Bağış Yap

Amount :
Other : USD

21 Mart 2014 Cuma

AHNEF BİN KAYS

AHNEF BİN KAYS;
Tâbiînin meşhurlarından ve hadîs âlimlerinden. İsmi, Dehhâk bin Husayn et-Temîmî
es-Sa'dî'dir. Künyesi Ebû Bahr, lakabı Ahnef'tir. Ayağının eğik olması yâhut da ayaklarını
arkası üzerine basarak yürümesinden dolayı Ahnef denilmiş ve bu lakab ile şöhret bulmuştur.
Bâzı kaynaklarda isminin Sahr olduğu kayıtlıdır. Babası, Kays Ebû Mâlik künyesi ile
tanınırdı. Annesi, bir rivâyete göre Amr bin Sa'lebe'nin kızıdır. Basra'da doğdu. Doğum târihi
bilinmemektedir.
Ahnef bin Kays, Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem zamânında müslüman
olduğu hâlde, mübârek yüzlerini göremediği, gönüllere şifâ olan sözlerini işitemediği için
sahâbî olmakla şereflenemedi. Kavminin önde geleni idi. Kabilesinin müslüman olmasına
sebeb oldu. Çok hilm sâhibi idi. Bu hususta pekçok şey anlatılmıştır.
Hasan-ı Basrî onun hakkında şöyle demiştir; "Ahnef bin Kays şerefli bir kimse olup, kavmi
arasında ondan daha fazîletli bir kimse görmedim." Hazret-i Ömer'den hazret-i Osman'dan
hazret-i Ali'den, Sa'd ibni Mes'ûd'dan, Ebû Zer Gıfârî'den ve diğer sahâbîlerden hadîs-i şerîf
rivâyet etmiştir.
Kendisinden; Hasan-ı Basrî, Ebü'l-Alâ bin Şehîr, Talk bin Habîb hadîs-i şerîf nakletmişlerdir.
Ahnef bin Kays hazretleri şöyle anlatır:
"Hazret-i Osman zamânında Kâbe-i muazzamayı tavâf ediyordum. Leys kabîlesinden biri
elimden tutarak;
"Sana bir müjde vereyim mi?" dedi. "Evet" dediğimde; "Hani hatırlarsın, Resûlullah
efendimiz beni İslâma çağırmak için sizin kabîleye göndermişti. Onlara İslâmı anlatıp,
dâvette bulunuyordum. O zaman, sen; "En güzel, en iyi bir şeye, güzel huylara çağırıyorsun,
kötü huylardan uzaklaştırıyorsun. Bunları hiç duymamıştım." demiştin ve müslüman
olmuştun. Kabîlen arasında tutulan ilim, irfan sâhibi, zekî bir kimse olduğun için, tavsiyen
üzerine kabîlenizin mensupları da müslümanlığı kabûl etmişlerdi. Bütün bu durumları,
Medîne'ye dönünce Resûl aleyhisselâma anlattım. Resûlullah senin için; "Allah'ım! Ahnef'i
bağışla!" buyurdu. Bunun üzerine; "Benim yanımda, âhiretim için Resûlullah'ın bu mübârek
duâsından daha ümit verici bir şey yoktur." dedim ve çok sevindim.
Ahnef bin Kays, halîfe hazret-i Ömer'i Medîne'de, Basra halkından bâzı kimselerle birlikte
ziyâret etti. Halîfe herkesin halini hâtırını sordu. O sırada Ahnef bin Kays, bir köşede abasına
sarınmış bir hâlde sessizce duruyordu. Hazret-i Ömer;
"Senin bir ihtiyâcın yok mu?" diye sorduğunda, o şöyle cevap verdi:
"Ey Mü'minlerin Emîri! Evet var. Hayır ve bereketin anahtarı Allahü teâlâdır. Diğer şehirlerin
halkından olan kardeşlerimiz sulak ve verimli yerlere yerleştiler. Biz ise çorak, rutûbetli, bir
tarafı tuzlu deniz, bir tarafı çöle çevrili bir yere mekân tuttuk. Ne ekin, ne hayvanımız var.
Yiyeceklerimizi ve faydalanacağımız şeyleri çok zor şartlar altında elde ediyoruz. Zayıf bir
insan, tatlı su alabilmek için iki fersahlık yol gitmek zorunda. Eğer bizim en basit
ihtiyaçlarımızı karşılamaz ve fakirliğimizi gidermezsen, yok olup giden kavimler gibi
olacağız." Bunun üzerine hazret-i Ömer, Basra halkının çocuklarına Beyt-ül-mâldan, maaş
bağladı. Vâli Ebû Mûsâ el-Eş'arî'ye, Basra'ya kanalla su getirtmesi için mektup yazdı.
Hazret-i Ömer, ona karşı olan sevgi ve muhabbetinden dolayı, bir süre yanında kalmasını
istedi. Ahnef bin Kays bu istek üzerine bir sene Medîne-i münevverede kaldı. Sonra izin alıp
Basra'ya döndü. Hazret-i Ömer, Ebû Mûsâ el-Eş'arî'ye yazdığı mektubunda; "Ahnef bin Kays'ı
kendine yakın tut. İşlerinde ona da danış ve sözlerine kulak ver." buyurmuştu.
İran imparatoru Yezdicürd, topraklarının büyük kısmı müslümanların eline geçince, Merv
şehrine gidip yerleşmişti. Yezdicürd buradan İran şehirlerine mektup yazarak, halkı isyân
ettirdi ve andlaşmayı bozdurdu. Bunun üzerine hazret-i Ömer, Ahnef bin Kays'a Horasan
üzerine sefer düzenlemesi için emir verdi. Bir orduyla yola çıkan Ahnef bin Kays, İran
şehirlerindeki isyânı bastırdı ve Horasan'a yürüdü. Önce Herât'ı fethedip Merv eş-Şehcân'a
doğru ilerlerken, Nişâbur'a Mutarrif bin Abdullah komutasında, Serahs'a da Hars bin Hassân
komutasında bir birlik gönderdi. Ahnef bin Kays, Merv eş-Şehcân'a varınca, Yezdicürd, Merv
er-Rûz'a kaçtı. Buradan, Türk sultânına ve Çin krallarına mektup yazıp yardım istedi. İslâm
ordusu Merv er-Rûz üzerine yürüyünce, Yezdicürd Belh'e gitti. Ahnef bin Kays, Merv
er-Rûz'u ordu karargâhı yaptı. Kûfelilerden meydana gelen bir birliği Belh'e Yezdicürd'ün
üzerine gönderdi. Yezdicürd'ün askerleri ile İslâm mücâhidleri arasında şiddetli bir muhârebe
oldu. Yezdicürd'ün ordusu yenilerek kaçtı. Arkadan yetişen Ahnef bin Kays, Kûfelilerden
meydana gelen öncü birliğe yardım etti ve Allahü teâlânın izniyle Belh şehrini aldılar. İslâm
mücâhidleri Belh'in hemen akabinde Nişâbur ve Toharistân'ı da aldılar.
Ahnef bin Kays, bu fetihleri anlatan bir mektubu hazret-i Ömer'e gönderince; "Keşke oraya
ordu göndermeseydim. Keşke bizimle oranın arasında ateşten bir deniz olsaydı." buyurdu. Bu
sözleri duyan hazret-i Ali; "Neden, ey mü'minlerin emîri!" diye sormaktan kendini alamadı.
Bunun üzerine hazret-i Ömer; "Çünkü buranın halkı üç defâ yerlerinden dağılacaklar,
ayrılacaklar. Üçüncüsünde tamâmen imhâ edilecekler. Böyle bir musîbet meydana gelecektir.
Bu musîbet burayı fethettiğimizde, burada bulunacak müslümanlara geleceğine,
fethedilmeyip buranın müslüman olmayan halkının başına gelmesi daha iyidir, diye cevâb
verdi.
Hazret-i Ömer daha sonra, Ahnef bin Kays'a, Ceyhun Nehrini geçmemesini bildiren bir
mektup gönderdi. Bu sırada Yezdicürd, Türk hâkânından aldığı yardımla geri döndü. (Türkler
o asırda henüz müslüman olmamışlardı.) Ahnef bin Kays, Yezdicürd'ün aldığı yardım
kuvvetiyle üzerine geldiğini öğrenince, fikirlerini öğrenmek için, kıyâfetini değiştirerek, gece
askerleri arasında dolaşıp onları dinledi. Mücâhidlerden birisinin;
Eğer komutanımız bizi dağın eteklerine çekerse, nehir, düşmanla aramızda hendek vazifesi
görür. Sırtımızı da dağa dayamış olduğumuz için düşman arkamızdan da saldıramaz. Biz de
düşmanla bir cephede muhârebe yapardık. Umarım Allahü teâlâ bize zafer ihsân eder dediğini
duydu. Sabahleyin namazdan sonra; "Ey mücâhidler! Biz azız, düşman ise kalabalık. Bu sizi
korkutmasın. Nice az bir topluluk, pekçok düşmana Allahü teâlânın izni ile gâlip gelmiştir.
Allahü teâlâ sabredenlerle berâberdir. Şimdi buradan ayrılın. Sırtınızı dağa verin. Dağ
arkanızda, nehir ise bizimle düşman arasında kalsın. Düşmanla tek taraftan muhârebe
edelim." dedi.
Yirmi bin kadar olan İslâm ordusu bu emri yerine getirdi. Türk askerlerinden birisi meydana
çıkıp er istedi. Derhal Ahnef bin Kays ortaya çıktı, onunla çarpıştı. Türk süvârisi öldü. Bunun
üzerine arkasından sırayla iki asker daha çıktı. Ahnef bin Kays bunları da öldürdü. Türkler, o
zaman savaş âdeti olarak, üç süvâri çıkıp karşı taraftan üç kişiyle çarpışıncaya kadar
yerlerinden ayrılmazlar, ordu hücûma geçmezdi. Üç süvârileri de öldürülünce, durumu
hâkanlarına bildirdiler. O da bu durum hayra alâmet değil deyip, ordusunu geri çekti.
Türk hâkânını müslümanlarla karşı karşıya bırakan Yezdicürd, fırsattan istifâde ile,
müslümanların elinde bulunan Merv eş-Şehcân'a gitmişti. Orada bulunan Hârise bin Nu'mân
komutasındaki küçük mücâhid birliği, kalabalık düşman askerinden korunmak ve vakit
kazanmak için, kaleye kapandı. Merv eş-Şehcân yakınlarında bir mağarada sakladığı
hazînesini çıkartan Yezdicürd, Türk hâkânının yanına dönerken, İranlılardan bir kısmı;
"Ne yapmak istiyorsun?" diye sordular. O da; "Türk hâkânının yanına gidiyorum. Oradan da
Çin ülkesine gitmeyi düşünüyorum" deyince, onlar;
"Bu çok kötü bir düşüncedir. Bizimle birlikte müslümanlarla sulh yap. Çünkü onlar dindâr,
sözlerine sâdık ve bize yumuşak davranıyorlar. Muhakkak ki, bizi memleketimizde böyle
insanların idâre etmesi, dinsiz ve vefâsız kimselerin memleketine gidip, onların idâresi
altında yaşamaktan daha iyidir" dediler. Onların bu tekliflerini reddedince; "O zaman
hazînelerini bırak. Biz onların yönetiminde memleketimizde yaşıyalım." dediler.
Yezdicürd bunu da kabûl etmeyince, halk onu azledip, hazînelerine el koydular. Yezdicürd
de, Türk hâkânının yanına gitti ve Türk illerinde ikâmet etti. İranlılar hazîneleri Ahnef bin
Kays'a getirip teslim ettiler. Onunla andlaşma yaptılar. Kendi ülkelerinde mallarına sâhib
olarak müslümanların idâresinde, kisrâlar döneminden daha rahat bir şekilde yaşadılar.
Ahnef bin Kays tarafından gönderilen fetih haberi ve ganîmetler hazret-i Ömer'e ulaştığında,
müminleri câmide toplayıp, gelen mektubu herkesin huzûrunda okuttu. Sonra, şu hutbeyi îrâd
etti:
"Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Resûlünü hak din ile gönderdiğini, O'na tâbi olanların dünyâ
ve âhiret hayırlarına kavuşacaklarını vâd etti ve meâlen şöyle buyurdu: "O Allahü teâlâ
peygamberini, müşrikler istemese de bütün dinlere gâlip kılmak için, hidâyetle (Kur'ân-ı
kerîmle) ve hak dinle (İslâmiyet'le) gönderdi."(Tevbe sûresi: 33). Bu vâdini yerine getiren ve
İslâm ordusunu muzaffer kılan Allahü teâlâya hamdolsun. Şunu iyi bilin ki, mecûsî devleti
yıkılmış, mahvolmuştur. Artık onlar müslümanlara zarar verebilecek bir karış toprağa bile
sâhip değillerdir. Muhakkak ki, Allahü teâlâ sizin nasıl hareket edeceğinizi görmek, sizi
imtihân etmek için onların mallarını, mülklerini ve halkını sizin emrinize vermiştir. Allahü
teâlâ vâdini yerine getirir. Sakın hâlinizi değiştirmeyin. Yoksa Allahü teâlâ sizin yerinize
başkalarını getirir. Şüphesiz ben bu ümmet hakkında, arasında çıkacak fitneden korkarım."
Hazret-i Ömer'in şehâdetinden sonra, mecûsîler, Yezdicürd'ün kışkırtmasıyla yaptıkları
andlaşmayı bozdular. Hazret-iOsman bunun üzerine, Horasan bölgesine İbn-i Âmir
komutasında bir ordu gönderdi. İbn-i Âmir, bölgeyi tanıdığı için Ahnef bin Kays'ı öncü
birliklerin komutanı yaptı. İslâm ordusu kısa zamanda isyânı bastırdı ve fethedilmeyen diğer
yerleri de ele geçirdi.
Ahnef bin Kays, 686 (H.67) senesinde Kûfe'de vefât etti. Cenâze namazını Mus'ab bin Zübeyr
kıldırdı. Kûfe sırtlarındaki Seviyye semtine Ziyâd bin Ebîh'in kabri yanına defnedildi. Defin
esnâsında orada bulunan Abdurrahmân bin Ukbe şöyle anlatır: "Ahnef bin Kays'ın Kûfe'deki
cenâzesinde bulundum. Kabre ben de indim. Kabri düzelttiğim zaman, alabildiğine
genişlediğini gördüm. Bu durumu arkadaşlarıma haber verdim. Fakat onlar benim gördüğümü
görmediler."
Ahnef bin Kays buyurdu ki:
"Ben şu hususlara çok dikkat ederim. Bunları, istifade edeceklere söylerim. Başkasına değil.
Birincisi; beni aralarına almak istemeyenlerin aralarına girmem. İkincisi; beni çağırmayan
makam ve mevki sahiplerinin kapısına gitmem. İnsanların muhtâc oldukları şeyi bana
bağışlamalarını uygun görmem."
"Size, sıkıntısı ve zorluğu olmayan, övülecek bir şey söyleyeyim mi? Güzel ahlâk, çirkin ve
beğenilmeyen şeyi terk etmek. En kötü hastalık da; alçak ve düşük ahlâk, çirkin sözleri
söylemekdir."
"Şerefli ve asil kimse, sözünde durur. Akıllı olan, yalan söylemez. Mümin olan, gıybet
etmez."
"Edep ve fazîlet sahiplerine göre; babalar, çoluk çocuğuna, ölüler dirilere, sırf Allahü teâlânın
rızâsı için, iyi ve faydalı şeyler hazırlamaktan daha üstün bir şey bırakmamıştır."
"Çok gülmek, heybeti; çok şaka, vakar ve şahsiyeti giderir. İnsan ne ile beraberse, onunla
bilinir. Meselâ bir kimse çok güler ve şaka yaparsa, hafîf olarak bilinir."
"Bizim bulunduğumuz yerde kadınlardan, yiyecek ve içeceklerden konuşmayınız. Çünkü, en
sevmediğimiz kimse, avret yerlerinden ve yiyip içtiğinden bahsedenlerdir."
"Kişinin, sevdiği yemeği terkedebilmesi, ağırbaşlılık ve şahsiyet yüksekliğindendir."
Ahnef bin Kays'a hilmin ne olduğunu sordular. Cevap olarak;
"Alçak gönüllü ve sabırlı olmak." buyurdu.
"Bir kimse bana düşmanlık etse, ben ona şu üç halden biriyle karşılık veririm. Bu kimse
benden yaşlı ise ona saygı duyar, karşılık vermem. Benden küçük ise onun için kötü muâmele
yapmaya tenezzül etmem. Akranım ise ona af ve iyilikle muâmele ederim."
"Bir söze sabretmeyen çok söz işitir."
"Hasetçi kimse için rahat yoktur."
"Mürüvvet; güzel dostluk, doğru konuşmak, her yerde ve her an Allahü teâlâyı hatırlamaktır."
"Nice kınanan kimse vardır ki, günahsızdır."
"Edebin başı akıllıca hareket etmektir. Yapılmayan, yerine getirilmeyen sözde hayır yoktur.
Cömertlik olmayınca malın, vefâ olmayınca arkadaşın hayrı yoktur."
"Hilm, yumuşaklık bana insanlardan daha çok yardımcıdır."
"İdrâr yolundan akıp gelen insan, nasıl kibirli olur, şaşıyorum."
"Aranızdaki düşük ve bayağı kimselere ikrâm ediniz, onlara hediyede bulununuz. Çünkü
onlar, sizi dünyâda ve âhirette, utanacak duruma düşmekten ve ateşten alıkoymaktadırlar.
İnsan, utanılacak ve âteşe düşmeye sebep olan şeyleri onlarda görerek, bunlardan kendisini
korur."
"Bir sıkıntımı ve başıma gelen bir musîbeti, gözleri görmeyen âmâ birisine şikâyet ettim. Bu
durumu ona sitem ettim. Bunun üzerine beni üç defâ susturdu. Dedi ki:
"Ey Ahnef bin Kays! Başına gelen musîbeti hiçbir kula şikâyet etme. Çünkü şikâyet ettiğin
kişi, bunu söylemekle kendisini üzeceğin bir dost veya kendisini sevindireceğin bir düşmanın
olabilir."
"Allah'ım! Eğer beni bağışlarsan. Sen buna zâten lâyıksın. Eğer azâb edersen ben de buna
zâten lâyıkım."
Ona; "Ey Ahnef bin Kays! Sen çok yavaşsın." denildi. Buyurdu ki:
"Fakat üç şeyde acele ediyorum. Namaz vakti geldiğinde, hemen vaktinde kılarım. Cenâzem
var ise, zamânında defnederim. Kızımı dengi isteyince, onunla evlendiririm."
"Arkadaşlık çok ince bir şeydir. Onu korumazsan zarar gelebilir. Dâimâ kızgınlığın
zamânında kendine sâhip olarak onu koru ki, sana haksızlık eden gelip, senden özür dilesin.
Olan ile yetin. Fazlasını arama. Akadaşının kusuruna bakma."
Hazret-i Muâviye, Ahnef bin Kays'ı yanına çağırdı. Gelince;
"Ey Ebü'l-Bahr! Çocuklar hakkında ne dersin?" diye sordu. Ahnef bin Kays hazretleri; "Onlar
gönlümüzün meyveleridir. Onlara her türlü şefkat ve kolaylığı gösteriniz. Onların sevgi dolu
hareketlerinden memnun ol. Onlara bir şeyi zorlaştırma. Bu yüzden onları hayatlarından
bezdirip, usandırma!" buyurdu.
"Şu üç hususa tahammül etmek, arkadaşlık haklarındandır: Kızıldığında, azarlandığında, dil
sürçmelerinde."
#.&!"6$3E&&#.&&$)")4,"&&:"?,"%(&&:16$%$%
Yezdicürd, Ahnef bin Kays'a mağlûb olup, hâkanla Türk ülkesine geri dönerken, Çin
hükümdârına bir elçi gönderdi. Elçi, mektûbunu ve hediyelerini Çin hükümdârına sundu. Çin
hükümdârı elçiye;
"Hükümdârların birbirlerine yardımda bulunması karşılıklı vazifeleridir. Ancak sen bana, sizi
memleketinizden çıkaran kimselerin ahvâlini anlat. Görüyorum ki, sen sayı bakımından
onların az, sizin ise çok olduğunuzu söylüyorsun. Az olmalarına rağmen size gâlip gelmeleri,
onlarda, sizde bulunmayan bir takım iyi hasletlerin bulunduğunu göstermektedir." deyince,
elçi;
"Siz onlar hakkında soracağınız şeyleri sorun, ben de cevap vereyim." dedi. İmparator;
"Bu insanlar ahde vefâ gösteriyorlar mı?" diye sorunca, elçi;
"Evet" cevâbını verdi. "Sizinle savaşmadan önce, size ne teklif ediyorlar?" diye sorduğunda;
"Bizi şu üç şeyden birisine dâvet edip, istediğimizi kabûl etmekte serbest bırakıyorlar. Ya
dinlerini kabûl etmek, ya cizye vermek veya savaşa râzı olmak." dedi. İmparator yine;
"Onların komutanlarına itâatleri nasıldır?" diye sorduğunda;
"Onlar komutanlarına son derece itâat ederler ve bağlılık gösterirler." diye cevap verdi.
"Onlar neyi haram, neyi helâl kılıyorlar? Kendilerine helâl edileni haram, haram edileni de
helâl kılıyorlar mı?" diye sordu. Elçi;
"Hayır" cevâbını verince, imparator;
"İşte bu insanlar, kendilerine haram kılınanı helâl, helâl kılınanı da haram kılmadıkça hiç bir
şey onları mağlûb edemez." dedikten sonra, Yezdicürd'e şu mektubu yazdı:
"Şâyet elçinden bâzı bilgiler öğrenmemiş olsaydım, sana Merv'den Çin'e kadar uzanan bir
ordu gönderirdim. Fakat elçinin anlattığı bu kavim, bu halleriyle dağlar üzerine hücûm
etseler, dağları devirirler. Onlardaki îmân gücünü kimse yenemez. Eğer benim üzerime
gelseler, beni de yok ederler. Sana tavsiyem, onlarla sulh yapman ve ülkende kalman,
kesinlikle onları tahrik etmemendir."
1) Târih-ül-Ümem vel-Mülûk; c.4, s.309
2) Vefeyât-ül-A'yân; c.2, s.249
3) Mu'cem-ül-Udebâ; c.19, s.297
4) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.2, s.93, c.3, s.110, 112, c.7, s.97, 99
5) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.1, s.191
6) Fütûh-ül-Büldân; s.342, 410
7) Metâli-ün-Nücûm; c.2, s.150
8) Ikd-ül-Ferîd; c.1, s.32, 56, 91, 116, 124
9) El-Bidâye ven-Nihâye; c.8, s.326
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.1, s.219
11) Nihâyet-ül-Ereb; c.7, s.239
12) Cemheretü Hutab-il-Arab; c.1, s.451
13) El-A'lâm; c.1, s.276
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.345

20 Mart 2014 Perşembe

AHNEF EL-HEMEDÂNÎ

AHNEF EL-HEMEDÂNÎ;
Hemedan'da yetişen evliyânın meşhurlarından. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir.
Hayâtı hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Bir halini kendisi şöyle anlatmıştır: "Bir
defâsında çöle çıkıp yalnız başıma kaldım. Ellerimi açıp, Allahü teâlâya şöyle duâ ettim:
Yâ Rabbî ben zayıfım, sen her şeye kâdirsin. Senin ziyâfetine (Kâbe'yi ziyârete) gitmek
isterim. Böyle duâ edince gönlüme seni kim dâvet etti? diye suâl geldi.Sonra yâ Rabbî! Kâbe
öyle bir yerdir ki, oradaki sâlih kullarının hürmetine bana da orada bulunma nasîb olur diye
duâ ettim. Bu sırada âniden bir ses duydum. Baktım ki arkamdan biri bana sesleniyor. Deveye
binmiş birisi idi. Bana; "Nereye gidiyorsun?" dedi."Mekke'ye." dedim. "Seni kim davet etti?"
dedi. "Bilmiyorum." dedim. "Peki böyle yola çıkmak güç kuvvete bağlıdır." deyince,
"Öyledir, fakat ben tufeylî olarak, beni sevenlerin yanında geldim." dedim."Ne güzel
tufeylîlik ve dost sevgisi! Haydi yürü sana yol açıldı." dedi. Sonra devesini gösterip;
"Bu devenin hakkından gelebilir misin?" deyince, "Evet!" dedim. Deveden inip bana teslim
etti. Haydi bin Kâbe'ye doğru yola devâm et." dedi.
1) Nefehât-ül-Üns (Osmanlıca); s.128
2) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.46

AHMEDÜ BAMBA

AHMEDÜ BAMBA;
Senegal'de Mürîdiye tarîkatının kurucusu. Büyük ilim ve fikir adamı. 1850'de M'Backe
köyünde doğdu. 1927'de Tûbâ köyünde vefât etti.
Doğduğu köy olan M'Backe'yi büyük dedesi Mame Maram 1772 yılında kurmuştu. Mame
Maram burada Kur'ân-ı kerîm ile dînî ve naklî ilimlerin okutulduğu bir medrese inşâ ettirdi.
Oğlu Mame Balla burada okudu ve dînî ilimlerde yükseldi. Mame Balla ise oğlu Momar'ı
Bamba'da Ahmedü adında din ve fen ilimlerinde yüksek fazîletli bir hocanın derslerine
göndermişti. Momar, öğrenimini bitirip köyüne döndükten sonra doğan çocuğuna hocasının
hâtırasına Ahmedü Bamba adını verdi.
Babası küçük yaştan îtibâren Ahmedü Bamba'nın yetiştirilmesi, terbiyesi ve tahsîli için büyük
bir îtinâ gösterdi. Özel hocalardan dersler aldırdı. Ahmedü Bamba 9 yaşına geldiğinde bölge
Fransızlar tarafından işgâl edildi. Pekçok köyle birlikte M'Backe de yıkıma ve talana uğradı.
Momar da âilesini alarak Rip'te Porokhane köyüne yerleşti. Bu sırada Fransızlara karşı cihâd
hareketini başlatmış bulunan Maba Diakhu Porokhane'de bir medrese kurdu ve eğitimin
başına buraya gelen Momar'ı tayin etti.
Öte yandan Cayor'da Fransızlara karşı savaşan Lot Dior memleketini terketmek zorunda
kalmıştı. Maba Diakhu tarafından kabûl edilen Lot Dior bu sırada Momar'la da iyi bir dostluk
kurdu. Lot Dior yapılan antlaşma ile 1871 yılında yeniden Cayor'un idâreciliğine getirilince,
Momar'a da kâdılık teklif etti. Ancak bu teklifi kabûl etmeyen Momar, Diorbel yakınlarındaki
Pator köyüne yerleşti. 1874 yılına kadar burada kaldı. 1874'te Cayor'a giderek burada daha
önce yıkılan köylerinin hatırasına M'Backe-Cayor köyünü kurdu. 1880'de ölümüne kadar
burada kalan Momar bu süre zarfında bilhassa oğlu Ahmedü Bamba'nın tahsîliyle meşgûl
oldu. Onu Arapça, tefsîr ve fıkıh bilgisi bakımından mükemmel bir hâle getirdi. Ahmedü
Bamba ilimde yükseldikçe dînimizin emir ve yasaklarına uyması da fazlası ile artıyordu.
Babasının vefâtından sonra kendisine kâdı olması teklif edildi ise de kabûl etmedi. Çünkü
gâyesi, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerine gidip, tarîkat yolunda ilerlemekti. Bu maksatla
Saint Louis'e giderek o sırada Batı Afrika'nın en meşhur tarîkatı olan Kâdiriyyenin halîfesi
El-Hâc Kamara'ya bağlandı. Sonra bu hocasının işaretiyle meşhûr Kâdirî şeyhi Sidya'nın
sohbetlerine kavuşmak üzere Moritanya'ya gitti. Ahmedü Bamba, Şeyh Sidya tarafından çok
iyi karşılandı. Ondaki kâbiliyet, zekâ ve istidâdı gören Şeyh Sidya, bu talebesi ile yakından
ilgilendi. Şeyh Sidya'dan tasavvuf, akâid, Mâlikî fıkhı ve Sahîh-i Buhârî okuyan Ahmedü
Bamba, tarîkat makâmlarında da kemâl derecesine kavuştu. Şeyh Sidya kendisine icâzet,
diploma vererek Volof bölgesine halîfe tâyin etti.
Ahmedü Bamba Senegal'e döndüğünde, Lot Dior ile Fransızlar arasındaki savaş kızışmıştı.
Ancak Ahmedü Bamba hocasının tavsiyesi ile harbe girmek yerine talebe yetiştirmeye kararlı
idi. Bu sebeple büyük merkezlerden uzak kalmaya dikkat ederek, Darau-Marnâne adıyla bir
köy kurdu. Onun köyde inşâ ettiği bir dergâhta ders verdiğini duyan ilim tâlipleri buraya akın
etmeye başladı. Bir süre sonra buranın ihtiyâca cevap vermediğini gören Ahmedü Bamba
hazretleri, Baol'da Tûbâ köyünü kurdu (1886). Talebeleri ve bağlıları gün geçtikçe artıyordu.
Bu sırada Baol ve Colof'ta siyâsî karışıklıklar başgöstermişti. Fransızlar bu karışıklıklardan
Ahmedü Bamba'yı sorumlu tutmaya başladılar. Şeyh hazretleri 1891'de başkent Saint Louis'e
giderek kendisinin fakir bir derviş olduğunu ve müridlerin eğitimiyle uğraşmaktan başka bir
gâyesi bulunmadığını belirtti. Buna rağmen Fransızlar tarafından Baol tahtının iddiâcısı
şeklinde takdim edildi. Mahallî yöneticiler, merkezî idâreye Ahmedü Bamba ile
mensuplarının büyük bir tehlike arzettiği yolunda raporlar sundular.
Bu durum üzerine Ahmedü Bamba Colof'a giderek orada da Tûbâ adını verdiği yeni bir köy
kurdu. Fakat etrafında toplanan talebe halkasının burada da artması sömürge yönetimini iyice
rahatsız etti. Müridlerini dağıtması için kendisine baskı yapılmaya başlandı. Bu istekleri
reddetmesi üzerine 1895'te tutuklanarak Saint Louis'e götürüldü. Oradan Gabon'a sürüldü.
Mayombe Adasında uzun yıllar Hıristiyanlaştırılmış halk arasında sürgün yaşadı. Bu sırada
pekçok eser kaleme aldı. 1902'de serbest bırakıldı ise de ertesi yıl yeniden tutuklandı. Bu defâ
Moritanya'ya sürüldü.
Ancak Ahmedü Bamba hazretlerinin tutuklanması, sürgün hayâtına mahkûm edilmesi
olayların durmasını sağlamadı. Aksine daha da alevlendi. Şeyh hazretlerini sevenlerde yer yer
şiddet hareketlerine varan gösteriler düzenlediler. Kimse vergisini vermez oldu. Ahmedü
Bamba hazretleri sürgünde bulunduğu müddetçe kitapları elden ele geziyor ve kendisini
sevenlerin sayısı çığ gibi artıyordu. Sanki o sürgünde değil de müridlerinin her an yanında
bulunan, onlara her an vâzü nasîhat eden bir derviş idi. Bu hâli gören Fransız otoriteleri
Ahmedü Bamba'nın kendi hâlinde bir derviş olduğu ve siyâsî olaylarla ilgisi bulunmadığı
yolundaki sözlerine inanmaya başladılar. Bu sebeple Birinci Dünyâ Savaşı öncesinde
kendisini serbest bıraktıkları gibi, din işleriyle ilgili şûrâ meclisinin üyeliğine tâyin ettiler.
Ayrıca kendisini Legion d'Honneor nişânıyla taltif ettiler ise de, Ahmedü Bamba bunu kabûl
etmedi.
Ahmedü Bamba hazretleri hayatının son döneminde pekçok köyde ve şehir merkezlerinde
dergâh ve zâviyeler kurarak mürîdlerinin eğitimi ve ilim yayma işiyle meşgûl oldu. 19
Temmuz 1927'de vefât eden Ahmedü Bamba hazretleri Tûbâ köyünde defnedildi.
Ahmedü Bamba mezhepsizlik ve Vehhâbîlik gibi Ehl-i sünnet olmıyan yolların ortaya çıktığı
o devrede her işinde tasavvufî kaynaklara başvurdu. Ehl-i sünnet istikâmetinden ayrılmadı.
Yirmiyi aşkın eserinden bâzıları şunlardır: Hadâiku'l-Fedâil, Celîbetü'l-Merâgib,
El-Cevherü'n-nefîs, Mesâlikü'l-Cinân, Mecmûu'l-Müfîd, Sefînetü'l-Emân, Celîbetü's-Saâde ve
Mevâhibü'n-Nebî.
1) İslâm (Fazlurrahmân; Tercümesi, Mehmed Dağ-Mehmed Aydın; s.200-203
2) İslâm Ansiklopedisi; (T.C. Diyânet Vakfı Yayını); c.2, s.172-173

AHMEDULLAH

AHMEDULLAH;
Evliyânın meşhûrlarından. Hazret-i Osman'ın soyundandır. Evliyânın büyüklerinden meşhûr
İslâm âlimi Muhammed Senâullah Pânipütî hazretlerinin büyük oğludur. Doğum târihi
bilinmemektedir. 1784 (H.1198) de Pânipût'ta vefât etti. Tasavvufda Mazhâr-ı Can-ı Cânân
hazretlerinin meşhûr talebelerinden ve halîfelerindendir.
Önce babasından ve diğer âlimlerden ilim öğrendi. Bu hususta büyük gayretler gösterdi.
Tahsîli sırasında ilim öğrenmek için çok çalıştı. Gecelerini kitap okumakla ve öğrenmekle
geçirirdi. Kendini ilme o derece vermişti ki, yeme, içme aklına gelmezdi. Kırâat ve tecvid
ilminde mütehassıs oldu. Her gün yirmi bir cüz Kur'ân-ı kerîm okurdu.
Tasavvufta Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin derslerinde ve sohbetlerinde yetişti. Kalbin
temizlenmesinde ve insanın olgunlaşmasında büyük tesiri ve faydası olan "Lâ ilâhe illallah"
zikrini çok yapardı. Günde otuz beş bin defâ söylerdi. Tasavvufta kemâle erdikten sonra,
hocası ona icâzet vererek insanlara rehberlik etmekle vazîfelendirdi. İnsanların, Peygamber
efendimizden naklen bildirilen ve doğru îtikâd olan Ehl-i sünnet îtikâdını öğrenmelerine ve
dînin emirlerine uymalarına vesîle olmuştur. Bu hususlarda rehberlik yapmıştır.
Babası Senâullah-ı Pânipütî büyük bir tefsîr âlimi olup Tefsîr-i Mazharî adında on cildlik çok
kıymetli bir eseri vardır. Oğlu Ahmedullah kendisinden önce vefât etmiştir. Vefât ettiğinde 30
yaşında idi. Bu hususta şöyle buyurmuştur: "Oğlum öleli otuz sene oldu. Bu oğlumu çok
severdim. Allahü teâlâ sevdiği kullarına gayretinin çokluğundan, gönüllerinde kendi
muhabbetinden başka sevgi bulundurmayı istemez. Bunun için bu oğlumu dünyâdan aldı.
Kalbimde Allah sevgisinden başka sevgi bırakmadı."
Hocası Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretleri Ahmedullah'a yazdığı bir mektubunda şöyle
buyurmuştur: "Bu güne kadar size teveccühde kusur olmadı. Bundan sonra da olmayacaktır.
Her gün ilerlemektesiniz. Kemâlât-ı risâletin tecellîleri zaman zaman görünüyor. Sabah ve
akşam irşâd halkası yapmanıza çok sevindim. Ümidim arttı. Allahü teâlâ iki cihân futûhatı
ihsân eylesin."
Ahmedullah hazretleri, çok kuvvetli ve cesur idi. Kafirlerle cihâd etmiştir. Bir defâsında bir
grup eşkıyâ, hizmetçisini çevirip eşyâsını almıştı. Durum arzedilince peşlerinden gidip yirmi
atlı eşkıyâyı yenerek eşyâları geri almıştır.
1) Makâmât-ı Mazhariyye; s.96

19 Mart 2014 Çarşamba

AHMED ZİYÂÜDDÎN EFENDİ

AHMED ZİYÂÜDDÎN EFENDİ
Âilesi ve nerede doğduğu hakkında bilgi bulunamayan Ahmed Ziyâüddîn Efendi, uzun bir
süre tabur imamlığı yaptıktan sonra emekliye ayrıldı. Medîne-i münevvereye hicret edip kırk
sene Resûlullah efendimizin kabrinde hizmet etti. Sonra İstanbul'a gelip Ahmed Ziyâüddîn
Gümüşhânevî'nin halîfesi Şeyh Hasan Hilmi Efendiye talebe oldu. Kısa sürede büyük
derecelere kavuşup halîfesi oldu. 1921 yılında vefât ettikten sonra İstanbul Süleymâniye
Câmii avlusundaki Gümüşhânevî'nin halîfelerine âit olan mezarlığa defnedildi.
AHMED ZİYÂEDDÎN GÜMÜŞHÂNEVÎ (Bkz. Ziyâeddîn Gümüşhânevî)

AHMED BİN ZEYD

AHMED BİN ZEYD;
Tasavvuf ehli ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ahmed bin Zeyd bin Ali bin Hasan bin
Atıyye eş-Şâvirî'dir. Künyesi Ebü'l-Abbâs'dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1390 (H.793)
senesinde bid'at ehli tarafından şehîd edildi. Yemenlidir. Haramlardan, şüpheli şeylerden
sakınması ve üstün ahlâkı ile tanınmıştır. Yaşayışı çevresindeki insanlara tam bir örnek idi.
Bu sebeple çok sevilen, sözü dinlenilen ve çevresinde kendisine mürâcaat edilen bir âlim idi.
Bütün işi ve maksadı Eshâb-ı kirâmın Peygamber efendimizden naklen bildirdiği îmân ve
ibâdet bilgilerini, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymak, insanlara anlatıp öğretmek idi. Din ile
alâkası olmayan iş ve davranışların, bid'atlerin dîne sokulmaması için çok gayret gösterirdi.
Bid'at ehli ile mücâdele eder, insanların inancını bozmamaları için çok çalışırdı. Bulunduğu
bölgede bid'at fırkalarından Zeydîler çok yaygın ve hâkim idiler. İnsanların Sünnet-i
seniyyeye yapışmalarını, İslâmiyeti doğru olarak öğrenmeleri ve öğrendikleri doğru bilgilere
göre amel etmeleri, bid'atlerden ve bid'at ehlinden sakınmalarını gâyet güzel anlatan bir kitap
yazmıştı. Bu kitabı yazması sebebiyle bid'at ehli ona düşmanlık besledi. Bid'at ehlinden olan
Muhammed bin Ali Mehdevî adında bir vâli kalabalık bir askerle birlikte, Ahmed bin Zeyd'in
bulunduğu yere geldi. Ahmed bin Zeyd'in evine hücûm etti. Herhangi bir karşılıkta
bulunmadıkları hâlde, Ahmed bin Zeyd'i, oğlu Ebû Bekr'i, çoluk-çocuğunu ve onu
sevenlerden bir kısmını şehîd ettiler. Evinde pekçok mal vardı. Bu mallar halka âit idi. O
havâlide herkesin îtimâd edip güvendiği bir zât olduğu için, halk, mallarını onun yanına
emânet olarak bırakıyorlardı.
Vâli Muhammed bin Ali Mehdevî, Ahmed bin Zeyd hazretlerini şehid ettikten sonra âkıbeti
çok kötü oldu. Bir gün katıra binmişti. Katır, yolda giderken birdenbire ürküp, vâliyi
üzerinden yere attı. Vâlinin ayaklarından birisi üzengiye takılıp kaldı. Katır, koştukça
koşuyordu. Vâliyi de yerde sürükleyerek götürüyordu. Bir müddet katırı kimse yakalayamadı.
Ancak büyük bir çabadan sonra yakalayabildiler. Ona, katırın niçin ürküp kaçtığı
sorulduğunda, şöyle anlattı: "Âniden Ahmed bin Zeyd'i gördüm. Katırın karşısına çıkıp, eliyle
katıra işâret etti. Bunun üzerine katır birdenbire süratle kaçmaya başladı ve beni üzerinden
düşürdü." dedi. Vâli yaralı hâlde bir müddet yattı ve sonra öldü.
Bu hâdise Ahmed bin Zeyd hazretlerinin şehit edilmesinden bir ay kadar sonra vukû buldu.
Âlimlerden bir zât, Ahmed bin Zeyd'i şehîd edildikten sonra rüyâsında bu zâtın elinde bir
kâğıt üzerinde şöyle bir beyit yazılı olduğunu görmüş:
"Günler bizim lehimize dönünce, onların da aleyhinde olan günler gelecek (cezâlarını
görecekler)."
1) Câmi-u Kerâmât-il Evliyâ; c.1, s.318
2) Tabakât-ul-Havvâs; s.24
3) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.9, s.363

AHMED-İ ZERRÛK

AHMED-İ ZERRÛK;
Evliyânın büyüklerinden ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Ahmed olup, babasının ismi
Ahmed'dir. Nisbetleri el-Bernesî el-Fâsî'dir. Zerrûk ismiyle meşhurdur. Künyesi Ebü'l-Fadl,
lakabı Şihâbüddîn'dir. 1442 (H.846) senesinde Fas'da doğdu. 1493 (H.899)da Batı Trablus'un
Tekrîn nâhiyesinde vefât etti. Doğmasından iki gün sonra annesi, beş gün sonra da babası
vefât etti. Fıkıh ilminde âlim bir kadın olan ninesi, onu himâye edip büyüttü. On yaşında
Kur'ân-ı kerîmi ezberledi ve terzilik sanatını öğrendi. On altı yaşında kırâat ilmini öğrendi.
Bu hususta Ali Satî'den ve Abdullah Fahhâr'dan ders aldı. Bundan sonra da tasavvuf (ahlâk)
ilmini öğrendi. Risâlet-ül-Kudsiyye ve Akâid-i Tûsî adlı eserleri Şeyh Abdürrahmân
el-Meczûlî'den okudu. Yine bu hocasından Sahîh-i Buhârî'yi, Câmi-ut-Tirmizî'yi okuyup fıkıh
ilmini öğrendi. Ayrıca zamânının meşhûr âlimlerinden pekçok zâtın sohbetinde bulundu.
İlim öğrenmek için çok seyahat yaptı. Mısır'a gidip, Kâhire'de bir müddet ikâmet etti. Hacca
gidip, bir süre de Medîne'de mücâvir olarak kaldı. Defâlarca hacca gitti. Çok kerâmeti
görülen evliyâ ve âlim bir zât idi. Çok sayıda talebe yetiştirdi.
Buyurdu ki: "Hakka kavuşmak için, yeryüzünün doğusunu ve batısını gezip dolaştım. Allahü
teâlânın rızâsına ermek için, nefsin terbiyesinde bilinen her sebebe yapıştım. Mümkün olan
her yola başvurdum. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için her neye sarıldıysam, beni Allahü
teâlâdan uzaklaştırdı. Nihâyet her hususta Allahü teâlâya sığındım. Sonunda gördüm ki;
sebeplere güvenmemek, mutlak olarak Allahü teâlâya teslim olmak lâzımdır."
Tasavvuf sarhoşluğu ile söylenen sözler hakkında bir soru sorulduğunda buyurdu ki: "Vecd
ve hâl sâhipleri kendilerinden geçip şuurlarını kaybederlerse, sözlerinde ve işlerinde mazur
olurlar. Fakat bu tasavvuf sarhoşluğu kendiliğinden olmayıp, akılları başlarında ise şuurları
yerinde ise, mazur olmazlar ve günaha girerler. Şuursuz oldukları zaman, ibâdetleri
kaçırmaları günah olmaz ise de, akılları başlarına gelince, kaçırdıkları ibâdetleri hemen kazâ
etmeleri lâzımdır. Çünkü bu şuursuzluğa, akıllarının başlarından gitmesine kendileri sebeb
olmuştur. Böyle tasavvuf sarhoşlarının, dîne uymayan sözlerine ve işlerine başkalarının
uymaları câiz değildir. Kendileri günaha girmezlerse de bunlara uyanlar günaha girerler."
Bir sohbeti esnâsında ilimler hakkında şöyle buyurdu: "Akâid ilmi ile îmân bilgileri, fıkıh
ilmi ile dînin emir ve yasakları öğrenilir. Tasavvuf ilmi ile ise, kalbi kötü düşüncelerden
temizleyerek ihsan mertebesine kavuşulur. İhsân, Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmektir.
Îmân bilgileri öğrenildikten sonra, önce fıkıh bilgileri öğrenilir. Bununla iktifâ edip, mânevî
hâllerden ve ilimlerden mahrum kalınmaz. Bunun için kalbi kötü düşüncelerden kurtaracak
ve temizleyecek tasavvuf bilgileri öğrenilir. Fıkıh ile tasavvufun her ikisinden de pay
almalıdır. İmâm-ı Mâlik "Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar. Zındık olur.
Fıkıh öğrenip, tasavvuftan haberi olmayan bid'at sâhibi yâni sapık olur. Her ikisini edinen
hakîkate varır." buyurdu.
Ahmed-i Zerrûk buyurdu ki:
"Nefsin hastalıklarını tedâvî eden şeylerin aslı beştir: 1) Az yemek, mîdeyi fazla
doldurmamak, 2) Başa gelen işlerden Allahü teâlâya sığınmak, 3) Fitne yerlerinden kaçmak,
4) Devâmlı istiğfâr ve Resûlullah efendimize salat ve selâm okumak, 5) Allahü teâlânın
emirlerini yerine getirmeye, rızâsını kazanmaya çağıran kimse ile berâber olmak."
Zamânımızdaki insanlar şu beş şeye tutulmuşlardır: 1) Cehâleti, ilme tercih etmek, 2) İşlerde
kızmak, 3) Mânevî perdelerin hemen açılmasını istemek, 4) Bid'ati (dinde sonradan ortaya
çıkan şeyleri), sünnet-i seniyyeye tercih etmek, 5) Nefsin arzu ve isteklerine göre hareket
etmek.
Pekçok eser yazmış olup, bir kısmı şunlardır: 1) Kavâid-üt-Tasavvuf, 2) İ'tinâ-ül-Fevâid,
3) Şerhu Muhtasar-ı Halîl; Mâlikî mezhebi fıkıh bilgilerine dâirdir. 4) Te'sîs-ül-Kavâid:
Tasavvuf ile ilgilidir. 5) Şerhu Hızb-ül-Bahr-ul-Kebîr; Ebü'l-Hasan Şâzilî'nin
Hızb-ül-Bahr adlı eserinin şerhidir. 6) Şerh-ul-Hakâik ved-Dekâik, 7- Şerhu
Esmâ-ül-Hüsnâ, 8) Şerhu Merâsıd; tasavvufla ilgilidir. 9) En Nasîhat-ül-Kâfiye,10)
İânet-ül-Müteveccihil-miskîn alâ Tarîk-il-Feth vet-Temkîn, 11- El-Kavâid fit-Tasavvuf,
12) Mush-ul-Enfâ', 13) El-Cennetü lil-Mu'tasım, 14) Uddet-ül-Mürîd-üs-Sâdık. Ayrıca
hadîs ilmine dâir bir eseri, şiirleri de vardır.
Ahmed-i Zerrûk; "Yolumuzun esâsı nedir?" diye soran birisine şöyle cevap verdi:
"Yolumuzun esâsı beştir. 1) Gizlide ve açıkta Allahü teâlâdan korkmak, haramlardan, yasak
ettiklerinden sakınmak. 2) Söz ve hareketlerde Sünnet-i seniyyeye uymak, 3) İnsanlardan
birşey beklememek, 4) Fakirlikte ve zenginlikte Allahü teâlânın takdirinden râzı ve hoşnud
olmak, 5) Genişlikte ve darlıkta Allahü teâlâya yönelmek.
Takvâ: Allahü teâlâya yönelmek ve doğruluk ile; Sünnet-i seniyyeye uymak, kendini
muhâfaza etmek ve güzel ahlâk ile; insanlardan bir şey beklememek, sabır, tevekkül ile;
Allahü teâlâdan gelene rızâ göstermek, kanâat ve tefviz (helâl şeyleri elde etmekte sebeplere
yapışıp, bunlara kavuşmayı Allahü teâlâdan beklemek) ile; Allahü teâlâya dönmek, genişlikte
O'na hamd ve şükür etmek, darlıkta O'na sığınmak ile olur. Bunlara erişebilmek için de; 1.
Yüksek gayret sâhibi olmak, 2. Allahü teâlânın emirlerini yerine getirip, yasaklarından
sakınmak, kulluk vazîfelerini iyi yapmak lâzımdır.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.155
2) Neyl-ül-İbtihâc (Ed-Dîbâc-ül-Müzehheb Kenarında); s.84
3) El-Bustân fî Zikri Evliyâi ve Ulemâi Tilmsân; s.45
4) Ed-Dav-ül-Lâmi; c.1, s.222
5) El-A'lâm; c.1, s.9
6) Merec-ül-Bahreyn; s.64
7) Şezerât-üz-Zeheb; c.7, s.363
8) Mu'cem-ül-Matbuat; s.965
9) Brockelman; Gall: 2, s.253, Supp: 2, s.360
10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.428, 596, 1146
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.170

5 Şubat 2014 Çarşamba

AHMED EZ-ZÂHİD

AHMED EZ-ZÂHİD
Mısır evliyâsından, fıkıh âlimi. İsmi Ahmed, babasınınki Süleymân'dır. Zâhid diye tanındı.
Doğum târihi ve yeri belli değildir. 1417 (H.820) senesinde vefât etti. Ders verdiği câminin
bahçesine defn edildi.
Ahmed Zâhid küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Şeyh Hasan Şüsteri ve zamânında bulunan
büyük velîler ile görüşüp onların sohbetlerinde yetişti. Birgün mektebe giderken, yolda
Allahü teâlânın evliyâ kullarından sâlih bir zât ile karşılaştı. O zât Ahmed Zâhid'den yiyecek
bir şey istedi. Maksadı bir şey istemek değil, onunla konuşmak idi. Kahvaltıda yiyeceğini o
zâta verdi. O zât da; "Ey Ahmed! Allahü teâlânın izni ile sen kısa zamanda yetişerek,
zamânının büyük velîlerinden olursun. Cömerdliğin, eli açık bir kimse olman sebebiyle
Allahü teâlâ yüksek dereceler ihsân eder. Zâhid lakabıyla anılırsın. Maksem bölgesinde senin
için bir câmi inşâ edilir. Bu câminin inşâsı sırasında seni anlayamayan bâzı zavallılar sana
îtirazları yüzünden Allahü teâlâ tarafından cezâlandırılırlar. Sen Mısır'ın her tarafında
parmakla gösterilen büyüklerden olursun. Senin vâsıtan ile çok kimse, âlî derecelere, yüksek
makamlara kavuşurlar." buyurdu. Bu zâtın söyledikleri zamanla çıktı. Bundan sonra Ahmed
Zâhid o zâtla ne kadar görüşmek istedi ise de nasîb olmadı.
Ahmed Zâhid, kâbiliyeti ve üstün gayretleri ile kısa zamanda yetişerek kemâle geldi. İlmi ile
âmil olan âlimlerin büyüklerinden, tasavvuf yolunda bulunan yüksek derece sahiplerinin
üstünlerinden oldu. Tasavvuf ehli arasında kendisi için, zamânında bulunan evliyânın
Cüneyd-i Bağdâdî'si denirdi.
Ahmed Zâhid hazretlerinin ders verip sohbet etmesi, insanlara dînimizin emir ve yasaklarını
anlatması için bir câmi yapılmasına karar verildi. Bu hazırlıklar yapılırken, sultanın yakın
adamlarından Cemâleddîn isimli birisi, Ahmed Zâhid'e karşı uygun olmayan düşünceler
içinde idi. Câminin inşâsına mâni olmak istedi. Ahmed Zâhid buna çok üzüldü. Diğer taraftan
bir sebepten dolayı Cemâleddîn sultan tarafından hapsedildi. İnşâata devam eden ustalar,
Cemâleddîn'in hapisten çıkıp, tekrar inşâata engel olmasından çekiniyorlardı. Ahmed Zâhid
onlara iltifat edip; "Merak etmeyin. Onun cezâsı hususîdir. Câminin inşâatı bitmedikçe
çıkamaz." buyurdu. Daha böyle îtiraz edenler oldu ise de hepsi cezâlarını buldular. Câmi
tamamlandıktan sonra Ahmed Zâhid hazretleri uzun seneler bu câmide yüzlerce talebe
yetiştirdi. Binlerce kişi sohbetlerinden istifâde etti. "Ehl-i sünnet îtikâdında olan sâlih biri;
benim bu mescidime gelip iki rekat namaz kılsa ve bu îtikâd üzere vefât etse, bana kıyâmet
gününde elinden tutmam, kendisini müşkilâttan korumam ve ona şefâat etmem için izin
verildi." buyururdu.
Çok kerâmetleri görüldü. O ise, bu yüksek hallerini gizler, anlatılması îcab ettiğinde, başka
bir kimseden naklediyor gibi anlatırdı.
Ahmed ez-Zâhid hazretlerinin en önde gelen talebelerinden olan Muhammed Gamravî, bir
ara, Kâhire'ye yüz doksan kilometre mesâfede bulunan Dimyât bölgesine gitmişti. Dönüşünde
hediye olarak yanına bir kova pekmez aldı. Gemiye binmek üzere Nil Nehrinin sâhiline geldi.
Pekmez kovası da yanında idi. Orada beklerken, oradan geçen birisi kovaya takıldı, kova da
yuvarlanıp nehre düştü. Muhammed Gamravî, Kâhire'ye hocasının yanına geldiğinde, hocası;
"Hediyen nerede?" diye sordu. O da mahcûb bir şekilde;
"Efendim, size getirmek üzere bir kova pekmez almıştım. Getiremedim. Birisi takılıp, kova
nehre yuvarlandı." dedi. Bunun üzerine Ahmed ez-Zâhid hazretleri, buna iltifât ederek;
"Sen gelmeden evvel hediyen gelip bize ulaştı." buyurdu ve kendisini başka bir odaya
götürdü. Muhammed Gamravî o odada rafta, nehre yuvarlanmış olan pekmez kovasını gördü.
Kovadan hâlâ sular damlıyordu. Bu hâlin hocasının bir kerâmeti olduğunu anlayıp çok
sevindi.
Bir defâsında kendisine küçük bir çocuk getirip, bunun için duâ etmesini istediler. O da;
"Yâ Rabbî! Bu çocuğu, dünyâ hayâtında şan ve şöhret âfetinden muhâfaza et!" buyurdu. O
çocuk, bu duâ bereketiyle sâlihlerden, velî bir zât olarak yetişti.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.319
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.2, s.81
3)İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.245

27 Ocak 2014 Pazartesi

Merkez Efendi

MERKEZ EFENDİ
Osmanlılar zamânında İstanbul'da yetişen büyük velîlerden. İsmi Mûsâ olup, Merkez Muslihuddîn lakabıyla meşhûr oldu.Denizli'nin Sarhanlı köyünde, 1463 (H.868) senesinde doğdu. 1551 (H.959) senesinde İstanbul'da vefât etti.
Mûsâ Efendi, küçük yaşlarda ilim öğrenmeğe başladı. Kuvvetli bir zekâsı ve ilim öğrenmeye aşırı bir hevesi vardı. Önce kendi memleketinde, sonra Bursa ve İstanbul'daki medreselerde tahsîl yaparak; tefsîr, hadîs, fıkıh ve tıb ilminde yetişti. Kâdı Beydâvî Tefsîri'nin büyük bir kısmını ezberledi. Medrese tahsîline devâm ettiği sıralarda tekkelere gidip, oralardaki âlimlerin sohbetlerine katılırdı. Onların feyz ve bereketlerine kavuştukça, rûhunda bir rahatlama, nefsinde bir ezilme olduğunu görerek sevinirdi. Otuz yaşına geldiğinde, medrese tahsîlini bitirdi. Çevresinde sayılan bir âlim oldu. İlimdeki yüksekliğini, zamânının âlimleri tasdîk ettiler. Nitekim, Şeyhulislâm Ebüssü'ûd Efendi'nin hürmet ve muhabbetini kazandı.
Mûsâ Efendi, Koca Mustafa Paşa'daki bir tekkede şeyhlik yapan Sünbül Sinân hazretlerinin şöhretini işitti. Fakat bâzı kimselerin onun hakkında yaptıkları dedikodular sebebiyle, bir türlü gidip sohbetine katılamamıştı. Bir gün rüyâsında Sünbül Efendinin, kendi evine geldiğini gördü. Sünbül Efendiyi içeri koymamak için hanımı ile kapının arkasına pek çok eşyâ dayadılar ve üzerine de oturdular. Fakat Sünbül Efendi kapıyı zorlayınca, kapı arkasına kadar açıldı ve arkasındakiler yere yuvarlandı. Bu sırada uyanan Mûsâ Efendi, yaptığı hatâyı anladı ve sabahleyin Sünbül Sinân hazretlerinin huzûruna gitmeye karar verdi. Sabahleyin Sünbül Sinân'ın câmiine gidip vâz ettiği kürsînin arkasına o görmeden oturdu. Sünbül Sinân, vâz esnâsında Tâhâ sûresinin bâzı âyet-i kerîmelerini tefsîre başladı.Tefsîrden sonra; "Ey cemâat! Bu tefsîrimi siz anladınız. Hattâ Mûsâ Efendi de anladı." buyurdu.Sonra aynı âyet-i kerîmeleri daha yüksek mânâlar vererek tefsîr ettikten sonra tekrâr; "Ey cemâat! Bu tefsîrimi siz anlamadınız, Mûsâ Efendi de anlamadı." buyurdu. Mûsâ Efendi, hakîkaten bu anlatılanlardan bir şey anlamamıştı. Sünbül Sinân hazretleri, o gün Tâhâ sûresini yedi türlü tefsîr etti. Mûsâ Efendinin kürsî arkasında olduğunu, zâhiren görmediği hâlde anlamıştı.
Vâz bitti, namaz kılındı, herkes câmiden çıktı. Sâdece Sünbül Efendi kalınca, Mûsâ Efendi huzûruna varıp elini öptükten sonra af diledi. Sünbül Efendi de: "Ey Muslihuddîn Mûsâ Efendi! Biz seni genç ve kuvvetli bir kimse sanırdık. Meğer sen de hanımın da çok yaşlanmışsınız. Akşam bizi kapıdan içeri sokmamak için gösterdiğiniz gayrete ne dersiniz? Fakat neticede kapı açıldı ve ikiniz de yere yuvarlandınız!" buyurunca, Mûsâ Efendi iyice şaşırdı. Pek çok özürler dileyerek ağlamaya başladı, affının kabûlü ve talebeliğe alınması için istekte bulundu. Sünbül Efendi, onu kabûl ettiğini, dergâhta hizmete başlamasını söyledikten sonra; "Artık Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları hakkında mârifet sâhibi olmak zamânıdır." buyurdu.
Bundan sonra Mûsâ Efendi hergün Sünbül Sinân'ın dergâhına gelip, ondan ders almağa ve hizmete başladı. Bir gün Sünbül Efendi, sohbet esnasında Mûsâ Efendiye; "Âlemi sen yaratsaydın, nasıl yaratırdın?" diye sordu. Mûsâ Efendi; "Bu mümkün değil! Ama mümkün olsaydı, her şeyi merkezinde bırakırdım. Âlem öyle bir tatlı nizâm içinde ki, buna bir şey ilâve etmek veya bir şeyi eksiltmek düşünülemez." dedi. Sünbül Efendi bu cevap üzerine; "Âferin Mûsâ Efendi! Demek her şeyi merkezinde bırakırdın. Öyleyse bundan sonra ismin Merkez Muslihuddîn olsun." dedi. Böylece Mûsâ Efendi, Merkez Efendi ismiyle meşhur oldu.
Sünbül Efendinin sohbetleri ile pişerek, teveccühleri bereketiyle mânevî dereceleri katetti. Pek zekî olan Merkez Efendi, hocasının terbiyesi altında riyâzet ve mücâhedeler yaparak, yâni nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle, kısa zamanda tasavvufta yüksek derecelerin sâhibi oldu. Hocasının kendisine icâzet, diploma verdiği sıralarda, Aksaray'da Kovacı Dede dergâhına hoca tâyin edildi. Kısa sürede, dergâh talebelerle dolup taştı.Merkez Efendinin nâmı her tarafa yayıldı. MerkezEfendi, hocası Sünbül Sinân'ın kızı Rahime Hâtun ile evlenmek isteği olduğunu bildirince, Sünbül Efendi; "Bir deve yükü altın getirebilirseniz kızımızı veririz." dedi. Merkez Efendi, bir devenin üzerine iki çuval toprak doldurdu. Devenin yularını çekerek Sünbül Efendinin kapısına getirdi. Çuvalları kapıda boşalttığında, çuvaldan toprak yerine çil çil altınlar döküldü. Sünbül Efendi ve çocukları, altınlara dönüp bakmadılar bile. Fakat hocası Merkez Efendiye; "Ey Mûsâ Efendi! Maksadımız altın değildi. Evdekilerin de derecenin yüksekliğini anlamalarıydı. İmtihânı kazandın." buyurdu. Sünbül Efendi, çok sevdiği kızı Rahime Hâtun'u, yine çok sevdiği talebesi Merkez Efendiye nikâh etti ve evlendirdi.
Düğünden birkaç gün sonra, Sünbül Efendi, kızı Rahime Hâtun'un evine gitti. Evde kızı yemek yapıyordu. Fakat ocakta, odun yerine parmaklarından çıkan alevle yemeğini pişiriyordu. Kızının bu hâlini hayretle gören Sünbül Efendi; "Rahimecik ne yapıyordun?" diye sorunca; "Talebelere çorba pişiriyordum" cevabını verdi.
Yavuz Sultan Selîm Hânın kızı Şâh Sultan, zevci Sadr-ı âzam Lütfi Paşa ile Yanya'dan İstanbul'a gelirken, yolda eşkıyânın baskınına uğradı. Bu kötü durumdan nasıl kurtulacaklarını düşünürlerken, o anda Allahü teâlânın izni ile, zamânın evliyâsından Merkez Efendi karşılarına çıkıverdi. Önceden orada olmadığı hâlde, bir anda karşılarına dikilen Merkez Efendiyi gören haydutlar, şaşkına döndüler. Eşkıyâ reisi, Merkez Efendinin heybeti karşısında selâmeti kaçmakta buldu. Diğerleri de kaçıp orayı terkettiler. Eşkıyânın ortadan çekilmesiyle Merkez Efendi de bir anda kayboldu. Bu hâli hayretle seyreden Lütfi Paşa ve zevcesi Şâh Sultan, Merkez Efendiyi tanımışlardı. Şâh Sultan, Merkez Efendinin bu kerâmetinden dolayı, İstanbul'da Eyüb Bahariye'de onun adına bir câmi ve yanına medrese yaptırdı. Merkez Efendiyi buraya tâyin ettiler. Bir müddet orada talebe yetiştiren Merkez Efendiye Kânûnî Sultan Süleymân Hân, Topkapı surlarının dışında yaptırdığı tekkede vazîfe verdi. Burada da aynı hizmete devam eden Merkez Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Hânın annesinin isteği ve Sünbül Efendinin tenbihi üzerine Manisa'ya gitti. Vâlide Sultanın Manisa'da yaptırdığı imâretin yanındaki dergâhta hocalık yaptı. Tıb bilgisi kuvvetli olan Merkez Efendi, Manisa'da bulunduğu sırada kırk bir çeşit baharattan meydana gelen bir mâcun yaptı. Bu mâcunu hastalar yiyerek şifâ bulurdu. İlkbaharda yetişen çiçeklerden de istifâde edilerek yapılan bu mâcunu almak için, çevre kasabalardan gelirlerdi. Mesîr mâcunu diye şöhret bulan bu mâcun, şimdi de yapılmaktadır.
Merkez Efendi, talebelerini iyi yetiştirmek için çok gayret gösterirdi. Onları hem zâhirî ilimlerde, hem de tasavvufta yükseltmek için, bâtın, kalb ilimlerini öğretirdi. Onların nefslerini terbiye için riyâzet ve mücâhedeler yaptırırdı. Çocuklara karşı çok şefkatliydi. Cebinde şeker, yemiş gibi şeyler bulundurur, çocukları gördüğü yerde dağıtarak onları sevindirirdi. Çocuklara buyururdu ki: "Benim için hayr duâ ediniz. Siz günâhsız, mâsumsunuz. Sizin duâlarınızı Cenâb-ı Hak da kabûl eder. Bu yüzü kara, sakalı ak ihtiyâr için duâ ediniz ki, kıyâmette yüzü ak olsun." Çocuklar duâ edince de; "Yâ Rabbî! Bu mâsumların duâlarını red eyleme." diye Allahü teâlâya yalvarırdı. Bütün hayvanlara karşı da çok merhametliydi. Merkebe suyunu verir, tavuklara yem atardı.
Merkez Efendi, bülûğ çağına geldiği günden, ömrünün sonuna kadar, hiç cemâatsiz namaz kılmamıştır. Eğer öğle ve yatsı namazlarında cemâate yetişememiş ise, namazını kılmış olanlardan birkaç kimseye; "Hayâtımda hiç cemâatsiz farz namaz kılmadım. İmâm olayım da sizlerle namaz kılalım. Aynı namazı tekrar kılmanın zararı olmaz. Sonra kıldığınız nâfile olmuş olur." buyururdu.
Bir tarafa giderken, yolda bir çiftçiyi tarlasında çalışır görse, yanına varır ve; "Îmânı bilir misin? Namazın farzları hakkında mâlûmâtın var mı?" der, bilmiyorsa anlatır. "Mü'min ile kâfiri ayıran fark, namazdır" hadîs-i şerîfini naklederdi. Hayvanlara merhamet edilmesini, götürebilecekleri kadar yük yüklenmesini, aç bırakılmamalarını da tenbih ederdi. İşe başlarken; "Yâ Rabbî! Bütün müslümanlara faydalı olmak, çocuklarıma helâlinden rızk kazanmak için çalışıyorum." diye niyet etmesini, böyle niyet ederse, her adımına sevap verileceğini ve günahlarının affolunacağını, yetiştirdiği mahsûlün herbir tânesinin boşa gitmeyeceğini, hepsinin fayda sağlayacağını ve mahsûlün uşrunu vermenin farz olduğunu anlatırdı. Bu şekilde, gördüğü insanlara mesleğiyle ilgili nasîhatler ederdi.
İnsanlara vâz ve nasîhat verirken gözlerini kapayarak anlatırdı. Fakat orada olanları kalb gözü ile görürdü. Merkez Efendi Balıkesir'e gittiğinde, bir Cumâ günü namazdan sonra kürsiye çıkıp vâz etti. Halk, Merkez Efendiyi tanımadıkları için, pek iltifât etmediler. Vâzı dinlemeyip, teker teker câmiden çıkarak gittiler. Ve birbirlerine; "Halvetî yolunun büyüklerindenmiş." diyorlardı. Herkes çıktıktan sonra, müezzin efendi elinde kapının anahtarı olduğu hâlde kürsînin yanına varıp, gözü kapalı olarak konuşan Merkez Efendiye; "Hoca efendi! Giderken câmiyi açık bırakma. Anahtarları buraya bırakıyorum. Çıkarken kitlemeyi unutma!" dedi. Merkez Efendi gözünü açmadan; "Müezzin efendi, sen de işine gidebilirsin. Bizim sohbetimizi siz dinlemiyorsunuz, fakat melâike-i kirâm dinlemektedirler." buyurdu ve vâzına devâm etti. Biraz sonra câmiden gidenlerin hepsi geriye döndüler. O kadar çok insan toplandı ki, cemâati câmi almaz oldu.
Merkez Efendi Manisa'da iken, Hocası Sünbül Sinân hazretleri 1529 (H. 936) da hastalandı. Vefâtından önce talebeleri; "Efendim! Sizden sonra kime tâbi olalım?" diye sordular. Onlara; "Taşradan ilk gelecek dostumuz yerimize geçecek." buyurdu. Sünbül Sinân'ın vefâtından sonra, talebeler, merakla taşradan gelecek olan dostu beklediler. Bu sırada Manisa'da bulunan Merkez Efendinin gönlüne bir kor düşüp yollara düştü. Hocasının vefâtından on gün sonra İstanbul'a geldi. Sünbül Sinân'ın çok sevdiği talebelerinden Yâkub Germi-yanoğlu, Sünbül Efendinin yerine geçmiş, talebeleri okutmağa başlamıştı. Merkez Efendi, hocasının Koca Mustafa Paşa'daki dergâhına gitti. Dergâhta bulunan yeni talebeler Merkez Efendiyi tanımıyorlardı. Yâkûb Germiyanoğlu, Merkez Efendiyi kendi odasına dâvet etti. O gece Yâkûb Efendi, Sünbül Efendinin yerine kimin geçmesi lâzım geldiğini anlamak için istihâre namazı kılıp duâ etti. Rüyâsında, büyük bir meydana kalabalık bir meclis kurulmuş. Peygamber efendimiz de hazır bulunmaktaydı. Peygamber efendimizin karşılarında bir kürsî vardı. Kürsînin üzerinde de Merkez Efendi oturmakta ve "Tîn" sûresinin tefsîrini yapmaktaydı. Tefsîri yaparken, başındaki sarığın bâzan yeşil, bâzan siyah olduğunu gördü. Yanındakilere bunun mânâsını sorduğunda; "Yeşil renk, dînin zâhirî ilimlerinde, siyah renk de dînin bâtınî ilimlerinde kemâl mertebesindeki olgunluğa işârettir." cevâbını verdiler. Ertesi gün Yâkûb Germiyanoğlu, talebeleri toplayarak rüyâsını olduğu gibi anlatınca, hepsi Merkez Efendiye tâbi olup, hocaları Sünbül Sinân hazretlerinin halîfesi kabûl ettiler. O günden sonra, talebeleri Merkez Efendi yetiştirmeğe başladı.
Merkez Efendi bir gün dergâhın bahçesinde namaz kılarken, secdeye vardığı bir sırada, yerden bir ses işitti. Diyordu ki: "Ey Merkez Efendi! Yedi senedir yeryüzüne çıkmak için emrini bekliyorum. Beni bu hapishâneden kurtar. Zîrâ Allahü teâlâ, beni sıtma hastalığına şifâ olarak yarattı." Merkez Efendi namazdan sonra talebelerine; "Burayı kazınız. Sıtmalılara şifâ olacak bir su çıkacak" buyurdu. Kazdılar, kırmızımtrak bir su çıktı. Kuyu hâline getirdiler. Niyet kuyusu ismi verilen bu kuyudan, sıtma hastaları su alır içerlerdi. Bu suyu içen hastalar, Allahü teâlânın izniyle şifâ bulurlardı.
Merkez Efendi, senelerce o dergâhta talebelere ders vererek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Zaman zaman İstanbul'un çeşitli câmilerinde halka vâz ve nasîhatlerde bulundu. Onun vâzında câmiler dolar taşar, oturulacak yer kalmazdı.
Merkez Efendinin ömrü, hep ibâdet etmekle, insanlara hakkı, doğruyu anlatmakla, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymakla, hayr ve hasenât yapmakta halka ön ayak olmakla, fakir ve zayıfları himâye etmekle geçti. 1551 (H.959) senesi Rebî'ul-âhir ayının on yedisine rastlıyan Perşembe günü, talebelerine son vasiyetini yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Cenâzesini Şeyhulislâm Ebüssü'ûd Efendi yıkadı. Cumâ günü Fâtih Câmiinde, misli görülmemiş bir kalabalık toplandı. Ebüssü'ûd Efendi cenâze namazını kıldırdı. "Dünyâda bu kimseyi riyâsız olarak görmüştük." dedi. Sonra, kabrine götürülmek üzere omuzlarda taşınmağa başlandı. Herkes, bu âlim ve velîye hizmet edip, âhirette şefâatine kavuşmak aşkıyle tabutu taşımak için birbirleriyle yarışıyordu. Öyle ki, bâzan kalabalıktan sıkışan, güç durumlara düşenler bile oluyordu. Kalabalığın çok olması sebebiyle, uzun bir sürede, Topkapı surlarının dışında Kânûnî Sultan Süleymân Hânın vâlidesi nâmına yaptırdığı tekkedeki kabrine Ebüssü'ûd Efendinin bizzat kendi eliyle defnedildi.
Merkez Efendinden sonra, yerine oğlu ve halîfesi Ahmed Efendi talebe yetiştirmeye devâm etti.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
ISMARLAMAYINCA GELMEZSİN
Mısır defterdarlığından emekliye ayrılan Dehânîzâde'nin babası Kâtip Mehmed Çelebi anlattı: "Sünbül Sinân Efendi benim hocamdı. O vefât ettikten sonra üç sene, halîfesi olan Merkez Efendiye hiç gitmemiştim. Bir gece rüyâmda hocam Sünbül Efendiyi gördüm. Buyurdu ki: "Mehmed Efendi! Niçin gaflet edip Merkez Efendiye teslim olmazsın? O benden daha üstündür. Hemen var, eksik kalan eğitimini tamamla!" Sabahleyin Merkez Efendinin huzûruna gittim. Beni görünce; "Ismarlamayınca gelmezsin. Fakat benden üstündür deyince gelirsin. Hâlbuki hocamızın benden üstündür demesinin sebebi, senin hakkımdaki kötü zannını bertaraf etmek içindir. Yoksa kıyâmet gününde yüksek hocamızın sancağı altında haşrolmayı ümîd ederiz." dedi. Şaşırdım kaldım ve tövbe edip talebesi oldum."
KAYNAKLAR
1) Şakâyik-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.522
2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1109
3) Kâmûs-ul-A'lâm; c.6, s.4265
4) Tezkire-i Halvetiyye (Süleymâniye Kütüphânesi Esad Efendi Kısmı, No: 1372); s.24b
5) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.268
6) Lemezât; s.236
7) Hadîkat-ül-Cevâmi; c.1, s.257
8) Tuhfet-ül-Mücâhidin; (Nûruosmâniye-2293); v.538 a
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.197

11 Ekim 2013 Cuma

Kurban Bayramı


Kimlere kurban kesmek vâcibdir?
Mukîm olan, seferde olmıyan, âkıl-bâlig, hür, müslüman erkek ve kadının, ihtiyaç eşyasından fazla nisâb miktarı malı veya parası varsa, kurban kesmeleri vâcibdir. Kurban, koyun, keçi, sığırr, deveden birini, kurban bayramının ilk üç gününde, kurban niyeti ile kesmek demektir.

Seferî olan zenginin veya durumu müsâit olan fakîrin, kurban kesmesinde hiçbir mahzûr yoktur. Çok iyi olur, sevâb olur. 


Neler ihtiyaç eşyasına girer? 
İhtiyaç eşyası demek, kıymetleri ne kadar çok olursa olsun, bir ev, bir aylık yiyecek, her yıl üç kat elbise, çamaşır, evde kullanılan eşya ve âletler, binecek vâsıtası, meslek kitapları ve ödeyeceği borçlarıdır. Bu eşyaların mevcut olması şart değildir. Eğer mevcut iseler, zekât ve kurban için nisâb hesâbına katılmazlar. 

Ticâret için olmayan, ihtiyacından artan eşya, evindeki süs eşyası, yere serili olmayan halılar, kullanılmayan fazla ev eşyası, san'at ve ticâret âletleri, kurban için ihtiyaç eşyası sayılmaz. Bunlar, fıtra ve kurban için, nisâb hesâbına katılır. 

Tarlasından aldığı mahsûl veya tarlanın, evin, dükkânın, atelyenin, kamyonun bir senelik kirâsı, ne kadar çok olursa olsun, bir yılıIk ev ihtiyacını veya aylık geliri, aylık ihtiyacını ve kul borcunu karşılamıyan kimse, İmâm-ı Muhammed hazretlerine göre, fakîrdir. Fetvâ da böyledir. 

İmâm-ı a'zama göre ise zengin sayılır. Çünkü, mülkü olan tarlanın ve bu demirbaş malların değeri, ihtiyacın karşılar ve nisâb kadar da artar. Bunun, kirâyı her alışta, bir miktar ayırıp, biriktirerek kurban kesmesi lâzımdır. Ya'nî, büyük sevâba kavuşması lâzımdır. Fıtra vermez ve kurban kesmezse, imâm-ı Muhammed'e göre, günâhtan kurtulur. 

Aldığı kira ile güç geçinen kimse, nisâba mâlik ise, para biriktirip, kurban kesmelidir. Etin hepsini kavurma yapıp, birkaç ay et parasından biriktirerek, gelecek yılın fıtra ve kurban parası olarak saklamalıdır. Böylece, kurban sevâbından mahrûm kalmamalıdır. 

Bir sığırı en fazla yedi kişi ortak olarak kesebilir. Bunlara, nâfile kurban, adak veya akîka da ortak edilebilir.

Zenginin satın aldığına, sonradan ortak olmak câiz ise de mekrûhtur. Hiçbirinin hissesi yedidebirden az olmamalıdır. Sekiz kişinin yedi sığırı veya iki kişinin iki koyunu ortak satın almaları câiz olmaz. Çünkü, herbirinin her hayvanda hissesi vardır.

Kurbanlık hayvanda aranan vasıflar ve dikkat edilecek husûslar şunlardır: 
Bir gözü görmiyen, topal olup yürüyemiyen, dişlerinin yarısı yok olan, gözünün, kulağının veya kuyruğunun çoğu, ön veya arka bir ayağı kesilmiş olan, çok zayıf olan hayvan kurban olmaz. 

Koyunun, keçinin bir yaşını, sığırın iki yaşını geçmiş olması lâzımdır. Altı ayı geçmiş koyun, iri, semiz ise, câiz olur. Kesilen hayvandan çıkan yavru diri ise, kesmek lâzımdır. Ölü ise, yenmez.

Satın alırken kusûrlu ise veya kesmeye uygun olarak alınıp sonradan, kesmeye mâni' bir kusûr hâsıl olursa, zengin kimse bir başkasını alıp keser. 

Adak olan kurban kusûrlu olursa, zengin de, fakîr de onu keser. Adak ölürse, başka almaları îcâb etmez.

Kurbanını bir hayır cemiyetine vermek istiyen kimse, parasını veya kurbanını götürüp, bu işle vazîfeli memûra teslîm ederken, "Allah rızâsı için, bayram veya nezir (adak) kurbanımı almaya, aldırmaya, kesmeye ve dilediğine kestirmeye ve etini ve derisini dilediğine vermeye seni umûmî vekîl ettim" demelidir. 

Vekâlet, mektupla, faksla veya telefonla da verilir. Kurban parası, önceden verilebildiği gibi, daha sonra da gönderilebilir.

Vazîfeli kimse, gelen kurbana bir numara başlar. Bu numarayı ve kurban sâhibinin ismini deftere yazar. Kesilirken, sahiplerinin ismini söyliyerek kasapları vekîl eder. Ancak böyle kesilen kurbanlar sahîh olur. Etleri dilediği kimselere ve derileri bir fakîr vazîfeliye verir. 

Bu fakîr, derilerin kıymeti ile, nisâb miktarına mâlik olmadan önce, elindekileri toptan, dilediğine hediye eder. Bu da satar. Paraları arzû edilen yere verilir. Fakîrin, kendisine verilen derileri satması veya hediye etmesi câizdir. 

Kurban kesmesini bilmiyen, başkasına (Allah rızâsı için bayram kurbanımı kesmeye seni vekîl ettim) demesi ve kalben de niyet etmesi lâzımdır. Eğer kurbanı da başkasına aldıracaksa, kurbanı alacak kimse de, kesmeyi bilmediği için başkasına kestirecekse, (Allah rızâsı için bayram kurbanımı almaya, aldırmaya, kesmeye ve kestirmeye seni umûmî vekîl ettim) der. 

Kurban, bayramın birinci günü bayram namazı kılındıktan sonra, üçüncü günü güneş batıncaya kadar kesilebilir. 

Bayramda Kesilememiş ise
Bayram kurbanını üçüncü günün akşamına kadar kesmiyen kimse, kurbanı satın almışsa, canlı olarak kendini veya kıymetini gümüş veya altın olarak fakîrlere verir. Bayramdan sonra keser ise, etinden kendi yiyemez. Hepsini fakîrlere dağıtır. 

Etin tamamının kıymeti canlı kıymetinden az ise, değer farkını da sadaka verir. Satın almamış ise, orta derecede bir kurban değerini fakîrlere verir. Böylece, cezâdan kurtulur ise de, kurban kesmek sevâbını kazanamaz.

Kurban kesilmeden önce, yününden, sütünden istifâde câiz değildir. Vaktinden önce kesip, etinden yemek ve zenginlere yedirmek de helâl değildir. Bunlar fakîrlere verilir.

Adak kurbanı
Bayram kurbanından başka bir de nezir [adak] kurbanı vardır. Adak yaparken kurban kelimesini söylemeyip de, filan işim olursa, Allah rızâsı için bir koç keseceğim diyen, dileği hasıl olunca, bayramı beklemeden kesebilir. Kurban hayvanı fakîrlere veya hayır cemiyetlerine diri olarak verilmez. Mutlaka kesilmesi gerekir.

Kurban kesilirken nelere dikkat edilir?
Kurban satın alınırken, (Bayram günü kesmesi vâcib olan kurbanı almaya) niyet etmelidir. Bunu keserken, tekrar niyet etmesi şart değildir.

Hayvanı keserken üç kerre bayram tekbîri okunur. Sonra "Bismillahi Allahü ekber" diyerek, hayvanın boğazının herhangi bir yerinden kesilir. "Bismillahi" derken, (h) yi belli etmek lâzımdır. 

Hayvanın boğazında "Merî" denilen yemek borusu, "Hulkûm" denilen hava borusu ve "Evdâc" denilen iki yanda birer kan damarı vardır. Bu dört borudan üçü bir anda kesilmelidir. Kesenin de kıbleye karşı dönmesi sünnettir. 

Hayvan tamamen ölüp, çırpınması durmadan, kafasını koparmak ve derisini yüzmeye başlamak da mekrûhtur. Kesmesini bilenin kendi kesmesi müstehabdır. Bilmiyenin, vekîline kestirmesi ve kesilirken yanında bulunup, (En'âm) sûresinin yüzaltmışikinci "İnne salâtî" âyetini "lâ şerîke leh"e kadar okuması müstehabdır.

Kurban Bayramı


B A Y R A M    H U T B E S İ

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ

            Değerli Müslümanlar ! şüphesizki bu gün Allah’u Azze ve Celle’nin inananlara ihsan ettiği en güzel günlerden bir tanesidir. Yani, Müslümanların en hayırlı ve en neşeli günlerinden birisi olan kurban bayramı günüdür.

         Her kavmin, her milletin veya her dinin bir bayramı olduğu gibi bu gün de biz Müslümanların bayram günüdür.

{ … Enes r.a’dan. Dedi ki : Resulullah s.a.v Medine’ye geldiğinde, Medinelilerin iki günleri vardı. O günlerde şenlik yaparlardı. Resulullah s.a.v :
- Bu iki gün nedir ? diye onlara sordu. Onlar da :
- Biz cahiliye döneminde iken bu günlerde şenlik yapardık,dediler. Resulullah s.a.v :
- Şüphesiz ki Allah’u Teala bunları,bunlardan daha hayırlı iki güne tebdil etti. Onlar da Kurban ve Ramazan bayramıdır,buyurdu. }

                                                                                                    EBU DAVUD : 2.C.1134.N

         Değerli kardeşlerim ! unutmayalımki Müslümanlar bu güzel günleri için diğer günlerden çok farklı olmalıdırlar. Yani, eğer bu gün onların bayramları ise, bu günün mutlaka diğer günlerden farklı bir tarafı olmalıdır. Ve bu farklılığı da basiretli bir Müslüman sözleriyle tavırlarıyla ortaya koyan biri olmalıdır.

Temiz elbiseler giyinmek ve güzel kokular sürünmek :
          
Değerli kardeşlerim ! Müslümanlar bu günlerinde çok temiz olmalıdırlar. Bu günün akşamında veya sabahında güzelce yıkanmalılar, elbiselerinin en güzeli en temizini giymeliler ve güzel güzel kokular sürünmeliler.

Sıcak, sevecen ve neşeli olmalılar :

Değerli kardeşlerim ! müslümanlar bu günlerinde neşeli olmalıdırlar. İnsanlara yakın, onlara söz ve tavırlarıyla sıcak davranan ve bu günlerde sevecen olmalıdırlar. Donuk yüzlü, karamsar bakışlı, itici kakıcı-kırıcı olmamalıdırlar. Çünkü onlar, kendisine iman ettikleri dinlerinin şu güzel mesajlarını hatırlarından çıkarmamalılar :

( … Resulullah s.a.v şöyle buyurdular :  Mü’min, başkalarına ısınan ve kendisine de ısınılan kimsedir. Başkasına ısınamayan ve kendisinede ısınılamıyan kimsede hayır yoktur. İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydası dokunandır. )

                                                                                                                            CAMİU’S  SAĞİR : 3.C.3771.N

( … Ve yine Allah resulü s.a.v şöyle buyurmaktadır : İnsanlardan her yumuşak huylu, ince kalpli, hoş geçimli ve cana yakın kimse cehennem ateşine haram kılınmıştır.  )

CAMİU’S  SAĞİR : 2.C.1957.N - AHMED MÜSNED :  1 . 415

         Öyleyse şuurlu ve basiretli bir Müslüman, bu güzel günleri idrak etmiş ise, diğer günlerden daha farklı olarak insanlara karşı sıcak, sevecen ve güler yüzlü olmalıdır.

         Değerli kardeşlerim ! Unutmayalım ki, bu günümüze ve insanlara değer verdiğimizi gösteren davranışlardan en belirgin olanı, onlara güler yüzlü olmaktır. Çoğu insanların yanında güler yüzlü ve sevecen olmanız onlara bir çok hediyeden  daha değerlidir.

         İşte bundan dolayıdır ki Peygamber s.a.v “ Bir kardeşinin yüzüne gülümsemen, ona tebessüm etmen sadakadır ” buyurmaktadır.

                                                                                         BUHARİ : 13.C. 6013.S

Büyükleri ziyaret küçükleri sevindirme :

         Şuurlu ve basiretli müslümanlar bu günlerinde Allah için büyüklerini ziyaret ederler, küçüklerini sevindirirler. Büyük olanların ellerinden öper küçüklerininde gözlerinden öperler. Eğer imkanları varsa küçüklerin ellerine ceplerine şeker veya para koyarak onlara da bayram gününün ne kadar özel ve güzel olduğunu sergilemiş olurlar.  

( … Abdullah İbn Amr r.a dan. Resulullah s.a.v buyurdular ki : Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize de saygı göstermeyen kimse bizden değildir.  )

EBU DAVUD : 5.C.4943.N - TİRMİZİ : 3 . C . 1985 .  N - AHMED  : 2 . 222 .7033. N

Allah Teâlâ, kudsî bir hadîste şöyle buyurmaktadır :

  وَجَبَتْ مَحَبَّتيِ لِلْمُتَزاَوِرِينَ فِيَّ         

{ Benim için birbirlerini ziyâret eden kimselere muhabbetim vâcip olmuştur. }

                                                                                                         AHMED   :  HAKİM    :

Dargınlarla barışma, helalleşme ve onların gönüllerini alma :

Değerli kardeşlerim ! Unutmayalım ki, bu bayram günlerinde yapacağımız en hayırlı ve en güzel işlerden birisi de ; dargınlarla barışma, onlarla helalleşme ve onların gönüllerini alma olayıdır. Unutmayalımki bu hayırlı günler, Müslümanların birbirleriyle küs kalacağı günler değildir. Bu günler ; birbirlerine sarılacakları, birbirleriyle kucaklaşacakları ve birbirleriyle barışıp helalleşecekleri günlerdir.

{ … Ebu Hureyre r.a’dan; Resulullah s.a.v şöyle buyurdular : Birbirinizle alakayı koparmayın, bir birinize küsmeyin, bir birinize buğzetmeyin, bir birinize hased etmeyin. Ey Allah’ın kulları ! Allah’ın size emrettiği şekilde kardeşler olunuz.  }
                                                                                                              
                                                                                                    MÜSLİM : 8.C.2563/30

Bu günlerde Müslüman alçak gönüllü ve tevazu sahibi olmalıdır :

         Değerli kardeşlerim ! Müslümanlar bu günlerinde, her zamankinden daha fazla birbirlerine karşı alçak gönüllü ve mütevazi olmalıdırlar. Çünkü kim bir müslümana karşı tevazu gösterirse Allah onun derecesini ve değerini yükseltir.

( … Allah resulü s.a.v şöyle buyurdular : Her kim Allah için mütevazi olursa, Allah o kimseyi şüphesiz ki yüceltir.  )

                                                                                                                      SAHİHU’L  CAMİ :   6038.N

( … İyad İbn Himar  el-Mücaşi r.a’dan. Resulullah s.a.v bir hutbesinde şöyle buyurdular : …………… Allah bana vahyetti ki ; bir birinize karşı mütevazi ve alçak gönüllü olun …… )

                                                                                                                                    MÜSLİM : 8.C.2865 - 64. N

Müslüman bu günlerde cömert ve misafir perver olamlıdır :
                                                                                                                                                                    
          Değerli kardeşlerim ! Müslümanlar bu günlerinde yine her zamankinden daha fazla cömert ve her zamankinden daha fazla misafir perver olmalıdırlar. Yani, gelen geçen misafirlerine ikram ederek onları Allah için ağırlayan ve onlara gücü nisbetinde ikram eden kimseler olmalıdırlar.

          Çünkü bu günler, Müslümanların yiğip içme günleridir. Özellikle kurban kesenlerin bu günlerde kurban kesemeyen diğer kardeşlerini sevindirme ve onlara ikram etme günüdür.

        Öyleyse daha fazla sözü uzatmadan, haydin bu güzel günleri bizlere ihsan eden Allah rızası için birbirimizle barışmaya, birbirimizle kaynaşmaya, kucaklaşmaya, birbirimizi ziyaretleşmeye, birbirimize ikram etmeye ve çoluk çocuğu sevindirmeye.

           Allah’u Azze ve Celle bizlere hayırlı uzun ömürler ve daha nice bayramlar idrak etmeyi nasibeylesin.

                          AMİN

Vel hamdu lillahi rabbil alemin

Kurbanla İlgili Sıkça Sorulan Sorular ve Cevapları

Kurban ne demektir, hükmü nedir?

Sözlükte yaklaşmak, Allah’a yakınlaşmaya vesile olan şey anlamlarına gelen kurban, dinî bir terim olarak, ibâdet maksadıyla, belirli şartları taşıyan hayvanı, kurban bayramı günlerinde usulüne uygun olarak kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder.
Akıllı, hür, mukim ve dini ölçülere göre zengin sayılan mümin, ilâhî rızayı kazanmak gayesiyle kurbanını keser. Böylece hem  maddi durumu yetersiz olup kurban kesemeyenlere bir şekilde yardımda bulunmuş, hem de  Cenab-ı Hakk’a, yaklaşmış olur.
Kurban ibadeti, İslam toplumlarının şiarı sayılan ibadetlerden biri olarak asırlardan beri devam ede gelmektedir. Ayrıca kurban, bir Müslüman’ın gerektiğinde bütün varlığını Allah yolunda feda etmeye hazır olduğunun da bir nişanesidir.
Kurban Hanefi mezhebine göre vacip, diğer mezheplere göre ise, sünnet-i müekkededir. Dini kaynaklarda Peygamber Efendimizin kurbanını daima kestiği ifade edilmektedir.

Kurbanın dinî dayanağı nedir?

Genel anlamda kurbanın bir ibadet olduğuna dair Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet yer almaktadır. Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’in yerine, Allah tarafından bir kurbanın verildiği açıkça bildirilmektedir. (Saffat, 37/107)
Ayrıca aşağıdaki ayetler de genel anlamda kurban ibadeti ile ilgilidir :
- “Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık…” (Hac, 22/34)
- “... kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belirli günlerde Allah’ın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin”(Hac, 22/28)
 “Kurbanlık büyükbaş hayvanları da sizin için Allah’ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken kurban edeceğinizde üzerlerine Allah'ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yeyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik.” “Onların etleri ve kanları asla Allah'a ulaşmaz. Allah'a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir.” (Hac 22/36-37)
Bu ayetlerde zikredilen hayvan kesiminin, ibadet amaçlı birer uygulama oldukları açıktır. Bu amaçla kesilen hayvanların, et ve kanlarının Allah’a ulaşamayacağı asıl olanın ihlas ve takva olduğunun vurgulanması, kurban kesmenin ibadet olduğunun açık bir göstergesidir.


Kurban keserken nelere dikkat edilmelidir?

Kurban edilecek hayvana acı çektirilmemeli ve eziyet verilmemelidir. Hayvanlar ehil kişiler tarafından kesilmeli ve kesim işlemi süratli bir şekilde yerine getirilmelidir. Ayrıca, çevre temizliği için gerekli tedbirler alınmalıdır. Kesim esnasında hayvanların, birbirlerinin kesimini görecek şekilde yan yana bulundurulmamalarına özen gösterilmelidir.

Kurban bayıltılarak kesilebilir mi?

Ölmeden kesilmesi kaydıyla, ihtiyaç halinde veya hayvana eziyet vermemek amacıyla kurbanlık hayvanın uygun tekniklerle bayıltılmasında bir sakınca yoktur. Ancak hayvan henüz kesilmeden, şok etkisiyle ölürse, kurban olmayacağı gibi, eti de yenmez.

Kurban kesilirken besmele çekilmesinin hükmü nedir? Hangi dua okunmalıdır?

İster kurban niyetiyle olsun ister başka bir amaçla olsun hayvan kesilirken besmele çekilmesi gerekir. Hayvanın kesimi esnasında besmele kasten terk edilirse o hayvanın eti yenilmez. Ancak kasıtsız ve unutularak besmele çekilmezse bu hayvanın eti yenilir.
Kurban kesilirken üç defa  “Bismillahi Allahü ekber” denilir ve şu ayetler okunur:


Kurban keserken abdestli olmak şartmı dır?

Kurban kesen kişinin abdestli olması şart olmamakla birlikte, kurban bir ibadet olduğu için kesenin abdestli olması daha faziletlidir.

Kadın kurban kesebilir mi?

Hayvan kesiminde, gerekli yeterlilik ve şartları taşıyan kişi kadın olsun, erkek olsun kurban kesebilir.
 
Kimler kurban kesmelidir?

Kurban kesmek, âkıl-baliğ (akıllı-ergen), dinen zengin sayılacak kadar mal varlığına sahip ve mukim olan bir Müslüman’ın yerine getirmesi gereken  mali bir ibadettir. Temel ihtiyaçlarından ve borcundan başka 80.18 gr. altın veya bunun değerinde para veya eşyaya sahip olan kişi dinen zengindir. Dolayısıyla, Allah'ın kendisine bahşetmiş olduğu nimetlere şükran ifadesi ve Allah yolunda fedakarlığın nişanesi olmak üzere  kurban kesmelidir.

Zengin olan karı-kocadan her birinin kurban kesmesi gerekir mi?

İbadetlerde sorumluluk bireyseldir. Bu nedenle, dinen zengin olan karı-kocadan her birinin ayrı ayrı kurban kesmesi gerekir. Ancak İmam Malik’e göre aile reisi tüm aile efradı adına bir adet büyükbaş veya küçükbaş hayvan keserse,  bu aile bireylerinin hepsi için yeterli olur.

Yolcunun kurban kesmesi gerekir mi?

Yolcu kurban kesmekle mükellef değildir. Ancak kesmesi halinde,  sevabını kazanır. Sefer halinde iken kurban kesenler; bayram günleri içinde memleketlerine dönerlerse, yeniden kurban kesmeleri gerekmez. Sefer halinde iken kurban kesmeyip de bayram günlerinde memleketlerine dönenler, kurbanlarını keserler.

Kurban ne zaman kesilir?

Kurban, kurban bayramının ilk üç gününde kesilir. Kurban kesim vakti, Bayram namazı kılınan yerlerde, bayram namazı kılındıktan sonra, bayram namazı kılınmayan yerlerde ise sabah namazı vakti girdikten sonra başlar. Bayramın üçüncü günü güneş batıncaya kadar devam eder. Bu süre içinde gece ve gündüz kurban kesilebilir. Ancak kurbanların gündüzleri kesilmesi uygundur. Şafii mezhebine göre ise, kurban bayramın dördüncü günü de kesilebilir.

Hangi hayvanlar kurban olarak kesilir?

Kurban; koyun, keçi, sığır, manda ve deveden olur. Bunların dışındaki hayvanlar kurban olarak kesilemezler. Söz konusu hayvanların kurban olarak kesilebilmesi için devenin 5; sığır ve mandanın 2; koyun ve keçinin 1 yaşını doldurmuş olması gerekir. Bu sayılan yaş sınırını geçtiği halde süt dişlerini değiştirmeyen hayvanlar da kurban edilir. Bunun yanında, 6 ayını tamamlayan koyun, bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olması halinde kurban edilebilir.
Kurban edilecek hayvanın, sağlıklı, azaları tam ve besili olması, hem ibadet açısından, hem de sağlık bakımından önem arz eder. Bu nedenle, kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün, bir veya iki gözü kör, boynuzlarının biri veya ikisi kökünden kırık, dili, kuyruğu, kulakları ve memesi kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökük hayvanlardan kurban olmaz. Ancak, hayvanın doğuştan boynuzsuz olması, şaşı, topal, hafif hasta, bir kulağı delik veya yırtılmış olması, kurban edilmesine mani teşkil etmez.
Kurbanlık hayvanlardan hangileri ortak olarak kesilebilir?

Koyun veya keçinin bir kişi tarafından; sığır, manda ve devenin ise, yedi kişiye kadar ortaklaşa kurban olarak kesilebileceği Hz. Peygamber'in hadisleri ve uygulamaları ile sabittir (Ebû Dâvûd, Dahâyâ, 7-8). Ortak olarak kurban edilebilen hayvanlar tek veya çift hisse olarak kesilebilirler.

Akika, adak, udhiyye ve nafile kurbanlar için aynı büyükbaş hayvana ortak olunabilir mi?

Ortak kesilen kurbanlarda, hissedarlardan her birinin kurbanlarını aynı maksat için kesmiş olmaları gerekmez. Ortakların herbirinin ibadet niyetiyle katılmış olması kaydıyla bir kısmı udhiyye, diğer bir kısmı ise adak, akîka, nafile kurbanı olarak niyet edebilirler.

Kurban eti nasıl değerlendirilmelidir?

Hz. Peygamber, kurban etinin üçe taksim edilip, bir bölümünün kurban kesmeyen yoksullara dağıtılmasını, bir bölümünün akraba, tanıdık ve komşularla paylaşılmasını, bir bölümünün de eve ayrılmasını tavsiye etmiştir (Ebû Dâvûd, Dahâyâ, 10). Ailenin ihtiyaç durumuna göre etin tamamı evde bırakılabileceği gibi, toplumda muhtaçların arttığı dönemde kurban etinin çoğunun hatta tamamının dağıtılması uygun olur.

Kurban derisi nasıl değerlendirilmelidir?

Kurbanın derisi, bir fakire veya hayır kurumuna verilmelidir. Hz. Peygamber, veda haccında Hz. Ali'ye, kurban olarak kesilen develerinin başında durmasını ve bunların derileri ile sırtlarındaki çullarını sadaka olarak vermesini, kasap ücreti olarak bunlardan bir şey vermemesini emretmiştir (Ebu Davud; Menasik, 20). Buna göre kurban derilerinin para karşılığında satılması, kurbanın kesimi veya bakımı için ücret olarak verilmesi caiz değildir. Derinin satılması halinde bedelinin yoksullara verilmesi gerekir.

Vekalet yoluyla kurban kesilebilir mi?

Kurbanı, kişi kendisi kesebileceği gibi, vekalet yoluyla başkasına da kestirebilir. Zira kurban mal ile yapılan bir ibadettir; mal ile yapılan ibadetlerde de vekalet caizdir.
Vekalet yoluyla kurban kestiren kişi, bulunduğu yerde ki birisine vekalet verebileceği gibi, başka bir yerdeki kişi veya kuruma da vekalet verebilir. Vekalet, sözlü veya yazılı olarak verilebileceği gibi telefon, internet, faks ve benzeri iletişim araçları ile de verilebilir.

Kuyruksuz koyunlar kurban edilebilir mi?

Doğuştan kuyruksuz olan veya besili olması için küçük yaşta kuyrukları boğulmak suretiyle düşürülen koyunların kurban edilmelerinde bir sakınca yoktur. Ancak bir kaza ile değerini azaltacak şekilde kuyruğunun tamamı veya yarısından çoğu kopan hayvanın kurban edilmesi caiz değildir.

Ölmüş kimseler için kurban kesilir mi?

Son zamanlarda halkımız arasında yaygınlaşma eğilimi gösteren; “ölü kurbanı” veya “kabir kurbanı” diye isimlendirilen bir kurban çeşidi yoktur. Ancak, ölmüş birisi adına veya sevabı ölüye bağışlanmak üzere kurban kesilebilir. Kurban borcu olup da hayatta iken vasiyet eden kişinin bıraktığı miras yeterli ise, mirasçıları tarafından vasiyetinin yerine getirilmesi gerekir. Vasiyeti yoksa, ölen kimseler için mirasçılarının kurban kesmeleri gerekmez. Ancak bir kimse, sevabını ölmüş bulunan anne veya babasına yahut diğer yakınlarına bağışlamak üzere, çeşitli hayır kurumlarına, fakir ve muhtaç kişilere bağışta bulunabileceği gibi, kurban da kesebilir.

Taksitle kurban alınabilir mi ?

Kişi, ister peşin ister taksitle olsun satın aldığı hayvanı kurban olarak kesebilir

Satın alınan kurbana, daha sonra başkaları ortak edilebilir mi ?

Kişi, mülkiyetinde olan veya kurban etmek amacıyla satın aldığı büyükbaş hayvana yedi kişiyi geçmemek şartıyla başkalarını da ortak edebilir.

Kurban yerine sadaka vermekle bu ibadet yerine getirilmiş olur mu?

Fıkhi hükmü ister vacip, ister sünnet olsun; kurban ibadeti belirli şartları taşıyan hayvanın usulüne uygun olarak kesilmesiyle yerine getirilir. Kurban bedelini yoksullara ya da yardım kuruluşlarına vermek suretiyle, kurban ibadeti ifa edilmiş olmaz. Şüphesiz Allâh Teâlâ’nın rızasını kazanmak niyetiyle, fakir ve muhtaçlara yardım etmek, iyilik ve ihsanda bulunmak da Müslüman’ın önemli vazifelerinden biridir. Ancak, bu iki ibadetten birinin diğerinin alternatifi olarak sunulması dini açıdan doğru değildir.
Nitekim Peygamber (a.s.) Efendimiz de, kurban meşru kılındıktan sonra her yıl kurban kesmiştir. (Buhârî, Hac 117, 119; Müslim, Edâhî 17).
Ayrıca hadisi şeriflerde kurban bayramında, Allah katında en sevimli ibadetin kurban kesmek olduğu, kurbanın kesilir kesilmez Allah katında makbul olacağı ve kurban edilen hayvanın her unsurunun kişinin hayır hanesine yazılacağı ifade edilmiştir. (Tirmizî, Edâhî 1; İbnu Mâce, Edâhî 3).
Akika Kurbanı nedir?

Yeni doğan çocuk için şükür amacıyla kesilen kurbana, “akika” adı verilir. Akika kurbanı kesmek müstehaptır. Akika kurbanı olarak kesilecek hayvanda, diğer kurbanlarda aranan şartlar aranır.
Akika kurbanı, çocuğun doğduğu günden bulûğ çağına kadar kesilebilirse de doğumun yedinci günü kesilmesi daha faziletlidir.
Akika kurbanının etinden ve derisinden, kurban sahibi dahil herkes istifade edebilir.

Şükür kurbanı ne demektir?

Temettu ve kıran haccı yapan kişilerin, aynı mevsimde hac ve umreyi birlikte ifa ettikleri için, kestikleri kurbanlara şükür kurbanı da denilmektedir. Aynı şekilde kişi, arzu ettiği bir amaca ulaşması veya bir nimete nail olması sebebiyle şükür kurbanı kesebilir. Bu kurbanların etinden sahipleri de yiyebilirler.

Adak Kurbanı Ne Demektir?

Kurban adayan kişinin kurban kesmesi vaciptir. Eğer kişi adağını bir şartın gerçekleşmesine bağlamışsa, bu şart gerçekleşince kesmesi gerekir. Adak kurbanının etinden adak sahibi, usul ve furûu (neslinden geldiği ana, baba, dede ve nineleri…ile kendi neslinden gelen çocukları ve torunları..) yiyemeyeceği gibi, zengine de yediremez. Eğer kendisi yemek ister veya bu sayılanlardan birisine yedirmek isterse, o eti tartıp rayiç bedelini yoksullara vermesi gerekir.


21 Ağustos 2013 Çarşamba

Cehaletin tek İlacı Sormak !

Cehaletin tek İlacı Sormak !
Câbir radıyallahü anh anlatıyor: Arkadaşlarımla beraber sefere çıkmıştık. İçimizden birinin başına taş isabet etti ve başını yaralayıp kemiğini kırdı. Sonra aynı adam uykuda ihtilâm olduğu için, arkadaşlarına:
- Teyemmüm edebilir miyim, bu hususta benim için ruhsat buluyor musunuz? diye sordu.
Arkadaşları da:
- Hayır, su mevcut oldukça teyemmüme ruhsat yoktur, diye cevap verdiler. Bunun üzerine o şahıs gusül abdesti aldı ve açık vaziyetteki yaradan içeriye giren suyun tesiri ile vefat etti. Peygamber aleyhisselâmın huzuruna geldiğimiz zaman, kendisine hadiseyi naklettiler.
 Bunun üzerine Resûlüllah aleyhisselâm:
- Adamı öldürmüşler, Allah onları öldürsün, buyurdu.
Ve «Bilmiyorlarsa sorsaydılar ya; cehaletin ilâcı sormaktır, o adama teyemmüm etmek kâfi gelirdi. Yarasına da bir bez parçası koyar, üzerine mesheder ve vücudunun diğer yerlerini de yıkardı» diye ilâve etti
(Ebû Davud)