Bağış Yap

Amount :
Other : USD

15 Mayıs 2013 Çarşamba

ABDÜLVÂHİD-İ LÂHORÎ


ABDÜLVÂHİD-İ LÂHORÎ;
Hindistan'daki evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdülvâhid'dir. Lahor şehrinden olduğu için
Lâhorî nisbet edildi. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Evliyânın gözbebeği İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin talebelerinin önde gelenlerindendir.
Abdülvâhid-i Lâhorî önceleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hocası Muhammed Bâkî-billah
hazretlerinin talebesi idi. Bâkî-billah hazretleri onun terbiye ve yetişmesini İmâm-ı Rabbânî
hazretlerine havâle ettiler. Abdülvâhid Lâhorî bundan sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
sohbetlerinde yetişip olgunlaştı.
Çok ibâdet ederdi. Bir gün, ibâdetten aldığı zevk ve neşe sebebiyle ders arkadaşı Muhammed
Hâşim-i Kişmî'ye; "Cennet'te namaz var mıdır?" diye sordu. "Yoktur. Çünkü orası, dünyâda
yapılan amellerin karşılıklarının verildiği yer olup, amel yeri değildir." cevâbını alınca bir âh
çekti, ağladı ve; "Yazıklar olsun namaz kılmayana. Allahü teâlâya kul olup da namaz
kılmadan nasıl yaşanır?.." dedi.
Abdülvâhid-i Lâhorî bir gün hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir mektup gönderdi.
Mektubunda; "Arasıra secdede öyle hâller oluyor ki, başımı secdeden kaldırmak
istemiyorum." diye yazmıştı.
Abdülvâhid-i Lâhorî hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hikmetli söz ve hâllerini
öğrenmeye can atar, öğrendiklerini naklederdi. Kendisi anlatır:
Hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, Lahor'a teşrif ettiği günler idi. Huzurlarına sebze
satıcılığı yapan yaşlı bir kimse gelip, ziyaret etti. Hocam o ihtiyâra, çok iltifâtta bulunup
yakınlık gösterdi. Bunu gören bizler hayretler içinde kaldık. Hocamın sevdiklerinden biri,
yalnız oldukları bir gün; "Efendim! Hâli belli olmayan o ihtiyâra bu kadar tevâzu
göstermenizin hikmeti neydi?" diye sormuş. Hocam da; "O kimse ebdâl ismi verilen
evliyâdandı." buyurmuşlar.
Abdülvâhid-i Lâhorî, hocası İmâm-ı Rabbânî hazretleriyle zaman zaman mektuplaşırlardı.
Hocasının kendisine yazdığı mektuplardaki nasîhatlerinden bâzıları şöyledir:
"Allahü teâlâya hamd olsun!O'nun sevgili Peygamberine bizden duâlar ve selâmlar olsun. Bir
kul, ibâdet ederken, bu ibâdette bulunan her güzelliği ve iyiliği Allahü teâlâdan bilmelidir!
Çünkü, O'nun güzel terbiye etmesinden ve ihsânındandır. İbâdette kusur ve aşağılık
bulunursa, bunların hepsi kuldan gelmektedir. Kulun özünde bulunan kötülükten hâsıl
olmaktadır. Hiçbir kusuru, aşağılığı Hak teâlâdan bilmemelidir. O makamda, yalnız iyilik,
güzellik ve kemâl vardır. Bunun gibi bu âlemde bulunan her güzellik ve üstünlük Allahü
teâlâdandır. Her kötülük ve aşağılık da, mahlûklardandır. Çünkü, mahlûkların aslı, özü
ademdir. Adem de, her kötülüğün ve aşağılığın başlangıcıdır. (Adem yokluk demektir.)
"Sübhânallahi ve bi-hamdihi" güzel kelimesi, bu iki şeyi açıkça bildirmektedir. Hak teâlânın
tenzîhini ve takdîsini, yâni O'na yakışmayan aşağılıklardan ve kötülüklerden uzak olduğunu
çok güzel bildirmektedir.
Bu güzel kelime, şükür yapmayı, hamd etmekle bildirmektedir. Çünkü hamd, her şükrün
başıdır. Hak teâlânın güzel sıfatlarına, işleri ile bütün nîmetlerine ve büyük ihsânlarına hamd
kelimesi ile şükretmektedir. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfte; "Bir kimse, bu güzel kelimeyi
gündüz veya gece, yüz kerre söylerse, o gün veya o gece, hiç kimse onun kadar sevâb
kazanamaz. Ancak onun gibi söyleyen kazanır." buyruldu. Başkalarının ibâdeti, onunla nasıl
bir olabilir ki, o kimse, bu güzel kelimenin son parçası ile, bütün iyiliklerin ve ibâdetlerin
şükrünü yapmış olmaktadır. Bu güzel kelimenin baş tarafı ise, ayrıca Hak teâlâyı
kötülüklerden ve aşağılıklardan tenzîh ve takdîs etmektedir. O hâlde, bu güzel kelimeyi her
gün ve her gece yüz kerre okumalıyız! İnsanları iyi işleri yapmaya ancak Allahü teâlâ
kavuşturur. (1. cild, 307. mektup)
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Abdülvâhid-i Lâhorî'ye yazdığı başka bir mektuptaki nasîhatleri
de şöyledir:
Kıymetli kardeşimin mektûbu geldi. Kalbin selâmeti için yazdıklarınız anlaşıldı. Evet, kalbin
selâmeti, onun mâsivâyı unutmasına bağlıdır. Öyle ki, zorla hatırlatmak isteseler
hatırlayamamalıdır. Allahü teâlâdan başka her şeye, yâni mahlûkların hepsine "Mâsivâ" denir.
Bu hâle "Fenâ-i kalb" denir. Bu yolun birinci basamağı, bu fenâya kavuşmaktır. Bu fenâ,
vilâyet derecelerine kavuşulacağının müjdecisidir. Talebeler, yaradılışlarındaki uygunluklara
göre, çeşitli derecelere yükselirler. Çok yükselmek istemeli, bunun için çok çalışmalıdır.
Çocuklar gibi, yolda önüne çıkan kozalaklara, cam parçalarına bağlanıp kalmamalıdır.
Hadîs-i şerîfte; "Allahü teâlâ, yüksek şeylere kavuşmak isteyenleri sever." buyruldu. Dünyâ
işleri ile çok uğraşmakta, dünyâ işlerine gönül bağlamak korkusu vardır. Kalbin selâmete
kavuşmasına da sakın aldanmayınız! Yine geri dönebilir.
Dünyâ işleri ile elden geldiği kadar az uğraşınız ki, dünyâya gönül bağlamak tehlikesine
düşmeyesiniz! Dünyâya düşkün olmak felâketinden Allahü teâlâya sığınırız. Dünyâya gönül
bağlamayan fakir bir çöpçü, gönlünü dünyâya kaptıran koltukdaki zenginden kat kat daha
kıymetlidir. Birkaç günlük hayatta dünyâya gönül vermemek, hiçbir şeye düşkün olmamak
için çok uğraşınız! Dünyâya düşkün olmaktan ve dünyâya düşkün olanlardan, aslandan
kaçmaktan daha çok kaçmalıdır. (1. cild, 116. mektup)
5):")&B'>%&:$,1788
Abdülvâhid-i Lâhorî ibâdet zevki ile ilgili bir hâtırasını şöyle anlatır:
Ticâret için Buhârâ'ya gitmiştim. Oranın câmilerinden birinde yatsı namazından sonra nâfile
namazla meşgûl oldum. Câmi hizmetlilerinden birisi bana; "Kendi evine git, nâfile namazları
evinde kıl. Kapıyı kapayacağım." dedi. Fakat söylerken sertçe söylemişti. Bu hizmetçi o gece
evliyânın şâhı Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerini rüyâda görmüş.
Benim için; "O derviş, bizim Hindistan'ın beldelerinden bir beldedendir. Onun kıymetini bil,
ondan özür dile." buyurmuş. Bunun üzerine geldi, özürler dileyip affedilmesi için ricâ etti.
1) Berekât-ı Ahmedî; s.388
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.149

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder