Bağış Yap

Amount :
Other : USD

7 Mayıs 2013 Salı

ABDÜLHÂLIK GONCDÜVÂNÎ


ABDÜLHÂLIK GONCDÜVÂNÎ;
Evliyânın önderlerinden, İslâm âlimlerinin büyüklerindendir. Babası Abdülcemîl Malatyalı
idi. İmâm-ı Mâlik hazretlerinin neslinden olup âlim ve ârif idi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok
yüksekti. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederlerdi. Bir gün Hızır aleyhisselâm
kendisine:
"Ey Abdülcemîl! Senin sâlih bir erkek evlâdın olacak. İsmini Abdülhâlık koyarsın."
buyurdular.
Abdülcemîl bu konuşmadan kısa bir zaman sonra Buhârâ'ya göçtü ve Goncdüvân kasabasına
yerleşti. Çok geçmeden Hızır aleyhisselâmın buyurduğu gibi bir erkek evlâda sâhib oldu.
İsmini Abdülhâlık koydu. Abdülhâlık çocukluğunu burada geçirdi.
Beş yaşına geldiğinde ilim öğrenmesi için Buhârâ'ya gönderildi. Büyük âlim Hâce Sadreddîn
hazretlerinden Kur'ân-ı kerîm ve tefsîrini öğrenmeye başladı. Bir gün okuma esnâsında;
"Rabbinize tazarrû' ederek (boyun büküp yalvararak) ve gizli duâ ediniz!" (A'râf sûresi:
55) meâlindeki âyet-i kerîmeye gelince Abdülhâlık hocasına:
"Efendim! Bu "gizli"den murâd edilen nedir? Kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve
duâ, âşikâr, sesli bir şekilde dil ile olursa riyâdan korkulur. Araya riyâ girerse, lâyık olduğu
şekilde zikredilmemiş olur. Şâyet kalb ile zikretsem; "Şeytan insanın damarlarında kan
gibi dolaşır." hâdis-i şerîfi gereğince, şeytan bu zikri duyar. Ne yapacağımı bilemiyorum, bu
müşkülümü halletmenizi istirhâm ederim, efendim!"diye arz etti.
Hocası, büyük âlim Sadreddîn hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun kendisinin bile anlayamadığı
böyle bir suâl sormasına hayran kaldı ve cevap olarak:
"Evlâdım! Bu mesele, kalb ilimlerinin bir konusudur. Allahü teâlâ nasîb ederse, sana bu
ilimleri öğretebilecek bir üstâda kavuşturur. Kalb ile zikri ondan öğrenirsin, böylece bu
müşkülün halledilmiş olur." buyurdu. Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) bu işâret
üzerine, meselelerini halledecek o büyük zâtı beklemeye başladı.
Bir gün Hızır aleyhisselâm yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık zikretme, anma
yollarını öğretti ve mânevî evlâtlığa kabûl edip; "Kalbinden Lâ ilâhe illallah, Muhammedün
Resûlullah kelime-i tayyibesini şöyle şöyle zikredersin!" diye târif etti. Abdülhâlık hazretleri
de, târif üzere, bu mübârek kelime-i tevhîdi sessiz sessiz kalben söylemeğe başladı. Bunu,
kendisi için ders kabûl etti. Bu hâl mânevî makamlarda yükselmesine sebeb oldu.
Bu sıralarda Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri Buhârâ'ya geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî onun
hizmetine girdi ve bu hizmette bir süre kaldı. Bu hususta kendileri şöyle anlatırlar:
On iki yaşında idim. Hızır aleyhisselâm bana Yûsuf-ı Hemedânî hazretlerinden ilim
öğrenmemi tavsiye buyurdular. Bu sırada onun Buhârâ'ya geldiğini işiterek derhâl yanına
gittim. Ondan pekçok istifâdelere kavuştum.
Böylece Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin sohbette üstâdı Yûsuf-i Hemedânî, zikir tâlim
hocası da Hızır aleyhisselâm oldu.
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri hâlini insanlardan gizli tutardı. Nefsinin isteklerine
uymayıp, istemediği şeyleri yapmakta kendisini pek ağır imtihanlara tâbi tutar fakat hiç
kimseye bir şey sezdirmezdi. Hele onun Hızır aleyhisselâm ile ulaştığı mânâda ilim tahsîline
hiç kimse vâkıf olmazdı.
Abdülhâlık Goncdüvânî gerek Hızır aleyhisselâm ve gerekse büyük İslâm âlimlerinin tahsil
ve terbiyesi altında zamânının bir tânesi oldu. İnsanlar dünyânın dört bir yanından kâfileler
hâlinde ondan istifâde etmek için gelmeye başladılar.
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri beş vakit namazını Kâbe-i muazzamada kılar, tekrar
Buhârâ'ya dönerdi. Bir Aşûre günü talebelerine derste velîlik hâllerini anlatıyordu. Müslüman
kıyâfetinde olan bir genç içeri girip, talebelerin arasına oturdu. Bir müddet sohbetini
dinledikten sonra söz isteyerek:
Efendim! Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Mü'minin firâsetinden korkunuz. Çünkü
o, Allah'ın nûru ile bakar." buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir? diye sordu.
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri gence heybetle nazar ettikten sonra; "Öyleyse belindeki
zünnârı, hıristiyanların ibâdette bellerine bağladıkları ve ucunda haç asılı olan parmak
kalınlığındaki yuvarlak ipi kes de îmâna gel." dedi.
Hocanın bu sözleri oradakiler üzerinde şok etkisi yaptı. Genç, telaşla; "Hâşâ! Yemîn ederim
bende böyle bir şey yok." diye söylendi.
O zaman Abdülhâlık hazretleri talebelerinden birine gencin hırkasını çıkarmasını işâret etti.
Talebe o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belinde düğüm düğüm zünnâr bağlı olduğu
görüldü. Bu hâdise karşısında genç, çok mahcûb oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Kalbinde
İslâmiyete karşı bir sevgi meydana geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine muhabbet,
sevgi duymaya başladı. Böylece evliyânın, Allahü teâlânın nûruyla baktığının ne demek
olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sâdık
talebelerinden oldu.
Büyük mürşid bundan sonra etrafındakilere dönerek:
"Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalım, zünnârımızı keselim. Îmân edelim. Şöyle ki, bu genç
maddî zünnârı kesti, biz de kalbe âid zünnârı keselim. O da, kibr ve gururdur. Bu genç, af
dileyenlerden oldu; biz de affa kavuşalım." buyurdu.
Talebeleri bir anda hazret-i Hâce'nin gönül yaralarına sunulan şifâ şerbetini içtiler, tövbelerini
yenilediler. Böylece kalblerinin Allahü teâlâdan başka bir şeye bağlılıkları kalmadı.
Bir gün huzûruna gelen bir kimse; "Eğer Allahü teâlâ beni Cennet ile Cehennem arasında
muhayyer kılsa, ben Cehennemi seçerim. Zîrâ bütün ömrümde nefsimin arzusu üzerine amel
etmedim. O halde Cennet nefsin murâdıdır. Cehennem ise, Allahü teâlânın murâdıdır." dedi.
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri bu sözü red ederek:
Kulun seçme hakkı yoktur. Her nereye git derlerse oraya gideriz. Nerede kalın derlerse orada
kalırız. Kulluk budur. Senin dediğin kulluk değildir. buyurdu. O kimse bu sefer; "Efendim!
Tasavvuf yolunda bulunan kimseye şeytan yaklaşabilir mi?" diye sordu.
"Tasavvuf yoluna yeni gelmiş bir talebe, nefsini emmâre olmaktan kurtaramamış ise, bir şeye
öfkelendiği zaman şeytan ona yaklaşabilir. Şâyet nefsi mutmainne derecesine çıkmış ise, o
kimsede öfkelenmek yerine, gayret hâsıl olur. Her ne zaman gayret etse, şeytan ondan kaçar.
Bu kadar sıfat o kimseye kâfidir. Yeter ki, Hakk'a yönelsin. Allahü teâlânın Kitâbına ve
Resûlünün sünnetine sarılsın. Bu iki nûr arasında tasavvuf yolunda yürüsün." buyurdu.
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, Allahü teâlânın indinde duâsı makbûl kimselerden idi.
İnsanlar ve cinler duâsına kavuşmak için, uzak yerlerden gelirlerdi.
Bir gün Abdülhâlık Goncdüvânî'nin huzûruna uzak yerden bir misâfir, biraz sonra da
yanlarına, güzel sûretli, temiz giyimli bir genç geldi. Abdülhâlık hazretlerinden duâ isteyip
hemen ayrıldı. Misâfir; "Efendim! Bu gelen genç kimdi acaba? Gelmesi ile gitmesi bir oldu."
dedi. O da; "Bizi ziyârete gelip duâ isteyen bir melek idi." buyurdu. Misâfir hayret etti ve;
"Efendim! Son nefeste îmân selâmeti ile gidebilmemiz için bize de duâ buyurur musunuz?"
diye niyâzda bulundu. Bunun üzerine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri:
"Her kim farzları eda ettikten sonra duâ ederse, duâsı kabûl olur. Sen, farz olan ibâdeti
yaptıktan sonra duâ ederken bizi hatırlarsan, biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin, hem
de bizim için duânın kabûl olmasına vesîle olur." buyurdu.
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin âhiret âlemine göç etmesi yaklaşmıştı. Kendisine bağlı
talebelerinin terbiyesini Ahmed Sıddık, Evliyâ Kebir, Şeyh Süleymân Germinî ve Ârif-i
Rivegerî adlarındaki dört büyük halîfesine bıraktı. Onlara nasîhatlerde bulundu.
1180 (H.575) yılında Goncdüvân'da vefât etti.
Goncdüvânî hazretleri bugün Nakşibendiliğin prensipleri diye bilinen on bir temel düstûru da
ortaya koydu. Bu prensiplerin esası "kalbe gelip onu meşgul eden her şeyi oradan çıkarıp
atmak ve onu dâimâ Allahü teâlâ ile meşgûl hâle getirmek"tir. Vefâtından sonra da
kerâmetleri görülmüştür.
Şöyle ki: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin vefât etmesinin üzerinden 332 sene geçmişti.
1512 (H.918) yılında Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevîler yüz bin kişilik tâlimli asker ile Ceyhun
Nehrini geçerek Mâverâünnehr vilâyetlerine hücûm ettiler. Çok kan döküp büyük tahrîbât
yaptılar. Oradan Buhârâ'ya yöneldiler. Pekçok kaleyi zaptettiler. Girdikleri yerlerde Ehl-i
sünnet âlimlerinin kabirlerini ve türbelerini yıkıp hakâret yapıyorlardı. Nihâyet Goncdüvân
kalesini de abluka altına aldılar. Niyetleri burada bulunan ve Ehl-i sünnet müslümanlarının
ziyâretgâhı olan Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin kabirlerini yakmak idi. Ancak şehre
karşı hücuma geçtikleri sırada kaleden çıkan beş bin Özbek askerinin etrafında bulunup
kendilerine saldıran beyaz atlı beyaz elbiseli ve yeşil sarıklı askerleri gördüler. Başlarında
heybetli ve nûrânî, mübârek bir zât elinde iki ağızlı kılıç ile Safevîleri işâret edip hücûma
geçtiklerinde ekin tarlasına giren orakçılar gibi düşmanları biçmeye başladılar. Ehl-i sünnet
düşmanları kısa sürede bozguna uğrayıp geri dönmemek üzere kaçtılar.
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin daha vefâtından evvel söylediği:
Dosta mübârekim ve düşmana musîbetim
Cenkte demir gibi ve sulhta mum gibiyim
Nûr çeşmesinin başı Goncdüvân, menzilimizdir
Rum kapısına kadar iki ağızlı kılıç vururum
şeklindeki sözleri de onun 332 yıl sonra ortaya çıkan kerâmetiydi.
16$)&31<D$+&5,<.)
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin mânevî oğulları Şeyh Evliyâ Kebir'e yaptığı
nasîhatlerinden her biri bütün müslümanlar için birer kıymetli inci değerinde düsturlardır.
Bir tânesi şöyledir:
Yavrucuğum, sana ilim tahsili ile edeb öğrenmeyi tavsiye ederim. Hemen her zaman
Allahü teâlânın huzurunda olduğunu bil ve dikkat et. Geçtiğimiz asırlardaki büyük
âlimlerin izini bırakma. Resûlullah efendimizin sünnetine uygun davran. O sünnetin hakîkî
uygulayıcısı olan eshâbın davranışını da gözünden ırak etme. Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil
tarîkatçilerden sakın. Şöhret peşinde koşma, şöhret âfettir, tehlikelidir. Hemen her hâlinle
insanlardan biri gibi yaşa. Namazını her zaman cemâatle kılmaya gayret et. Bid'at sâhibi
sapıklar ile ve dünyâya düşkün kimselerle arkadaşlık etme. Kâdılık ve müftülük gibi
övülen bir makam da olsa herhangi bir makâma meyletme. Devlet idarecileri ve onların
adamları ile dostluk kurma. Din dışı hareketleri ile meşhur, sözünü bilmeyen bayağı
kimselerle de arkadaşlık etme. Az konuş, az ye, az uyu. Oturmak için daha çok ıssız
yerleri tercih et. Helâl yemeye çok gayret eyle. Şüpheli şeyleri terket. Çok kere dünyâlık
isteği sana ağır basar. Ağır basan bu taleb için yola düşersen, dînin elden gider. Çok
gülme. Kahkaha ile gülmek kalbi öldürür. Kimseyi hakîr görme. Kimse ile münâkaşa etme.
Kimseden bir şey isteme. Hiç kimseye sana hizmet etmesi için emir verme. Tasavvuf
büyüklerine dil uzatma. Onları inkâr eden felâkete düşer. Gözlerin yaşlı, amelin temiz
olsun. Yenisinin gereği olmadığı zamanlarda eski elbise giy. Sermâyen fıkıh, din bilgisi,
evin mescid olsun.
3>3$)$)&&@$%2<1+$
Abdülhâlık Goncdüvânî, namazları ekserî,
Kâbede edâ edip, dönerdi tekrar geri.
Bir aşûre gününde, hazret-i Abdülhâlık,
O gün talebesiyle, sohbette, bir aralık,
Müslüman kıyâfetli, bir genç girdi içeri,
Talebe arasında, oturdu diz üzeri.
O hazret, bir taraftan, hem sohbet ediyordu,
Yine bir taraftan da o genci süzüyordu.
Sohbeti dikkatlice, dinleyen o genç adam,
Dedi ki: "Ey efendim, Resûl aleyhisselâm,
"Müminin firâsetinden, sakının ey insanlar,
Çünkü onlar, Allah'ın nûru ile bakarlar."
Diye buyurmuşlardır, sahâbeye bir kere,
Bu hadîsin sırrını, anlatınız bizlere."
Buyurdu: "Sırrı şu ki, belindeki zünnârı,
Çıkar at, müslüman ol, kandırma insanları!"
Genç îtirâz etti ve dedi ki: "Yok zünnârım,
Ve onu kuşanmaktan, Allah'ımdan korkarım."
Buyurdu: "Öyle ise, çıkar da kaftanını,
Öğrenelim içinde, zünnar olmadığını."
Çıkardı kaftanını o genç, istemeyerek,
Belindeki zünnârı, çıkınca, üzüldü pek.
Bu durum karşısında, utandı, mahcup oldu,
O an İslâma karşı, kalbine sevgi doldu.
Anladı, müminlerin, firâseti nasılmış,
Ve Allah'ın nûruyla, mümin nasıl bakarmış.
Kalbinde ona karşı, hâsıl oldu muhabbet,
Getirip bin şevk ile, kelime-i şehâdet.
Müslüman olmak ile, şereflendi o anda,
Sâdık bir talebesi, oldu hem de sonunda.
Hazret-i Abdülhâlık, buyurdu sonra hemen:
"Bu genç, maddî zünnârı, kesip attı belinden,
Biz dahi şu mânevî, zünnârı atalım,
Bunlar, gurûr, kibirdir, bunlardan kurtulalım."
Talebeler topluca, o gün tövbe ettiler,
Ağlayıp gözlerinden, sel gibi yaş döktüler.
1) Menâkýb-ý Hâce Abdülhâlýk Goncdüvânî (Süleymâniye
Kütüphânesi, Yahya Tevfik Kýsmý, No. 190)
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.50
3) Hadâik-ul-Verdiyye; s.110
4) Reþehât Tercümesi; s.25
5) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.343
6) Nefehât-ül-Üns; s.377
7) Makâmât-ý Nakþibendiyye; s.22,43
8) Ýrgâm-ül-Merîd; s.51
9) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.972
10) Kâmûs-ül-A'lâm; c.4, s.3066

ABDÜLHAKÎM-İ SİYALKÛTÎ


ABDÜLHAKÎM-İ SİYALKÛTÎ;
Hindistan velîlerinden, Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Abdülhakîm bin Şemseddîn
el-Hindî es-Siyalkûtî'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1657 (H.1067) senesi Rabî'ül-evvel
ayının on ikinci günü, Hindistan'ın Siyalkût şehrinde vefât etti.
Abdülhakîm-i Siyalkûtî, Hindistan'ın büyük âlimlerinden olup bütün ilimlerde imâm idi.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri ile Mevlânâ Kemâleddîn-i Kişmîrî'nin derslerinde bulundu. Fıkıh,
kelâm ve daha birçok naklî ilimlerde yüksek derecelere kavuştu. Beldesinin din ilimlerinde
müşkili olanların tercümanı oldu. İnsanları durmadan Hakk'a davet ederdi. İslâm dînini
sultanlara, emirlere açıkça tebliğ etmekten hiç çekinmezdi. Hind sultânı Harem Şah Cihân
zamânında, âlimlerin reisi oldu. Sultan onun reyi ve fetvâsına başvurmadan hiç bir konuda
karar vermezdi. Her ilimde mütehassıs ve zamânın bir tânesiydi. İlim tahsiline gençliğindeki
gibi yaşlılığında da devâm etti ve hiç ara vermedi.
Abdülhakîm-i Siyalkûtî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini talebeliğinden beri tanır ve severdi.
Fakat ona bağlanıp, talebesi olmamıştı. Bir gece rüyâsında İmâm-ı Rabbânî'nin kendisine;
"Ey Resûlüm! Sen, Allah de! Sonra onları kendi oyunlarına bırak!"(En'am sûresi:91)
meâlindeki âyeti kerîmeyi okuduğunu gördü. O anda kalbi zikretmeye başladı. Uzun zaman
böyle zikrederek, ilâhî nîmetlere kavuştu. "Ben Ahmed'in (yâni İmâm-ı Rabbânî'nin)
üveysisiyim. Yâni onun rûhâniyeti beni terbiye ediyor." derdi. Kısa bir süre sonra İmâm-ı
Rabbânî'nin huzûruna gidip, onun yoluna bağlandı. Hakikî ve ihlâs sâhibi talebelerinden oldu.
Abdülhakîm-i Siyalkûtî çeşitli ilim dalında eserler yazdı. Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1)
Hâşiyetün alâ Tefsîr-ül-Beydavî, 2) Hâşiyetün alâ Şerh-ül-Akâid-ül-Nesefiyye
lis-Sa'd-it-Teftâzânî: Siyalkûtî Haşiyesi olarak da bilinir, 3) Haşiyetün alâ Hâşiyet-i
Abdul Gafûr el-Lârî Alel-Fevâid-id-Diyâiyye fin-Nahvi, 4) Hâşiyetün alâ
Şerh-iş-Şemsiyye lil-Gelenbevî fil Mantık, 5) Zâd-ül-Lebîb, 6) Mutavvel Hâşiyesi, 7)
Ed-Dürret-üs-Semine fi İsbât-il-Vacib-i teâlâ.
Bir sohbet esnâsında Abdülhakîm-i Siyalkûtî hazretlerine talebelerinden biri kabir ziyâreti
hakkında bir soru sorunca buyurdu ki:
Çok kimse kabir ehlinden istifâde edildiğine inanmıyor. "Ölü yardım yapamaz." diyenlerin,
ne demek istediklerini anlayamıyorum. Duâ eden, Allahü teâlâdan istemektedir. Duâsının
kabûl olması için, Allahü teâlânın sevdiği bir kulunu vâsıta yapmaktadır. Yâ Rabbî!
Kendisine bol bol ihsânda bulunduğun bu sevgili kulunun hâtırı ve hürmeti için bana da ver
demektedir. Yâhut, Allahü teâlânın çok sevdiğine inandığı bir kuluna seslenerek; "Ey Allahın
velîsi, bana şefâat et! Benim için duâ et! Allahü teâlânın dileğimi ihsân etmesi için vâsıta ol."
demektedir. Dileği veren ve kendisinden istenilen, yalnız Allahü teâlâdır. Velî, yalnız
vesîledir, sebeptir. O da fânîdir, hiçbir şey yapamaz. Tasarrufa gücü, kuvveti yoktur. Böyle
söylemek, böyle inanmak şirk olsaydı, Allah'tan başkasına güvenmek olsaydı, diriden de duâ
istemek, bir şey istemek yasak olurdu. Diriden duâ istemek, bir şey istemek dînimizde yasak
edilmemiştir. Hattâ müstehâb olduğu bildirilmiştir. Her zaman yapılmıştır. Buna
inanmayanlar, öldükten sonra kerâmet kalmaz diyorlarsa, bu sözlerini isbât etmeleri lâzımdır.
Evet, evliyânın bir kısmı öldükten sonra, âlem-i kudse yükseltilir. Huzûr-i ilâhîde her şeyi
unuturlar. Dünyâdan ve dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Duâları duymazlar. Bir şeye
vâsıta, sebeb olmazlar. Dünyâda olan, diri olan evliyâ arasında da böyle meczûblar bulunur.
Bir kimse, kerâmete hiç inanmıyor ise, hiç ehemmiyeti yoktur. Sözlerini isbât edemez.
Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve asırlarca görülen, bilinen olaylar, onu haksız çıkarmaktadır.
Evet bir câhil, bir ahmak, dileğini Allahü teâlânın kudretinden beklemeyip, velî yaratır, yapar
derse, bu düşünce ile ondan isterse, bunu elbet yasak etmeli, cezâ da vermelidir. Fakat bunu
ileri sürerek, İslâm âlimlerine, âriflere dil uzatılmaz. Çünkü, Resûlullah efendimiz kabir
ziyâret ederken, mevtâya selâm verirdi. Mevtâdan bir şey istemeyi hiç yasak etmedi. Ziyâret
edenin ve ziyâret olunanın hâllerine göre, kimine duâ edilir, kiminden yardım istenir.
Peygamberlerin kabirde diri olduklarını her müslüman bilir ve inanır.
3>D1::$:G$&1,@G$&<2)=
Abdülhakîm-i Siyalkûtî, sınıf arkadaşı İmâm-ı Rabbânî hazretlerine çok tâzim ve hürmet
ederdi. Ona yazdığı mektuplarında Müceddid-i Elf-i Sânî diye hitâb ederdi. Ona bu ismi ilk
önce söyleyenlerdendir. Onu inkâr edenlerle mücâdelesi çoktu. İnkâr edenlere karşı;
"Büyüklerin sözlerine, maksadlarını anlamadan îtirâz etmek câhilliktir. Böylelerin sonu
felâkettir. İlim ve feyz kaynağı, irfan menbaı, Üstad Ahmed'in sözlerini reddetmek,
bilmemezlik ve anlamamazlıktandır." buyururdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Muhammed Hâşim-i Kışmî, bir gün kalbinden;
"Eğer Allahü teâlâ, bu asrın âlimlerinin en büyüklerinden birine, hazret-i İmâm'ın (yâni
İmâm-ı Rabbânî'nin) Müceddid-i Elf-i Sânî, yani ikinci bin yılının kuvvetlendiricisi olduğunu
bildirse, bu mânâ tamâmen kuvvetlenirdi." diye geçirdi ve bu düşünce ile İmâm-ı
Rabbânî'nin huzûruna gitti. İmâm-ı Rabbânî talebesi Muhammed Hâşim-i Kışmî'ye
dönerek; "Birçok kıymetli kitaplar yazan aklî ve naklî ilimlerde Hindistan'da bir eşi
bulunmayan Abdülhakîm-i Siyalkûtî'den mektup aldım. Mektuplarının bir yerinde bu fakiri
methedip Müceddid-i Elf-i Sânî diye yazıyor." buyurdu.
1) Hülâsat-ül-Eser (Muhıbbî); c.2, s.318
2) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.95
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.318
4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.408,972,1026
5) Eshâb-ı Kirâm; s.154,293
6) Hadarât-ül-Kuds; s.189
7) Umdet-ül-Makâmât s.160
8) Brockelmann; Gal-2 s.417, Sup-2 s.613

ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ


ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ;
Son devirde Sûriye'de yetişen evliyâdan Şeyh Ahmed Haznevî'nin halîfelerinden. İsmi,
Abdülhakîm'dir. Seyyiddir. Hazret-i Hüseyin'in soyundan geldiği için Hüseynî nisbesiyle
meşhûr olmuştur. Gavs-ı Bilvânîsi lakabıyla da bilinir. 1902 (H.1320) senesinde Siirt'in
Baykan ilçesine bağlı Kermat köyünde doğdu. 1972 (H.1392) senesinde Ankara'da vefât etti.
Adıyaman'ın Kahta ilçesine bağlı Menzil köyünde defn edildi.
Doğumundan kısa bir müddet sonra babasının imâmlık yapmak ve medresede talebe okutmak
için dâvet edildiği komşu Siyânis köyüne taşındılar. Babası vazîfesinin altıncı ayında vefât
edince onu dedesi yanına aldı. Dedesi onu okutmak için âlim ve tasavvuf ehli Muhammed
Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin ders halkasına ve sohbetlerine gönderdi. Bu sırada sekiz
yaşında bulunan Abdülhakîm Hüseynî 14 yaşına kadar bu zâttan ilim öğrendi ve feyz aldı.
Hocası Nurşîn'e taşınınca tahsiline başka medreselerde devâm etti. Aynı zamanda hocası ile
mânevî bağını devâm ettirdi. Daha ilmini tamamlayıp icâzet almadan medrese ve tekkeler
kapatılınca Siyânis'e döndü. Komşu Tarunî köyüne imâmlık yapıp, talebe okutmak üzere
dâvet edildi. Burada pekçok talebe yetiştirdi. Bu sırada hocası Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî
vefât etti. Abdülhakîm Efendi hem ilmini tamamlamak, hem de tasavvufta ilerlemek için
Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî'nin talebelerinden Şeyh Selim'e talebe olmak istedi. Ancak
rüyâsında hocası ona çok sevdiği halîfesi Şeyh Ahmed Haznevî'ye bağlanmasını bildirdi.
Rüyâsında Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî, Şeyh Ahmed Haznevî'ye hitâben; "Şeyh Ahmed!
Bu Seyyid Abdülhakîm'in babasının bizde emeği çoktur. Onun için sen ona gözün gibi
bakacaksın!" diye emânet etti. Bu işâret üzerine Abdülhakîm Hüseynî, Muhammed Ziyâüddîn
Nurşînî'nin talebelerinden Suriye'nin Hazne köyünde bulunan Şeyh Ahmed Haznevî'ye
giderek talebe oldu. Hazne'ye Ahmed Haznevî'nin talebelerinden Seyyid Ahmed'le birlikte
gitti. Şeyh Ahmed Haznevî misâfirlere iltifatta bulunup talebeliğine ve sohbetine kabûl etti.
Şeyh Ahmed Haznevî daha ilk günden îtibâren "Molla Abdülhakîm" diye hitâb ederek, onun
ilim ve irfânını takdir ettiğini gösterdi.
Abdülhakîm Hüseynî, Ahmed Haznevî'nin sohbetlerinde bulundu. Daha sonra tekrar
memleketine döndü. Fakat 14 sene müddetle gidip gelerek ilmini ve tasavvuftaki derecesini
arttırdı. Hocasından 34 yaşındayken medresede talebelere ilim öğretmek üzere, 36
yaşındayken de insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle kurtuluşa
kavuşmalarına vesîle olmak için icâzet aldı. Memleketine dönerek köyünde ve çevresindeki
diğer kasabalarda İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. Bütün ilim ve irfânını
talebe yetiştirmeye ve müslümanların Allahü teâlânın rızâsını kazanmalarına vesîle olmaya
hasretti. İlk üç senede fazla netîce alamadı. Ancak hocası Ahmed Haznevî'nin vefâtından
sonra onun sohbetlerine büyük bir rağbet oldu. Akın akın gelen insanlar onun ilim ve
feyzinden istifâde etmeye çalıştılar. Ona olan bu büyük rağbet civar kasabalardaki bâzı
şeyhlerin gıptasına, bâzılarının da kıskanmalarına sebeb oldu. Çünkü onlara bağlı olan bâzı
kimseler de gelip Abdülhakîm Efendinin sohbetine katılıyorlardı. Bu şeyhlerden biri ona
gönderdiği mektupta; "İnsan düşünür ve kabûl eder ki yanyana koyun otlatan iki çobandan
birinin birkaç koyunu diğerinin sürüsüne kaçıp karışırsa onları iâde etmek lâzımdır. O hâlde
sen de bizim sürüden ayrılanları iâde etmelisin." diyordu. Bu mektubu okuyan Abdülhakîm
Hüseynî tebessüm ederek; "Biz cedd-i pâkimizin (Peygamber efendimizin) ümmetine hizmeti
gâye edinmişiz ve bunun için çabalıyoruz. Baş olmak ve çok tarafdâr toplamak gayretinde
değiliz. Ceddimiz bize ilim mîrâs bırakmıştır. Bu ilme kim sâhipse vâris odur. Biz inşâallah
mîrâs gerçek vârislerinin eline geçer diye duâ ediyoruz." buyurdu. Hep aynı yerde kalmayıp,
ikâmetgâhını devamlı değiştirdi. Tarunî ve Bilvanis köylerinden sonra Bitlis'in Narlıdere
nâhiyesine, oradan da Siirt'in Kozluk kazasına bağlı Gadiri köyüne yerleşti.
Abdülhakîm Hüseynî gittiği yerlerde hem talebe okutup ilim öğretti hem de sohbetleriyle
insanlara dünyâda ve âhirette mutlu olmanın yollarını gösterdi. Talebelerinden birisinin;
"Canım Gavs'a kurbân olsun! Bize öyle bir nasîhatte bulununuz ki dünyâ ve âhirette bizim
kurtuluşumuza vesîle olsun." dedi. Abdülhakîm Hüseynî Efendi; "Kurtuluş için hürriyet ve
iffete dikkat edin." buyurdu. Talebesi; "Efendim hürriyet ve iffet nedir?" deyince; "Hürriyet
Allahü teâlâdan başka hiç bir sebebe bağlanmamaktır. Umum işlerde sebeplere değil,
sebepleri yaratana dayanmak kulun ilk kurtuluş kapısıdır. İffet ise, kendi nefsi ve başkasının
hesâbına değil, söz, hareket, amel, niyet ve özde yalnız Allah hesabına göre olmaktır."
buyurdu. Talebesi; "İhlâsdan çok bahs edilir. İhlâs nedir?" diye sorunca da; "İhlâs; illet ve
gâye olmaksızın yalnız Allah için günâhı terk ve emirleri yapmaktır. Yâni vargücünü Allahü
teâlânın emrine sarf etmektir. Bu hâlde sebat etmenin zâhirine takvâ, özüne ihlâs ismi
verilmiştir. Meselâ kimin düşüncesi mîdesi olursa, kıymeti ondan çıkan kadardır.
Binâenaleyh himmetini şöhrete, şehvete harcayanın hâli mâlûm olur." dedi.
Bir müddet Siirt'in Kozluk kazâsına bağlı Gadiri köyünde kaldıktan sonra Şehri'ye gelen
Abdülhakîm Hüseynî insanlara tatlı sohbetlerde ve nasîhatta bulundu. Dinleyenlerden birinin;
"Açık ve gizli darbelere nasıl dikkat ederiz, onlardan nasıl kurtuluruz?" sorusuna şöyle cevap
verdi:
Darbelerden kurtulmak için açık ve gizli edeplere uymak, Allahü teâlânın emirlerini yerine
getirmek, hasbel beşer, insanlık îcâbı bir günâh işlenirse, tövbeyi geciktirmemek, Selef-i
sâlihînin yâni Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve diğer İslâm âlimlerinin eserlerini
okumak, öğrendiğimiz İslâmî bilgileri bilfiil tatbik etmekle ve İslâmiyeti bilenlerin sohbet ve
nasîhatlerini dinlemekle kurtuluruz. Bunlar zâhirî edeptir. Bâtınî, gizli edepleri gözetmek ise
bu zamanda çok zordur. Kalbi mâsivâdan yâni Allahü teâlâdan başkasını düşünmekten
temizlemekle mümkün olur. Nitekim Hâfız-ı Şîrâzî hazretleri; "Seni dostundan geri bırakan
ne ise kalpten onu terk et." buyurdu.
Bir sohbeti esnâsında da dinleyenlerden birisi; "Bir kimse Kur'ân-ı kerîmi, hadîs-i şerîfleri,
fıkıh ilmini biliyor, Selef-i sâlihînin, ilk devir İslâm âlimlerinin kitaplarını okursa, mânevî bir
yol göstericiye ne gerek vardır?" diye sordu. Cevâbında buyurdu ki:
"Dediğin doğrudur fakat bir eczâcı türlü türlü otları ve çiçekleri bilir. Hangisinden ne gibi
şerbet çıkarılacağını, hangi hastalığa faydalı olacağını da bilir. Hattâ çoğu zaman doktorlara
da onu gösterir, onun tahlil ve araştırmasına göre teşhis ettikleri hastalığa onun ilaçlarını
tavsiye ederler. Fakat eczâcı bir hastanın hastalığını teşhis etmekten âcizdir. Doktorun
reçetesi olmadan bir hastaya ilaç verse, hele ilacın üzerinde reçetesiz satılmaz diye bir kayıt
olursa, eczâcı o ilacı parasız olarak verdikten sonra hasta o ilaçla ölürse, eczâcı cezâlandırılır.
Elbette böyle satış yapan cezâyı hak eder. Bununla berâber hastalıkları tedâvî ve teşhis eden
doktor da kendi filmini çekmekten âcizdir. Belki filmini çekebilir ama iki omuzu arasında bir
çıban varsa onu tedâvî etmekten âcizdir. Âlimleri de buna kıyas ediniz. Halbuki insan âhiret
yolunda evvelâ avâmdır yâni halktandır. Nasıl kendini tedâvî edebilir. Kalb hastalıklarının
tedâvîsi maddî tedâvîden daha zordur. Acaba nazarî olarak tıb ilmini tahsil edene, senin oğlun
dâhi olsa beyin ve kalb ameliyâtında sen kendini teslim edebilir misin? Fakat tecrübe görmüş
ve birçok başarıları görülmüş bir doktora kendini tereddütsüz teslim edebilirsin değil mi? Bu
kadar vâizler, nasîhatlarıyla az kimseleri yola getirirler fakat mânevî rehber olan hocalar öyle
değildir. Peçok günahkâr ve fâsık onların sohbetleri sebebiyle günahlarından vaz
geçmişlerdir. Bu hâl apaçık meydandadır. Diyebiliriz ki zamânımızda yol göstericiler az
olduğu için gençlerimizin isyânı fazla olmuştur. Bugün vâz ve nasîhat eden kimseler çoktur
ama hakîkî saâdet yolunu gösteren rehberler azdır."
Abdülhakîm Hüseynî bir sohbeti sırasında tövbe ile ilgili olarak şöyle buyurdu:
Tövbe geçmiş günahları pişmanlıkla terk etmek ve gelecekte yapmamaya azmetmektir. İşte
bu hâl insana on güzel ahlâk ve hasleti kazandırır. Bu hasletlere tövbenin şartları denir.
Birincisi; ikinci bir seferde günah işlememektir ki farzdır. İkincisi; tutulduğu günahları terk
etmek ve işlediği için üzülmektir. Üçüncüsü; Allahü teâlâya yönelip kazâsı gereken ibâdetleri
kazâ etmek, keffâreti gerekenin keffâretini vermek, kul hakkına âit iâdesi gerekeni yerine
vermektir. Abdurrahmân Tâgî hazretleri; "Utancından dolayı gasb ettiği ve çaldığı malı
sâhibine iâde etmeyen veya helâllaşmayanın zulüm ile ilgili tövbesi sahîh değildir." buyurdu.
Dördüncüsü; yaptığından pişmanlık duymak ve hattâ ağlayarak suçunu idrâk etmektir.
Beşincisi; istikâmeti düzeltmek için bütün tedbirleri almak, bilfiil istikâmet yoluna girmek,
ölünceye kadar istikâmetten ayrılmamayı azimle kasd eylemektir. Altıncısı; günahlarının
âkibetinden korkmaktır. Yedincisi; günahlardan vaz geçtiği için affedilmek ve cenâb-ı
Hakk'ın mağfiretini ümid etmektir. Sekizincisi; dergâh-ı ilâhiyede günahlarını îtirâf edip
affını taleb etmektir. Dokuzuncusu; günahları Allahü teâlânın takdîri ve adâleti ile olmuş
bilmek ve Allahü teâlânın tövbeyi nasîb ettiğine inanmaktır. Onuncusu; sâlih amellere devâm
etmektir.
Tövbeyi geciktirmemelidir. Tövbenin zamânı, ruh gargarayı geçmeyinceye kadardır.
Gargarayı geçince kâfirin îmânı kabul olmadığı gibi müminin tövbesi de makbûl değildir.
"Muhakkak Allahü teâlâ kulun tövbesini cân gargaraya gelmeden önce kabûl eder."
hadîs-i şerîftir. Nihâyet can boğazına çıkınca ne kâfirin îmânı, ne de müminin tövbesi kabûl
değildir."
Abdülhakîm Hüseynî Menzil'de bulunduğu sırada hastalanmadan önce şimdiki türbesinin
yerini etrafına taşlar dizerek işâretledi. Vefât ettiği zaman buraya defn edilmesini vasiyet etti.
Ömrü boyunca insanların îmânlarını kurtarabilmeleri için gayret etti. Bir sohbetinde; "Evliyâ
yetiştirme mektepleri olan tarîkatler, artık îmân kurtarma mektepleri hâline geldi. Eskiden
insanlar yıllarca gezer, kendilerine şeyh ararlardı. Şimdi ise şeyhler kapı kapı dolaşıp
müslümanları îmânlarının kurtulması için çağırıyor ve topluyorlar. Şâh-ı Hazne (Ahmed
Haznevî) Ümmet-i Muhammed'in îmânını kurtarmaya çalıştı. Yoksa bu zamanda tarîkat
meselesi diye bir şey olmuyor. Şimdi bir oyalamadır yapıyoruz. Maksad îmân kurtarmaktır.
Tam hidâyet Mehdî aleyhirrahme zamanında olacaktır." buyurdu.
Ömrünün son zamanlarında sohbetine gelen insanlara buyurdu ki:
İnsanın kalbi dâimâ Allahü teâlâya bağlı olmalı, Allah insanın aklından, fikrinden hiç
çıkmamalı. İnsanın kalbi hem mahzûn olmalı, hem de Rabbine yalvarış içinde bulunmalı.
Kişi ne kadar mahzûn, ne kadar nefsinden ve benliğinden uzaklaşmışsa Allahü teâlânın
yanında o kadar makbûl ve yüksektir. Zâlim olan, zulm eden, zevk ve safâ peşinde koşan
kişinin, elbette Allahü teâlâdan haberi olmaz.
İnsan fakîr olmalıdır. Rabbü'l-âlemîn hep fakirlerledir. Fakirleri sever. Fakirlikten maksat
nefs ve benlikten uzak olmaktır. Dünyâ malından dolayı fakirlik değildir. İnsanın nefs ve
benliğini yenmesi lâzımdır. Nefsini gören, kendinde büyüklük hisseden kimseyi Allahü teâlâ
sevmez. Şeytanın küfre gitmesinin sebebi nefsini, kendini büyük görmesi değil miydi?..
İnsanın ayağı nefsin göğsünde bulunmalıdır ki, başkaldırmaya gücü yetmesin. Nefsin
düşmanlığı çok büyüktür. Firavun, Şeddat, Kârûn gibilerin felâketlerine nefisleri sebeb oldu.
Çünkü büyüklük taslayan nefisleri, büyük iddialara kalkıştılar. Kendileri boş bir dâvâ
güttüklerini, ilâh olmadıklarını ve Allahü teâlâdan uzak olduklarını bildikleri hâlde
nefislerinin Allahlık dâvâsına boyun eğdiler. Çünkü nefisleri o kadar büyümüş ve kendilerine
hâkim olmuştu.
İnsanın iyi amellerini ve ibâdetlerini görmemesi, hep günâhlarını görmesi lâzımdır. İnsan bir
şey olmadığını bilmelidir. Hayrını, amelini, ibâdetini değil, hep günahlarını göz önünde
tutmalıdır. Çünkü insan amel ve ibâdetini görünce nefsi kabarır. İnsanı felâkete götüren
nefsidir. Firavun, Şeddad ve Kârûn gibi ilâhlık dâvâsında bulunan ve helâke gidenler hep
nefisleri yüzünden bu felâketlere uğradılar. Nefisleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlık
dâvâsına kalkıştılar. Çünkü nefis kendinden üstün hiç bir varlığın bulunmasını istemez. İşte
onlar da haddini aşmış, azgınlaşmış nefislerinin ilâhlık iddiâsına uymuşlardır. Onlar
kendilerinin ilâh olmadığını bilmiyorlar mıydı? Biliyorlardı fakat büyüyen ve büyük iddiâlara
kalkışan nefislerine kendileri de uydular.
İnsan hep iyilerle bulunmalı, iyilerle arkadaşlık yapmalıdır. İyilerle bulunmanın menfaati
ebediyete kadar devâm eder. İşte Eshâb-ı Kehf'in köpeği, köpek olması münâsebetiyle haram
ve necisdir. Islâkken dokunduğu yerin temizlenmesi için yedi defâ yıkamak gerekir (Şâfiî
mezhebine göre). Fakat iyilerle kaldığı için, Allahü teâlâ onu berâber kaldığı iyilerin
hürmetine cennetlik yaptı. Haram ve necis olduğu hâlde cennetlik oldu ve Cennet'te iyilerle
berâber bulunacaktır. Halbuki Nûh aleyhisselâmın oğlu Ülü'l-azm bir peygamberin oğlu
olduğu hâlde, kâfirlerle arkadaşlık yapıp onlarla berâber bulunduğu için îmânını kaybetti.
Allahü teâlâ onu kâfirler topluluğundan yazdı. Peygamber oğlu olduğu hâlde kâfirlerle
arkadaşlık yapmasından dolayı son nefeste küfür üzerine îmânsız gitti. Öte yandan necis olan
bir köpek ise cennetlik oldu. Çünkü iyilerle berâberdi, onlardan ayrılmadı. Peygamber
efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "İnsan her kimi seviyorsa kıyâmette de
onunla berâber haşrolacak, kiminle arkadaşsa haşirde de onunla arkadaş olacaktır."
Ömrünün sonunda bir yıl kadar kaldığı Adıyaman'ın Kahta ilçesine bağlı Menzil köyünde
hastalanan Abdülhakîm Hüseynî Efendi tedâvî için Diyarbakır'a götürüldü. Oradan da
Ankara'ya nakledildi. Burada iken bâzı siyâset adamları ve parlamenterler kendisini ziyâret
ederek duâsını istediler. Onlara hitâben; "Hâlis niyetle dîn-i mübîne, İslâm dînine her kim
hizmet etmek isterse Allahü teâlâ onu muvaffak kılsın..." diye duâ etti.
Ankara'da yapılan ameliyattan sonra durumu düzelmedi. 25 Mayıs 1972 (H.1392) târihinde
Ankara'da vefât etti. Cenâzesi Menzil köyüne götürülerek talebeleri tarafından, daha önce
işâretlemiş olduğu yerde defnedildi. Kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
$/$)&1<2<(
Talebelerinin bir sorusu üzerine buyurdu ki;
Fıkıh ilmini öğrenin, onunla amel edin. İslâm dîni edeplerden ibârettir. Edeplere uymak
lâzımdır.
Alışkanlık çok çirkindir. İbâdet de alışkanlıkla yapılmamalı. Çünkü alışkanlık hâlini alırsa
ibâdet âdet olur. İbâdeti âdetten edeblerle ayırmak gerekir. Herbir işe kapısından girmek
gerekir, temelden başlamak lâzımdır. Kul elinden gelen tedbiri almakla Allahü teâlânın
takdirine teslim olmalıdır. Zamânın hepsi üç saatten ibârettir. Bir gün aleyhte, bir gün
lehte olur. Lehte olduğu zaman şımarıklık, kibirlilik ve zulümden sakınmalı, aleyhte olduğu
zaman sabır, tahammül, azamî tedbire sarılmalıdır. Ne aleyhte ne lehte olduğu zaman da
vakti değerlendirmek gerekir.
İşin esâsı Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını öğrenip îmânı düzeltmek ve Ehl-i sünnet
âlimlerinin bildirdikleriyle amel etmektir. Îmânı Ehl-i sünnet îtikâdına göre düzeltmeden
tasavvuf yolunda ilerlemek mümkün değildir.
1) Mâneviyât Dünyâsında İz Bırakanlar; s.121,132
2) Edeple Varış Lütufla Dönüş; s.3
3) Sohbetler

6 Mayıs 2013 Pazartesi

ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ


ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ;
Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden. 1865 (H.1281)'te
Van vilâyetinin Başkale kasabasında doğdu. 1943 (H.1362)'de Ankara'da vefât etti. Kabri,
Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır.
İmâm-ı Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım soyundan olup seyyiddir. Hazret-i Ali'ye kadar bütün
babaları âlim ve velî idi. Birçoğu zamânının kutbu, devrinin en büyük evliyâsı ve rehberiydi.
Babası Seyyid Mustafa, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin oğlu Seyyid Ubeydullah'ın halîfesiydi.
Gördüğü kimsenin hangi namazı kılmadığını, Allahü teâlânın ihsânı ile yüzünden anlardı.
Dînin emir ve yasaklarına bağlılıkta fevkalâde titiz, din bilgilerini yaymada gayretli ve çok
cömertti. Âlimlere, bilhassa on yedinci asırda Hindistan'ın Siyalkut şehrinde İslâm âlemini
her yönüyle ışıklandırmış olan Abdülhakîm Siyalkûtî hazretlerine pekçok muhabbeti vardı.
Bir oğlu olursa ona Abdülhakîm ismini verecekti. Seyyid Mustafa Efendinin bir oğlu olduğu
gece, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin torunlarından büyük âlim Seyyid Tâhâ hazretlerinin
küçük birâderi Abdülhakîm Efendi kendisinde misâfirdi. SeyyidMustafa Efendinin içindeki
dileğine bu ilâhî hikmet de eklenince, doğan oğluna Abdülhakîm ismini verdi.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ilk bilgileri babasının yanında öğrendi. Sonra Başkale'de ibtidâî
ve rüştiye mekteplerini bitirdi ve o zaman ilim ve irfan merkezi olan Irak'ın çeşitli
şehirlerinde, Müküs kazâsında yüksek âlimlerden, Arap ve Fars dili ve edebiyatı, mantık,
münâzara, kelâm, ilâhî ve tabiî hikmet, fen ve matematik, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf
dersleri aldı. Nehrî'de gördüğü bir rüyâ üzerine tahsîline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu
rüyâyı şöyle anlatmaktadır:
Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını âilemle
birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsîl ettiğim
zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyâda Allah'ın Resûlünü gördüm. Yüce
bir taht üzerinde risâlet makâmında oturmuşlardı. O'nun heybet ve celâli karşısında dehşete
düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla
kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zât... Bu zât sağ
kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir suâl sordu:
"Hayz zamânında bir kadının, câmiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir câminin bir
kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resûlünün
heybetlerinden büzülmüştüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet yavaşca ve alçak bir sesle;
"Dînin sâhibi hazırdır, buradadır." diye cevap verdim. Maksadım, şerîat sâhibinin huzûrunda
kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resûlullah efendimiz, ses
işitilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına rağmen cevâbımı duydular. Durmadan; "Cevap
veriniz!" diye üst üste iki defâ emir buyurdular.
Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin câmiye geliş yolları üzerinde durdum.
Kendilerine bir şeyi arzedeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine
büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din
bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış." diyerek
rüyâmı tâbir etti. Babama; "Kâinâtın efendisi huzûrunda, bunca din meselesi dururken bana
hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resûlullah'ın
emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevâbı verdi:
"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri
bakımından çok yükseleceğine işârettir.
Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında
geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcâbı uykuyu kitap
üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsîr gibi ilimlerin yanında kendisini
mânevî yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid
Tâhâ-i Hakkârî'nin halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, rüyâsında Allahü teâlânın Resûlünü gördü.
Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurmuştu.
Nihâyet Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehîm-i Arvâsî
hazretlerinin huzûruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu.
İstihârede şöyle bir rüyâ gördü:
Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi Seyyid Fehîm'e şu emri veriyordu: "Abdülhakîm'i al,
elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamâmen yıka! Sonra ikimize de
imâm olsun!.. Seyyid Fehîm hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da
elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccâdeye bırakıyordu.
Bu rüyâ onun talebeliğe kabûl edildiğine dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece
cevâzımât-ı hams tâbiri idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'î, kesin demektir. Hams yâni
beş adedi ise âlem-i emrin, latîfenin tasfiyesine işâret olduğu açıktı. Rüyânın başka tâbire
muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilâhî lütuf ve sonsuz bir ihsândı.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, gördüğü bu rüyânın tesiri ile büyük bir aşkla ilim tahsîl edip,
ilimde ilerlediği gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü
nurlandırdı. 1882 (H.1300)'de zâhirî ilimlerde icâzet aldıktan sonra, 1888 (H.1305)'de
tasavvufta Nakşibendî yolundan icâzet aldı. Ancak Nakşî tarîkatında H. 1000 târihinden
sonrakiler ilk asırdakilere benzer olduğuna dâir işâretler bulunduğundan, Nakşîlikten mezun
olanlar, Kübreviyye, Sühreverdiyye, Kâdiriyye ve Çeştiyye tarîkatlerinden de mezun
sayılıyordu. Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de mürşîdi Seyyid Fehîm hazretleri tarafından
Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî tarîkatlerinden de icâzet aldı.
Bundan sonra memleketi Arvas'a dönen Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin burada büyük ilmî
faâliyetleri oldu. Bunu kendileri şöyle anlatmaktadır:
Memleketimizde, mevcut medreselerden ayrı olarak, bana miras kalan mallardan bir medrese
yaptırdım. Mevcut kitaplara ilâve sûretiyle zengin bir kütüphâne kurdum. Talebenin yiyeceği,
giyeceği, yatacağı, yakacağı tarafıma ait olmak üzere de o medresede 29 yıl ders okuttum.
Birçok âlim ve fâdıl yetiştirdim. Bunları gönderdiğim yerler âdetâ irfan nûruyla doldu. O
civarda medresemiz ilim feyziyle şöhret buldu. Vâlilerin, üst kademedeki memurların,
bilhassa uzak yerlerdeki âlimlerin bile övgüyle, sitâyişle bahsettikleri bir ilim merkezi oldu.
Medresemizden yetişen ilim adamlarının okumalarına mahsus kitapları İstanbul'dan
getirtiyordum. Medresemin bağlıları bu kitapları aşîretler ve kabîlelere gönderip onları ilim
nûruyla aydınlatırlardı. Mezunlarımızdan bâzıları vilâyet, sancak ve kaza merkezlerinde müftî
olarak vazîfelendirilirdi. İçlerinden muhtaç olanları ev eşyâlarını tedârik ederek
evlendiriyordum. İran'ın sınır boyundaki halk bu kişilerin gayretleri sâyesinde Sünnîlikte
devâm ediyorlar ve kendilerini görenler, İslâma bağlılıkları karşısında hayrete düşüyorlardı.
Seyyid Abdülhakîm Efendi, 1897 yılında hac vazîfesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medîne'ye
gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli
eşraftan bir zât vardı. Onunla berâber bir gece, mübârek Ravza'da akşam namazından sonra,
yüzünü saâdet şebekesine döndürmüş, son derece edeb ve hürmet içerisinde beklerken, sağ
tarafında oturan Hacı Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça:
"Refikam, şu anda özür sâhibidir. Peygamber Mescidini ziyârete gelemez. Bâb-üs-Selâm'dan
girerek Peygamber huzûrunda bir selâm verip, Bâb-ı Cibrîl'den çıkmasına şer'an müsâde var
mıdır?" dedi.
Seyyid Abdülhakîm hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyânın hatırına gelmesi ile korkuyla
sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyâsında gördüğü
şahıs da bu şahıstı. Yavaşça:
"Bu suâlin cevâbına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyâda
olduğu gibi Resûlullah efendimizin huzûrunda bulunduğundan cevap vermekte mazur
olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem
de rüyâyı tafsilâtı ile anlattı.
Şeyh Abdülhakîm Efendi 1907'deki haccı sırasında büyük evliyâ Şeyh Ziyâ Mâsum'un yüksek
iltifatlarına mazhar oldular. Birlikte vedâ tavâfını yaparlarken Şeyh Ziyâ Masum hazretleri
kendisine:
"Mürşidin Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî
tarîkatlerinden memur ve mezun olduğun gibi ilâveten sana Üveysîlik yüksek yolundan da
icâzet verdim." buyurdular.
Seyyid Abdülhakîm Efendinin ikinci haccından dönüşünden bir müddet sonra doğuda
karışıklıklar başgöstermeye başladı. 1914 yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında Rus
askeri İran tarafından gelerek Doğu Anadolu'yu işgâle başladı. Bir taraftan da Ermenileri
silahlandırarak masum Türk halkı üzerine kışkırtıyorlardı. Bu acıklı günleri o mübârek zât
şöyle nakletmektedir:
Hızla silâhlanan Ermeniler, Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada
bizim evimizi de tamamiyle yağmaladılar, soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın
başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare
bulamadılar. On gün sonra Allahü teâlânın lütfu ve inâyeti ile kasaba geri alındı ve âilece
oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara
girdik. Mayıs ayında düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye
emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere döştük. Evlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi,
câmilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu
göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van, Şafak ve Nurduz'u ele geçirmişti. Keldânî
aşîretleri ile Ermeniler dünyânın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol
açıyorlardı. Hicret edenlere Masiru adındaki bir dereden yol bulup gitmekten başka çâre
kalmamıştı. Bu istikâmete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın ve
çocuktan ibâret olan birkaç bin nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ eli silah tutanların hemen hepsi
Erzurum taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen müdâfaasız kimselerden meydana
gelen göç topluluğu bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni fedâileri ise
Nurduz'dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor,
büyük bir kısmını şehîd ediyor, kalanları tekrar takibe koyuluyordu. Zaho'nun dağ ve
çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem
oldular. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan
oldular.
Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda
elimize ne geçerse yiyip bin türlü meşakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci gecesi
Ravandız'a girdik. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 45
dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylülün ikinci günü Erbil'e çoğumuz hasta olarak
girdik. Kardeşim Seyyid İbrâhim Efendiyi kara toprakta Allah'ın rahmetine bıraktığımız gibi,
Şeyhler hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini Erbil
ve civarında toprağa verdik. Ekim ayının dokuzuncu günü Musul'a vardık. Burada meşhur
Celilîzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o vaktin
rayicine göre, aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve selamlık daireleri, bedelsiz
olarak bize ihsan edildi.
Burada on sekiz ay kadar oturduktan sonra, ayrılmak üzere vedâ ederken, gönlümüzü hoş
ederek; "Bu evde kırk sene otursaydınız, yine kirâ almazdım." dedi. Allahü teâlâ kendisinden
râzı olsun.
Devamlı olarak, Bağdat'ta Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin türbesi civarında
oturup orasını vatan edinmek arzusunda bulundumsa da, o civarlarda İngiliz muharebeleri pek
şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul'da kaldık. Daha sonra nüfusumuz yüz
elli iken ancak altmış altı nüfusla, çöl ve sahraları, Allah'ın yardımıyla aşarak Adana'ya
geldik. Adana'da çeşitli hastalıklar sebebiyle defn ettiğimiz nüfustan kalan 20 kişi ile
Eskişehir'e geldik. Bunlardan bir kısmı Konya'da kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı
içinde yaşadılar. Biz ise 1918 senesinin Nisan ayı ortalarında İstanbul'a geldik. Dâhiliye
Nezareti (İçişleri Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı olan ulemâdan Hayri Efendi
tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı Medresede
yerleştirildik. Dağılmış âile efrâdımı, Allah'ın inâyeti ile orada toplamaya muvaffak oldum.
İstanbul'a bu sûretle sevk-i ilâhî ile geldik. Yollarda görülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri daha sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Kaşgari
Dergâhının şeyhliği, imâmlığı ve vâizliği ile vazîfelendirildi. Bu arada 5 Ağustos 1919'da
Sultan Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi (ordinaryüs
profesörü) olarak da tâyin edildi. Böylece hem çeşitli câmilerde vâz ederek ve hem de
üniversitede hoca olarak İslâmiyeti yaymaya, din düşmanlarını susturmaya ve sindirmeye
başladı.
Seyyid Abdülhakîm Efendi din bilgilerinde ve tasavvufun ince bilgilerinde çok derin idi.
Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya
gelir, sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevâbını alır, sormaya lüzum kalmadan, o
bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerâmetler
görürdü. Çok mütevâzi, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslâm âlimlerinin
adı geçtiği zaman:
"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gâib olsak aranmayız." ve;"Bizler o
büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz." buyururdu. Halbuki
kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.
Sultan Vahideddîn Han kendilerini çok sever, takdîr ederdi ve duâlarını isterdi. Nitekim
Abdülhakîm Efendi hazretleri şöyle anlattı:
Memleketin işgâl altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta
Sinanpaşa Câmiinde vâz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir
bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'ûke iletta'âm." yâni "Sultan sana selâm ediyor ve
seni iftara çağırıyor." dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul'un seçilmiş vâizleri, imâmları
çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selâmı var. Hepinizden ricâ ediyor.
Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin gâlib gelmesi için duâ etmenizi ve
Anadolu'daki mücâhidlere para ve duâ ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara
katılmaları için milleti teşvik etmenizi ricâ ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi
Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.
Bir defâsında da Sultan Vahideddîn Han, Ramazân-ı şerîf ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu
odayı ziyâret edecekti. Seyyid Abdülhakîm Efendi'yi de dâvet etti. Diğer ileri gelen devlet
adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devâmını hizmetlerini gören Şakir Efendi
şöyle nakletmektedir:
Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakîm Efendi
nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini
tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakîm'dir
deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yanyana biri
dünyâ, biri âhiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiyâ Peygamber efendimizin seâdetli hırkalarının
bulunduğu odaya girdiler. Berâberce ziyâret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada
olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi
bekliyordum. Geldiler ve ziyâretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki
tane verdi. Birisi senindir." deyip birini bana verdiler.
Abdülhakîm Arvâsî hazretleri siyâsete hiç karışmamış, siyâsî fırkalara bağlanmamıştır.
Bölücülüğe karşıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak
sorduklarında:
"Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan
kapatmışlardı." demiştir. Bu muazzam görüş, o günlerin umûmî mânâda tekke ve dergâh
tipine âit teşhislerin en güzelidir.
Kânunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.
Abdülhakîm Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi,
ağlaması hep İslâmiyete ve Resûlullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören
sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi.
Yakınları onu otuz senedir kaylûle yaparken veya yatarken bir defâ olsun sırt üstü veya sol
tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ
yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikâmet üzere idi. "İstikâmet yâni Allahü teâlânın
beğendiği doğru yol üzere olmak kerâmetin üstündedir." sözünü sık sık tekrar ederdi.
Talebelerinden bâzıları o ilim deryâsı büyük velîden şu sözleri ve menkıbeleri
nakletmişlerdir.
Her vesîle ile sohbetlerinde namazdan bahsederlerdi. "Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart
altında olursa olsun mutlaka namaz kılın." buyururdu.
Yine buyurdu: "Bir vakit namazımı kaybetmektense, dünyâları kaybetmeyi tercih ederim."
Talebelerinden birisi edeb hakkında sorduğunda;
"Edeb hudûda, sınırlara riâyet etmek onu taşmamaktır. En büyük edeb ise ilâhî hudûdu
muhâfazadır, gözetmektir." buyurdu.
Talebelerinden birisi dünyâ sıkıntılarından bahsediyordu. Anlatması bittikten sonra;
"Allahü teâlâya inanan ve güvenen kimse neden mahrumdur. Allah'tan mahrum olan ise neye
mâliktir." buyurdu.
Bir gün sed kenarında hasır koltuklarında İstanbul'a doğru bakarlarken yanındakilere dönerek;
"Şu İstanbul ne garip belde! İnsan mümin olmak için de, kâfir olmak için de burada her
vâsıtayı, her imkânı bulabilir." buyurdu.
Bir gün bir derslerinde şöyle buyurdular:
"Bizim meclisimizde bulunanlar, sükût içinde otursalar ve sükûttan başka bir şey görmeseler
bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."
Kapalıçarşı'dan geçerken karşılarına tanıdıkları bir dükkancı çıktı. Adam hal hatır faslından
sonra; "Efendim. Duâ edin de Allahü teâlâ ümmet-i Muhammed'i kurtarsın." deyince, o da
cevâben:
"Siz bana o ümmeti gösterin. Ben de kurtulduğunu haber vereyim. Hani nerede o ümmet!"
buyurdu.
Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır:
Tahsîlimi İstanbul'da yaptım. Arabî ve Fârisî'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sâhibiydim.
Bir gün beni Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sâhibi
olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra
sandalyede oturmaktan hayâ edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri
anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz
daha derken nihâyet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle
gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid
Abdülhakîm'i görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:
"Seyyid Abdülhakîm Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine
yapışmaktan başka işim kalmadı." dedim. O büyük zâta talebe olmakla şereflendim.
Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:
Bir sabah dergâhın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni
imâm yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde
oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip
sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve duâ bitince, sofaya geçtik.
Gördük ki semâverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar
bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı
aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemâat vardı. Şimdi dağılmış."
Yine Şakir Efendi naklediyor:
İzmir'de Hisar Câmiindeydik. Huzurlarına on iki yaşında bir çocuk getirdiler. Çocuk dilsizdi.
Anne ve baba çocuklarını kapmış, haberini aldıkları bu Allah'ın sevgili velî kulunun huzûruna
duâ etmesi için getirmişlerdi. Çocuk yürüyüp geldi. Ellerini öptü. Abdülhakîm Efendi
hazretleri çocuğa kısa bir nazar etti ve; "Oğlum ismin nedir?" diye sordu. Çocuk birden cevap
verdi: "Ahmed!" Anne ve baba çocuklarının konuştuğunu görüp, hayretler içinde sevinç
gözyaşları döktüler.
Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:
Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda
yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana
bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid
Abdülhakîm Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular.
"Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor." dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını
unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok." dedim. "Kadın müşterileriniz
oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının işini
gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.
Bir gün Bâyezîd Câmiinde vâz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı hâlde; "Sizden biriniz,
eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan,
güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra
azarlasın." buyurdu. Vâzı dinleyen Akhisarlı bir zât içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye
geçirdi. Vâzdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde
güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek hâlde. Çocuk küçük olup üç-dört
yaşındaydı. Hemen Abdülhakîm Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk
düşmekten kurtuldu.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin uzun yıllar hizmetinde bulunan Kayserili pamuk tüccarı
Abdülkâdir Bey şöyle antalır:
Bir yaz günüydü. Abdülhakîm Efendi ile Eyyûb Câmiinde öğle namazını kıldık. Sonra
hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî'nin türbesine girdik. Başka kimse yoktu. Sandukanın ayak
ucunda, yanyana diz üstünde oturduk. "Yanıma sokul, gözlerini kapa." buyurdu. Gözlerimi
kapayınca hazret-i Ebû Eyyûb Ensârî hazretlerini ayakta duruyor gördüm. Yanımıza geldi.
Uzun boylu, iri yapılı, seyrek sakallıydı. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben
işitmiyordum. Edeple seyrediyordum. "Gözünü aç." dedi. Açtım. İkimiz sandukanın yanında
oturuyoruz gördüm. Sokağa çıktık. İkindi okunuyordu. "Ne gördün?" dedi. Anlattım. "Ben
hayatta iken kimseye söyleme." dedi. Bunu vefâtından yirmi dört sene sonra anlatıyorum.
Necib Fâzıl Kısakürek anlatır:
Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım
gibi, İkinci Dünyâ Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi
huzûrlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve
avukat Mahmûd Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zât... Harbe sürüklenmek
mecbûriyetimizi riyâzî bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten
sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihân Harbinde olduğu gibi pahalılık
olmasa, vesîka usûlü çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık,
vesîka usûlü milleti kavurdu. Mahmûd Bey, bana bu kerâmeti sık sık tekrar eder ve; "Müthiş,
müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez." ve kimse vesîka usûlünü beklemezken "O
olacak." buyurmaları büyük kerâmet." derdi.
Fâruk Bey anlatır:
Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının
balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastahâneye
dar attık. Ayıldı. Fakat aklî melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün
mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler.
Bir rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifâsı yok hükmünü bastı. Bülûğ çağındaki
çocuğumu, büyük amcası Abdülhakîm Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk
gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sâdece; "Mahzûnum,
mahzûnum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havâle ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir
zaman sâhib olmadığı maddî ve mânevî bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun
yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakîm Efendi, birâderzâdeleri olan
Fâruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini medhetmek isteseydi; "Fâruk hâriç hepimizden
iyidir." derdi. Kabri, Abdülhakîm Arvâsî'nin ayak ucundadır.
Bâyezîd Câmiinde; Erzincan zelzele felâketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinânın
âşikâr olduğu yerlere zelzele ile cezâ verir. Erzincan gibi." buyurmuşlar. Kimse o esnâda bu
mânâyı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerâmetti, anlayamadık
demişlerdir.
Talebelerinden Tâhir Efendi anlatır:
Abdülhakîm Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyânın huzûruna dolu giden boş, boş giden
dolu döner."
Bir gün bana; "Tâhir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver."
buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç
kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakîm Efendiyi gördüm. "Tâhir, kitapları evden
çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha
uyuyamamıştım. Abdülhakîm Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup,
celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak
uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende
olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.
Ne zaman Abdülhakîm Efendi hazretlerine gitsem, Ziyâ Bey yanında otururdu. Ziyâ Beye bir
kitap verir, okuturlar ve îzâh ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziyâ Beye kitap
okutup, kendileri îzâh ediyordu. İçimden, benim Arabî ve Fârisim Ziyâ Beyden iyidir. Niçin
hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyâda Abdülhakîm Efendinin
huzûrunda idim. Gene Ziyâ Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziyâ Beyi sarıklı,
âlim kıyâfetinde gördüm. Abdülhakîm Efendi, Ziyâ Beyi bana gösterip; "Biz, boşuna emek
vermeyiz." buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.
Bir gün Abdülhakîm Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakîm Efendiye arz
edeyim, evliyâlıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet
buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye
düşünüyordum. Vardım. Bahçed yalnız oturuyorlardı. Selåâm verip ellerini öptüm. Yüzüme
bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül"
dedim. "Ya Tâhir! Bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Meselâ
şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır
efendim." dedim. "Demek ki, farklılık istidadlarından kâbiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim;
ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu bağışlayın
efendim." dedim.
Bitlis yolunda bir genç, kışın tipiye tutulup, yolunu kaybeder. Helâk olacak halde iken; "Yâ
Rabbî! Zamânımızın kutbunu imdâdıma yetiştir!" diye yalvarır. Hemen siyah sakallı birisi
zuhûr eder, atın dizginlerini tutup, istikamet verir ve; "Böyle git, şehre varırsın!" buyurur.
Genç, o gaybdan gelip kendisine yol gösteren zâtın şemaline dikkat eder. Otuz sene sonra,
Bâyezîd Câmiinde, tesâdüfen vâzında bulunur. Ben bu şeyhi bir yerden tanıyacağım diye
düşünür. Vâzdan sonra çıkarlarken, Abdülhakîm Efendinin yanına yaklaşır, daha
konuşmadan, Abdülhakîm Efendi; "Bitlis'teki tipi fırtınasını mı hatırladın?" diye kulağına
hafifçe söyler. Gözyaşlarını tutamayıp, eline sarılır, öper... öper.
Seyyid Abdülhakîm Efendi, kendisini candan seven ve tıbbîyede okuyan bir talebesinden
eczacılığı seçmesini istedi. Talebe tıbbiyede sınıfın birincisiydi. Ancak anne ve teyzesi ise
onun Eczacılığa geçme isteğine şiddetle karşı çıkarlardı. Böyle bir şeye teşebbüs ettiği
takdirde haklarını helâl etmeyeceklerini bildirdiler. Genç büyük bir üzüntü içerisinde Fâtih
Câmii avlusuna geldi. Na yapacağını bilmez bir hâldeydi. Bir tarafta annesi diğer tarafta ise
canından çok sevdiği hocası. Âniden aklına gelen bir düşünceyle câmi avlusuna girecek ilk
kişiyle istişâre etmeye karar verdi. Nitekim biraz sonra câmi avlusuna giren zâtın yanına
yaklaşarak; "Efendim size bir şey danışmak istiyorum." dedi. Buyurun sizi dinliyorum demesi
üzerine; "Ben tıbbiyede talebeyim. Hocam tıbbiyeyi bırakıp eczâcılığı seçmemi istiyorlar.
Annem ve teyzem ise şiddetle karşı çıkarak haklarını helâl etmeyeceklerini söylediler. Ne
yapayım?" O zat; "Senin hocan kim evlâdım?" deyince, "Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
hazretleri." cevâbını verdi. Bu söz üzerine o zat; "Evlâdım senin hocan öyle bir kimsedir ki,
bin ana fedâ olsun. Hiç düşünmeden sözünü tut!" dedi. Talebe bu söz üzerine derhâl
eczâcılığa kaydını yaptırdı. Daha sonra meşveret ettiği o zatın yine Abdülhâkim Efendi
hazretlerinin talebelerinden Cevat Bey olduğunu öğrendi. Hocasının bereketi ile daha sonra
anne ve teyzesi de haklarını helâl ettiler.
Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır: Abdülhakîm Efendi, arada bir bana, teyemmüm
nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden
bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefâtından otuz sene sonra, ellerimde yara
çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene
teyemmümle yâni onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda
kaldım.
Buyurdular ki:
Kur'ân-ı kerîm şifâdır. Fakat şifâ, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifâ gelmez.
Gerçek kerâmet, kerâmetin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velînin irâde ve ihtiyârı
ile değildir. İlâhî hikmet öyle gerektiriyor demektir.
Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.
Ahmaklık, hatâda ısrar etmektir.
Hak'tan ve Hak yolundan başka her ne düşünülürse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.
Din bilgileri, dünyâda ve âhirette, huzûru, seâdeti kazandıran bilgilerdir.
Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir.
Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, ona kulluk etmedikçe, insanlar birbiri ile
sevişemez.
Kavuştuğunuz her nîmet; hep hakka îmânın hâsıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın
ihsânıdır.
Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlâkınızla, sözlerinizle, giyinişinizle
İslâmın vekârını, kıymetini gösteriniz.
Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır.
Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe; ızdırap ve felâketten kurtulamaz.
Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder.
Güzel ve doğru onun dilediğidir.
Allahü teâlâ bize fadlı, ihsânı ile tecelli etsin; bizi fadlı ile korusun! Adliyle tecelli ederse,
yanarız.
Riyâ olmasın diye cemâatten kaçanlar ayrı bir riyâ içindedirler.
Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.
İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.
Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, îmân eksikliğidir.
Dîni dünyâ çıkarlarına âlet eden yobazlara karşı Eyyûb Sultan, Fâtih, Bâyezîd, Bakırköy,
Kadıköy ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsîlerindeki konuşmaları, bunların iftirâlarına sebeb oldu.
Bunların tahriki ile Eylül 1943'te tutuklanarak İstanbul'dan İzmir'e götürüldü. Bir müddet
Meserret otelinde sonra bir evde polis nezaretinde kaldı. Yakınları, kendilerinin Bursa'ya
nakli veya İstanbul'a iâdesi için birkaç defâ teşebbüse geçtilerse de her defâsında red cevâbını
aldılar. Nihâyet Ankara'ya nakline müsâde çıktı. Bu karar üzerine Ankara'da Hacı Bayrâm-ı
Velî civârında, biraderinin oğlu Seyyid Faruk Işık'ın evine geldiler. Bu sırada hasta
olduklarından Faruk Işık Bey'in evinde on sekiz gün hasta yattıktan sonra 27 Kasım 1943
(H.1362)'te vefât ettiler. Vefât ânında hafif bir zelzele oldu.
Ankara hiç sevmedikleri bir yerdi. Bu sebeple yakınları mübarek nâşın İstanbul'a nakli için
resmî makamlara başvurdular. Ancak kabul edilmedi. Şehrin belediye sınırları içinde
ölenlerin asrî mezarlığa gömülmesi şartı da vardı. Bu yüzden herkes eli kolu bağlı mahzun ve
üzgün bir durumda bulunuyordu. Çünkü kendileri bu mezarlığa defnedilmeyi istemiyorlardı.
O sırada evin ahşap kapısı çalındı. Kapıda kim olduğu, nereden geldiği belli olmayan ak
sakallı bir adam:
"Ankara civârında Bağlum isimli bir köy vardır. Oraya götürünüz, kendilerine uygun yer
orasıdır." dedikten sonra dönüp gitti. Meçhul adamın arkasından koştularsa da sanki sır oldu
ve ortadan kayboldu.
Keçiören'de dâmâdı İbrâhim Arvas Beyin evinde gasl, techiz, tekfîn ve namazı edâ edildikten
sonra Ankara'nın kuzeyinde ve 24 km mesâfede bulunan Bağlum'a getirilerek defnedildi.
Telkinini kimin vereceği, oğlu fazîletli Ahmed Mekki Efendiye sorulunca; "Babam Hilmi'yi
çok severdi. Onun sesini iyi tanır. Telkinini Hilmi versin." buyurdu. Böylece telkin vermek ve
kabr-i şerîfine girmek vazîfeleri talebesi Hüseyin Hilmi Beye nasîb oldu.
Ağlasın kan ağlasın her müslüman
Çünki, Seyyid Abdülhakîm terk etti cân
Âlim ü âmil, veliyy-i kâmil idi.
Zâtına mevdu' idi sırr-ı nihân.
Bağlum nâhiyesi eskiden beri sel, yağmur, dolu gibi âfetlerin eksik olmadığı bir yerdi. Ancak
Bağlum halkı Seyyid Abdülhâkim Arvâsî hazretleri buraya defn olunduktan sonra hiç âfet
görmediklerini beyan etmişlerdir.
Seyyid Abdülhakim Efendinin; Sahabe-i Kiram ve İslam Hukuku Erriyâz-ut-Tesavvufiyye
isimli eserleri mevcuttur. Ayrıca talebelerine gönderdiği risâle büyüklüğünde pek çok
mektupları vardır. Arabi, Farisi ve Türkçe şiirler yazmıştır.
Abdülhakim Efendi'nin üç oğlu ve iki kızı vardı. Oğullarından Enver Bey hicret esnasında
1918'de Eskişehir'de vefat etti. İkinci oğlu faziletli Ahmed Mekki ÜçışıkEfendi İstanbul'da
Kadıköy müftiliğinde bulunmuştur. 1967'de İstanbul'da vefat etmiş olup kabri Bağlum
kabristanındadır. üçüncü oğlu Münir Efendi, İstanbul belediyesinde uzun seneler çalışmış,
doğruluğu, çalışkanlığı, güzel ahlakı ile etrafının saygısını ve sevgisini toplamıştır. 1979'da
vefat etti. Kabri Bağlum'dadır.
Kızlarından Şefia Hanım da hicret sırasında Musul'da vefat etmiştir. Diğer kızı Mâide hanım
hayattadır. (1992)
"31,$-"+&5,3":(&"3"888
Sevdiği kimselerden, Sabri Bey var idi ki,
O da şu hâdiseyi, anlatır bizâtihî:
Bir gün râhatsızlandım ve gittim hastâneye,
Apandisit teşhîsi, kondu muâyenede.
Bayram olduğu için, yapmayıp ameliyât,
Bir başka hastâneye, sevkettiler o sâat.
Çıkıp, o hastâneye, gitmeden daha önce,
Efendi'ye uğrayıp, haber verdim hemence.
Ellerini öperek, oturunca, o derhâl,
Bana; "Sen hasta mısın?" diyerek etti suâl.
"Evet." deyip gösterdim, o ağrının yerini,
Tam onun üzerine, dokundurdu elini.
"Burası mı?" diyerek, o yeri ovdu biraz,
Onun bereketiyle, gitti benden o maraz.
O, mübârek elini, dokununca o yere,
Apandisit ağrısı, kayboldu birden bire.
Kırk beş sene oluyor, o günden îtibâren,
Apandisit ağrısı, görmedim bir daha ben.
#>+>)&#.),"%"&%"?31)
Sevdiklerinden biri, bir gün huzûrlarına,
Gelerek şu şekilde, bir suâl sordu ona:
"Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî mi yüksektir,
İmâm-ı Rabbânî mi, merak eder bu fakîr?"
Abdülhakîm Efendi, cevâben o kimseye,
Başladı Abdülkâdir Geylânî'yi övmeye.
Buyurdu: "Gavsül âzam, idi ki bu büyük zât,
Ânında yetişirdi, istese her kim imdât.
Öyle çok kerâmeti, vardı ki onun hattâ,
Duâsıyle ölüyü, döndürürdü hayâta.
Kendi zamânındaki, bilcümle evliyânın,
Fevkinde bulunduğu, kesin idi bu zâtın.
Ve kıyâmete kadar, her Velî'ye feyiz, nûr,
Onun vâsıtasıyle, erişir, vâsıl olur.
Mübârek cemâlini, görseydi biri elhak,
Allahü teâlâyı, hâtırlardı muhakkak.
Dört yüz kişi yazardı, vâzını muntazaman,
Birbirinin sırtında, yazarlardı çok zaman."
Böylece bu Velî'den, bahsedip uzun uzun,
Çok kerâmetlerini, anlattı önce onun.
Sonunda buyurdu ki: "Bütün bunlara rağmen,
İmâm-ı Rabbânî'nin âşıkıyım ama ben."
)$4$)&5!.+3./C
Hâlid Turhan Bey anlatır:
Bir gün ziyâretlerine gitmiştim. Kütüphânelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana
verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış
okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra;
"Türkçeye çevirin!" buyurdular. Takıldığım çok ibâreler oldu. Yardım ettiler, hattâ
kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım.
Vefâtlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphâne müdürlüğü için, Ankara'da imtihana
girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de
ne göreyim, Abdülhakîm Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum,
tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphâne müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca,
Efendinin bu büyük ve açık kerâmetini görünce hüngür hüngür ağladım.
=32)()&!.661+$):1)
Hâbil Efendi diye, vardı ki bir terzisi,
Pek çoktu Efendi'ye, bağlılığı, sevgisi.
O'na öyle ihlâsla, bağlıydı ki o hattâ,
Böyle hâlis bağlılık, az bulunur hayatta.
Bir gün ziyâretine, giderken Efendi'nin,
Düşündü ki gidince, sorayım şunu ilkin.
Diyeyim ki: "Efendim, istemiyorum ama,
Çok kötü düşünceler, geliyor hâtırıma.
Hiç kurtulamıyorum, ben bu vesveselerden,
Îmânıma bir zarar, gelir mi bu şeylerden?"
Bunları düşünerek, vardı huzurlarına,
Girince, sohbetini, kesti ve baktı ona.
Ve hemen buyurdu ki: "Bir müslümanın eğer,
Hâtırına gelirse, çok fenâ düşünceler,
Onun kötülüğüne, bir işaret değildir,
Îmânının kuvvetli, olduğuna delîldir."
Henüz suâl etmeden, almıştı cevâbını,
Efendi, daha sonra, ikmâl etti vâzını.
1) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1023
2) Ýslâm Meþhûrlarý Ansiklopedisi; c.1, s.34-73
3) Baþbuð Velîlerden; s.336-351
4) O ve Ben
5) Eshâb-ý Kirâm; s.164-166, 287-293
6) Son Devrin Din Mazlumlarý; s.319-336
7) Þerîat Yolunda Yürüyenler ve Sürünenler; s.160-164
8) Cihâd Önderleri-I; s.125-131
9) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.25
10) Sefînet-ül-Evliyâ

ABDÜLHAK-I DEHLEVÎ


ABDÜLHAK-I DEHLEVÎ;
Hindistan evliyâsından ve hadîs âlimi. 1551 (H.958) Ocak ayında Delhi'de doğdu. Âilesi
Moğol istilâsı sırasında Türkistan'dan göç ederek bölgeye yerleşen bir Türk boyuna
mensuptu. Babası Seyfeddîn Efendidir. 1642 (H.1052)'de Delhi'de vefât etti.
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Abdülhak-ı Dehlevî, babasından ilim öğrenmeye başladı.
Babası ihtiyar ve zayıf olmasına rağmen gece-gündüz oğlunun yetişmesi için çalıştı.
Abdülhak-ı Dehlevî yaratılış bakımından büyüklerin sözlerine âşıktı. Velîlerin sözlerini
dinleyince, kendinden geçerdi. Akâid ilmi ve vahdet-i vücûd olmak üzere anlayamadığı bâzı
mevzûlar üzerinde şüphe ve tereddüdleri hâsıl olunca babası; "Bizim de bu meselede böyle
çok şüphe ve tereddüdlerimiz olurdu. İnşâallah git gide bunlardaki perde açılır, kapalılık
gider, işin iç yüzü, hakîkatı ortaya çıkar. Fakat dâimâ çalışmak lazımdır." derdi.
Babasında okumaya başladı. Kur'ân-ı kerîmi iki-üç ay gibi kısa zamanda hatmetti ve yazı
yazmasını öğrendi. Çok kuvvetli bir hâfızası vardı. Kur'ân-ı kerîmi öğrenip ezberledikten
sonra, sarf, nahiv, tefsîr, fıkıh ilimlerini de babasından öğrendi. Babası ona; "İnşâallah çok
çabuk âlim olursun. Allahü teâlânın seni hayâl ettiğim kemâle ulaştıracağını düşünmek,
benim neşelenmeme sebeb oluyor." derdi.
Abdülhak-ı Dehlevî tahsil için yaklaşık 4 km uzaklıktaki medreseye gider gelirdi. Sabah
namazından önce medreseye giderdi. Gecelerinin çoğu mütâlaa, gündüzleri ise yazmakla
geçerdi. Mahalle çocukları gibi oynamaz gece de belirli vakitlerde uyumazdı. Annesi ona;
"Arkadaşlarınla biraz oyna rahatına bak." dediğinde; "Anneciğim. Oyundan maksat hâtırı
gönlü hoş etmek, hoş vakit geçirmektir. Benim gönlüm ya okumakla veya yazı yazmakla
açılıp rahatlıyor." derdi. Annesinin, gece yarısından sonra, o kitap okurken; "Oğlum ne
yapıyorsun?" sesine karşılık, yalan olmaması için, yatar ve; "Yattım anneciğim! Bir şey mi
buyurmuştunuz?" derdi. Sonra kalkıp okumasına devam ederdi. Birkaç defa saçları ve sarığı
mum ateşi ile yandı. Bu azim, bir de babasının duâsı ile on yedi yaşında iken ilim tahsilini
tamamladı. Babasının teşviki ile Kâdiriyye tarîkatının kurucusu olan Şeyh Abdülkâdir-i
Geylânî'nin torunlarından Şeyh Mûsâ Kâdirî Geylânî'nin sohbetlerinde bulundu.
Abdülhak-ı Dehlevî babasının vefâtından sonra, Ekber Şahın sarayına girdi. Bir süre sonra
bâzı kimselerin ismini sarayda kendi kötü gâyeleri için kullandıklarını anlayınca, oradan
ayrılıp Hindistan'ı terk etmeye karar verdi. Hacca gitmek üzere yola çıktı. Hac farîzasını
yerine getirdikten sonra buradaki âlimlerin sohbetlerinde bulundu. Büyük hadîs âlimi
Abdülvehhâb-ı Müttekî'nin derslerini tâkib etti. Peygamber efendimizin mübârek Ravda-i
mutahherasında ikâmet etti. Burada pekçok mânevî feyz ve bereketlere kavuştu. Bu konuda
kendisi; "Bu hakîr, fakîr, Resûlullah'ın ikrâm ve ihsânlarını anlatmaya kalksam gücüm
yetmez." buyurdu.
Hicaz dönüşünde, Silsile-i aliyye ismi verilen altın halkanın büyüklerinden olan Muhammed
Bâki-billah hazretlerinin talebesi oldu. Onunla birlikte Hindistan'da yayılmış olan, dîne
sonradan giren bid'atleri kaldırmaya çalıştı. Bir ara İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yazılarını
beğenmez, îtiraz yazıları yazardı. Fakat, son zamanlarda, Allahü teâlânın inâyetine kavuşarak,
yapdıklarına pişmân oldu. Tövbe etti. Hâce Muhammed Bâkî'nin mezun ettiği talebelerinden
Mevlânâ Hüsâmeddîn Ahmed'e, bu tövbesini şöyle yazdı:
"Allahü teâlâ, Ahmed-i Fârûkî'ye selâmetler ihsân etsin! Bu fakîrin kalbi, şimdi ona karşı çok
hâlis oldu. Beşeriyet perdeleri kalktı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini bir tarafa
bırakalım, böyle bir din büyüğüne karşı durmamak, akıl îcâbı idi. Ne insafsızlık, ne câhillik
etmişim. Şimdi kalbimde vicdânımda duyduğum mahcûbiyeti, ona karşı küçüklüğümü
anlatamam. Kalbleri çevirmek, hâlleri değiştirmek, Allahü teâlâya mahsûstur."
Abdülhak-ı Dehlevî, kendi çocuklarına da mektup yazarak:
"Ahmed-i Fârûkî'nin sözlerine karşı îtirâzlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimde ona karşı
hiç bir bulanıklık kalmamıştır. Kalbim ona karşı hâlis olmuştur." dedi.
Abdülhak-ı Dehlevî'nin tövbesinin sebebi iyi bilinmiyor. Bu hususta bâzıları rüyâsında sevgili
Peygamberimizin azarladığını, bâzıları da; yaptığı bu îtirazların düşmanlarca gönderilen
uydurma bir mektup yüzünden olduğunu, gerçeği anlayınca pişman olup tövbe ettiğini
söylemişlerdir. Ayrıca Kur'ân-ı kerîmi, bu niyetle birkaç defâ açtığını ve; "Yalancı ise,
zararı onadır. Doğru söylüyorsa, Allahü teâlâ vâd ettiklerinden bâzısını başınıza
getirir!" ve; "Onlar Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Alış-verişte bile Allahü teâlâyı
kalplerinden çıkarmazlar." meâlindeki âyet-i kerîmelerin tesiri üzerine olduğunu haber
vermişlerdir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetleriyle şereflendi. Onun sâdık talebelerinden oldu.
Teveccühlerine kavuşarak, feyz ve bereketlerinden istifâde etti. İmâm-ı Rabbânî, ona zaman
zaman mektuplar yazarak nasîhatlarda bulunurdu.
Abdülhak-ı Dehlevî, çeşitli kademedeki devlet büyükleri ile mevki sahiplerine mektuplar
yazıp, nasîhatlarda bulunurdu.
Abdülhak-ı Dehlevî'nin talebelerinden birine yazdığı bir mektup şöyledir:
Şerh-i sadr; göğsün yâni kalbin açılması, en yüce makam, en büyük nîmet ve en azîz ilâhi
hediyelerdendir. Zîrâ Hak teâlâ büyüklerin efendisi, kâinâtın hülâsâsı, habîbi ve Resûlünü bu
husûsi ihsân ile nîmetlendirmiştir.
Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Kalbe îmân nûru girince, genişler ve açılır." Eshâb-ı
kirâm (aleyhimürrıdvân); "Yâ Resûlallah!O nûrun kalbe girmesinin alâmeti, işâreti nedir?"
dediler. Buyurdu ki: "Alâmeti, kulun, yüzünü ebedî olan âhirete dönmesi, aldatan ve
yoldan çıkaran dünyâdan ve ona tutulmaktan uzaklaşıp kurtulmasıdır." Dünyâ
görünüşte süslüdür, yaldızlıdır, ama aldatıcıdır, hîlecidir. Kendini sevenlerin gönüllerini çalar.
Peygamberlik basîreti, gözüyle ve îmân nûru ışığıyla bakılınca, yakînen görülür ve anlaşılır
ki, dünyâ işlerinin temeli sakat ve dayanıksızdır. Âhiret ise dâimî ve sonsuzdur. Bu anlayışa
erişen kimse, yüzünü fânî, geçici dünyâdan çevirir, kalb gözünü sonsuzluk âlemine döndürür
ve yolculuk için lâzım olan sevap azıklarını bulundurur. Kişinin göğsünün açılmasından
nasîbi, bu îmân nûrundan olan nasîbi kadardır. Bunun da mikdârı kalbindeki ferahlıkla
ölçülür. Çünkü nûrun, sînenin açılmasında ve kalbin ferâhında tesiri tamdır. Bu sebeptendir
ki, dünyâdaki ışığın bile, gönül rahatlığına, kalp ferahlığına, karanlığın da, sıkılmaya,
daralmaya yol açması, sebeb olması büyüktür. Bunun için demişlerdir ki, nefs-i nâtıka(insânî
rûh), nûra, ışığa âşıktır. Nerede bir ışık hüzmesi, demeti parlasa o tarafa döner ve o yöne
koşar. Bu yüzden aydınlık yerde uyku az gelir. Zîrâ rûh, aydınlığa nûra olan teveccühü
sebebiyle içerden dışarıya gelir. Karanlık olunca, içe çekilir ve uykuya dalar. Beyt:
Sana visâl meclisinde, göz uyku yüzü görmez.
Yüzünün kandili önde, uykuya sıra gelmez.
Anlaşıldı ki, nûrun zuhûru, ferah ve sürûr sebeblerindendir. Kalpler onunla açılır. Göğsün
açılması genişlemesi sebeplerinden biri de ilimdir. İlim sebebiyle kalb o kadar genişler, açılır
ki, onun her köşesi göklerden ve yerden daha geniş olur. Hepsini içine alır. Bir kimsenin ilmi
ne kadar çoğalırsa, sînesindeki genişleme de o kadar artar. Bu ilimden murâd, her ilim değil,
Peygamber efendimizden mîras kalan ilimdir. Peygamberlere ilimden başka şeyle vâris
olunmaz. Hadîs-i şerîfte; "Peygamberler, vârislerine, altın ve gümüş bırakmazlar. Onlar
ilim bırakırlar." buyurulması o ilme işârettir. O zamandan bu yana çok vakit geçti. Felsefe
karanlıkları zuhûr etti. İslâm semâsını kararttılar. Bir kısım insanları yoldan çıkardılar.
Bunlara ilim değil, cehâlet demek daha uygun olur.
Göğsün genişlemesi sebeplerinden biri de, Allahü teâlânın kullarına; mal, para, makam ve
benzeri şeylerde ihsânda bulunmaktır. Mal ve para ile olan ihsân ve iyiliğin ne olduğunu
herkes bilir. Kimin eli daha açık ise, kalbi de o kadar geniştir. Kimin eli kısa ve kapalı ise,
sînesi de o nisbette dardır. El açıklığı, cömertlik ve ihsân, Allahü teâlâ ve kulları katında
büyük mertebedir. Dünyâ ve âhirette izzettir, iyiliktir ve sevâptır. Makamla olan ihsân,
kimsesiz bir kişiyi, yanına veya emrine veya birisinin yanında bir işe koymakla yapılan
ihsândır.
Göğsün genişlemesi sebeplerinden biri de, Allah yolunda kahramanlık, insâf sâhipleri
yanında doğruyu söylemektir. Bu da gönül açıklığına yol açar. Böyle yiğitlik, güzelliklerin
başı ve bütün iyiliklerin kaynağıdır. Din yolundaki şiddet ve zorluklar, ancak bununla aşılır.
"Canını düşünmeden saldırdığı zaman, yiğidin kalbine açılan ve görünen şeyi, başkaları kırk
sene halvette kalmakla göremez." demişlerdir. Ama bu cesâret ve yiğitlik, Allah için ve
Allah'ın dîninde olursa her şeyden daha yüksektir. Bunun için onların karşılığı Âl-i İmrân
sûresi 169 ve 170. âyetlerinde meâlen bildirilen; "Onlar Rableri katında diridirler. Cennet
meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar, Allahın verdiği ihsândan dolayı, ferah ve sevinç
içindedirler." büyük nîmetlerdir. Bundan daha yüksek hangi mertebe olur.
Sînenin açılması sebeplerinden biri de, kalbi, sıfât-ı zemîme, yâni kötü sıfatlar denilen; hased,
ucb, kibir, riyâ, buğz, kin ve Allah için olmayan mal ve makâm, yâni dünyâ sevgisi gibi kötü
huylardan temizlemektir. Çünkü bunlar, şehvet ve nefs toprağından yükselen, zulmânî buhar
ve dumanlardır. Kalbi bulandırır ve karartırlar ve göğsün genişlemesine sebeb olan îmân
nûrundan, tevhidden, ilimden, muhabbetten ve zikirden insanı alıkoyarlar. Mahrûm bırakırlar.
Kalb sâhasını karartır ve daraltırlar. Beyt:
Dışarı çıkmaz isen tabîat sarayından,
Nasıl haberin olur, hakîkat diyârından.
Bu güzel sıfatlar, en kâmil, en yüksek, en mükemmel şekilde Resûl-i ekremde mevcûd idiler.
O'ndan sonra, uyma mikdârınca, O'na tâbi olanlarda bulunur. Mütâbeatta, yâni Resûlullah'a
uymada, kim daha ileri gitmişse, göğsü daha çok genişlemiş ve kalbi o nisbette nûrlanmış
olur. İmrân sûresi, otuz birinci âyetinde meâlen; "Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki,
eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana
tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever." buyruldu. Hiç şüphesiz bir kimse,
kimin peşinden gider, adım adım onu tâkib ederse onun kavuştuğu yere, bu da kavuşur. Gerçi
Resûlullah'ın makâmı daha yücedir, yeri herkesin olduğu yerden yüksektir. O'nun makâmında
hiç kimse yoktur, herkes O'ndan aşağıdadır, ama dâire geniştir ve etrafında makamlar vardır.
O parlayan nûrdan ve gelen feyzden, etrafında olanlara da bir şuâ, bir serpinti ulaşır. Âyet-i
kerîmede meâlen; "Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." buyruldu.
Bilhassa muhabbet, alâka ve bağlılık bu işte büyük bir esastır. Çünkü muhabbet, birlikte
bulunmayı îcâbettirir. Hadîs-i şerîfte; "Kişi sevdiği ile berâberdir." buyruldu. (41'inci
Mektup)
Abdülhak-ı Dehlevî insanların kurtuluşa, saâdete kavuşmaları için birbirinden kıymetli
kitaplar yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1) Târih-i Hakkı, 2) Târih-i Abdülhak, 3)
Matla'ul-Envâr, 4) Medâric-ün-Nübüvve, 5) Cezb-ül-Kulûb, 6) Ahbâr-ül-Ahyâr, 7)
Mektûbât, 8) Sifr-üs-Seâdet şerhi, 9) Merec-ül-Bahreyn, 10) Eşi'ât-ül-Leme'ât.
1)&+"+,(&-131!
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Abdülhak-ı Dehlevî'ye gönderdiği mektuplardan birisi şöyledir:
"Allahü teâlâya hamd olsun ve O'nun seçtiği, sevdiği kullarına selâm olsun! Kıymetli
efendim! Sıkıntıların gelmeleri, görünüşde çok acı ise de, bunların nîmet oldukları umulur.
Bu dünyânın en kıymetli sermâyesi, üzüntüler ve sıkıntılardır. Bu dünyâ sofrasının en tatlı
yemeği, dert ve musîbetlerdir. Bu tatlı nîmetleri acı ilâçlarla kaplamışlar. Bunun için,
dostlara dert ve sıkıntı yağdırmaya başlamışlardır. Saâdetli, akıllı olanlar, bunların içine
yerleştirilen tatlıları görür. Üzerindeki acı örtüleri de tatlı gibi çiğnerler. Acılardan tat
alırlar. Nasıl tatlı olmasın ki, sevgiliden gelen her şey tatlı olur. Hasta olanlar, onun tadını
duyamaz. Hastalık da, O'ndan başkasına gönül vermekdir. Saâdet sâhipleri, sevgiliden
gelen sıkıntılardan o kadar tat alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duyamazlar. Her ikisi de
sevgiliden geldiği hâlde, sıkıntılardan, sevenin nefsi pay almaz. İyiliklerini ise, nefs de
istemektedir. Arabî mısra' tercümesi:
Nîmete kavuşanlara âfiyet olsun!
Yâ Rabbî! Bizi, sıkıntıların sevaplarından mahrûm eyleme! Bunlardan sonra, bizi fitnelere
düşürme! İslâmın zayıf ve güçsüz olduğu bu günlerde, sizin kıymetli varlığınız,
müslümanlar için büyük nîmettir. Allahü teâlâ, selâmet versin ve uzun ömürler ihsân
eylesin! Vesselâm."
1) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.314
2) Medâric-ün-Nübüvve Mukaddimesi
3) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.240,313,380,
403,425,660,972
4) Eþi'at-ül-Leme'ât
5) Merac-ül-Bahreyn
6) Herkese Lâzým Olan Îmân; s.115
7) Ýslâm Ahlâký; s.277,283,306,310
8) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.127

ABDÜLHÂDİ BEDEVÂNÎ


ABDÜLHÂDİ BEDEVÂNÎ;
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi Abdülhâdî Bedevânî olup soyu hazret-i Ömer'e
ulaşır. Hindistan'ın Bedâyun şehrinde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1631 (H.1041)
senesi Bedâyûn'da vefat etti. Kabri ziyâret mahallidir.
Abdülhâdî Bedevânî önceleri evliyânın büyüğü Muhammed Bâki-billâh hazretlerinin talebesi
idi. Sonradan Bâki-billah hazretleri onun terbiyesini en üstün talebesi, evliyanın gözbebeği
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerine havâle etti. Abdülhâdî Bedevânî bu
sebeple Serhend şehrine gidip İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetlerine katıldı. Kısa
zamanda onun terbiyesinde olgunlaştı. Nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediği şeyleri
yaparak nefsini kötülüklerden temizledi. Hocasının emirlerini yapmaktan kıl kadar ayrılmadı.
Mevlânâ Yâr Muhammed Kadîm ve Abdülhâdi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hizmetinde
iken, bir hücrede riyâzet çekerek nefslerini terbiye ediyorlardı. Yâr Muhammed, hep
sabahlara kadar namaz kılar, duâ ederek Allahü teâlâya yalvarırdı. Abdülhâdî ise çok hasta
idi. İbâdete gücü yetmeyip namaz kılamamasına üzülür, Mevlânâ'nın hâline gıpta ederdi.
Geceyi ihyâ şerefini kaçırdığından gönlünde büyük bir üzüntü duyardı. Bir gün İmâm-ı
Rabbânî hazretleri onun hakkında; "Şeyh Abdülhâdî'nin hasret ve üzüntüsü, Mevlânâ Yâr
Muhammed Kadîm'in nâfile ibâdetine üstün gelip, onu, ondan daha yüksek makâmlara
çıkardı. Evet çok ihsân sâhibi olan Allahü teâlânın işi böyledir." buyurdu.
Abdülhâdî Bedevânî hocasının terbiye ve duâsı ile evliyalık makamlarına yükseldi.
Bağlılığının mükâfâtı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden icâzet, diploma alıp insanlara
Allahü teâlânın beğendiği yolu öğretmekle vazîfelendirildi. Sonra memleketi olan Bedâyûn'a
döndü. Ömrünün sonuna kadar verilen vazîfeyi yerine getirdi. Bir defâsında hocasına
gönderdiği mektup karşılığında hocası İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona şu mektubu gönderdi:
Allahü teâlâya hamd olsun! Sevgili Peygamberine, Âline ve Eshâbına salât ü selâm olsun.
Doğru yolda olanlara duâlar olsun!
Kıymetli kardeşimin güzel mektubu geldi. Bizleri çok sevindirdi. Allahü teâlâya hamd ve
şükür olsun ki, ayrılık günlerinin uzaması, muhabbeti ve ihlâsı sarsmamış. Bununla berâber,
buraya gelseydiniz daha iyi olurdu. "El hayru fî mâ sanaallahü teâlâ!" Yâni Allahü teâlânın
yaptığında hayır vardır. İnsanlar arasından ayrılmak, uzlet etmek istiyorsunuz. Evet, uzlet,
dostlara yakın başkalarına uzak olmak sıddîkların aradığı şeydir. Mübârek olsun. Uzleti
isteyiniz. Bir köşeye çekiliniz. Fakat, müslümanların haklarını gözetmeyi elden kaçırmayınız!
Resûlullah efendimiz; "Müslümanın, müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına
cevap vermek, hastasını dolaşmak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve aksırdığı
zaman elhamdülillah deyince, yerhamükallah demek." buyurdu. (Bu hadîs-i şerîfi Ebû
Hüreyre hazretleri haber vermiştir. Buhârî ve Müslim'de yazılıdır.) Fakat, dâvet ettiği zaman
gitmek için şartlar vardır. İhyâ'ül-Ulûm kitabında buyuruyor ki: "Çağıranın yemeği şüpheli
ise veya İslâmiyetin yasak ettiği şey, meselâ ipek sofra örtüsü, gümüş kap ve tavanda, duvarda
canlı resmi varsa veya çalgı çalınıyorsa, oyun, kumar gibi şeyler varsa, o çağrılan yere
gidilmez." (Bu yasaklar, Kimyâ-yı Seâdet kitabında da yazılıdır). Böyle yasaklar bulunan
yemeğe gitmek haram veya mekrûh olur. Çağıran kimse zâlim ise veya Ehl-i sünnet değil ise,
fâsık ise, kötülük yapan ise veya övünmek için gösteriş için çağırıyorsa gitmek câiz olmaz.
Şir'at-ül-İslâm kitabında diyor ki: "Riyâ olarak çağrılan yemeğe gitmemelidir." Muhît
kitabında diyor ki: "Oyun, şarkı, gıybet bulunan ve içki içilen yemeğe oturulmaz."
Metâlib-il-Mü'minîn kitabında da böyle yazılıdır. Bu yasaklardan hiçbiri bulanmayan
dâvete, gitmek lâzımdır. Bu zamanda, bu yasakların bulunmaması güç oldu. Bundan başka,
Fârisî mısra' tercümesi:
Yabancıdan uzlet et, kaç, dosttan değil!
Talebe arkadaşları ile sohbet etmek, bu yolun sünnet-i müekkedesidir. Hâce Behâeddîn
Nakşibend-i Buhârî hazretleri buyurdu ki: "Bizim yolumuzun temeli sohbettir!" Uzlette
şöhret vardır. Şöhret de, âfettir. Sohbet buyrulması, talebe arkadaşları ile birlikte olmaktır.
Başkaları ile sohbet edilmez. Çünkü, birbirinde fâni olmak, yâni başkalarını unutmak,
sohbetin şartıdır. Bu da, uygun arkadaşla olabilir.
Hasta yoklamak sünnettir. Hastanın bakıcısı varsa, ona bakıyorsa, başkalarının dolaşması
sünnet olur. Bakacak kimsesi yoksa, dolaşmak vâcib olur. Mişkât kitabının hâşiyesinde böyle
yazılıdır.
Cenâzede hazır olmalıdır. Hiç olmazsa birkaç adım birlikte gitmelidir. Böylece, meyyitin
hakkı ödenmiş olur.
Cumâ namazına ve her gün beş vakit namaz için cemâate ve bayram namazlarına gitmek
İslâmın zarûri emirleridir. Herhâlde gitmek lâzımdır. Bunlardan sonra kalan vakitleri, yalnız
geçirebilirsiniz. Fakat önce doğru bir niyet lâzımdır. Dünyâ çıkarlarından bir şeyi düşünerek,
uzleti kirletmemelidir. Allahü teâlâyı zikir için, kalbi toparlamaktan ve dünyânın bitmez
tükenmez işlerinden uzaklaşmaktan başka şey düşünmemelidir. Niyetin doğru olmasına çok
dikkat etmelidir. Niyetin içinde, nefsin bir arzûsu gizlenmiş olmamasına dikkat etmelidir.
Niyetin doğru olması için, Allahü teâlâya yalvarmalıdır. Böylece tam niyet yapılabilir. Yedi
kere istihâre yapmalı, doğru niyetle uzlet eylemelidir. Böyle olunca, çok faydası umulur.
Buluştuğumuz zaman, daha çok anlatırım. Vesselâm."(1'inci cilt, 265'inci mektup)
1) Berekât; s.371
2) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî; s.343
3) Tezkiret-ül-Vâsilîn; s.178
4) Hadarât-ül-Kuds; s.344

ABDÜLGANÎ EFENDİ


ABDÜLGANÎ EFENDİ
Nakşibendî şeyhlerin den. Aslen Bolu'nun Gerede kasabasındandır. Daha çok Çivizâde Şeyh
Muhammed Efendiden olmak üzere devrin meşhur âlimlerinden ders alarak yetişti. Bursa'da
Emir Sultan, İstanbul'da Ayasofya, Sahn-ı Semân ve Süleymâniye gibi yüksek dereceli
medreselerde ders verdi. İstanbul, Mısır ve Şam kâdılıkları yaptı. Bir süre Anadolu
kazaskerliğini yürüttü. 1586 yılında Mısır'dan dönerken Bursa'da rahatsızlanıp vefât etti.
Zeynîler kabristanlığına defnedildi. İlmi yanında şâirliğiyle de tanınan Abdülganî Efendi,
Ganîzâde diye meşhur şâir Muhammed Nâdirî'nin babasıdır. Hâşiye alâ Tefsîr-i Beydâvî,
Hâşiye alâ Şerh-i Tecrîd, Terceme-i Fedâil-i Şam ve Şam kâdı vekili iken yazıp pâdişâha
takdim ettiği Risâle fî Biyâni Ahvâl-i Eyyâm adlı eserleri vardır.

5 Mayıs 2013 Pazar

ABDÜLGAFÛR HÂLİDÎ MÜŞÂHİDÎ


ABDÜLGAFÛR HÂLİDÎ MÜŞÂHİDÎ;
Büyük İslâm âlimi ve evliyâ. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden. İsmi,
Abdülgafûr'dur. Hazret-i Hüseyin efendimizin soyundan olup, seyyiddir. Hâlidî, Müşâhidî ve
Bağdâdî nisbeleriyle bilinir. Doğum ve vefât târihleri bilinememektedir. Bağdad'da
yaşamıştır.
Küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline başlayan Seyyid Abdülgafûr Efendi, zamânının usûlüne
göre aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti. Bilhassa fıkıh ilminde yüksek âlim oldu. Tasavvufa karşı
alâka duydu. İlk önce Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfesi Abdullah (Ubeydullah)
Hayderî'nin sohbetlerinde ve hizmetinde bulunup sülûk yâni tasavvuf yolculuğunda ilerledi.
Sonra Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin yüksek sohbetleriyle şereflenip hizmet ve huzûrunda
bulundu. Bu sırada tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin önde
gelen talebelerinden oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ilimdeki ve tasavvuftaki yüksek
derecesini görerek, kendisine hilâfet verdi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp,
onların iki cihân saâdetine kavuşmalarını sağlamak husûsunda tam icâzet, diploma verdi.
Mevlânâ Hâlid hazretleri ona çok iltifatlarda bulunurdu. Hattâ bir gün mescidden çıktıktan
sonra Seyyid Abdülgafûr Hâlidî'yi oturur gördü. Yanına yaklaşarak Peygamber efendimize
olan sevgisinden dolayı elini tuttu ve öptü. Bundan sonra da şöyle buyurdu: "Kıyâmet
gününde ceddin ve deden Muhammed aleyhisselâmın Livâ-i Muhammediyyesinin altına beni
de sokmayı taahhüt edinceye kadar elini bırakmayacağım." O ise bu güzel sözlerin tesiri ile
bayılıp düştü. Üç saat kadar yerde kendinden habersiz kaldı.
Şeyh Abdullah (Ubeydullah) Hayderî'nin vefâtından sonra irşâd, insanlara hak ve hakikatı
anlatma vazîfesini Şeyh Muhammed el-Cedîd'in emrinde yürüttü.
Abdülgafûr Hâlidî Müşâhidî'nin evi Bağdad'da Hâlidiyye dergâhının batısında bulunuyordu.
Her gün yatsıya kadar dergâhta Allahü teâlânın ismini anmakla geçiren ve sohbetine gelen
kimselere hak yolu anlatan Abdülgafûr Hâlidî hazretleri, Şeyh Muhammed el-Cedîd
hazretlerine karşı hürmette kusûr etmezdi. Yatsıdan sonra Şeyh Muhammed el-Cedîd'den izin
isteyip; "Efendimiz! Fakirhâneye, evime gitmeye izin verir misiniz?" derdi. Şeyh Muhammed
Cedîd izin verirse evine gider, vermezse o geceyi dergâhta geçirirdi. Eğer izin verirse evine
gidip fecirden, tan yeri ağarmadan evvel yine dergâha gelirdi.
Abdülgafûr Hâlidî; "Şeyh Muhammed el-Cedîd, Efendimiz (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
hazretlerinin yerindedir." diyerek ona saygı duyardı. Şeyh Muhammed Cedîd de ona iltifatta
bulunarak saygıda kusûr etmezdi. Hattâ cumâ ve pazartesi günleri diğer müridlerle,
talebelerle husûsî görüşüp onlar için duâ ettikten sonra Abdülgafûr Hâlidî ile husûsî görüşür,
ona iltifatta bulunurdu. Biri diğerinin elini öper, birbirlerine karşı tevâzû ederler, birbirlerine
çok hürmette bulunurlardı.
Adamın biri Abdülgafûr Hâlidî'ye gelerek Bağdad vâlisi Dâvûd Paşaya bir işiyle ilgili olarak
yazı yazmasını istedi. Kendini müslümanların hizmetlerine vakfetmiş olan ve onların
ihtiyaçlarını yerine getirmeyi çok seven Abdülgafûr Hâlidî, bir yazı yazarak gönderdi ve
kendisine mürâcaat eden adamın işinin yapılmasını istedi. Yazıyı alan vâli o kimsenin işini
gördü. Daha sonra Şeyh Muhammed el-Cedîd bu durumdan haberdâr olunca, Abdülgafûr
Hâlidî'ye sitem etti. "Neden benden izinsiz yazı yazdınız? Bana neden haber vermediniz?"
dedi. Abdülgafûr Hâlidî ağlamaya başladı. "Aman efendim! Bir kusûr ettim. Tövbe olsun, af
buyurunuz." diyerek ellerinden öptü ve af diledi.
Abdülgafûr Hâlidî Müşâhidî ilim irfân sâhibi olmasının yanında birçok kerâmetleri
görülmüştü.
Bir gün Şeyh İbrâhim Fasîh Efendi ve Mevlânâ Hâlid hazretlerinin dergâhının hatîbi
Abdurrahmân Efendi, Seyyid Abdülgafûr Hâlidî hazretlerinin meclisine gittiler. Allahü
teâlânın ismi zikr edilip, ibâdet edildikten sonra açık olarak duâ edilmeye başlandı.
Abdülgafûr Hâlidî, Nakşibendiyye yolu büyüklerinin isimlerini saydıktan sonra,
Hâlidiyye'den olan zâtların da isimlerini saydı. Fakat Abdullah (Ubeydullah) Hayderî'nin
ismini söylemedi. Hatîb Abdurrahmân Efendinin kalbinden; "Ne acâyib şey, Abdülgafûr
Hâlidî hazretleri ilk olarak terbiyesinde ve sohbetinde yetiştiği Abdullah (Ubeydullah)
Hayderî'nin ismini zikr etmesin!" diye geçti. Kalb gözü açık olan Abdülgafûr Hâlidî hazretleri
bu sırada; isim silsilesini sayarak; "Efendimiz, Allahü teâlâyı tanıyan ârif, velî ve mürşid
Seyyid Abdullah (Ubeydullah) Hayderî şeyhimin de ruhuna..." deyince, Hatîb Abdurrahmân
Efendi elinde olmadan Abdülgafûr Hâlidî hazretlerinin ayaklarına kapandı. Meclisten
ayrıldıktan sonra İbrâhim Fasîh Efendi Hatîb Abdurrahmân Efendiye, Abdülgafûr Hâlidî'nin
ayaklarına neden kapandığını sordu. Hatîb Abdurrahmân Efendi; "Şerefli silsilede Şeyh
Ubeydullah Hayderî'yi neden zikr etmez diye gönlümden geçmişti. Tam bu sırada Abdülgafûr
Hâlidî'nin o mübârek zâtın ismini de söylediğini işitince, şuursuz olarak ayaklarına kapandım.
Gaflet içinde olduğumu anladım ve Abdülgafûr Hâlidî hazretlerinin büyüklüğünü anladım."
dedi.
Şeyh İbrâhim Fasîh şöyle anlatır:
Allahü teâlâya hamd olsun ki, Seyyid Abdülgafûr Hâlidî hazretlerinin hizmetinde bulundum.
Mübârek nazarlarıyla şereflendim. Âlim, fazîlet sâhibi, olgun bir velî ve mürşid olan
şeyhimiz Ahmed Eğribozî ile Bağdad'da Mevlânâ Hâlid hazretleriyle ve halîfeleriyle
karşılaşıp sohbetleriyle şereflendim. Hattâ küçük ve hasta olduğumdan amcam beni alıp
Abdülgafûr Hâlidî'nin hatm-i şerîflerine götürürdü. Onun duâsı ve mübârek nazarlarıyla
hastalıktan kurtuldum. Onun vefâtından sonra da pekçok hayırlara kavuştum. Nitekim
Bağdad vâlisi Muhammed Necîb Paşa Âlûsî'yi fetvâ işleriyle ilgili vazîfeden alınca, Âlûsî,
Hâlidiyye yoluna îtirâz etmek ve Mevlânâ Hâlid'in halîfelerini kötülemek için bir risâle yazdı.
Çünkü o vâli Mevlânâ Hâlid hazretlerinden istifâde ve ona intisâb etmiş, hattâ Bağdad'daki
eski Hâlidiyye dergâhını yıktırıp yerine daha güzelini yaptırmıştı. Tarîkat-ı Âliyyeye çok fazla
sevgisi olduğundan Paşa'yı tâciz etmek ve üzmek için, söz konusu olan Âlûsî böyle tehlikeli
bir işe girmişti. O esnâda Âlûsî'nin yazdığı risâleyi reddetmek için bir kitap yazdım. Bütün
halîfeler ve diğer âlimler onu pek beğendiler. Hattâ bir gece rüyâmda Mevlânâ Hâlid
hazretlerini gördüm. Şeyh Abdülgafûr Hâlidî de yanında ayakta duruyordu. Hemen gelip
Mevlânâ Hâlid hazretlerinin ayaklarına kapanıp, öptüm. Mübârek ellerini başıma ve arkama
koyup; "Ne güzel iş yaptın İbrâhim." buyurdular. Sabah olunca bu rüyâyı kardeşlerimize
haber verdim. Hepsi gördüğüm rüyâdan dolayı beni tebrik ettiler.
Âlûsî'nin o kitabı yazmasının sebebi, Hâlidiyye halîfeleri hakkındaki sû-i zannı yâni kötü
düşüncesi idi. Adı geçen vâlinin kendisini Hâlidiyye halîfelerinin işâretiyle fetvâ vazîfesinden
aldığını zannediyordu. Oysa durum öyle değildi. Nitekim zannın çoğu yalandır. Enteresan bir
hâdise olarak hitâbetiyle meşhûr olan Âlûsî, İstanbul'dan geldikten sonra dili tutuldu ve o
şekilde vefât etti.
#$%&;1)4&;$#$888
Şeyh İbrâhim Fasîh Efendi bir gün Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin dergâhında
yüksek bir yerde duruyordu. Seyyid Abdülgafûr Hâlidî hazretlerinin dergâhın yüksek olan
yerine çıkmak istediğini düşünerek kendi kendine; "Ben bu genç hâlimde buraya
çıkamıyorum. Nerede kaldı ki bu kadar ihtiyâr bir zat buraya çıkacak!" dedi. Bir de baktı
ki, Abdülgafûr Hâlidî on beş yaşındaki bir genç gibi yüksek yere çıkıp geldi. Sonra da
şöyle buyurdu: "Ey İbrâhim! Sen benim buraya çıkamayacağımı mı zannediyordun?"
Onun yüksek hâl ve kerâmet sâhibi olduğunu anlayan Şeyh İbrâhim Fasîh hemen
Abdülgafûr Hâlidî'nin ellerine kapanarak öptü. O da Şeyh İbrâhim Fasîh'in başını ve sırtını
şefkatle okşadı.)
1) Mecd-i Tâlîd Tercümesi; s.94
2) Şems-üş-Şümûs Tercümesi
3) Hadâik-ul-Verdiyye; s.260

ABDÜLGAFÛR DEDE (Seyyid)


ABDÜLGAFÛR DEDE (Seyyid)
Adana-Karataş yolu üzerinde bulunan Mihmandar (Doğankent) köyünde medfundur. Aslen
Siverekli olan Abdülgafûr Dede uzun süre halka doğru yolu anlattıktan sonra 1926 yılında
vefât etmiştir. Halen 80 yaşında bulunan kızı Adana'da yaşamaktadır. Adana yöresi halkının
sık sık ziyâret ettiği Abdülgafûr Dede'nin kabrine ziyârete gelip iki gün kalan yaşlı âmâ bir
kadının gözlerinin açıldığı yöre halkı tarafından anlatılmaktadır.

ABDÜLFETTÂH-I VELÎ


ABDÜLFETTÂH-I VELÎ
Kastamonu merkezinde Nasrullah Câmii yakınında bulunan ve tekkelerin kapatılmasından
evvel Kâdirî dergâhı olarak kullanılan darüşşifâ içindeki türbede medfundur. Kâdirî şeyhi
olduğu bilinen Abdülfettâh-ı Velî'nin on üçüncü yüzyılda yaşadığı tahmin edilmektedir.
Türbesi içinde bulunan diğer kabirlerin de ondan sonra dergahta şeyhlik yapan zâtlara âit
olduğu tahmin edilmektedir.