İki kanatlı Ca’fer-i Tayyar hazretleri
Peygamber efendimiz, 36 yaşlarında bulundukları sırada Hicaz topraklarında şiddetli bir kuraklık ve açlık hüküm sürüyordu. Hemen herkes her geçen gün bunun ağırlığını daha çok, daha derinden hissediyordu.
Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib, kalabalık bir ailenin reisiydi. Ailesini geçindirecek bir servete sahip değildi. Bunun için geçinmekte herkesten daha çok sıkıntı çekiyordu. Peygamber efendimiz, küçük yaşından beri yanında büyüdüğü ve iyiliğini gördüğü amcasına bu sıkıntılı zamanında bir yardım yapmak, onun geçim yükünü hafifletmek istiyordu.
Bu sebeple, amcalarının en zengini olan Hz. Abbas’a bir gün: “Ey amcam biliyorsun ki, kardeşin Ebû Tâlib’in çok çocuğu vardır. İnsanların uğradığı şu kıtlık ve açlığı da görüyorsun. Haydi, Ebû Tâlib’e gidelim, onun aile yükünü biraz hafifletelim. Bakıp, büyütmek üzere oğullarından birini ben yanıma alayım, birisini de sen yanına alırsın. Evlatlarından iki tanesini onun üzerinden almak kâfi gelir” diye buyurdu.
Hz. Abbâs: “Olur” deyince, kalktılar. Ebû Tâlib’in yanına vardılar. Ona; “Halkın, içinde bulunduğu kıtlık ve darlık kalkıncaya kadar, senin çocuklarından bir kısmını yanımıza alıp yükünü hafifletmek istiyoruz.” buyurdular. Ebû Tâlib, “Oğullarımdan Akâl’i ve Tâlib’i bana bırakıp, istediğinizi alabilirsiniz” dedi. Böylece Peygamber efendimiz Hz. Ali’yi, Hz. Abbâs da Hz. Câfer’i yanına aldı.
Birgün Ebû Tâlib, oğlu Câfer ile şehrin dışında yürürken Hz. Peygamberimizi gördü. Hz. Ali ile beraber namaz kılıyorlardı. Ebû Tâlib oğlu Cafer’e, “Git, sen de kardeşinin yanına dur, namaza başla” dedi.
Câfer gidip, Hz. Ali’nin yanında namaza durdu. Namazdan sonra, Peygamber efendimiz, Ona duâ etti. “Hak teâlâ, sana iki kanat versin. Cennette onlar ile uçarsın” buyurdu. Allahü teâlâ bu duâyı kabul etti. Hz. Câfer, Mü’te gazâsında, şehid olmakla şereflendi
Hicri 8. (m. 629) yılda, üçbin askerle, Şam civarında (Mû’te) denilen yerde Rumlarla harb ederken şehid olduğunda, 41 yaşındaydı Hz. Cafer. O gün yetmişden fazla yara almıştı.
Hz. Cafer’in bir özelliği de, görünüş olarak ve güzel huyları ile Resûlullah’a çok benziyen yedi kişiden biri olmasıydı.
Peygamberimiz Hz. Cafer’in bu savaşta şehid olduğunda “Cafer’i Cennette uçları kana boyanmış iki kanatlı bir halde gördüm” hadîsiyle müjdeledi. Allahü teâlâ, ona iki kanat verdi. Firdevs cennetinde uçmaktadır. Bu sebeple kendisine Ca’fer-i Tayyâr denir.
“Ben inandım ki, o Allahın Resûlüdür”
Kureyş müşriklerinin Eshâb-ı kirâma karşı revâ gördükleri zulüm ve işkencelerden sonra, Peygamber efendimiz, bir kısım eshâbın Habeşistan'a hicret etmelerine müsaade etmişti. Kâfilenin başkanı olarak Ca'fer-i Tayyâr hazretlerini tayin etmişti.
Mekkeli müşrikler bu durumdan haberdar olunca, Habeşistan Melîki Necâşî'ye çok kıymetli hediyeler hazırlıyarak elçiler gönderdiler. Hediyeleri takdim eden elçiler: “Ey Melîk! İçimizden birtakım kimseler sizin memleketinize iltica etmişlerdir. İsteğimiz, bunların iâde edilmeleridir” dediler.
Necâşî bunları dinledikten sonra, bu defa Ca'fer-i Tayyâr hazretlerine sordu:” Siz bulunduğunuz dîni bırakıp ne diye başkasına uydunuz? Kabûl ettiğiniz bu din hakkında bilgi veriniz. Üstelik niçin öyle selâm verdiniz ve secde etmediniz?” Ca'fer-i Tayyâr hazretleri şöyle cevap verdi:
“Ey Hükümdâr, biz câhil bir millet idik. Putlara tapardık. Hayvan leşi yer, her türlü kötülüğü işlerdik. Kuvvetli olanlarımız, zayıf olanlarımızı ezerdi. Allahü teâlâ bize, kendimizden, doğruluğunu, emînliğini, iffet ve temizliğini, soyunun düzgünlüğünü bildiğimiz bir Peygamber gönderinceye kadar, biz bu vaziyette idik. O Peygamber bizi, Allahü teâlânın varlığına, birliğine inanmaya, O'na ibâdete, bizim ve atalarımızın taptığı taşları ve putları bırakmaya da'vet etti. Doğru sözlü olmayı, emânete hıyânet etmemeyi, herkesle güzel geçinmeyi, Allahü teâlâya ortak koşmaksızın ibâdet etmeyi, namaz kılmayı, oruç tutmayı, zekât vermeyi, bize emretti. Biz de kabûl ettik ve O'na îmân ettik. Bu yüzden kavmimiz bize düşman olup, zulmettiler. Dînimizden
döndürmek için her türlü işkenceye başvurdular. Biz de yurdumuzu, yuvamızı bırakarak ülkenize sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Yanınızda haksızlığa uğramıyacağımızı ummaktayız. Selâm verme işine gelince, biz sizi Resûlullahın selâmı ile selâmladık. Birbirimize de öyle selâm veririz. Biz Allahü teâlâdan başkasına secde etmeyiz.”
Necâşî bunun üzerine dedi ki: “ Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim. Ben inandım ki, o Allahın Resûlüdür. Zaten biz, onu İncil'de görmüştük. Eğer O buralarda olsaydı, gidip ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım.
Sonra elçilere dönerek şöyle devam etti: “Vallahi, ben onları size teslim etmem ve haklarında bir kötülük düşünmem. Şu hediye diye getirdiğiniz rüşvetinizi de alarak derhal buradan uzaklaşın! “
Necâşî'nin bu sözleri üzerine elçiler başka bir şey diyemediler. Perişan hâlde geri döndüler.
Hz. Cafer nihayet arzusuna kavuştu
Hazret-i Cafer-i Tayyar, Habeş hükümdarı Necaşi’nin Müslüman olmasına vesile oldu. Hz. Cafer’in İslamiyeti, tanıtan anlatan konuşmasından, yaşayışından çok etkilenmişti. Bir gün Necâşî eski elbiselerini giyip sarayından çıkdı.
Başında tac ve arkasında padişahlık elbisesi yoktu. Toprak üzerine oturdu. Papazlar bu hâle şaşırdı. Sonra Hz. Cafer’i ve diğer Eshâb-ı kirâmı çağırdı. Onlar geldiler. Melik’i bu vâziyette görüp sustular. Necâşî, Hz. Cafer’e “Ben etrafa haberciler gönderdim. Bana müjde haberi getirdiler. Allahü teâlâ, Resûlüne yardım etmiş. Bedir savaşında düşmanlarını helâk eylemiş. Kâfirlerden Şeybe, Utbe bin Rebia, ebû Cehil, Ümeyye bin Halef cümlesi helâk olmuşlar ve bir çoğu da esir olmuşlar dedi. Hz. Cafer sevincini açıklayıp şükrettikten sonra:
“Ey Melik! Böyle eski elbiseler giymenize sebep nedir?” dedi. Necâşî; “İncilde gördüm ki, Hak tealâ kullarına bir nimet verdiği vakit bu nimeti başkasına haber veren kimsenin tevazu yapması gerekir. Şimdi Hak teâlâ, Sevgili Peygamberine zafer ihsan eylemliş, bunu size haber vermek için böyle yaptım” dedi.
Peygamber efendimizin amcası Ebû Talib’in oğlu Hz. Cafer ve beraberindeki müslümanlar, bu haberden sonra Habşistan’da Medine’ye geldiler. Dönüşleri hicretin yedinci yılında (m. 628), Hudeybiye’den sonra ve Peygamber efendimiz Hayber’de bulundukları sırada olmuştu. Peygamber efendimiz, Cafer bin ebî Talib ile karşılaşınca, Hz. Cafer’in alnından öpüp bağrına bastı ve “Ben Hayber’in fethine mi, yoksa Cafer’in gelişine mi sevineceğim bilemiyorum. Sizin hicretiniz iki defadır. Siz, hem Habeş ülkesine hem de yurduma hicret ettiniz” buyurdu.
Hz. Peygamberimiz, mescîdinde, öğle namazından sonra Eshâb-ı kirâm ile birlikte oturdular. Müslümanlar, Allah yolunda cihada çıkacaklardı. Peygamber efendimiz: “Zeyd bin Hârise’yi, cihada çıkacak olan şu insanların başına kumandan tayin ettim. O şehid olursa yerine Cafer bin Ebî Tâlib geçsin, O da şehid olursa yerine Abdullah bin Revâha geçsin. O da şehid olursa, müslümanlar, aralarında uygun birini seçip onu kendilerine kumandan yapsınlar.” buyurdu.
Cihad aşkıyla yanıp tutuşan Hz. Cafer, bu habere çok sevindi. Hazırlanıp hemen savaşa katıldı. Bir müddet sonra da, Cebrâil aleyhisselam gelerek, Hz. Cafer’in şehid olduğunu, kesilen iki eli yerine Allahü teâlâ tarafından yakuttan iki kanat ihsan olunduğunu, o kanatlarla Cenette uçmakta olduğunu haber vermesi üzerine Peygamber efendimiz, Hz. Cafer’in ailesine “Ey! İki kanatlı mesûd kimsenin çocukları” diyerek bu durumu müjdelemişti. Bunun için, Hz. Cafer, Tayyar=uçan ismiyle tanınmıştır.
Eshâb-ı kirâmdan Hz. Ebû Hureyre O’nun özellikleri şöyle bildirir: “Cafer, fakirleri sever, onlarla otururdu. Onlarla konuşur ve onları dinlerdi. Peygamber efendimiz, O’nu “Fakirlerin babası” diye künyelendirmişti.”
Dıhye-i Kelbî ve Cebrail aleyhisselâm
Cebrâil aleyhisselam çok defa Resûlullahın huzuruna Hz.Dıhye-i Kelbî’nin sûretinde gelirdi. Resûlullah efendimiz Beni Ümeyye’den üç kimseyi üç kimseye benzetir: “Dıhyet-ül Kelbî, Cebrâil’e; Urve bin Mes’ud-es-Sekâfi, İsâ’ya ; Abdül üzzi ise Deccâl’a benzer.” buyururdu. Hz.Dıhye-i Kelbî’nin bu benzerliği bazan karışıklıklara da sebep olurdu. Bir gün Cebrâil aleyhisselam Hz. Dıhye sûretinde Resûlullaha geldi. Bu arada Resûlullah Mescid-i Nebî’de bulunuyordu. Daha çocuk yaşta olan Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin de mescidde oynuyorlardı.
Hz. Cebraili Dıhye zannedip hemen ona doğru koştular. Ceplerine ellerini sokup, bir şeyler aramaya başladılar. Resûlullah efendimiz, “Ey kardeşim Cebrâil! Sen benim bu
torunlarımı edepsiz zannetme. Onlar seni Dıhye sandılar. Dıhye ne zaman gelse hediyye getirirdi. Bunlar da hediyelerini alırlardı. Bunları öyle alıştırdı.” buyurdu.
Hz. Cebrâil bunu işitince üzüldü. “Dıhye bunların yanına hediyesiz gelmiyor da, ben nasıl gelirim” dedi. Elini bur uzattı Cennetten bir salkım üzüm kopardı Hz. Hasan’a verdi. Bir daha uzattı, bir nar kopardı. Hz. Hüseyin’e verdi. Hasan ve Hüseyin hediyelerini alınca Dıhye zannettikleri Cebrâil’in yanından uzaklaştılar ve Mescid-i Nebevî’de oynamaya devam ettiler.
Bu sırada mescidin kapısına, ak sakallı elinde baston, toz-toprak içerisinde beli bükülmüş ihtiyar bir kimse geldi, “Yavrularım günlerdir açım, Allah rızası için yiyecek bir şey verin” dedi.
Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin, biri üzümü diğeri de narı yiyecekleri sırada bu ihtiyarı böyle görüne, hemen yemekten vazgeçip ihtiyara vermek için mescidin kapısına doğru yürüdüler. Tam verecekleri sırada Hz.Cebrâil gördü: “Durun, vermeyin o mel’ûna! O şeytandır. Cennet ni’metleri ona haramdır” buyurarak şeytanı kovdu.
Hz. Dıhye-i Kelbî ticaretle meşgul olup, çok zengindi. Kabilesinin reisiydi. Müslüman olmadan önce de Resûlullahı severdi. Ticaret için Medine’den ayrılıp her dönüşünde Resûlullahı ziyaret eder ve hediyeler getirirdi. Fakat Peyamberimiz efendimiz bunlara kıymet vermez ve “Yâ Dıhye eğer beni memnun etmek istiyorsan imân et. Cehennem ateşinden kurtul” buyurur, O’nun imân etmesini isterdi. Dıhye ise zamanı olduğunu söylerdi. Peygamberimiz onun hidâyet bulması için duâ ederdi. Bedir gazâsından sonra birgün Cebrâil Dıhye’nin imân edeceğini Resûlullaha haber vermişti. İmânla şereflenmek için huzur-u saâdetlerine girince Resûlullah üzerindeki hırkasını Dıhye’nin oturması için yere serdi. Dıhye-i Kelbî, Resûlullaha hürmeten Hırka-i Seâdeti kaldırıp, yüzüne gözüne sürdükten sonra başının üzerine koydu. Resûlullahın duâları bereketiyle kalbinde imân nuru doğmuş ve öylece Resûlullaha gelmişti.
Böylece Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden oldu. Simâ olarak en güzellerindendi. Doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir. 672 senesinde vefat etti. “Biz Müslümanlar kula secde etmeyiz!”
Dıhye-i Kelbî hazretleri, Rumca’yı iyi bilirdi. Resûlullah onu Bizans’a Sefir olarak gönderdi. Resûlullah Bizans Kayseri Heraklius’u İslâm’a dâvet için bir mektup yazdırdı. Mektubu Dıhye’ye verdi. Mektubu Bizans Kayserine sunması için Busrâ emirine vermesini emretti.
Hz.Dıhye , Peygamberimizin mektubunu Kaysere sunması için Busrâ’daki Gassan emîri Hâris’e başvurdu. Hâris, Dıhye’yi Heraklius’a götürmesi için Adiy bin Hâtem’i vazifelendirdi. Adiy bin Hâtem de Dıhye’yi alıp, Kudüs’e götürdü. Bu sırada Heraklius’da Kudüs’te bulunuyordu.
İmparatorun adamları kendisine “Kayser’in huzuruna çıktığı zaman başını eğip yürüyeceksin ve yaklaşınca da yere kapanıp secde edeceksin. Secdeden kalkmana izin vermedikçe de asla başını yerden kaldırmayacaksın.” dediler.Dıhye onlara,“Biz müslümanlar! Allahü teâlâdan başka hiçbir kimseye secde etmeyiz. Hem insanın insana secde etmesi insanın yaratılışına terstir.” dedi.
“Madem ki Kayser’e secde etmeyeceksin, o zaman şöyle yap: Kayser’in sarayının önünde dinlendiği bir yer var. Hergün öğleden sonra bu avluya çıkar oraları dolaşır. Orada bir minber vardır, onun üzerinde herhangi bir şikâyet veya yazı varsa önce onu alır okur, sonra istirahat eder. Sen de şimdi git hemen mektubu o minbere koy ve dışarda bekle. Mektubu görünce seni çağırtır. O zaman vazifeni yerine getirirsin” dediler.
Bunun üzerine Dıhye mektubu söylenilen yere bıraktı. Heraklius mektubu aldı; Arapça bilen bir de tercüman çağırttı. Tercüman Resûlullahın mektubunu okumaya başladı: “Bismillâhirrahmânirrahîm Allah’ın Resûlü Muhammed’den, Rumların büyüğü Herakl’e, Allahü teâlânın hidayetine tâbi’ olana selâm olsun. Bundan sonra; Ben seni İslâm’a davet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın. Allahü teâlâ sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen bütün Hıristiyanların vebâli senin üzerinedir. Ey ehl-i kitab sizin ve bizim aramızda bir olan söze gelin; Allahü teâlâdan başkasına ibadet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allahü teâlâyı bırakıp bazılarımız bazılarını Rab edinmesinler. Eğer bu sözden yüz çevirirlerse: “Şahid olunuz. Biz müslümanız”, deyiniz.”
Resulullahın mektubu okunurken Heraklius’un alnından ter taneleri dökülüyordu. Mektub bitince “Hz. Süleyman’dan sonra ben böyle “Bismillâhirrahmânirrahîm” diye başlıyan bir mektub görmemiştim” dedi. Ne yapacağına karar veremedi. Bunun için çevresine sormaya karar verdi.
“ Allah helâk edici ve nimetleri değiştiricidir”
Resulullahın kendisini İslama davet mektubu hakkında bir karar veremeye Heraklius, Hıristiyanların reisi ve kendisinin danışmanı Uskuf’a fikrini sordu. O, “Vallâhi O, Mûsa ve İsâ’nın bize geleceğini müjdelediği Peygamberdir. Zaten biz O’nun gelmesini bekliyorduk” dedi.
Heraklius, “Sen bu hususta ne yapmamı tavsiye edersin, neyi uygun görürsün?” diye sordu. Uskûf, “O’na tâbi’ olmanı uygun görürüm.” dedi. Heraklius “Ben senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum. Fakat O’na tabi olup, müslüman olmağa gücüm yetmez. Çünkü hem hükümdarlığım gider hem de beni öldürürler.” dedi.
Sonra Hz. Dıhye’yi ve Adiy bin Hâtem’i çağırttı. Dıhye kendisine “Aramızda bir zât zuhur etti. Peygamber olduğunu beyân etti. Halkın bir kısmı Ona tabi olmaktadır. Bir kısmı da karşı koymaktadır. Aralarında çarpışmalar vuku’ bulmuştur.” dedi.
Bundan sonra Heraklius, Hz. Peygamber hakkında araştırmaya başladı. Şam vâlisine emir verip Hz. Peygamberin soyundan bir kişiyi muhakkak bulmalarını emretti. Bu arada kendisinin dostu olan ve İbrânîce bilen Roma’daki bir âlime de mektup yazıp bu meseleyi sordu. Roma’daki dostundan bahsettiği zâtın âhir zaman peygamberi olduğunu bildiren bir mektub geldi.
Bu arada Şam Valisi, ticaret için Şam’a giden bir Kureyş kervanını buldu. Bunların içinde Ebû Süfyan da vardı. Ebû Süfyan”a “Siz şu Hicaz’daki zâtın kavminden misiniz?” diye sordu. “Evet” cevabını verince, “Haydi bizimle beraber imparatorun yanına gideceksiniz.” dedi.
Ebû Süfyan’la yanındakileri Şam’a götürdü. Şam Valisi Ebû Süfyan’ı ve yanındakileri Heraklius’ün yanına çıkadı. O’na bazı sorular sordu. Aldığı cevapların hepsi müspet oldu.
Sonra tekrar Hz. Dıhyeyi çağırttı. Dıhye İmparatora o mübarek güzel sesiyle şunları söyledi: “ Ben seni, Mesih’in kendisine namaz kılmış olduğu Allah’a davet ediyorum. Ben seni Mesih’in daha annesinin karnıda iken gökleri ve yeri yaratan ve onlara hakim olan Allah’a davet ediyorum. Seni, Hz. İsâ’nın geleceğini müjdeleyip haber verdiği Peygambere imâna davet ediyorum. Eğer bu hususta sen bir şey biliyorsan ve eğer kendin için dünya ve âhiret seâdetini kazanmak istiyorsan onları gözlerinin önüne getir. Yoksa âhiret saâdetin elinden gider. Dünyada küfür ve şirk içinde kalırsın. Şunu da iyi bilki, senin Rabbin olan Allah cebbbârları helâk edici ve ni’metleri değiştiricidir” dedi.
“Biliniz ki bize Ahmed’den mektup geldi”
Herakliüs, Peygamberimizin mektubunu okuyunca öpüp gözlerine sürdü ve başına koydu. Sonra da Hz. Dıhye’ye “Ben, ne elime geçen bir yazıyı okumadan, ne de yanıma gelen bir âlimden bilmediklerimi sorup öğrenmeden bırakmam. Böylece hayır ve iyilik görürüm. Sen bana Mesih’in kendisine namaz kıldığı zâtı düşünüp buluncaya kadar mühlet ver” dedi.
Herakliüs daha sonra Dıhye’yi yanına çağırıp başbaşa konuştu. Kalbinde olanı izhar etti. Dedi ki: “Ben biliyorum ki seni gönderen zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve gelmesi beklenen âhir zaman peygamberidir. Yalnız ben O’na uyarsam; Rumların beni öldürmesinden korkuyorum. Seni, onların içinde en büyük âlimleri ve benden daha ziyâde itibâr gösterdikleri bir kimse vardır. Safâtır derler, ona göndereyim. Bütün Hıristiyanlar ona tâbi’dir. Eğer o imân ederse, bütün hepsi ona uyup imân ederler. Ben de o zaman kalbimde olanı ve itikadımı açığa vururum.”
Bundan sonra Herakliüs bir mektup yazıp, Dıhye’ye verip Safâtır’a gönderdi. Safâtır, Peygamberimizin vasıflarını işitince Hz. Mûsâ’nın ve Hz. İsâ’nın geleceğini haber erdikleri âhir zaman peygamberi olduğunda hiç şüphesi olmadığını söyledi ve imân etti. Evine gitti, kapandı ve her Pazar yaptığı vaazlara üç hafta çıkmadı.
Hıristiyanlar “Safâtır’a ne oluyor ki o arabla görüştüğünden beri dışarı çıkmıyor, onu istiyoruz” diye bağırdılar. Safatır üzerindeki siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz elbise giydi ve eline âsâsını alıp kiliseye geldi.O beldedeki Hıristiyanları topladı. Ayağa kalkıp: “Ey Nasârâ, biliniz ki bize Ahmed’den mektup geldi. Bizi hak dine davet etmiş. Ben açıkça biliyor ve inanıyorum ki; “O Allahü tealânın hak resûlüdür” dedi
Hıristiyanlar bunu işitince hepsi Safatır’ın üzerine hücum ettiler ve onu döverek şehîd ettiler. Dıhye gelip, durumu Herakliüs’e haber verdi. Herakliüs “Ben sana söylemedim mi? Safâtır, Nasârâ katında benden daha sevgili ve azizdir. Eğer duysalar beni de onun gibi katl ederler” dedi.
Bir mektup yazıp,Dıhye ile Peygamberimize gönderdi. Mektupta şöyle diyordu: “Hz. İsâ’nın müjdelediği Allah’ın Resûlü Muhammed’e, Rum hükümdarı Kayser’den; “Elçin mektubunla birlikte bana geldi. Ben şehâdet ederim ki sen Allah’ın hak resûlüsün. Zaten biz seni İncil’de yazılı bulduk ve Hz. İsâ seni bize müjdelemiş idi. Rumları sana imân etmeğe davet ettim. Fakat imân etmeğe yanaşmadılar. Onlar beni dinleselerdi muhakkak ki bu onlar için hayırlı olurdu. Ben senin yanında bulunup sana hizmet etmeyi ve ayaklarını yıkamayı çok arzu ediyorum.”
Buhârî’nin Sahîhi’nde zikrettiği ve Zührî’nin rivayet ettiği haber ise şöyledir: “Herakliüs Humus’daki köşkünde Rumların büyüklerini çağırıp kapıların kapatılmasını emretti. Sonra yüksek bir yere çıktı ve “Ey Rum cemâatı sizler seâdete, huzura kavuşmayı veh âkimiyetinizin temelli kalmasını, Hz. İsâ’nın söylediğine uymayı ister misiniz?” dedi. Rumlar, “Ey bizim hükümdarımız, bunları elde etmek için ne yapalım” diye sordular. Herakliüs; “Ey Rum cemâtı, ben sizleri hayırlı bir iş için topladım: Bana Muhammed’in mektubu geldi. Beni dine davet ediyor. Vallâhi o, gelmesini bekleyip durduğumuz, kitaplarımızda kendisini yazılı bulduğumuz ve alâmetlerini bildiğimiz peygamberdir. Geliniz O’na tâbî olalım da dünyada ve âhirette selâmet bulalım” dedi. Bunun üzerine herkes kötü sözler söylelyip homurdanarak dışarı kaçmak için kapılara koştular. Fakat kapılar kapalı olduğu için bir yere gidemediler. Herakliüs Rumların bu hareketlerini görüp, İslâmiyetten böyle kaçındıklarını anlayınca, öldürülmesinden korktu ve “Ey Rum cemâatı benim biraz önce söylediğim sözler, sizlerin, dininize olan bağlılığınızı ölçmek içidi. Dininize bağlılığınız ve beni sevindiren davranışınızı gözlerimle gördüm” dedi. Bunun üzerine Rumlar Herakliüs’e secde ettiler, köşkün kapıları açıldı çıkıp gittiler. Herakliüs, Dıhye’yi çağırdı olanları anlattı.
“Yalan söylüyor dininden dönmemiştir”
Hz. Dıhye, Herakliüs’den ayrılıp Hismâ’ya geldi. Yolda Cüzâm vadilerinden Şenar vadisinde Huneyd bin us oğlu ve adamları Dıhye’yi soydular. Eski elbiselerinden başka herşeyini aldılar. Bu mevkide Dübeyb bin Rifâe bin Zeyd ve Kavmi, İslâmiyeti kabul etmişlerdi. Dıhye bunlara geldi. Bunlar Hüneyd bin Us’ ve kabilesinin üzerine yürüyüp Dıhyeden aldıkları şeylerin hepsini kurtardılar. Daha sonra Resûlullah Zeyd bin Haris’i Hüneyd bin Us ve adamlarının üzerine gönderdi. Bu mesele böylece kapandı. O beldede olanların hepsi îmân etti.
Hz.Dıhye Medine’ye gelince evine uğramadan hemen doğruca Resûlullahın kapısına gitti. Kapıyı çaldı. Peygamberimiz, “Kim o?” diye sordu. Dıhye “Dıhyet-ül Kelbî” dedi. Peygamberimiz “içeri gir” buyurdu. Dıhye içeri girdi ve bütün olanları anlattı. Peygamberimiz Herakliüs’ün mektubnu okuttu. “Onun için bir müddet daha (saltanatta) kalmak vardır. Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir” buyurdu.
Herakliüs daha sonra da Peyamberimize imân ettiğini bildiren mektup yazmış ise de Resûlullah “Yalan söylüyor. Nasrânî dininden dönmemiştir” buyurdu.
Herakliüs, Peygamberimizin mektubunu ipekten bir atlasa sarıp, altın yuvarlak bir kutunun içerisinde muhafaza etti. Herakliüs ailesi bu mektubu saklamışlar ve bunu da herkesten gizli tutmuşlardır. Bu mektub ellerinde blunduğu sürece saltanatlarının devam edeceğini söyler ve buna inanırlardı. Hakikaten de öyle olmuştur.
Dıhye Medine’deki dahi sokakta gezerken, Resûlullah’ın emriyle yüzünü örterdi. Yoksa kolay kolay kimse gözünü ondan ayırmazdı. Eshâb-ı kirâm, Dıhye’yi gördükleri zaman Dıhye mi yoksa Cebrâil mi olduğunu anlayamazlardı.
Hz. Cebrail ile karıştırılması bir çok kere olmuştu: Hicretin beşinci senesi Resûlullah , Benî Kureyza’ya kavuşmadan önce Medine’nin yakınında bir mevki olan Savreyn’de Eshâb-ı kirâmdan bir cemâta rastladılar ve onlara şöyle dedi: “Size kimse rastlamadı mı?” dediler ki: “Yâ Resûlallah bize, Dıhye bin Hâlife el-Kelbî rastladı. Eğerli beyaz bir katır üzerine binmişti. O katırın üzerinde atlastan bir kadife vardı. Resûlullah buyurdu ki: “Bu Cibrîl’dir. Benî Kureyza’ya gönderildi. Onların kalelerini sarssın ve kalblerine korku atsın diye...”
Resûlullahın Bedir gazâsı dışındaki bütün gazvelerine iştirak eden Hz.Dıhye; Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında Suriye seferine katıldı. Hz. Ömer zamanında Yermük savaşında bulundu. Şam seferlerine katıldı. Şam’ın fethinden sonra oraya yerleşti ve Muzze’de oturdu. Hz. Muâviye zamanında Şam’da 50 (m. 672)’de vefât etti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder