Bağış Yap
5 Mayıs 2013 Pazar
Silsile-i aliyye - Diğer Büyük Evliyalar
Diğ er büyük evliyalar
İ mam-ı A’zam Ebu Hanife Hazretleri
Peygamber efendimiz, mâm-ı a’zam hazretlerinin gelece ini birkaç hadis-i erifle haber
vermi tir. Diyâ-i manevî, Mevduat-ül-ulûm, Hayrat-ül-hisân, Mirât-i kâinat ve Dürr-ülmuhtar’da
yazılı olan hadis-i erifte, (Ebû Hanîfe ümmetimin ı ı ı olacaktır.) buyuruldu.
Dün hayatını bildirdi imiz hadis ilminde de icazeti bulunan büyük fıkıh alimi seyyid bni
Âbidin hazretleri, bu hadisi erifin sahih oldu unu bildirmektedir.
Bu hadis-i erif, büyük âlim Ebülleys-i Semerkandî hazretlerinin Mukaddime kitabında
ve bunun erhi Tekaddüme kitabında da yazılmı tır. Gaznevî’nin Mukaddime adındaki fıkıh
kitabının önsözünde mâm-ı a'zam’ı öven hadis-i erifler yazılıdır. Bunun erhi olan Diyâ-i
manevî kitabında kâdı Ebülbekâ hazretleri, ( bni cevzî, bu hadise mevdu demi ise de, bu
sözü taassuptur. Çünkü bu hadis, çe itli yollardan gelmi tir.) buyuruyor.
Hayrat-ül-hisan kitabını müellifi bni Hacer-i Mekki hazretleri, âfiî fukahasının
büyüklerindendir. afii olmasına ra men, mezhepsizlerin dedi i gibi, mezhep taassubu
olsaydı, Hanefi mezhebinin kurucusu hakkındaki hadisi erifleri kitabına almazdı.
Mevduat-ül-ulûm kitabının sahibi Ta köprü Zade, Ahmed bin Mustafâ, Osmanlı
âlimlerindendir. akâik-i Numâniyye tarih kitabı ile Miftah-üs-seâde kitabı me hurdur. O lu
Kemaleddîn Muhammed, Miftâh-üs-seâde kitabını Türkçeye tercüme ederek Mevduat-ül
ulûm ismini vermi tir.
Mirât kâinat kitabının sahibi Ni ancı Zade, Muhammed bin Ahmed bin Muhammed bin
Ramazan, Edirne kadısı idi. Mirât kâinat kitabı me hurdur.
Dürr-ül-muhtar kitabının sahibi Alaüddin Haskefi, am müftîsi idi. Bunun Dürr-ülmuhtar
kitabına bni Âbidîn, Burhaneddin brahim bin Mustafa Halebî ve Ahmed Tahtâvî
kıymetli hâ iyeler yapmı lardır.
Bu âlimlerin do rulu unu tasdik etti i hadis-i eriflere uydurma demek büyük bir
insafsızlıktır. Hanefilere göre, deniz ha aratı yenmez, di er üç mezhebe göre yenir. Hanefi,
di er üç mezhebe sizin ictihadınız yanlı diyemedi i gibi, üç mezhep de, Hanefi’ye sizinki
yanlı diyemez. Bir hadisi bir âlim mevdu derken, öteki sahih diyebilir. Bu âlimler, birbirine
dil uzatmaz.
Hadis ilminde müctehid bir âlim, bazı âlimlerin sahih dedi i bir hadise mevdu diyebilir.
Müctehidin böyle demesi; bu hadis, Peygamber efendimizin sözü de ildir" anlamında
de ildir. Bu hadis benim usulüme göre hadis de ildir demektir. Farklı ictihadlar da böyledir.
Bana göre do rusu bu der, fakat farklı ictihadda bulunan müctehide dil uzatmaz. Bazı
kimseler, âlimin birisi, bir hadise mevdu dese, sanki bütün âlimlerce o hadis mevdu imi
gibi, o hadise hemen uydurma damgasını vuruyorlar. Halbuki hiçbir Ehl-i sünnet âliminin
kitabında uydurma hadis olmaz. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına dil uzatmamalı ve
onların kitaplarında uydurma hadis var sanmamalıdır.
slâm âlimleri, hadis uydurmanın ve uydurulmu hadisi nakletmenin vebalinin
büyüklü ünü bildikleri için, kitaplarına uydurma hadis almazlar. Çünkü hadis-i
erifte, (Benden duydu unuz ayet ve hadisi tebli edin! Beni srailden bildirdiklerimi
de söyleyin! Yalnız bana bilerek yalan isnat eden, cehennemdeki yerine hazırlansın!)
buyuruluyor. (Buharî)
Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretleri
Evliyanın büyüklerinden. Künyesi, Ebu Muhammed'dir. Muhyiddin, Gavs-ül-a'zam,
Kutb-i Rabbani, Sultan-ul-evliya, Kutb-i a'zam gibi lakabları vardır. ran'ın Geylan ehrinde
1078 (H.471)de do du. Babası Ebu Salih bin Musa Cengidost'tur. Hazret-i Hasanın o lu
Hasan-ı Müsenna'nın o lu Abdullah'ın soyundandır. Annesinin ismi Fatıma, lakabı Ümm-ülhayr
olup seyyidedir. Bunun için Abdülkadir Geylani, hem seyyid, hem erifdir.
AbdülkadirGeylani hazretleri 1166 (H.561)'da Ba dad'da vefat etti. TürbesiBa dad'dadır.
Fıkıh ve hadis ilimlerinde müctehid idi. Kadiriyye tarikatının kurucusudur. Ehl-i sünnet
itikadını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Orta boylu, zayıf bünyeli, geni gö üslü, ilim için
vefakarlıkta emsali az bulunur bir veli idi.
Abdülkadir Geylani hazretleri daha do madan, ilerde büyük bir zat olaca ına dair
alametler, i aretler görülmü tü. Babası rüyasında Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve
sellem, Eshab-ı kiramı radıyallahü anhüm ve evliyayı gördü. Peygamber efendimiz
kendisine; "Ey Ebu Salih! Allahü teâlâ bu gece sana kamil, olgun ve derecesi yüksek bir
erkek evlad ihsan etti. O benim o lum ve sevdi imdir. Evliya arasında derecesi yüksek
olacak." buyurdu. Yine o lu hakkında;"On iki imam dı ında bütün veliler do acak olan
o luna itaat edecekler, onun ayaklarını boyunlarına koyacaklar. O yüksek derecelere
kavu acak, ona itaat etmeyenler Allahü teâlâya yakınlık devletinden mahrum kalacaklar."
diye müjdelendi. Do duktan sonra yüksek halleri ile dikkatleri çekti. Ramazan-ı erifte gün
boyunca süt emmez, iftar olunca emerdi. Bu halini u beyti ile anlatır:
Ba langıcım öyleydi, dillerde söylenirdi
Be ikteyken oruçtum, bunu herkes bilirdi.
Do du u senenin ramazan-ı erif ayının sonunda havalar bulutlu geçmi ti. Bunun için
ramazanın çıkıp çıkmadı ında tereddüd edildi. Halk annesine çocu un süt emip emmedi ini
sordular. Emmedi ini ö renince, ramazan-ı erifin henüz çıkmadı ını anlayıp oruca devam
ettiler.
On ya ında mektebe giderken etrafında meleklerin kendisi ile beraber yürüdüklerini
görür, onlardan; "Yer açın evliyadan bir zat geliyor." dediklerini duyardı. Meleklerin
söylediklerini duyan birisi; "Bu çocuk kimdir?" diye sordu. Meleklerden birisi; "Bu asil bir
ailenin çocu udur. lerde büyük bir zat olacak. Arzu edenlere hep verecek ve hiç kimseyi
kapısından bo çevirmeyecek. Her gün Allahü teâlâya yakınlı ı artacak ve çok yüksek
derecelere ula acak." dedi. Çocuklarla beraber oynamak istedi inde; "Bana gel ey mübarek,
bana gel." diyen bir ses i itir, korku ve heyecanla annesine ko ardı.
Abdülkadir Geylani on sekiz ya ında Ba dad'a geldi. Buradaki me hur alimlerden ders
almak suretiyle hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yeti ti. Fıkıh ilmini; Ebu Hattab
Mahfuz, Ebü'l-Vefa Ali bin Ukayl, Ebu Hüseyin bin Kadı Ebu Ya'la ve di er fıkıh
alimlerinden ö rendi. Hadis ilmini; Hasan-i Bakıllani, Ebu Said Muhammed bin
Abdülkerim, Ebu Ganim Muhammed bin Muhammed, Ebu Bekr Ahmed bin Muzaffer, Ebu
Cafer, Ebu Kasım bin Ali, Ebu Talib Abdülkadir, Ebu Bekr Hibetullah ibni Mübarek, Ebü'l-
zz Muhammed bin Muhtar, Ebu Nasr Muhammed, Ebu Galib Ahmed, Ebu Abdullah Yahya
ve di er hadis alimlerinden ö rendi. Tasavvuf ilmini ise; eyh Ebu Said Mahzumi ile
Hammad-i Debbas'tan almı tır.
lim tahsilini tamamlayıp yeti tikten sonra, vaz ve ders vermeye ba ladı. Hocası Ebu
Said Muhzumi'nin medresesinde verdi i ders ve vazlarına gelenler medreseye sı maz
sokaklara ta ardı. Bu sebeple, çevresinde bulunan evler de ilave edilmek suretiyle medrese
geni letildi. Bu i için Ba dad halkı çok yardımcı oldu. Zenginler para vererek, fakirler
çalı arak yardım ettiler. Hatta bir kadın, mehir bedelini, kocasının orada çalı masına saydı.
Derslerine devam edenler arasında pekçok alim yeti ti.
Abdülkadir-i Geylani hazretleri, bir müddet ders verip insanları ir ad ettikten, hak ve
hakikatı anlattıkdan sonra, ders ve vaz vermeyi bıraktı. nzivaya çekilip, yalnızlı ı seçti.
Sonra sahralara çıktı. Ba dad'ın Kerh harabelerinde ya amaya ba ladı. Bütün vaktini ibadet,
riyazet ve mücahede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla
geçirmeye ba ladı. Buyurdu ki:
Irak'ın sahra ve harabelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden,
kimsenin benden haberi yoktu. Bazan uzun müddet yemezdim ve "açım açım" diye içimin
feryadını duyardım. Bazan üzerime öyle a ırlıklar gelirdi ki, bunlar bir da ın üstüne konsa,
tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada; "Muhakkak zorlukla beraber bir
kolaylık vardır, üphesiz zorlukla beraber kolaylık vardır." mealindeki n irah suresinin
be inci ve altıncı ayet-i kerimelerini okudu umda üzerimdeki a ırlıklar da ılıp, giderdi."
eytanlar çe itli kılık ve kıyafetlere bürünüp toplu halde yanıma gelir, beni yolumdan
çevirmek için u ra ırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve direnç hissederdim. çimden bir ses;
"Ey Abdülkadir! Onlarla mücadele et, onlara galip geleceksin." derdi. çlerinde bir eytan
durmadan bana gelir; "Buradan git, öyle yaparım, böyle yaparım." diye beni tehdit ederdi.
Canu gönülden, "La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim" okuyunca, onun tamamen
yandı ını görürdüm.
Bir kere Abdülkadir Geylani öyle bir ses i itti: "Ey Abdülkadir! Ben senin Rabbinim!
Sana haramları mubah, serbest kıldım." Bir rivayete göre; "Ba kasına yasak olan eyleri sana
helal kıldım." diyordu. Bunun üzerine Abdülkadir Geylani Euzü çekti. "Kovulmu eytandan
Allahü teâlâya sı ınırım. Sus ey mel'un!" diye ba ırdı. Bunun üzerine aynı ses; "Ey
Abdülkadir! Rabbinin izni ile çe itli yerlerde bana aldanmayarak, errimden, kötülü ümden
kurtuldun. Halbuki ben bu yolda yetmi ki iyi yoldan çıkardım." dedi. Onun eytan
oldu unu nasıl anladı ını sorduklarında; "Sana haramları helal ettim, sözünden anladım.
Çünkü Allahü teâlâ böyle eyleri emretmez." buyurdu.
Ba ka bir kere gayet çirkin ve pis kokulu birisi geldi. "Ben iblisim, eytanım. Sana
hizmet etmeye geldim, beni ve yardımcılarımı çok yordun." dedi. "Sana inanmıyorum,
buradan uzakla ." dedim. Bana vuracak oldu ise de onu peri an ettim. kinci defa elinde
büyük bir ate kıvılcımı ile hücum etmeye ba ladı. Bu esnada elinde kılıç bulunan atlı birisi
bana yardıma geldi. Yine onu ma lub ettim. Üçüncü olarak iblisi çok uzakta a lar gördüm.
Gayet üzgün olarak; "Senden ümidimi kestim. Galiba seni yoldan çıkaramayaca ım." dedi.
"Sus ey mel'un!" dedim ve kovdum. Allahü teâlâ her seferinde beni onlara kar ı üstün kıldı.
eytanı ba ımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak eyler göründü.
"Bunlar nedir?" dedim; "Dünya zevkleri ve zinetleridir." denildi. Dünya ve onun göz
kama tırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nimetleri kendine çekmek istedi fakat Allahü teâlâ beni
onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için kaybolup gittiler. Sonra
Allahü teâlânın rızasına kavu ma yolunda insanın önüne çıkan manileri, engelleri gördüm.
"Bunlar nedir?" dedim. "Senin içinde bulunan manilerdir." denildi. Bunlara üstün gelebilmek
için bir sene u ra tım.
Sonra içimi seyrettim. Kalbimin birçok eylere ba landı ını bo hayaller kurdu unu,
kendini saraylarda sandı ını gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Arzu ve isteklerindir." denildi.
Tam bir yıl u ra tıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.
Yine nefsim kendi eklinde bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz
vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri
dipdiri, eytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücadele ettim. Allahü teâlânın izni
ile hastalıklarını iyile tirdim, arzu ve isteklerini kırdım, eytanlarını kovdum. Kısaca
nefsimle tedricen, safha safha mücadele ettim. Onu iki elimle sımsıkı yakaladım. Yıllarca
ıssız, sessiz, sadasız yerlerde kalmaya mebcur ettim. So uk bir gece kırk defa ihtilam oldum,
havanın so uklu una bakmadan her seferinde, hemen yıkandım. Kerh harabelerinde yıllarca
kaldım. Yiyecekler malum; otlar, a aç yaprakları... Dünya sevgisinden kurtulabilmek, nefse
üstün gelebilmek için her çareye ba vurdum. Gördü üm her yoku a tırmandım. Nefsime hiç
fırsat vermedim. Bir gece merdivende kitap mütalaa ediyordum. Nefsim; "Biraz uyu, sonra
kalkarsın." dedi. Ona muhalefet olsun diye tek aya ım üzerinde durdum. Kur'an-ı kerimi
hatmedinceye kadar uyumadım.
Bütün bunlara ra men, henüz matluba, maksada ve asıl istedi ime varamamı tım.
Bunun için, tevekkül, ükür ve zenginlik gibi kapıları denedim. Aradı ımı fakirlik kapısında
buldum. Burada büyük bir erefe kavu tum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ula tım.
Bütün arzu ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün be eri sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allahü
teâlâdan ba ka her eyi çıkarıp, hep O'nunla olmak olan "fakr" mertebesine ula tım".
Nihayet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her eyim Allah için oldu. Sahralarda cezbe
halinde kendimden geçmi olarak dola ırdım. Kendime geldi imde kendimi bulundu um
yerlerden çok uzaklarda bulurdum. Bir gün bu halde bir saat kadar yürümü tüm. Sonra
kendimi Ba dad'a on iki günlük uzaklıkta bir yerde buldum. Dü ünceye daldı ımda bir ses
bana; "Sen ki Abdülkadir'sin, buna hayret mi ediyorsun?" dedi.
Sahralarda dola ırken "Ol" sözü ile ihsan olundum. Allahü teâlânın izni ile istedi im
olurdu. Bunun için çok yiyecek buldum. Da dan bir parça koparırdım, helva olur, yerdim.
Kuma deniz suyu dökerdim, tatlı su olurdu. Sonra böyle yapmaktan haya ettim. Allahü
teâlâya kar ı edebi gözeterek hepsini terk ettim.
Abdülkadir Geylani hazretleri bu uzun dola malardan sonra Ba dad'a dönüyordu.
Hazret-i Hızır önüne çıkıp, ehre girmesine mani oldu. "Emir var. Yedi sene Ba dad'a
girmeyeceksin." dedi. Bu sebeple, Ba dad'ın kenarlarında yedi yıl, yerden biten mübah
bakliyatı yiyerek bekledi. Bildirilen müddet bitince; "Ey Abdülkadir! Ba dad'a gir,
serbestsin." diye bir ses duydu. So uk ve ya murlu bir gecede Ba dad'a girdi. Do ru eyh
Hammad bin Müslim Debbas'ın zaviyesine (dergahına) geldi ve geceyi orada geçirdi.
Sabahleyin eyh Hammad Debbas onu görünce a layarak; "O lum Abdülkadir! Bu devlet
bugün bizim, yarın sizin olacaktır." dedi.
Bir müddetten beri Ba dad'da bulunan Abdülkadir Geylani hazretleri fitne ve
karı ıklıklar olunca tekrar sahralara çıkmak istedi. Hibe kapısı denilen yere gelince; "Nereye
gidiyorsun? Dön, herkes senden faydalanacak." diyen bir ses i itti. "Ben dinimi kurtarmak
istiyorum." dedi inde; "Korkma, dinine bir zarar gelmeyecek." denildi. Dü ünmeye ba ladı
ve bu i in hakikatını bildirmesi için Allahü teâlâya yalvardı. Bu esnada Muzafferiyye denilen
yerden geçerken birisi kapıyı açıp; "Ey Abdülkadir! Buyurun." dedi. Yanına varınca; "Söyle,
dün Allahü teâlâdan ne istemi tin?" dedi. Abdülkadir Geylani hazretleri a ırıp cevap
veremedi. Bunun üzerine o zat kapıyı iddetle yüzüne çarptı. Dün Allahü teâlâdan ne
istedi ini dü ünerek yürümeye ba ladı. Biraz sonra o zatın eyh Hammad Debbas oldu unu
hatırladı.
Bundan sonra onun sohbetlerine gider, halledemedi i, çözemedi i esrarı, gizli eyleri
ondan sorardı. O da ona bir bir açıklardı. Bazan ilim ö renmek için ba ka taraflara
gitti inden onunla görü emezdi. Dönünce hocası ona; "Allah a kına nerelere gidiyorsun? Bu
civarda senden daha alim birisi var mı?" derdi. eyh Hammad'ın müridleri ona bazan; "Sen
alim birisin. Burada ne i in var, buradan gitsene." derler; eyh Hammad da onlara;
"Utanmıyor musunuz? Onu buradan kovmak mı istiyorsunuz. çinizde onun gibisi yok.
Benim ona eziyet etti ime bakmayın. Onu imtihan etmek, denemek, manen kemale ermesi,
olgunla ması için böyle yapıyorum, mana aleminde onu koca bir da gibi görüyorum." derdi.
Yine bir sohbet toplantısında, Abdülkadir Geylani hazretleri dı arı çıkmı tı. eyh
Hammad; " u genci görüyor musunuz? Bir zaman gelecek aya ı bütün velilerin boynunda
olacak, her veli ona itaat edecek." dedi.
Ba ka bir gün o gelince aya a kalkıp; "Ho geldin Abdülkadir! Sen ariflerin, Allahü
teâlâyı tanıyanların seyyidi, efendisisin. Senin sanca ın do udan batıya kadar dalgalanacak.
Bütün boyunların sana e ilece ini ve akranlarının üstünde bir dereceye ula aca ını
müjdelerim." dedi.
Zamanındaki di er evliya da keramet olarak ilerde onun derecesinin yüksek olaca ını
haber verdiler. Abdülkadir Geylani hazretleri zaman zaman eyh Tacül arifin Ebü'l-Vefa
hazretlerinin yanına giderdi. Ebü'l-Vefa hazretleri o gelince aya a kalkar, yanındakilere;
"Aya a kalkın, evliyadan biri geliyor." derdi. Ona kar ı bu ekilde iltifat etmesine hayret
eden talebelerine; "Henüz zamanı var. Vakti gelince, okumu , cahil herkes bu gence muhtac
olacak, onun feyzinden, manevi ilminden faydalanacaktır. Sanki u anda onun Ba dad'da
cemaatlere vaz ve nasihat etti ini, "Aya ım bütün velilerin boynundadır." dedi ini ve bütün
velilerin boyunlarını ona uzattıklarını, görüyorum." derdi.
Bir defasında da; "Ey Ba dadlılar! Allahü teâlâya yemin ederim ki, onun ba ında bir ucu
do uda bir ucu da batıda olan sancaklar dalgalanacaktır." dedi ve Abdülkadir Geylani
hazretlerine dönüp; "Bugün söz bizim fakat ilerde senin olacak. O zaman bu ihtiyarı
hatırlarsın." diye hitab etti.
Nihayet Abdülkadir Geylani hazretleri Ba dad'da insanları ir ada, Allahü teâlânın
be endi i yolda bulunmaya davete ve nasihat etmeye ba ladı. Bir gün kendini nurların
kapladı ını gördü. Bu hal nedir diye sorunca, Resulullah efendimiz Allahü teâlânın sana
verdi i yüksek dereceyi tebrik etmeye geliyor, denildi. Nurun git-gide ço aldı ı bir anda
Resulullah efendimiz görünerek bir elbise verdiler. Sonra; "Bu, kutubluk denilen velilere ait
evliyalık elbisesidir." buyurdular.
Resulullah efendimizden hazret-i Ali vasıtasıyla gelen feyzler, manevi ilimler ondan
sonra hazret-i Hasan ile Hüseyin ve on iki imamdan di erleri ile devam etti. Bunlardan sonra
gelen evliyaya feyzler hep on iki imam vasıtasıyla geldi. Abdülkadir Geylani hazretleri
dünyaya gelip veli oluncaya kadar hep böyle idi. Fakat o evliyalıkta yüksek dereceye
kavu unca, on iki imamdan gelen feyzler, ilimler, bereketler onun vasıtasıyla geldi. Ba ka
hiç bir veli bu makama ula amadı. Bunun için; "Önceki velilerin güne i battı. Bizim
güne imiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, batmayacaktır." buyurdular. Kıyamete kadar, her
veliye feyzler onun vasıtasıyla gelecektir. Bunun için kendisine "Gavs-ül-A'zam; En büyük
Gavs" denildi. Yalnız mam-ı Rabbani hazretleri bu hususda onun vekilidir.
Abdülkadir Geylani hazretlerinin evliyalıktaki derecesinin yüksekli ini zamanındaki
bütün evliya kabul etmi ti. Bir gün Ba dad'da sohbet ediyordu. Meclisinde pekçok alim ve
veli vardı. Bir ara; " te u aya ım her velinin boynu üzerindedir." buyurdu. Orada
bulunanların hepsi bu sözü tasdik ettiler.
eyh Halifet-ül-Ekber anlatır:
Rüyamda Resulullah efendimizi gördüm. "Ya Resulallah! eyh Abdülkadir, aya ım
bütün velilerin boynu üzerindedir, diyor ne buyurursunuz?" diye sordum. "Do ru
söylemi tir. O benim himayemde bir kutubdur, bu nasıl olmasın?" buyurdu."
Adiyy bin Müsafir; "Bu sözü yalnız o söyledi, ba kasından duymadım. O bununla kendi
zamanındaki ferdiyet denilen makamını açıklar. Onun gibi hiç kimse böyle söyleme e
mezun, izinli de ildir." der.
Ahmed Rufai hazretleri; "O bu sözü manevi emirle söyledi." dedi.
bn-i Hacer-i Askalani hazretleri de; "Bunun manası, ilerde o kadar keramet
gösterecektir ki, inad eden ve do ru yoldan sapanlardan ba kası onu inkar etmeyecektir."
dedi.
Büyük alim zzeddin bin Abdüsselam; " üphesiz o, evliyanın sultanı idi." demi ti.
Hayat bin Kays hazretleri buyurur ki:
"Abdülkadir Geylani bu sözü söyleyince, bütün velilerin kalblerindeki nurlar arttı.
limlerinde bereket, hallerinde yükseklik görüldü. Çünkü onlar istisnasız, ba larını onun
aya ına do ru uzatmı lardı."
Abdülkadir Geylani bu sözü söyledi inde, yeryüzünde veliler boyunlarını ona do ru
uzattı. O anda boynunu uzatanlardan biri Ahmed Rufai hazretleridir. Ona niçin böyle
yaptı ını sorduklarında öyle dedi:
" u anda Abdülkadir Ba dad'da "Aya ım, her velinin boynundadır" diyor.
Ebu Medyen Ma ribi de; "Evet ben Ma rib'de ona boynunu uzatanlardan biriyim."
buyurdu.
Abdülkadir Geylani hazretlerinin tasavvuftaki yoluna Kadiriyye tarikatı denir.
Tarikatının hususiyeti, dinin emir ve yasaklarına uymak, devamlı zikir, Allahü teâlâyı
anmak, gönlü Allahü teâlâdan ba kasından kurtarmaktır.
Abdülkadir Geylani hazretleri tasavvuf bilgilerini herkesin anlayaca ı ekilde sundu.
Peygamber efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi. Kendileri öyle anlatır:
Hicri be yüz yirmi bir senesi evval ayının on altısı olan Salı günü ö leden önce,
Resulullah efendimizi rüyamda gördüm.
"Ey o lum, niçin konu muyorsun?" buyurdu. "Babacı ım ben yabancıyım. Ba dad
fasihlerinin yanında nasıl konu urum?" dedim. "A zını aç!" buyurdu. A zımı açtım. Yedi
defa mübarek a zının suyundan a zıma saçtı ve; " nsanlarla konu , onları güzel hikmet ve
vazlar ile Rabbinin yoluna ça ır." buyurdu. Ö le namazını kıldım. Yanımda kalabalık
insanlar gördüm. Nutkum tutuldu. Ali bin Ebi Talib'i gördüm. Mecliste benim kar ımda
ayakta duruyor ve bana; "Ey o lum niçin konu muyorsun?" diyordu. "Babacı ım! Nutkum,
konu mam tutuldu, konu amıyorum." dedim. "A zını aç." buyurdu. Açtım. A zının
suyundan a zıma altı defa saçtı. "Niçin yediye tamamlamadınız?" dedim. "Resulullah'a kar ı
olan edebimden." buyurdu ve gözden kayboldu. Bundan sonra en fasih bir dille konu ma a
ba ladım.
Birgün, minberde oturmu vaz ediyordu. Birden süratle en son basama a indi. Ayakta,
elini elinin üstüne koyarak, mütevazi bir ekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı. Eski
yerine oturdu ve vazına devam etti. Oradakilerden birisi, ne oldu diye sual edince; "Ceddim
Resulullah'ı gördüm. Geldi ve minber önünde durdu. Haya edip, son basama a indim.
Kalkıp, gitmeye ba layınca, bana yerime oturmamı ve insanlara vaz etmemi emr etti, dedi.
Sohbetlerinde bazan birkaç ki i co arak kendinden geçerdi. Haftada üç gün, cuma, salı
ve pazartesi gecesi halka vaz ederdi. Vazında, alim ve evliyadan zatlar da bulunur, hepsi
büyük bir huzur içerisinde dinlerlerdi. Kırk sene böyle devam etti. Ders ve fetva vermeye
yirmi sekiz ya ında ba lamı olup, bu hal altmı ya ına kadar devam etti. Huzurunda Kur'anı
kerim tegannisiz gayet sade, tecvide riayetle okunurdu. Dört yüz alim onun anlattıklarından
notlar tutar, izdiham, kalabalık sebebiyle birbirlerinin sırtlarında yazarlardı. Sorulan suallere
gayet açık ve doyurucu cevaplar verirdi.
Derin ilim sahibi idi. On üç çe it ilimde ders verirdi.
Bir gün birisi huzurunda Kur'an-ı kerim okudu. Abdülkadir-i Geylani hazretleri okunan
ayet-i kerimeleri tefsir etmeye ba ladı. Kırk ekilde tefsir yaptı ve hepsinin delilini gösterdi.
Orada bulunanlar yalnız on bir tefsiri anlayabildi ve dinleyenleri hayrette bıraktı. Sonra;
"Sözü burada bırakıyorum. imdi kelime-i tevhide geldik"La ilahe illallah" dedi. Bunları
söyler söylemez cemaatı bir hal kapladı, hepsi kendilerinden geçti.
Önce lazım olan din bilgilerini ö renmeyi tavsiye ederdi. Cubbai ismindeki bir zat
anlatır:
Evliyanın hayatından ve sözlerinden bahseden arabi Hilyet-ül-Evliya kitabını birisinden
dinlemi tim. Kalbim yumu adı ve halktan uzakla ıp yalnız ibadetle me gul olmak istedim.
Gidip Abdülkadir Geylani'nin arkasında namaz kıldıktan sonra huzurunda oturdum. Bana
bakıp; "E er inzivaya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da yeti mi ve yeti tirebilen rehber
zatların, yani mür id-i kamillerin huzurunda edeb ö ren. Daha sonra inzivaya, yalnız ibadete
ba la. Yoksa, ibadet ederken dinde bilmedi in bir eyi ö renmek icabeder de, yerinden
ayrılmak durumunda kalırsın." buyurdu.
Ebu Muhammed Ha ab der ki:
Gençken nahiv okuyordum. Bana bir gün Abdülkadir Geylani hazretlerinin vazlarında
çok tesirli konu tu unu söylediler. Vakit bulamadı ım için gidemezdim. Nihayet bir gün vaz
verdi i yere gittim. Beni görünce; "Bizim sohbetimizde bulun, seni Sibeveyh yapalım." dedi.
O günden sonra yanından ayrılmadım. Din bilgilerinde ve akli ilimler denilen di er yardımcı
ilimlerde çok istifade ettim. O kadar kavaid (kaideler) ö rendim ki, ba kalarından
ö rendiklerimi unuttum."
Ba dad'ın ileri gelen alimleri, herbiri bir mesele sorup imtihan etmek için huzuruna gelip
oturdular. Bu esnada Abdülkadir Geylani hazretlerinin gö sünden ancak kalb gözü açık
olanların görebildi i bir nur çıktı ve alimlerin gö sünden geçip gitti. Alimleri bir hal
kaplayıp, Abdülkadir Geylani hazretlerinin ayaklarına kapandılar. Bunun üzerine onları tek
tek ba rına bastı ve imdi suallerinizi sorun buyurdu. Her biri suallerini sorup, hemen
cevabını aldı. Onlara; "Size ne oldu böyle?" denildi inde; "Huzurunda oturdu umuzda,
bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi ba rına basınca unuttuklarımızı tekrar hatırladık.
Suallerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık." dediler.
Ebu Sa'id Kilevi öyle anlatmı tır:
Ben, Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin meclisinde iken, Resulullah efendimizi ve
enbiyayı gördüm. Melekler onun meclisine gelmek için bölük bölük gök yüzünden inerlerdi.
Bir defasında da Hızır aleyhisselamı görmü tüm. "Her kim dünyada kurtulu a ermek ve
saadete kavu mak isterse, eyh Abdülkadir'in meclisine devam etsin!" buyurmu tu.
bn-i Kudame öyle söylemi tir:
"1166 (H.561) yılında Ba dad'a girdi imizde, Abdülkadir-i Geylani hazretlerini ilmin
zirvesine yükselmi gördük. O, ilmi ile amel eder, kendisine sorulan çetin sorulara doyurucu
cevaplar verirdi. Bütün güzel huylara ve üstün vasıflara sahipti. Onun gibi bir zata daha hiç
rastlamadık."
Abdülkadir Geylani hazretleri felsefe ile me gul olmayı ho görmezdi, ondan men
ederdi. Felsefenin kayna ı akıldır. Filozof, çe itli bilgileri düzene koyarak madde, hayat,
yaratılı , dünya ruh, alem, ölüm ve sonrası gibi konulara aklına dayanarak cevaplar bulmaya
çalı ır. Bunu yaparken buldu u cevapların Allahü teâlâ tarafından gönderilen dinlere uyup
uymamasına bakmaz. Bu sebeple do ru yoldan ayrılırlar. Felsefecilerin ortaya koydu u
bilgiler, gerek fen bilgilerinin de i mesi, gerekse sonra gelen filozofların öncekilerden farklı
dü ünmesi sebebiyle ya kısmen yahut tamamen de i ir. Bu itibarla sonra gelenler önce
gelenleri daima tenkid etmekle veya onların felsefelerini yıkmakla i e ba larlar. Akıl yalnız
ba ına yol gösterici de ildir. Dinin rehberli ine muhtaçtır. Yoksa sapıtır. Bunun için din
büyükleri itikadın bozulabilece ini bildikleri için, felsefe ile u ra maktan men etmi lerdir.
Nitekim bn-i Sina ve Farabi gibi zatlar felsefecilerin kitapları ile çok me gul
olduklarından sapıtmı lardır.
eyh Muzaffer Mansur der ki:
Birkaç ki i ile Abdülkadir Geylani hazretlerinin yanına gitmi tik. Elimde, felsefe ile
ilgili kitaplar vardı. Bizi süzdükten sonra kitabı görmeden bana; "O elindeki kitap ne kötü
bir arkada tır." buyurdu. Bu esnada oradan ayrılıp kitabı bir yere koymak ve bir daha
ta ımamak hatırıma geldi. Kitabı çok seviyordum. çerisindeki çok eyi de ezberlemi tim.
Tam kalkacaktım, bana dikkatli dikkatli bakmaya ba ladı. a ırıp kalkamadım. " u kitabı
bana versene."buyurdu. Vermek için kitabı açtım. Bir de ne göreyim kitabın sahifeleri
bembeyaz olup, hiçbir ey yazılı de ildi. Kitabı kendisine verdim. Tek tek sahifelerine
baktıktan sonra bana geri verdi. " te bn-i Daris'in Fedail-ul-Kur'an (Kur'an-ı kerimin
faziletleri) kitabı." buyurdu. Baktım gerçekten onun güzel bir hatla yazılmı bir nüshası idi.
Bana; "Kalb ile tövbe etmek ister misin?" buyurdu. "Evet." dedim. "Öyleyse kalk!" dedi.
Kalktım. Zihnimde felsefe ile ilgili bütün ö rendiklerimi unuttum. Daha önce onları hiç
okumamı gibi oldum.
Dine uygun olmayan bir eye müsaade etmezdi. Bir gün yanında; "Falanca çok ibadeti
ve kerametleri ile me hurdur." diye konu uldu ve bu arada;"Ben derece bakımından Yunus
aleyhisselamı geçtim." dedi i nakledildi. Bunu duyunca yüzünde öfke eserleri görüldü.
Yaslandı ı yastı ı yere do ru attı. Gidip baktıklarında adamın öldü ünü gördüler.
Vefatından sonra o ahıs rüyada ne eli olarak görüldü. "Nasılsın?" diye soruldu unda; " eyh
Abdülkadir hem Allahü teâlânın, hem Yunus aleyhisselamın yanında bana efaatçı oldu u
için, Allahü teâlâ beni affetti. Yunus aleyhisselam hakkında söyledi im o söz sebebiyle
hesaba çekmedi." dedi.
Çok sabırlı idi. Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç anlayanlara
sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan bir talebe vardı. Bir gün ders
sırasında bn-üs-Semhal isminde bir zat gelmi ti. Abdülkadir Geylani hazretlerinin onun
dersi geç anlamasına kar ı gösterdi i tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan
sonra, gösterdi i sabra hayret etti ini söyleyince, Abdülkadir Geylani hazretleri; "Bir hafta
daha yorulaca ım, ondan sonra vefat edece im." buyurdu. Dedi i gibi bir hafta sonunda
vefat etti.
Abdülkadir Geylani hazretleri heybetli idi. Az konu ur, çok sükut eder, konu tu unda
gayet cazib, açık ve net konu urdu. ahsı için kızmaz. Din hususunda asla taviz vermezdi.
Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. steyeni geri
çevirmez, iki elbisesi varsa, mutlaka birini isteyene verirdi. Yanında oturanlarda; "Ondan
daha kerim ve lütufkar kimse olamaz." kanaati hakim olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete
çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alakasını muhafaza ederdi. Kendisine kötü davrananları
affederdi. Kötülüklere dalmı çok kimse, hırsız ve e kıya onun vasıtasıyla tövbe etti.
Köleleri satın alıp, azad ederdi. Verdi i sözü tutar,kimseye kar ı kötülük dü ünmezdi.
Ambarında helalden kazandı ı bu day bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda ekmek elinde durur ve
halka öyle seslenirdi:
"Yemek isteyen, ekmek isteyen, yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin!"
Kendisine hediye gelse, yanındakilere da ıtır, bir kısmını da, kendisine ayırırdı.
Hediyeye, mutlaka kar ılık verirdi.
Fakirlerin ve dervi lerin nafakasını satın almak için, vazifeli hizmetçilerinin, bir ba ka
i i olsa, yahut hastalansalar, kendisi çar ıya çıkar, ceddi Resulullah efendimize sallallahü
aleyhi ve sellem uyarak, ev için lüzumlu eyleri satın alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve
bir yerde konaklasalar, kendi eliyle, el de irmeninde bu day ö ütür, hamur yapar, ekmek
pi irir, hepsine taksim ederdi. Kendini ziyarete gelenlere saygı gösterir, tevazu ederdi. Çok
günler, et ve ya yemezdi. Bir gün yedi çocuk, ellerinde yarım ar dirhem ile gelip, her biri
yarım dirhemini eline koydu ve satın aldırmak istedikleri eyleri söylediler. Çar ıya gidip,
istedikleri eyleri satın alarak getirip çocuklara verdi. Gönüllerini ho etti.
Sıkıntısı ve dile i olanlar onu vesile ederek, araya koyarak Allahü teâlâya dua
ettiklerinde dileklerine kavu urlardı. Buyururdu ki:
"Sıkıntıda olan bir kimse beni vesile edip Allahü teâlâya yalvarsa derhal sıkıntısı
gider. iddet anında her kim benim ismimi ansa derhal rahata kavu ur. Abdülkadir
Geylani hazretlerinin yüzü suyu hürmetine diyerek, her kim Allahü teâlâdan dilekte
bulunursa, derhal i i görülür."
Bir kere de; "Her kim her rekatında Fatiha'dan sonra on bir hlas okuyarak, iki
rekat namaz kılarsa, selamdan sonra da on bir defa Allah'ın Resulüne salat ve selam
getirip benim ismimi anarak yalvarırsa, Allahü teâlânın izni ve yardımıyla derhal i i
görülür." buyurdu.
Temiz bir hanım, Abdülkadir-i Geylani hazretlerine talebe olmu tu. Bu kadın da da
iken, ihtiyaç için ma araya girdi inde daha önce ona a ık olan bir ahlaksız da ardından girdi.
Kadına yana ıp, onun namusunu kirletmek istedi. Kadın kaçıp saklanacak bir yer bulamadı.
Gavs-ül-a'zamın ismini söyleyip; "Yardım et (yeti , imdad) ey Gavs-ül-a'zam, ey insanların
ve cinlerin gavsı, yardımcısı, yeti ! Yeti ey eyh Muhyiddin (dinin ihya edicisi), yeti ey
Seyyid Abdülkadir!" deyip feryad etti. O anda Gavs-ül-a'zam medresede abdest alıyordu.
Ayaklarında tahtadan nalınlar vardı. Onları çıkarıp ma ara tarafına savurdu. Ahlaksız,
arzusuna kavu amadan, nalınlar kafasına ula tı ve ölünceye kadar ba ına vurdular. Kadın, o
mübarek nalınları alıp hazret-i Gavs'a getirdi ve ba ından geçeni anlattı.
Müridlerinin, talebelerinin tövbesiz vefat etmemeleri için dua etti:
"Allah'ım! Ceddim, Habibin Muhammed aleyhisselam ve kullarından takvaya
erenlerin hatırı için, hiç bir müridimin, talebemin ruhunu tövbesiz alma." diye yalvardı.
Bir defasında; " yi müridlerin hali malum, ya kötülerinki ne olacak?" diye
sorduklarında; " yi olanlar kendilerini bize adamı lardır. Kötülere gelince biz de
kendimizi onları kurtarmak için adadık." buyurdular.
Bir kere de; "Bana gözün alabilece i kadar bir kitap verildi. Onda kıyamete kadar
talebelerimin isimlerini gördüm." buyurmu tur.
Cinler de kendisinden çekinir, itaat edip sözünü dinlerlerdi.
Ebu Said Abdullah bin Ahmed isminde birinin kızına cinler musallat olmu tu. Halini,
Seyyid Abdülkadir Geylani hazretlerine arz etti. O da; "Falanca yere git. Oraya cinlerin reisi
u rayacak. Ona benim gönderdi imi söylersin, halini anlatırsın. O sana yardımcı olur."
buyurdu. O ahıs denilen yere gitti. Kendisini Abdülkadir Geylani'nin gönderdi ini ve
kızının durumunu anlattı. Cinlerin reisi kızına musallat olan cini cezalandırdı. Ebu Said
cinlerin reisine;"Bugüne kadar senin kadar Abdülkadir'in emrine canu gönülden itaat eden
görmedim." deyince; "Abdülkadir Geylani hazretleri her gece evinden bakar, cinleri
seyreder. Cinler onu görünce korkularından sa a sola kaçı ırlar. Allahü teâlâ sevdi i kulun
emrine birçok insan ve cin verir." dedi.
Duası makbul idi. Ba dad halkından biri ona gelerek; "Babamı rüyada azab içerisinde
gördüm. Bana eyh Abdülkadir'e git, bana dua etsin. Belki Allahü teâlâ beni azapdan
kurtarır." dedi. Bunun için sana geldim. Babama dua ediverin de azaptan kurtulsun." dedi.
Abdülkadir Geylani hazretleri sükut buyurdu. Bir ey söylemedi. O ahıs ikinci gece
babasını rüyasında ye il bir cübbe içerisinde ne eli ne eli görünce hayret edip; "Baba, dün
azab içindeydin, bugün ise ne elisin. Sebebi nedir?" diye sordu. Babası; " eyh Abdülkadir
bana dua etti. Allahü teâlâ onun duası hürmetine beni azaptan kurtardı." dedi.
Tabiblerin tedavi edemedi i hastalar ona gelirler, duası bereketiyle ifa bulup giderlerdi.
Bir defasında Halife Mustencid'in akrabasından karnı i bir hastayı getirdiler. Elini sürüp,
dua etti inde Allahü teâlânın izni ile iyile ti.
Bir seferinde Dicle Nehri ta mı , sular Ba dad sokaklarına kadar gelmi ti. Herkes
korku ile Abdülkadir Geylani hazretlerine ba vurdu. Abdülkadir Geylani hazretleri oraya
geldi. Bastonunu nehrin kenarına dikti. "Daha ileri gitme!" dedi. Allahü teâlânın izni ile
nehrin suyu o andan itibaren azalmaya ba ladı.
Muhammed Ezher öyle anlatır:
Bir sene Allahü teâlâdan devamlı bana evliyasından birini göstermesini istedim. Bir gece
rüyamda mam-ı Ahmed bin Hanbel'in kabrini ziyaret ettim, orada birisi vardı. çimden onun
evliyadan biri oldu unu geçirdim. Uyanınca Ahmed bin Hanbel'in kabrine ko tum. Rüyada
gördü üm zat orada duruyordu. Önümden geçip Dicle'ye do ru gitti. Ziyaretimi acele yapıp
onu takib ettim. Dicle Nehrinin iki tarafı, bir adımlık mesafe oluncaya kadar yakla tı ve
adımını atarak geçiverdi. Sonra o zat medresesine gitti inde rüyada ve uyanık iken gördü ü
zatın Abdülkadir Geylani hazretleri oldu unu anladı.
Onu gören tesiri altında kalır, mübarek biri oldu unu hisseder, kalbi katı ise, yumu ardı.
Cuma günleri camiye giderken, halk onu görmek için sokakları doldururdu.
Kendisi hakkında kötülük dü ünene merhamet eder, onun iyili ini isterdi.
Gavs-ül-azam, Medine-i münevvereden Ba dad-ı Darüsselama gelirken, yolda
hırsızlardan birine rastladı. Hırsız soyacak adam arıyordu. Gavs-ül-azam ona; "Sen kimsin?"
buyurdu. Hırsız; "Ben çölde ya ıyanlardanım." dedi. Gavs-ül-azam ona, isminin masiyet,
günah mürekkebi ile yazılmı oldu unu açıkladı. Hırsızın kalbinden, bu heybet ve azamet
sahibi ki inin Gavs-ül-azam olması muhtemeldir dü üncesi geçti. Hırsızın kalbinden geçeni
kendisine söyledi ve; "Evet, ben Abdülkadir'im." buyurdu. Hırsız, derhal mübarek ayaklarına
kapandı ve dilinden; "Ey Seyyid Abdülkadir! Allah için bana bir ihsanda bulun!" sözleri
çıktı. Gavs-ül-azam, haline acıdı ve kabinin düzeltilmesi için, Allahü teâlâya dua etti. Hitab
geldi; "Ey Gavs-ül-azam, hırsızı do ru yola ula tır. Onu sevgililer hidayetine ir ad eyle, onu
kutublardan biri eyle!" Hırsız, e siz teveccühleri ile kutublardan oldu.
Müslüman olan bir rahip öyle anlatır:
Ben Yemenliyim. çimden müslüman olmak geldi. Bunun için Yemen'deki slam
alimlerinden birine müracaat etmek istedim. Böyle dü ünürken, uyuya kaldım. Rüyamda sa
aleyhisselamı gördüm. Bana; "Irak'a git, orada Abdülkadir isminde biri var, onun
huzurunda müslüman ol. Çünkü o zamanındaki alimlerin en büyü üdür." buyurdu.
Yine on üç ki ilik bir Hıristiyan cemaati müslüman olmayı kararla tırdılar. Kimin
yanında müslüman olacaklarını dü ünürlerken sahibini görmedikleri bir ses; "Ba dad'a
gidin. Abdülkadir Geylani ismindeki zatın huzurunda müslüman olun. Onun bereketiyle
kalbinizde öyle bir iman nuru parlar ki, ba kasının yanında böyle olmaz." diyordu.
Bu hadiseler, Abdülkadir Geylani hazretlerinin büyüklü ünü, derecesinin yüksekli ini
göstermektedir. Yoksa, slamiyette, müslüman olmak için, müftüye, imama gitmek ve
formaliteye ihtiyaç yoktur. Bir kimse kelime-i ehadeti söyleyip manasına inanınca
müslüman olur.
Allahü teâlânın izni ile bir anda birçok yerde bulunurdu.
Ramazan-ı erifte bir gün, ayrı ayrı yetmi ki i, birbirinden habersiz, Gavs-ül-a'zamı
iftara davet etti. Herbiri kendi evini ereflendirmek, bereketlendirmek istiyordu. Her birinin
davetini kabul etti, aynı anda davet edenlerin evlerinde iftarda bulundu, onlarla birlikte
yemek yedi. Bu haber, bu büyük ve havsalaya sı maz keramet, bir anda Ba dad'a yayıldı.
Huzurunda hizmet eden hizmetçilerden biri, Gavs-ül-azam o ak am tekkesinden çıkmadı ı,
iftarı burada yaptı ı halde, o kimselerin evlerine girip, onlarla yemek yemesi ve bu yeme in
aynı anda olması nasıl olur? diye dü ündü ü zaman, Gavs-ül-azam, o hizmetçisine dönerek;
"Onlar do ru söylüyorlar, herbirinin davetinde bulundum, ayrı ayrı, fakat aynı zamanda
herbirinin evlerinde yemek yedim" buyurdu.
Çilesini çekmeden yüksek mertebelere ula ılamıyaca ını söylerdi.
Bir kadın, çocu unu Abdülkadir-i Geylani'ye getirip; "O lumun kalbini size tutulmu
gördüm; bana hizmetinden onu azad edip, size getirdim." dedi. eyh hazretleri bu genci
yanına aldı. Ona nefsin istemediklerini yapmasını emretti. Tarikatta süluke ba lattı. Bu
ekilde devam ederken, bir gün annesi çıka geldi. O lunu, az yemek ve uyumak sebebiyle,
zayıf ve sararmı , arpa ekme i yer halde buldu. Bu hal ona dokundu. Çocu unu bırakıp,
Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin yanına girdi. eyh hazretleri oturmu , tavuk yiyordu.
"Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim o lum ise, arpa ekme i yer." dedi. eyh bunu
duyunca, elini, tavuk kemiklerinin üzerine koyup; "Kum bi-iznillah!" yani Allahü teâlânın
izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. eyh, kadına hitaben; "Senin o lun böyle
oldu u zaman, diledi ini yesin!" buyurdu.
Bazan sevdiklerine mana aleminde çe itli eyleri gösterirdi. Ali bin Yakub anlatır:
Bir kere daha yanına gitmi tik. Ba ını e ip, murakabeye dalınca, ondan bir nurun
yükseldi ini gördüm. Gözümden perde kalktı, melekleri, onların tesbihlerini ve
kabirdekileri, onların hallerini, derecelerini, tesbih ettiklerini gördüm. Her insanın alnındaki
yazıları okumaya ba ladım. Hulasa bana gaybi, gizli pekçok ey malum oldu. Beni oraya
götüren Hocam Ali bin Hiti, aklıma bir ey olmasından korkuyorum deyince, gö süme
vurdu ve ondan sonra gördüklerimden dolayı hiç korkmadım.
Ebü'l-Hacer Hamid Hirani anlatıyor:
Bir gün Abdülkadir Geylani hazretlerinin medresesine gittim ve huzurunda oturdum.
Bana; "Ey Hamid! Bir gün gelecek meliklerin, sultanların minderinde oturacaksın." buyurdu.
Aradan epeyce zaman geçip, Hiran'a dönünce, Sultan Nureddin beni ça ırıp yanına oturttu
ve evkaf bakanı yaptı. O günden beri devamlı Abdülkadir Geylani hazretlerinin o sözünü
hatırlarım.
Bir gün bir cemaatle terasta durup, Buhara tarafına dönerek, güzel bir koku aldı ve;
"Benim vefatımdan yüz elli yedi sene sonra, dünyaya Muhammedi me reb birisi gelir, ismi
Behaeddin Muhammed Nak ibendi'dir. Bana mahsus nimetlere kavu ur." buyurdu ve dedi i
gibi oldu.
Evliyanın büyüklerinden ve mür id-i kamillerin en me hurlarından olan bu zat,
Muhammed Behaeddin-i Buhari Nak ibend hazretleri idi.
Allahü teâlâ ona e yanın aslını, neden meydana geldi ini gösterirdi.
Bir gün devlet ileri gelenlerinden birisi huzuruna gelmi ti. Tesirli nasihatlarını
dinledikten sonra memnuniyetinden on kese altını ortaya koyup, bunlar senindir." dedi.
Abdülkadir Geylani hazretleri almak istemedi. Çok ısrar edince, içinden ikisini aldı ve sıktı.
Elinin altından kan akmaya ba ladı. O ahsa; "Bunları bana getirmekten hiç mi haya
etmedin?" dedi. Onları helalden kazanmadı ını göstermi oldu.
Her zaman gizli açık kerametleri görülürdü. Abdülkadir Geylani hazretleri buyurur ki:
"Kerametler ancak bir hayır, hikmet için gösterilir. Kerametini gizlemeyen
dünyaya dü kündür. Bana talebe olan yahut evladımdan ve halifelerime ba lı olup,
keramet derecesine ula ıp, maksatsız keramet izhar edenin yüzü iki dünyada kara
olur."
Abdülkadir Geylani hazretlerinin insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesile
olan pekçok sözü vardır. Bunlardan bazıları unlardır:
" nsanlara rehberlik eden kimsede u hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz.
Kusurları örtücü ve ba ı layıcı olması, efkatli ve yumu ak olması, do ru sözlü ve
iyilik yapıcı olması, iyili i emredip, kötülüklerden men edici olması, misafirperver ve
geceleri insanlar uyurken ibadet edici olması, alim ve cesur olması."
" ükrün esası, nimetin sahibini bilmek, bunu kalb ile itiraf etmek ve dille
söylemektir."
"Büyük alimlere tabi olunuz; bid'at yoluna, dinde olmayıp, sonradan çıkarılan
eylere sapmayınız. taat ediniz, muhalefet etmeyiniz. Sabrediniz, sızlanmayınız. Sabit
kalınız, ayrılıp da ılmayınız. Bekleyiniz, ümit kesmeyiniz. Özünüzü günahdan
temizleyiniz, kirletmeyiniz. Hele Rabbinizin kapısından hiç ayrılmayınız."
"Kalb dünya arzularından birine ba lı kaldı ı ve geçici lezzetlerden birinin pe ine
takılıp gitti i müddetçe, imkanı yok, ahireti sevmi olamaz."
"Mümin, insanlara kar ı yüzünden sevinçli oldu unu gösterir. Fakat kendi
mahzundur. Peygamber efendimiz; "Müminin sevinci yüzündedir. Halbuki kalbi
mahzundur." buyurmaktadır. Müminin tefekkürü, dü ünmesi, a laması çok, gülmesi
azdır. Tebessümü ile kalbindeki hüznü gizler. Dı arıda geçimini temin etmekle
u ra ıyor görünür, kalbi Rabbini anmakla me guldür. Çoluk çocu u ile u ra ıyor
görünür, kalbi Rabbi iledir."
" nsanlara gösteri için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabul etmesini
istemek yakı ır mı? Hırsı, ımarıklı ı, azgınlı ı ve dünyaya dü künlü ü bırak.
Sevincini ve ne eni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Peygamber efendimiz ba kasının
kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı."
lk önce yapılması lazım olan eyler hususunda:
"Mü'minin, en önce farzları yapması lazımdır. Farzları bitirdikten sonra, vacib ve
sünnetleri yapar. Ondan sonra, nafilelerle me gul olur. Farz borcu varken sünnet ile
me gul olmak, ahmaklıktır. Farz borcu olanın, sünnetleri kabul olmaz. Ali bin Ebi
Talib'in rivayet etti i hadis-i erifte, Resulullah efendimiz buyuruyor ki: "Üzerinde
farz borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa, bo yere zahmet çekmi olur.
Bu kimse, kazasını ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun nafile namazlarını kabul etmez."
Mümin, bir tüccara benzer. Farzlar onun sermayesi, nafileler de kazancıdır. Sermaye
kurtarılmadıkça, kazancı olamaz." buyurdu.
Kötü arkada lardan uzak olmayı tavsiye eder, öyle buyururdu:
"Kötü arkada ları terket. Onlara sevgi duyma, salihleri sev. Yakının bile olsa, kötü
arkada tan uzak dur. Uzak bile olsa, iyi arkada larla beraber ol. Kimi seversen, seninle
onun arasında bir yakınlık hasıl olur. Bu bakımdan, sevgi besledi in kimsenin kim
oldu una iyi bak.
Ey o ul! Kötü kimselerle dü üp kalkman, seni, iyi kimseler hakkında kötü zanna
dü ürür. Allahü teâlânın kitabının ve Resulünün sünnet-i seniyyesinin gölgeleri altında
yürü, felah, bulur kurtulu a erersin."
Ey o ul! Senin dü üncen, yiyecek, içecek, giyecek ve dünya lezzetleri olmasın.
Bütün bunlar, nefsin ve insan tabiatının istedi i eylerdir. Kalbin dü üncesi nerede,
nefsin ve tabiatın istekleri nerede? Kalbin dü üncesi Allahü teâlâdır. Senin dü üncen,
Rabbin ve O'nun katında bulunan nimetler olmalıdır. Dünyadan (haram ve
üphelilerden) ne terkedersen, mutlaka bunun kar ılı ında ahirette ondan daha
hayırlısı vardır. Ömründe sadece u içerisinde bulundu un günün kaldı ını farz et de
ahiret için hazırlık yap."
Faydasız eyleri bırakmak hususunda:
"Ey zavallı! Sana fayda vermeyen eyler hakkında konu mayı bırak. Dünya ve
ahirette sana fayda verecek i lerle u ra . Bo i lerle u ra mayı bırak. Kalbinden dünya
dü üncelerini çıkar. Çünkü yakında dünyadan alınacak, ahirete götürüleceksin.
Dünyada rahat ve ho bir hayat arama. Resul-i ekrem; "Hayat, ahiret hayatıdır"
buyurdu."
yi zan sahibi olmak hakkında:
"Müslümanlar hakkında iyi zan sahibi ol. Onlar hakkında niyetini düzelt. Her
türlü hayır i i yapmaya ko . Bilmedi in hususlarda ahireti dü ünen alimlere sor."
Dua hakkında:
"Allahü teâlâdan dünya ve ahiretin hayırlarını iste. Sakın; "Ben istiyorum. Fakat
Allahü teâlâ vermiyor, ben de bundan sonra istemeyece im." deme. Duaya devam et.
E er istedi in ey ezelde senin için takdir edilmi ise, Allahü teâlâdan istedikten sonra,
Allahü teâlâ onu sana gönderir. E er istedi in o rızık ezelde senin için takdir edilmemi
ise, Allahü teâlâ seni o eye muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rıza gösterme
nimetini ihsan eder. E er Allahü teâlâ senin için fakirlik ve hastalık dilemi ise, sen de
Allahü teâlâya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allahü
teâlâ sana razı ve memnun olaca ın bir hal verir. E er, ezelde borçlu olmak takdir
edilmi se ve sen de borçtan kurtulmak için dua edersen, Allahü teâlâ alacaklıyı sana
kötü muamele etme halinden vaz geçirir. Hatta borcundan azaltma veya hepsini
ba ı lama haline çevirir. E er dünyada borçlu halden kurtarmazsa buna kar ılık sana
bol sevap verir.
Ahiret i lerini önce yapmak hususunda:
"Ahireti sermayen, dünyayı bu sermayenin kazancı yap. Zamanını, önce ahireti
elde etmek için sarf et. Geri kalan vaktini, geçimini temin için harca. Sakın dünyanı
sermaye, ahiretini onun karı eklinde yapma. Böyle yaparsan, dünyadan artan
zamanını, ahiretin için sarf edersin. Bu zaman zarfında namazlarını kılmaya çalı ırsın.
Fakat çabucak kılayım diye, rükünlerine riayet etmezsin. Sonra dünya i lerinden
dolayı yorulur ve bitkin dü ersin. Geceleri kaza namazı kılmaya fırsat bulamazsın.
Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de faydasız olursun. Nefsine, heva ve iste ine
hatta eytana tabi olursun. Ahiretini dünyaya kar ılık satarsın. Nefsinin kölesi ve onun
bine i olursun. Halbuki sen, nefsine binmek, onu yalanlayıp tekzib etmek ve selamet
yoluna sokmakla emrolunmu sun. Bunlar ahiret yolu, Rabbine taat yoludur. Sen,
nefsinden gelen istekleri kabul etmekle, kendine zulmettin. pini onun eline verdin.
steklerinde, lezzetlerinde, hevasında ona uydun. Sonunda dünya ve ahiretin hayırlısını
kaçırdın. Dünya ve ahiretini zarara soktun. Böyle olursa, Kıyamet günü din ve dünya
bakımından insanların en müflisi ve en zararlısı olursun. Nefsine uymakla, dünyadan
fazla bir eye ula amadın. E er nefsini ahiret yoluna çekseydin, ahiretini esas ve
sermaye kabul etseydin, dünya ve ahiretini kazanırdın. Nefsin kötülüklerinden
korunur, iyilerden olurdun. E er dünyaya ra bet etmeyerek, kötülüklerden uzak
kalarak Allahü teâlâya itaat edersen, Allahü teâlânın has kullarından olursun."
Yapılan nasihatı kabul etmek hakkında:
"Karde inin sana yaptı ı nasihatı kabul et. Ona muhalefet etme. Çünkü o, senin
kendinde göremedi in eyleri görür. Bunun için Resul-i ekrem; "Mümin, müminin
aynasıdır." buyurmu tur. Mümin, din karde ine yapmı oldu u nasihatlerde
samimidir. Onun göremedi i eyleri bildirir. Ona, iyilikler ve kötülükler arasındaki
farkı gösterir. Ona, lehinde veya aleyhinde olan eyleri anlatır."
Acele etmemek hususunda:
"Acele etme. Acele eden, ya hata yapar veya hatalı duruma yakın olur. A ır ve
temkinli hareket eden, o i te ya isabet kaydeder veya isabet etmeye yakla ır. Acele
eytandandır. A ır ve temkinli hareket etmek. Allahü teâlâdandır. Umumiyetle aceleye
sebep, dünyalık toplama hırsıdır. Kanaat sahibi ol. Kanaat bitmeyen bir hazinedir."
Gaflet hakkında:
"Allahü teâlâdan hakkıyla haya ediniz. Gaflette olmayınız. Zamanınız, zayi olup
gidiyor. Halbuki siz, yiyemeyece iniz eyleri toplamak, ula amayaca ınız eylerin
pe inde ko mak, oturamayaca ınız binaları kurmakla me gul oluyorsunuz. Bütün
bunlar size, Rabbinizin huzurunda hesap vermek için duraca ınızı unutturuyor.
Halbuki Allahü teâlâyı anmak, ariflerin kalblerinde yerle ir. Onların kalblerini
ku atır. Onlara, Allahü teâlâyı hatırlamaya mani olan her eyi unutturur."
Allah için yapılmayan i ler hakkında:
"Senin dilin güzel ve tatlı; yüzün ise kötülüklerden kurtulmu gibi gülüyor, ya
kalbinin hali nasıl? Cemaat içinde iyi görünüyorsun, ya yalnız iken, yanında kimse yok
iken nasılsın? Göründü ün gibi de ilsin. Sen namaz kıldı ın, oruç tuttu un, hayır i leri
yaptı ın zaman, e er bunları sırf Allahü teâlânın rızasını gözeterek yapmazsan, nifak
üzere ve Allahü teâlâdan uzak olaca ını bilmiyor musun? imdi Allah için yapmadı ın
bütün i lerin, bütün sözlerin, adi ve baya ı niyetlerin için tövbe et.
nsanlara gösteri için, onların rızalarını almak için amel yapıp, sonra da bunu
Allahü teâlânın kabul etmesini istemek yakı ır mı? Hırsı, ımarıklı ı, azgınlı ı ve
dünyaya dü künlü ü bırak. Sevincini ve ne eni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Çünkü
sen, hüzün evinde ve dünya hapishanesindesin. Resul-i ekrem daima tefekkür ederdi.
Sevinçleri az, hüzünleri çoktu. Az gülerdi. Sadece ba kasının kalbini ferahlandırmak
için tebessüm buyururlardı."
Allahü teâlânın sevgisinde samimiyetin nasıl belli oldu u hususunda:
"Kulun Allahü teâlâyı sevmesinde samimi olup olmadı ı, ba ına bela ve musibet
geldi i zaman ortaya çıkar. Bela ve musibet geldi inde sabır ve sükun halini muhafaza
edebiliyorsa, o gerçekten Allahü teâlâyı seviyor demektir. Musibet ve fakirlik
zamanında sebat gösterebilmek bu sevgiye delil ve alamet yapıldı. Birisi Peygamber
efendimize;"Ben seni seviyorum." deyince; "Fakirlik için bir elbise hazırla." buyurdu.
Bir ba kası gelip Peygamber efendimize; "Ben Allahü teâlâyı seviyorum." deyince;
"Bela için elbise hazırla." buyurdu."
Sabır ve tahammüllerin kar ılıksız kalmayaca ına dair:
"Halinizden ikayette bulunmayın. Sabredin, feryad etmeyin. Do ruluk üzere
devam edin. steyin, istemekte bıkkınlık göstermeyin. çinde bulundu unuz istenmeyen
hallerden dolayı ümitsizli e dü meyin. Daima ümitli olun. Birbirinize dü man de il,
karde olun. Birbirinize bu z etmeyin.
Allahü teâlâya, rızası için yapılan sabırlar ve tahammüller, asla kar ılıksız kalmaz.
Onun için bir an olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükafatını
görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla me hur olan, bu lakabı, bir anlık
cesareti neticesinde kazanmı tır. Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde mealen; " üphesiz ki,
Allah sabredenlerle beraberdir." buyuruyor (Bekara suresi: 153)
Hayatı fırsat bilmeye dair:
"Hayatta oldu unuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı
kapanacak, bu dünyadan ayrılacaksınız. Gücünüz yetti i müddetçe hayırlı i ler
yapmayı ganimet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkan varken bunu fırsat
biliniz. Tövbe ediniz. Dua etmeye imkanınız varken, dua ediniz. Salih kimselerle
beraber olmayı fırsat biliniz."
Kabir ziyaretine dair:
"Kabirleri ziyaret ediniz. Salih kimseleri de ziyaret ediniz. Hayırlı i ler yapınız. Böyle
yaparsanız, her eyiniz düzelir."
Günahlardan sakınmak hususunda:
"Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Peygamber efendimiz; "Mümin
kimse, günahını da gibi görüp, kendi üzerine dü ece inden korkar. Münafık ise,
günahını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür." buyurdu."
Vefatı: Abdülkadir-i Geylani hazretleri vefat edece i sırada, o ullarına buyurdu ki:
"Yanımdan ayrılın! Çünkü zahirde, görünü te sizinle, batında sizden ba kasıyla yani Allahü
teâlâ ile beraberim." Yine o esnada buyurdular: "Yanımda sizden ba kaları da vardır. Onlara
yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkı tırmayın!" Yine;
"Aleyküm-üs-selam ve rahmetullahi ve berekatühü. Allahü teâlâ beni ve sizi magfiret etsin!
Allahü teâlâ benim ve sizin tövbelerimizi kabul etsin!" Bir gün bir gece hep böyle
buyurdular.
O lu eyh Abdürrezzak anlatır:
Gavs-ül azam, o esnada, ellerini kaldırıp, uzattı ve; "Ve aleyküm selam ve rahmetullahi
ve berekatühü! Tövbe ediniz!" buyurdu.
Vefat ederken iki defa; "Allahümme refik al a'la." deyip; "Size geliyorum, size
geliyorum." buyurdu. Tekrar buyurdu ki: "Durun!" Bunun ardından, ona ölüm ve sekerat hali
geldi. Bu halde iken; "Bana kimse bir ey sormasın. Ben, Allahü teâlânın ilminde bir halden
ba ka bir hale geçmekteyim." buyurdu.
Son anlarında, o lu Abdülcebbar; "Babacı ım, bedenin acı duyuyor mu?" diye arz
edince; "Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teâlâ
iledir." buyurdu.
O lu eyh Abdülaziz; "Hastalı ınız nasıldır?" diye sorunca; "Benim hastalı ımı, insan,
cin ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allahü teâlânın ilmi, hükmü ile nakıs
olmaz. Hüküm de i ir, ilim ise de i mez. Allahü teâlâ, diledi ini siler, diledi ini yazar.
Ümm-ül-kitab O'ndadır, O'na yaptı ından sual olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur."
buyurdu.
Daha sonra; "Kudret ile hakim, kullarına ölüm ile galib olan Allahü teâlâ, her ayıp ve
kusurdan münezzehdir. La ilahe illallah Muhammedün Resulullah!" Sonra da; "Allah Allah
Allah..." deyip sonra sesini kesti, dilini dama ına yapı tırıp, mübarek ruhunu teslim eyledi.
Vefatı büyük bir üzüntüyle kar ılandı. Cenaze namazını kılmak üzere, görülmemi bir
kalabalık toplandı. Cenaze namazını o lu Abdülvehhab kıldırdı. O kadar insan toplanmı tı
ki, kalabalık sebebiyle ancak gece defn edilebildi. nsanlar, büyük kalabalıklar halinde
ziyaretine geldiler. Bu ziyaretler günlerce devam etti.
Abdülkadir Geylani hazretlerinin kız ve erkek pek çok çocu u vardı. Nesli onlar
vasıtasıyla dünyanın çe itli yerlerine Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs ( spanya), Irak, Suriye ve
Anadolu'da yayılmı tır. O ullarından Ebu Abdurrahman erefeddin sa Mısır'a hicret
etmi olup imdi Mısır'daki Kadiri eriflerin dedesi odur. Torunları, Kuzey Afrika'da daha
çok erif ve urefa gibi isimlerle, Irak, Suriye ve Anadolu'da ise Seyyid ve Geylani diye
anılmaktadır.
Eserlerinden bazıları unlardır:
1) El-Gunye liTalibi Tarik-ıl Hak: man, ibadet ve ahlaki konuları ihtiva eder. 2)
ElFethurrabbani vel-Feyz-ur-Rahmani: Vazlarından meydana gelir. 3) Fütuh-ul-Gayb:
Bu eser vazlarından ve o lu Abdurrezzak'a vasiyetinden meydana gelir. 4) El-Fuyuzatu'r-
Rabbaniyye fi Evrad-il-Kadiriyye: Dua ve virdlerden meydana gelir. 5) Mektubat: On be
mektuptan meydana gelir.
ALTININ VAR MI?
Bir gün Abdülkadir Geylani'ye; "Bu i e ba ladı ınızda, bu yola adım attı ınızda, temeli
ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ula tınız?" diye
sordular. Buyurdu ki:
"Temeli sıdk ve do ruluk üzerine attım. Asla yalan söylemedim. Yalanı ka ıda bile
yazmadım ve hiç yalan dü ünmedim. çim ile dı ımı bir yaptım. Bunun için i lerim hep rast
gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim ö renmek, onunla amel etmek, ö rendiklerime
göre ya amaktı. Küçüklü ümde Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim bir öküzün
kuyru undan tutunup, arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve dönüp bana; "Sen bunun
için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın." dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına
çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat'ta vakfeye durmu lardı. Anneme gidip; "Beni
Allahü teâlânın yolunda bulundur. zin ver, Ba dad'a gidip ilim ö reneyim. Salih zatları ve
evliyayı bulup ziyaret edeyim." dedim. Annem sebebini sordu, gördüklerimi anlattım.
A ladı, kalkıp babamdan miras kalan seksen altının yarısını karde ime ayırdı. Kalanını bana
verip, altınları elbisemin koltu unun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun
do ruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı. "Haydi Allah selamet versin o lum.
Allahü teâlâ için ayrıldım. Artık kıyamete kadar bir daha yüzünü göremem." dedi. Küçük bir
kafile ile Ba dad'a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan'ı geçince, altmı atlı e kıya çıka
geldi. Kafilemizi bastılar. Kervanı soydular. çlerinden biri benim yanıma geldi. "Ey dervi !
Senin de bir eyin var mı?" diye sordu. "Kırk altınım var." dedim. "Nerededir?" dedi.
"Koltu umun altında dikili." dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir ba kası
geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti. kisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler.
Reisleri beni ça ırttı. Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim.
"Altının var mı?" dedi. "Kırk altınım var." dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini
söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. "Neden bunu söyledin?" dediler. "Annem, ne olursa
olsun yalan söylemememi tembih etti. Do ruluktan ayrılmayaca ıma söz verdim. Verdi im
sözde durmam lazım." dedim. E kıya reisi, a lamaya ba ladı ve; "Bu kadar senedir ben, beni
yaratıp, yeti tiren Rabbime verdi im sözü bozuyorum." dedi. Bu pi manlı ından sonra tövbe
edip, haydutlu u bıraktı ını söyledi. Yanındakiler de, " nsanları soymakta, yol kesmede sen
bizim reisimiz idin, imdi tövbe etmekte de reisimiz ol" dediler. Sonra, hepsi tövbe ettiler.
Kafileden aldıkları malları sahiplerine geri verdiler. lk defa benim vesilemle tövbe edenler,
bu altmı ki idir."
ATE N ODUNU Y Y P B T RD G B
Abdülkadir Geylani'nin sohbetleri ile hasta gönüller ifa bulur, katı kalpler yumu ardı.
nsanların manevi hastalıklarını tek tek bildirir, onları tedavi ederdi. Hasedin, kıskançlı ın
Allahü teâlânın gazabına sebeb olaca ını öyle anlatır:
Ey mümin! Ne oluyor ki, seni, kom unu; yemede, içmede, giymede ve ba ka eylerde
kıskanır görüyorum. Bu nasıl i ? Bilmiyor musun ki, bu senin imanını zayıflatır. Mevlanın
yanında kıymetin kalmaz. Seni, Allahü teâlânın gazabına u ratır. Peygamber efendimiz;
"Allahü teâlâ, hasetçi kimse nimetimin dü manıdır," buyurdu." diye bildirmi tir. Resul-i
ekrem bir hadis-i erifte; "Ate odunu yiyip bitirdi i gibi, haset de iyilikleri yer." buyurdu.
Sen, haset etti in kimseyi, hangi ve ne hususta haset ediyorsun. Onun kısmeti için mi, yoksa
kendi kısmetin hususunda mı haset ediyorsun? E er onu, Allahü teâlânın ona kısmet olarak
verdi i eyde haset ediyorsan, ona haksızlık etmi olursun. Haset etti in kimse, Allahü
teâlânın kendisi için takdir ve taksim etti i nimetin içerisinde bulunmaktadır. Sen onu,
Allahü teâlânın bu ihsanından dolayı haset etmekle, ne kadar haksızlık ve cimrilik yaptı ını,
ne kadar akılsızlık etti ini biliyor musun? E er onu, sana takdir edilenin onun eline
geçece inden endi e ederek kıskanıyorsan, bu senin çok cahil oldu unu gösterir. Çünkü
senin kısmetini ba kası yiyemez. Muhakkak ki Allahü teâlâ sana zulmetmez. Allahü teâlâ
senin için takdir etti ini, sana nasib olarak verdi ini, senden alıp ba kasına vermez.
BU HT YARI H MAYE ETS N!..
Gavs-ül-a'zam bir gün, mam-ı Ahmed bin Hanbel'in kabrini ziyaret etti. Yanında
evliyadan bir cemaat da vardı. Kabrin ba ında okudular. mam-ı Ahmed bin Hanbel kabirden
çıktı, elinde gömlek vardı. Gömle i verdi ve birbirlerinin boynuna sarıldılar. Sonra mam-ı
Ahmed; "Ey Seyyid Abdülkadir! Fıkıh, tasavvuf ile helalin, haramın ilmi sana muhtaçtır."
buyurdu.
Bir gece Resulullah efendimizi rüyada gördü. Bu arada mam-ı Ahmed bin Hanbel'i de
gördü. Bir eliyle sakalını tutmu , Resulullah efendimizden rica ediyor ve; "Ey Allah Resulü!
O lun Muhyiddin Seyyid Abdülkadir'e buyur da, bu zayıf ihtiyarı himaye etsin." diyordu.
Resulullah efendimiz tebessüm buyurarak: "Ey Seyyid Abdülkadir! Bu eyhin ricasını kabul
et." buyurdu. Resulullah'ın emri ile, onun ricasını kabul etti ve sabah namazını Hanbelilerin
namazgahında kıldı. Halbuki Hanbeli namazgahında imamdan ba ka kimse olmazdı.
Abdülkadir-i Geylani hazretleri oraya gelince, pek çok kimse de ardından gelip, mescidi
doldurdu ve bo yer kalmadı. "E er Gavs-ül-a'zam hazretleri o gün, Hanbeli namazgahında
hazır olmasaydı, Hanbeli mezhebi unutulacaktı." denilmi tir. Bundan sonra Hanbeli
mezhebine göre ibadet etti.
Seyyid bni Abidin
am'da yeti en âlimlerin en büyüklerinden, velî. Osmanlıların en me hur fıkıh
âlimlerindendir.
1784’de am'da do du. Mevlana Halid-i Ba dadî hazretlerinin sohbeti ile ereflenmi tir.
Küçük ya ta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Bir müddet babası ile birlikte, ticaretle me gul
oldu. Bu sırada bir taraftan da Kur'ân-ı kerimi okumaya devam ediyordu.
Fen ve sosyal ilimlerin yanı sıra; tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini de ö rendi. Hocası
Mevlana Halid-i Ba dadî hazretlerinin tavsiyesi üzerine, afii mezhebinden, Hanefî
mezhebine geçti.
Daha 17 ya ındayken, fıkıh kitapları üzerine ha iye ve erhlerle açıklamalar yaptı.
Kıymetli eserler yazmaya ba ladı.
Fıkıh ilminde oldu u gibi, hadîs ilminde de mahir idi. am'da bulunan muhaddis
Kuzberî hazretlerinden icazet aldı.
lim dallarında o kadar yükseldi ki, daha hocaları hayattayken büyük bir öhrete kavu tu.
Zahir ilimlerini ö rendikten sonra, kelam ve tasavvuf ilimlerini de zamanın en büyük
âlimi ve tasavvuf ehli, Mevlana Halid-i Ba dadî hazretlerinden ö rendi. Onun mübarek
sohbeti ile kemâle geldi.
bni Abidîn hazretlerinin dîne uymaktaki halleri me hurdur. Haram, mekruh ve
üphelilerden kesinlikle uzak durur, mübahları çok az kullanır, ibadetlerinde sünnetlere,
müstehaplara, edeplere uymakta son derece titiz davranırdı.
Be vakit namazda; ettehiyyatüyü okurken, sa tarafa selam verirken Resûlullah
efendimizi ba gözü ile görürdü. Göremedi i zaman o namazı yeniden kılardı.
Bir gece rüyada Hz. Osman'ın vefat etti ini ve Cami-i Emevî'de namazını kendisinin
kıldırdı ını gördü. Sabahleyin hocası Mevlana Halid-i Ba dadî hazretlerine bu rüyayı
anlatınca, o da; "Allahü teâlâ bilir ki, ben yakında vefat ederim, sen benim cenaze namazımı
Câmi-i Emevî'de kıldırırsın. Çünkü ben, Hz. Osman'ın torunlarındanım." buyurdu.
Aradan birkaç gün geçince hocası vefat etti. Namazını bni Abidîn hazretleri kıldırdı.
1836’da 54 ya ında am'da vefat etti. Çok kitap yazdı. En me hûr eseri Redd-ül-Muhtar
isimli kitabıdır. Bilhassa bu eseriyle tanınmı tır. Bu kitabı, Dürr-ül-Muhtar kitabına yaptı ı
be ciltlik ha iyesidir. Bu ha iye, bni Abidîn ismiyle me hûr olmu tur. Tam ilmihal
Seadet-i Ebediyye kitabının büyük kısmı bu kıymetli eserden, yani bni Abidin’den
alınmı tır.
Mevlana Halid-i Ba dadî hazretleri kendisine yazdı ı bir mektupta, (Her sözü senet
olan büyük âlim Mevlana Muhammed Emîn Abidîn'e en güzel duâlarımı ve en latîf
övgülerimi bildiririm. Yazdı ınız pek kıymetli eserlerle slâm âlemine yaptı ınız büyük
hizmet için, pek çok duâlara mazhar oldunuz.) buyurmaktadır.
Dört mezhebin inceliklerine vakıf, derin âlim, kâmil velî Seyyid Abdülhakîm efendi
hazretleri; "Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi, en faydalısı bni
Abidîn'dir. Her sözü delîl, her hükmü senettir." buyurdu. Seadet-i Ebediyye bu
bakımdan da, çok kıymetli eserdir.
Feridüddin genc-i eker hazretleri
Hindistan'da yeti en Çe tiyye evliyasının büyüklerindendir. Asıl adı Feridüddin
Mesuddur. Daha do madan kerâmetleri görülürdü. Ramazan hilâli görülmemi , ertesi gün
oruç tutup tutmamakta tereddüt olmu tu. Genc-i ekerin babası Cemâleddin Süleymandan
fetva sormaya geldiler. O esnada bir zat ortaya çıktı. "Niye merak ediyorsunuz? Bu gece
Cemaleddin Süleyman'ın evinde bir çocuk do du. E er çocuk bu gece yarısından sonra
annesini emmemi se, hilal görünmü demektir." dedi. Seher vakti Cemaleddin Süleyman'ın
evine gidip, annesine sorduklarında, yeni do an bebe in gece yarısından sonra annesini
emmedi ini ö rendiler ve oruca ba ladılar. Daha sonra o gün, di er yerlerden hilâlin
göründü ü haberi geldi. Ramazan ayı boyunca bu bebek, gündüz annesini hiç emmedi.
Sadece iftar ve sahurda emerdi.
Neden eker genç?
1- Dergaha giderken, yolda aya ı kayıp çamur dolu bir çukura dü tü. A zına kaçan
çamur, eker hâline geldi. Hocası Kutbüddin-i Bahtiyar buyurdu ki: "Çamur a zında eker
oldu una göre, Allahü teâlâ seni tatlı biri yapacak, tatlı dilli olacaksın." dedi. nsanlar onu
eker Genc diye anmaya ba ladılar.
2- Çok oruç tutuyor ve iftarda da yiyecek bir ey bulamıyordu. Bir gece çok açken
a zına küçük ta lar koydu. Bunlar, eker parçaları haline geldi. Hocası ona; (O genc-i eker,
yani eker hazinesidir) dedi.
3- Tüccarın biri, eker çuvalları yüklü bir deve kervanı götürüyordu. Genc-i eker,
develerle ne ta ıdı ını sormu tu. Tacir alay ederek; "Tuz." dedi. "Peki tuz olsun.” dedi. Tacir
Delhi’ye varınca, ekerlerin tuz haline geldi ini görüp a kına döndü. Hemen geri döndü.
Genc-i eker'den, yaptı ından özür diledi. Genc-i eker de, "Peki eker olsun." dedi. Tacir
Delhi'ye dönünce tuzların ekere döndüklerini görüp sevindi.
4- Bir gün çok susamı tı. Fakat kuyudan su çekecek kovası yoktu. a kın halde iken, iki
ceylanın oraya geldi ini ve kuyudaki suyun yükseldi ini gördü. Ceylanlar su içip oradan
ayrıldılar. Genc-i eker kuyunun yanına varınca, su a a ı çekildi. Buna a ırıp, "Ya Rabbi,
bunun hikmeti ne?" dedi. "Hayvanlar rahmetime güveniyorlar, suya kavu uyorlar. Ama sen,
kovaya güvendi in için, sudan mahrum kalıyorsun." nidasını duyunca, çok üzüldü. Kırk gün
oruç tuttu. Sonra a zına toz aldı ve toz ekere döndü. Bir nida i itildi: "Ya Ferid, tuttu un
oruçları kabul ettik, seni dostlarımızın arasına aldık ve seni genc-i eker yaptık."
Derdine çare bulamıyan bir hasta, Feridüddin eker'e gitti. O da bir kâ ıda; "Allah kâfi,
Allah âfi" yazıp, hastaya verdi. Hasta bu yazılı kâ ıdı boynuna takınca, devasız hastalıktan
kurtuldu.
Bir genç, talebe olmak üzere eyhe giderken yolda bir kadın, ona musallat oldu. Genç,
kadından kurtulamadı. Tam elini kadına uzataca ı sırada, bir zat aniden gencin suratına bir
tokat attı. "Bu yolda günah i lemeye utanmıyor musun?" diyerek kayboldu. Genç çok utanıp
kadından uzakla tı. Huzura çıkınca eyh; "O lum, Allahü teâlâ seni a ına dü tü ün
kadından korudu." dedi. Tokat atanın kim oldu u böylece belli oldu.
htiyar bir kadın a lıyarak; "Biricik o lum yirmi yıldır eve u ramadı. Ayrılık acısı beni
peri an etti." dedi. eyh murakabeye dalıp, "Git, o lun geldi." dedi. htiyar kadın eve
giderken o luyla kar ıla tı. O lu; "Çok uzaktaydım. Bugün içime seni görme iste i dü tü.
Seni dü ünürken, muhterem bir zat göründü. Sıkıntımı ona anlatınca, Gözlerimi kapamamı
söyledi. Gözlerimi açtı ımda, kendimi burada buldum." dedi. htiyar kadın, sevinç göz
ya ları içinde eyhe te ekkür etti.
Buyururdu ki: Sana hürmet edene hürmet et! Sıhhatinin kıymetini bil! Senden
korkandan kork! nsan ne kadar çok üzüntü ve acı çekerse, Allahü teâlâya o kadar
yakla ır.
Allah ile konu mak isteyen, Kur'an-ı kerim okusun.
Altı çe it tevbe vardır:
Kalb ile tevbe: Kalben bütün kötü arzuların firenlemektir. Nefsin kötü arzularını
öldürür.
Dil ile tevbe: Kötü sözlerden dili alıkoymak ve onu devamlı Allahü teâlâyı zikre ve
Kur'an-ı kerim okumaya alı tırmak demektir.
Göz ile tevbe: Harama bakmamak ve ba kalarının kusurlarını görmemektir.
Kulak ile tevbe: Allahü teâlânın zikrinden ba ka bir ey duymamaktır.
Ayak ile tevbe: Ayakları kötülüklere gitmekten korumaktır.
Nefs ile tevbe: Nefsin arzularını firenliyerek yapılan tevbedir.
Feridüddin Attar hazretleri
Evliyanın büyüklerindendir. Babası attar, yani ilaç, esans satardı. Feridüddin-i Attar,
zühd ve takva sahibi idi, haramlardan sakınıp ibadetle u ra ırdı. Küçüklü ünde adbah
kasabasında bir yandan babasının yanında attarlık ö reniyor, bir yandan da Kutbüddin
Haydar isimli büyük bir zatın sohbetlerine devam ediyordu. Babasının vefatı üzerine onun
yerine geçip, attarlı ı bir süre devam ettirdi. Attarlıkla u ra ırken, bir taraftan da kıymetli
dini kitapları, velilerin hayatlarını ve menkıbelerini okuyordu.
Bir gün bir dervi dükkanının önüne gelip, kapıdan içeriye bakarak, gözleri dolup bir ah
çekti. Feridüddin Attar ona, (Neden öyle bakınıp duruyorsun?) dedi. Dervi , (Ben yükü hafif
biriyim. Dünyada bu hırkadan ba ka bir eyim yok. Böyle olunca, bu dünya pazarından
çabuk ve kolaylıkla geçip giderim. Fakat sen bu a ır yükleri derleyip topla kendi ba ının
çaresine bak!) dedi. Feridüddin-i Attar, (Sen bu dünyadan nasıl geçip gidersin?) dedi. O zat
da, (Bu hırkayı sırtımdan çıkarır, ba ımın altına yastık yapar, canımı Hakka teslim ederim.)
dedi ve hırkasını ba ının altına koyup, Allah diyerek ruhunu teslim etti. Bu durum
kar ısında, evliyaya olan ba lılı ı, dinini ö renme istek ve arzusu dayanılmaz hale geldi.
Artık attarlı ı terk etti. Dükkanında bulunan e yayı sadaka olarak da ıttı. Bir zata giderek
talebelerinden oldu.
Riyanın, korkunç bir afet oldu unu, Allahü teâlânın rızasına uygun olmayan i lerin,
amellerin bo oldu unu söylerdi. Bir defasında unları anlattı:
Bir zat, bir mescide ibadet etmek için girmi ti. Geceleyin bir ses duydu. Demek ki
mescide biri girdi. O ki i, büyük bir zatın geldi ini zannetti. (Böyle yere büyük zatlar ancak
Allahü teâlâya ibadet etmek üzere gelir. Bu zat beni görür, halime nazar kılar.) diye
dü ündükten sonra, bütün geceyi seher vaktine kadar ibadetle geçirdi. Kendini nasıl
göstermek istiyorsa öyle yaptı. Seher vakti etraf a arınca geriye dönüp baktı ında bir
köpe in yattı ını gördü. Çok utanıp kendi kendine, (Ey edepsiz, Allahü teâlâ seni u köpekle
terbiye etti. Bütün gece köpek görsün diye ibadette bulundun. Ne olurdu bir gececik de sırf
Allahü teâlâ için uyanık kalsaydın. Ey nefsim! Senin bir gece bile Allahü teâlâ için riyasızca
ibadet etti ini görmedim. Sen, Allahü teâlâdan utanmaz mısın? Kendi kadrini mevki ve
dereceni imdi gördün. Gelse bile ancak köpeklere layık olur.) dedi.
Mo ol istilasında, bir Mo ol askerinin eline esir dü tü. Askere halk, (Bu ihtiyarı
öldürmekten vazgeçersen, sana bin altın veririz.) dediler. Mo ol askeri razı olmu tu. Fakat
Feridüddin-i Attar ona, (Sakın beni bu fiata satma. Çünkü kanımın de eri bu de ildir.) dedi.
Asker de satmaktan vazgeçti. Bir süre sonra ba ka bir ahıs gelerek askere, (Bu ya lı zatı
öldürmekten vazgeç. Onun kanına kar ılık sana bir torba saman vereyim.) dedi. Feridüddin-i
Attar, ( te beni imdi sat. Çünkü esas fiatımı buldum. Bundan fazla para etmem.) dedi.
Buna sinirlenen Mo ol askeri onu 1229’da ehid etti. O da, kesik ba ını elleri arasına alarak
3 km'lik bir mesafeye ko tu. imdi türbesinin bulundu u yere varınca, oraya dü üp ruhunu
teslim etti. Kabri adbah kasabasına yakın olup, ziyaretgahtır.
Buyururdu ki: ( Ey gafil, bu dünyada kendini hesaba çek. Kalbinin pasını temizlemek
için mücahede et. Büyükleri de kendine kıyas etme. Zira bir veli, zehir de yese o bal olur.)
Yazdı ı iirlerinde üstün bir akıcılık, arifane sözlerinde akılları hayrette bırakacak bir hal
vardır. Mevlana Celaleddin-i Rumi gibi büyükler onun eserlerinin tesiri altında kalmı lardır.
Yazdı ı eserlerden Tezkiret-ül-Evliya hariç, hepsi manzumdur. Tezkiret-ül-Evliya’da seksen
kadar velinin hal tercümesi ile menkıbeleri ve veciz sözlerini yazmı tır. Bir iirinin
tercümesi öyledir:
Sırlar alemine uçan ku idim.
Alçaktan yükse e çıkmak istedim.
Sırra mahrem kimse bulamayınca,
Girdi im kapıdan ben yine çıktım.
Hallac-ı Mansur
Ası adı Hüseyin bin Mansur’dur. Hallac denilmesinin sebebi udur: Bir gün, arkada ı
olan bir hallacın dükkanına girdi. Bir i inin görülebilmesi için onun yardımını rica etti. Fakat
hallacın gitti i yerden dönü ü biraz uzun sürdü. Geldi inde; "Ya Hüseyin, senin için bugün
i imden oldum." diye söylendi. Hallac-ı Mansur onun endi eli hâline bakarak gülümsedi;
"Üzülme senin i ini de biz halledelim." diyerek parmaklarını pamuk yı ınlarına do ru
uzatıverdi. O anda henüz atılmamı pamuk yı ınları harekete geçti. Ka la göz arasında, tel
tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise di er tarafa ayrıldı. Hallaç a ırıp
kalmı tı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bundan sonra da ona Hallac-ı Mansur
dendi.
Pekçok kerametleri görüldü. Yanına gelenlere yazın kı , kı ın yaz meyveleri ikram
ederdi. nsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konu tuklarını ve kalplerinden
geçenleri Allahü teâlânın izni ile haber verirdi. 400 ki i ile birlikte çöle açılmı tı. Birkaç gün
geçti. Yiyecek hiçbir ey bulamadılar. Açlıktan peri an bir hâle geldikleri sırada Ona gelerek
hallerini arz ettiler. Hemen elini arkaya uzatıp, 400 ki inin her birine bir kelle ile iki pide
verdi.
Enel Hak dedi
Allahü teâlânın a kı ile kendinden geçti i bir sırada; "Enel-Hak dedi. Bu sözün anlamı,
(Ben Hakkım) demek ise de, (Haktan ba ka hiç kimse yok) demek istemi ti. Bu sözü için
katline fetvâ verdiler. Halîfe, Onun bir yıl zindana atılmasını emretti. Fakat halk yine ona
gidip bazı meseleler soruyordu. Daha sonra ziyaret de yasaklandı. eyh Ebu Abdullah-i
Hafîf anlatır: "Hile ile Hallac-ı Mansur'u görmeye gittim. Yumu ak halılar ve dö eklerle
dö enmi , güzel bir oda gördüm. Orada ki köleye " eyh nerede?" dedim. "Abdest alıyor."
dedi. "Bu zindanda ne i yapıyor?" dedim. "13 batman a ırlı ında bir demir ba ile, her gün
bin rekat namaz kılıyor." dedi. Sonra, "Bu zindanda e kıya ve hırsız çok dedi. Onlara nasihat
eder." dedi. Biz konu urken o abdest alıp geldi. Bana: "Ey genç nerelisin?" dedi.
" irazlıyım" dedim. Me ayıhlerden sordu. Ebü'l-Abbas ibni Ata'ya gelince, "Onu görürsen, o
mektupları” yakmasını söyle." Tam bu sırada zindancıba ı içeri girdi. Saygı gösterdikten
sonra, "Dü manlar beni halîfeye gammazlamı lar. Güya ben, ululardan birini buradan bin
dinar alarak salmı ım. Yerine de halktan birini hapsetmi im. te imdi beni katledecekler."
dedi. eyh: "Var selametle git." dedi. O gittikten sonra, eyh hücrenin ortasında dizleri
üzerine gelerek, ellerini havaya kaldırdı. Ba ını önüne e di. ehadet parma ı ile i aret
ederek a ladı. Öyle a ladı ki, gözya ından ıslanmadık bir yeri kalmadı. Kendinden geçerek
yüzünü yere koydu. O sırada zindancıba ı içeri girdi. eyh: "Ne oldu?" diye sordu.
Zindancıba ı: "Kurtuldum." dedi. "Hangi sebeple kurtuldun?" diye sordu. Halife; "Seni
öldürecektim. imdi sana gönlüm ısındı. Tekrar affettim." dedi.
Yüz kırbaç vurun
Halife, "O, fitne çıkarmak istiyor, onu katledin veya Enel-Hak sözünden dönene kadar
dövün." emrini verdi. Ona önce yüz kırbaç vurdular. Hiç ses çıkarmadı. Ölmedi ini görünce,
ellerini ve ayaklarını kestiler. "Korkudan sarardı ımı sanmayın. Kan kaybetmekten
sararıyorum." buyurdu. Dara acında "Tasavvuf nedir?"diye sordular. "Tasavvufun en a a ı
derecesi, i te bende gördü ünüz bu haldir." "Ya ileri derecesi?" dediler. "Onu görmeye
tahammülünüz olmaz." dedi.
dam edilmeden önce halk ta atmaya ba ladı. Atılan ta lara hiç ses çıkarmıyor, hatta
tebessüm ediyordu. Bir dostu, gül attı. O zaman inledi. Sebebi soruldu unda; "Ta atanlar
beni tanımaz. Halden anlayanların bir gülü beni incitti." Dedi. Ellerinden, bacaklarından
sonra dilini de kesmek istediler. zin isteyip; "Allahım, bana senin için bu i kenceyi reva
görenleri affet!" diye yalvardı.
Daha sonra dili ve ba ı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı. Atılan küller
dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya ba ladı. Kabaran Dicle'nin suları Ba dat'ı
basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski
normal hâlini aldı. Hallac bu kimseye, ehid edilmeden önce: "Benim kollarımı, bacaklarımı,
ba ımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atarlar. Korkarım ki, nehir ta ıp
Ba dat'ı basar. O zaman hırkamı nehre götürüp at." buyurmu tu.
Ahmed Yesevî hazretleri
Türkistan'da yeti en büyük velîlerdendir. 1194’de Yesi'de vefât etti. Tîmûr Han onun
için muhte em bir türbe yaptırmı tır. Ahmed Yesevî'de çocuklu unda garib görülüyordu.
Hızır aleyhisselâm ile görü üp sohbet ediyordu. Türkistan'da Yesevî adında bir hükümdar
var idi. Ceylan avına çıkan hükümdarın yolu Karaçuk da ına çıktı. Da çok sarp idi. Atı, kan
ter içinde kaldı ve avını kaçırdı. Buna üzülen hükümdar; "Bu da ı ortadan kaldırmalı" diye
söylendi. Ülkesindeki velîleri toplayıp, duâlarını almayı dü ündü. Toplanan velîler, duâ
ettiler. Da yerinden ayrılmadı. Oraya gelmeyen bir velînin olup olmadı ı ara tırıldı. Ahmed
Yesevî küçük oldu undan ça rılmadı ı anla ıldı. Onun da gelmesi istendi. O da,
hükümdarın istedi i yere geldi. Velîlere sofradaki bir parça ekme e duâ edildi. O da ekme i
oradakilere taksim etti ve hepsine kâfi geldi. O toplantıda binlerce ki i vardı. Bu kerâmeti
görenler, Hâce Ahmed'in büyüklü ünü anladılar. Hâce Ahmed, sırtındaki babadan kalma
hırkasına bürünmü tü. Birdenbire ya mur ya dı, her yer suya garkolunca, velîlerin
seccâdeleri su üstünde yüzmeye ba ladı. Sonunda Ahmed hırkasından ba ını çıkarınca,
ya mur durdu, güne çıktı. Karaçuk da ının ortadan kalktı ı görüldü. Bunu gören hükümdar,
Hâce Ahmed'den, kendi adının kıyâmete kadar bâkî kalmasını istedi. Hâce Ahmed de; "Kim
bizi severse, senin adınla bizi ansın" dedi. Bundan sonra kendisine "Ahmed Yesevî" denildi.
Geçimini sa lamak üzere tahta ka ık yaparak satardı. Öküzünün sırtına bir heybe asar,
içine de yaptı ı ka ıkları koyup, Yesi çar ısına salıverirdi. Kim ka ık alırsa ücretini heybenin
gözüne bırakırdı. Mal alıp da, ücretini vermeyen olursa, öküz onun pe ini bırakmaz, nereye
gitse onu takip ederdi. Adam ücreti heybeye koymadıkça, o kimsenin yanından ayrılıp ba ka
yere gitmezdi. Ak am olunca da evine dönerdi. Hattâ heybenin gözüne fazla para bırakanlar
da olurdu. Bunları muhtaçlara sarf ederdi.
Merv ehrinde Mervezî isimli bir müderris, Ahmed Yesevî hazretlerini imtihân etmek,
üphesini gidermek niyetiyle, 400 mü âvir ve 40 müftü ile yola çıktı. "Ben üç bin mesele
bilirim. Hepsine ayrı suâl sorar, imtihan ederim." diye dü ündü. Ahmed Yesevî hazretleri,
talebesi Muhammed Dâni mend'e; "Bir bak, bize kimler geliyor?" buyurdu. Mervezî'nin
mâiyetiyle geldi ini bildirdi. Hâce hazretlerinin emri ile M. Dâni mend, o üç bin meseleden
binini, Mervezî'nin hâfızasından sildi. Sonra talebelerinden Hakîm Atâ'ya aynı ekilde
emretti. O da öyle yaptı. Mervezî, hâfızasında kalan bin mesele ile Yesi ehrine geldi. Hâce
hazretlerinin yanına gelip, "Demek sen Allah'ın kullarını do ru yoldan ayırıyorsun" dedi.
Hâce, hiç kızmadı. imdilik üç gün misâfirimiz ol, sonra görü ürüz." buyurdu. Üç gün sonra
bir kürsü kuruldu. Mervezî kürsüye çıktı. Hâce hazretleri, Hakîm Atâ'ya tekrar emredip, o
bin meseleyi Mervezî'nin hâfızasından silmesini emretti. Hakîm Atâ, Allahü teâlâya duâ etti.
Hafızasındaki bin mesele de silindi. Mervezî, kürsüde konu mak istedi. Fakat hatırına bir ey
gelmedi. Defterinden okumak istedi. Fakat oradaki yazıların da silindi ini gördü. O zaman
Mervezî, kusurunu anlayıp hemen tevbe etti. Talebeli e kabulü için yalvardı. 5 yıl kaldı.
Yüksek derecelere kavu tu.
Buyururdu ki: "Câhillerle dostluk kurmaktan sakının. slâmiyeti tam bilmiyen,
tatbik etmeyen bir kimse, evliyâlık yolunda bulunmaya kalkarsa, bunun îmanını eytan
çalar. Kendisinde keramete benziyen bazı haller görülürse de bu, eytanın oyunudur.
Evliyalık taslayan böyle eyhler için der ki:
Nafile oruç tutar herkese eyhlik satar
lmi yok, körden beter, ahir zaman eyhleri.
Beline ku ak ba lar, para toplarken a lar,
Kendini adam sayar ahir zaman eyhleri.
Ba ına sarık sarar, ilmi yok neye yarar
Oku yok yayı gerer ahir zaman eyhleri.
Paraya kucak açar, zoru görünce kaçar,
Ömrünü bo a harcar ahir zaman eyhleri.
eyhlik ulu bir i tir, Hakka do ru gidi tir
A vermez ba rı ta tır, ahir zaman eyhleri.
Miskin Ahmed nerdesin, Hak yolunda n’idersin?
Böyle nere gidersin ahir zaman eyhleri.
Somuncu baba
Alim ve velî bir zattır. Asıl ismi Hamid’dir."Somuncu Baba" lakabıyla me hurdur.
1349’da Kayseri'de do du. am'a gidip ilim ö rendi. Orada pek çok velînin sohbetlerine
katıldı. Mânevî yol ile Bâyezîd-i Bistâmî'den feyz aldı. Tebrîz yakınlarında Hâce Alâeddîn-i
Erdebîlî’den ilim ö rendi. Tasavvufta üstün derecelere kavu tu. Hâce Erdebîlî, bir gün
Hamid-i velî'ye; "Artık ö rendi in ilmi, insanlara ö retmek üzere Anadolu'ya git" buyurup,
ona izin verdi. Hâce, onu talebeleriyle birlikte, " emseddin-i Tebrizî Makâmı" denilen yere
kadar u urladı. Sonra onu haset edenlerin de bulundu u toplulu a dönerek; "Hamid'in
arkasından bakın. E er dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu'da onun ilminden istifâde
ederler. Bakmazsa, onun ilminden hiç kimse istifâde edemez." buyurdu. Oradakiler merakla
Hamîd'in arkasından bakmaya ba ladılar. Hamid-i velî, gözden kaybolmadan önce iki defa
arkasına baktı. Onu haset edenler, yanlı lıklarını anladılar.
Kayseri'de talebeleri, ondan feyz almaya ba ladı. Talebelerinden ücâ-i Karamânî'ye;
"Ankara'da Numan isminde bir müderris var. Onu buraya dâvet et" buyurdu. O da Ankara'ya
gitti. Müderris Numan; "Bu dâvete icâbet lâzım" diyerek, beraberce Kayseri'ye geldiler.
Bayram günü bulu tukları için, hocası ona "Bayram" lakabını verdi. Müderris, sohbetlerini
dinleyince, onun büyük bir âlim ve velî oldu unu anladı. Hocasından zâhirî ve bâtınî ilimleri
ö renerek kısa zamanda büyük mesâfeler aldı. Hâcı Bayram, kendisini tasavvufa verdi ve bu
yolda yüksek derecelere kavu tu.
Somuncu Baba, Tebrîz'e ve oradan da Anadolu'ya gelip, Bursa'ya yerle ti. Hâcı Bayramı
velî, sık sık Bursa'ya gelip onu ziyâret ederdi. Bursa'da ilmini kimseye söylemedi. Halk
içinde Hak ile olmaya gayret etti. Bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle da dan odun getirir,
onunla ekmek pi irirdi. Somun satarak geçimini sa lardı. Halk, buna "Somuncu Baba" der
ve pi irdi i ekme in lezzetine doyamazdı. Fırını, Ali Pa a Çınarı civârında olup, iki gözlü
idi. Fırının biti i inde de, ibâdet etti i bir odası vardı.
Yıldırım Bayezid han, Bursa'da Ulu Câmiyi yaptırırken, çalı an i çilerin ekmek
ihtiyâcını Somuncu Baba temin etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cuma günü açılı
merâsimi yapıldı. O gün ba ta Yıldırım Bayezid han, damadı Seyyid Emîr Sultan, Molla
Fenârî, ulemadan pek çok kimse Ulu Câmiyi doldurdu. Padi ah, câminin açılı hutbesini
okumak üzere Emîr Sultan'a vazîfe verdi. O da "Sultânım! Zamanın büyük âlimi burada
iken, bizim hutbe okumamız uygun de il. Hutbeyi okumaya lâyık zât udur" diyerek,
Somuncu Baba'yı gösterdi. Somuncu Baba, Padi ahın emri üzerine minbere giderken Emîr
Sultan'ın yanına gelince; "Emîr'im, niçin beni ele verdin?" dedi. O da; "bu i e senden daha
layık olanı yok." dedi. Bu konu maları dinleyen cemaat, Somuncu Baba'nın hutbesini
merakla bekliyordu. Somuncu Baba, hutbede; "Bâzı âlimlerin, Fâtiha-i erîfenin tefsirinde
anlayamadı ı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsirini yapalım" buyurarak, Fâtiha
sûresinin, yedi türlü tefsirini yaptı. Herkes a ırıp kaldı. Molla Fenârî hazretleri; "Somuncu
Baba, önce bizim Fâtiha sûresindeki mü külümüzü halletti. Onun büyüklü üne, bu yedi çe it
tefsir kâfidir." dedi. Namazdan sonra bütün cemaat, Somuncu Baba'nın elini öpmek istedi.
Onların bu arzusunu kıramayıp, kapıda durdu. Caminin üç kapısından çıkan herkes; "Ben
Somuncu Baba'nın elini öptüm." diyordu. Somuncu Baba, Allahü teâlânın izniyle her üç
kapıda da aynı anda bulunarak herkese elini öptürmü tü. Molla Fenârî'nin, ondan aldı ı feyiz
ile yazdı ı tefsirini âlimler çok be enmi , mûteber bir tefsir oldu unu söylemi lerdir.
Somuncu Baba, durumunun anla ılması üzerine, bir sabah erkenden, birkaç talebe ile
yola çıktı. Aksaray'a geldi. 1412’de, bir gün tanıdıkları ile helâlle ti. ki rekat namaz kıldı.
Uzun bir duâdan sonra kelime-i ehadet getirerek vefât etti.
3 Mayıs 2013 Cuma
Silsile-i aliyye-35- Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî
35- Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî
Son asırda yeti en, zahir ve batın ilimlerinde kamil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde
mahir, büyük âlim ve ruh bilgilerinin mütehassısı büyük veli. Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını insanlara anlatan ve kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen büyük âlimlerin otuz
dördüncüsüdür. Babası Seyyid Mustafa Efendidir. 1865 (H. 1281)te Van'ın Ba kale
kazasında do du. 1943 (H. 1362)te Ankara'da vefat etti. Kabirleri Ankara yakınındaki
Ba lum kasabasındadır.
Babası Seyyid Mustafa Efendi ve bütün dedeleri, zamanlarının âlim ve fadılları idiler.
mam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım soyundan olup, seyyid oldukları Irak'taki er'i mahkeme
defterlerinde yazılıdır. Arvasi ailesi, altı yüz seneden beri ilim yaymakla ve en üstün insanlık
meziyetlerinde nümune olmakla tanınmı ve halk arasındaki ayrılıkları gidermekte, milli
birli i sa lamakta büyük vazifeler üstlenmi ve bunları devam ettiregelmi lerdir.
lk tahsilini babasının huzurunda gördü.
Seyyid Abdülhakim Arvâsi hazretleri Nehri'de gördü ü bir rüyâ üzerine tahsiline daha
büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyâyı öyle anlatmaktadır:
Nehri isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını
âilemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsil
etti im zamanlardı. Ramazan ayının on be inci Salı gecesi, rüyâda Allah'ın Resulünü
gördüm. Yüce bir taht üzerinde risâlet makâmında oturmu lardı. O'nun heybet ve celâli
kar ısında deh ete dü mü , yere bakarken, arkamdan bir kimse yava yava sa tarafıma
yana tı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir
zât... Bu zât sa kula ıma i itilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz
meselelerinden bir suâl sordu: "Hayz zamânında bir kadının, câmiye girmesi uygun de ilken,
iki kapılı bir câminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta er'an serbest midir?"
Allah Resulünün heybetlerinden büzülmü tüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet yava ca ve
alçak bir sesle; "Dinin sâhibi hazırdır, buradadır." diye cevap verdim. Maksadım, eriat
sâhibinin huzurunda kimsenin din meselelerine el atamayaca ını anlatmaktı. Resulullah
efendimiz, ses i itilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına ra men cevâbımı duydular.
Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defâ emir buyurdular.
Ertesi gün, ö le namazı vaktinde pederimin câmiye geli yolları üzerinde durdum.
Kendilerine bir eyi arzedece imi hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine
büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din
bilgilerini tebli e memur buyurdular. n âallah âlim olursun! Bütün gücünle çalı ." diyerek
rüyâmı tâbir etti. Babama; "Kâinâtın efendisi huzurunda, bunca din meselesi dururken bana
hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resulullahın
emrinin hikmeti nedir?" diye sordum u cevâbı verdi:
"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru oldu u için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri
bakımından çok yükselece ine i ârettir.
Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ gecelerinden ba ka hiç bir geceyi yorgan
altında geçirdi imi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle u ra ıp insanlık icâbı uykuyu
kitap üzerinde geçirdim. nsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalı tım.
Seyyid Abdülhakim Arvâsi hazretleri, ö rendi i fıkıh, tefsir gibi ilimlerin yanında
kendisini mânevi yoldan yeti tirecek bir rehbere kavu ma arzusu ile yanıyordu. Di er
taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkâri'nin halifesi Seyyid Fehim-i Arvâsi, rüyâsında Allahü teâlânın
Resulünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakim'in terbiyesini sana
ısmarladım." buyurmu tu.
Nihâyet Seyyid AbdülhakimArvâsi, 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehim-i Arvâsi
hazretlerinin huzuruna kavu tu ve hocasından aldı ı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu.
stihârede öyle bir rüyâ gördü:
Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi Seyyid Fehim'e u emri veriyordu:
"Abdülhakimi al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çe melerinde kendi elinle tamâmen yıka!
Sonra ikimize de imâm olsun!.. Seyyid Fehim hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams
çe melerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sa aya ını kendisi için serilmi
olan seccâdeye bırakıyordu.
Bu rüyâ onun talebeli e kabul edildi ine dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece
cevâzımât-ı hams tâbiri idi. Cevâzım cezm'in ço ulu olup kat'i, kesin demektir. Hams yâni
be adedi ise âlem-i emrin, latifenin tasfiyesine i âret oldu u açıktı. Rüyânın ba ka tâbire
muhtaç olmayan açıklı ı ayrı bir ilâhi lütuf ve sonsuz bir ihsândı.
Seyyid AbdülhakimArvâsi, gördü ü bu rüyânın tesiri ile büyük bir a kla ilim tahsil edip,
ilimde ilerledi i gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü
nurlandırdı.
Yüksek tahsilini zamanın en büyük âlim ve evliyası Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin
huzurunda tamamladı. 1300 hicri sene ba ında ilm-i sarf, nahv, mantık, münazara, vad',
beyan, meani, bedi', belagat, kelâm, usul-i fıkh, tefsir, tasavvuf, ulum-i hikemiyye yani
hikmet-i tabi’iyye (fizik, biyoloji), hikmet-i ilahiyye, riyaziyye (yani matematik, geometri),
hey’et (astronomi) gibi zahir ilimlerde icazet (diploma); tasavvufun Nak ibendiyye,
Kadiriyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye ve Çe tiyye yollarından hilafet aldı. Ba kale'de otuz
yıl kadar tedris ve ir ad ile me gul oldu. Yani ders okuttu ve insanlara Allahü teâlânın emir
ve yasaklarını anlattı.
1914 (H. 1332)te Birinci Dünya Harbi çıkıp Ruslar Do u Anadolu'yu i gal edince,
Ba kale'den hicret edip, Irak'a, oradan Adana, Eski ehir ve 1919 (H. 1337)da stanbul'a
geldi. Eyyub Sultan'da önce yazılı medreseye, sonra Gümü suyu Tepesindeki Mürteza
Efendi Dergahına yerle ti ve Ka gari Hanekahı me ihatına tayin olundu. slam halifelerinin
ve Osmanlı Sultanlarının sonuncusu olan Sultan Vahideddin tarafından Medrese-i
mütehassısin denilen lahiyat Fakültesinde tasavvuf müderrisi yani ordinaryüs profesörü
olarak 8 Zilkade 1919 (H. 1337) tarihli ferman ile tayin edildi.
Anadolu'da çarpı an Kuvay-ı Milliyenin galip gelmesi için para, mal ve dua ile yardım
edilmesi, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti te vik ederek çok kimseyi
Anadolu'ya gönderdi. Çok yardım yapılmasına sebep oldu. Uzun zaman ir ad, vaaz ve tedris
ile me gul olup hayatının sonuna do ru zmir'e gönderildi. Zor artlar altında zmir'de
kaldı ı sırada ihtiyarlı ın da verdi i takatsizlikle hastalandı. Ankara'ya getirildi. Ankara'ya
geldikten birkaç gün sonra 27 Kasım 1943 (H. 1362) tarihinde sıkıntılarla dolu dünyadan
ahirete intikal etti. Ankara'nın kuzeyinde bulunan Ba lum nahiyesinde defnolundu. Kabri
ziyaret edilmekte, huzurunda yapılan dualar kabul olunmaktadır.
Seyyid AbdülhakimArvasi vücutça gayet mutedil ve kusursuzdu. Bu day tenliydi. Alnı
geni ve açıktı. Ka ları birer hilal gibi olup, kabarık ince ve ölçülüydü. Nur bakı lı gözleri
iriceydi. Burnu ahenkli ve normalden büyükçeydi. Yüzü zaifçe olup sakalı sıktı. Bedeni iri
yapılı olup, insana mutlak surette hürmet telkin edici bir vakar ve heybeti vardı.
Her hali ve hareketi ile slamiyete uyardı. Çok mütevazi olup; "Ben" dedi i
i itilmemi ti. Çok heybetli ve temkin sahibiydi. Çok misafir severdi. Yardım yapmaktan
ho lanırdı. Ziyaretlere gider, davetlere icabet ederdi.
Seyyid AbdülhakimArvasi din bilgilerinde ve tasavvufun ince marifetlerinde derin bir
derya idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri
sormaya gelir; sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır; sormaya lüzum
kalmadan o bilgi ile doymu olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız
kerametlerini görürdü. Çok mütevazi, pek alçak gönüllüydü. Eyyub Sultan, Fatih, Bayezid,
Bakırköy, Kadıköy, Beyo lu'nda A a Cami-i erifleri kürsilerinde senelerce ilim
ne retmi tir. Vefa Lisesinde ö retmenlik yapmı , Sultan Selim Cami-i erifi yanındaki
Süleymaniyye Medresesinde, tasavvuf müderrisi (profesörü) iken Er-Riyad-üt-Tasavvufiyye
kitabını yazmı tır. Tasavvuf hakkında risale büyüklü ünde müteaddid mektupları vardır.
Mevlid okunmasının ve tesbih kullanmanın ba langıc ve me ruiyeti hakkında bir risale,
Rabıta-i erife Risalesi, Sahabe-i Kiram ve Ecdad-ı Peygamberi risaleleri, slam Hukuku,
Ke kul ve Sefer-i Ahiret isimli eserleri, Arabi, Farisi ve Türkçe iirleri pek kıymetlidir.
Yeti tirdi i seçkin din adamlarının en selahiyyetlisi; çe itli din ve fen kitaplarının yazarı,
eczacı, kimyager ve emekli ö retmen albay Hüseyin Hilmi I ık beyefendidir. 1929'dan 1943
senesine kadar o büyük zattan ders almı , Arabi ve Farisi tercümeler yaparak gençli e
hizmet için çalı mı tır. Türkçe, Arabi, Farisi, Almanca, Fransızca ve ngilizcenin yanında,
ba ka dillerde de çe itli din kitapları ne retmi tir. Bütün ilim ve feyzini, Abdülhakim
Arvasi'den aldı ını eserlerinde belirtmektedir.
25 yıl önceki rüyadaki ahıs
Seyyid Abdülhakim Efendi, 1897 yılında hac vazifesi ile Hicaz'a geldi inde önce
Medine'ye gelip Peygamber efendimizin kabr-i erifini ziyâret etti. Yanında Hacı Ömer
Efendi isimli e raftan bir zât vardı. Onunla berâber bir gece, mübârek Ravza'da ak am
namazından sonra, yüzünü saâdet ebekesine döndürmü , son derece edeb ve hürmet
içerisinde beklerken, sa tarafında oturan Hacı Ömer Efendi kula ına e ilip yava ça:
"Refikam, u anda özür sâhibidir. Peygamber Mescidini ziyârete gelemez. Bâb-üs-
Selâm'dan girerek Peygamber huzurunda bir selâm verip, Bâb-ı Cibril'den çıkmasına er'an
müsâde var mıdır?" dedi.
Seyyid Abdülhakim hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyânın hatırına gelmesi ile korkuyla
sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyâsında gördü ü
ahıs da bu ahıstı. Yava ça:
"Bu suâlin cevâbına mezun olmak öyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak
rüyâda oldu u gibi Resulullah efendimizin huzurunda bulundu undan cevap vermekte
mazur oldu unu bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dı arı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı
ve hem de rüyâyı tafsilâtı ile anlattı.
Sultanın dua ve yardım istemesi
Sultan Vahideddin Han kendilerini çok sever, takdir ederdi ve duâlarını isterdi. Nitekim
Abdülhakim Efendi hazretleri öyle anlattı:
Memleketin i gâl altında bulundu u ve kurtulu sava ının ba ladı ı günlerdi. Be ikta 'ta
Sinanpa a Câmiinde vâz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar
bir bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'uke iletta'âm." yâni "Sultan sana selâm
ediyor ve seni iftara ça ırıyor." dedi. Araba ile saraya gittik. stanbul'un seçilmi vâizleri,
imâmları ça ırılmı tı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selâmı var. Hepinizden
ricâ ediyor. Anadolu'da kâfirlerle çarpı an kuvây-ı milliyenin gâlib gelmesi için duâ etmenizi
ve Anadolu'daki mücâhidlere para ve duâ ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara
katılmaları için milleti te vik etmenizi ricâ ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi
Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.
Bir defâsında da Sultan Vahideddin Han, Ramazân-ı erif ayında Hırka-ı seâdetin
bulundu u odayı ziyâret edecekti. Seyyid Abdülhakim Efendi'yi de dâvet etti. Di er ileri
gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devâmını hizmetlerini gören
akir Efendi öyle nakletmektedir:
Sultan tam Hırka-i seâdetin bulundu u odanın kapısına gelince, Abdülhakim Efendi
nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakı tılar. O isimde birisini
tanımıyorlardı. Arkaya do ru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakim'dir
deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yanyana biri
dünyâ, biri âhiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiyâ Peygamber efendimizin seâdetli
hırkalarının bulundu u odaya girdiler. Berâberce ziyâret ettiler. Çıkınca Sultan bereket
sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmi ler. Ben dı kapıda
Efendi'yi bekliyordum. Geldiler ve ziyâretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi,
bana iki tane verdi. Birisi senindir." deyip birini bana verdiler.
AbdülhakimArvâsi hazretleri siyâsete hiç karı mamı , siyâsi fırkalara ba lanmamı tır.
Bölücülü e kar ıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak
sorduklarında:
"Hükümet, tekkeleri de il, bo mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan
kapatmı lardı." demi tir. Bu muazzam görü , o günlerin umumi mânâda tekke ve dergâh
tipine âit te hislerin en güzelidir.
Kânunlara uymakta çok titiz davranır, konu malarında da bunu tavsiye ederdi.
Abdülhakim Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konu ması, susması, gülmesi,
a laması hep slâmiyete ve Resulullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören
sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yava yerdi.
Yakınları onu otuz senedir kaylule yaparken veya yatarken bir defâ olsun sırt üstü veya sol
tarafına dönüp yatmadı ını söylemi lerdir. Hep sa yanı üzerine yatar, sa elinin içini sa
yana ı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikâmet üzere idi. " stikâmet yâni Allahü teâlânın
be endi i do ru yol üzere olmak kerâmetin üstündedir." sözünü sık sık tekrar ederdi.
Çok mütevâzi, pek alçak gönüllü idi. Ben dedi i hiç i itilmemi ti. slâm âlimlerinin adı
geçti i zaman:
"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gâib olsak aranmayız." Ve, "Bizler
o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz." buyururdu. Halbuki
kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.
Abdülhakim Arvasi'nin kıymetli sözlerinden bazıları:
"Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her
bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her zamanda her memleketde, yani dünya
yaratıldı ı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmi ve gelecek, bütün varlıkların, her
bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan O'nun üstünde de ildir. Bu olamayacak
bir ey de ildir. Diledi ini yapan, her istedi ini yaratan, O'nu böyle yaratmı tır. Hiçbir
insanın O'nu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın O'nu tenkid edecek iktidarı yoktur."
"Hak teâlânın hakimli ini tanıdı ınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalı tı ınız
zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar ba lı karde ler olacaksınız. Sizin o
karde li inizden Allah'ın merhameti neler yaratacaktır. Kavu tu unuz her nimet, hep Hakk'a
imanın hasıl etti i karde li in neticesi ve Allahü teâlânın merhamet ve ihsanıdır.
Gördü ünüz her musibet ve felaket de; hep kızgınlı ın, nefretin ve dü manlı ın neticesidir.
Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır."
"Büyüklerin sözü, sözlerin büyü üdür."
"Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır."
" nsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a kar ı irk ve mü rikliktir. lim ve fen
ilerledi i halde, insanlı ın ufuklarını sarmı olan fesad karanlı ı hep irkin, imansızlı ın,
vahdetsizli in ve sevi mezli in neticesidir. Be eriyet ne kadar u ra ırsa u ra sın, sevip
sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk'ı tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak
teâlâyı hakim bilip, O’na kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevi emez. Hak'dan ve Hak
yolundan ba ka her ne dü ünülse, hepsi ayrılık ve peri anlık yoludur."
"Müslümanların ö renmesi lazım olan bilgilere Ulum-i slamiyye (Müslümanlık
Bilgileri) denir. slam dininin emretti i bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmı tır.
Biri, "ulum-i nakliyye", yani din bilgileri; di eri "ulum-i akliyye" yani fen bilgileridir,
buyurmu tur. Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.
Bunlar da ikiye ayrılır: "Ulum-i aliyye" yani yüksek din bilgileri ve "ulum-i ibtidaiyye"
yani alet ilimleri. slam ilimlerinin ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi
ö renilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anla ılmasına yardım eder. Riyazi
fizik ö renmek, din bilgilerini kuvvetlendirir. Astronomi, aritmetik ve geometri, dine
yardımcı bilgilerdir. Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen uymayan) birkaç
yanlı teori ve hipotezden ba ka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir. lahi fizik
(metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler ö renilince, din
bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana
çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın eri emedi i meselelerin inkâr edilemiyece i anla ılır."
"Kur'an-ı kerimden ve Resul aleyhisselamın hadis-i eriflerinden sonra en kıymetli kitab,
mam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabıdır. Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en
kıymetli fıkıh kitabı, bn-i Abidin'in Dürrül-Muhtar ha iyesidir. afiide Tuhfet-ül-Muhtac
kitabıdır."
" slam dini, Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi
Muhammed aleyhisselama gönderdi i, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesud
olmalarını sa layan, usul ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı eyler, slamiyetin
içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, slamiyet, kendinde toplamı tır.
Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, a ırmayan, akılların kabul edece i
esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaradılı ında kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret
etmez, slamiyetin içinde hiçbir zarar yoktur. slamiyetin dı ında hiçbir menfaat yoktur ve
olamaz."
"Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline dü tü. Dinden, imandan haberi olmayanlara
eyh denildi. Din dü manları da, bu eyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler
karı mı tır, dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, i lerini din sanmak, bunları tasavvuf
büyükleri ile karı tırmak, çok yanlı tır. Dini bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi
olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitablarını okuyup, iyi
anlayabilmek ve bildi ini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din dü manları,
meydanı bo bulup, din adamı ekline girer. Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını
çalarak millet ve memleketi felakete götürürler."
"Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gitti iniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, slamın
vekarını, kıymetini gösterdi iniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız."
"Çe itli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, so uk erbetlerle bedenlerinizi rahat ve ho
tutunuz."
"Allahü teâlâ, her eyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, i yapabilecek
tesir, kuvvet vermi tir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları
diyoruz. Bir i yapmamız, bir eyi elde etmemiz için, bu i in sebeplerine yapı mamız
lazımdır. Mesela bu day hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır.
nsanların bütün hareketleri, i leri, Allahü teâlânın bu adeti içinde meydana gelmektedir.
Allahü teâlâ sevdi i insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı dü manlarını aldatmak için
bunlara, adetini bozarak sebepsiz eyler yaratıyor."
"Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih ederim."
"Namaz, aman namaz, nerede ve ne art altında olursa olsun mutlaka namaz kılın."
“En büyük edeb, ilâhi hududu muhâfazadır, gözetmektir."
"Allahü teâlâya inanan ve güvenen kimse neden mahrumdur. Allah'tan mahrum olan ise
neye mâliktir."
" u stanbul ne garip belde! nsan mümin olmak için de, kâfir olmak için de burada her
vâsıtayı, her imkânı bulabilir."
"Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut içinde otursalar ve sükuttan ba ka bir ey
görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını ke federler, bir bir çıkarırlar."
“Kur'ân-ı kerim ifâdır. Fakat ifâ, suyun geldi i boruya tâbidir. Pis borudan ifâ
gelmez.”
“Gerçek kerâmet, kerâmetin gizlenmesidir. Bunun dı ında görünenler, velinin irâde ve
ihtiyârı ile de ildir. lâhi hikmet öyle gerektiriyor demektir.”
“Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.”
“Ahmaklık, hatâda ısrar etmektir.”
“Din bilgileri, dünyâda ve âhirette, huzuru, seâdeti kazandıran bilgilerdir.”
“Allahü teâlâ diledi ini yapar. ster sebepli ister sebepsiz, diledi i gibi azap veya
lütfeder. Güzel ve do ru onun diledi idir.”
“Allahü teâlâ bize fadlı, ihsânı ile tecelli etsin; bizi fadlı ile korusun! Adliyle tecelli
ederse, yanarız.”
“Riyâ olmasın diye cemâatten kaçanlar ayrı bir riyâ içindedirler.”
“ lim cehli izale eder, yok eder, ahmaklı ı de il.”
“Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, imân eksikli idir.”
Talebelerinden bâzıları o ilim deryâsı büyük veliden u sözleri ve menkıbeleri
nakletmi lerdir.
Kapalıçar ı'dan geçerken kar ılarına tanıdıkları bir dükkancı çıktı. Adam hal hatır
faslından sonra; "Efendim. Duâ edin de Allahü teâlâ ümmet-i Muhammed'i kurtarsın."
deyince, o da cevâben: "Siz bana o ümmeti gösterin. Ben de kurtuldu unu haber vereyim.
Hani nerede o ümmet!" buyurdu.
Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır:
Tahsilimi stanbul'da yaptım. Arabi ve Fârisi'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz
sâhibiydim. Bir gün beni Abdülhakim Arvâsi hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da
söz sâhibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete ba ladı. Hemen
sonra sandalyede oturmaktan hayâ edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmedi im, duymadı ım
eyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekildim. Biraz daha
biraz daha derken nihâyet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dı arı
çıkacak hâle gelmi tim. Ben yıllarca eyhlik postunda oturmu talebeleri olan biriydim.
Seyyid Abdülhakim'i görünce ancak talebe olaca ımı anladım ve talebelerime:
"Seyyid Abdülhakim Efendiyi görünce, tanıyınca eyhli in ne oldu unu anladım,
ete ine yapı maktan ba ka i im kalmadı." dedim. O büyük zâta talebe olmakla ereflendim.
Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını akir Efendi anlatır:
Bir sabah dergâhın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi
beni imâm yaptılar. Mescidin giri kısmı ba tan ba a camekân oldu undan giri teki sofa
eklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem
de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmu tu. Namaz ve duâ bitince, sofaya
geçtik. Gördük ki semâverin etrafında iki çay barda ı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu
kadar barda a lüzum olmadı ını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, u
cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemâat vardı. imdi da ılmı ."
Talebelerinden lyas Efendi anlatır:
Bir gün ya lı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. kinci bir oda
yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçinece im. Bedelini kira parasından vermek üzere,
bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konu uruz dedim. Maksadım, Seyyid
Abdülhakim Efendi'ye gidip danı maktı. kindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular.
"Mü teri geliyor mu?" dediler. "Geliyor." dedim. Fakat sormak için gitti im kadını
unutmu tum. "Sipari veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok." dedim. "Kadın mü terileriniz
oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının i ini
gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.
Bir gün Bâyezid Câmiinde vâz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadı ı hâlde; "Sizden
biriniz, eve gidip, çocu unu çatıya kiremitler üzerine çıkmı , güvercin kovalar görürse,
ba ırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, eker aldım, desin, onu tutup içeri
aldıktan sonra azarlasın." buyurdu. Vâzı dinleyen Akhisarlı bir zât içinden imdi bunun da ne
ilgisi var diye geçirdi. Vâzdan sonra evine gidince baktı ki çocu u evin damına çıkmı ,
kiremitler üzerinde güvercin yakalamak pe inde, nerede ise kenardan dü ecek hâlde. Çocuk
küçük olup üç-dört ya ındaydı. Hemen Abdülhakim Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle
yaptı. Çocuk dü mekten kurtuldu.
Necib Fâzıl Kısakürek anlatır:
Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne
bastı ım gibi, kinci Dünyâ Harbine girmemizin bir an meselesi oldu una kâniim. Bu
meseleyi huzurlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç
ki i ve avukat Mahmud Veziro lu isminde kendisini sevenlerden bir zât... Harbe
sürüklenmek mecburiyetimizi riyâzi bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna
kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihân Harbinde
oldu u gibi pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe
girmedik. Fakat pahalılık, vesika usulü milleti kavurdu. Mahmud Bey, bana bu kerâmeti sık
sık tekrar eder ve; "Müthi , müthi !.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez." ve kimse
vesika usulünü beklemezken "O olacak." buyurmaları büyük kerâmet." derdi.
Fâruk Bey anlatır:
Bundan yıllarca evvel, o lum Nevzad, o zamanlar oturdu umuz apartman katının
balkonundan a a ıya, beton bir zemin üzerine dü tü. Çocu u koma hâlinde bir hastahâneye
dar attık. Ayıldı. Fakat akli melekelerini kaybetmi haldeydi. stanbul'a götürdük. Bütün
mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini
söylediler. Bir rum doktor erken bunama te hisini koydu ve ifâsı yok hükmünü bastı. Bülu
ça ındaki çocu umu, büyük amcası Abdülhakim Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk
tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sâdece;
"Mahzunum, mahzunum!" diye içlenerek i i, Allahü teâlâya havâle ettiler. Kırk gün sonra
Nevzad, hiç bir zaman sâhib olmadı ı maddi ve mânevi bir sıhhate kavu tu. Hukuk
Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DS 'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakim
Efendi, birâderzâdeleri olan Fâruk I ık Efendiyi çok severdi. Birisini medhetmek isteseydi;
"Fâruk hâriç hepimizden iyidir." derdi. Kabri, Abdülhakim Arvâsi'nin ayak ucundadır.
Bâyezid Câmiinde; Erzincan zelzele felâketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ,
zinânın â ikâr oldu u yerlere zelzele ile cezâ verir. Erzincan gibi." buyurmu lar. Kimse o
esnâda bu mânâyı anlayamamı , ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerâmetti,
anlayamadık demi lerdir.
Talebelerinden Tâhir Efendi anlatır:
Abdülhakim Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyânın huzuruna dolu giden bo , bo
giden dolu döner."
Bir gün bana; "Tâhir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, ba kalarına
ver." buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye,
birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakim Efendiyi gördüm. "Tâhir, kitapları
evden çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. ki rekat namaz kıldım. Yine
yattım. Daha uyuyamamı tım. Abdülhakim Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi
saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden
çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için,
kitaplardan uzakla tırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu
seçmi lerdi.
Ne zaman Abdülhakim Efendi hazretlerine gitsem, Ziyâ Bey yanında otururdu. Ziyâ
Beye bir kitap verir, okuturlar ve izâh ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziyâ Beye
kitap okutup, kendileri izâh ediyordu. çimden, benim Arabi ve Fârisim Ziyâ Beyden iyidir.
Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyâda Abdülhakim
Efendinin huzurunda idim. Gene Ziyâ Beye bir kitap vermi ler, okutuyorlardı. Ama Ziyâ
Beyi sarıklı, âlim kıyâfetinde gördüm. Abdülhakim Efendi, Ziyâ Beyi bana gösterip; "Biz,
bo una emek vermeyiz." buyurdular. Uyanınca o dü ünceme çok pi man oldum.
Bir gün Abdülhakim Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakim
Efendiye arz edeyim, evliyâlıkta yükselmek büyük i , bizim küçük gayretimizle elde
edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni
kavu tursunlar diye dü ünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selâm verip
ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; "Tahir, u a aç ne a acıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. " u
nedir?" buyurdu. "Gül" dedim. "Ya Tâhir! Bunların suyu bir, havası bir, topra ı bir de, niçin
boyları farklıdır? Meselâ u çimene ne yapılsa gül a acı olabilir mi, gül de, manolya kadar
büyür mü?" buyurdu. "Hayır efendim." dedim. "Demek ki, farklılık istidadlarından
kâbiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup
tekrar bana baktılar. "Kusurumu ba ı layın efendim." dedim.
Di hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır: Abdülhakim Efendi, arada bir bana,
teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek ö retirdi. Kendi kendime, imdi su olmayan yer yok,
acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefâtından otuz sene sonra,
ellerimde yara çıktı. Hatta bir ba parma ımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın
dediler. Üç sene teyemmümle yâni onların gösterdi i ekilde teyemmüm ederek namaz
kılmak zorunda kaldım.
Hâlid Turhan Bey anlatır:
Bir gün ziyâretlerine gitmi tim. Kütüphânelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana
verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalı tım. Yanlı
okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlı larımı düzelttiler. Sonra; "Türkçeye
çevirin!" buyurdular. Takıldı ım çok ibâreler oldu. Yardım ettiler, hattâ kendileri tercüme
ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. yice anlamı tım. Vefâtlarından yirmi
sene kadar sonra, kütüphâne müdürlü ü için, Ankara'da imtihana girdim. mtihanda elime
bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakim
Efendinin verdi i kitap ve açtıkları sayfa de il mi? Okudum, tercüme ettim. mtihanı
kazandım. Kütüphâne müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık
kerâmetini görünce hüngür hüngür a ladım.
Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, Anadolu'da yeti en büyük velilerden. Merhum
faziletli Seyyid Ahmed Arvasi Beyin babasıdır. 1905 (H.1323) senesinde Yukarı Do u
bayezid'de do du. 1980 (H.1400) senesinde Van'da vefat etti.Babası büyük veli Seyyid
Muhammed Emin hazretleridir. smini Abdülhakim Arvasi hazretleri koymu tur. Daha
do du unda onun teveccühüne ve duasına mazhar olmu tur. Rü diye mezunu idi. Memur
olarak çalı tı. Van Gümrük Müdürlü ünden emekli oldu. Tasavvufta Seyyid Fehim Arvasi
hazretlerinin o lu Seyyid Ma'sum Efendiden Halidi yolunu aldı. A abeyi Seyyid Abdülkadir
Efendi bu yola intisab edince, ona da bu yolun müntesiblerinden olmasını teklif etti. "Daha
gencim ve memurum. Sonra intisab etsem olmaz mı?" deyince, Ma'sum Efendi ona Farisi
olarak u manada bir beyt okudu.
Baharın taze yapra ı sarardı,
Tenceremizin ate i so umakta
Bu beyti söyleyerek daha önceki bir hadiseye i aret edip, vefatlarının yakın oldu unu
hissettirerek bu fırsatı kaçırmamalarını tenbih ve emir buyurmu tu. Bunun üzerine o anda
intisab edip büyükler yoluna girdi. Abdülhakim Efendi bir defasında çok hastalanmı , uçakla
Ankara'ya getirilip, Nümune Hastahanesine yatırılmı tı. Kalb yetmezli i vardı. O lu Ahmed
Efendi Bursa'dan Ankara'ya gidip, babasını gördü. Sanki öbür dünyadan gelen bir hali vardı.
Ahmed Efendi, babasına; "Halin nedir?" diye sual edince, cevaben; "Ben ölüyordum.
Acıyarak beni hayata iade ettiler. Bak anlatayım. Sekerat halindeydim. eytan aleyhillane
geldi. manımı çalmak için, çok korkunç eyler söyledi, aldatıcı telkinlerde bulundu."
deyince, o lu Ahmed Efendi söze girdi ve; "Ne gibi eyler anlat hele!.." dedi. Babası; "Aman
evladım, anlatılmazlar." dedi ve devam etti: " eytanla ba a çıkamıyordum. Çok sıkıntıda
idim. Sonsuz felaketimi dü ünürken, birden aklıma, Ma'sum Efendinin babası eyh Seyyid
Fehim hazretleri geldi. Ya hazret-i eyh Fehim! diye seslendim. Bir berk-i hatif, gizli im ek
gibi yeti tiler. eytanı kovdular ve bana; "Allah'ın lütfu ile sen hayata iade ediliyorsun, iyi
hazırlan da gel!" buyurdular." Bir müddet sonra iyile ti ve memleketine döndü.
Bundan sonra tam bir inziva, fakr ve insanlardan kesilme, a lama, yakarma halini seçti.
Hac ve umreye gitti. Bacakları a rımasına ra men, gece namazlarını hiç bırakmadı.
Hayatında hiç bir namazı kazaya kalmamı tır. Mezkur hastalı ından yedi sene sonra, 2
Haziran 1980 (H.1400)de Van'da vefat etti. Kabri, Akköprü Kabristanında Seyyid Fehim
hazretlerinin o lu, Seyyid Nizamüddin Efendinin yanındadır.
Kıymetli o lu Seyyid Ahmed Efendi öyle anlatmı tır: "Babamın mezarında karde im
Haluk ve e i Sündüs Hanım Yasin-i erif okurlarken, kalabalık bir saka ku u grubu, kabrin
üzerindeki a aç dalına konmu ve Yasin-i erif bitinceye kadar topluca ötü mü ler ve tilavet
kesilince uçup gitmi lerdir. Bu durumu gören Sündüs Hanım; "Bu ne garib hadise, böylesini
hiç görmemi tim." deyip, hüngür hüngür a lamı tır."
Bu aileden böyle harika ve garib hallerin görüldü ü etrafa yayılmı tı. Bir gün a zı
e rilen bir asker gelir ve ifa bulması için dua istemeye geldi ini bildirir. Evde erkek
olmadı ından ekmek pi irmekle me gul olan Seyyid Abdülhakim Efendinin hanımı askere,
evde erkek yok ama al u ekmekten ye ve yüzüne sür. n aallah iyi olursun buyurur. Asker,
dedi ini yapar ve hemen iyile ir. Diyarbakırlı olan bu asker, ondan sonra bu aile ile hiç
irtibatı kesmemi tir. Seyyid Abdülhakim Efendi ve e i hac yolculu unda ona u radıklarında,
asker buna çok sevinmi ve makbul hizmetlerde bulunmu tur.
Seyyid Abdülhakim Efendinin Asiye ve Vasfiye adında iki kızı ve dört o lu vardır.
O ulları Seyyid Ahmed Arvasi, Emin Tahir Arvas, Halid Beka ve Abdülaziz Haluk
efendilerdir.
GERÇEKLE EN RÜYA
O lu Ahmed Arvasi Efendi öyle anlatmı tır: "Babamın hali güzel, yolu istikamet idi.
Bu bakımdan rüyaları sadıktı.Mesela ben 1952'de Konya'nın Bey ehir kazası Do anbey
nahiyesine ilkokul ö retmeni olarak tayin olunmu tum. Vasıta çok azdı. Erzurum'a gitmek
için bir kamyona bindim. Kamyon telefon direkleri ile yüklüydü. oför mahallinde, oför,
o lu ve ben vardım. Van Erci yolundan Erzurum'a gidecekti. O sabah arabaya binmeden,
babam beni bir kenara çekti ve; "Her ne kadar bizim rüyalara itibar edilmese de, baba efkati
zorlaması ile bu gece gördü üm rüyayı sana anlatmak zorundayım. Bindi in bu araba,
rüyada Erci 'i geçtikten sonra, ilk tahta köprüye girince, köprü çöktü, araba dü erken,
köprünün ortasındaki direklerden biri üzerine takılıp kaldı. Onun için sen oraya yakla tı ında
arabayı durdur ve in!" Ben de peki dedim. Hadise aynen cereyan etti. Köprü ba ına gelince,
oföre bir dakika dur, ihtiyacım var, siz kar ıya geçin, ben gelirim dedim. ndim. Gerçekten
araba köprünün üstüne varınca, köprü büyük bir gürültü ile çöktü ve rüyada görüldü ü gibi
bir direk tarafından muvazenede kaldı. Sallanıp duruyordu. Direkleri indirip köprü yapıldı.
Kar ıya geçildi ve direkleri tekrar arabaya koyup yola devam ettik. oför bana; "Sen kaza
olaca ını nereden bildin de indin?" deyince, babamın rüyasını ve vasiyetini anlattım. Hayret
etti ve bana çok hürmet ve itibar eyledi."
Silsile-i aliyye-34- Seyyid Fehîm-i Arvâsî
34- Seyyid Fehîm-i Arvâsî
Seyyid Fehim-i Arvasi hazretleri, Do u Anadolu'da yeti en büyük velîlerden. Silsile-i
aliyye adı verilen büyük evliyânın otuz üçüncüsüdür. Osmanlı Devletinin son devirlerinde
ya amı tır. Seyyiddir. "Hazret-i eyh" ve "Allâme" lakapları vardır. "Arvâsî" denmekle
me hûr olmu tur. Babası, Seyyid Abdülhamîd Arvâsî'dir. Annesi aynı âilenin Do ubâyezid
kolundan SeyyidHacı brâhim Efendinin kızı Seyyide Emine Hanımdır. 1825 (H.1241)
senesinde Van'ın Bahçesaray (Müküs) ilçesine ba lı Arvas (Do anyayla) köyünde do du.
1895 (H.1313) senesinde aynı köyde vefât etti. Kabri oradadır ve sevenleri tarafından ziyâret
edilmektedir.
Temiz ve asîl âilesi Anadolu'nun do u vilâyetlerinin ilim, irfân ve güzel ahlâk
vasıflarının timsâli (sembolü) idi. Zamanlarının âlimi, fazîlet örne i olan dedeleri Kâdirî ve
Çe tî yollarına mensûb idiler. Babası, Arvas'ın tekke, zâviye ve medresesinin sevk ve
idâresini yürütürdü. Seyyid Fehim, küçük ya ta babası Seyyid Abdülhamîd Efendiyi
kaybetti. AnnesiSeyyide Emine Hanım, zâhide, takvâ ve verâ sâhibi sâlihâ bir hanım idi.
Pekçok kadın hizmetçileri oldu u halde ilim talebesinin elbisesini kendisi eliyle yıkar ve
yardım ederdi.
Küçük ya tan îtibâren ilim ö renmeye ba layan Seyyid Fehîm, kısa zamanda Kur'ân-ı
kerîmi hatm ve hıfzetti. Sonra dedelerinin kurdu u ve öteden beri ilim yayan büyük âlimler
yeti tiren Arvas Medresesi ile Müküs'teki Mîr Hasan Velî Medresesinde temel dînî bilgileri
ve Arabî âlet ilimlerini okudu. Kısa bir müddet ilim tahsîline ara verdi.
Sonra Cizre'ye gidip Mevlânâ Hâlid-i Ba dâdî hazretlerinin halîfelerinden eyh Hâlid-i
Cezerî'nin ders halkasına dâhil oldu. Kısa zamanda emsallerini geçip ilimde ilerledi. Dînî
ilimleri ve zamânın fen bilgilerini ö rendi.
Seyyid Fehim, Cezire'de ilim tahsîli ile me gûl oldu u sırada, amcao lu Seyyid
Sıbgatullah Efendi de Cezire'ye gelip, Mevlânâ Hâlid-i Ba dâdî hazretlerinin talebelerinden
eyh Sâlih Sibkî hazretlerinden ilim ö rendi. Cezire dönü ünde Van'a u radı. Van'da
bulundu u günlerde büyük velî Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretleri de Nehrî'den Van'a
gelmi ti. Seyyid Tâhâ hazretlerinin en seçkin eshâbından olan amcası Seyyid Muhammed
Efendi, Seyyid Sıbgatullah Efendiye, Seyyid Tâhâ-yıHakkârî hazretlerine talebe olmasını
tavsiye etti. Seyyid Tâhâ'ya talebe olan Seyyid Sıbgatullah, onun hizmetinde ve sohbetinde
bulunarak, tasavvuf yolunda ilerledi. Kısa zamanda olgunla arak insanlara slâmiyetin emir
ve yasaklarını anlatmak husûsunda icâzet, diploma ve hilâfet aldı. Van vâlisi ve halkı Van'da
kalmasını ısrarla istediler. Fakat o; "Nehri'ye gidiyorum. Seyid Tâhâ hazretleri uygun
görürlerse burada kalırım." buyurdu. Van'da kalmak istedi ini Seyyid Tâhâ hazretlerine
arzedince, buyurdu ki: "Yok Molla Sıbgatullah! Van halkı dûn-himmettir (eksik, kısa
himmetlidir). Van'ın fethi benim ve senin elinde olmaz. Mükâ efe âleminden mâlûmata göre
sizin sülâlenizden, yâni Arvâsî hanedânından, ilim ve irfânı ile tanınmı , Allah bilir ama
onun [Seyyid Fehimi kasdediyor] vâsıtasıyla, Van'ın ir âdı geçici olarak mümkündür. O
zâtın hayatta olup olmadı ını bilmiyorum." buyurdu. Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri;
"O zât amcamın o ludur. Cezire'de ilim tahsîli ile me gûl, ilim ve irfânla me hûrdur." dedi.
Seyyid Tâhâ; "Bir ba ka geli inde o zâtı muhakkak bana getir." diye emir buyurdu.
Seyyid Sıbgatullah hazretleri, hocasını ikinci defâ ziyârete geli inde, genç ya taki
Seyyid FehimArvâsî'yi de Nehri'ye getirdi. Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna gidip
sohbetiyle ereflendiler. Kalma zamânı bitip ayrılacakları sırada, Seyyid Sıbgatullah ve
yanındakiler Seyyid Tâhâ hazretlerinin elini öpüp izin aldıktan sonra, sıra Seyyid Fehime
gelince, Seyyid Sıbgatullah geride kaldı ını görüp, Seyyid Tâhâ hazretlerinden onun için de
izin istedi. Fakat Seyyid Tâhâ hazretleri, Seyyid Fehim'in kalmasını münâsip gördü ve; "O
burada kalsın." buyurdu. Seyyid Tâhâ'nın hizmetinde kalan Seyyid Fehim, kısa sürede
kemâle geldi. Seyyid Tâhâ hazretleri onun hakkında; "Ba kalarının altı ayda aldı ı mesâfeyi,
Seyyid Fehim yirmi dört saatte aldı." buyurdu.
Seyyid Tâhâ hazretleri bir gün Câmi-i erîfin duvarına dayanarak Seyyid Fehim
hazretlerine i âret ederek yanına ça ırdı. O da yanına gelince; "Çok zekîsin, ilme istekli ve
kâbiliyetlisin. Muhakkak Mutavvel kitabını okumalısın." buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri;
"Kitabım yok. Bizim taraflarda Mutavvel okunmaz." diye arz edince, kendi kitabını hediye
etti.Mu 'un Bulanık kazâsının Âbirî köyünde MollaResûl Sibkî ismindeki büyük âlime gidip
okumasını tavsiye buyurdu. Huzûrundan ayrılırken; "Sen zekî ve tedkik edici bir ilim
tâlibisin. Suâllerine hocalar tatmin edici cevap veremezler ve rahatsız olurlar. Derslerin
tâkibi esnâsında bir zorlukla kar ıla ırsan, onları rahatsız etme. Elini gö süne koy ve beni
hatırla. n âallah derhal mü kilini hallederim." buyurdu.
Hocasının elini öpüp duâsını alan Seyyid Fehim Arvâsî, Mutavvel okumak üzere
zamânın Do u Anadolu'daki en büyük âlimlerinden olan Molla Resûl Sibkî'nin huzûruna
vardı. Molla Resûl; "Ben Arvas âilesinden birisine ders okutmak arzusundaydım. Çünkü,
Arvas'ta MollaResûl Zekî'den okudum. O âileden gelen bu zâtta zekâ eseri göremiyorum.
Hayret o âilenin fertleri çok zekî olurlardı." dedi. Seyyid Fehim Arvâsî, Molla Resûl'den ders
almaya ba ladı. Fakat Seyyid Tâhâ hazretlerinin tavsiyesine uyarak ders esnâsında suâl
sormamaya dikkat ediyordu. Hattâ Molla Resûl, Seyyid Fehim'in talebelerinden Molla
Hâlid'e; "Senin hocan suâl sormuyor. Zekâsız mıdır, yoksa utanıyor mu?" diye sordu. Molla
Hâlid de; "Evet ben ba langıçtan beri bu zâtın yanında okuyordum. Bir zaman hocalarına
çok suâl sorar, hocalar ona cevap vermekten âciz kalırlardı. Fakat Nehri'den döndükten sonra
ne hikmetse suâl sormayı terk etti. lim ö renmedeki kâbiliyetine gelince: "Kusura
bakmayın, bendeniz onun sizden yüksek oldu unu tahmin ederim." diye arz etti.
Bir gün Molla Resûl'den Mutavvel'i okurken hocasına; "Burayı anlayamadım." dedi.
Molla Resûl tekrar anlattı. Fakat Seyyid Fehim-i Arvâsî yine anlayamadı ını söyledi. Molla
Resûl cümleyi birkaç defa okuduktan sonra; "Bugün yoruldum, yarın anlatırım." dedi.Ertesi
gün okudu fakat yine açıklayamadı. O gece Molla Resûl de, Seyyid Fehim de dü ündüler.
Üçüncü gün aynı yere gelince, Molla Resûl oradaki inceli i yine açıklayamadı. O sırada
Seyyid Fehim hocası Seyyid Tâhâ hazretlerinin; "Ders okurken anlayamadı ın yer olursa,
beni hatırla." sözünü hatırladı. Molla Resûl dersi mütâlaa etmekle me gûlken, Seyyid Fehim
gözlerini kapayıp, mür idi Seyyid Tâhâ hazretlerini gözünün önüne getirdi. Seyyid Tâhâ
elinde bir kitab ile göründü. Kitabı Seyyid Fehim'in önüne açtı. Mutavvel'in o sayfasıydı. O
satırları açık olarak okudu. Seyyid Fehim merakla dikkat ediyordu. O cümlenin arasında bir
atıf vavı (ve harfi) fazla okudu. Seyyid Tâhâ hazretleri kaybolunca, Seyyid Fehim gözlerini
açtı. Molla Resûl'ün o satırları okuyup dü ünmekte oldu unu gördü. Molla Resûl'den izin
isteyip, hocasından duydu u gibi bir (ve) ekleyerek okudu. Molla Resûl bunu i itince;
"Mânâ imdi anla ıldı." dedi. kisi de iyice anlamı tı. Molla Resûl; "Bu satırları yirmi
senedir okudum, anlattım. Fakat hep anlamadan anlatırdım. imdi iyi anladım. Söyle
bakalım bunu do ru okumak senin i in de il. Ben senelerce bunu anlayamadım. Sen nasıl
anladın? Bu (ve)yi okudun, mânâ düzeldi." dedi. Seyyid Fehim, mür idi Seyyid Tâhâ
hazretlerini hatırlayıp yardım istedi ini söyledi. Mür idinden nasıl ö rendi ini anlattı. Molla
Resûl; "Îmândan sonra küfür yoktur." diyerek kitabı kapattı. Seyyid Fehim ile birlikte
Nehrî'nin yolunu tuttular. Onlar yolda iken Seyyid Tâhâ hazretleri; "Hazret-i Seyyid Fehim
güzel bir hediye ile geliyor." buyurdu. Kısa bir müddet sonra Seyyid Fehim'le birlikte gelen
MollaResûl de Seyyid Tâhâ hazretlerinin sohbetine kavu up, talebelerinden oldu. Onun
huzûrunda mânevî olgunlu a eri ip, zâhirî ilimlerde oldu u gibi, tasavvuf ilminde de yeti ti.
Seyyid Tâhâ hazretleri Molla Resûl'e hilâfet vererek insanlara slâmiyetin emir ve
yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi.
Hocası ve mür idi Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna tekrar dönen Seyyid Fehim, onun
hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Seyyid Tâhâ hazretlerine olan muhabbet ve ba lılı ı
sebebiyle onun yattı ı odanın dı tarafında pencereye yüzünü döner ve sabahlara kadar
ayakta durup, onun güne gibi nûr saçan feyizlerinden istifâdeye çalı ırdı. Hattâ bir
defâsında bununla yetinmeyip, so uk bir gecede iddetli kar ya arken, kapının dı ında
uzandı. Mübârek ba ını kapının e i ine koyarak yattı. iddetli ya an kar, mübârek vücûdunu
örttü. Fakat muhabbetle yanan kalbi ile kar altında çe it çe it feyz ve bereketlere kavu tu.
Seyyid Tâhâ hazretleri teheccüd namazını kılmak için mescide gitmek üzere kapıyı açtı.
Aya ını kapıdan dı arı atınca, Seyyid Fehim'in sırtına bastı. Seyyid Fehim hemen aya a
kalkıp edeple mür idinin kar ısında durdu. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Yeter Molla Fehim.
Benim kanâatime göre bugün ilimde bir ummânsınız. Seyyid erîf Cürcânî hazretlerinden
sonra ilimde seyyidlerin yüzünü siz güldürdünüz. Bu ilmi bu kadar yere sermeyiniz."
buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri ise; "Bu ilimden bütün istifâdem, hazretinizin bir nazarıyla
olana yeti ememi tir. Bendeniz menfaatimi arıyorum." diye cevap verdi. Bunun üzerine
Seyyid Tâhâ hazretleri onu kucakladı, gecenin karanlı ında cihânı aydınlatacak mânevî
nûrları ihsân etti. Elini tutarak berâber mescide gittiler.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin hizmet ve sohbetinde tasavvuf yolunun en yüksek derecelerine
kavu an Seyyid Fehim "kuddise sirruh" , büyük bir velî oldu. Mutlak hilâfetle ereflenme
zamânı gelince, üstadı Seyyid Tâhâ onu huzûruna ça ırdı ve insanlara slâmiyetin emir ve
yasaklarını anlatmak, onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtulu a kavu malarına vesîle
olmakla vazîfelendirdi. Fakat Seyyid Fehim; "Bu bir a ır yüktür. Ben bunu kaldıramam.
Hem de buna lâyık de ilim." deyip çekingen davrandı. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Bu bir emr-i
ihtiyârî, iste e ba lı bir i de il, emr-i zarûrî olup, mecbûrî i tir." buyurdu. Memleketi olan
Arvas'a gitmesini emretti. Yola çıkaca ı zaman tekrar huzûruna ça ırdı, kitapların içindeki
mektuplarını kendisine göstererek; "Bu ihlâs ve muhabbet sizin de il midir? Neden imtinâ
ediyorsunuz. Yemin ederim ki sizin hilâfetiniz, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem
efendimiz tarafından tasdik buyrulmu ve bütün sâdât-ı kirâm büyükler tasdik buyurmu , ben
de tasdik etmek zorundayım. Siz de kabûl etmek mecbûriyetindesiniz." buyurdu.
Kanâat, tevekkül, zühd, muhabbet, rızâ ve teslimiyette çok yüksek bir mür id-i kâmil
olan ve; "Seyyid Tâhâ'yı gördüm, tarîkat ve hakîkatin ne oldu unu ö rendim." buyuran
Seyyid Fehim hazretleri, hocasının emrine uyarak Arvas'a döndü. Arvas Medresesini
yeniden îmâr ederek talebelere ilim ö retti. Ayrıca, Nak ibendiyye yolunun esaslarını
anlatarak insanların saâdetine çalı tı. slâmiyetin emir ve yasaklarından kıl kadar
ayrılmaksızın vazîfesine devâm etti. Her zaman âfet kabûl etti i öhretten kaçındı. Arvas
Medresesinde en az elli talebeye ders verip Madde-i Kübrâ adlı eseri okuturdu. Seyyid
Muhammed Emin, Seyyid Abdülhakîm, Halîfe Dervi , Halîfe Ali, Molla Abdülcelîl ve eyh
Resûl gibi büyükler onun yeti tirdi i âlim ve velîlerdendir. Ondan ilim tahsîl edip, mezun
olanlar Van ve havâlisinde Reîsü'l-müderrisîn ünvânıyla anıldılar. Seyyid Fehim
hazretlerinin ilim ve mârifetteki üstünlü ü kısa zamanda her tarafa yayıldı.
Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Tâhâ hazretlerini, ders talebesi gibi her yıl,
Arvas'dan Nehrî'ye gelerek, ziyâret ederdi. Vefâtından sonra, yerine geçen birâderi Seyyid
Muhammed Sâlih hazretlerini de ziyâret edip, sohbetlerinde bulundu. Zîrâ Seyyid
Muhammed Sâlih hazretleri Seyyid Fehim hazretlerinin sohbette üstâdıydı.
Üstâdının vefâtından sonra daha da tanınan Seyyid Fehim hazretleri, ilim ve fazîlette
iyice me hûr oldu. Mısır, Irak, Suriye ve bu havâlide halledilemeyen meseleler ona
getirildi.Çözülemez gibi görülen mü kil meseleleri hallederdi. Onun sohbetinde bulunmak
üzere Arvas'a giden kimseler dünyâdan habersiz, nefsin ve eytanın errinden emniyette
olup, muhabbet deryasına daldılar. Ondan feyz alıp, yüksek derecelere kavu tular. Sohbet ve
dersleriyle pek çok insanın do ru yola kavu masına vesîle oldular. Böylece, Do u Anadolu
halkının Sünnî kalmasını, iîli in ve mezheb ayrılı ının yöreye girmemesini temin ederek,
millî birli e çok hizmet etti. Doksanüç Harbinde Ruslara kar ı Do u Bâyezîd Cephesine
gidip büyük kahramanlıklar ve muvaffakiyetler gösterdiler.
Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Tâhâ hazretlerinin vefâtından sonra onun emir ve
tavsiyelerine sıkı sıkıya uydu. Senede iki defâ Van'a te rif ederek halka slâmiyetin emir ve
yasaklarını anlattı. Onların dünyâda ve âhirette saâdete, mutlulu a kavu maları için çalı tı.
Vâz ve sohbetleriyle Van halkının slâmiyete ba lılı ı ve bu husustaki öhreti arttı.
"Dünyâda Van, âhirette îmân." sözü insanlar arasında yaygın olarak söylenmeye ba landı.
Seyyid Fehim hazretlerinin Van'a geli lerinde büyük bir kalabalık ve izdiham olurdu.
Zamânın vâlisi, askerî ve mülkî erkânı onu ziyâret ederek, sohbetlerinden istifâde ederler,
varsa mü kil meselelerini sorup cevaplarını alırlardı. Maddî ve mânevî bütün emirleri yerine
getirilir, herkes ona saygı ve hürmette kusur etmezdi. Böylece hocası Seyyid Tâhâ'nın
seneler önce buyurdu u; "Van'ın fethi Arvâsî hânedânından, ilim ve irfânı ile tanınmı bir
zâtın vâsıtasıyla muvakkaten (geçici olarak) mümkündür." sözünün hükmü kerâmet olarak
ortaya çıkmı tı.
Seyyid Fehim hazretleri Van'a geldi i zaman umûmiyetle mahkeme ba kâtibi Ahmed
Beyin evinde misâfir olurdu. Bir geceAhmed Beyin evinden çıkıp (Hacı Bekir kı lası diye
hizmet gören bir askerî kı la yaptıran) Hacı Bekir isminde Van'ın ileri gelenlerinden birinin
evine misâfir oldu. Birkaç gün Hacı Bekir'in evinde kaldı. Hacı Bekir, Allahü teâlânın
emriyle kızı Gülizâr Hanımı, Seyyid Fehim hazretlerine nikahladı. Bir sohbet
sırasındaSeyyid Fehim hazretlerine dedi ki: " eyhim size burada bir ev yaptırmam lâzım
oldu." Seyyid Fehim hazretleri; "Ey Hacı Bekir! Bir eyi noksan söylediniz. Yanında bir de
câmi yaptırın." buyurdu. Hacı Bekir A a bu söz üzerine yaptırdı ı evin yanına âbâniye
Câmiini yaptırdı. Sonraları Seyyid Fehim hazretleri, Van'a te riflerinde kayınpederinin
yaptırdı ı bu evde kalırdı. nsanlara slâmiyetin emir ve yasaklarını âbâniye Câmiinde
anlattı. Her sene iki üç ay Van'da kaldı ı müddet içinde pekçok kimsenin hidâyete
kavu masına vesîle oldu. Sonra bu câminin yanına bir de medrese yaptırıldı.
Seyyid Fehim hazretlerinin ders verdi i ve vâz etti i âbâniye Külliyesi, Arvas'a
benzeyen ilim ve irfân yuvası bir makamdı. Bu medresede çok âlim ve velî yeti mi ti. Sofu
Baba orada yeti en zâtlardandı. Sonraki devirlerde de ilim ve irfân kayna ı olmaya devâm
eden bu medreseden, Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin o lu Ahmed Mekkî Efendi ve karde i
o lu Cemâl Efendiler de yeti ti. Bu mekanlar imdi harâbe halde bulunmaktadır.
lim, fazîlet ve güzel ahlâkta zamânının bir tânesi olan Seyyid Fehim hazretleri,
slâmiyetin emirlerine ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine titizlikle uyardı. Onu
sevenler namazlarını mutlaka câmide cemâatle kılarlardı. Onun en büyük kerâmeti,
slâmiyetin emir ve yasaklarına tam uyması, kendisinden sonra vazîfesini devâm ettirecek
olan Seyid Abdülhakîm gibi âlim ve velî bir zâtı yeti tirmesiydi. Bunlardan ba ka pekçok
kerâmetleri görülmü tür.
Seyyid Fehim hazretleri bir defâsında talebeleriyle Van Gölü kıyısında giderken, göldeki
Ahtamar Adasında bulunan Ermeni kilisesinden bir papaz çıkarak su üstünde yürümeye
ba lar. Talebeler bunu görünce, bâzılarının hatırına; "Allah'ın dü manı dedi imiz papaz, su
üzerinde yürüyor da, evliyânın büyü ü, Allahü teâlânın sevdi i, seçti i kulu bildi imiz,
Seyyid hazretleri acabâ neden yürümez ve kıyıdan dola ır" diye gelir. Seyyid Fehim, bu
dü ünceyi anlayıp, mübârek ayaklarındaki nalınları ellerine alıp, birbirine çarpar. Nalınları
çarptıkça papaz suya batar. Bo azına kadar gelince, bir daha çarpar. Papaz, batar ve bo ulur.
Sonra, böyle dü ünen talebesine dönerek; "O, sihir yaparak, su üstünde gidiyor, böylece
sizin îmânınızı bozmak istiyordu. Nalınları çarpınca sihri bozulup battı. Müslümanlar sihir
yapmaz. Allahü teâlâdan kerâmet istemekten de hayâ ederler." buyurdu. Kerâmeti ile
papazın sihrini bozdu. Bu kerâmet, Abdurrahmân Arvâsî hazretleriyle ilgili olarak da
anlatılmaktadır.
stanbul'da, Ka ıthâne'de sabun fabrikası olan Rıfat Beyin babası Abdülvehhâb Efendi
1963'te vefât etti. Vefâtından birkaç sene evvel dedi ki: "Erzurum'da medrese tahsîlini
bitirmi tim. Daha okumak istedim. Aradı ım büyük âlimin Bitlis'te Abdülcelîl Efendi
oldu unu söylediler. Bitlis'e gittim. Kendisini aradım. Van'a gitti, yakında gelir, bekle
dediler. Sabredemedim, Van'a gittim. Sordu umda; "Müks eyhi Seyyid Fehim hazretleri
Van'a geldi. âbâniye Câmiinde, onun yanındadır." dediler. Oraya gittim. Hem de büyük
âlim Abdülcelîl Efendi, kürsüye çıkmı , herkes onu dinleyip istifâde etmektedir, diye
dü ünüyordum. Câmiye girdim. Herkes ba ını e mi , edeple oturuyordu. Kar ıda nûr gibi,
tatlı bakı lı bir zât vardı. Herkes buna kar ı saygı ile dönmü tü. Abdülcelîl Efendi, her hâlde
kar ıdaki heybetli, tesirli zâttır, diyordum. Fakat, soracak kimse yoktu. Herkes, boynunu
bükmü önüne bakıyordu. Ansızın, önüme bir genç geldi. "Ne arıyorsunuz?" dedi.
"Abdülcelîl Efendi hazretlerini arıyorum." dedim. " te budur." diyerek, en geri sırada
boynunu bükmü edeple oturan birini gösterdi. " stersen sen de otur." dedi. "Kar ıda oturan
kimdir?" dedim. "Seyyid Fehim hazretleridir." dedi. Nice zaman sonra, bu gencin, Seyyid
Abdülhakîm Efendi oldu unu anladım. Biraz sonra ezan okundu. Sünnetler kılındı. Seyyid
Fehim hazretleri imâm oldu. Safları düzelttik. mâmla birlikte tekbir getirirken, bütün
cemâat, elektrik çarpan kimse gibi titremeye ba ladık. imdi altmı sene oluyor. mâmın o
tekbir sesi hâtırıma geldikçe, titriyorum. Kalbimde, o gün oldu u gibi, bir hal oluyor."
Endis köyünden Hacı Abdullah ismine bir kimse hacca gitmi ti. Hac ibâdeti esnâsında
cebindeki paralarını kaybetti. Üç ay müddetle müslümanların yardımıyla idâre etti. Bir gün,
içinde bulundu u sıkıntılı hâli dü ünerek Mekke-i mükerremenin sokaklarında yürürken,
birden meyve a açları, çiçekleri, akan suları ve ortasında çok güzel ve süslü bir câmi
bulunan bir makam gördü. Câminin kapısında güzel simâlı bir zât oturuyordu. Kendi
kendine dü ündü. "Yâ Rabbî! Mekke-i mükerremede böyle ba , bahçe ve akan sular yoktur.
Bu gördü üm hayal midir, rüyâ mıdır?" deyip, câminin kapısında duran zâta gitti. Selâm
verdi. O zât selâmını aldı ve; "Merhaba, ho geldin, sefâ geldin ey hacı!" dedi. Hacı
Abdullah Efendi hayretini o zâta bildirdi. O zât; "Burası mânevî bir makamdır. Evliyâya
mahsustur. Cumâ günü ikindi namazlarını bu mübârek mâbedde kılarlar." dedi. Hacı
Abdullah Efendi; " mâmları kimdir?" diye sordu. O zât; "Herhalde tanırsınız. Seyyid Fehimi
Arvâsî hazretleridir." diye cevap verdi.
Hacı Abdullah Efendi bu söze çok sevindi. Bahçenin bir kenarına çekilip Seyyid Fehim
hazretlerinin gelmesini bekledi. Orada durdu u müddet içinde evliyâ-yı kirâm tek tek, grup
grup geldiler. Câmi tamâmen doldu. Hepsinden sonra Seyyid Fehim hazretleri büyük bir
vekâr ve nâzik bir tavırla geldi. Abdullah Efendi ko up saygıyla ellerini öptü. Sıkıntılı hâlini
arz etti. Seyyid Fehim hazretleri; "Hayâtımda bu sırrı if â etmemek artıyla sâdât-ı kirâmın
(bu yolun büyüklerinin) himmet ve bereketleriyle îcâbına bakarız. E er sırrı if â ederseniz,
gözlerinizden mahrum olursunuz." buyurdu. Câmiye girince bütün velîler aya a kalkıp onu
saygıyla kar ıladılar. Seyyid Fehim hazretleri mihrâba geçerek ikindi namazını kıldırdı.
Sonra güzel sohbetler oldu. Îzâhı mümkün olmayan bir muhabbet, vecd ve evk hâli hâsıl
oldu. Evliyâullah câmiden geldikleri gibi ayrıldılar. En son Seyyid Fehim hazretleri câmiden
çıktılar. Hacı Abdullah Efendi tekrar eteklerine yapı ıp hâlini arzetti. Seyyid Fehim
hazretleri; "Merak etme. n âallah imdi memleketine gidersin. Paran yoktu, nasıl geldin
diyenlere bir tüccar yardım etti geldim, dersin. Tekrar ediyorum bu sırrı if â etme." buyurdu
ve; "Gözlerini kapa!" diye emretti.
Hacı Abdullah Efendi gözlerini kapadı. Rüyâda gibi uçtu unu hissediyordu. Nihâyet
köyünün dı ındaki bir çe menin ba ında oturdu unu gördü. Yava yava köye indi.
Köylüleri ve akrabâları onu kar ıladılar. "Ho geldiniz, haccınız mübârek olsun." dediler.
Evine gidince, köylü, cemâat hâlinde gelip, onun hac intibâlarını sordular. Bu arada;
"Paranızı kaybetti inizi, Mekke-i mükerremede peri an oldu unuzu i ittik. Para temin edip,
yarın Arvas'a gidecek, Seyyid Fehim hazretlerine arz edip, onların emredecekleri bir
vâsıtayla gönderecektik. Elhamdülillah siz geldiniz. Size yardım eden zâttan Allahü teâlâ
râzı olsun." dediler.
Hacı Abdullah Efendi o geceyi evinde geçirdikten sonra ertesi gün kalkıp Arvas'a gitti.
Seyyid Fehim hazretlerinin huzûruna vardı. Yanlarında birkaç talebesi vardı. Selâm verip
ellerini öptü. Seyyid Fehim hazretleri; "Bu sene hacca gitti inizi duydum. Ne zaman
geldiniz?" buyurdu. Abdullah Efendi; "Dün geldim?" diye arzedince; "Niye bu kadar geç
kaldınız, üç ayı geçti." diye sordu. "Paramı kaybettim, Mekke'de parasız kaldım. Sonra bir
tüccar yardım etti, geldim." dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Allah râzı olsun. Dün eve
geldi inize göre, niye bugün buraya geldiniz. Müslümanlar sizi ziyârete gelirler." buyurdu.
Abdullah Efendi; "Sizi temiz iken ziyâret etmek istedim efendim." dedi. "Bu gece kal,
sabahleyin durmadan evine git. Sırrın if âsı, açıklaması hatâdır, hayâtımda if â etme!"
buyurdular. Abdullah Efendi o gece orada kaldıktan sonra ertesi gün evine döndü. Bu
gördüklerini de Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin vefâtından yıllarca sonra anlattı.
Diyarbakır'da adliye müfetti i Mustafa Necâti Bey isminde bir kimse vardı. Vazifeli
olarak Van'ın Müküs kazâsına gitti. Bir bayram günü, bayram namazından sonra kaymakam
ve kazânın ileri gelenleri Seyyid Fehim hazretlerini ziyârete gitmek üzere hazırlandılar.
Mustafa Necâti Bey de onlarla birlikte gitmek istedi. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra
yola çıktılar. Yolculuk esnâsında güzel eylerden bahsedildi. Arvas'ın yakınındaki Kırmızı
Köprüyü geçtikten sonra hepsi de ayrı bir mânevî havaya girdiler. Mustafa Necâti Bey de o
havadan etkilendi. Fakat kendisi içki içti i için heybesinde iki i e içki vardı. Arvas
kabristanının altındaki ta lıkta bu i eleri kimseden habersiz, bir yere sakladı. Arvas'a varıp,
Seyyid Fehim hazretlerini ziyâret ettiler. Hepsi sırasıyla saygıyla elini öptüler. Mustafa
Necâti Bey de ellerini öpüp, tasavvuf yolunda talebesi olmak istedi ini bildirdi. Seyyid
Fehim hazretleri ona; " i e ile tarîkat bir arada olmaz. Git i eleri kır, dök gel, öyle kabûl
edelim." buyurdu. Mustafa Necâti Bey i eleri oraya koydu unu kimsenin görmedi ini
dü ündü. Fakat Allahü teâlâ velî kullarına kerâmetle bildirir diye dü ünerek gitti. i elerden
birini kırdı, di erini de sıkı ırsam kullanırım dedi. Seyyid Fehim hazretlerinin huzûruna
gelince; "Git öbürünü de kır gel!" buyurdular. Mustafa Necâti Bey bu durum keyfî de il,
zarûrîdir. O i eyi oraya isteyerek bırakmadım. Zarûrî kalırsam içerim, diye bıraktım." dedi.
Seyyid Fehim hazretleri; "Haramda zarûret olmaz." buyurdular. Mustafa Necâti Bey gidip o
i eyi de kırdı. Sonra ellerini öptü ve talebeleri arasına girdi. Bundan sonra içki alı kanlı ı
kalmadı. Mustafa Necâti Bey, Seyyid Fehim hazretleri hakkında; "Türkiye'yi hemen hemen
tamâmen, Arabistan'ın bir kısmını gezdim. Her yerde me âyıhtan pek çok kimseyle
kar ıla tım. Bu zât gibi olgun bir ferd görmedim. Peygamber efendimizi ve Eshâb-ı kirâmı
temsil ediyordu. Onlardaki ilim, hilim, yumu aklık, vakar, letâfet ve heybeti hiç kimsede
görmedim." diye anlatır ve a lardı.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin o lu Seyyid Ubeydullah Efendi hacca gitmek istiyordu. Van'a
geldi. Kendi kendine; "Arabistan'da babam Tâhâ-yı Hakkârî hazretlerini tanıyanlar çoktur.
lim sohbetleri olur. Yanımda büyük bir âlimin bulunması zarûrîdir. Buna lâyık ancak
babamın halîfesi Seyyid Fehim hazretleridir." diye dü ünerek onları berâber götürmek üzere
Van'a dâvet etti. Seyyid Fehim hazretleri Van'a gelince; "Üstâdım birlikte hacca gidelim."
dedi. Seyyid Fehim hazretleri özür beyân edip; "Mâlî ve bedenî durumum müsâid de ildir."
buyurdu. Seyyid Ubeydullah Efendi; "Mal ve para i i bana âittir. Bedenî durumunuzla ilgili
olarak Mevlânâ Hâlid-i Ba dâdî hazretlerinin Dîvân'ına bakalım, ne çıkacak" dedi. Dîvân'ın
bâzı sayfalarını açtıkları zaman Medîne-i münevvere ile ilgili beytler çıktı. Bunun üzerine
karar verip birlikte hac yolculu una çıktılar. stanbul'a geçip, Fâtih'teki Re âdiye Oteline
indiler. Onların stanbul'a geldiklerini haber alan zamânın padi âhı Sultan kinci
Abdülhamîd Han, kendilerini saraya dâvet etti. Sarayda misâfir edip, ikrâm ve ihsânlarda
bulundu.
Kendisi velî olan, âlim ve velîlere çok hürmet eden Sultan kinci Abdülhamîd Han,
Seyyid Fehim hazretlerinin sohbetlerinde bulunup, duâsını aldı. On iki gün kadar stanbul'da
misâfir ettikten sonra, Haydarpa a'ya kadar merâsimle, törenle u urladı.
Seyyid Fehim hazretleri ve Seyyid Ubeydullah Efendi vapurla Mısır'a gittiler. Oradaki
âlim ve velîler ile görü üp sohbette bulundular. O devrin önemli ilim merkezlerinden olan
Ezher Medresesinden yeti en âlimler, Seyyid Fehim hazretlerinin ilim ve fazîletteki
üstünlü ünü kabûl ettiler.
Seyyid Fehim hazretleri, hizmetlerinde bulunan Hacı Ömer Efendiyle birlikte Câmi-ül-
Ezher Medresesine gittiler. Bir odaya girdiler. Bu odada oturan bir âlimin etrâfında çok
sayıda kitaplar ve önünde bir kâ ıt oldu u halde oturdu unu gördüler. Âlim, kitaplara
bakıyor fakat önündeki kâ ıda bir ey yazamıyordu. Seyyid Fehim hazretleri kâ ıtta olan
yazıyı bir defâda okuyup ezberledi. Çünkü bir defâ okudu u yazıyı ezberlemek onun
husûsiyetlerindendi. Âlim kimse ba ını kaldırıp; "Sizin okumanız var mıdır?" diye sordu.
Seyyid Fehim hazretleri ilimle bir mikdâr me gûl oldu unu bildirdi. Âlim; "Siz bu kâ ıttaki
yazının mânâsını bilir misiniz?" dedi. "Evet." cevâbını alınca, hayret etti ve; "Hayret!
Câmiü'l-Ezher Medresesi (Üniversitesi) bütün ûbeleri (fakülteleri) ile bir haftadan beri bu
meselenin halli için tâtil edildi. Reîsü'l-ulemâ ba ta olmak üzere bütün âlimler gece-gündüz
çalı maktadır. Bu yazının mânâ ve mefhûmunu anlamaktan âciz kaldı." dedi.Seyyid Fehim
hazretleri; "Basit bir meseledir." buyurunca, âlim daha çok hayret etti.
Seyyid Fehim hazretleri anla ılamayan meseleyi îzâh etmeye ba ladı. Hayretler
vâdisinde dola an âlim, saygıyla kalkıp elini öptükten sonra, hemen kâ ıt kalem alıp Fehim-i
Arvâsî hazretlerinin îzâhını yazdı. Adresini alarak tekrar ellerini öptü ve ayrıldı. Seyyid
Fehim hazretleri de Hacı Ömer Efendiyle birlikte kirâladıkları eve döndü.
Bir müddet sonra Câmiu'l-Ezher Medresesi Reîsü'l-ulemâsının (rektörü) gönderdi i dört
âlim çıkageldi. Reîsü'l-ulemâ tarafından Câmiü'l-Ezhere dâvet edildi ini ifâde ettiler. Seyyid
Fehim hazretleri dâveti kabûl buyurup, gitti. Büyük bir salonda Reîsü'l-ulemâ ba ta olmak
üzere be yüze yakın âlim büyük bir saygı ile kendisini kar ıladılar. Seyyid Fehim
hazretleriyle Reîsü'l-ulemâ yanyana oturdular. Sohbet ba ladı.Reîsü'l-ulemâ, Seyyid Fehim
hazretlerine; "Efendi hazretleri! Tam istenen ekilde açıkladı ınız mesele, Câmiü'l-Ezherce
mü kil ve mânâsı anla ılamayan bir mesele hâline gelmi ti. Cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla bu
mü kilâttan bizleri kurtardınız. Câmiü'l-Ezher size sonsuz ükrân borçludur." dedi.
Birçok mü kil meselelerin halledildi i suâlli cevaplı sohbet, saatlerce devâm etti. Bu
sırada Seyyid Fehim hazretleri, yanındaki Hacı Ömer Efendiden tütün çubu unu
doldurmasını ve yakmasını istedi. Hacı Ömer Efendinin hazırladı ı çubuktan birkaç nefes
çekip yerine koydu. Reîsü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerinden müsâde isteyip; "Birkaç
nefes de ben çekebilir miyim?" dedi. Seyyid Fehim hazretleri müsâde ettikten sonra birkaç
nefes deReîsü'l-ulemâ çekti. Fakat bu sırada salondaki âlimler arasında fısıltılar ba ladı. ki
âlim gelerek Reîsü'l-ulemâ'ya; "Efendim tütün içmenin kesin haram oldu una dâir dört fetvâ
vermi tiniz. imdi içiyorsunuz, hikmeti nedir?" diye sordular. Reîsü'l-ulemâ cevâben;
"Yemin ederim ki bizim ilmimiz bu zâtın ilmi yanında denizde bir damla gibidir. Verâ ve
takvâmız da bu zâtın verâ ve takvâsı yanında yok gibidir. Bu zâta uyarak bugünden sonra
tütün içece im. Demek ki yanılmı ım. Haram de ilmi . Haram ve günah olsaydı, bu zât
a zına koyar mıydı? Siz serbestsiniz. Benden haram oldu unu duyan herkese haram
olmadı ını duyurunuz." dedi.
öhret sâhibi olmaktan kaçınan Seyyid Fehim hazretleri bir an evvel Mısır'dan ayrılmak
istedi. Ancak âlimlerin ve Seyyid Ubeydullah Efendinin ısrarlı istekleri üzerine Mısır
âlimlerinin ve halkının mü kil meselelerini halletmek üzere bir müddet daha kaldı. Orada
bulundu u süre içinde ilim meclislerinde ve sohbetlerinde slâmiyetin emir ve yasaklarını
anlattı. Daha sonra Mısır'dan ayrılarak hac ibâdetini yerine getirmek üzere yanındakilerle
birlikte Mekke-i mükerremeye gitti. Mekke-i mükerremede bulundu u sırada pek çok âlim
ve velî ile görü üp sohbette bulundu. âfiî mezhebi fıkhına dâir ânetü't-Tâlibîn adlı kitabı
te'lif eden eyh Seyyid Ebû Bekr (rahmetullahi aleyh) birçok mü kil meselelerini Seyyid
Fehim hazretlerine sorup cevâbını aldı. Seyyid Ebû Bekr; "Bu mübârek beldede
bulundu unuz müddetçe te rif edin, sizden istifâde edelim." dedi. Bir gün Hacı Ömer
Efendiye gizlice; "Belki Mısır Reîsü'l-ulemâsı bu zâtın derecesinde olabilir. Ondan ba ka
yeryüzünde bu zât gibi bir âlim bulundu una inanmam." dedi. Hacı Ömer Efendi Mısır
Reîsü'l-ulemâsı ile olan görü meyi anlatınca, Seyyid Ebû Bekr; "Allahü teâlâ ona uzun ömür
vermekle bizi nîmetlendirsin. Onun ilminden do rulu undan, takvâsından ve himmetinden
bizleri nasîblendirsin." diye duâ etti.
Seyyid Fehim hazretleri Mekke'de bulundu u sırada mâm-ı Rabbânî hazretlerinin
torunlarından Ahmed Saîd'in o lu Muhammed Mazhâr Müceddîdî ile görü tü. Bu sebeple
o ullarının birinin ismini Mazhar koydu.
Hac vazîfesini îfâ ettikten sonra Medîne-i münevvereye giden Seyyid Fehim-i Arvâsî
hazretleri, sevgiliPeygamberimizin mübârek kabrini ziyâret edip, feyzlerine kavu tu. Sonra
tekrar Arvas'a dönüp ir ada devâm etti.
Hayâtında cemâatsiz namaz kılmadı. On iki ya ından beri gece teheccüd namazını
kaçırmamı tır. Talebelerinden Molla Abdülhakîm veya Molla âbân bulundukları zaman
onlara uyar, bulunmadıkları zaman kendisi imâm olurdu. Mihrâba geçip tekbir aldı ında
elektrik cereyânı gibi kalplere tesir ederdi. Ramazân-ı erîfte teravih namazını hatimle
kılarlar, yâni her rekatte bir sayfa Kur'ân-ı kerîm okunurdu. Terâvih ve duâ biter sahur
sofrası hazırlanırdı. Sahurdan sonra sabah ezânı okunur, namazdan sonra, zikir ve murâkabe
ile me gûl olunurdu. Güne yükseldikten sonra ku luk, namazı kılınır, kaylûle vaktinde iki
saat kadar uyurlardı.
Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve hizmetinde bulunanlar, kendilerini dünyâdan
uzakla mı görürlerdi. Arapça, Farsça, Türkçe ile di er mahalli dilleri bilirdi. Her dildeki
mahâreti emsâlinden üstündü. Arapça konu tu u zaman Mısır Câmiü'l-Ezherinde yeti ti i
sanılırdı. Maddî ve mânevî bütün ilimlerde derin âlim, fesâhat ve belâgatları hârikaydı.
Seyyid Abdülhakîm hazretleri onun vasıflarını u ekilde anlatırdı: "O, her ilimde bir
okyanustu. Derinli ine kimse inemedi. Ancak o lu ve halifesi Seyyid Muhammed Emin
azıcık anlıyordu. Hattâ eyh Sa'dî îrâzî'nin Gülistan'ından bir beyt okudular ve îzâh
buyurdular. Bir mikdârını anlayabildim. Seyyid Muhammed Emin de bir mikdar daha anladı.
Sonra o da anlayamadı. Hülâsa hakîkat ve inceliklerini kimse hakkıyla idrâk edemedi.
Seyyid Fehim hazretleri insanlara slâmiyeti anlattı ı gibi, cin tâifesine de anlatırdı.
Cinlerden dört binden fazla talebesi vardı.
Seyyid Fehim hazretleri bir gece rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Resûlullah
efendimiz ona; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurdu. Bu emir üzerine
Abdülhakîm Efendinin terbiyesine daha çok ihtimâm gösterip, onu tasavvuftaki vilâyet-i
Ahmediyye derecesine ula tırdı.
Seyyid Fehim hazretlerinin önde gelen talebesi Seyyid Abdülhakîm Efendi, onun
sohbetlerinden çok istifâde etmi ti. Bir gece benzeri olmayan bir sohbet oldu. Seyyid
Abdülhakîm bu sohbette dinlediklerini kendisi için yeterli görerek; "Bu sohbet bana yeter,
alabilece im her eyi bu gece aldım." diye dü ündü. Sabah olunca üstâdı kendisinden
ibri ini istedi. Abdülhakîm Efendi ibri i bir elma a acının altında bulunan hocasına götürdü.
Bu sırada hazret-i Seyyid; "Abdülhakîm! Bu a aç ne a acıdır?" diye sordu. "Elma a acıdır
efendim." diye cevap alınca; "Bu a acın bir gövdesi, dalları, dallarında da meyveleri vardır.
imdi bir elmanın içindeki çekirde i yiyen bir kurt, ben bütün elmayı ve elma a acını yedim,
onda olanları aldım dese, do ru olur mu?" buyurdu. Böylece Seyyid Abdülhakîm Efendiye
ak amki dü üncelerinin yanlı oldu unu bildirip, daha çok gayret etmesi gerekti ini i âret
buyurdu.
Hazret-i Seyyid talebelerinin en üstünü olan Seyyid Abdülhakîm Efendiye hilâfetnâme
vermeden be yıl önce, karde lerine yazdı ı mektupta buyurdu ki:
"Sevdi im, kıymetli Seyyid brâhim ve Seyyid Tâhâ. Allahü teâlâ ikinize de selâmet
versin. Size çok duâ ettikten ve selâm eyledikten sonra, bildi iniz gibi karde iniz Seyyid
Molla Abdülhakîm geçen sonbaharda buraya gelmi , ders okumaya ba lamı tı. Bu fakir de
onun dersini gâyet dikkatle ve tahkik ederek anlattım. O da gerek derste, gerek kendi
çalı malarında öylece dikkat ve tahkik eyledi. limden ba ka bir eye bakmasına vakit
bırakmadım. imdi, zamânımızdaki usûle göre kitapları bitirdi. Bu fakir, âlet ilimlerini, fıkıh
ve hadîs ilimlerini okutmak için, üstadlarımdan nasıl mezun olduysam, onu da öyle mezun
eyledim. Sizler artık ona karde gözüyle bakmayınız. lmin erefini gözetmek için ona kar ı
çok tevâzû gösteriniz. Bunları sizin iyili iniz ve yükselmeniz için yazıyorum. Bundan ba ka
ilme tevâzû göstermek, Allahü teâlâya tevâzû etmek demektir. Bu kısa yazımdan çok eyler
anlayınız! Esseyyid Fehim."
Hazret-i Seyyid Abdülhakîm Efendiye 1882 (H.1300) senesinde zâhirî ilimlerde icâzet,
diploma verdi i gibi, 1888 (H.1305) senesinde tasavvufta Nak ibendiyye, Kâdiriyye,
Sühreverdiyye, Çe tiyye ve Kübreviyye yollarından hilâfet de verdi. nsanlara slâmiyetin
emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi. Seyyid Abdülhakîm'e yazdı ı bir mektupta
buyurdu ki: "Sevgili o lum, gözümün nûru Seyyid Molla Abdülhakîm! Size, sonsuz
duâlarımı bildirdikten sonra arz edeyim ki, uzun zamandan beri, sizden haber almadı ım
için, gönlüm çok üzülüyor. Allahü teâlâ her gizli eyleri bilir. O âhiddir ki, kalbim hemen
her zaman seninledir diyebilirim. Beni bu üzüntüden kurtarmak için, görünür görünmez
hallerinizi sık sık bildirmelisiniz! Böylece sevgi ba ları oynatılmı olur. E er o, gözümün
nûru buradaki fakirlerden soracak olursa, Allahü teâlâya hamd ve ükürler olsun!
Bedenimizin ve etrâfımızın râhatı ve selâmeti günden güne artmaktadır. Hak teâlâ, biz
fakirlerin ve bütün karde lerimizin kalplerine selâmet ihsân buyursun! Âmin. eyh
Abdülhamîd'e ve eyh Hasan'a ve Seyyid brâhim'e bu fakîrin duâlarını bildiriniz! Tâhâ
Efendiye ve Mazhar Efendiye duâ ederim. Her kime uygun görürseniz, bu fakîrin duâlarını
bildirmek için, vekilimsiniz. Bundan ba ka, Nehri'de olanların, do ru e ri hepsinin hallerini
yazınız. Ayrıca, Nastûrîlerin ta kınlık yaptıklarını, dört yüz müslüman öldürdüklerini i ittik.
Bunların neler yaptıklarını ve ne için yaptıklarını da bildirmenizi istiyorum. Vesselâm.
Duâcınız günâhkâr Seyyid Fehim."
Ömrünü slâmiyeti ö renmek ve ö retmekle geçiren Seyyid Fehim hazretleri vefâtından
altı ay öncesinden îtibâren sefer hazırlı ına ba lamı tı. Sohbetlerinde her zamankinden daha
çok ölümden bahsediyordu. imdi medfûn bulundu u kabr-i erîfin yerine bakarak, Arvas
kabristanına defnedilenlerin îmanlı oldu u takdirde bütün günâhlarının affedilece ini beyân
buyururlardı.
Ömrünün son günlerine do ru rahatsızlı ı fazlala tı. Bir Cumâ günü hasta haliyle
câmiye gitti. O gün halîfesi ve o lu Seyyid Muhammed Emin Efendi beli ve hazîn bir
hutbe okudu. Câminin arkasındaki çe meye kadar saflar ba lamı olan cemâat bu hutbenin
tesiriyle mahzûn olup, a ladı. Seyyid Fehim hazretleri Cumâ namazını oturarak kıldı. Sonra
da Seyyid Abdülhakîm Efendi, Seyyid Muhammed Emîn Efendi, Halîfe Dervi ve Halîfe Ali
adlı dört halîfesini huzûruna dâvet buyurarak vasiyetlerini öyle bildirdi:
"...Muhammed Emin yerime ikâme edilmi tir. Yâni benim vazîfemi yürütecektir. nce
kalplidir. Bize kar ı sevgisi çok kuvvetli oldu u için benden sonra fazla ya ayaca ını
zannetmiyorum. Ondan sonra Seyyid Abdülhakîm mutlak olarak yerime ikâme
buyrulmu tur. Kendisi, Arvas'ta olsun, Ba kale'de olsun, stanbul'da olsun ona itâat ediniz.
Onun rızâsı benim rızâmdır. Ona muhâlefet bana muhâlefettir." buyurarak
SeyyidAbdülhakîm Efendinin zamanla stanbul'a gelece ini i âret etti. Dört halîfesinden
ba ka bâzı talebelerinin de bulundu u sırada vasiyetine devâm ederek buyurdu ki:
"Kitaplarımı Arvas Kütüphânesine vakfettim. Benim bildi im kimseye borcum yoktur.
htiyâten îlân edin. âyet alacaklılar çıkarsa, ne kadar iddiâ ederlerse, Muhammed Emin
tereddütsüz versin. lmin ve Nak ibendiyye yolunun yayılmasına ihtimâm gösteriniz.
Seyyidim ve senedim Seyyid Büzürk (Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî) hazretlerinin, her sene asgarî
bir defâ Van'a gidip halkı ir âd için fakîre olan emirlerini yerine getiriniz. Hüseyin'in
annesinin genç olmasına ra men çocuklarını bırakıp gidece ine kâni de ilim. Bununla
berâber himâye etmek lâzımdır." buyurdu. O sırada on ya ında olan Hüseyin Efendi orada
oynuyordu. Bir ara; "Can fedâ babacı ım. Misâfir çoktur. Dı arıda hep sizi bekliyorlar. Niye
yatıyorsunuz. Kalkın misâfire bakın." deyince, çocu un sözlerine tebessüm ederek; "Bu
çocuk sâlihtir." buyurdu.
Vasiyetine devâm ederek; "Benden sonra çok fitne çıkacak, kadınlardan hayâ perdesi
kalkıp, çar ı pazarlarda dola acaklar. slâm, Abdülhamîd Hanla kâimdir." buyurdu. Bir ara
Seyyid Abdülhakîm Efendiye dönerek; "Cenâb-ı Hak sizi muhâfaza edecektir." buyurdu ve
brâhim aleyhisselâmın ate te yanmadı ı kıssasını anlattı. "Nak ibendiyye yolunun
yayılması için elimden geldi ince, kıl kadar ayrılmamak üzere hizmet ettim. n âallah mes'ûl
de ilim. Tam tedkîk etmeden fetvâ vermeyiniz. Ruhsatlarla yetinmeyiniz. mkân oldukça
azîmetleri esas kabûl ediniz." buyurduktan sonra bir müddet kimseyi yanlarına kabûl
buyurmadılar. Allahü teâlâyı anmakla ve ibâdetle me gûl oldular. Bir ara karpuz istediler.
Fakat o mevsimde Müküs'de karpuz yoktu. Çatak'a gidip getirdiler. Fakat karpuzu yemeden
vefât ettiler.
Fehim-iArvâsî hazretlerinin hastalı ını duyanlar uzak yakın her taraftan gelip ziyâret
ettiler. Tedâvî için doktorlar getirdiler. Vefât etti i günün ikindi namazını oturarak kılan
Seyyid Fehim hazretlerinin mübârek vücudları secdeden mübârek ba ını kaldırmayacak
derecede zayıflamı tı. O lu Seyyid Muhammed Emin Efendinin yardımıyla ba ını secdeden
kaldırabiliyordu. Bu sırada hüzün ve üzüntü Arvas ve etrâfını kaplamı , evin etrâfında
yüzlerce seveni ve talebesi onun iyile mesi haberini bekliyordu. O sırada renk renk, çe it
çe it ku lar geldiler, havada sıra sıra durarak herkesin hissetti i ekilde hüzünlerini izhâr
ettiler. Yüzbinlerce ku , Arvas üzerinde emsiye gibi gölge ettiler. O arada gaybdan bir ses;
"Yâ eyyetühennefsü'l-mutmeinneh..." âyet-i kerîmesini sonuna kadar okudu. Secdeden ba ını
kaldırıp "Er-Refîku'l-a'lâ." dedikten sonra sesli bir kelime-i tevhidden sonra 1895 (H.1313)
senesi evval ayının on be inci Salı günü rûhunu teslim etti. Vefât haberi duyulunca, ba ta
sevenleri olmak üzere bütün halk ve yabânî hayvanlar bile üzüldüler.
Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretleri, teçhiz ve tekfinden sonra sevenlerinin gözya ları
arasında Arvas kabristanında daha önceden i âret etti i yerde defnedildi.
Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretlerinin Arvas'ta bulunan kabri, sevenleri tarafından ziyâret
edilmekte ve bereketlerinden faydalanılmaktadır. Vesîle edilerek yapılan duâlar kabûl
olmaktadır. Çocu u olmayanlar çocu a sâhib olmakta, hasta olanlar ifâya kavu maktadırlar.
Bitlis'in Hizan ilçesine ba lı Karkar Deresi köyünden çocukları olmayan karı-koca Arvas'a
gelip Seyyid Fehim hazretlerinin kabrini ziyâret ettiler. Çocukları olması için, Seyyid Fehim
hazretlerinin rûhâniyetini vesîle ederek duâ ettiler. Sonra ikiz çocukları oldu. 1980 senesi
sonbaharında tekrar Arvas'a gelen karı-koca kabr-i erîfi ziyâret ettikten sonra üç defâ ikiz
çocuklarının oldu unu bildirdiler. Hasta olup ifâ bulanlar da anlatılmaktadır.
Seyyid FehimArvâsî hazretlerinin vazîfesini bir müddet o lu ve halîfesi Seyyid
Muhammed Emîn Efendi devâm ettirdi. Onun vefâtından sonra da mutlak halîfesi Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî hazretleri devâm ettirdi.
Hazret-i Seyyidin, Güster Hanım, Emetullah, Nâhiye ve Esmâ hanım isimlerinde
kızlarından ba ka on o lu vardır.
1- Seyyid Muhammed Re îd Efendi: Genç ya ta Geva 'ın Tıgnız köyünde vefât etti.
Kabri Zeve köyü kabristanında SultanZübeyr hazretlerinin türbesi yanındadır.
2- Seyyid Muhammed Emin Efendi: 1867 (H.1284) senesinde Arvas'ta do du. Babasının
halîfelerindendir. 1900 (H.1317) senesinde, hac dönü ünde Tûr-i Sinâ'da vefât etti.
3- Seyyid MuhammedMazhar Efendi: Genç ya ta vefât etmi tir. Kabri Arvas'tadır.
4- Seyyid Muhammed Mâsûm Efendi: 1879 (H.1296)da Arvas'ta do du. 1942'de yine
Arvas'ta vefât etti. Kabri, babasının biti i indedir.
5- Seyyid MuhammedSıddîk Efendi: 1879 (H.1296) senesinde Arvas'ta do du. 1916
(H.1334) senesinde Gürpınar'da dere kenarında abdest alırken ermenilerce ehîd edildi.
Kabri, Van'ın Gürpınar ilçesine ba lı Mejıngir (Yukarı Kaymaz) köyünde olup, ziyâret
edilmektedir. Seyyid Abdülhakim Efendinin halîfesi idi.
6- Seyyid HasanMedenî Efendi: Van müftüsüyken Hicaz'a gidip, yirmi sene Medîne-i
münevverede kaldı. 1968 (H. 1388) senesi Berât gecesinde vefât etti.Cennetü'l-Bakî'
kabristanında defnedildi.
7- Seyyid Hüseyin Efendi: 1887 (H.1304) senesinde do du. 1962 (H.1382) senesinde
vefât edip, Geva 'ın Hacı Zive köyünde büyük birâderi MollaMuhammed Re id'in yanında
defnedildi.
8- Seyyid Muhammed Sâlih Efendi: 1949 (H.1369) senesinde hacca gidip, Medîne-i
münevverede vefât etti. Cennetü'l-Bakî'de defnolundu.
9- Seyyid Nizâmeddîn Efendi: Van'da Akköprü kabristanında medfundur.
10- Seyyid emseddîn: Küçük ya ta vefât etmi olup, Arvas'ta medfûndur.
Seyyid FehimArvâsî hazretlerinin o ullarından ve kızlarından meydana gelen
torunlarıyla nesli devâm etmektedir.
EFEND M Z SÜSLENMEYE BA LAMI
Seyyid Fehim hazretlerinin ilim tahsîline ara verdi i günlerdeydi. Bir bayram günü
ırnak'ta îmâl edilen me hûr tiftik yününden yapılmı bir elbise giymi ti. Kendi güzelli iyle,
elbisenin ho lu u birbirine eklenmi , fevkalâde bir güzellikle dikkatleri üzerine çekiyordu.
Arvas'a yakın bir köyde oturan, akıllı ve olgun, Arvâsîlere çok ba lı eyhu diye anılan bir
zât, Arvas Câmiinin kar ısındaki damda duruyordu. Onu görünce; "Bir zamanlar Arvas'tan
me hur âlimler çıkardı. imdi ise güzel ve yakı ıklı gençler çıkıyor. Ah, "çok yazık" diye
inledi. Bu sözü i iten Seyyid Fehim; "Bu sözü niçin söyledin?" diye sorunca; "Hiç, içimden
öyle geldi." dedi. Seyyid Fehim; "Bu sözü söylemenizin bir sebebi vardır muhakkak,
söyleyiniz." dedi. eyhu; "Medrese âlimsiz, müderrissiz kaldı. Biz in âallah filan efendimiz
yeti ir diyorduk. imdi bakıyorum da, o efendimiz giyinmeye, süslenmeye ba lamı ."
cevâbını verdi. Bu sözlerin kendisine söylendi ini anlayan Seyyid Fehim hemen eve gidip
güzel elbiselerini çıkardı. Kitaplarını çantasına yerle tirip gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra
yeniden ilim tahsîline çıktı.
GECE EVDEN N Ç N AYRILDILAR?
Seyyid Fehim hazretleri her sene Van'a geli inde bir müddet kalırdı. Â ıkları toplanır,
feyz alırlardı. Genellikle kendisini çok seven mahkeme ba kâtibi Ahmed Beyin evinde
misâfir olurdu. Bir seneAhmed Bey hacca gitmi ti. Van'a bir geli inde yine onun evinde
kaldı. Bir gece yarısı yakınlarından birini ça ırdı ve; "Arkada larını uyandır! imdi buradan
çıkıp, falan eve gidece iz." buyurdu. O kimse; "Efendim gece yarısı gitmek ayıp olur. Yarın
gitsek olmaz mı?" dedi. "Hayır imdi gidece iz. Hem Ahmed Beyin o ullarına da haber
ver." buyurdu. Durumu ö renen Ahmed Beyin o ulları gelip yalvardılar. "Efendim bir kusur
yaptıksa af buyurun. Bizden ayrılmayın. Babamız i itirse üzülür. Biz ona ne cevap verece iz,
lutfediniz, ihsân ediniz! Kabahatimizi ba ı layınız." dediler. Çok göz ya ı döktüler. Seyyid
Fehim hazretleri; "Hayır sizden çok râzıyım, bize her hizmeti fazlası ile yapıyorsunuz.
Sizlere duâ etmekteyim. Fakat imdi gitmemiz lâzım." buyurdu. Ahmed Beyin o ulları;
"Emir buyurdu unuz gibi olsun." dediler. Gece yarısı sevdiklerinden bir ba kasının evine
gittiler.
Ertesi gün o lu Muhammed Emin Efendi, Ahmed Beyin o ullarının pekçok
üzüldüklerini söyledi ve; "Babacı ım o evde sabaha kadar kalsaydık ne olurdu?" diye
sorunca, Seyyid Fehim hazretleri; "O lum! imdi kimseye söyleme. Bu geceAhmed Bey
Mekke-i mükerremede vefât etti. Ev yetim evi oldu. Mal mîrâsçılara kaldı. Evvelce her eyi
kullanıyor, yiyip içiyorduk. Çünkü Ahmed Beyin seve seve helâl edece ini biliyordum.
imdi ise tanı madı ımız mîrâsçılarının hakkı oldu undan bir eyi kullanmak câiz olmaz.
Kul hakkından kaçınmak için acele ayrıldım." buyurdu.Bir ay sonra hacılar döndü. Herkes
geldi. Ahmed Bey gelmedi. "Bir gece yarısı Mekke'de vefât etti." dediler. Hesâb ettiler,
Seyyid Fehim hazretlerinin evden ayrıldı ı geceye rastlıyordu. Onun kerâmeti oldu unu
anladılar.
SOFU BABA'NIN A KI
Seyyid Fehîm her sene, Van'a gidip bir defâ
Güzel sohbetleriyle, nûr saçardı etrafa.
Mevsim yaz oldu undan, hava bir sıcaktı ki,
nsanlar harâretten, kavruluyordu sanki.
Gençten bir kimse vardı, hem de Fehîm isminde,
Ya ardı o zamanlar, günah i ler içinde.
Bu genç, da dan bir tabak, kar temin edip bir gün,
Getirip huzûruna, arz etti o büyü ün.
Seyyid Fehîm o gence, buyurdu: " smin nedir?"
O gâyet sıkılarak, dedi: " smim Fehîm'dir."
Bir makbûl olmu tu ki, getirdi i so uk kar,
efkatle etti ona, bir teveccüh ve nazar.
Bu, öyle bir teveccüh, öyle nazardı ki hem,
Kalbi, Seyyid Fehîm'in, a kıyla doldu o dem.
Öyle bir muhabbetle, ba landı ki o zâta,
Onun muhabbetiyle yanar oldu âdetâ.
Sonradan Seyyid Fehîm, Arvas'a etti avdet,
O sene kı mevsimi, iddetli geçti gâyet.
Ve lâkin yanıyordu, o a kla onun gönlü,
Onun ayrılı ına, yoktu hiç tahammülü.
En son dayanamayıp, dedi ki: "Anneci im,
Heybemi hazır et ki, Arvas'a gidece im."
Dedi: "Gitme evladım, bir baksana u kı a,
Çıkarsan yem olursun, da larda kurda ku a."
Lâkin o, kararını, vermi idi pek kat'i,
Zîrâ onun a kından, kalmamı tı tâkati.
Heybesini alarak, dü tü Arvas yoluna,
Ona kavu mak için, bir mâni yoktu ona.
Her an ölüm saçarken, aç kurtlar, so uk ve kar
O, da dere demeyip, gidiyordu bir karar.
Zîrâ onu götüren, bir sevgiydi, bir a ktı.
Çünkü Seyyid Fehîm'e, varıp kavu acaktı.
Bir da ın tepesinde, tam bu a kla giderken,
Baktı ki kar ısına, bir adam çıktı birden.
Ve sordu ki: "Nereye, gidiyorsun ey Fehîm?
E er arzû edersen, sana yardım edeyim."
Lâkin o, cevap bile, vermiyerek hiç ona,
Yine aynı a k ile, devam etti yoluna.
Çünkü Seyyid Fehîm'le, berâberdi o zâten,
Ve onun a kı ile, gidiyordu esâsen.
Ve bir ak am, Arvas'ta, ezân okundu, fakat,
Namaz için mihrâba, geçmedi o büyük zât.
Herkes merak ederken, niçin bekledi ini,
Seyyid Fehîm bildirdi, bu i in hikmetini.
Buyurdu: "Bir yolcumuz, geliyor, yolda u an,
Hem de donmak üzere, neredeyse so uktan."
Biraz sonra genç Fehîm, bir kardan adam gibi,
Kavu tu ma' ûkuna, dinlemeyip kar tipi.
Buyurdu ki: "Ey Fehîm, o yolda rast geldi in,
Hızır'dı, niçin ondan, bir yardım istemedin?"
Dedi ki: "Beraberdim, o anda sizin ile,
Çok kolay geliyordum, sizin himmetinizle.
Siz de geliyordunuz, o yolda yanım sıra,
Sizinle beraberken, bakar mıyım Hızır'a.
Ben sizin a kınızla, da ları a ıyordum.
Her adımda daha çok, size yakla ıyordum."
Sofu Baba derler ki, ona Van civârında,
Ziyâret etmektedir, sevenler, mezarında.
EYH N SEN ÖLDÜRTMEZ
Van'ın Gürpınar Muhammed Pîrân a îretinden Ali isminde bir zât gelerek Seyyid Fehim
hazretlerine talebe oldu. Bir yolculuk sırasında vaktiyle hasmı olan bir kimse yolunu kesti.
Ali ismindeki zâtı öldürmek üzere silâhına sarıldı. Ni an aldı ı sırada Ali ismindeki zât;
"Beni öldürme! Hazret-i eyhe (Seyyid Fehim) talebe oldum. Bütün dünyâ dü üncelerinden
sıyrıldım." diyerek, hasmını iknâ etmeye çalı tı. Fakat silâhlı kimse onu dinlemeyip silâhının
teti ine bastı. Be tane fi e i vardı. Hepsini attı fakat hiç ses duyulmadı ı gibi, Ali Efendiye
de herhangi bir ey olmadı. Silâhlı kimse, fi ek yuvasına baktı, fi ekleri göremedi. Olanlar
kar ısında a ırıp kaldı. " eyhin seni öldürtmez." diyerek ayrılıp gitti.
Ali Efendi bir müddet sonra Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretlerini ziyâret etmek üzere
Arvas'a gitti. Ziyâret esnâsında Seyyid Fehim hazretleri ona; "Köyün tepesinde çok
korktunuz mu?" diye sordu. Ali Efendi; "Evet efendim." dedi. Seyyid Fehim hazretleri
oturdu u postun altından be adet fi e i çıkararak Ali Efendiye verdi ve; "Kul hakkıdır.
Üzerimizde kalmasın." buyurup fi ekleri sâhibine vermeyi emretti. Ali Efendi bu fi ekleri
sâhibine götürüp verdi. Hâdise sırasında zâten hayret içinde kalmı olan silâhlı kimse,
yaptıklarına pi man oldu. Tövbe edip, Arvas'a gitti ve Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu.
KIR O ELER
Necâti Bey isminde, var idi ki bir ki i,
Vaktiyle Adliye'de, müfetti likti i i.
te bu Necâti Bey, vazîfeyle bir sene,
Bir Arefe gününde, gitti "Müks" ilçesine,
Kendisi anlatır ki: Müks'e vardı ımda ben,
Bayram namazı için, câmiye gittik hemen.
Kaymakam ve ilçenin, bâzı mühim zâtları,
Baktım, namazdan sonra, çıkardılar atları.
Tahmîn ettim, bir yere, gidiliyordu derhâl,
"Bir yere yolculuk mu, var?" diye ettim suâl.
Dediler: "Bayramlarda, udur ki âdetimiz,
Namazı müteâkip, Arvas'a gideriz biz.
Orada Seyyid Fehîm, diye var bir evliyâ,
Onu ziyâret edip, alırız hayır duâ."
Dedim ki: "Vaziyetim, de ilse de pek iyi,
Beni dahî götürün, göreyim o velîyi."
"Olur" deyip bana da, hazırladılar bir at,
Yola dü tük ise de, bir ho oldum ben fakat.
Çünkü benim aslında, din ile yoktu ilgim,
slâmî husûslarda, yok idi hiç bir bilgim.
Ayrıca da mâlesef, mübtelâydım içkiye,
imdiyse gidiyorduk, bir evliyâ ki iye.
Vaktâ ki sınırından, duhûl ettik Arvas'ın,
Sanki ba ka bir âlem, zuhur etti ansızın.
Ömrümde hiç böyle ey, görmemi tim do rusu,
Girince sardı bizi, sanki "Cennet koku"su.
Alı kın oldu umdan, içkiye ve lâkin ben,
Heybeme"iki i e", koymu tum ihtiyâten.
Zîrâ mübtelâ idim, içmeden edemezdim,
çmedi im zamanlar, kararırdı gözlerim.
Varınca biraz sonra, Arvas kabristanına,
Sakladım i eleri, ta ların arasına.
Kimseye sezdirmeden, yapmı tım ben bu i i,
Yol arkada larımdan, görmedi hiç bir ki i.
Orada "Fâtiha"lar, okuyarak mevtâya,
Sonra gittik hepimiz, o büyük evliyâya.
Huzûruna girip de, görür görmez o zâtı,
Dü ündüm ki "Var bunda, sanki melek sıfatı.
Önce görmü oldu um, insanlardan de ildir,
Bu çok büyük bir insan, bu mür id-i kâmildir,"
Kendisine gönülden teslîm oldum bin a kla,
Ellerine sarılıp, öptüm bir i tiyâkla.
Büyük bir arzû ile, arz ettim ki: "Efendim,
Bu tasavvuf yoluna, ben de girmek isterim."
Gülerek buyurdu ki: "Bu, böyle olmaz fakat,
Olur mu bir arada, i e ile bu hayat?
Gidip kabristandaki, kır o iki i eyi,
Ondan sonra gel bizden, talep eyle bu eyi."
"Peki efendim" deyip, birini kırıp attım,
Her ihtimâle kar ı, öbürünü bıraktım.
Huzûruna gelince, buyurdu: "Ey müfetti ,
Git, öbür i eyi de, kır gel ki, bitsin bu i ."
"Peki" dedim ve gidip, kırdım öbürünü de,
Gelip tövbe eyledim, o büyü ün önünde.
Çok memleket dola tım, çok âlim gördüm, fakat,
Görmedim hiç bir yerde, onun gibi büyük zât.
1) Tam lmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1077,1142
2) Eshâb-ı Kirâm (14. Baskı); s.158-162
3) slâm Me hûrları Ansiklopedisi; c.2, s.771-817
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)