Bağış Yap

Amount :
Other : USD

17 Haziran 2013 Pazartesi

AHMED NAHLÂVÎ


AHMED NAHLÂVÎ;
Şam evliyâsından. İsmi Ahmed, babasının ismi Murâd'dır. Nisbeti Nahlâvî ve Dımeşkî'dir.
1670 (H. 1081) senesinde doğdu. Küçük yaşta âilesini kaybeden Nahlâvî anneannesinin
yanında yetişti. 1744 (H.1157) senesi Temmuz ayının yirmi sekizinde Salı günü vefât etti.
Şam Hâtuniyye Medresesinin bahçesine defnedildi. Kabri ziyaret mahallidir.
Nahlâvî tahsil çağına geldiğinde ilk olarak Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi.
Mektebe gidip gelirken, edeb ve terbiyesinin güzelliği ve derslerine çok gayretli çalışmasıyla
dikkat çekmeye başladı. Emsâl ve akranından ileri geçti. Küçük yaşta, büyüklük, üstünlük
hâlleri kendisinde görülmeye başladı. On yaşında iken, diğer çocuklar gibi koşup oynamaz,
bir kenarda sessizce oturup, başını önüne eğerek tefekkür ederdi. Fıkıh ilmini Şeyh Ahmed
Düsûkî'den okudu. Şam'da Nûriyye ve Hâtuniyye medreselerine devâm etti. Bir müddet ev
işleri ile meşgûl oldu. Bu arada ibâdetlere devâm etmeyi ihmâl etmedi.
Bir gün zeytin toplamak üzere, merdivenle zeytin ağacına çıkıyordu. O sırada kendisini,
evliyânın, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde bulunmaya teşvik eden bâzı sesler duymaya
başladı. Bunun üzerine tasavvuf yolunda bulunmak arzu ve isteği belirdi. Bütün varlığı ile bu
yola yöneldi. Dünyâlık olarak ne varsa, hepsini Allahü teâlânın rızâsı için ihtiyaç sâhiplerine
dağıttı ve cezbeye kapılarak, sahrâlara düştü. Zaman zaman Bab-üs-sagîr denilen yere gidip,
orada ellerini açarak Allahü teâlâya duâ ederdi.
Kardeşi Şeyh Muhammed birgün eve geldiğinde, kardeşi Ahmed'i evde bulamadı. Nerede
olduğunu sordu. Bir müddet önce çıkıp Sâlihiyye mahallesine doğru gittiğini söylediler.
Hemen o tarafa gitti. Çok aradı ise de izini bulamadı. Yedi gün sonra Şeyh Muhammed'e bir
kimse gelerek, kardeşi Ahmed'in Sâlihiyye'de bir yerde olduğunu söyledi. Süratle oraya gitti.
Târif edilen yerde, bir dağ eteğinde durduğunu gördü. Aç ve bitkin bir halde idi. "Ey Ahmed!
Neredesin?" diye sordu. Bunun üzerine; "Bâzı büyük zâtlar beni alıp Bağdat'a, Allahü
teâlânın ism-i şerîfinin zikredildiği bir meclise götürdüler." dedi. Devamla; "Beni yalnız bir
yere bırakıp; burada zikirle meşgûl ol! dediler. Daha sonra bir kimse şerbet getirerek, içmemi
söyledi. İçtim. Sonra beni buraya (Şam'a) getirdiler." dedi. Ondan bunları dinledikten sonra;
"Haydi kalk. Eve gidelim." dedi. Gitmek istemedi. Fakat zorla kabûl ettirip bir hayvana
bindirdi. O da bindi. Bâb-üs-Serâyâ denilen yere geldiklerinde, evliyânın büyüklerinden Şeyh
Halîl ile karşılaştılar. O büyük zâtı görünce iki kardeşi de bir cezbe aldı ve ikisi de hayvandan
düştüler. Ahmed Nahlâvî bundan sonra, o zâtın talebesi oldu.
Tasavvuf yolunda kendisini mânevî yönden terbiye edip, bu yolda yetiştirecek ve kâbiliyeti
nisbetinde yüksek makamlara kavuşmasına vesîle olacak bir rehbere de kavuştuktan sonra, bu
yolda ilerleyen Ahmed Nahlâvî, yüksek dereceler sâhibi oldu. Üstünlüğü her tarafa yayıldı.
Etrafta onun yüksekliği konuşulur oldu.
Ahmed Nahlâvî'nin Sâlihiyye, Meydân ve Bâb-ı Tûmâ mahallelerinde oturan üç talebesi
birgün bir araya gelmişlerdi. Onlardan birisi, neşe ve sürûr ile ve diğerlerine güzel bir haber
vermek için; "Elhamdülillah dün akşam hocamız bize teşrif etti ve bizde kaldı." dedi.
Talebelerin ikincisi dedi ki: "Hayır. Hocamız dün akşam benim yanımdaydı." Bunları hayretle
dinleyen üçüncü talebe; "Sizin ikinizin söylediği de doğru değil, Çünkü dün akşam hocamız
benim yanımdaydı." dedi. Bundan sonra her üçü de yemin ederek kendi sözlerinin doğru
olduğunu iddiâ etti. Bunun üzerine talebelerin hepsi, bu hâlin hocalarının bir kerâmeti
olduğunu, evliyânın, Allahü teâlânın izni ile bir anda çeşitli yerlerde görülebileceğini, buna
benzer menkıbelerin başka büyük zâtlardan da nakledildiğini, hepsinin söylediklerinin doğru
olduğunu anladılar.
Ahmed Nahlâvî talebeleriyle birlikte Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyârete
gitmişti. Ziyâretten sonra Ahmed Nahlâvî kabrin yanına oturdu. Bu sırada talebelerinden
birisi, elinde, büyükçe ve yuvarlak bir taş getirerek Ahmed Nahlâvî'nin önüne koydu ve; "Ey
Efendim! Şu taş altın olmuş olsa, bizler onunla ihtiyaçlarımızı karşılar, rahat ederdik." dedi.
Ahmed Nahlâvî taşa bakarak; "Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, bir taşa nazar etseler, o
taş altın olur." buyurdu. O taş o anda Allahü teâlânın izni ile altın oluverdi. Sonra taşı getiren
talebeye; "Onu al götür." buyurdu. Talebe almak istedi ise de yerinden kımıldatamadı. Bunun
üzerine Nahlâvî tekrar nazar edince altın tekrar taş oldu. Bundan sonra o talebe taşı rahatça
alıp götürdü. Talebeleri bu hâlden anladılar ki, büyükler Allahü teâlânın izni ile taşın altın
olmasına vesîle olurlar. Bununla berâber böyle şeylere kıymet ve îtibâr etmezler. İnsanların,
böyle hâlleri ile değil, İslâmiyete tam uymaları ile kıymet kazanacaklarını bildirirler.
Nahlâvî hazretleri, bâzı kimselerle Şeyh Hayât bin Îsâ Harrânî'nin ziyâretine gitti. Birkaç gece
orada kaldıktan sonra içlerinden Abdürrahmân Galsâ isimli bir zât sabah namazının vakti
girdi zannıyla oradakilere namaz kıldıracağı sırada, Nahlâvî başını kaldırıp, daha fecrin
girmediğini, sabah namazının kılınamayacağını söyledi. Buna rağmen bâzıları namaz kılıp
yola çıktı. Fakat yolda fecrin ancak iki saat sonra doğduğuna şâhid oldular. Bunun üzerine bir
nehrin kenarında konaklayıp, sabah namazlarını kıldılar.
Ahmed Nahlâvî Allahü teâlâyı tanıyan âriflerin meşhûrlarındandı. Allahü teâlâdan çok
korkardı. Bu korku, Allahü teâlâya olan muhabbetinin çokluğundan hâsıl olan bir korkuydu.
Allahü teâlânın aşkı ile âdetâ kendinden geçmiş hâlde bulunurdu. Keşf, müşâhede, irfân ve
hârikalar sâhibi, olgun ve yüksek bir velîydi. İnsanların ona olan inançları çok kuvvetli olup,
onun için "Şam'ın bereketi" ismini kullanırlardı. Büyüklüğünü, üstünlüğünü gizlerdi. Hâlleri
ve tavırları çok garîb idi. Kendi hâllerini öyle örter, gizlerdi ki, onu tanımayan bir kimse ilk
gördüğünde, onun tasavvuf hâllerinden habersiz, gaflet içinde bir kimse olduğunu zannederdi.
Bununla berâber üstünlüğünü anlayanlar pek fazlaydı. İnsanlardan pekçok kimse, sohbetine
gelir, onunla bereketlenmek, ondan istifâde etmek arzusuyla yanıp yakılırlardı.
Talebelerinin önde gelenlerinden Muhammed Câferî, bir mukaddime, beş fasıl ve bir de
hâtime üzerine tertib ettiği ve; Tabîb-ul-Müdâvî bi Menâkıb-iş-Şeyh Ahmed Nahlâvî ismini
verdiği kitabında, Ahmed Nahlâvî'nin hâllerini, kerâmetlerini, uzun uzun anlatarak,
okuyanların istifâdesine sunmuştur.
!$3<1&)1%1:1&B,1D1?$)$&#$,31'
Vezîr Süleymân Paşa, Nahlâvî'nin bulunduğu yere vazifeli gelmişti. Bunu haber alan Nahlâvî,
talebeleri ile birlikte vezîrin ziyâretine gitti. Vezîr, onların kendisini ziyârete geldiklerini
duyunca, çok memnun oldu ve bizzat kendisi karşıladı. Çok ikrâmda bulundu. Bir müddet
oturup sohbet ettikten sonra vezîr burada işinin bittiğini bildirerek ayrılmak için Nahlâvî'den
izin istedi. O da, nereye gideceğini sordu. Vezîr, sultânın fermânı olduğunu, emredilen yere
gideceğini ve bâzı işlerinin bulunduğunu söyleyince, Ahmed Nahlâvî vezîre; "...Hiç kimse
yarın ne kazanacağını (başına ne geleceğini) bilmez. Hiç kimse hangi yerde öleceğini de
bilmez..." (Lokman sûresi:34) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Nahlâvî ve talebeleri
dergâha döndükten on beş gün sonra vezîrin vefât ettiği ve Şam'da Bâb-üs-sagîr denilen yerde
defnedildiği haberi geldi.
1) Silk-üd-Dürer; c.1, s.199
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.277

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder