Bağış Yap
30 Haziran 2013 Pazar
Hz. Ebu Bekir’in son sözleri
Hz. Ebu Bekir’in son sözleri
Hz. Ebû Bekir’in hastalığı ağırlaşmıştı. Mescide çıkamıyordu artık. Ziyaretine gelenlere o gece gördüğü rüyasını anlattı: “Gecenin sonuna doğru uyumuşum. Resûl-i Ekrem’i rüyada gördüm. İki beyaz elbiseyi giymişti. O elbiselerin eteklerini ben tutuyorum. O sırada elbiseler yeşil olup, parlamağa başladı. Bakanların gözlerini alırdı. İki yanında, uzun boylu, gayet güzel yüzlü, nûr elbiseli ve bakanlara neşe veren iki kimse vardı. Resûl-i Ekrem selâm verip musafeha etmekle beni şereflendirdi. Mübârek elini göğsüme koydu. Üzüntüm gitti. “Yâ Ebâ Bekir, seni çok özledik, kavuşma zamanı yaklaştı” buyurdu. Uykuda o kadar ağlamışım ki, evdekiler uyanmışlar. Sonradan bana söylediler. Ben de seni özledim, yâ Resûlallah dedim...”
Rüyasını anlattıktan sonra Eshab-ı kiramın ileri gelenleri ile istişare edip, hazret-i Osman’a şu vasiyeti yazdırdı: “Ben Ömer ibni’l Hattab’ı hilafete seçtim. Onu dinleyin, ona itaat edin. Sizin için hayırlı olanı tespitte kusur etmedim. Eğer sabır ve adaletle hükmederse beni tasdik etmiş olur. Böyle yapmazsa ben gaybı bilemem, mazurum. Ben ancak hayır murad ettim. Herkes amelinin cezasını bulur. "
Kendisinden nasihat istediklerinde,” Yakında size pek ziyade rızık kapıları açılacak. Birkaç günlük ömre aldanıp da yarın Cenab-ı Hakkın huzurunda mahcub olmayın” buyurdu.
Hazret-i Ömer, halifeliği müddetince, devlet malı olarak yanında, sadece bir köle, bir deve bir de kaftan bulundurmuştur. Vefat etmeden önce kızı Hz. Aişe’ye şunları söyledi: “ Halife olalıdan beri, Müsümanların parasını kullanmadım. Herkesin yediği sıradan yemekleri yedim. Kaba elbiseler giydim. Devletin malı olarak, Müslümanların ihtiyaçlarını görmek için, bir köle, bir deve bir de kaftan kullandım. Vefatımdan sonra bunları Ömer’e gönder.”
Hazret-i Ömer’i çağırıp şunları söyledi: “Ben ümit ediyorum ki, bu gün vefat ederim.Sen hemen halkı cihada davet eyle! Dinin emrini yerine getirmede sizi hiçbir musibet mani olmasın.
Resulullahın vefatında benim ne yaptığıımı gördün. Halbuki insanlara onun gibi bir musibet görmemişlerdi...”
Dediği gibi oldu. O günün gecesi akşam ile yatsı arasında hasret kaldığı Resulullaha kavuştu. Son sözü: “ Teveffeni Müslimen ve elhıknî bissalihıyn” (Yusuf/101)yani, Ya Rabbi, Müslüman olduğum halde ruhumu al ve beni salihlere ilhak eyle!” ayeti oldu.
“Müminlerin sığınağı idin!”
Hazret-i Ebu bekir vefat edince, herkes ağladı. Hz. Ali, ölüm haberini işitince, ağlayarak geldi kapı önünde durup şunları söyledi:
Yâ Ebâ Bekir! Sen, Resûlullahın sevgilisi, arkadaşı, dert ortağı, sırdaşı ve müşâviri idin. Önce İslâma gelen sensin. Senin imânın, hepimizin imânından daha saf oldu. Senin yakînin, daha kuvvetli, Allah’dan korkun daha büyük oldu. Herkesten zengin, herkesten daha cömert sen idi. Resûlullaha en şefkatli, en yardımcı, sen idin. Resûlullah ile sohbetin, hepimizin sohbetinden daha iyi idi. Hayır sahiplerinin birincisi sensin. Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çoktur. Her iyilikte ileridesin.
Resûlullahın huzurunda, senin derecen en yüksek oldu. O’na en yakın, sen oldun. İkrâmda, ihsanda, güzel huylarda, boyda, yaşda, O’na en çok benzeyen, sen oldun. Allahü teâlâ, sana, çok mükâfat versin ki, Resûlullaha herkes yalancı derken sen, doğru söylüyorsun, inandım dedin. Sen, O’nun kulağı ve gözü gibi idin. Allahü teâlâ seni, Kur’ân-ı kerîmde (sıdk) ismi ile şereflendirdi.
Resûlullaha, en sıkıntılı zamanlarında yardımcı oldun. Sulhda, O’nun huzurunda, harplerde, O’nun yanında idin, O’nun ümmetinin halifesi, O’nun dininin kouyucusu idin. Câhiller dinden çıkarken, sen İslâm dinine kuvvet verdin. Herkes şaşırdığı zaman, sen kükremiş arslan gibi ortaya çıktın. Herkes dağılırken sen Resulullahın yolunu tuttun.
Eshâbın az konuşanı ve en beliği, edibi sen idin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin temizdi. Gönlünh erkesten kuvvetli, yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu, önceden görür, geri kalmışları İslâma sokarak aydınlatırdın. Mü’minlere şefkatli, af edici baba idin. İslâm’ın ağır yükünü sen taşıdın. İslâm’ın hakkını herkes elden kaçırırken, sen yerine getirdin. Sen rüzgârların oynatamıyacağı bir dağ gibi idin.
Sen mü’minlere sığınak, dayanak ve gölge idin. Münafıklara karşı çok sert ve ateşli idin. Bize, senden ayrılma acısı için sabırlar ve ecirler vresin! Bizleri, senden sonra, azmaktan, sapıtmaktan korusun”
Eshâb-ı kirâmın hepsi, sessizce, Hz. Ali’nin sözlerini dinledi. Sonunda hepsi, hüngür hüngür ağladı.
“Kendinizi iyi tanıyın!”
Hazret-i Ebu Bekir şu nasihatlarda bulundu:
“Size her işte, her durumda Allahü teâlâdan korkmanızı nasihat ederim. Hoşunuza giden işler kadar, size zor gelen durumlarda da hakikate sarılın. Şunu bilin ki, doğru söz dışında hiçbir kelam hayır ve yarar getirmez. Yalan söyleyen, yaradılış hikmetini saptırmış, bunu yapan ise, helâk olmuştur. Büyüklenmekden sakının. Topraktan yaratılıp, yine toprağa dönecek olan bir varlığın kibirlenmesi de, ne demek oluyor? Bugün var, yarın yok olan bir varlığın kendini beğenmesi ne kadar anlamsız!..
Çalışın ve nefislerinizi, içinde yer alacakları ölüm ötesi için hazırlayın. Önünüzde çözümü zorlaşan şeyleri Allah’ın ilmine havale edin. Öbür âleme geçmeden önce bir şey hazırlayın ki, oraya vardığınızda karşınıza çıksın.Çünkü, Allahü teâlâ, “ Mahşer gününde herkes,dünyada hayır ve kötülük olarak yaptığı her şeyi hazır bulacak ve isteyecek ki, kötülüklerle arasında uzak bir mesafe bulunsun. Allah size kendinden korkmanızı emreder. Allah kullarını çok esirgeyendir.”
O halde, Allah’tan korkun, O’nun emir ve yasaklarına iyice kulak verin. Sizden önce gelip geçenlerden de ibret alın. Ve unutmayın ki, Rabbinizin huzuruna mutlaka çıkarılacak ve küçük-büyük bütün davranışlarınızın karşılığını bulacaksınız. Bununla beraber Allah dilediğini bağışlayabilir. O bağışlayıcı ve affedicidir.Kendinizi iyi tanıyın, sadece kendi noksanlarınızla meşgul olun.
Allah’ım! Bizleri de o âlemlerin Efendisine salât ve selâm etmekle şereflendir, bizleri onun havzından su içen bahtiyarlardan kıl! Allahım, sana boyun eymemiz hususunda bize yardımcı olu! Bizleri düşmanlarımız karşısında muzaffer kıl!”
“Ömrünü faydasız, boş şeylerle geçiren, tarlaya tohum ekme vaktini kaçırmış olur. Vaktinde tohum ekmeyen ise, hasat zamanı pişman olur. “
“Allah’tan Af ve afiyet isteyiniz. Çünkü, mümine İslamdan sonra af ve afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir. Allaha teâlâ size dünyayı fethettirecek, açacaktır. Siz, ihtiyacınızdan fazlasını almayınız!”
29 Haziran 2013 Cumartesi
Sevgili Peygamberimiz; MUHAMMED ALEYHİSSELAM’ın son sözleri
Sevgili Peygamberimiz; MUHAMMED ALEYHİSSELAM’ın son sözleri
Alemlerin efendisi, hastalığı ağırlaşıp, şiddetli ağrılarının olduğu gün, Eshabını mescidde toplayıp,“Ey Eshabım! Bilmiş olunuz ki, aranızdan ayrılmam yaklaştı. Kimin bende hakkı varsa, benden istesin. Benim yanımda sevgili olan, benden hakkını istesin veya helal etsin ki, Rabbime ve rahmetine bunları ödemiş olarak kavuşayım” buyurdu.
Sonra evine çekildi. Alemlerin efendisi, artık son anlarını yaşıyordu, mübarek dudaklarından,
“Aman! Aman! Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız! Onların üzerlerine elbise giydiriniz, karınlarını doyurunuz. Onlara yumuşak konuşunuz. Namaza, namaza devam ediniz. Kadınlarınız ve köleleriniz hakkında Allahü teâlâdan korkunuz!.. Ey Allah’ım! Beni yarlıga! Bana rahmetini ihsan eyle!.. Beni Refik-i ala zümresine kavuştur!..” cümleleri döküldü.
Cebrail aleyhisselam gelince de ona; “Allahü teâlâ kat üç muradım vardır: Biri; ümmetimin günahkarlarına beni şefaatçı etmesi, ikincisi; dünyada yaptıkları günahlardan dolayı onlara azab etmemesi, üçüncüsü; Perşembe ve Pazartesi günleri ümmetimin amellerinin bana arzedilmesidir.” buyurdu.
Cebrail aleyhisselam, Allahü teâlâdan, bu üç arzusunun da kabul edildiği haberini verdi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz rahatladı. Son nefesinde bile “Namaza! Namaza! Ellerinizdeki kölelerinize...” diye tavsiyede bulunmaktan geri durmamakta idi. eygamberimizin en son sözü “Kadınlarınız ve ellerinizdeki köleleriniz hakkında Allah’dan korkunuz!” buyruğu oldu.
Rebiül’evvel ayının on ikinci Pazartesi günü kuşluk vakti, Hz. Aişe, şifa bulması için dua edince, Peygamberimiz “Hayır! Ben, Allah’dan, Refik-ı ala zümresine katılmayı Cebrail, Mikail ve İsrafil ile birlikte olmayı dilerim!Ey Allahım! Beni, Refik-ı ala zümresine kavuştur! Ey Allahım! Bana, rahmetini ihsan et! Beni, Refik-ı ala zümresine kavuştur!” diyerek duaya devam ediyordu. Sonra, gözü evinin tavanına doğru dikildi ve “Allahım! Beni, Refik-ı ala zümresine kat!” diye dua etti. Sonra da gözlerini kapadı...
Veda hutbesi
Peygamber efendimiz, miladi 632 hicri 10 yılında, Zilkade ayında hac için hazırlık yapmalarını emir buyurdu. Kırkbini aşkın, Eshabıyla o sene hacca gitti.
Arefe günü, Arafatta, devesi Kusva üzerinde, hutbe irad etti. Bu hutbeye Veda Hutbesi denildi. Çünkü bu seneden sonra, bir daha hac etmek nasip olmadı. İşte bu hutbesinde, Resûlullah efendimiz, şöyle buyurdu:
Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemiyeceğim.
Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir. Her türlü tecavüzden korunmuştur.
Eshabım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bu günkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulanmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.
Eshabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin! Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, o ayağımın altındadır. Lakin borcunuzun aslını vermeniz gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allahü teâlânın emriyle, faizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin adetin her türlüsü, ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdülmuttalib’in oğlu (amcam) Abbas’ın faizidir.
Eshabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdülmuttalib’in torunu (amcamoğlu) Rebia’nın kan davasıdır.
Ey insanlar! Harbedebilmek için haram ayların yerlerini değiştirmek, şüphesiz ki, küfürde çok ileri gitmektir. Bu, kâfirlerin kendisiyle dalalete düşürüldükleri bir şeydir. Bir sene, helal olarak kabul ettikleri (bir ayı), öbür sene haram olarak ilan ederler. Cenab-ı Hakk’ın helal ve
haram kıldıklarının sayısına uydurmak için bunu yaparlar. Onlar, Allahü teâlânın haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram ederler.Hiç şüphe yok ki, zaman, Allahü teâlânın yarattığı gündeki şekil ve nizamına dönmüştür. (Devamı yarın)
Veda hutbesi (2)
Ey insanlar! Bugün şeytan, sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyetini kurma gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız, bu onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!
Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahü teâlâdan korkmanızı tavsiye ederim. Siz, kadınları, Allahü teâlânın emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allahü teâlâ adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız; onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların, aile mahremiyetinizi, sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe dövüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru bir şekilde, her türlü yiyim ve giyimlerini te’min etmenizdir.
Ey müminler! Size bir emanet bırakıyorum ki, ona sıkı sarıldıkça, yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet, Allahü teâlânın kitabı Kur’an-ı kerimdir. (Başka rivayetlerde; “Sünnetim” ve “Ehl-i beytim” diye de bildirilmiştir.)
Ey mü’minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz! Müslüman, Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.
Eshabım! Nefsinize (kendinize) de zulmetmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.
Ey insanlar! Allahü teâlâ her hak sahibine hakkını (Kur’an-ı kerimde) vermiştir. Varise, vasiyete lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa, ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz, yahud efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allahü teâlânın gazabına, meleklerin ve bütün Müslümanların lanetine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tövbelerini, ne de adalet ile şehadetlerini kabul eder.
Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah katında en kıymetliniz, takvası çok olanınızdır. Arabın Arab olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?!...” Eshab-ı kiram; “Allahü teâlânın dinini tebliğ ettin. Vazifeni yerine getirdin. Bize vasiyet ve nasihatte bulundun, diye şehadet ederiz” dediler.
Bunun üzerine Resul-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, mübarek şehadet parmağını kaldırarak cemaat üzerine çevirip indirdiler ve; “Şahid ol ya Rab! Şahid ol ya Rab! Şahid ol ya Rab!” buyurdular.
AHMED YESEVİ
AHMED YESEVÎ;
Türkistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Ahmed bin İbrâhim bin İlyâs Yesevî olup, Pîr-i
Türkistan, Hazret-i Türkistan, Hazret-i Sultan, Hâce Ahmed, Kul Hâce Ahmed diye tanınır.
Babası Hâce İbrâhim'in nesebi hazret-i Ali'nin oğlu Muhammed bin Hanefiyye'ye ulaşır.
Soyu, hazret-i Fâtıma vâlidemize dayanmadığı için seyyid değildir. Annesi evliyâdan Şeyh
Mûsâ'nın Ayşe isimli kerîmesi olup, sâliha, müttekî ve afîf bir hâtun idi. Doğum târihi
bilinmemektedir. 1194 (H.590) senesinde Yesi'de vefât etti. Kabri oradadır. Tîmûr Han onun
için muhteşem bir türbe yaptırmıştır.
Ahmed Yesevî annesini çok küçük, babasını da yedi yaşında kaybetti. Babası son nefesinde
Gevher Şehnaz ismindeki kızına:
"Ey benim kızım! Kardeşin bu dünyâya ender gönderilen mübârek bir kişi olacaktır. Ona göz
kulak ol. Benim dergâhımda, bağlı bir sofra durur. Ahmed o sofrayı kendi başına açtığı
zaman onun cihan mülkünde görünme vaktinin geldiğini bilmelisin. Zamânı gelmeyince, bu
sırrı kimseye açma." dedi.
Gerçekten Ahmed Yesevî'de çocukluğunda garib hâller ve yaşından beklenilmeyen
fevkalâdelikler görülüyordu. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ediyor, onun mânevî
terbiyesi ile olgunlaşıyordu. Bu sırada meydana gelen bir hâdise, şöhretinin bütün Türkistan'a
yayılmasına yol açtı. Menkıbeye göre, o sırada Türkistan'da Yesevî adında bir hükümdâr
saltanat sürmekte idi. Bu hükümdar yaz gelince, Türkistan yaylalarına çıkar, kışın da
Semerkant kışlalarında kalırdı. Ceylan avından çok hoşlanan hükümdâr, bir defâsında ceylan
peşinde koşarken, yolu Karaçuk Dağına çıktı. Karaçuk Dağının yamaçları sarp, kayaları
yalçındı. Atı, kan tere battı ve avını kaçırdı. Buna ziyâdesiyle üzülen hükümdâr; "Bu dağı
ortadan kaldırmak gerek." diye söylendi. Nitekim ülkesindeki velîleri toplayıp, duâlarının
bereketi ile bu dağı ortadan kaldırmayı düşündü. Toplanan velîler, duâ ve niyâzda bulundular.
Ancak istenilen netice elde edilemedi. Bunun üzerine oraya gelmeyen bir velînin olup
olmadığı araştırıldı. Neticede, Hâce İbrâhim'in oğlu Ahmed küçük olduğundan kimsenin
aklına gelip de çağrılmadığı anlaşıldı. Nihâyet, haberci gönderildi ve gelmesi istendi. Çocuk,
dâveti ablasına danışınca, ablası; "Babamızın vasiyeti var, senin tanınma zamânının gelip
gelmediğini, türbedeki ekmek sofrası tâyin edecektir. Eğer o sofrayı açabilirsen, tanınma
zamânın geldi demektir, var git!" dedi. Babasının türbesine giden Ahmed, sofrayı bulup
açınca, dosdoğru hükümdârın istediği yere geldi. Kendisini bekleyen velîlere sofradaki bir
parça ekmeği gösterip duâ etmelerini isteyince, velîler Fâtiha okudular. O da ekmeği
oradakilere taksim etti ve hepsine kâfi geldi. O toplantıda tam dokuz bin kişi vardı. Bu
kerâmeti görenler, Hâce Ahmed'in büyüklüğünü ve mertebesinin yüksekliğini anladılar. Hâce
Ahmed, sırtındaki babasından kalma hırkaya bürünerek, duâsının neticesini bekliyordu.
Birdenbire gök yüzünden yağmur boşanarak, her yer suya garkolunca, velîlerin seccâdeleri su
üstünde yüzmeye başladı. Sonunda Ahmed hırkasından başını çıkarınca, yağmur durdu ve
güneş çıktı. Oradakiler baktıklarında, Karaçuk Dağının ortadan kalktığını gördüler. Bu
kerâmete şâhid olan hükümdar, Hâce Ahmed'den, kendi adının kıyâmete kadar bâkî kalması
için niyâzda bulunmasını diledi. Hâce Ahmed hazretleri de; "Âlemde her kim bizi severse,
senin adınla bizi yâd eylesin" dedi. Bundan dolayı o günden beri ikisinin ismi birlikte,
"Ahmed Yesevî" şeklinde anılır oldu.
Ancak Hâce Ahmed'in, daha çok Yesi'li olduğundan, Yesevî nisbesiyle şöhret bulduğu kabûl
edilmektedir.
Ahmed Yesevî önce Arslan Baba hazretlerinden ders aldı. Onun kalblere hayat ve huzur
veren söz ve sohbetleri ile teveccüh ve görüp gözetmesine kavuştu. Böylece kısa zamanda
çok yüksek makam ve derecelere ulaştı. Ancak Arslan Baba ebedî âleme göçünce, çok
sevdiği ve ziyâdesiyle bağlı bulunduğu bu şeyhinden ayrı düştü. O, hikmetler adını verdiği
şiirlerinde Arslan Baba'dan bahsederken şöyle demektedir:
Âhir zaman ümmetleri dünyâ fâni bilmezler
Gidenleri görürler de ondan ibret almazlar
Erenlerin kıldığını görüp rağbet etmezler
Arslan Babam sözlerini dinleyiniz teberrük.
Ahmed Yesevî bundan sonra şeyhi Arslan Baba'nın mânevî işâreti ile Buhârâ'ya gitti. Orada
Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden Yûsuf-i Hemedânî'ye bağlandı ve mânevî ilimleri
tahsil etti. İnsanlara ilim öğretmek, doğru yolu göstermek için ondan icâzet, diploma aldı. O
büyük zâtın halîfeleri arasına katıldı. Onun vefâtından sonra bir mikdâr Buhârâ'da kaldı.
Talebe yetiştirmeye başladı. Bir zaman sonra onların terbiye ve yetiştirilmesini, Yûsuf-i
Hemedânî'nin en önde gelen, gözde talebesi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine bırakıp,
kendisi Yesi'ye döndü ve talebe yetiştirmeğe burada devâm etti. Talebeleri git gide
çoğalıyordu. Büyüklüğü ve şöhreti kısa zamânda, Türkistan, Mâverâünnehr, Horasan ve
Harezm'e yayıldı. Kendisinde daha çocuk yaşta iken başlayan evliyâlık hâl ve dereceleri
günden güne artıyordu. Zamanındaki âlimlerin ve evliyânın en büyüklerinden, en
üstünlerinden oldu. Hanefî mezhebinde idi. Zâhirî ve bâtınî bütün ilimlerde derin âlim olan
Ahmed Yesevî, Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederdi.
Ahmed Yesevî hazretleri vakitlerini üçe ayırırdı. Günün büyük bölümünde ibâdet ve zikirle
meşgûl olurdu. İkinci kısmında talebelerine zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretirdi. Üçüncü ve en
kısa bölümde ise alınteri ile geçimini sağlamak üzere tahta kaşık ve kepçe yaparak bunları
satardı.
Bir rivâyete göre; "Onun halden anlar bir öküzü vardı. Bu öküzün sırtına bir heybe asar, içine
de yaptığı kaşık ve kepçeleri koyup, Yesi çarşısına salıverirdi. Kim kaşık ve kepçeden alırsa
ücretini heybenin gözüne bırakırdı. Mal alıp da, ücretini vermeyen olursa, öküz o kimsenin
peşini bırakmaz, nereye gitse peşinden o da giderdi. Adam ücreti heybeye koymadıkça, o
kimsenin yanından ayrılıp başka yere gitmezdi. Akşam olunca da Hâce Ahmed hazretlerinin
evine gelirdi. Hattâ heybenin gözüne fazla para bırakanlar da olurdu. Hâce hazretleri bunları
ve kendisine gelen sayısız hediyeleri muhtaçlara ve bilhassa talebelerine sarf ederdi.
Ahmed Yesevî hazretlerinin şöhreti, kerâmetleri her tarafa yayılıp, talebelerinin sayısı yüz
bine yaklaşınca, kendisini çekemeyenler düşmanlıklarından, çeşitli iftiralara başladılar.
Sohbet meclislerine örtüsüz kadınlar geliyor, erkeklerle birlikte oturuyorlar." dedikodularını
yaydılar. Bu şâyiayı duyan makam sâhipleri, bâzı müfettişler vazifelendirerek durumun
araştırılmasını emrettiler. Müfettişler, Ahmed Yesevî hazretlerinin ders verdiği meclisine
gizliden gizliye gelip gittiler. Her şeyin, herkese açık olduğu bu yerde, insanlardan ve
kanunlardan saklı uygunsuz bir hâlin bulunmadığını, söylenilenlerin tamâmen asılsız
olduğunu, bu zâta iftirâ etmek için uydurulduğunu bildirdiler.
Ahmed Yesevî hazretleri kendisine iftirâ edenlere bir ders vermek istedi ve toplandıkları yere
geldi. Elinde ağzı mühürlü bir kutu vardı. Oradakilere hitâben: "Bâlig olduğu günden bu âna
kadar, sağ elini avret mahalline hiç uzatmamış bir velî istiyorum. Kim vardır? Bu mühim
kutuyu ona teslim edeceğim" buyurdu. Hiç kimse çıkmadı. O sırada, Ahmed Yesevî'nin
talebelerinden, Hâce Atâ ortaya çıktı. Hâce Ahmed hazretleri kutuyu ona verip, bunu Horasan
ve Mâverâünnehr memleketlerine götürmesini emretti. Talebe kutuyu alıp, bildirilen yere
vardı. Her tarafa haber salınıp, âlimler ve Hâce hazretlerine iftirâ edenler geldiler. Herkes bu
kutunun içinde ne olduğunu merak ediyordu. O talebe, toplananlara, bu kutuyu hocası Ahmed
Yesevî hazretlerinin gönderdiğini söyleyip kutuyu açtı. Kutu açılınca, herkes gördükleri
manzara karşısında donakaldılar. Kutunun içinde kor hâlinde ateş, bir mikdar pamuk arasında
duruyordu.
Ateş kızarıyor ve pamuğa birşey olmuyordu. Bu hâli gören herkes hayretler içinde kaldı. Hâce
hazretlerinin bu kerâmeti karşısında, onu sevenlerin muhabbeti daha da arttı. Kendisine
muârız olanlar hatâlarını anlayıp tövbe ettiler. Hâce hazretlerine hediyeler gönderip, özürler
dileyip pekçoğu ona talebe oldu.
Merv şehrinde Mervezî nâmında bir müderris var idi. Ahmed Yesevî hakkında söylenilen
uygunsuz ve uydurma sözler ona kadar gitmişti. Bu yalanlara aldanıp, kendisini imtihân
etmek, şüphesini gidermek niyetiyle, yanına dört yüz müşâvir ve kırk tâne de müftü alarak
yola çıktı. Her tarafta talebeleri olduğunu, her zaman sohbetinde binlerce kişinin hazır
bulunduğunu öğrenmişti. "Ben üç bin mesele ezberledim. Hepsine ayrı ayrı suâl sorar, onları
imtihan ederim." diye düşündü. Bu sırada Ahmed Yesevî hazretleri hânegâhında
bulunuyordu. Talebesi Muhammed Dânişmend'e; "Bakar mısın, bize kimler geliyor?"
buyurdu. Mervezî'nin mâiyyetiyle, yanındakilerle birlikte hâfızasında üç bin mesele ile
geldiğini bildirdi. Hâce hazretlerinin emri ile Muhammed Dânişmend, o üç bin meseleden
binini, Mervezî'nin hâfızasından sildi. Sonra talebelerinden Süleymân Hakîm Atâ'ya aynı
şekilde emretti. O da öyle yaptı. Mervezî, hâfızasında kalan bin mesele ile Yesi'ye geldi. Hâce
hazretlerinin yanına gelip, "Allah'ın kullarını doğru yoldan ayıran sen misin?" dedi. Hâce, hiç
kızmadı. Karşılık da vermedi. Şimdilik üç gün misâfirimiz ol! Ondan sonra görüşürüz."
buyurdu. Üç gün sonra bir kürsü kuruldu. Mervezî kürsüye çıktı. Hâce Ahmed hazretleri,
Muhammed Hakîm Atâ'ya tekrar emredip, o bin meseleyi Mervezî'nin hâfızasından silmesini
emretti. Hakîm Atâ, Allahü teâlâya duâ etti. Aklındaki bin mesele de silindi. Mervezî, kürsü
üstünde bir şeyler konuşmak istedi. Fakat hâfızasında hiçbir meselenin bulunmadığını anladı.
Nihâyet, defterini açıp oradan okumak istedi. Fakat defterinin sahifelerindeki yazıların da
silindiğini gördü. Sahifeler bomboş idi. Bu hâli gören Mervezî, kusûrunu anlayıp oracıkta
tövbe etti. Talebeliğe kabûlü için yalvardı. Bütün mâiyyetiyle beş sene kaldı. Çok
mertebelere, yüksek derecelere kavuştu. Ahmed Yesevî (k. sirruh) bunu, yanında beş kişi ile
berâber, insanlara Allahü teâlânın dînini doğru olarak anlatmak vazifesiyle Horasan'a
gönderdi. Bunlar; Muhammed, Seyfeddîn, Sa'deddîn, Behâüddîn ve Kemâl isimlerindeki
talebeleri idi. Oraya gidip halkı irşâd edip aydınlattılar (r.aleyhim).
Horasan'da bulunan velîler, Ahmed Yesevî hazretlerinin büyüklük ve üstünlüğünü bildikleri
ve ona olan muhabbet ve bağlılıklarının daha da artması için, kendisiyle görüşmek,
sohbetinde bulunmak istediler. Büyük bir toplantı tertib ettiler. Hâce hazretlerini de bu
toplantıya dâvet için, aralarından birini Yesi'ye gönderdiler.
Ahmed Yesevî hazretlerini toplantıya dâvet etmek üzere yola çıkan velî, Allahü teâlânın izni
ile turna gibi uçarak Yesi'ye geliyordu. Hâce hazretleri bu hâli keşfederek, yanına
talebelerinden bâzılarını aldı. Bunlar da turna şeklinde uçmaya başladılar. Nihâyet,
Semerkand yakınlarında bir nehir üzerinde karşılaştılar. Bu sırada aşağıda büyük bir tüccar,
nehirden geçerken akıntıya kapılıp, malı ve hayvanları suya düşmüştü. Bu tüccâr, su içinde
boğulmamak için gayret ederken, bu sudan selâmetle kurtulması hâlinde, kalan malının
yarısını Allah rızâsı için vereceğini nezr edip, adadı. Hâce Ahmed Yesevî, Allahü teâlânın
izni ile tüccarın sıkışık ve zor durumunu keşfederek aşağıya indi. Boğulmak üzere iken
tüccarı çekip sâhile çıkardı. Sonra normal hâline döndü. Bu duruma çok teaccüb eden, şaşan
tüccar, kendisini kurtaran bu zâtın ellerine sarılıp çok teşekkür etti; daha sonra malının
yarısını bu zâta verdi. Hâce hazretleri istenilen yere geldi. Bir zaman orada kalarak
talebeleriyle sohbet etti. Suallerini cevaplandırdı. Hergün yüzlerce kişi huzuruna gelerek
sohbetine katılır ve bereketlenirdi. Tüccarın verdiği parayı da orada bulunan yoksullara ve
talebelerine dağıtan Ahmed Yesevî hazretleri daha sonra memleketine döndü.
Yesi şehrine yakın bir yerde, Sabran (Savran, Şûrî) diye bir kasaba vardı. Bura ahâlisinin
çoğu hıristiyan olup, müslüman Yesi halkına ve bilhassa Ahmed Yesevî hazretlerine çok
düşmandı. Ahmed Yesevî hazretlerinin büyüklüğü, kerâmetleri etrâfa yayıldıkça ve ona bağlı
olanların sayıları her geçen gün arttıkça, Sabranlılar ziyâdesiyle rahatsız oluyorlar, Hâce
hazretlerine olan düşmanlıkları daha da artıyordu.
Birgün hazret-i Hâce'ye iftirâ etmek istediler. Bir yere toplandılar. İçlerinden birinin öküzünü
getirip mezbahada kestiler. Sâdece ayaklarını bıraktılar. Ertesi gün de kadıya gidip şikâyet
ettiler. Öküzlerinin çalınıp mezbahada kesildiğini, kanları akarak acele ile götürüldüğünü, kan
izlerini tâkip ettiklerini ve öküzlerinin Ahmed Yesevî'nin tekkesine götürüldüğünü
anladıklarını bildirdiler. Kâdı izin verip, Hâce'nin tekkesine girip, öküzlerini
arayabileceklerine izin verince, gelip durumu bildirdiler. Hazret-i Hâce, kalb gözleri ile ve
yüksek firâseti ile, iftirâcıların hazırladıkları çirkin tertibi görmüş ve anlamıştı. Talebeler
bundan habersiz olduklarından, çok şaşırdılar. Nihâyet içeri girmelerine izin verildi.
İftirâcılar, doğruca gece bıraktıkları öküzün yanına vardılar. Tam maksatlarına kavuşmuş
olduklarını zannediyorlardı. Bu sırada Hâce hazretlerinin kerâmeti tecellî edip ortaya çıkıp
iftirâcıların hepsi bir anda köpek oldular. O öküz etine hücûm edip kısa zamanda bitirdiler.
Böylece esas hâlleri anlaşılmış oldu.
Yine birgün aralarında anlaşıp, Hâce'yi hırsızlıkla ithâm etmeye karar verdiler. Bir sığırı kesip
parçaladılar ve gece gizlice Hâce'nin hânegâhının bir yerine bıraktılar. Hazret-i Hâce'den
başka hiç kimse de, bunların yaptıklarını farketmedi. Ertesi gün bu sığırı aramak bahânesi ile,
o kasaba halkından birçok kimse tekkenin önünde toplandı. Sığırlarını aramak için içeri
girmek istediklerini söylediler. Hâce hazretleri bu ahmakların yaptıklarına çok üzüldü, bir an
elini kaldırıp dergâhın kapısını işâret etti. Arkasından:
"Girin köpekler, girin itler!.." diye bağırdı.
Bu söz üzerine dergâha akın eden ve içeriye adımını atan "Hav, hav, havv" diye yürüyordu.
Sabranlılardan dergâha adımını atan köpek hâline geliyor ve getirdikleri sığırın üzerine
atılıyordu. Dışarıda kalıp bu müthiş manzarayı seyredenler hayret, dehşet ve korku içerisinde
Ahmed Yesevî hazretlerinin eteklerine yapıştılar. Mahcup ve pişman olduklarını bildirip
affedilmeleri için yalvarmaya başladılar. Hâce hazretleri merhamet edip duâ etti. Böylece
tekrar eski hallerine döndüler.
Ahmed Yesevî hazretleri 63 yaşına gelmişti. O, çocukluğundan bu âna gelinceye kadar
Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine yapışmakta hiç gevşeklik göstermedi. Resûlullah
efendimizin âhirete teşrif buyurduğu andan îtibâren yeryüzünde bulunmayı kendilerine
münâsip görmediler. Bu sebeple dergâhın bahçesine derin bir yer kazdırdı ve içini kerpiçle
ördürdü. Nihayet hazırlıklar tamamlanınca talebelerini dergâhın avlusunda toplayıp;
"Ey gönül dostları, Allahü teâlânın en sevgili kulu olan Peygamberimiz Muhammed Mustafa
hazretleri 63 yaşında bu dünyâdan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım. Artık şu gördüğünüz
çilehâneye çekilecek, ömrümün kalan günlerini bu hücrede tamamlayacağım..." buyurdu.
Müridlerinin gözleri yaşlı olarak; "Ey sultanımız bizim hâlimiz nice olur." sözlerine karşı;
"Sizi Allahü teâlâya emânet ediyorum." dedikten sonra merdivenle çilehâneye indi.
Ahmed Yesevî hazretleri mezar misâli olan o yerde, vefât edinceye kadar, devamlı ibâdet, tâat
ve Allahü teâlâyı düşünmekle meşgûl oldu. Talebelerine ilim öğretmeye orada da devâm etti.
Kendisini vefât etmiş, kabre konmuş şekilde hissederek, bambaşka bir huşû' bağlılık ve
teslimiyetle ibâdetlerini yaptı. Burada evliyâlık yolundaki makam ve dereceleri kat kat arttı.
63 yaşından sonra ömrünün diğer yarısını orada ibâdetle geçirdi. 125 veya bir rivâyete göre
ise 133 yaşında vefât etti.
Ahmed Yesevî hazretlerinin önde gelen halîfelerinden Seyyid Mansur Atâ çile kuyusuna ilk
defâ indiği zaman gördüğü manzaradan ciğeri parçalandı. "Hocam bu dar yerde ve sıkıntılı bir
haldedir" diye düşünerek gözyaşlarına boğulduğu sırada perdeler açıldı.
Kalp gözüyle, o daracık zannettiği yeri bir ucu doğuda, diğer ucu ise batıda gördü. Bu hâl
karşısında kalbinden geçirdiklerinin yersiz olduğunu anlayıp, kendi kendine, "Allahü teâlâ,
evliyâsına sıkıntı çektirmez. Diğer insanların onlarda sıkıntı görmeleri, çok acı çekiyor
zannetmeleri, hakîkatte onlar için bir nîmettir. Bu saâdet sâhipleri, görünüşte çok acı
zannedilen o sıkıntılardan öyle zevk ve tad alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duymazlar. Allahü
teâlâ, bu sevgili kulu için, daracık bir hücreyi çok geniş yapar. Mânevî bakımdan öyle
lezzetler, tadlar ihsân eder. Zâhir olarak, görünürde çektiği sıkıntılar, o lezzetler yanında hiç
kalır. Onun rûhu, zevk ve neş'eden uçmaktadır. Vücûdunu bin parçaya bölseler ne gam..."
diye söylendi.
Ahmed Yesevî hazretleri yetiştirdiği talebelerin her birini bir memlekete göndermek sûretiyle
İslâmiyetin doğru olarak öğretilip yayılmasını sağladı. Onun bu şekilde gönderdiği
talebelerinden bâzıları sonraları Moğolların katliamından kaçıp kurtulmak sûretiyle
Anadolu'ya da geldiler. Bu sûretle onun yolu Anadolu'da yayılıp tanındı. Anadolu'nun
müslüman Türklere yurt olması onun mânevî işâretleri ile hazırlandı.
Ahmed Yesevî hazretleri herkese iyilik eder, kendisinden hiç kimse rahatsız olacak bir
hareket görmezdi. Bütün insanların dünyâ, âhiret saâdeti ve rahatları için gayret ederdi.
Dergâhı fakir ve yoksullar, yetim ve çâresizler için sığınak yeriydi.
Tasavvuf yolunda Ahmed Yesevî hazretlerine bağlananların bâzı bâriz husûsiyetleri vardır.
Yeseviyye yolunda bulunan bir mürîdin, riâyet etmeleri mecbûri lâzım olan belli başlı edebler
şunlardır: 1) Kendisinden dînini öğrendiği üstâdının, talebelerin hepsinden efdal olduğunu
bilmek ve ona tam tâbi ve teslim olmak. Ona uyarak, onun huzûrunda her gün çeşit çeşit
yemekler yemek, geceleri uyumak, ona uymaksızın kendi anlayış ve görüşüne uyarak,
geceleri nâfile namaz kılmaktan ve gündüzleri nâfile oruç tutmaktan farksız hattâ daha
faydalıdır. Çünkü birincisinde, tâbiiyyet ve teslimiyyet, ikincisinde ise, kendi bildiğine göre
hareket etmek vardır. 2) Mürîd gâyet uyanık, zekî ve dikkatli olup, hocasının sözlerinden,
rumûzlarından ve işâretlerinden hemen anlamalıdır. 3) Hocasının bütün sözlerinden ve
işlerinden râzı ve ona itâatkâr olmalıdır. 4) Hocasının husûsî hizmetinde veya bildirdiği,
emrettiği bir hizmeti yaparken gâyet atik, dikkatli , ağırbaşlı olmalı, fakat ağır canlı
olmamalıdır. İsteksizlik, gevşeklik hâli, hocasının rızâsızlığına sebeb olabilir. Onun
rızâsızlığı ise, silsile yoluyla Peygamber efendimize, dolayısıyla Allahü teâlâya gider. 5)
Sözünde sağlam, güvenilir ve vâdinde sâdık olmalıdır. Hocasının büyüklüğü husûsunda
hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, Allah korusun, bu hâl hüsrâna sebeb olur. 6)
Ahde vefâ ve hocasına olan tâbiiyyet, uyma ve teslimiyyetinde çok titizlik göstermelidir. 7)
Hocasının ufak bir işâreti ile bütün mal ve mülkünü onun emrettiği yere fedâ etmeye hazır
olmalı, bunda en ufak bir tereddüd hâli bulunmamalıdır. 8) Hocasına âit husûsî hâl ve sırları
tutmasını bilmeli, bunları uygun olmayan şekilde ifşâ etmekten, açıklamaktan çok
sakınmalıdır. 9) Hocasının bütün hareketlerini, sözlerini ve nasîhatlerini dikkatle tâkib etmeli,
bunda ve bunlara uymakta kaçamak ve gevşeklik yapmamalıdır. Bunları yapmakta ihmâlkâr
ve gevşek davranmanın zararlarını düşünmelidir. 10) Allahü teâlâya kavuşmak yolunda,
kendisini vesîle, vâsıta yaptığı hocası için, her fedâkârlığa hazır olmalıdır. Onu sevenlere dost
olmalı, sevmeyenlere, sevmediklerine ve istemediği şeylere meyl ve muhabbet etmeyi
öldürücü zehir bilmelidir.
Ahmed Yesevî hazretleri sohbetlerinde talebelerine buyururdu ki:
"Ey Dostlar! Câhillerle dostluk kurmaktan sakınınız."
"Akıllı ve uyanık kimse isen, dünyâya gönül bağlama. Şeytan seni kandırıp, dünyâya
meylettirirse, seni emri altına almış demektir. Bundan sonra felâketlerden felâketlere
sürüklenirsin de hiç haberin olmaz."
"Himmet, yardım kuşağını sıkı sıkıya beline sarmayan insan, dünyâya meyl ve muhabbetten
kurtulamaz. Allah yolunda göz yaşları dökerek ağlamadıkça, Allahü teâlâya âit ince sırlara
kavuşamaz ve bu yolda ilerlemesi mümkün değildir."
"İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymakta gevşek davranan kimse, insanı Allahü teâlâya
kavuşturan yolda ilerleyemez. Gönlü ve kalbi ile dünyâ düşünce ve işlerinden sıyrılıp, yalnız
Allahü teâlâya yönelmedikçe, hakîkat meydanında bulunmak mümkün değildir. Bunlar hakkı
idrâk edip, anlayıp bilmekten uzaktırlar."
"Ey dostlar! Bir kimse, Allahü teâlânın aşkı ile yanıp yakılarak, bu denizde çok usta bir dalgıç
olmadıkça, bundan çok daha derin olan vahdâniyet denizine giremez. Ona girmek için çok
usta ve dikkatli bir dalgıç olmak gerekir."
"Gönlünde Allahü teâlânın aşkını taşıyanlar, dünyâ ile tamâmen alâkalarını kesmişlerdir.
Halk içinde Hak ile olurlar. Bir an Allahü teâlâyı unutmazlar."
"Ahkâm-ı İslâmiyyeyi, İslâmî hükümleri tam bilmiyen, tatbik etmeyen bir kimse, evliyâlık
yolunda bulunmağa kalkarsa, bunun îmânını şeytan çalar. Emir ve yasaklara uymakta gevşek
olanlar, sonra da evliyâlık yolunda bulunduğunu, ilerlediğini, hattâ kendisinde bâzı hâllerin
meydana çıktığını zanneden kimseler bu noktada çok yanılırlar. Bu hallerinin rahmânî
olduğunu zannederler. Halbuki bunlar, abdestte, namazda, alış-verişte bir takım noksanlarının
bulunduğunu ve yiyip içtiklerinin haram olduğunu bilmezler. Kendisinde var zannettiği o
hâller, şeytanın oyunudur. Şeytan onu idâresine almış, istediği gibi hareket ettirmekte, o ise
velî olduğunu zannetmektedir. Bunlar ne kadar zavallı ve bedbahttırlar."
Günahlar sebebiyle, paslanan gönüllerin kurtuluşu Allahü teâlâya çok tövbe, istigfâr etmek,
her zaman Allahü teâlâyı düşünmek, O'nun râzı olduğu, beğendiği işleri yapmak ve hiçbir
zaman O'ndan gâfil olmamakla mümkündür.
"Malının çokluğu dillere destan olan Kârûn bile, malının hayrını, faydasını göremedi. Nihâyet
toprak altında yok olup gitti."
"Kâfir bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırma. Kalb kırmak, Allahü teâlâyı incitmek demektir."
"Nefse uymak yolunda bulunan kimse rüsvâ olmuştur. Artık, yatıp kalkarken onun yoldaşı
şeytandır."
"Gariblere merhamet etmek, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem sünnetidir. Nerede bir
garib görsen, ona olan merhametinden dolayı gözyaşların akmalıdır."
"Gönlü kırık, zavallı ve garib birini görürsen, yarasına merhem ol. Onun yoldaşı ve
yardımcısı olmaktan çekinme."
Ahmed Yesevî hazretleri hikmet denilen şiirler yazmıştır. Bu şiirler; Dîvân-ı Hikmet'te
toplanmıştır. Şiirleri o zamanda kullanılan ve herkesin anlıyabileceği sâde bir lisân ile
söylenmiştir. Bu manzumelerin konuları umûmiyetle şunlardır:
Allahü teâlâyı ve O'nun dostlarını her şeyden çok sevmenin lüzumu:
Aşkın kıldı şeydâ beni, cümle âlem bildi beni
Kaygım sensin dünü günü, bana sen gereksin sen
Söylesem ben dilimdesin, gözlesem bu gözümdesin
Gönlümde hem canımdasın, bana sen gereksin sen
Fedâ olsun sana canım, döker olsan benim kanım
Ben kulum sen Sultanım, bana sen gereksin sen.
Allahü teâlâya tâat, kulluk ile ibâdet ve zikrin önemi ve bunlardan zevk alma:
Ne hoş tatlı Hû yâdı, seher vakti olanda
Baldan tatlı Hû adı, seher vakti olanda
Seher vakti kalkanlar, canın fedâ kılanlar
Aşk oduna yananlar, seher vakti olanda
Seher vakti hoş saat, kalkana olur râhat
Açılır devlet, saâdet, seher vakti olanda
Her gün yanar bu canım, kullukta yok dermanım
Sen bağışla günahım, seher vakti olanda
Hak yolunda olan dervişlerin halleri:
Yol üstünde oturup yolu soran dervişler
Ukbâdan haber duyup yola giren dervişler
Asâları elinde himmet kuru (kuşak) belinde
Rabbim yâdı dilinde, Allah diyen dervişler
Hırkaları eğninde, gönlünde yüz bin ayân
Biliniz, iki cihan, göze almaz dervişler
Sırrı ile söylerler, dile hikmet dizerler
Âşıkla can gözlerler rengi sarı dervişler.
Günâhkârların vaziyeti:
Dünyâ benim diyenler, cihan malını alanlar
Herkes kuş gibi olup, o harama batmışlar.
Molla, müftü olanlar, yalan fetvâ verenler
Akı kara kılanlar Cehenneme girmişler.
Kâdı, imâm olanlar, haksız dâvâ kılanlar
Eşek gibi olarak yük altında kalmışlar.
Rüşvet alan hâkimler, haram alıp yiyenler
Parmağını dişleyip, korkup durup kalmışlar.
Dünyânın geçici olduğu, buradaki lezzetlere zevklere, mal, mevki, görünüş ve gösterişlere
aldanmamak gerektiği, ölümün varlığı ve her nefsin ölümü tadacağını da bâzı şiirlerinde işler.
Ey dostlarım, ölsem, ben, bilmem hâlim nice olur;
Kabre girerek yatsam, bilmem hâlim nice olur.
Götürüp lahde koysalar, arkaya bakmadan dönseler
Suâllerimi sorsalar, bilmem hâlim nice olur.
Girse karış adlı yılan, dolansa tene o zaman
Kalmaz bütün bir üstühan, bilmem hâlim nice olur.
Olsa kıyâmetin günü, hâzır olur cümleleri
Kıldığın ameller hani, bilmem hâlim nice olur.
Ahmed Yesevî hazretlerinin vefâtından yaklaşık 200 yıl geçtikten sonra, birgün Büyük Türk
Hâkânı Emîr Tîmûr Buhârâ'ya gitmek üzere yola çıktı ve Türkistan'a uğradı. O gece rüyâsında
Ahmed Yesevî hazretlerini gördü. Kendisine:
"Ey yiğit! Buhârâ'ya çabuk git! İnşâallah orada sana fetih nasîb olur. Senin başından çok
hâdiseler geçse gerek. Zâten oranın insanları senin gelmeni bekliyorlar." buyurdu. Tîmûr Han
uyanınca, bu müjdeye çok sevinip, Allahü teâlâya şükretti. Ertesi gün Türkistan hâkimine çok
para verip, Ahmed Yesevî hazretlerinin kabri üzerine mükemmel bir türbe yaptırmasını
emretti. O da, istenildiği gibi bir türbe yaptırdı. Türbe, bugün hâlâ bütün haşmetiyle
durmaktadır.
İngiliz müsteşriki Dr. Eugene Schuyler, Türkistan Seyâhatnâmesi isimli eserinde, Hâce
Ahmed Yesevî'nin câmi ve Tîmûr Han tarafından kabri üzerine yaptırılan muhteşem türbesi
hakkında özetle diyor ki: "Bu büyük câminin arka kısmında türbeli ikinci bir mescid daha
ilâve edilmiş durumda olup, câminin dış avlu kapısı fevkalâde büyük ve kemerlidir. Kapının
yanında penceresiz, üstü çentikli iki tâne yuvarlak kule yükseliyor. Kapının, büyük bir sanat
eseri olarak işlenmiş iki kanatlı tahta kapısı üzerinde bir pencere vardır. Duvarlar işlenirken,
iyi pişmiş dört köşeli tuğlalar kullanılmıştır. Kûfî yazılarla süslenmiş kubbe, binâyı daha da
güzelleştirmektedir. Zelzeleler vesâir sebeplerle çoğu yerlerinin dökülmüş, harâbe hâline
gelmiş olduğu bu muazzam binâ, ilk hâlinde kimbilir ne kadar daha güzeldi?
Câminin avlusunda çok güzel bir medrese ile, arkasında; bir kubbe, içinde Arslan Bâbâ'nın,
Ahmed Yesevî'nin ve âilesinin yer aldığı türbe vardır. Burada başkalarının yattığı da
söylenilmektedir."
Türkistan'ın her tarafından akın akın gelen insanlar, Hâce hazretlerinin türbesini ziyâret
etmekte, Câmi-i Hazret adı ile anılan bu câmide namaz kılmaktadır.
Ahmed-i Yesevî'nin, tesirliydi sözleri,
Hidâyete getirdi, binlerle kimseleri.
Bir eseri vardı ki, "Dîvân-ı hikmet" diye,
Doludur insanlara, öğüt, nasîhat ile.
Bir yerde buyurur ki, (Korkunuz, sakınınız,
"Dünyâ adamları"yle, yakınlık kurmayınız!
Dünyâ malı, geçici, hem de aldatıcıdır,
Bu gün senin ise de, yârın başkasınındır.
Aklı olan, buna gönül vermez velhâsıl,
"Âhiret derdi" ile, dertlenmiştir o asıl.
Bu dert, onun öyle çok, sarmıştır ki içini,
Düşünür gece gündüz, Cehennem ateşini.
Günah ve kusûrları, "Dağ gibi" gelir ona,
Bu yüzden boynu bükük, mahcûbdur Allah'ına.
Rabbinin dergâhında, affa kavuşmak için,
Gece sessizliğinde, ağlardı için için.)
Bir yerde buyurdu ki: (Allah'tan başkasını,
Kalbinizden atarak, silin gönül pasını!
Dînin emirlerini, öğrenip ince ince,
Yapın her işinizi, bu esas mûcibince.
Dînin bir edebine, olursa muhâlefet,
Tamâmen "İstidrâc"dır, görülse de kerâmet.
Dünyâ muhabbetini, kalbinden çıkaranlar,
Her iki cihanda da, bulur kıymet, îtibâr.
Dînin emirlerini, gözetin ki her işte,
"Halk" içinde "Hak" ile, olmak da budur işte.
Dînini öğrenmeden, tasavvufla uğraşan,
Kimsenin îmânını gizlice çalar şeytan,
Bâzı hârikulâde, hâlleri görülse de,
Hakîrdir, zîrâ onlar, "İstidrâc"dır hepsi de.
Evliyâ zannetse de, kendisini o kişi,
Hiç mu'teber değildir, indallah hiç bir işi.
Eğer İslâmiyyeti, bilmezse bir müslüman,
Dünyâ ve âhirette, görür çok zarar ziyân.
Alış-veriş ilmini, bilmezse biri eğer,
Hiç farkında olmadan, haram ve şüpheli yer.
Çünkü bildirilmiştir, dinde bunun esâsı,
Bilmeden yapanların, haram olur lokması.
Yine o buyurdu ki: Dinleyin ey insanlar,
Gönüller kararıyor, işlendikçe günahlar.
Bu günâh kirlerinin, temizlenmesi için,
Çok tövbe etmelidir, yolu budur bu işin.
"Allah'ın rızâsı"nı, gözetin ki her zaman,
Ancak böyle kurtulur, âhirette müslüman.
Sakın mala ve mülke, gönül bağlamayın ki,
Elden çıkar sonunda, değildir çünkü bâki.
Malının çokluğuyla, ahmaklar mağrûr olur,
Onlar iki cihanda, bulamaz râhat, huzûr.
"Kârûn" dahî malıyla, öğünürdü ki yine,
Mallarıyle birlikte, geçti yerin dibine.
Kâfir de olsa bile, sakının kalb kırmaktan,
Zîrâ daha günahtır, bu, Kâbe'yi yıkmaktan.
Resûl'ün sünnetidir, gariplere merhamet,
Garip sevindirmeğe, ediniz sa'y-ü gayret.
Görürseniz zavallı, gönlü kırık birini,
Derdine merhem olup, ferâhlatın kalbini.
Zîrâ siz, bu dünyada merhamet ederseniz,
Size de mahşer günü, şefkat eder Rabbimiz.
D.32&)"3"'()(&)1%1:1&!(,:(C
Zamânın hükümdârı Kazan Han, Ahmed Yesevî hazretlerinin çilehânede Cumâ namazını
nerede kıldığını merak edip, talebelerinin en ileri gelenlerinden Muhammed Dânişmend'i ona
gönderip sordu. Bu sırada müezzinler Cumâ namazı için ezân okuyorlardı. Talebe, Hâce'nin
huzûruna vardığında henüz bir şey söylemeden, "Gel elimden tut! Cumâ namazına, bugün
seninle berâber gidelim." buyurdu. Talebe; "Peki efendim" deyip hocasının elinden tuttu. O
anda kendilerini, büyük bir câmi içinde saflar arasında oturuyor gördü. Talebe, namazdan
sonra hocasını ne kadar aradıysa bulamadı. Câminin kayyımı, talebenin bu telâşlı hâlini
görünce ona; "Ey derviş! Burası Mısır'dır ve bu câmi Câmi-i Ezher'dir. Senin hocan, nice
zamandır Cumâ namazlarını burada kılar." dedi. Talebe bir hafta orada kaldı. Ertesi Cumâ
namazında hocası ile buluşup, namazdan sonra bir anda Yesi'ye geldiler. Hâce hazretleri,
talebesine gördüklerini gidip Kazan Hana anlatmasını söyledi. Talebe, Kazan Hanın yanına
gelip başından geçenleri bir bir anlattı. Kazan Han ve orada bulunanlar, Hâce hazretlerinin bu
kerâmeti karşısında bir şey diyemediler. Onun büyüklüğünü, üstünlüğünü daha iyi anladılar.
1) Reşehât
2) Dîvân-ı Hikmet
3) Türk Edebiyâtında İlk Mutasavvıflar
4) Âriflerin Menkıbeleri
5) İstanbul ve Anadolu Evliyâları; cild-2
6) Anadolu Evliyâları
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-6, s.102
8) Büyük Türk Klâsikleri; cild-1
28 Haziran 2013 Cuma
Etme Bulma Dünyası
Etme Bulma Dünyası
Bir adam, karısı ve yaşlı babası. Kadın kayınpederini istememekte, huysuzluk etmekte, evin huzurunu boznaktadır.
Bir gün kocasına:
- Bey... bey.. Bezdim bezdim. Bir gün göremedim. Gençliğim gidiyor. Ya ayrılalım, babanla kal., ya da al babanı al da nereye getirirsen getir beraber kalalım. Yoksa ben gidiyorum.
Adamcağız şaşkınbiraz da sitemli bir vaziyette:
-Ne diyorsun hanım, o babam babam; öldüreyim mi, atayım mı? Kimi var bizden başka bakacak, dese de karısı ısrarda ısdrar ediyordu.
Adam baktı olacak gibi değil babasını dağa bırakmaya karar verdi. Yanına oğlunu da alarak yola koyulurlar. Babasına da:
- Baba, torununla beraber dağa oduna gidiyoruz, istersen sen de gel" der. Baba gelinin dırdırını dinlemektense onlarla beraber ağın yolunu tutar..
yola koyulu dağlara, ormanların içlerine girip bir müddet gittikten sonra, babasına:
- Baba sen burada biraz dinlen. Bizde odun toplayalım, der ve oradan ayrılırlar.
Odun toplamadan, babasını orada bırakarak dönerler.
Yolda oğlu:
- Dedemi almadık baba.
- Dedeni oraya bıraktık. Artık ihtiyarladı orada kalacak.
Torun ısrar eder:
- Dedemi isterim... . En sonunda babasına ne dese desin fayda etmeyceğini anlayan çocuk:
- Baba, sen ihtiyarladığında ben de senin gibi seni getirip dağa mı bırakacağım? der demez adamın aklı başına gelir.
ir. Babasını almaya karar verir İhtiyar, kendisini almak için yoldan geri dönen oğluna:
- Evlâdım, sen beni bırakıp gidemezsin. Çünkü ben babamı bırakmadım. Ölünceye kadar hizmet ettim.
Adam babasını alıp eve getirir.
«Bu dünya etme-bulma dünyası» diye... Sen ne yaparsan sana da onun aynısının yapılacak.
Fakir olanı biteni anlatır
Fakir ve Kör
Kibirli ve zengin birisi kapısına gelen bir fakire bir şey vermediği gibi, onu hem paylar hem de kapıyı yüzüne kapatır.. Zavallı fakir içlenir; bir tarafa çekilir ve oturur, ağlamaya başlar.. Bir kör, onun ağlamalarını duyar. Kalkar yanına gelir, niçin böyle üzgün olduğunu, ağladığını sorar.
Fakir olanı biteni anlatır.
Kör, teselli vererek, üzülmemesini, kendi evine gelmesini, evinde kalmasını, ekmeğini çorbasını kendisiyle paylaşmasını ister ve ısrarda eder. Fakir onun içtenliği ve ısrarı karşısında kabul eder, onunla gider.
Kör ona karşı çok güzel bir konukseverlik gösterir. Fakirin, hem karnı doyar hem de gönlü hoş olur.
Gönlü öyle hoş olur ki, o hoşnutluk içinde:
- Sen bana evini açtın, sen bana gönlünü açtın, Kadir Mevlamda senin gözünü açsın, diye dua eder.
Gece olur, körde bir gariplenir bir gariplenirki, o gariplik içersinde gözünden birkaç damla yaş damlar, gözleri birden açılır. Görmeğe başlar.
Körün görmesi ile ilgil i haber bir anda şehirde yayılır. Yer yerinden oynar. Bu haberi onu kapısından kovan, kovmakla kalmayan taş yüreklide duyar. İşin doğruluğunu anlamak için gözü açılan şahsa gelir:
- Çok şanslıymışsın. Gözün nasıl açıldı, kim açtı.
- Hey! seni gidi gafil seni, sen nasıl bir adammışsınki, öyle bir mübarek zatı azarladın, üzdün, yüzünü yıktın. devlet kuşunu bıraktın, baykuş ile meşgul oldun. Gözümün kapısını, senin yüzüne kapıyı kapattığın o kimse açtı.
- Desene kendime yazık ettim, öyle bir doğanmışki öyle bir devletmiş ki, kıymetini bilemedim, bana değil sana nasip oldu, ben avlayamadım sen avladın, der ve kıskançlıkla parmağını ısırır.
Dişini sıçan gibi hırsa batırmış kimse koca doğanı nasıl avlayabilir? İyilerin bastıkları toprak dermandıe, göz açar. ancakgönül gözü kör olanlar o dermandan gafildirler, kıymetini ne bilsinler.
Bostan ve Gülistan'dan uyarlanmıştır.
AHMED YEKDEST CÜRYANİ
AHMED YEKDEST CÜRYANİ
Evliyânın büyüklerinden. Doğum târihi bilinmemektedir. Muhammed Ma'sûm hazretlerinin
yetiştirdiği yedi bin mürşid-i kâmilden biridir. 1707'de Mekke'de vefât etti.
Ahmed Cüryânî ilk tahsîlini babası Halil Efendi ile mahallin âlimlerinden aldı. 1658 (H.1069)
senesinde ticâret için Cüryân'dan Hindistan'a gidiyordu. Yolda çoluk-çocuğunun tâûn
hastalığından vefât ettiklerini haber aldı. Bu acı haberin etkisinde iken kervan eşkıyâ
baskınına uğradı. Şakîler kervandakilerin bütün mallarını aldılar. Ahmed Cüryânî'nin
mallarını aldıktan sonra sol elini bileğinden kestiler. Kendisine bu sebeple Yekdest, tek elli
denildi.
Ahmed Cüryânî bütün bu sıkıntılara rağmen Rabbini zikrediyor ve sabrediyordu.
Kervandakiler ondaki bu hâllere şaşıp; "Çocukların öldü. Malın mülkün gitti. Kolun kesildi.
Buna rağmen sesin çıkmıyor!" dediklerinde, cevâben; "Ey kardeşlerim! Bize gelen bu belâ ve
sıkıntıların Allahü teâlânın takdîri ile olduğunu bilelim. Nitekim Allahü teâlâ Hadîd sûresi
yirmi ikinci âyetinde meâlen bunu bildirmekte ve; "Ne yerde ve ne de nefislerinizde bir
musîbet başa gelmez ki, biz onu yaratmazdan önce, o bir kitapta (levh-il mahfûz) yazılmış
olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır." buyurmaktadır.
Bu îtibârla dünyânın esâsı mihnet, sıkıntı üzere kurulmuştur. Sıkıntının ise sabretmekten
başka reçetesi, katlanmaktan başka kurtuluş yolu yoktur. Şu üç sabır çok sevgilidir. Bunlar;
tâatte, hakka kullukta, günah işlememekte, belâ ve mihnet ânında sabırdır." buyurdu.
Ahmed Yekdest'e bu sabrı sebebiyle o gece rüyâsında Serhend'e gitmesi tavsiye olundu. Bu
mânevî işâret üzerine Hindistan'ın Serhend şehrine geldi. Orada ikinci bin yılın yenileyicisi
büyük âlim İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu Muhammed Ma'sûm hazretlerini tanıyıp ona
talebe oldu. On bir sene hocasının yanından ayrılmayıp ona hizmetle şereflendi. Hocasının
sevgi ve iltifâtlarına kavuştu. Sohbetlerinin bereketi ile tasavvuf yolunun bütün inceliklerini
öğrendi. Bundan sonra insanlara doğru yolu göstermek üzere Mekke'ye gönderildi. Mekke'de
otuz dokuz sene bu vazîfeyi gördükten sonra orada vefât etti.
Ahmed Yekdest hazretleri bu müddet zarfında pek çok talebe yetiştirdi. Mehmed Emin
Tokâdî, Tatar Ahmed Efendi, Hacı Muzaffer Efendi, Şeyhulislâm Seyyid Mustafa Efendi,
Dördüncü Mehmed Hanın baş çuhâdarı Kahramanağa, Kâdı Ziyâüddîn Efendi,
Rûznâmecibaşı Muhammed Kumul Bey, Muhammed Semerkandî ve Dârüssaâde ağası Beşir
Ağa bunların ileri gelenleridir.
Talebelerinden ve büyük evliyâlardan olan Mehmet Emîn Tokâdî hazretleri anlatır:
"Ahmed Yekdest Cüryânî hazretlerinin hizmetinde, ders ve sohbetlerinde bulundum. 1702
senesinde hocamın izni üzerine İstanbul'a dönüş hazırlığı yaptım. Vedâlaşmak üzere
huzûruna vardığımda; "Mısır üzerinden mi, Şam'dan mı gideceksiniz?" buyurdu. "Efendim
bir arkadaşım var, Şam hacılarıyla dönmeye niyet ettik." dedim. Bunun üzerine; "Otur
bakalım karşıma. Gözlerini yum, bakalım hangi kâfile ile gitmeniz takdir olunmuştur?"
buyurdu. Karşısına geçip gözlerimi yumarak oturunca, birden kendimi Cebel-i Nûr (Hira
Dağı) üzerinde Mekke'ye karşı oturuyor buldum. Dağ üzerinden Mekke'yi seyrediyordum.
Baktım ki, bir kâfile Mekke'den çıkmaya başlayıp Şam tarafına yöneldi. Yol alıp kısa bir
moladan sonra yola devam etti. Bu manzarayı gördüğüm sırada hocam: "Kâfilenin başına
bak." buyurdu. Baktım bir şehir görüldü. "Bu gördüğün şehir Şam'dır. Kâfile Şam'a ulaştı, sen
kâfile içinde var mısın?" buyurdu. "Yokum." dedim. "Yine Mekke'ye bak." buyurunca,
Mekke tarafına baktım. Gördüm ki başka bir kâfile Mekke'den çıkıp ilerledi. Kendimi kâfile
içerisinde tanıdığım bir arkadaşımla beraber gördüm. Paçalarımı sığayıp omuzuma bir tüfek
almışım ve yanımdaki arkadaşla sohbet ederek yol alıyoruz. Ben bu hâli seyrederken hocam;
"Kendini görebildin mi?" buyurunca; "Evet efendim." dedim. "Kâfilenin baş tarafına bak."
buyurunca, baktım. Mısır göründü. Yanımda gördüğüm arkadaşım Mısır'a girmek üzereydi.
Bu sırada; "Aç gözünü." buyurunca açtım ve kendimi huzûrunda oturuyor buldum. "Şimdi git
sana yolculukta arkadaş olmak üzere gördüğün o kişiyi bul, yolculuğunuz Mısır
tarafındandır." buyurdu. Huzûrundan çıkıp Harem-i şerîfe giderken yolda o gördüğüm kişiye
rastladım. Selâm verip elinden tuttum. Berâberce Harem-i şerîfe girip bir kenara çekilerek
sohbet etmeye başladık. Sonra onun da hocamın talebelerinden olduğunu öğrendim. Nihâyet
yolculuğumuz hususunda görüşüp Mısır'a gidecek kâfile yola çıkmadan yol hazırlığımızı
tamamladık. Yolculuğumuzdan bir gün önce hocam Ahmed Yekdest hazretlerinin huzuruna
tekrar gittim. Bu sırada; "İstanbul'a varınca nerede kalacaksın?" buyurdu. "Efendim
malumunuz kendi evim yoktur. Siz nerede kalmamı emrederseniz orada kalayım." dedim.
Bana bir mektup uzatıp; "Al bunu İstanbul'da Hâcegân divân-ı hümâyûndan Hüseyin
Paşazâde Kumul Muhammed Bey vardır. İstanbul'a varınca bu mektubu ona verirsin. Seni
onun sohbetine havâle eyledik. Ne buyurursa ona itâat et, ona teslimiyetin bize teslimiyettir."
buyurdu. Bu sırada öyle bir nazar ve iltifât ettiler ki o ana kadar kavuştuğum derecelerin ve
nîmetlerin binlerce üstünde derecelere kavuştum. O anda nasîb olan müşâhadeler, makamlar
ifâde edilemeyecek kadar fazlaydı. Mektubu aldıktan sonra; "İnşâallah birkaç sene sonra
buraya tekrar gelirsiniz. Fakat bizi bulamazsınız. Bizde olan emanetinizi (yazılı icâzeti)
Medîne-i münevverede bulunan Hâce Abdurrahîm'e verdik. Onunla görüşünce sana teslim
eder." buyurdu.
Ertesi gün kâfile Mısır'a hareket etmek üzere iken tekrar hocamın huzûruna gidip vedâlaştım.
Bana çok duâ edip iki yüz altın harçlık verdi. Sonra vedâlaşmak üzere dost ve arkadaşlarımın
yanına gittim. Beni yolcu etmek ve vedâlaşmak için otuz kişi kadar toplanmıştı. Onlardan da
ayrılırken bana bir anahtar ve bir liste verip; "Bu size hediyemiz olan eşyaların ve paraların
listesi ve içine koyduğumuz kutunun anahtarıdır. Kutuyu size Mısır'da teslim etmek üzere
kervancı başına verdik ve taşıma ücreti de verilmiştir." dediler. Nihayet vedâlaşıp yola çıktık.
Epey bir yolculuktan sonra Mısır'a vardık. Mısır'da kervancı başı; "Efendim bu kutuda size âit
emânetler var, listenizi çıkarıp kontrol edelim ve teslim alınız." dedi. Kontrol edip teslim
aldıktan sonra Mekke'deki dostlarıma verilmek üzere noksansız teslim aldığımı bildiren bir
mektub yazmamı ricâ etti. İstediği yazıyı kervancı başına verdim Bana teslim edilen bu
hediyeler ud, amber gibi güzel kokulardan başka bir kese içinde (o zamânın parasıyla) bin
kuruşluk altın, ayrıca iki bin kuruş değerde çeşitli eşyalar vardı. Bunları kimin hediye ettiği
belli değildi. Ancak listede dostlarınızın size hediyeleridir yazılıydı.
Mısır'a vardıktan sonra Kâhire'de bir kaç ay kaldım. Daha sonra İstanbul'a gitmekte olan bir
kalyona, Yelkenli gemiye binerek kısa zamanda İstanbul'a ulaştım.
İstanbul'a varınca dostlarımdan Aksaray civârında oturan Kafesdâr Abdülbâki Efendinin
evine gittim. Oturup sohbet ettik. O gece orada kaldım, haccımı tebrik ettiler. Hocam Ahmed
Yekdest hazretlerinin emri üzerine Hüseyin Paşazâde Muhammed Efendinin yanına
gidecektim. Evini sorup öğrendim. Bir sabah vakti gidip kaldığı yeri buldum. Binaya girip
yukarı çıkarak hazîne dâiresini sordum. Beni bir odaya dâvet edip, oturttular. Nereden
geldiğimi sorduklarında Mekke'den geldiğimi ve Muhammed Efendiye bir mektup
getirdiğimi söyledim. Hemen Hazînedâr kalkıp dışarı çıktı. Biraz sonra da gelip; "İsminiz
Muhammed Emîn midir?" deyince; "Evet! dedim. "Buyurun." deyip beni Muhammed
Efendinin yanına götürdü. İçeri girince ayağa kalkıp beni kucakladı, gözlerimden öptü; sonra
mektubu verdim. Bana yer gösterip oturmamı söyledi. Mektubu sevinçle alıp okuduktan sonra
hazînedârlarından birini çağırıp; "Emin Efendi kardeşimize kalacağı yeri gösterin." buyurdu.
Hazînedâr bana onun odasının yanında bir oda gösterip; "Buyurun." dedi. Odaya girdiğimizde
gördüm ki oda döşenmiş, hazırlanmıştı. Yanımdaki kişi oradaki malzemeyi bir bir gösterip;
"Burada istirahat edersiniz, efendimizin emridir," diyerek dışarı çıktı.
1711 yılında tekrar hac vazifesi ile Mekke'ye gittiğimde Hocam Ahmed Yekdest hazretleri
vefât etmişti."
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1084
2) Sefînetü'l-Evliyâ; c.2, s.45
3) Ziyâretü'l-Evliyâ; s.163
4) Menâkıb-ı Mehmed Emîn Tokâdî
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.281
AHMED BİN YAHYA EL-CELA
AHMED BİN YAHYA EL-CELA
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Yahyâ el-Celâ, künyesi Ebû Abdullah'tır. İbn-i
Celâ diye de bilinir. Aslen Bağdatlıdır. Doğum târihi bilinmemektedir. Şam'da yaşadı. Babası
Yahyâ el-Celâ da evliyânın büyüklerindendi. Ahmed bin Yahyâ, 918 (H. 306) senesi Receb
ayında Şam'da vefât etti.
Ahmed bin Yahyâ önce babasından ilim ve edeb öğrendi. Zamânın büyük velîlerinden
Zünnûn-i Mısrî ile Ebû Türâb Nahşebî hazretlerinin sohbetlerinde yetişip olgunlaştı.
Cüneyd-i Bağdâdî, Ebü'l-Hasan-ı Nûrî hazretleri ile görüşüp istifâde etti. Evliyâdan Ebû
Abdullah Busrî'nin sohbet arkadaşı oldu.
Ahmed bin Yahyâ, Şam evliyâsının en meşhurlarından olup derin ilmi ve hikmetli sözleri
vardı. Bir taraftan insanların kalblerini mânevî kirlerden temizlerken, diğer yandan ilim
öğretip talebe yetiştirirdi. Ebû Ali Rodbârî, Ebû Bekr Muhammed Dukkî ve Hakim Tirmizî
talebelerinin meşhurlarındandır.
Ahmed bin Yahyâ, tasavvuf yoluna girişi ile ilgili hâtırasını şöyle anlatır:
Anne ve babama; "Beni Allahü teâlâya hibe, hediye ederseniz, hep O'nun yoluna çalışırım."
dedim. Onlar da; "Verdik." dediler. Ben de memleketimi terkettim. Bir zaman sonra, gece
vakti gelip kapıyı çaldım. Babam; "Kimsin?" diye sordu. Ben de; "Oğlunum." deyince; "Ben
oğlumu, Allahü teâlânın yoluna verdim; verdiğimi geri almam." deyip kapıyı yüzüme kapadı.
Ben de geri döndüm çalışmalarıma devâm ettim. Çok şeyler kazandım.
Hak yolda ilerlerken başından geçen ibretli bir hâdiseyi şöyle anlatır:
Birgün güzel yüzlü bir hıristiyan çocuğunu görüp, güzelliğine hayret ettim. Cüneyd hazretleri
bu hâlimi görünce; "Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı her şeyde, hayret nazarıyla bakacak çok şey
vardır. Sen bunun cezâsını yakında görürsün!" buyurdu. Nitekim oradan ayrılır ayrılmaz,
ezberimdeki bütün Kur'ân-ı kerîmi unuttum. Tekrar ezberlemek için senelerce uğraştım.
Tövbe ettim, Allah'a yalvardım. Şimdi, bir şeye ilgi duymaya cüret edemiyorum. Allah'tan
başka bir şeyle Alâkadâr olmayı kendime yakıştıramıyorum.
Ahmed bin Yahyâ hocası Zünnûn-i Mısrî hazretleriyle geçen bir hâtırasını da şöyle anlatır:
Talebelik günlerinde, rehberim Zünnûn-i Mısrî hazretleri ile Mekke'de berâberdik. Günlerce
aç kalıp bir şey yemedik. Birgün Zünnûn, Hira dağına çıkmak için, öğle namazından önce
kalkıp abdest aldı yola çıktı. Ben de peşindeydim. Giderken yol kenarına atılmış tâze muzlar
gördüm. Birkaç tâne alıp, Zünnûn hazretlerine göstermeden kolumun yenine koydum.
Zünnûn hazretleri yanımdan uzaklaşınca da, çıkarıp yemeye başladım. Gözlerimle onu tâkip
ediyordum. Tepeye varıp insanlardan uzaklaşınca bana dönüp; "Yenine koyduğun şeyi çıkar."
dedi. Ben çok mahcûb oldum. Abdest alıp mescide gittik. Öğle, ikindi, akşam ve yatsı
namazlarını kıldık. Yatsıdan bir saat sonra, bir adam elinde bir tepsi yemekle çıkageldi.
Getirip Zünnûn hazretlerinin önüne koydu. Yemesini işaret edip gitti. O, hiç hareketsiz
duruyordu. Bana baktı ve; "Buyur ye!" dedi. Ben de; "Yalnız mı yiyeceğim?" dedim. "Yemeği
sen istedin. Biz talepte bulunmadık. Yemeği isteyen yer." buyurdu. Bunun üzerine, mahcûb
bir şekilde bu yemeği yedim.
Ahmed bin Yahyâ, kazandığının hepsini fakirlere sadaka verirdi. Kuldan bir şey beklemez,
arzusunu yaratana bildirirdi. Birgün kendisine fakirliğin ne demek olduğunu sordular. Hiç
seslenmedi. Bir kenara çekildi, sonra da çekip gitti. Çok geçmeden geri geldi. "Üzerimde bir
mikdâr para vardı. Bu para üzerimde dururken fakirlikten bahsetmeye utandım. Gittim, parayı
mahallemin fakirlerine dağıtıp geldim. Şimdi cevap verebilirim." buyurdu.
Talebelerinden âlim ve velî bir zât olan Muhammed bin Dâvûd Dukkî buyurdu ki: "Gözler;
Irak, Hicaz, Şam ve daha birçok memlekette, Ebû Abdullah bin Celâ'nın benzerini görmedi."
İsmâil bin Nüceyd buyurdu ki: "Dünyâda, zamânında dördüncüsü olmayan üç kişi vardır:
Onlar; Nişâbûr'da Ebû Osman Hîrî, Bağdat'ta Cüneyd, Şam'da Ebû Abdullah bin Celâ'dır."
Derin ilmi, engin mânâlı sözleri vardı. Tasavvufî hâllerden olan hakîkat ve mârifette eşi
yoktu. Zamânında Şam evliyâsının en büyüğü diye bilinirdi.
Ebû Abdullah bin Celâ hazretlerine; "Zâhid kime denir?" diye sorduklarında; "Zâhid,
kendisinin övülmesiyle yerilmesi arasında fark görmeyen kişidir." buyurdu.
Hüsn-i zan hakkında; "Bir kimse gözümün önünde bir hatâ işledikten sonra kaybolup gitse,
onun tövbe ettiğine inanır, hakkında kötü zanda bulunmam." buyurdu.
Bir kimse gelip; "İnsanlarla sohbetin şartı nedir?" diye sordu. "Onlara iyilik etmeden kötülük
etme, Onları sevindirmeden üzme!" buyurdu.
"Bir insan mânevî mânâda nasıl fakîr olur?" suâline; "Ondan geriye hiçbir şey kalmadığı
zaman." diye cevap verdi. "Böyle olduğu nasıl ve ne zaman anlaşılır?" denilince de; "Sol
taraftaki günahları yazan melek, yirmi sene boyunca aleyhinde yazacak bir şey bulamadığı
zaman anlaşılır." buyurdu.
Ahmed bin Celâ buyurdu ki:
"Üstâdım Zünnûn-i Mısrî'yi gördüm, onun sözlerinden hikmet yâni insanların din ve dünyâsı
için faydalı olan şeyler damlıyordu. Sehl'i gördüm, o hikmetten başka bir şey söylemiyordu.
Bişr-i Hafî'yi gördüm, onun da verâsı, haram ve helal olduğu bilinmiyen şüpheli şeylerden
sakınması vardı." "Siz bunlardan hangisine meylediyorsunuz?" diye sordular; "Üstâdımız
Bişr-i Hafî'ye." diye cevap verdi.
Birisi kendisinden müslüman kardeşinin hakkından sordu: "Müslüman kardeşinin hakkını,
aranızdaki dostluk ve muhabbete güvenerek zâyi etmeyin. Zîrâ Allahü teâlâ, her mümine
haklar verdi. Bu hakları ancak Allahü teâlânın hukûkunu yerine getirmeyenler zâyi ederler."
buyurdu.
Yine birgün ona; "Zâhid kime denir?" dediler. "Zâhid; kötülemekten ve övülmekten
alınmayan kimsedir. Zühd ise dünyâyı gözden ve gönülden çıkarıp yok saymaktır." buyurdu.
"Peki âbid kimdir?" dediler. "Farzları vakti girer girmez edâ edip yerine getirendir." buyurdu.
"Muvahhid kimdir?" suâline ise; "İşlerinin hepsini Allah için yapandır." buyurdu.
Rızık hakkında sık sık şöyle derdi: "Rızkını Allah'tan bilmeyip de onun mahlûkundan
beklemek, insanı cenâb-ı Hak'tan uzaklaştırıp, halka muhtâc eder." Sonra da; "Kim gönlünü
mahlûkâta bağlayıp Hakk'a ulaşmak isterse, O'na kavuşamaz. Kim gönlünü Hakk'a bağlar,
O'na ulaşmayı dilerse, arzusuna kavuşur." buyurdu.
Ahmed bin Yahyâ el-Celâ hazretleri hikmetli sözleri ve güzel ahlâkıyla insanlara rehber oldu.
Oğlu anlatır:
"Babam vefât ettiğinde, cenâzesini yıkaması için birisini çağırdık. Yıkamak için yanına vardı,
fakat hemen dışarı çıkıp; "Bu vefât etmemiş!" dedi. Biz yanına vardığımızda bir hareket
göremedik. O kimse korkup gitti. Başka birisini çağırdık. O da korkmuş hâlde çıkıp; "Ben
yanına varınca eliyle beni itti." dedi. Sonra yakın akrabâmızdan sâlih ve hal sâhibi birini
çağırdık. O gelince ona hiçbir şey yapmadı ve rahatça yıkayıp, kefenledi."
Evliyâlık makâmında yüksek derecelere ulaşan Ahmed bin Yahyâ el-Celâ hazretleri bir
zaman Medîne-i münevvereye gitti. Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret edip selâm
verdi. O zaman selâmına cevap sesi işitildi. Sonra; "Yâ Resûlallah! Kabûl edersen bu gece
yanında misâfir kalmak istiyorum." dedi. "Kabûl ettim." diye cevap verildi. Orada
kaldı.Rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Kendisine bir ekmek ikrâm edildi. Bir kısmını
yedikten sonra uyandı. Uyandığında ekmeğin kalanının elinde olduğunu gördü.
1) Risâle-i Kuşeyrî; s.26
2) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.314
3) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.176
4) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.152
5) Târih-i Bağdâd; c.5, s.213
6) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.178
7) Tabakât-ül Evliyâ; s.81-88
8) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.248
9) Sefînet-ül-Evliyâ; s.141
10) Nefâhât-ül-Üns (Fârisî); s.112
11) Tabakât-ı Ensârî; s.242
12) Keşf-ül-Mahcûb; c.236
13) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, 51
14) Sıfat-us-Safve; c.2, s.286
15) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.373
27 Haziran 2013 Perşembe
Eşkiya Farkı
Eşkiya Farkı
İrşad faaliyetinden dönen bir Osmanlı alimini dağ başında o günün eşkiyası çevirir. Birinin gözü hocanın köstekli saatine dikilmiştir. Hemen saldırır.
Ama eşkiyabaşı'ndan serrt bir ihtarı almaktan da geri kalmaz:
- Hocaefendinin saatine dokunma! Namazlarını o saatle kılıyor!
Bir başka gün, tarladaki çeşme başında, çocuğuyla yemeğini yemekte olan bir kadını ablukaya alan eşkiya, kadının feryadı üzerine şöyle seslenir:
-Bacım korkma. Bizim senin namusunda gözümüz olamaz. Bizim de bacımız, anamız vardır. Biz sadece şu çantadaki ekmeğe muhtacız. Bize bir-iki parça ekmek ver yeter.
Bugün kadın-çocuk, genç-ihtiyar demeyip katleden eşkiyayı düşündükçe....
İslam Farkı, Vehbi Vakkasoğlu
EN SON SÖZ
EN SON SÖZ
İmam Kazım (a.s) ın annesi, Ümmü Hamide'nin gözü, eşi İmam Sadık (a.s)'ın vefatı münasebetiyle, kendisini teselli etmek için gelmiş olan Ebu Basir'e ilişince, gözyaşları akmaya başladı. Ebu Basir'de, bir müddet ağladı. Ümmü Hamide'nin ağlaması durunca, Ebu Basır'e:
- İmam'ın can çekiştiği anda, hazır değildin! Tuhaf bir mesele oldu.
- Ne meselesi?'
- İmamın hayatının son anlarıydı. İmam ömrünün son dakikalarını geçiriyordu. Gözleri kapanmıştı. İmam, ansızın gözlerini açtı ve 'hemen şimdi akrabalarım ve yakınlarımın hepsini toplayın' buyurdu. Tuhaf bir (emir) istekti. Böyle bir vakitte İmam, madem ki emir vermişti, biz de gayret ettik ve hepsini topladık. İmamın yakınları ve akrabalarından gelmemiş kimse kalmadı. Hepsi, bu hassas anda İmam ne yapacak, ne söyleyecek diye hazırdılar ve merakla bekliyordı.
İmam, hepsini hazır görünce topluluğu karşısına alarak:
- Bizim şefaatimiz namazına önem vermeyen kimselere asla nasip olmayacaktır' buyurdu.
Bihar ul-Envar
AHMED BİN ÜSTAZÜ'L-A'ZAM
AHMED BİN ÜSTAZÜ'L-A'ZAM
On üçüncü yüzyılda Arabistan Yarımadasının güneyindeki Hadramût taraflarında yetişmiş
olan evliyâdan. İsmi, Ahmed bin Üstâzü'l-A'zam'dır. Hadramut'un Terîm kasabasında doğdu.
Doğum târihi belli değildir. 1306 (H.706) senesinde bir sel felâketinde boğularak şehîd oldu.
Kabri Terîm'dedir.
Asîl ve âlim bir âileye mensûb olan Ahmed bin Üstâzü'l-A'zam, ilk tahsîlini babasından
gördü. Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Babası onun yetiştirilmesi için özel îtinâ
gösterdi. Ona iyi bir eğitim, terbiye verdi. Kardeşleri Alevî ve Abdullah'tan da ilim öğrendi.
Babasının en küçük oğlu olduğu için kardeşleri onu çok severlerdi.
Babasının ilim meclisinde ve sohbetlerinde yetişen Ahmed bin Üstâzü'l-A'zam, onun
vefâtından sonra yolunu devâm ettirdi.
Çok namaz kılar, çok oruç tutar, akrabâlarını ziyâret eder, Allahü teâlânın ismini gece ve
gündüz zikr ederdi. Meşhûr olmaktan kaçınır, fuzûlî sözlerden ve işlerden sakınırdı.
İnsanlardan ayrı yaşamayı sever; "Onlarla berâber olmak insanı iflâsa götürür." derdi.
Dünyâya önem vermezdi. Mânevî yönden yüksek derecelere ulaşmıştı. Fakir olsun zengin
olsun, büyük olsun küçük olsun herkese karşı mütevâzî yâni alçak gönüllü davranırdı. Cömert
olup elinde olanları fakirlere ve ihtiyâç sâhiplerine ihsân ederdi.
Birçok kerâmetleri görülmüştü. Talebeleri ve sevenleri onu vesîle ederek Allahü teâlâya duâ
ederler, istek ve arzûlarına kavuşurlardı. Talebelerinden birisini bulunduğu şehrin vâlisi
hapsettirmişti. Hocası Ahmed bin Üstâzü'l-A'zam'ı vesîle ederek Allahü teâlâya duâ etti.
Hapishâneden kurtulmasını diledi. Allahü teâlâ hocasını vesîle ederek yaptığı duâsını kabûl
buyurdu. Vâli o kimsenin serbest bırakılmasını emretti. Hapishâneden çıkacağı sırada
hapishâne vazîfelisi; "Sen bana alışılmış bahşişi vermezsen seni bırakmam." dedi. O kimse,
vazîfeliye; "Sen beni serbest bırakıyorsun. Fakat karşıma başka mâni çıkarıyorsun. Böyle
yapma." dedi. Vazîfeli; "Evet mâni çıkarıyorum. Bahşişi almadan bırakmam." dedi. Bu hâl
karşısında hocasına tevessül etti yâni hocasını vesîle ederek hapishâneden kurtulması için duâ
etti. Duâsı kabûl olunup hapishâneden rahatça kurtuldu ve yoluna devâm etti.
Ahmed bin Üstâzü'l-A'zam şehîd olmayı çok isterdi. Aczüşşehîre köyüne sık sık gider gelirdi.
Bâzan da sâlih zâtlar bulunması sebebiyle orada kalırdı. Kaldığı evin bulunduğu vâdide yağan
yağmurlar netîcesinde büyük bir sel meydana geldi. Ahmed bin Üstâzü'l-A'zam hazretleri de
sel sularına kapılarak boğuldu. Böylece çok istediği maksadına kavuşup şehîd oldu. Terîm'de
Ârif-i billâh Şeyh Abdullah bin İbrâhim Bâ Kuşeyr'in mescidinin yakınında defnedildi.
Kabrinin yeri belirsiz oldu. Hattâ kabrin yeri unutuldu. On altıncı yüzyılın başlarında kabrinin
yeri tekrar tesbit edildi ve yenilendi. Üzerine de büyük bir türbe yaptırıldı.
Kabrinin yenilenmesi ve üzerine türbe yapılması şöyle oldu:
Seyyid Celîl, Fedaak bin Muhammed'i bâzı evliyâ zâtlarla birlikte rüyâsında gördü.Fedaak bin
Muhammed ona; "Seyyid Ahmed'in kabri burasıdır." diyor, kabrin yerini işâret ediyordu.
Bunun üzerine Seyyid Fedaak'ın işâretlediği yerdeki kabir yenilendi ve üzerine türbe binâ
edildi.
Şeyh Sehl bin Abdullah bin MuhammedBâ Kuşeyr dedi ki: "Biliniz ki bereketler, Allahü
teâlâdan Resûlullah efendimize sallallahü aleyhi ve sellem gelir. Resûlullah efendimizden de
sâlih kimselere gelir. Bu sebeple o beldede ilk önce Seyyid Celîl'i ziyâret etmek gerekir."
1) Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.1, s.316
2) Meşreu'r-Revî; c.2, s.84
AHMED ŞİRANİ
AHMED ŞİRANİ
Son devir Osmanlı âlimlerinden. İsmi Ahmed Şîrânî Efendidir. Babası Zürrâ'dan Mahmûd
Ağadır. 1879 (H.1297) senesi Şiran kazâsının Karaca köyünde doğdu. Medrese tahsîlini
bitirerek 1909 senesinde icâzet, diploma aldı. Müderrislik imtihanını başarı ile verdi.
Dâr-ül-Hikmet-i İslâmiyye memuriyeti, Cerîde-i İlmiyye Müdürlüğü yaptı. 1916'da da Sahn
Medresesi fıkıh müderrisliğine tâyin edildi. 1920'de Medreset-ül-İrşâd müdürü oldu. 1922'de
Konya İmam ve Hatip Mektebi müdür ve muallimliği, 1924'te İstanbul İmâm-Hatip Mektebi
hocası oldu.
Türkçe, Arapça ve Farsçanın yanında Fransızca da bilen Ahmed Şîrânî Efendi, Hayru'l-Kelâm
ve İ'tisâm isimlerinde mecmualar neşretti. Bu mecmualardaki yazılarında devrin reformcu ve
mezhepsizleriyle mücâdele ederek, cevaplar verdi. Bir ara İttihatçılarca dîvân-ı harbe verilen
Ahmed Şîrânî, mecmuasında bunlara şöyle cevap verdi:
Bir insan Allah'ı, Peygamberi, din ve mezhepleri inkâr ettikten sonra, "Benim nazarımda din
ve mezhep, Kur'ân ve hadîsten ibârettir." derse, onda ilim ve irfân, akıl ve idrâk, muntazam
dimağ, sağlam hâfıza bulunur mu?
"Benim nazarımda dört imâm denilen muhterem zâtlar, İslâmî ilimlerde rusûh sâhibi, derin
âlim ve ictihâda kâdir, gücü yeten bir âlimden başka bir şey değillerdir." diyorsunuz. Bunun
hilâfını, aksini iddiâ edecek kimse bulunmadığına göre anlatmak istediğiniz bir maksad var.
Fakat pek câhil olduğunuz için istediğiniz şekilde anlatamadınız. Demek istiyorsunuz ki:
"Ben onların ilmî şahsiyetlerini tanırım, fakat mezheplerini tanımam." Artık size ne diyeyim.
Açıklanması güç, gizlenmesi güç bir vereme tutulmuşsunuz. Bir mürşidin, yol göstericinin
irşâd eteğine, bir âlimin îkâz rahlesine (önüne) vakit geçirmeksizin mürâcaat etmenizi din
kardeşliği nâmına tavsiye ederiz.
1) Son Devrin İslâm Akademisi; s.166
2) Şeriatten Lâikliğe; s.310
3) Son Devir Osmanlı Ulemâsı; c.1, s.226
26 Haziran 2013 Çarşamba
ENDÜLÜS'TE GARİP ŞEYLER
ENDÜLÜS'TE GARİP ŞEYLER
Endülüs fatihi Tarık bin Ziyad, İspanya'ya çıkışında onikibin kişilik ordusuyla Kral Rodrik'in doksanbin kişilik ordusunu yenmişti (92/711 Mayıs). Daha sonra da Endülüs'te fetih hareketlerini sürdürmüştü. Tarık ve ordusu ülkenin başşehri olan Tuleytula üzerine yürüyünce, ahali korkudan kaçıp şehri boşaltmış, böylece orası hıristiyanlardan kolayca alınmıştı. Bu fetihten sonra Tarık, dağın arkasında 'Medinetü'l-Mâide' (Sofra Şehri) denilen yere geçti. Burada Hz. Süleyman a.s.'ın sofrasını ele geçirdi. Bu sofra yeşil zümrütten yapılmış, kenarları ve ayakları inci, mercan, yakut ve benzeri mücevherlerle süslüydü. Üçyüzaltmış ayağı vardı.
Kuzey Afrika valisi olan ve baştan beri Tarık'ın fetihlerine destek ve yardımda bulunan Musa b. Nusayr da, Tarık'tan bir yıl sonra onsekizbin askerle, gördüğü lüzum üzerine Endülüs'e girmiş; iki ayrı koldan fetihler sürerken, iki ordunun buluşması ancak bir yıl sonra mümkün olmuştu. Böylece iki büyük komutanın gayretiyle Endülüs fethi iki yılda tamamlanmıştı.
Endülüs'ün fethiyle ilgili, bazı garip olaylar da anlatılır. Şöyle ki, Tarık b. Ziyad Cebel-i Tarık Boğazı'nı geçip Endülüs'e girince, esirler arasında yaşlı bir kadın ona şöyle demiş:
- Böyle olayları iyi bilen bir kocam vardı. Buralara gelip galip olacak bir komutandan bahsedip dururdu. Bu komutanın sol omuzunda kıllı bir ben olduğunu söylerdi.
Tarık elbisesini kaldırınca, söylendiği gibi bir ben görüldü. Tarık ve yanındakiler bunu da bir fetih müjdesi saydılar.
Musa b. Nusayr şehirleri zaptederek İspanya içlerinde ilerlerken, birçok kalıntının da yer aldığı geniş bir araziye ulaşır. Orada dikili bir taş üzerinde oyma yazılarla şu yazıyı görür: 'Ey İsmailoğulları (Araplar)! Sizin varacağınız son yer burasıdır. Artık geri dönünüz. Niçin döneceğinizi de bildireyim: Sizler aranızda kavga ve ihtilafa düşeceksiniz.' Musa buradan geri döner.
Derler ki, Romalılar Endülüs'e girdikleri zaman bir evle karşılaştılar. Onlardan her kral buraya bir kilit ekliyordu. Gotlar da aynı şeyi yaptılar. Rodrik İspanya kralı olunca, bütün uyarılara rağmen bu kilitleri açtı. İçeride kırmızı sarıklı ve siyah atlı Arapların resmini gördü. Bir de şöyle bir yazı vardı: 'Bu ev açıldığında, bunlar da bu ülkeye girecekler.' İşte o sene Endülüs fethedildi.
EN BÜYÜKLERİ YAPMIŞTIR
EN BÜYÜKLERİ YAPMIŞTIR
Hazret-i İbrâhim aleyhisselâm kavmine bir peygamber olarak gönderildiğinde, onların puta tapıcı dinî telakkilerine karşı çıkmış ve önlerinde eğildikleri putların işe yaramaz birer taş, metal ve ağaç yığını olduklarını anlatmıştı. Onlar ise buna itiraz edip durmuşlardı. Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm, kavminin zihnini ve vicdânını harekete geçirmek ve onları uyandırmak yoluna başvurmuştu. Ve günün birinde şehir halkı mesîreye çıkmışken, tapınaktaki bütün putları kırıp, baltayı da en büyüklerinin boynuna asmış; onlar dönüp, bu durumu görünce de şaşırıp kalmışlardı. Şimdi hâdisenin gerisini Kur'ân-ı Kerim'den tâkip edelim:
Mesîreden dönen halk;
'' Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Muhakkak o zâlimlerden biridir, dediler. (Bir kısmı da)
'Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş' dediler. 'O halde, dediler, onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.'
Sonra da sordular:
' Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?
İbrahim aleyhisselâm cevap verdi:
' Belki de bu işi, şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!..
Bunun üzerine kendi nefislerine (vicdanlarına) döndüler (yani kendi kendilerine),
' Doğrusu siz, hakikaten zâlimlerin ta kendilerisiniz! dediler.
Sonra tekrar (eski) kafalarına döndüler (ve Hz. İbrâhim'e),
' Sen bunların konuşmadığını pekâlâ biliyorsun, dediler.
İbrâhim aleyhisselâm da,
' Öyleyse, dedi, Allâh'ı bırakıp da, hiçbir şekilde size ne fayda ne de zarar verebilen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Size de, Allâh'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz şeylere de yuf olsun! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?
Aralarından bir kısmı,
' Eğer bir iş yapacaksanız, yakın onu da ilahlarınıza yardım edin! dediler.
(Hz. İbrâhim'in kavmi bu teklifi kabul ederek, onu yakmak için büyük bir ateş hazırladı!.. Ve eli-kolu bağlı olarak ateşe attılar! İbrâhim aleyhisselâm ise, 'Bana Allâh'ın sahip çıkması yeter; o, ne güzel bir sahip' diyerek Allâh'a sığınıyordu.)
'Biz, 'Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!' dedik.' Yani Cenâb-ı Hak, ateşten sıcaklık ve yakıcılık tabiatını gideriverdi.
Âyet-i kerimede geçen 'Bunun üzerine kendi nefslerine döndüler' ifadesindeki nefs, vicdan demektir. Zira bu doğrudan bildiğimiz hevâ ve hevesi ifade eden nefs değil; doğru ve yanlışı, hakkı ve bâtılı, adâlet ve zulmü biribirinden ayıran temel insânî ölçü olan vicdanı ifade eder. Nitekim bu hâdisede Hz. İbrahim'in kavmi, bir an için bir taş yığını olan bir putun eline baltayı alıp diğer putları kıramayacağını anlamış, hakikatin ta kendisiyle karşı karşıya gelmişti. Ne var ki, o bir anlık derûnî muhâsebe, akletme ve gerçeği kabul etmenin tesirinden kurtulup, tekrar eski kafalarına dönmüşler; üstelik de putların dile gelip konuşmayacaklarını itiraf etmek zorunda kaldıktan sonra.
Bu durumda Hz. İbrahim gayet haklı olarak 'Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza!' demekte, hemen ardından da, 'Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?' diye sormaktadır...
Evet soru bu: 'Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?'
Cenâb-ı Hakk'tan dileğimiz; verdiği akıl nimetini, kendi yolunda, rızâsına muvâfık şekilde kullanmayı nasip eylesin. Âmîn...
Kaynak:
Fazilet Takvimi, 28-29 Eylül 2001
AHMED-İ TİCANİ
AHMED-İ TİCANİ
Tîcâniyye tarîkatının (yolunun) kurucusu. İsmi, Ahmed bin Muhtâr, künyesi, Ebü'l-Abbâs'dır.
1737 (H.1150) senesinde Cezâyir'in güneyinde Ayn-ı Mâdî denilen yerde doğdu. Seyyiddir.
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek soyundandır. Dedelerinden
Seyyid Muhammed, Ayn-ı Mâdî'ye yerleşip, Berberî kabîlelerinden biri olan Tîcânlılardan bir
kadınla evlenmişti. Bu soydan geldiği için Ebü'l-Abbas Ahmed'e Ticânî denildi. Ahmed
Ticânî 1815 (H.1230)'de Fas'da vefât etti. Kabri buradadır. Soyu, oğulları Muhammed Kebîr
ve Muhammed Habîb ile devam etti. Mâlikî mezhebindeydi.
Dindâr bir âile ocağında yetişen Ahmed Ticânî'ye, Allahü teâlâ, parlak bir zekâ, zihin açıklığı
ve din gayreti ihsân etti. Yedi yaşında Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Yirmi yaşına varmadan dînî
ve edebî ilimleri öğrendi. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek işlerini
ve sözlerini içerisinde toplayan Sahîh-i Buhârî ve Sahîh-i Müslim ile Malîkî mezhebine ait
din bilgilerini anlatan Muhtasar adındaki fıkıh kitabını ezberledi.
Yirmi yaşına gelince ihlâsa (herşeyi Allah rızası için yapma) kavuşma yollarını öğreten
tasavvufa meyletti. Bu arada, talebelere ders okutur, sorulan suallere doyurucu cevaplar
verirdi. İlimde olduğu gibi ibâdetlerde, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmakta, O'nu anıp,
hatırlamakta da pek gayretli idi. Genç yaşta yüksek hallere ulaşma nîmetine kavuştu.
Sonra, âlim ve velîlerle görüşüp, onlardan istifâde için pek çok yolculuk yaptı. Görüştüğü
kimseler kendisine ileride büyük derecelere kavuşacağını müjdelediler. Önce; Ebû
Muhammed Tayyîb bin Muhammed, Ahmed Sakîlî ile Muhammed Zebîbî Vâncelî ile
karşılaştı. Muhammed Zebîbî Vâncelî'nin onu gördüğünde ilk sözü; "Sen ilerde yüksek bir
mertebeye kavuşursun." oldu. Abdullah bin Arabî; "Allahü teâlâ senin elinden tutar."
buyurup, bu sözünü üç defa tekrarladı. Ebü'l-Abbâs Ahmed Tavvâş ise, halveti (yalnızlığı),
zikri, (Allahü teâlâyı anmayı, hatırlamayı) tavsiye etti. "Sabret, kalp gözün açılır." dedi.
Bilâhare Sahrâ denilen yere gelip, beş sene kaldı. Sonra Tilmsân'a geçti. Tefsîr ve hadîs
dersleri verdi. Bu sırada bütün himmet ve gayreti, Allahü teâlâ ile beraber olmak, dâimâ O'nu
anıp, hâtırlamak, O'ndan başkasını unutmak oldu. Bu sebeble insanlardan ve onların arasına
karışmaktan uzak durdu. Sonra hacca gitmek Resûlullah efendimizi sallallahü aleyhi ve
sellem ziyaret etmek niyeti ile yola çıktı. Cezâyir yakınlarında Ezvâvâ denilen yere gelince,
Ebû Abdullah Muhammed bin Abdurrahmân Ezherî'nin adını duydu. Gidip onunla görüştü.
Ondan Halvetiyye tarîkatının yolunu öğrendi. Zikirler, tenhâda, insanlardan uzak ve yalnız
yapıldığı için bu tarîkata Halvetiyye denmiştir. Allahü teâlânın yedi ism-i şerîfini usûlüne
göre söylemek, kalb temizliği, "La ilâhe illallah" sözünü dilden düşürmemek, devamlı Allahü
teâlâyı hatırlamak, O'ndan başkasını gönlünden çıkarmak, bu tarikatın temel
husûsiyetlerindendir.
Yolculuğa devâm eden Ahmed Ticânî önceden ismini duyduğu Şeyh Mahmûd-i Kürdî ile
görüşmek üzere gemiyle Mısır'a geldi. Gelir gelmez ilk işi o zâtı bulmak oldu. Şeyh
Mahmûd-ı Kürdî onu görünce; "Sen Allahü teâlânın indinde sevilen birisin." buyurdu.
Ahmed-i Ticânî; "Bunu nereden biliyorsun?" diye sordu. "Allahü teâlânın bildirmesi ile."
cevâbını verdi.
Bir müddet onun yanında kalıp, hac için Mısır'dan ayrıldı. Vedâlaşırken Şeyh Mahmûd-ı
Kürdî ona hayır duâda bulundu. Mekke-i mükerremeye varınca buradaki büyükleri aradı.
Ebü'l-Abbas bin Ahmed bin Abdullah isimli mübârek bir zâtın varlığını öğrendi. Ancak bu
zât mânevî bir işârete dayanarak kimse ile görüşmüyordu. Bu yüzden onunla bizzât
görüşemedi. Kalben ona teveccüh edip (yönelip) mânen istifâde etti. Pek çok sırlara kavuştu.
Hattâ hizmetçisi vâsıtasıyla mektuplaşırlardı. Ebü'l-Abbâs Ahmed bin Abdullah, Ahmed
Ticânî'nin ilerde yüksek derecelere kavuşacağını müjdeledi. "Sen benim ilmimin, sırlarımın,
kavuştuğum nûrlarımın vârisisin." dedi. Hizmetçi bunları duyunca üzüldü ve; "On sekiz
senedir sana hizmet ediyorum. Sen ise, mağribden gelen birini vâris ediniyorsun." dedi.
Ahmed bin Abdullah hazretleri hizmetçisine; "Eğer bu benim isteğimle olsaydı, ondan evvel
kendi evlâdımı bundan faydalandırırdım." dedi. Zilhiccenin onunda vefât edeceğini söyledi.
Dediği gibi oldu.
Ahmed Ticânî hac ibâdetini tamamlayınca, Medîne-i münevvereye gitti. Peygamber
efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Ahmed Ticânî hazretleri Medîne-i münevvereye
gelince, burada evliyânın büyüklerinden Mustafa Bekrî'nin talebesi Semmân diye tanınan
Muhammed bin Abdülkerîm ile görüştü. Teberrüken onun derslerinde ve sohbetlerinde
bulunup, istifâde etti. Ziyâretten sonra, hac kâfilesi ile Mısır'a döndü. Şeyh Mahmûd-ı
Kürdî'nin yanında bir müddet kaldı. Şeyh Mahmûd-ı Kürdî onun ilminin biraz daha gelişmesi
için, müşkil (zor) meseleleri sorup, ondan bunların çözülmesini istedi. Bu sûretle ilimde
yüksek bir dereceye ulaştı. Hocası, Halvetiyye yolu üzere insanları terbiye ve irşâd etmesine
izin verdiyse de o buna cesâret edemedi. Büyük velî Mevlânâ İdrîs'i ziyâret için 1777
(H.1191) senesinde Fas şehrine gitmek üzere yola çıktı. Bu sırada Vecde şehrine uğradı.
Orada Ali Harzim bin Arabî ile tanıştı. Ona ileride kendisi ile görüşeceğine işâret eden
unutmuş olduğu bir rüyâsını hatırlattı. Fas'a varınca Mevlânâ İdrîs'i ziyâret etti. Bir müddet
daha Fas'da kalıp, onu ziyâret için yanına gidip geldi.
Bundan sonra Tunus'a ve bilâhare Tilmsan'a geçti. Burada sekiz sene kaldı. İnsanlara Allahü
teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Bir çok yerleri dolaştıktan sonra, Sem'un köyünde
yerleşti. Burada halvete girerek insanlardan uzak durdu ve kimse ile görüşmedi. Devamlı
zikir ve ibâdetle meşgul oldu. Mânevî perdeler kalkıp, yüksek derecelere kavuştu. Mübârek
ceddi (dedesi) Resûlullah'ı sallallahü aleyhi ve sellem uyanık iken, baş gözü ile gördü.
Peygamber efendimiz ona görünüp çeşitli zikirler öğretti. Sonunda Resûlullah ona; "İnsanları
irşâd et. Onlardan uzak durma. Bu sûretle vâdolunduğun yüksek mertebeye ulaşırsın."
buyurdu. Resûlullah efendimizin izni ve emri olduğu için insanları irşâd ve terbiyeye başladı.
Tasavvufun esâsını teşkil eden tövbe (günahlardan pişmanlık), zühd, (dünyâya rağbet
etmeme), sabr, şükr, havf (Allahü teâlânın azabından korkma), recâ, (Allahü teâlâdan
rahmetini ümit etme), tevekkül (Allahü teâlâya güvenme), rızâ (Allahü teâlâdan gelen her
şeyden hoşnûd olma), muhabbet (Allahü teâlâyı sevme ve her an Allahü teâlâyı hatırlayıp,
O'ndan başkasını unutup gönlünden çıkarma) demek olan fenâfillah mertebelerine kavuştu.
Ahmed Ticânî bilâhare bulunduğu köyden 1213 senesinde Fas'a gitti. Fas Sultânı onu çok iyi
karşıladı. Kendisine bir ev tahsis etti. Fakat, kalbi bu ev hakkında huzurlu değildi. İçinde bir
tereddüd vardı. Bu sebeple orada kalmayı kabûl etmedi. Sultan bunun farkına varıp, onu bu
hususta rahatlatacak şeyler söyledi. Nihâyet Ahmed Ticânî o eve yerleşti. Birkaç gün sonra
yakınlarına; "Bu eve Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin izni ile yerleştim.
Fakat bana bir şey yerine getirmemi emretti." dedi. Yakınlarından birisi Resûlullah'ın ona
evin kirâsı mikdarı bir şeyi fakirlere tasadduk etmesini (vermesini) emrettiğini anlatmıştır.
Bundan dolayı Ahmed Ticânî hazretleri her ayın sonunda evin kirâsı kıymetinde ekmeği,
fakirlere verirdi. Vefâtına kadar buna devâm etti.
Ahmed Ticânî hazretlerinin talebelerine ve sevenlerine nasihat edeceği, onları terbiye ile
meşgul olacağı bir zâviyesi (dergâhı) olmamıştı. Bu işi bâzan evinde bâzan câmilerden
birinde yapardı. Bir gün Resûlullah efendimiz kendisine görünerek bir zâviye inşâ etmesini,
bunun için kendisine güzel, helâl bir arâzi seçmesini emretti. Ahmed Ticânî hazretleri yine
Peygamber efendimizin işâreti ile bugün Fas'ta Büleyde diye bilinen Derdâs mıntıkasında bir
yeri seçti ve burayı helâlinden kendi malı ile satın aldı. Bu arsa Akvemâ oğullarına ait harâbe
bir yerdi. Kimse oraya yalnız giremezdi. Güvenilir kimselerden nakledildiğine göre, bâzan
oradan bir kalabalığın zikir sesleri gelirdi. Fas meczûblarının (velîlerinin) çoğu buraya
uğrardı. Zâviye yapılmadan önceFas'ın Lehbî ismindeki meşhûr meczûbu, bu harabeye gelir,
kulağını kapısına koyar oradan geçenlere; "Buraya gelin, zikr seslerini dinleyin." derdi.
Ahmed Ticânî hazretleri daha sonra bu arsanın çevresindeki yerleri de satın aldı. Resûlullah
efendimiz, Ahmed Ticânî'ye orası için; "Burası benim mekânımdır." buyurdu.
Ahmed Ticânî (rahmetullahi aleyh) zâviyenin inşâsına başlayacağı zaman, hasedçiler hep
birlikte, zâviyenin yapılmasına karşı çıktılar. Durum sultana ulaştı. Sultan, Ahmed Ticânî'nin
çok kerâmetlerine şâhid olduğu için zâviyenin yapılmasını emretti. Bunun için Ahmed
Ticânî'ye bir mikdâr yardım ve başka lâzım olabilecek şeyler de gönderdi. Ahmed Ticânî
belki bizden daha muhtaç olanlar vardır diye bunları ona geri gönderdi. Onlara verilmesini
istedi. Sultan; "Yanındaki talebelerine dağıtırsın." deyince; "Hamdolsun hepsinin durumları
iyidir" buyurdu. Sultan; "Zâviyeye harcarsın." dediğinde; "Zâviye, Allahü teâlânın yardımı ile
ayakta durucudur." buyurdu. Fakat o sırada kimse bu sözün mânâsını anlamadı. Zâviyenin
işlerini yürüten talebeleri, sultandan gelen malın bu sefer de geri çevrilmesinden çekindiler.
Ahmed Ticânî hazretlerinin haberi olmadan gelen yardımı sultanın adamından alıp, onunla
abdesthâne yaptılar. İnşâat tamamlanınca, sultandan gelen para ile yapılan abdesthânenin
yıkıldığı, zâviyenin diğer kısımlarının ise ayakta durduğu görüldü. O zaman bu sözün mânâsı
anlaşılmış oldu.
Ahmed Ticânî hazretleri, bu zâviyede insanlara din bilgilerini Allahü teâlânın rızâsını
kazanma yollarını öğretti. Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği ilimler ve feyzlerden herkesi
faydalandırdı. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sünnetine uymakta, dinden
olmayıp, sonradan giren bid'atlerden sakınmakta, dünyevî alâkalardan kurtulmakta pek
gayretli olduğu gibi, insanları da bu hususda teşvik etti.
Ahmed Ticânî hazretlerinin Mûsâ ismindeki talebesi sohbet esnâsında çok suâl sorardı.
Muhammed Selâlî ismindeki zât ise ona bu sebeple darılırdı. Birgün Ahmed Ticânî hazretleri
ikisini de yanına çağırdı. Geldiklerinde Muhammed Selâli'ye; "Mûsâ'ya karışma. O ne yaparsa
yapsın ben onu severim." buyurdu.
Ahmed Ticânî hazretleri Halvetiyye tarîkatına göre insanları terbiye ve irşâd etti. Bu irşâd
kendine mahsus olduğundan Halvetiyye'nin Ticânîye kolu ortaya çıktı ve bu tarîkatın
Afrika'da İslâmiyet'in yayılmasına büyük hizmeti oldu.
Ahmed Ticânî hazretleri Fas'ta uzun müddet kaldıktan sonra çoluk çocuğu ile beraber Şam'a
yerleşmeye karar vermişti. Faslılara bu haber ağır geldi. Sanki içerlerinde ciğerleri
parçalanıyordu. Bütün hazırlıklar tamam olup sadece yola çıkmak kalmıştı. Faslılar, Ahmed
Ticânî hazretlerinin aralarında kalması için Resûlullah efendimizin rûhâniyetinden yardım
istediler. Peygamber efendimizin muvâfakatı ile Şam'a gitmekten vazgeçince halk çok
sevindi.
1230 yılında 80 yaşındaydı. Bereketli ömrünün son anlarına gelmişti. Gece boyunca; "Allah
Allah! Bir nûr kalbimi yaktı." sözünü tekrarladı. Sabaha yakın yanında bulunanlara dönüp;
"İşte Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem halîfeleri ile beraber geldi, hepiniz kalkınız."
buyurdu. Birkaç kişi hâriç diğerleri çıktılar. Bir müddet sonra rûhunu teslim etti.
Ahmet Ticânî hazretleri beyaz tenli nûrânî yüzlü, gür sesli, susması çok, tebessümü hoş, sözü,
sohbeti tatlı, heybet, vakar, hayâ, firâset ve kerâmet sâhibiydi. Allahü teâlânın izni ile kısa
zamanda uzak mesâfelere giderdi. Gizli şeyler kendisine mâlum olurdu. Şeyh İbrâhim
Reyyâhî isminde bir zât Fas'a geldiğinde, ilk önce Ahmed Ticânî hazretlerini ziyâret için
evine gitti. Kapıyı çaldığında, hizmetçi çıkıp; "Sen Tunuslu İbrâhim Reyyâhî misin?" dedi. O;
"Evet." deyince, hizmetçi; "Ahmed Ticânî hazretleri geleceğini söylemişti. Buyrun, girin."
dedi. İbrâhim Reyyâhî içeri girince, odada başkalarının da olduklarını gördü. Sonra ona bir
bardak süt ikrâm edildi. Hepsini içdikten sonra Ahmed Ticânî hazretleri oraya geldi ve ona,
hocası Şeyh Sâlih Kevvâş'ın vefât ettiğini, kendisinin de onun cenâzesinde bulunduğunu
haber verdi.
Cenâzesinde Fas âlimleri, eşrafı ve devlet ileri gelenleri de hazır bulundu. Cenâze namazını,
Müftü Muhammed bin İbrâhim kıldırdı.
Büyük âlimler Ahmed Ticânî hazretlerini medh u senâ etmişlerdir.
Mağrib âlimlerinden Câfer bin İdris Kettânî: "Büyük kutb gavs-ı rabbânî, vasıfları yüksek,
halleri garib, evliyâlık derecesi büyüktür."
Muhammed bin Câfer Fârîsî: "Nihâyete varmış velî, şerîatle hakîkatı bir araya getiren kâmil
(olgun) rehber."
Yûsuf-i Nebhânî: "Ârif denilen evliyânın önderidir. Zikirlerini ve virdlerini uyanık iken
Peygamber efendimizden alan büyüklerindendir." demiştir.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.349
2) Târih-ul-Halef; c.2, s.38
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.183
4) El-A'lâm; c.1, s.248
5) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.2, s.143
6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1077
7) Kıyâmet ve Âhiret; s.82
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.331
9) Gâyet-ül-Emânî fî Sîreti Seyyidî Ahmed et-Ticânî; (Muhammed bin Hasan Sânî, Beyrut,
Tarihsiz)
10) Cevâhir-ul-Mesnî (Ali Harezm, Kâhire, 1348)
11) The Tijaniyye (Jamil Abu'n-Nasr, Londra, 1965)
12) The Sufi Orders in İslâm; s.107
AHMED ŞEYBANİ
AHMED ŞEYBANİ
Hindistan evliyâsından. İsmi Ahmed olup, babasının ismi Kâdı Mecdüddîn'dir. İmâm-ı A'zam
hazretlerinin en yüksek talebelerinden olan İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin soyundandır.
Hindistan'ın Nârnûl beldesinde doğup yetişti. Doğum târihi belli değildir.
Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Ahmed Şeybânî Hâce Hüseyin Nâgûrî'nin talebesi oldu.
Zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsîl etti. Ayrıca başka âlimlerin de sohbetlerinde bulundu. İlim
tahsîlini tamamladıktan sonra, Ecmîr'e yerleşti. Orada yetmiş seneden fazla kaldı. Dünyâya
düşkün olmaktan, haramlara ve şüphelilere düşmekten uzak bir şekilde, nefsin isteklerine
muhâlefet ederek, ibâdet ve tâat ile meşgûl olarak yaşardı. Haramlara düşmekten son derece
sakınır, takvâ üzere bulunurdu. Tasavvuf yolunda ilerlemiş olup, yüksek derece sâhibi idi.
Dünyâya düşkün olmamakla birlikte, dünyâya düşkün olanlardan da uzaktı. Sohbetinde
bulunanlara; dînimizin hükümlerini, tasavvuf yolunda bulunmanın husûsiyetlerini ve bu yola
âit ince bilgileri anlatırdı. Meclisi, Süfyân-ı Sevrî hazretlerinin meclisi gibiydi. Emr-i mârûf
ve nehy-i münkerde, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmede çok gayretliydi. Zengin,
fakir, tanıdık ve yabancı, herkese karşı, fitne çıkarmadan emr-i mârûf yapardı ve bu hususta
hiçbir zaman gevşeklik göstermezdi. Arabî ve Fârisiyi çok güzel konuşurdu.
Ahmed Şeybânî, küçüklüğünde akrabâları ile birlikte alışveriş için Mendev beldesine gitmişti.
Şeyhülislâm Şeyh Mahmûd Dehlevî de oradaydı. Cemâat ile namaz kılındı. Namazda
Mahmûd Dehlevî en ön safta başka âlim zâtlar ile birlikte bulunuyordu. Mahmûd Dehlevî,
namaza dururken iftitâh tekbîrini imâmdan önce aldı ve bu hâl Ahmed Şeybânî'nin dikkatini
çekti. Namazdan sonra, başka âlimlerin, bu hâli Şeyhülislâm'a söylemekte gevşek
davrandıklarını görünce çok hayret etti. Nihâyet dayanamayıp yanına giderek; "Sizin bu
namazınız olmadı. İmâmdan evvel tekbîr aldınız." dedi. Bu hâli öğrenen Şeyhülislâm, bu
çocuk yaşta, fakat dînini bilen ve çok uyanık olan Ahmed Şeybânî'ye teşekkür edip, namazını
iâde etti.
Ahmed Şeybânî hazretleri, öğünme vesîlesi sayılabilecek gösterişli elbiseler giymezdi.
Namazlarda sarık sarardı. Cumâ ve bayram günlerinde, sünnet olduğu için ve dünyâ ehlinden
yanına gelenler olursa onlara karşı da heybetli olmak, İslâmın şerefini, vakarını korumak için
kıymetli elbise giyerdi. "Din ehlini dünyâ ehline aşağı göstermemelidir. Zîrâ dünyâ ehli,
görünüşe bakarlar." buyururdu.
Sohbetlerinde, Allahü teâlâ buyurdu ki, Resûlullah efendimiz buyurdu ki gibi ifâdeleri,
ehemmiyetine binâen tam bir azamet ve heybetle söylerdi ve böyle söylemesi, insanlara çok
tesirli olurdu.
Fakirlere, tasavvuf yolunda bulunanlara çok hürmet ederdi.Hayvanına binmiş olarak
giderken, böyle zâtlardan birini görse, hemen iner, onun geçmesini bekler, ellerini bağlamış
olarak hürmetle dururdu.
Huzûrunda gıybet konuşulsa, hattâ lüzûmsuz bir şey söylense aslâ müsâade etmez, derhâl;
"Baba sus!" diyerek îkaz ederdi. Talebelerinden birisi edeb ve hürmetle duyacağı şekilde
ismini söylese hemen gözleri yaşarır ve kendisini aşağılayarak; "Ahmed kim oluyor, o
zarardadır." derdi.
Ahmed Şeybânî hazretleri, gece yarısı geçtikten sonra kalkıp, Hâce Muînüddîn hazretlerinin
türbesine gider, orada teheccüd namazını kılıp, kuşluk vaktine kadar zikir ve tesbîh ile meşgûl
olurdu. Bu arada hiç konuşmazdı. Kuşluk vaktinde duhâ namazını kıldıktan sonra,
talebelerine ilim öğretir, ders verirdi. Bundan sonra, sünnet olduğu için kaylûle yaparak öğle
üzeri bir mikdâr uyur, kalktıktan sonra öğle namazını kılar, ikindiye kadar zikir ve tesbîhle
meşgûl olurdu. İkindi namazından sonra meclisinde bulunanlara Tefsîr-i Medârik'den okur,
anlatırdı. Allahü teâlânın îmân sâhipleri için Cennet'te hazırladığı nîmetlere ve din düşmanları
için Cehennem'de hazırlanan sonsuz azâba âit haberleri okuyunca çok ağlar, bu ağlaması
sebebiyle gözleri kızarırdı.
Ahmed Şeybânî hazretleri Ecmîr'deyken bir gün dostlarına; "Bu birkaç gün içinde, bu şehre
celâl nazarı vardır. Bir belâ ve musîbet gelmesi yakındır. Müslümanların şehirden çıkmaları
lâzımdır." buyurdu. Acele hazırlıklar yapılıp, Ahmed Şeybânî, müslümanlardan bir cemâat
ile, 1516 (H.927) senesinde bir pazar günü Ecmîr'den çıktı. Bundan sonra gelen ilk cumartesi
günü, din düşmanları Ecmîr şehrini istilâ edip, şehrin altını üstüne getirdiler. Ecmîr'de kalan
birçok müslümanı şehîd ettiler. Bu istilâdan beş gün evvel Ecmîr'den ayrılmasının, onun bir
kerâmeti olduğu anlaşıldı.
Ahmed Şeybânî hazretleri Ecmîr'e geldiğinde, on sekiz yaşındaydı. Çıktığında ise, doksan
yaşına yaklaşmıştı. Ecmîr'den ayrıldıktan sonra, doğum yeri olan Nârnûl'de kaldı. Üç-dört
sene sonra bir gün, meczûb bir kimse gelerek; "Ahmed Şeybânî! Seni göğe çağırıyorlar.
Hocanın huzûruna git!" dedi. O da, o gece rüyâsında buna benzer şeyler görmüştü. Hemen
hazırlanıp, hocasının memleketi olan Nâgûr'a geldi.
Nâgûr'a geldikten birkaç gün sonra hastalanan Ahmed Şeybânî, hastalığı ağırlaşıp ölüm hâli
yaklaşınca, ellerini kaldırarak namaza başlıyormuş gibi tekbîr aldı ve kendinden geçti. 1521
(H.927) senesi Şubat ayının dördünde Cumâ günü bu hâlde iken, "Allahü ekber" diye diye
rûhunu teslim eyledi. Hocasının kabrinin ayak ucuna defnedildi.
Ahmed Şeybânî hazretlerinin, Peygamber efendimize olan muhabbet ve aşkı pek çokdu.
Kendisine bir kimse gelerek; "Rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm." dese, derhâl
kendisini toparlar, o kimsenin karşısında ayakta durur, elleri bağlı olarak, büyük bir hürmet
ve edeb ile anlatmasını beklerdi. O kimse anlattıkça, ellerine, ayaklarına kapanır, o zâtın
elbisesini yüzüne gözüne sürerdi. O kimse; "Filan yerde gördüm." derse, o yere gider, orayı
öper, yüzünü sürerdi. Orada bir taş varsa, taşı yıkar, suyunu içer, o suyu gülsuyu ile elbisesine
sürerdi.
1) Ahbâr-ul-Ahyâr; s.190
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)