Bağış Yap
3 Mayıs 2013 Cuma
Silsile-i aliyye-35- Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî
35- Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî
Son asırda yeti en, zahir ve batın ilimlerinde kamil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde
mahir, büyük âlim ve ruh bilgilerinin mütehassısı büyük veli. Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını insanlara anlatan ve kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen büyük âlimlerin otuz
dördüncüsüdür. Babası Seyyid Mustafa Efendidir. 1865 (H. 1281)te Van'ın Ba kale
kazasında do du. 1943 (H. 1362)te Ankara'da vefat etti. Kabirleri Ankara yakınındaki
Ba lum kasabasındadır.
Babası Seyyid Mustafa Efendi ve bütün dedeleri, zamanlarının âlim ve fadılları idiler.
mam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım soyundan olup, seyyid oldukları Irak'taki er'i mahkeme
defterlerinde yazılıdır. Arvasi ailesi, altı yüz seneden beri ilim yaymakla ve en üstün insanlık
meziyetlerinde nümune olmakla tanınmı ve halk arasındaki ayrılıkları gidermekte, milli
birli i sa lamakta büyük vazifeler üstlenmi ve bunları devam ettiregelmi lerdir.
lk tahsilini babasının huzurunda gördü.
Seyyid Abdülhakim Arvâsi hazretleri Nehri'de gördü ü bir rüyâ üzerine tahsiline daha
büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyâyı öyle anlatmaktadır:
Nehri isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını
âilemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsil
etti im zamanlardı. Ramazan ayının on be inci Salı gecesi, rüyâda Allah'ın Resulünü
gördüm. Yüce bir taht üzerinde risâlet makâmında oturmu lardı. O'nun heybet ve celâli
kar ısında deh ete dü mü , yere bakarken, arkamdan bir kimse yava yava sa tarafıma
yana tı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir
zât... Bu zât sa kula ıma i itilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz
meselelerinden bir suâl sordu: "Hayz zamânında bir kadının, câmiye girmesi uygun de ilken,
iki kapılı bir câminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta er'an serbest midir?"
Allah Resulünün heybetlerinden büzülmü tüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet yava ca ve
alçak bir sesle; "Dinin sâhibi hazırdır, buradadır." diye cevap verdim. Maksadım, eriat
sâhibinin huzurunda kimsenin din meselelerine el atamayaca ını anlatmaktı. Resulullah
efendimiz, ses i itilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına ra men cevâbımı duydular.
Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defâ emir buyurdular.
Ertesi gün, ö le namazı vaktinde pederimin câmiye geli yolları üzerinde durdum.
Kendilerine bir eyi arzedece imi hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine
büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din
bilgilerini tebli e memur buyurdular. n âallah âlim olursun! Bütün gücünle çalı ." diyerek
rüyâmı tâbir etti. Babama; "Kâinâtın efendisi huzurunda, bunca din meselesi dururken bana
hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resulullahın
emrinin hikmeti nedir?" diye sordum u cevâbı verdi:
"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru oldu u için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri
bakımından çok yükselece ine i ârettir.
Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ gecelerinden ba ka hiç bir geceyi yorgan
altında geçirdi imi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle u ra ıp insanlık icâbı uykuyu
kitap üzerinde geçirdim. nsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalı tım.
Seyyid Abdülhakim Arvâsi hazretleri, ö rendi i fıkıh, tefsir gibi ilimlerin yanında
kendisini mânevi yoldan yeti tirecek bir rehbere kavu ma arzusu ile yanıyordu. Di er
taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkâri'nin halifesi Seyyid Fehim-i Arvâsi, rüyâsında Allahü teâlânın
Resulünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakim'in terbiyesini sana
ısmarladım." buyurmu tu.
Nihâyet Seyyid AbdülhakimArvâsi, 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehim-i Arvâsi
hazretlerinin huzuruna kavu tu ve hocasından aldı ı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu.
stihârede öyle bir rüyâ gördü:
Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi Seyyid Fehim'e u emri veriyordu:
"Abdülhakimi al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çe melerinde kendi elinle tamâmen yıka!
Sonra ikimize de imâm olsun!.. Seyyid Fehim hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams
çe melerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sa aya ını kendisi için serilmi
olan seccâdeye bırakıyordu.
Bu rüyâ onun talebeli e kabul edildi ine dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece
cevâzımât-ı hams tâbiri idi. Cevâzım cezm'in ço ulu olup kat'i, kesin demektir. Hams yâni
be adedi ise âlem-i emrin, latifenin tasfiyesine i âret oldu u açıktı. Rüyânın ba ka tâbire
muhtaç olmayan açıklı ı ayrı bir ilâhi lütuf ve sonsuz bir ihsândı.
Seyyid AbdülhakimArvâsi, gördü ü bu rüyânın tesiri ile büyük bir a kla ilim tahsil edip,
ilimde ilerledi i gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü
nurlandırdı.
Yüksek tahsilini zamanın en büyük âlim ve evliyası Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin
huzurunda tamamladı. 1300 hicri sene ba ında ilm-i sarf, nahv, mantık, münazara, vad',
beyan, meani, bedi', belagat, kelâm, usul-i fıkh, tefsir, tasavvuf, ulum-i hikemiyye yani
hikmet-i tabi’iyye (fizik, biyoloji), hikmet-i ilahiyye, riyaziyye (yani matematik, geometri),
hey’et (astronomi) gibi zahir ilimlerde icazet (diploma); tasavvufun Nak ibendiyye,
Kadiriyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye ve Çe tiyye yollarından hilafet aldı. Ba kale'de otuz
yıl kadar tedris ve ir ad ile me gul oldu. Yani ders okuttu ve insanlara Allahü teâlânın emir
ve yasaklarını anlattı.
1914 (H. 1332)te Birinci Dünya Harbi çıkıp Ruslar Do u Anadolu'yu i gal edince,
Ba kale'den hicret edip, Irak'a, oradan Adana, Eski ehir ve 1919 (H. 1337)da stanbul'a
geldi. Eyyub Sultan'da önce yazılı medreseye, sonra Gümü suyu Tepesindeki Mürteza
Efendi Dergahına yerle ti ve Ka gari Hanekahı me ihatına tayin olundu. slam halifelerinin
ve Osmanlı Sultanlarının sonuncusu olan Sultan Vahideddin tarafından Medrese-i
mütehassısin denilen lahiyat Fakültesinde tasavvuf müderrisi yani ordinaryüs profesörü
olarak 8 Zilkade 1919 (H. 1337) tarihli ferman ile tayin edildi.
Anadolu'da çarpı an Kuvay-ı Milliyenin galip gelmesi için para, mal ve dua ile yardım
edilmesi, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti te vik ederek çok kimseyi
Anadolu'ya gönderdi. Çok yardım yapılmasına sebep oldu. Uzun zaman ir ad, vaaz ve tedris
ile me gul olup hayatının sonuna do ru zmir'e gönderildi. Zor artlar altında zmir'de
kaldı ı sırada ihtiyarlı ın da verdi i takatsizlikle hastalandı. Ankara'ya getirildi. Ankara'ya
geldikten birkaç gün sonra 27 Kasım 1943 (H. 1362) tarihinde sıkıntılarla dolu dünyadan
ahirete intikal etti. Ankara'nın kuzeyinde bulunan Ba lum nahiyesinde defnolundu. Kabri
ziyaret edilmekte, huzurunda yapılan dualar kabul olunmaktadır.
Seyyid AbdülhakimArvasi vücutça gayet mutedil ve kusursuzdu. Bu day tenliydi. Alnı
geni ve açıktı. Ka ları birer hilal gibi olup, kabarık ince ve ölçülüydü. Nur bakı lı gözleri
iriceydi. Burnu ahenkli ve normalden büyükçeydi. Yüzü zaifçe olup sakalı sıktı. Bedeni iri
yapılı olup, insana mutlak surette hürmet telkin edici bir vakar ve heybeti vardı.
Her hali ve hareketi ile slamiyete uyardı. Çok mütevazi olup; "Ben" dedi i
i itilmemi ti. Çok heybetli ve temkin sahibiydi. Çok misafir severdi. Yardım yapmaktan
ho lanırdı. Ziyaretlere gider, davetlere icabet ederdi.
Seyyid AbdülhakimArvasi din bilgilerinde ve tasavvufun ince marifetlerinde derin bir
derya idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri
sormaya gelir; sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır; sormaya lüzum
kalmadan o bilgi ile doymu olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız
kerametlerini görürdü. Çok mütevazi, pek alçak gönüllüydü. Eyyub Sultan, Fatih, Bayezid,
Bakırköy, Kadıköy, Beyo lu'nda A a Cami-i erifleri kürsilerinde senelerce ilim
ne retmi tir. Vefa Lisesinde ö retmenlik yapmı , Sultan Selim Cami-i erifi yanındaki
Süleymaniyye Medresesinde, tasavvuf müderrisi (profesörü) iken Er-Riyad-üt-Tasavvufiyye
kitabını yazmı tır. Tasavvuf hakkında risale büyüklü ünde müteaddid mektupları vardır.
Mevlid okunmasının ve tesbih kullanmanın ba langıc ve me ruiyeti hakkında bir risale,
Rabıta-i erife Risalesi, Sahabe-i Kiram ve Ecdad-ı Peygamberi risaleleri, slam Hukuku,
Ke kul ve Sefer-i Ahiret isimli eserleri, Arabi, Farisi ve Türkçe iirleri pek kıymetlidir.
Yeti tirdi i seçkin din adamlarının en selahiyyetlisi; çe itli din ve fen kitaplarının yazarı,
eczacı, kimyager ve emekli ö retmen albay Hüseyin Hilmi I ık beyefendidir. 1929'dan 1943
senesine kadar o büyük zattan ders almı , Arabi ve Farisi tercümeler yaparak gençli e
hizmet için çalı mı tır. Türkçe, Arabi, Farisi, Almanca, Fransızca ve ngilizcenin yanında,
ba ka dillerde de çe itli din kitapları ne retmi tir. Bütün ilim ve feyzini, Abdülhakim
Arvasi'den aldı ını eserlerinde belirtmektedir.
25 yıl önceki rüyadaki ahıs
Seyyid Abdülhakim Efendi, 1897 yılında hac vazifesi ile Hicaz'a geldi inde önce
Medine'ye gelip Peygamber efendimizin kabr-i erifini ziyâret etti. Yanında Hacı Ömer
Efendi isimli e raftan bir zât vardı. Onunla berâber bir gece, mübârek Ravza'da ak am
namazından sonra, yüzünü saâdet ebekesine döndürmü , son derece edeb ve hürmet
içerisinde beklerken, sa tarafında oturan Hacı Ömer Efendi kula ına e ilip yava ça:
"Refikam, u anda özür sâhibidir. Peygamber Mescidini ziyârete gelemez. Bâb-üs-
Selâm'dan girerek Peygamber huzurunda bir selâm verip, Bâb-ı Cibril'den çıkmasına er'an
müsâde var mıdır?" dedi.
Seyyid Abdülhakim hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyânın hatırına gelmesi ile korkuyla
sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyâsında gördü ü
ahıs da bu ahıstı. Yava ça:
"Bu suâlin cevâbına mezun olmak öyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak
rüyâda oldu u gibi Resulullah efendimizin huzurunda bulundu undan cevap vermekte
mazur oldu unu bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dı arı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı
ve hem de rüyâyı tafsilâtı ile anlattı.
Sultanın dua ve yardım istemesi
Sultan Vahideddin Han kendilerini çok sever, takdir ederdi ve duâlarını isterdi. Nitekim
Abdülhakim Efendi hazretleri öyle anlattı:
Memleketin i gâl altında bulundu u ve kurtulu sava ının ba ladı ı günlerdi. Be ikta 'ta
Sinanpa a Câmiinde vâz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar
bir bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'uke iletta'âm." yâni "Sultan sana selâm
ediyor ve seni iftara ça ırıyor." dedi. Araba ile saraya gittik. stanbul'un seçilmi vâizleri,
imâmları ça ırılmı tı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selâmı var. Hepinizden
ricâ ediyor. Anadolu'da kâfirlerle çarpı an kuvây-ı milliyenin gâlib gelmesi için duâ etmenizi
ve Anadolu'daki mücâhidlere para ve duâ ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara
katılmaları için milleti te vik etmenizi ricâ ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi
Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.
Bir defâsında da Sultan Vahideddin Han, Ramazân-ı erif ayında Hırka-ı seâdetin
bulundu u odayı ziyâret edecekti. Seyyid Abdülhakim Efendi'yi de dâvet etti. Di er ileri
gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devâmını hizmetlerini gören
akir Efendi öyle nakletmektedir:
Sultan tam Hırka-i seâdetin bulundu u odanın kapısına gelince, Abdülhakim Efendi
nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakı tılar. O isimde birisini
tanımıyorlardı. Arkaya do ru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakim'dir
deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yanyana biri
dünyâ, biri âhiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiyâ Peygamber efendimizin seâdetli
hırkalarının bulundu u odaya girdiler. Berâberce ziyâret ettiler. Çıkınca Sultan bereket
sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmi ler. Ben dı kapıda
Efendi'yi bekliyordum. Geldiler ve ziyâretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi,
bana iki tane verdi. Birisi senindir." deyip birini bana verdiler.
AbdülhakimArvâsi hazretleri siyâsete hiç karı mamı , siyâsi fırkalara ba lanmamı tır.
Bölücülü e kar ıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak
sorduklarında:
"Hükümet, tekkeleri de il, bo mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan
kapatmı lardı." demi tir. Bu muazzam görü , o günlerin umumi mânâda tekke ve dergâh
tipine âit te hislerin en güzelidir.
Kânunlara uymakta çok titiz davranır, konu malarında da bunu tavsiye ederdi.
Abdülhakim Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konu ması, susması, gülmesi,
a laması hep slâmiyete ve Resulullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören
sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yava yerdi.
Yakınları onu otuz senedir kaylule yaparken veya yatarken bir defâ olsun sırt üstü veya sol
tarafına dönüp yatmadı ını söylemi lerdir. Hep sa yanı üzerine yatar, sa elinin içini sa
yana ı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikâmet üzere idi. " stikâmet yâni Allahü teâlânın
be endi i do ru yol üzere olmak kerâmetin üstündedir." sözünü sık sık tekrar ederdi.
Çok mütevâzi, pek alçak gönüllü idi. Ben dedi i hiç i itilmemi ti. slâm âlimlerinin adı
geçti i zaman:
"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gâib olsak aranmayız." Ve, "Bizler
o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz." buyururdu. Halbuki
kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.
Abdülhakim Arvasi'nin kıymetli sözlerinden bazıları:
"Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her
bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her zamanda her memleketde, yani dünya
yaratıldı ı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmi ve gelecek, bütün varlıkların, her
bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan O'nun üstünde de ildir. Bu olamayacak
bir ey de ildir. Diledi ini yapan, her istedi ini yaratan, O'nu böyle yaratmı tır. Hiçbir
insanın O'nu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın O'nu tenkid edecek iktidarı yoktur."
"Hak teâlânın hakimli ini tanıdı ınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalı tı ınız
zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar ba lı karde ler olacaksınız. Sizin o
karde li inizden Allah'ın merhameti neler yaratacaktır. Kavu tu unuz her nimet, hep Hakk'a
imanın hasıl etti i karde li in neticesi ve Allahü teâlânın merhamet ve ihsanıdır.
Gördü ünüz her musibet ve felaket de; hep kızgınlı ın, nefretin ve dü manlı ın neticesidir.
Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır."
"Büyüklerin sözü, sözlerin büyü üdür."
"Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır."
" nsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a kar ı irk ve mü rikliktir. lim ve fen
ilerledi i halde, insanlı ın ufuklarını sarmı olan fesad karanlı ı hep irkin, imansızlı ın,
vahdetsizli in ve sevi mezli in neticesidir. Be eriyet ne kadar u ra ırsa u ra sın, sevip
sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk'ı tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak
teâlâyı hakim bilip, O’na kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevi emez. Hak'dan ve Hak
yolundan ba ka her ne dü ünülse, hepsi ayrılık ve peri anlık yoludur."
"Müslümanların ö renmesi lazım olan bilgilere Ulum-i slamiyye (Müslümanlık
Bilgileri) denir. slam dininin emretti i bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmı tır.
Biri, "ulum-i nakliyye", yani din bilgileri; di eri "ulum-i akliyye" yani fen bilgileridir,
buyurmu tur. Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.
Bunlar da ikiye ayrılır: "Ulum-i aliyye" yani yüksek din bilgileri ve "ulum-i ibtidaiyye"
yani alet ilimleri. slam ilimlerinin ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi
ö renilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anla ılmasına yardım eder. Riyazi
fizik ö renmek, din bilgilerini kuvvetlendirir. Astronomi, aritmetik ve geometri, dine
yardımcı bilgilerdir. Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen uymayan) birkaç
yanlı teori ve hipotezden ba ka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir. lahi fizik
(metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler ö renilince, din
bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana
çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın eri emedi i meselelerin inkâr edilemiyece i anla ılır."
"Kur'an-ı kerimden ve Resul aleyhisselamın hadis-i eriflerinden sonra en kıymetli kitab,
mam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabıdır. Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en
kıymetli fıkıh kitabı, bn-i Abidin'in Dürrül-Muhtar ha iyesidir. afiide Tuhfet-ül-Muhtac
kitabıdır."
" slam dini, Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi
Muhammed aleyhisselama gönderdi i, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesud
olmalarını sa layan, usul ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı eyler, slamiyetin
içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, slamiyet, kendinde toplamı tır.
Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, a ırmayan, akılların kabul edece i
esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaradılı ında kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret
etmez, slamiyetin içinde hiçbir zarar yoktur. slamiyetin dı ında hiçbir menfaat yoktur ve
olamaz."
"Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline dü tü. Dinden, imandan haberi olmayanlara
eyh denildi. Din dü manları da, bu eyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler
karı mı tır, dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, i lerini din sanmak, bunları tasavvuf
büyükleri ile karı tırmak, çok yanlı tır. Dini bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi
olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitablarını okuyup, iyi
anlayabilmek ve bildi ini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din dü manları,
meydanı bo bulup, din adamı ekline girer. Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını
çalarak millet ve memleketi felakete götürürler."
"Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gitti iniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, slamın
vekarını, kıymetini gösterdi iniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız."
"Çe itli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, so uk erbetlerle bedenlerinizi rahat ve ho
tutunuz."
"Allahü teâlâ, her eyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, i yapabilecek
tesir, kuvvet vermi tir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları
diyoruz. Bir i yapmamız, bir eyi elde etmemiz için, bu i in sebeplerine yapı mamız
lazımdır. Mesela bu day hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır.
nsanların bütün hareketleri, i leri, Allahü teâlânın bu adeti içinde meydana gelmektedir.
Allahü teâlâ sevdi i insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı dü manlarını aldatmak için
bunlara, adetini bozarak sebepsiz eyler yaratıyor."
"Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih ederim."
"Namaz, aman namaz, nerede ve ne art altında olursa olsun mutlaka namaz kılın."
“En büyük edeb, ilâhi hududu muhâfazadır, gözetmektir."
"Allahü teâlâya inanan ve güvenen kimse neden mahrumdur. Allah'tan mahrum olan ise
neye mâliktir."
" u stanbul ne garip belde! nsan mümin olmak için de, kâfir olmak için de burada her
vâsıtayı, her imkânı bulabilir."
"Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut içinde otursalar ve sükuttan ba ka bir ey
görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını ke federler, bir bir çıkarırlar."
“Kur'ân-ı kerim ifâdır. Fakat ifâ, suyun geldi i boruya tâbidir. Pis borudan ifâ
gelmez.”
“Gerçek kerâmet, kerâmetin gizlenmesidir. Bunun dı ında görünenler, velinin irâde ve
ihtiyârı ile de ildir. lâhi hikmet öyle gerektiriyor demektir.”
“Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.”
“Ahmaklık, hatâda ısrar etmektir.”
“Din bilgileri, dünyâda ve âhirette, huzuru, seâdeti kazandıran bilgilerdir.”
“Allahü teâlâ diledi ini yapar. ster sebepli ister sebepsiz, diledi i gibi azap veya
lütfeder. Güzel ve do ru onun diledi idir.”
“Allahü teâlâ bize fadlı, ihsânı ile tecelli etsin; bizi fadlı ile korusun! Adliyle tecelli
ederse, yanarız.”
“Riyâ olmasın diye cemâatten kaçanlar ayrı bir riyâ içindedirler.”
“ lim cehli izale eder, yok eder, ahmaklı ı de il.”
“Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, imân eksikli idir.”
Talebelerinden bâzıları o ilim deryâsı büyük veliden u sözleri ve menkıbeleri
nakletmi lerdir.
Kapalıçar ı'dan geçerken kar ılarına tanıdıkları bir dükkancı çıktı. Adam hal hatır
faslından sonra; "Efendim. Duâ edin de Allahü teâlâ ümmet-i Muhammed'i kurtarsın."
deyince, o da cevâben: "Siz bana o ümmeti gösterin. Ben de kurtuldu unu haber vereyim.
Hani nerede o ümmet!" buyurdu.
Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır:
Tahsilimi stanbul'da yaptım. Arabi ve Fârisi'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz
sâhibiydim. Bir gün beni Abdülhakim Arvâsi hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da
söz sâhibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete ba ladı. Hemen
sonra sandalyede oturmaktan hayâ edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmedi im, duymadı ım
eyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekildim. Biraz daha
biraz daha derken nihâyet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dı arı
çıkacak hâle gelmi tim. Ben yıllarca eyhlik postunda oturmu talebeleri olan biriydim.
Seyyid Abdülhakim'i görünce ancak talebe olaca ımı anladım ve talebelerime:
"Seyyid Abdülhakim Efendiyi görünce, tanıyınca eyhli in ne oldu unu anladım,
ete ine yapı maktan ba ka i im kalmadı." dedim. O büyük zâta talebe olmakla ereflendim.
Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını akir Efendi anlatır:
Bir sabah dergâhın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi
beni imâm yaptılar. Mescidin giri kısmı ba tan ba a camekân oldu undan giri teki sofa
eklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem
de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmu tu. Namaz ve duâ bitince, sofaya
geçtik. Gördük ki semâverin etrafında iki çay barda ı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu
kadar barda a lüzum olmadı ını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, u
cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemâat vardı. imdi da ılmı ."
Talebelerinden lyas Efendi anlatır:
Bir gün ya lı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. kinci bir oda
yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçinece im. Bedelini kira parasından vermek üzere,
bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konu uruz dedim. Maksadım, Seyyid
Abdülhakim Efendi'ye gidip danı maktı. kindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular.
"Mü teri geliyor mu?" dediler. "Geliyor." dedim. Fakat sormak için gitti im kadını
unutmu tum. "Sipari veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok." dedim. "Kadın mü terileriniz
oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının i ini
gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.
Bir gün Bâyezid Câmiinde vâz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadı ı hâlde; "Sizden
biriniz, eve gidip, çocu unu çatıya kiremitler üzerine çıkmı , güvercin kovalar görürse,
ba ırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, eker aldım, desin, onu tutup içeri
aldıktan sonra azarlasın." buyurdu. Vâzı dinleyen Akhisarlı bir zât içinden imdi bunun da ne
ilgisi var diye geçirdi. Vâzdan sonra evine gidince baktı ki çocu u evin damına çıkmı ,
kiremitler üzerinde güvercin yakalamak pe inde, nerede ise kenardan dü ecek hâlde. Çocuk
küçük olup üç-dört ya ındaydı. Hemen Abdülhakim Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle
yaptı. Çocuk dü mekten kurtuldu.
Necib Fâzıl Kısakürek anlatır:
Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne
bastı ım gibi, kinci Dünyâ Harbine girmemizin bir an meselesi oldu una kâniim. Bu
meseleyi huzurlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç
ki i ve avukat Mahmud Veziro lu isminde kendisini sevenlerden bir zât... Harbe
sürüklenmek mecburiyetimizi riyâzi bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna
kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihân Harbinde
oldu u gibi pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe
girmedik. Fakat pahalılık, vesika usulü milleti kavurdu. Mahmud Bey, bana bu kerâmeti sık
sık tekrar eder ve; "Müthi , müthi !.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez." ve kimse
vesika usulünü beklemezken "O olacak." buyurmaları büyük kerâmet." derdi.
Fâruk Bey anlatır:
Bundan yıllarca evvel, o lum Nevzad, o zamanlar oturdu umuz apartman katının
balkonundan a a ıya, beton bir zemin üzerine dü tü. Çocu u koma hâlinde bir hastahâneye
dar attık. Ayıldı. Fakat akli melekelerini kaybetmi haldeydi. stanbul'a götürdük. Bütün
mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini
söylediler. Bir rum doktor erken bunama te hisini koydu ve ifâsı yok hükmünü bastı. Bülu
ça ındaki çocu umu, büyük amcası Abdülhakim Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk
tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sâdece;
"Mahzunum, mahzunum!" diye içlenerek i i, Allahü teâlâya havâle ettiler. Kırk gün sonra
Nevzad, hiç bir zaman sâhib olmadı ı maddi ve mânevi bir sıhhate kavu tu. Hukuk
Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DS 'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakim
Efendi, birâderzâdeleri olan Fâruk I ık Efendiyi çok severdi. Birisini medhetmek isteseydi;
"Fâruk hâriç hepimizden iyidir." derdi. Kabri, Abdülhakim Arvâsi'nin ayak ucundadır.
Bâyezid Câmiinde; Erzincan zelzele felâketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ,
zinânın â ikâr oldu u yerlere zelzele ile cezâ verir. Erzincan gibi." buyurmu lar. Kimse o
esnâda bu mânâyı anlayamamı , ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerâmetti,
anlayamadık demi lerdir.
Talebelerinden Tâhir Efendi anlatır:
Abdülhakim Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyânın huzuruna dolu giden bo , bo
giden dolu döner."
Bir gün bana; "Tâhir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, ba kalarına
ver." buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye,
birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakim Efendiyi gördüm. "Tâhir, kitapları
evden çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. ki rekat namaz kıldım. Yine
yattım. Daha uyuyamamı tım. Abdülhakim Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi
saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden
çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için,
kitaplardan uzakla tırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu
seçmi lerdi.
Ne zaman Abdülhakim Efendi hazretlerine gitsem, Ziyâ Bey yanında otururdu. Ziyâ
Beye bir kitap verir, okuturlar ve izâh ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziyâ Beye
kitap okutup, kendileri izâh ediyordu. çimden, benim Arabi ve Fârisim Ziyâ Beyden iyidir.
Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyâda Abdülhakim
Efendinin huzurunda idim. Gene Ziyâ Beye bir kitap vermi ler, okutuyorlardı. Ama Ziyâ
Beyi sarıklı, âlim kıyâfetinde gördüm. Abdülhakim Efendi, Ziyâ Beyi bana gösterip; "Biz,
bo una emek vermeyiz." buyurdular. Uyanınca o dü ünceme çok pi man oldum.
Bir gün Abdülhakim Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakim
Efendiye arz edeyim, evliyâlıkta yükselmek büyük i , bizim küçük gayretimizle elde
edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni
kavu tursunlar diye dü ünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selâm verip
ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; "Tahir, u a aç ne a acıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. " u
nedir?" buyurdu. "Gül" dedim. "Ya Tâhir! Bunların suyu bir, havası bir, topra ı bir de, niçin
boyları farklıdır? Meselâ u çimene ne yapılsa gül a acı olabilir mi, gül de, manolya kadar
büyür mü?" buyurdu. "Hayır efendim." dedim. "Demek ki, farklılık istidadlarından
kâbiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup
tekrar bana baktılar. "Kusurumu ba ı layın efendim." dedim.
Di hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır: Abdülhakim Efendi, arada bir bana,
teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek ö retirdi. Kendi kendime, imdi su olmayan yer yok,
acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefâtından otuz sene sonra,
ellerimde yara çıktı. Hatta bir ba parma ımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın
dediler. Üç sene teyemmümle yâni onların gösterdi i ekilde teyemmüm ederek namaz
kılmak zorunda kaldım.
Hâlid Turhan Bey anlatır:
Bir gün ziyâretlerine gitmi tim. Kütüphânelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana
verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalı tım. Yanlı
okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlı larımı düzelttiler. Sonra; "Türkçeye
çevirin!" buyurdular. Takıldı ım çok ibâreler oldu. Yardım ettiler, hattâ kendileri tercüme
ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. yice anlamı tım. Vefâtlarından yirmi
sene kadar sonra, kütüphâne müdürlü ü için, Ankara'da imtihana girdim. mtihanda elime
bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakim
Efendinin verdi i kitap ve açtıkları sayfa de il mi? Okudum, tercüme ettim. mtihanı
kazandım. Kütüphâne müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık
kerâmetini görünce hüngür hüngür a ladım.
Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, Anadolu'da yeti en büyük velilerden. Merhum
faziletli Seyyid Ahmed Arvasi Beyin babasıdır. 1905 (H.1323) senesinde Yukarı Do u
bayezid'de do du. 1980 (H.1400) senesinde Van'da vefat etti.Babası büyük veli Seyyid
Muhammed Emin hazretleridir. smini Abdülhakim Arvasi hazretleri koymu tur. Daha
do du unda onun teveccühüne ve duasına mazhar olmu tur. Rü diye mezunu idi. Memur
olarak çalı tı. Van Gümrük Müdürlü ünden emekli oldu. Tasavvufta Seyyid Fehim Arvasi
hazretlerinin o lu Seyyid Ma'sum Efendiden Halidi yolunu aldı. A abeyi Seyyid Abdülkadir
Efendi bu yola intisab edince, ona da bu yolun müntesiblerinden olmasını teklif etti. "Daha
gencim ve memurum. Sonra intisab etsem olmaz mı?" deyince, Ma'sum Efendi ona Farisi
olarak u manada bir beyt okudu.
Baharın taze yapra ı sarardı,
Tenceremizin ate i so umakta
Bu beyti söyleyerek daha önceki bir hadiseye i aret edip, vefatlarının yakın oldu unu
hissettirerek bu fırsatı kaçırmamalarını tenbih ve emir buyurmu tu. Bunun üzerine o anda
intisab edip büyükler yoluna girdi. Abdülhakim Efendi bir defasında çok hastalanmı , uçakla
Ankara'ya getirilip, Nümune Hastahanesine yatırılmı tı. Kalb yetmezli i vardı. O lu Ahmed
Efendi Bursa'dan Ankara'ya gidip, babasını gördü. Sanki öbür dünyadan gelen bir hali vardı.
Ahmed Efendi, babasına; "Halin nedir?" diye sual edince, cevaben; "Ben ölüyordum.
Acıyarak beni hayata iade ettiler. Bak anlatayım. Sekerat halindeydim. eytan aleyhillane
geldi. manımı çalmak için, çok korkunç eyler söyledi, aldatıcı telkinlerde bulundu."
deyince, o lu Ahmed Efendi söze girdi ve; "Ne gibi eyler anlat hele!.." dedi. Babası; "Aman
evladım, anlatılmazlar." dedi ve devam etti: " eytanla ba a çıkamıyordum. Çok sıkıntıda
idim. Sonsuz felaketimi dü ünürken, birden aklıma, Ma'sum Efendinin babası eyh Seyyid
Fehim hazretleri geldi. Ya hazret-i eyh Fehim! diye seslendim. Bir berk-i hatif, gizli im ek
gibi yeti tiler. eytanı kovdular ve bana; "Allah'ın lütfu ile sen hayata iade ediliyorsun, iyi
hazırlan da gel!" buyurdular." Bir müddet sonra iyile ti ve memleketine döndü.
Bundan sonra tam bir inziva, fakr ve insanlardan kesilme, a lama, yakarma halini seçti.
Hac ve umreye gitti. Bacakları a rımasına ra men, gece namazlarını hiç bırakmadı.
Hayatında hiç bir namazı kazaya kalmamı tır. Mezkur hastalı ından yedi sene sonra, 2
Haziran 1980 (H.1400)de Van'da vefat etti. Kabri, Akköprü Kabristanında Seyyid Fehim
hazretlerinin o lu, Seyyid Nizamüddin Efendinin yanındadır.
Kıymetli o lu Seyyid Ahmed Efendi öyle anlatmı tır: "Babamın mezarında karde im
Haluk ve e i Sündüs Hanım Yasin-i erif okurlarken, kalabalık bir saka ku u grubu, kabrin
üzerindeki a aç dalına konmu ve Yasin-i erif bitinceye kadar topluca ötü mü ler ve tilavet
kesilince uçup gitmi lerdir. Bu durumu gören Sündüs Hanım; "Bu ne garib hadise, böylesini
hiç görmemi tim." deyip, hüngür hüngür a lamı tır."
Bu aileden böyle harika ve garib hallerin görüldü ü etrafa yayılmı tı. Bir gün a zı
e rilen bir asker gelir ve ifa bulması için dua istemeye geldi ini bildirir. Evde erkek
olmadı ından ekmek pi irmekle me gul olan Seyyid Abdülhakim Efendinin hanımı askere,
evde erkek yok ama al u ekmekten ye ve yüzüne sür. n aallah iyi olursun buyurur. Asker,
dedi ini yapar ve hemen iyile ir. Diyarbakırlı olan bu asker, ondan sonra bu aile ile hiç
irtibatı kesmemi tir. Seyyid Abdülhakim Efendi ve e i hac yolculu unda ona u radıklarında,
asker buna çok sevinmi ve makbul hizmetlerde bulunmu tur.
Seyyid Abdülhakim Efendinin Asiye ve Vasfiye adında iki kızı ve dört o lu vardır.
O ulları Seyyid Ahmed Arvasi, Emin Tahir Arvas, Halid Beka ve Abdülaziz Haluk
efendilerdir.
GERÇEKLE EN RÜYA
O lu Ahmed Arvasi Efendi öyle anlatmı tır: "Babamın hali güzel, yolu istikamet idi.
Bu bakımdan rüyaları sadıktı.Mesela ben 1952'de Konya'nın Bey ehir kazası Do anbey
nahiyesine ilkokul ö retmeni olarak tayin olunmu tum. Vasıta çok azdı. Erzurum'a gitmek
için bir kamyona bindim. Kamyon telefon direkleri ile yüklüydü. oför mahallinde, oför,
o lu ve ben vardım. Van Erci yolundan Erzurum'a gidecekti. O sabah arabaya binmeden,
babam beni bir kenara çekti ve; "Her ne kadar bizim rüyalara itibar edilmese de, baba efkati
zorlaması ile bu gece gördü üm rüyayı sana anlatmak zorundayım. Bindi in bu araba,
rüyada Erci 'i geçtikten sonra, ilk tahta köprüye girince, köprü çöktü, araba dü erken,
köprünün ortasındaki direklerden biri üzerine takılıp kaldı. Onun için sen oraya yakla tı ında
arabayı durdur ve in!" Ben de peki dedim. Hadise aynen cereyan etti. Köprü ba ına gelince,
oföre bir dakika dur, ihtiyacım var, siz kar ıya geçin, ben gelirim dedim. ndim. Gerçekten
araba köprünün üstüne varınca, köprü büyük bir gürültü ile çöktü ve rüyada görüldü ü gibi
bir direk tarafından muvazenede kaldı. Sallanıp duruyordu. Direkleri indirip köprü yapıldı.
Kar ıya geçildi ve direkleri tekrar arabaya koyup yola devam ettik. oför bana; "Sen kaza
olaca ını nereden bildin de indin?" deyince, babamın rüyasını ve vasiyetini anlattım. Hayret
etti ve bana çok hürmet ve itibar eyledi."
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder