördüm. Hattâ bana selâm verdi. Ben de elini öptüm. Sonra kayboldu. Ben tavâfımı
bitirdiğimde, hocam Makâm-ı İbrâhim denilen yerden ayrılıyordu. Bana; "Ey Sâdık Dede!
Arafat'ta görüşürüz." deyip tekrar kayboldu. Arafat'ta, hocam Abdülehad Efendi ile birlikte
vakfeye durduk. Sonra bana vedâ ederek ayrıldı.
Abdülehad Nûrî Efendi, bir vâz esnâsında, vefâtının yaklaştığına işâret etti. 1650 senesinde
bütün derslerine son vererek vâz verme işini de talebelerine bıraktı. Kendisini tamâmen
ibâdet ve tâata verdi. Aynı senenin Muharrem ayının sonunda biraz rahatsız oldu. Hastalıkları
artınca, Sultan Dördüncü Mehmed Han, Vâlide Sultan, vezîr-i âzam, şeyhülislâm ve diğer
sevenleri tarafından gönderilen tabibler bir olup, ilaç vermek istediler, fakat kabûl etmedi.
Zamânın LokmanHekîmi diye meşhûr olan Fergânîzâde Süleymân Ağa; "Sultânım, ilâcı
bıraktık. Bâri mübârek, başınıza sarığınızı giyin. İnşâallah ilâca muhtaç olmazsınız."
deyince,Abdülehad Efendi; "Süleymân Ağa! Siz bizim ahvâlimize vâkıfsınız. Biz dâvet
olunduk. Bizi bekliyorlar. Biz âlemlerin Rabbinin huzûrunu tercih ettik." dedi. Hastalığının
yedinci günü ikindi vakti vefât etti. Gaslini, dergâhının câmi imâmı TatarAli Efendi yaptı.
AliEfendi ne tarafa çevirmek istediyse Abdülehad Efendinin bedeni kendiliğinden o tarafa
döndü.
Abdülehad Nûrî Efendinin dünyâya hiç rağbet etmediğine dâir bir kasidesindeki beytler
şöyledir:
Fakr ile fahra (övünmeye) vâris olduk
Zenginliğin son derecesine mâlikiz biz
Fâniyi (gelip geçeni) bekâya verdik elhak
Bâkî'de bekâya mâlikiz biz.
Abdülehad Efendi buyurdu ki:
"Talebeyi celâl ve kahr ile terbiye, talebenin kemâline sebeptir. Fakat her talebenin buna
tahammülü olmadığından, nasîbsiz kalmasınlar diye lütf ve cemâl ile terbiye ederiz.
Çoğunlukla talebe, istidat ve kâbiliyetine göre terbiye olunur."
"Kelime-i tevhîdle Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullah diyerek kudret miktarınca
meşgûl olmak lâzımdır."
"İki kalbin yok ki, biri ile Allahü teâlâya, diğeri ileAllahü teâlâdan başkalarına yönelesin."
"İlimde mâhir, dînî meselelere gereği gibi vâkıf olmayan, fakat âlim sıfatını taşıyan câhil;
Ehl-i sünnet vel cemâat îtikâdı ile diğer dalâlet ve bozuk îtikâdları birbirinden ayırmaya gücü
yetmeyen, ihtilaflı meselelerin sâdece bir tarafını bilip, diğer tarafından haberi olmayan ve
yanlış düşüncesinde direten, ilmi ile amel etmiyen münâfık sıfatlı kimseler, âhireti taleb
edenleri bid'at ve dalâlete düşürerek dinden ederler. Onun için; Allahü teâlânın emirlerine
uyan, yaratıklarına şefkat eden, sırf Allah için doğru yolu gösteren mürşid-i kâmillere uyup,
nâkıs olanlardan çok sakınmalıdır."
Abdülehad Nûrî Efendinin yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır:
1) Şerhu Erbeîniyyât, 2) Riyâz-ül-Ezkâr, 3) Te'dib-ül Mütemerridîn, 4) Risâlet-ün fî
Hayât-il Hızır ve İlyas, 5) Risâlet-ün fî Tevfîkı Tearrüd-ül Âyât, 6) Risâletü'n
Meret-ül-Vücûdî fil Merâtib-il-Külliyeti vel Hazırât, 7) Risâlet-ün fî Nef'i Mesâi'l-Ahyâi
lil-Emvât.
B)D1&<1631':$&"3"
Körükçüzâde diye, vardı ki âlim bir zât,
Bu velîye soğukluk, duyuyordu o bizzât.
Her gün Süleymâniye, câmiinde ders ve vâz,
Edip, İslâmiyeti, ediyordu halka arz.
Lâkin onun hakkında, hakîkate mugâyir,
Kelâmlar ediyordu, kötülüğüne dâir.
Abdülehad Nûri'nin, talebeleri ise,
Bunları işiterek, düşerlerdi yeise.
Onun bu sözlerinden, rahatsız olup gâyet,
Onu, hocalarına, eylediler şikâyet.
Dediler ki: "Efendim, yaptığı doğru mudur?
Biz onun sözlerinden, oluyoruz bî-huzur."
Buyurdu: "Evlâtlarım, sabrediniz az daha,
Onun bu düşmanlığı, dönüşecek dostluğa.
O dahi aranıza, girecek bu gün yarın,
Gelip hizmet edecek, bir dergâhta bi hakkın."
Fazla zaman geçmemiş, idi ki bu velî zât,
Dergâhta talebeye, ediyorken nasihât,
Buyurdu: "Biraz sonra Körükçüzâde Hoca,
Bu dergâhtan içeri, girecektir doğruca."
İnanamıyorlardı, talebeler buna hiç,
Herbirinin kalbini, sardı büyük bir sevinç.
Onun dediği gibi, hakîkaten az sonra,
Körükçüzâde Hoca, gelip girdi huzura.
Bu büyük evliyânın, eline sarılarak,
Hürmet ile öptü ve, ağladı hıçkırarak.
Ona buyurdular ki: "Mâlumudur rüyânız,
Şimdi lütfen söyleyin, ne ise murâdınız."
Körükçüzâde ise, arz etti ki ona ilk;
"Efendim, kırk senedir, yaparım müderrislik.
Bunca yıl câmilerde, ederek her gün vâz,
Resûlün sünnetini, hep eyledim halka arz.
Lâkin Resûlullahın, mübârek nûr cemâli,
Görünmedi rüyâda, dert ettim bu hâli.
Her gün onun dînine, hizmet eyledim de hep,
Ne için bu şereften, mahrum oldum ben acep?
Ben bunu düşünerek, yattığımda dün gece,
Gâyet rûhâniyyetli, rüyâ gördüm şöylece:
Bana nida etti ki, rüyâda bir münâdi;
"Kalk da Abdülehad'ın, dergâhına git haydi."
Bu derdimin ilâcı, sizde imiş efendim,
Bir himmet eyleyin de, hallolsun işbu derdim."
Abdülehad Efendi, eğilip biraz ona,
Bir şeyler fısıldadı, gizlice kulağına.
Körükçüzâde buna, sevinmişti be gâyet,
Gitti ve ertesi gün, yeniden etti avdet.
Dedi ki: "Ey efendim, sevinçliyim bir nice.
Zîrâ bu devlet ile, şereflendim bu gece.
Kırk yıldır bu şerefe, ermemişken mâlesef,
Sizin himmetinizle, bu gün oldum müşerref."
Soğukluğun yerine, sevgi doldu o kalbe,
Hattâ o günden sonra, oldu ona talebe.
Rehber, talebesini, önce eder ehl-i hâl,
Sonra Resûlullahın, bezmine eder ithal.
<1)$)&$<3$)&:1@+1%:1)&<$,$)3$/+$%
Hacı Hızıroğlu Mehmed Ağa, Üsküdar'ın ileri gelenlerinden ve sipâhilerindendi. Büyük
zâtların sohbetlerinde çok bulunurdu. Tarîkat âdâbından nasîbini almış, edeb sâhibi bir zât
idi. Bir gün kötülük ve zulüm yapmak isteyen kimselerin kendisini aradıkları haberini aldı ve
dostlarından birisinin evinde saklandı. Gece Allahü teâlâya, kendisini bu belâ ve musîbetten
muhâfaza buyurması için yalvarırken, çevresinde bulunan velî zâtlardan yardım ve duâ
istemek hatırına geldi. Evinin çevresinde oturan velîleri bir bir hatırına getirdi. O anda
hatırına, bu belâdan, Abdülehad Nûrî Efendinin vâsıtasıyla kurtulabileceği düşüncesi geldi.
Bunun üzerine bütün kalbiyle Abdülehad Nûrî Efendiye yönelip; "Abdülehad Efendi
hürmetine beni bu belâdan kurtar." diye Allahü teâlâya yalvardı. O arada uyuya kaldı.
Rüyâsında Abdülehad Nûrî Efendiyi gördü. Ona; "Mehmed Ağa, korkma! Zorbaların
defterinden senin ismin kaybolmuştur. Gönlün hoş olsun. Rahat bir hâlde evinde dostların ile
sohbet eyle." dedi. Uyanır uyanmaz Mehmed Ağa, Abdülehad Nûrî Efendinin dergâhındaki
talebelere yedirmek üzere, Allah için yedi kurban adadı. Bir iki hafta evinde dostları ile
sohbette bulundu. Çarşı, pazarda dolaştığı hâlde, kötü bir haber almadı.
<1,231+,1&;$:$0&;1,
Abdülehad Efendi bir gün, talebelerinden birisinin bir iş için Üsküdar'a gidip gelmesini
istedi. Fakat o gün çok fırtınalı idi. Kayık hiç işlemiyordu. Bu yüzden talebelerden kimse,
ben gidip gelirim, diyemedi. Nihâyet içlerinden biri, Abdülehad Efendinin emrini yerine
getirmek için kendisinin Üsküdar'a gidip geleceğini söyledi. O zaman Abdülehad Efendi o
talebesine; "Selâmetle gidip gel." diye duâ etti. O talebe Eminönü'ne geldiğinde, yüz
kadar kayıkçıdan ancak birini Üsküdar'a gidip gelmeye iknâ edebildi. Kayıklarından birisini
denize indirdiler. Bir ok atımı gitmeden, fırtına dindi, deniz sâkinleşti, rüzgâr uygun bir
yöne doğru esmeye başladı. Yelken açıp, Üsküdar'a kısa zamanda gidip geldiler. Dönüşte
talebe durumu Abdülehad Efendiye bütün tafsîlâtıyla anlattı. Abdülehad Efendi talebesine
çok duâ etti.
1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.357
2) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.51
3) Hediyyet-ül-İhvân; vr.73
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.66
5) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.93
6) Hülâsât-ül Eser; c.2, s.269
7) Vekâyi-ül-Füdelâ; c.1, s.547
8) Sicilli Osmânî; c.3 s.204

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder