Bağış Yap
5 Haziran 2013 Çarşamba
AHMED BİN HARB
AHMED BİN HARB;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Harb, künyesi Ebû Abdullah'tır. Nişabur'da doğdu.
Doğum târihi bilinmemektedir. Horasan pîri diye meşhur oldu. İlim ve fazîlette üstün
derecelere yükseldi. 848 (H.234) senesinde vefât etti.
Büyüklüğü herkes tarafından bilinir ve kabul edilirdi. Büyük âlim Yahyâ bin Muâz-ı Râzî
vefât ettiğinde başının Ahmed bin Harb'in ayaklarının ucuna gelecek şekilde defnedilmesini
vasiyet etti.
Ahmed bin Harb, Süfyân bin Uyeyne, Yahyâ bin Muâz ve başka gönül sultanı ehil zâtların
sohbetlerinde bulunarak ilim öğrenip olgunlaştı. Verâ, haram ve şüphelilerden kaçmakta
benzeri yoktu.
Bir gün annesi; "Gel kendi evimizde büyüttüğüm bir tavuğu kızarttım. Bundan ye." dedi.
Ahmed bin Harb; "Anneciğim! Bu tavuk, bir gün komşumuzun damına çıkıp birkaç dâne
yedi. Bunun için o tavuktan yemek istemiyorum." dedi. Annesi bu sözleri duyunca, kendisine
böyle bir evlâd verdiği için Allahü teâlâya hamd ve şükür etti.
Ahmed bin Harb çok ibâdet ederdi. Bu sebeple kendisine; "Ey Allahü teâlânın sevgili kulu!
Bir mikdâr istirahat etseniz." denildi. O zaman; "Önünde Cennet ve Cehennem'den başka bir
yer olmayan ve hangisine gideceğini bilemeyen kimsenin uykusu gelir mi?" buyurdu. Daha
fazla ibâdet etmeye başladı.
Bir gün bir tanıdığından mektup aldı. Cevap yazacak vakti olmadığı için, bir talebesine;
"Dostumuzun mektubuna cevap yazıp de ki: Bizim cevap yazacak vaktimiz yok. Onun için
bize mektup yazma. Hep Allahü teâlâ ile meşgûl ol. Vesselâm." buyurdu.
Ahmed bin Harb hazretlerinin Behram adlı ateşperest bir komşusu vardı. Bu komşu bir
defâsında ticâret için bir yere mal gönderdi. Yolda hırsızlar mallarını alıp kaçtılar. Ahmed bin
Harb durumu haber alınca, yanındakilere; "Haydi komşumuza gidelim. Başına gelen bu hâl
için üzülmemesini söyleyip onu teselli edelim. Her ne kadar ateşe tapıyorsa da
komşumuzdur." dedi. Behram'ın evine gelince, kendilerini hürmetle karşıladı ve çok saygı
gösterip ikramlarda bulundu. O günlerde çok kıtlık olduğundan bir şeyler yemek için gelmiş
olabileceklerini de düşünerek ayrıca yemek hazırlamak istedi. Bunu gören Ahmed bin Harb
hazretleri; "Zahmet etmeyiniz. Malınızın çalındığını duyduk. Üzülebileceğinizi düşünerek,
halinizi, hatırınızı soralım diye geldik." buyurdular. Behram; "Evet öyledir, ama bunda üç
şeye şükretmem lâzım oluyor: Birincisi, başkaları benden çaldılar, ben başkalarından
çalmadım. İkincisi, malımın yarısını aldılar, diğer yarısı bende kaldı. Ya hepsini alsalardı.
Üçüncüsü, din bende kaldı, dünyâyı aldılar." dedi.
Bu sözler Ahmed bin Harb'in pek hoşuna gitti ve yanındakilere; "Bu sözleri yazın. Bundan
îmân kokusu geliyor." dedi. Sonra Behram'a; "Niçin ateşe tapıyorsun?" diye sordu. Behram:
"Ona tapıyorum ki yarın beni yakmasın, kendisine yakmak için odun verdim ki beni Allahü
teâlâya ulaştırsın." cevâbını verdi.
Ahmed bin Harb: "Çok yanılıyorsun. Ateş zayıftır. Ona tapmakla hesaptan kurtulmak
mümkün değildir. Bir çocuk, bir avuç su atsa ateşi söndürür. Bu kadar zayıf bir şey başkasına
nasıl kuvvet verebilir? Bir parça toprağı bile kendinden atamaz. Seni Allah'a nasıl
kavuşturur? Ateş câhildir. Bir şey bilmez, yakarken misk ile necaseti ayıramaz. Hepsini aynı
anda yakar ve hangisinin daha iyi olduğunu bilmez. Sen ki, yetmiş senedir ona tapıyorsun.
Ben de ömrümde bir kere ona tapmadım. Gel ikimiz de elimizi ateşe sokalım. Seni koruyup
korumadığını gör." buyurdu.
Behram ateş getirdi. Ahmed bin Harb hazretleri elini ateşe sokup bir saat kadar bekledi. Eli
hiç yanmadı ve acımadı. Bu hâli gören Behram çok şaşırdı, kalbinde bir değişme hissederek:
"Size dört şey soracağım. Cevaplarını verirseniz îmân edeceğim." dedi.
Ahmed bin Harb "Sor." buyurdu. Behram dedi ki:
"Allahü teâlâ, insanları niçin yarattı? Mâdem ki yarattı niçin rızık verdi? Mâdem ki rızık
verdi. Niçin öldürdü? Mâdem ki öldürdü. Niçin diriltecek?"
Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi:
"Allahü teâlâ kendini tanımaları için insanları yarattı. Razzâk, ziyâdesiyle rızık verici
olduğunu bilsinler diye onlara rızık verdi. Kahhâr olduğunu anlamaları için onları öldürür.
Kudretini tanımaları için onları tekrar diriltir."
Behram bunları duyunca; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü
ve Resûlühü." diyerek müslüman oldu.
Ahmed bin Harb hazretleri bir gün tevekküle teşvik ve alıştırmak için çocuklarından birine;
"Yavrum! Bir şeye ihtiyâcın olursa, şu köşede bir delik var. Oraya git. Orada Allahü teâlâya;
yâ Rabbî! İhtiyâcım olan falan şeyi bana ihsân et, diye duâ et." buyurdu. Çocuk; "Peki
efendim. Bundan sonra bildirdiğiniz gibi yapacağım." dedi. Ahmed bin Harb evdekilere de;
"Bunun isteğini, kendisi görmeden şu deliğe koyuverin." diye tenbih etti. Bu hâl bir müddet
böyle devâm etti. Çocuk arzu ettiği şeyleri bu delikten alıyordu. Bir gün evde kimse yok iken,
çocuk âdeti üzere, deliğin yanına gidip yemek istedi. Allahü teâlânın izniyle o delikten
yemeği alıp yerken ev halkı eve gelip durumu görünce, bu yemeği nereden aldığını sordular.
Çocuk; "Her zamanki aldığım yerden." dedi. Bunun üzerine Ahmed bin Harb, çocukta hakîkî
tevekkülün teşekkül ettiğini anladı.
Yahyâ bin Muâz'ın bir bağı vardı. Bir gün bu bağda bir mikdâr üzüm yedi. Hocasının bağdan
üzüm yediğini gören Ahmed bin Harb; "Efendim bu bağ, bir gün, haber verilip izin alınmadan
vakfın suyu ile sulanmıştı." dedi. Yahyâ bin Muâz, hemen tövbe etti. Vakfın malını izinsiz
kullanmanın mes'ûliyetinin ağırlığını düşünerek bir daha o bağdan üzüm yemedi.
Bizanslılar devrinde, İstanbul'da bir doktor yaşıyordu. Hiçbir dîne inanmadığı gibi, Allahü
teâlânın varlığını da inkâr ediyor ve; "Her şey kendi kendine var olmuştur." diyordu. Âlemin
bir yaratıcısı olduğunu kabûl etmiyordu. Mesleğinde mütehassıs olup, sorulan her soruya
cevap veriyordu.
Hıristiyanlardan hiç kimse bu doktora cevap veremez hâle gelmişti. Yalnız; "Dünyânın bir
yaratıcısı olduğuna delil getirip beni iknâ eden olursa, bu dâvamdan vaz geçerim." diyordu.
Karşılaşıp münâzara ettiği herkesi mağlûb ediyor, cevapsız bırakıyordu. Kendisini dinleyen
herkese dinsizliği aşılıyor, fikirlerini karıştırıyordu.
Bu doktor karşısında hıristiyanlar âciz kalmıştı. Durumu krallarına anlattılar. Buna ancak
müslümanların cevap verebileceğini söylediler. Bizans kralı, Abbâsî halîfesi, Me'mûn'a bir
elçi ile mektup gönderdi. Mektubunda; "Size gönderdiğimiz bu doktor dehridir (dinsizdir).
Bir yaratıcı olmadığına inanmaktadır. Yanınızda münâzara edecek ve bunu iknâ edip, mağlub
edecek bir âlim bulunursa çok iyi olur." yazmaktaydı. Abbâsî halîfesi müşavirlerini toplayıp,
onlara danıştı. Oradaki ilim sahipleri dediler ki:
"Ey halîfe! Önce onu, mütehassıs olduğu tıp ilminden imtihan edelim, deneyelim. Sonra
duruma göre ne yapacağımıza karar verelim."
Ertesi gün, kalabalık hâlinde geldiler. Doktor da oradaydı. Herkes bir şişeye idrarını koyarak
birbiriyle değiştirdiler. Her şişenin kime aid olduğunu bilmek için de özel işâretler koydular.
Hepsini getirip, bu inkârcı doktorun önüne koydular. Doktor önce şişelere, sonra da orada
bulunan insanların yüzlerine baktı. Ve hiç yanlışlık yapmadan, bu falancanın, bu da
falancanındır diye tek tek saydı. Şişelerin üzerlerindeki işâretlere baktıklarında, hepsi dediği
gibi olduğunu gördüler. İki kişinin idrarını karıştırdığı şişelerdeki idrara da bakıp; "Bu falanca
ile filancanın idrarıdır. Onlarda şöyle şöyle hastalıklar vardır. İlaçları da şunlardır." dedi.
Hepsini doğru söylemişti. Herkes onun işine şaşırıp âciz kalmıştı. Sonra; Bağdat'ta onunla
münâzara edecek bir kişi bilmiyoruz." dediler. İçlerinden birisi; "Büyük âlim, evliyânın
üstünlerinden olan Nişâburlu Ahmed bin Harb hazretleri dün gece buraya geldi. Hacca
gidiyor. Bununla ancak onun münâzara edebileceğini sanırım." dedi.
Halîfe, Ahmed bin Harb'ın yanına birini gönderip durumu ona bildirdi. O da buyurdu ki:
"Siz münâzara meclisini falan saatte, halîfenin sarayında hazırlayın ve onu lafa tutun! Ben
biraz geç geleceğim. Geldiğim zaman bana, niçin geç kaldınız? dersiniz. Ben de cevap
veririm."
Dediği gibi yaptılar. Ahmed bin Harb hazretleri gelip oturunca halîfe ona; "Niçin geç
kaldınız?" diye sordu. O da; "Abdest için Dicle Nehri kenarına gittim. Tuhaf bir şey gördüm.
Ona bakarak geciktim." dedi. Halîfe; "Ne gördünüz ki?" diye sorunca şöyle cevap verdi:
"Gördüm ki topraktan bir ağaç çıktı, büyüdü, kimse kesmeden yıkıldı. Kimse müdahale
etmeden de tahta şeklini aldı. Bu tahtalar kendiliğinden birleşip marangozsuz, çivisiz sandal
oldu. Bir kayıkçı olmadan da suyun üzerinde gitmeye başladı. Bunu seyre dalıp geç kaldım."
Bu saçmalıkları duyan inkârcı doktor dayanamadı:
"Bu saçma sapan konuşan ihtiyar mı bizimle münâzara etmeye geldi? Bu delidir. Bununla
münâzara etmeye değmez."
Bunun üzerine Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi,
"Niçin saçma konuşayım ve deli olayım?"
Doktor kendinden emin bir şekilde konuştu: "Olmayacak şeyler söylüyorsunuz. Koskoca ağaç
birdenbire büyür, kesilir ve tahta olur. Bu tahtalar marangozsuz birbirine bitişir ve sandal
olur. Kayıkçı olmadan su üzerinde gider dediniz."
O zaman Ahmed bin Harb son sözünü söyledi:
"Ey doğruluktan uzak insan! Bir sandal için bu imkânsız olunca, yâni ustası, bir yapıcısı
olmadan sandal olmaz, su üzerinde gidemez ise, bu güneş, ay ve yıldızlarla, ağaçlar ve
çiçeklerle süslü ve intizamlı âlem, bir yapıcı olmadan, bu dünyâ bu sağlamlığı ile binlerce
güzel yaratıklar, sanat erbâbını hayran bırakan eşsiz tabloları ile kendi kendine nasıl var
olsunlar? Asıl, bir yapıcı, yaratıcı yoktur diye böyle hezeyan söyleyen, saçmalayan delidir."
İnkârcı doktor, bu cevap karşısında şaşıp kalmıştı. Bir an düşündü. Başını kaldırdı, insafla
kendi kendine; "İnsan bilgisine güvenip böbürlenmemeli ve inkârcı olmamalıdır. Şimdi
inanıyorum ki, Allahü teâlâ vardır." deyip müslüman olmak istedi. Ahmed bin Harb ona
kelime-i şehâdet söyletip mânâsını öğretti. Böylece bir insanın inkârdan kurtulup sonsuz
saâdete kavuşmasına vesile oldu.
Buyurdu ki:
"Bizlere ne kadar şaşılır ve hayret edilir ki, gölge denilince hemen güneşin varlığı aklımıza
gelir de, Cennet denilince akla Cehennem'in geleceği, ondan korunmak çâreleri düşünülmez
ve ondan gâfil oluruz."
"Bir kimsenin, evlenip kırk yaşına geldiği, saçına ak düştüğü, hacca gidip Beytullah'ı ziyâret
ettiği halde, hâlâ aklını başına toplamaması, vakitlerini oyun ve günah olan şeylerle geçirmesi
ne kadar çirkindir."
Kendisine, Sâlihâ kadından süâl edilince, buyurdu ki:
"Beş vakit namazını kılan, efendisine (kocasına) itâat eden, her işinde Allahü teâlânın rızâsını
gözeten, insanları gıybetle çekiştirip dedi-kodu yapmaktan, koğuculuktan dilini koruyan,
kanâat sâhibi olup dünyâ malına meyletmeyen ve musîbetlere karşı sabreden bir kadın,
hakîkaten çok iyi bir kadındır."
Ahmed bin Harb hazretlerinden büyük hadîs mütehassısı İmâm-ı Nesâî rivâyette
bulunmuştur.
Ahmed bin Harb hazretlerinin Kitâb-üz-Zühd, Kitâb-üd-Duâ, Kitâb-ül-Kesb, Kitâb-ül-
Hikmeti vel-Menâsik isimli eserleri vardır.
Gıybet hakkında sorulduğunda:
"Bana kim düşmanlık yapıyor, kim beni gıybet ediyor ve hakkımda kötü söylüyor, keşke
bilsem de ona altın ve gümüş göndersem. Benim işimde çalışarak kazandığı sevapları benim
defterime geçirdiğine göre benim paramdan harcasın." buyurdu.
Gönlü dünyâya bağlamamak hakkında da; "Dünyânın sizi kandırıp evvelkileri düşürdüğü
belâya sizi de düşürmemesi için izzet ve celâl sâhibi Allahü teâlâdan gücünüz yettiği kadar
korkun. Bildiğinizle amel edin ve dikkatli olun." buyurdu.
B,>3:1)&;2@$,&5,3"
Ahmed bin Harb hazretleri tesirli sözler söyleyerek kalbleri nûrlandırırdı. Bir sohbetinde
buyurdu ki:
Yeryüzü iki sınıf kimseye çok hayret eder. Birisi, ölümden gâfil olarak, yatağını, karyolasını
süsleyip uykuya yatandır. Yeryüzü kendi hâl lisanı ile o kimseye; "Ey insan! Şu nâzik
bedenin, yataksız olarak arada bir perde bulunmadan, bende uzun müddet kalacak ve
çürüyecek. Bunu niçin düşünmüyorsun?" Yeryüzünün kendisine hayret ettiği ikinci kimse de,
ufak bir arâzi parçası yüzünden kardeşi ile hasım olan kimsedir. Yeryüzü, kendi hâl lisanı ile
o kimseye; "Ey insan! Münâkaşasını yaptığınız bu yerin sizden önceki sâhiplerinin nerede
olduklarını hiç düşündünüz mü?" der.
1) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.80
2) Mu'cem-ul-Müellifîn; c.1, s.188
3) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.218
4) Riyâd-un-Nâsıhîn; s.15
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder