Bağış Yap
18 Mayıs 2013 Cumartesi
ABDÜRREZZÂK ALİ EFENDİ
ABDÜRREZZÂK ALİ EFENDİ;
Anadolu evliyâsından. 1842 (H.1258) yılında Erzurum'da doğdu. Babası Erzurum
Nakîb-ul-eşrâfından olup, seyyidlerden Gadâyîzâde Muhammed Efendidir. Nesebi
Peygamber efendimize ulaşır. İlimde çok kuvvetli olduğundan, İlmî mahlasını kullanırdı.
Abdürrezzâk Efendi tahsil çağına gelince, ilk önce ağabeyi Muhammed Efendiden okumaya
başladı. 14 yaşından îtibâren babası Muhammed Efendinin mânevî terbiyesi altına girdi. Aynı
zamanda medreselerde okunan ilimleri de bitirerek İbrâhim Paşa Medresesi müderrislerinden
Solakzâde Ahmed Tevfik Efendiden icâzet, diploma aldı. Tahsîlini tamamladıktan sonra
Ahmediyye Medresesinde ders okutmaya başladı.
Abdürrezzâk Ali Efendi, Tasavvuf yolunda da ilerlemek için bir mürşid-i kâmilin talebesi
olmak istedi ve Şeyh Hakkı Erzurum'a gelince onun sohbetlerine devâm etti. Şeyh Hakkı
hazretlerinin vefâtına kadar hizmetinde bulundu. Sonra tekrar talebe yetiştirmeye başladı.
Tefsîr ilminde çok derin âlimdi. Rûhul Beyân Tefsîri'ni birkaç defâ baştan sona talebelerine
okuttu.
Abdürrezzâk Ali Efendi, orta boylu, sakalının kırı az, ince, zayıf, sevimli, nâzik, kibâr bir
zâttı. Babasının vefâtından sonra Nakîb-ul-eşrâf oldu. Erzurum'da ikâmet eder, üç-dört senede
bir Ramazan ayında İstanbul'a giderdi. Çeşitli câmilerde vâz ve nasîhatlarda bulundu. Sümbül
Sinan Efendinin mânevî işâreti ile kendisine ayrılan odada elli sene kaldı ve ibâdetle meşgûl
oldu. Sözleri çok tesirli idi. Dinleyenler huzur bulurdu. Kimseye halîfelik vermedi. 1907
(H.1325)'de Erzurum'da vefât etti. Büyük Câminin bahçesine defnedildi. Ali Efendinin Halal
ve Haram Risâlesi, Musâvât-ı Aded-i Hurûfât, Manzûme-i Nüfûs-ı Seb'a adlı eserleri
yanında bir de Dîvân'ı vardır. Hiçbirisi matbû değildir.
Abdürrezzâk Ali Efendi buyururdu ki:
"Kalbi Allahü teâlânın sevgisi ile diri olanın ölümü hayattır. Kalbi nefsin arzuları ile ölmüş
olanın hayâtı ölüdür."
"Ölüm, ölmeden önce ölünüz, sırrına eren âşıklara rahmet, devlet, seâdet, izzettir."
Abdürrezzâk Ali Efendi, Allahü teâlânın aşkı ile çok güzel şiirler söylemiştir.
Bunlardan birisi:
Cemâlullaha olan âşık hevâ ile sivadan geç
Karışma fi'l-i Hakka ey gönül çûn-u-çirâdan geç.
Bekâdan neş'edâr ol bâde-i tevhîd ile ey dil
Gönülden hâzır ol Hakk'a heman mülk-i fenâdan geç.
Libas-ı fahri neyler câme-i aşk âşıka kâfî
Abâ-yı aşkı gey İlmî bütün dârû devâdan geç.
Ey gönül erbâb-ı câha etme arz-ı ihtiyaç
Bâb-ı Hak meftûh iken gayra ne lâzım ilticâ.
1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.156
ABDÜRREŞÎD SÂHİB FÂRÛKÎ
ABDÜRREŞÎD SÂHİB FÂRÛKÎ;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdürreşîd bin Ahmed Saîd bin Ebî Saîd bin Şâfi bin Aziz bin
Muhammed Îsâ bin Seyfeddîn-i Fârûkî Serhendî'dir. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî
hazretlerinin torunlarındandır. 1821 (H.1237) senesinde Hindistan'ın Luknov şehrinde doğdu.
1870 (H.1287) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti.
Abdürreşîd Fârûkî küçük yaştan îtibâren, evliyânın büyüklerinden dedesi Ebû Saîd Müceddidî
hazretlerinden ilim öğrendi. On yaşında Kur'ân-ı kerîmin tamâmını ezberledi.
Molla Habîbullah'tan hadîs ilmini, sarf ve nahiv bilgilerini, Ahmed Dehlevî'den aklî ilimleri
öğrendi. Yirmi yaşında iken dedesinin sohbetinde yetişip, Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i
Buhârî hazretlerinin yolunda icâzet aldı. Ayrıca yüksek babaları Ahmed Saîd Sâhib
hazretlerinin sohbetlerine devâm etti. Bu sohbetlerde Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Çeştiyye ve
Kübreviyye yollarında yetişip icâzetle şereflendi. Fıkıh, hadîs ve tefsîr ilimlerini öğrendi.
Yine babalarından Risâle-i Kuşeyriye, Füsûs-ül-Hikem ve Mesnevî-yi şerîf gibi tasavvufla
ilgili eserleri ve Usûl-i Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî dersini okudu. Çeşitli ilimlerde ve
tasavvufun inceliklerinde kemâle geldi. Babasının birçok ince bilgilerle dolu Fârisî, Enhâr-ı
erba'a adlı eserini Arapçaya tercüme etti. Mekke-i mükerremeyi ziyâret etmek arzusunun
dayanılmaz hâle gelmesi üzerine, 1840 senesinde doğruca buraya geldi. Hacdan sonra
Medîne-i münevvereye giderek, Resûl-i ekremi ziyâretle şereflendi. Birçok ikrâm ve ihsânlara
kavuşarak Delhi'ye geri döndü. Bir müddet Delhi'de ikâmet ettikten sonra, yüksek babaları
Ahmed Saîd Fârûkî ve diğer âile fertleri ile birlikte Mekke-i mükerremeye hicret etti. Bir
müddet Mekke-i mükerremede, bir müddet Medîne-i münevverede, bir müddet de Tâif'te
ikâmet etti.
Ahmed Saîd Fârûkî'nin vefâtı üzerine Mekke-i mükerremeye yerleşerek, babasının yerine
insanlara doğru yolu göstermekle vazîfelendirildi. Sağlığında babası Ahmed Saîd Fârûkî,
kendi teveccühlerinden istifâde edemeyen talebelerini, oğlu Abdürreşîd Sâhib'e havâle ederdi.
O da onları çok güzel bir şekilde yetiştirirdi. Babasının vefâtından sonra onun ziyâretine
gelenler, sohbetleri ile müşerref olurlar, kalblerini feyz ve ilâhî nîmetlerle doldurarak geri
dönerlerdi. Hâl ve hareketlerinde, baba ve dedelerine çok benzerdi. Ömrünün sonuna kadar,
onların yolunda ve onlardan duyduklarını insanlara anlatmakla meşgûl oldu.
Ramazân-ı şerîfte Buhârî-yi şerîf okumak, terâvihlerde her gece üçer cüz Kur'ân-ı kerîm
okumak, on gecede bir hatm-i şerîf etmek, Muharrem-ül-haram ayının onunda Müslim-i
şerîf'i hatmetmek, Muharremin ilk on günü ile, Pazartesi, Perşembe ve her ayın on üç, on dört
ve on beşinci günleri oruç tutmak, her gün öğle namazından sonra tefsîr, hadîs ve Mektûbât-ı
İmâm-ı Rabbânî ve diğer tasavvuf kitaplarını okutmak Abdürreşîd Sâhib hazretlerinin âdet-i
şerîfeleri idi.
Mekke-i mükerremede kaldığı sırada pekçok talebe yetiştirdi. Oğlu Şâh Muhammed
Ma'sûm-i Ömerî en ileri gelen talebelerindendir.
1) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.144
2) Makâmât-ý Ahyâr; s.86
3) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1034
4) Zikr-üs-Saîdeyn
ABDÜRRAHÎM TIRSÎ
ABDÜRRAHÎM TIRSÎ;
Anadolu evliyâlarından. İznik yakınlarındaki Tirse köyünde doğdu. Babası Bâyezîd Fakih
köyde imâmlık yapıyordu. Doğum târihi belli değildir. Küçük yaşta babası ile İznik'e giderek
büyük velî Eşrefoğlu Rûmî'nin sohbetlerine katıldı. Eşrefoğlu Rûmî'nin; "Bu çocuğu bize
verin, tâlim ve terbiyesi ile meşgûl olalım." buyurması üzerine babasının rızâsı ile onun
yanında kalarak yetişti. Bir süre sonra Eşrefoğlu Rûmî'nin kızı Züleyhâ Hâtun ile evlendi.
Abdürrahîm Tırsî, çok ibâdet eden, nefsinin arzularını yerine getirmeyen, haramlardan kaçan
bir zâttı. Talebeliğinde Hızır aleyhisselâm ile görüşme ve sohbetiyle müşerref olmayı çok
istiyordu. Bir gün hocası onu pazara elma almaya gönderdi. Pazardan dönerken yolda bir zat
ile karşılaştı. O zât; "Sepetini aç, neyin olduğunu göreyim." dedi. Abdürrahîm Tırsî, sepeti
açınca o zât içinden bir elma alıp yoluna devâm etti. Abdürrahîm Tırsî de hocasının huzûruna
gidip sepeti önüne koydu. Eşrefoğlu Rûmî, sepete bakınca; "Abdürrahîm, bu elmaların birisi
eksik." dedi. O da; "Bir zât aldı." dedi. Hocası; "O zâtın eteğine niçin yapışmadın?" diye
sordu. O da; "O zâtın kim olduğunu bilmiyordum." deyince, hocası; "Ya Abdürrahîm! Hızır'ı
görsem deyip dururdun, fakat bilsem demezdin. O zât Hızır idi. Gördün, fakat bilemedin."
dedi. Bunun üzerine Abdürrahîm Tırsî; "Ah görsem ve bilsem." diye Eşrefoğlu Rûmî'den
ricâda bulundu. Hocası; "Ey Abdurrahîm! Bu gece Yaylak denen yere git." buyurdu.
Abdürrahîm Tırsî gece olup Yaylak'a gittiğinde, gündüz sepetinden elma alan zâtın orada
olduğunu gördü. Hak teâlâya çok hamd ve senâdan sonra Hızır aleyhisselâmdan duâ istedi.
Hızır aleyhisselâm da; "Yâ Abdürrahîm! Hizmetinde olduğun zâtın kadrini ve kıymetini bil.
Ondan hayır duâ iste." buyurup gözden kayboldu. Bundan sonra hocasının hizmetlerine daha
çok gayret ve şevkle koştu ve îtina gösterdi. Hocasının vefâtından sonra yerine geçip talebe
yetiştirmek, insanlara İslâmiyet'i öğretmek için çalıştı.
Abdürrahîm Tırsî, Yaylak denilen yerde bir câmi yapmak için talebeleri ve halktan sevenleri
ile ağaç kesmeğe ormana gitti. Bir talebesine yanlarına küçük tencerede bir mikdâr pirinç
çorbası ile çok mikdâr da tabak almasını söyledi. Ormana varıp ağaç kesildikten sonra, öğleye
yakın yemek için sofra kuruldu. Abdürrahîm Tırsî, küçük tencere üzerine Fâtiha-i şerîfe
okuyup; "Tabakları doldurun." buyurdu. Bütün tabaklara çorba doldurulmasına rağmen,
tenceredeki çorba hiç eksilmemiş gibi duruyordu. Daha sonra ezan okundu ve Abdürrahîm
Tırsî cemâate namaz kıldırdı. Namazdan sonra Yörüklerden bir grup ellerinde sofralar olduğu
hâlde yanlarına geldiler. İçlerinde çok güzel yemeklerin bulunduğu sofralardan, orada hizmet
edenler yemek yedi. Abdürrahîm Tırsî gelen yörüklerle hiç konuşmadı. Cumâ günü olunca
Abdürrahîm Tırsî, talebesi Habib Dede ile câmiye gitti. O sırada câminin önünde bir grup
yörük vardı. Habib Dede onlara; "Ey müminler! Şu vakit getirdiğiniz yemekten dolayı hocam
çok memnun oldu." deyince yörükler; "Ne yemeği. Bizim ondan haberimiz yoktur!" dediler.
Abdürrahîm Tırsî; "Habib Dede, o yemeği getiren yörükler değil, onların sûretinde melekler
idi. Allahü teâlâ kereminden, bizim hizmetimizde bulunan müminleri tâzim için kudret
sofrasında melekleriyle o yemeği gönderdi." buyurdu.
Abdürrahîm Tırsî, 1520 (H.927) senesi Şubat ayında İznik'te vefât etti. Hocasının yanına
defnedildi. Yerine önce Muslihüddîn Efendi daha sonra da oğlu Pîr Hamdi Efendi geçerek,
insanlar Allahü teâlâya kavuşturan yolu anlattılar.
Abdürrahîm Tırsî'nin vefâtından sonra; her gün siyah, gözleri görmeyen bir köpek gelip bâzan
Eşrefoğlu Rûmî'nin bâzan da Abdürrahîm Tırsî'nin kabrine yüzünü sürer, ayak ucunda
yatardı. Fakat namaza gelenler onu oradan kovalarlardı. Yine de köpek gelirdi. Abdürrahîm
Tırsî'nin talebelerinden Habib Dede bir gün; "Ey İznik halkı! Bu köpeğe vurmayın. Bunda bir
hikmet var. Ortaya çıkmasını bekleyin." dedi. Köpek bu hâline kırk gün devâm etti. Kırk
birinci gün halk öğle namazından çıktığında, köpeğin bir müddet Eşrefoğlu Rûmî'nin ayak
ucunda, bir müddet de Abdürrahîm Tırsî'nin ayak ucunda feryâd ettiğini gördüler. Orada
bulunan cemâatin hepsi iki gözünün açıldığını gördü.
Abdürrahîm Tırsî'nin, Yûnus Emre ve Eşrefoğlu Rûmî'nin tesirinde kalarak hece vezni ve
sâde dille yazdığı çok güzel şiirleri vardır. Bir dîvanı varsa da, ele geçmemiştir. Abdürrahîm
Tırsî'ye âit olan ilâhîler uzun süre Kâdirî dergâhlarında okunmuştur.
İlâhîlerinden birisi şöyledir:
YÂ İLÂHÎ
Günâhım çok günâhım çok
Meded senden yâ ilâhî
Suçumdan geç beni affet
Meded senden yâ ilâhî!
Yüzüm kara günâhım çok
Sana lâyık âmâlim yok
Sana varmağa yüzüm yok
Meded senden yâ ilâhî!
Geçmiş günâhımı ansam
Ele divit kalem alsam
Kıyâmete değin yazsam
Dükenmeye yâ İlâhî!
Bu nefs-i meş'ûma uydum
Günâh bahrına gark oldum
Elüm dutgıl helâk oldum
Meded senden yâ İlâhî!
Meded irmeye ger senden
Ümîdüm kesersem senden
Nice çıka cânum tenden
Meded senden yâ İlâhî!
Âhir Azrâil gelicek
Günahlarumı göricek
Hışm ile cârâ sunıcak
Meded senden yâ İlâhî!
Münkir ü Nekir gelicek
Kabrümde suâl sorıcak
Mecal yok cevap viricek
Meded senden yâ İlâhî!
Yarın mahşere varıcak
Aybumuz âyan olıcak
Suçlular zebûn olıcak
Meded senden yâ İlâhî!
Hak terâzu kurılıcak
Günâhumuz sorılıcak
Sen onda kâdî olıcak
Meded senden yâ ilâhî!
Sırat köprisi kurıla
Âsîler nice yöriye
Düşe Cehennem'e yana
Meded senden yâ İlâhî!
Gerçi senin kulların çok
Ben itdüklerüm itmiş yok
Sana yalvaruram çok çok
Meded senden yâ İlâhî!
Ne kim itdüm ise itdüm
Elümi başumî açdum
Geldüm hazretüne düşdüm
Meded senden yâ İlâhî!
Dilekleri dutarsın sen
Kerîmsin hem Rahîmsin sen
Hâşâ mahrûm koyasın sen
Meded senden yâ İlâhî!
Bu Abdürrahîm-i Tırsî
Diler senden kerem ıssı
Zebûn olur günâh ıssı
Meded senden yâ İlâhî!
3.%2:&&1:$,1)&<.,+")&&<1,=39:$%
Sultan İkinci Bâyezîd'in hanımı Şehzâde Korkut'un annesi bir gün dergâha gelip
Abdurrahîm Tırsî'nin hanımından; "Beyin Abdürrahîm Tırsî'den ricâ edip, yardım taleb
ederiz. Sultan Bâyezîd'den sonra oğlum Korkut pâdişâh olsun." diye ricâda bulundu. O da
bu dileği beyine sık sık hatırlatırdı. Bir gece rüyâsında Peygamber efendimizin huzûrunda
bir meclisin kurulduğunu gördü. Abdürrahîm Tırsî de orada idi ve Peygamber efendimize
şehzâdelerin hangisinin tahta geçmesinin daha uygun olacağını soruyordu.
Sultan-ül-Enbiyâ buyurdu ki: "Rûmun Kara oğlanının murâdı Sultan Selîm'dir. Kara oğlan
Abdürrahîm Tırsî'dir." Uyanınca hanımı hemen Abdürrahîm Tırsî'nin yanına gidip rüyâsını
anlattı ve; "Siz Şehzâde Selîm'in pâdişâh olmasını istediniz. Biz sizden Korkut'un pâdişâh
olmasını ricâ ederdik." dedi. Bunun üzerine Abdürrahîm Tırsî; "Ey hocamın kızı! Şehzâde
Korkut'tan evlat gelmez. Âl-i Osmân'ın nesli yok mu olsun? Bu, Hak teâlânın rızâsına
muhâliftir." buyurdu.
1) Ravza-i Evliyâ (Süleymaniye Kütüphânesi Hacý Mahmûd Kýsmý
No: 4613); vr.109a
2) Sefînet-ül-Evliyâ; c.1, s.101
3) Osmanlý Müellifleri; c.1, s.17
4) Menâkýb-i Eþrefzâde (Ýstanbul Üniversite Kütüphânesi Türkçe
Yazmalar, No: 270); vr. 20a-24a
17 Mayıs 2013 Cuma
ABDÜRRAHÎM-İ MERZİFONÎ
ABDÜRRAHÎM-İ MERZİFONÎ;
Sultan İkinci Murâd Han devri âlim ve velîlerinden olup, Abdurrahîm-i Rûmî olarak da
bilinir. 1385-1390 (H.787-793) yılları arasında doğduğu tahmin edilmektedir. Asıl adı
Abdürrahîm Nizâmeddîn'dir. Babası Sarı Danişmend adıyla tanınan Emir Aziz Efendidir.
Merzifon'da dünyâya geldikleri için Merzifonî ve şiirlerinde "Rûmî" mahlasını kullandığı için
"Rûmî" lakapları ile şöhret buldu. 1465 (H.870)de Merzifon'da vefât edip oraya defnedildi.
İlk tahsilini babasından ve memleketindeki diğer âlimlerden aldı. Küçük yaştan îtibâren sanat
ve kültür yönü fevkalâde gelişti. Bu sırada Osmancık'ta müderrislik yapan Akşemseddîn ile
dostluk ve arkadaşlıkları çok ileri idi. Bu iki dost devrin en büyük âlimlerini tanıyarak
onlardan feyz almak ve tasavvuf yolunda ilerlemek istiyorlardı. Akşemseddîn bu gâye ile
Ankara'da bulunan büyük âlim Hâcı Bayrâm Velî hazretlerinin yanına gitti ise de onun,
müridleri için kapı kapı dolaşarak yardım toplamasını yanlış yorumlayarak bu tutumunu
beğenmeyip tekrar Osmancık'a dönmüştü. Kalpleri ilâhî aşkla çarpan bu iki genç bir süre
sonra Şeyh Zeynüddîn Hafî'den ders almak üzere Mısır'a doğru yola çıktılar. Ancak Haleb'e
geldiklerinde Akşemseddîn gördüğü bir rüyâ üzerine kendisinin mânen Hâcı Bayrâm Velî'ye
bağlı olduğunu söyleyerek geri Ankara'ya döndü.
Şeyh Zeynüddîn-i Hafî, menkıbeleri Anadolu'da ağızdan ağıza dolaşan, bütün İslâm
ülkelerinde saygı ile anılan büyük bir Türk bilgini ve tasavvuf âlimi idi. Horasan'ın Haf
kasabasında doğduğu için Hafî adıyla anılırdı.
Abdürrahîm Merzifonî Mısır'da Şeyh Zeynüddîn-i Hafî ile buluşup ona candan bağlandı.
Hocasının sevgisini kazanarak teveccühlerine kavuştu. Onun mânevî himâyesi ve terbiyesine
girdi. Şeyh Zeynüddîn'le berâber Horasan'a hocasının memleketi olan Haf'a gitti. Tasavvuf
yolunda bulunanlara has terbiye usûlleriyle, mânevî makamlara kavuştu. Bu yolun vazîfeleri
ile meşgûl olarak yükselip, kemâle geldi.
Hocası, kavuştuğu mânevî makamlara ve hâllere onu da çıkardıktan sonra icâzet, diploma
verdi.
Şeyh Zeynüddîn Hafî, Abdürrahîm Merzifonî'de gördüğü çalışkanlık, kabiliyet, doğruluk,
sadâkat ve bağlılığı 1428 yılında Herat'ta verdiği icâzetnâmesinde şöyle anlatmaktadır:
"Hamd ü senâdan sonra şunu söyliyeyim ki: Velîlerin yolunda giden ve bu yoldan başkasına
yüz çeviren, çalışmasında ciddî ve samîmî olan, irâdesi tam bir mübârek oğul ki Emir Azîz-i
Rûmî'nin oğlu Mevlânâ Nizâmeddîn Abdürrahîm'dir. Allah onu tarîkatinde istikâmet üzere
gitmesinde sâbit kılıp devamlı eylesin."
Hocası ayrıca Abdürrahîm'e Vesâyâ-yı Kudsiyye kitabını ve Şihâbüddîn-i Sühreverdî'nin
(r.aleyh) Avârif-ül-Meârif ve İ'lâm-ül-Hudâ kitaplarından ders okutma iznini verdi. Bundan
sonra, doğru yolun rehberi olarak, insanlara Allahü teâlânın dînini öğretmek, onları terbiye
etmek ve yetiştirmek üzere, hocası tarafından, baba memleketi olan Merzifon'a gönderildi.
Abdürrahîm-i Merzifonî, Zeynüddîn-i Hafî'nin elini öpüp hayır duâsını alarak ayrıldıktan
sonra, hocası ardından bakıp;
"Bir ateş kütüğin yakduk
Diyâr-u Rum'a atduk."
buyurdu.
Zeynüddîn-i Hafî hazretleri bu beyti ile talebesinin yüksekliğini ve onun Anadolu'daki
görevinin ehemmiyetini işâret ediyordu.
Gerçekten şeyhinin "Aşk ateşi" diye övdüğü Abdürrahîm hazretlerinin kalbi ilâhî aşkla dop
doluydu. Yanık ve içli şiirler söylerdi. Zaman zaman;
"Tövbe yâ Rabbî! Hatâ yoluna gitdüklerüme,
Bilüp itdüklerüme, bilmeyüp itdüklerime."
diyerek gözlerinden yaşlar döker, kalbi Allahü teâlânın korkusundan titrerdi.
Abdürrahîm hazretlerinin Merzifon'a gelmelerinden sonra burası ülkenin dört bir tarafından
feyz almak ve ilminden istifâde etmek isteyenlerin akınına uğradı. Bunu duyan İkinci Murâd
Han, ilminden daha geniş bir kitlenin faydalanmasını sağlamak üzere kendisinden
Merzifon'daki Çelebi Sultan Mehmed Medresesi'nde müderrislik yapmasını istedi. Kabul
buyurunca, beş akçe ile müderris tâyin etti. Daha sonra, 1439 yılında yevmiyesi, üç akçe ilâve
ile sekiz akçeye çıkarıldı.
Bâzı kimseler şeyhin müderrislik görevini ve tâyin edilen ücreti kabul etmesini onun dünyâya
olan rağbeti şeklinde yorumladılar. Buna karşı Abdürrahîm hazretlerinin cevâbı:
"Çeşitli eller yerine bir el tuttuk. Bu lokma ile nefsin ağzını kapattık." oldu.
Tasavvuf yolunda bulunanlar, yedikleri, içtikleri şeylerin ve kullandıkları eşyânın helâl
olmasına çok dikkat ederlerdi. Pekçok kimse, helâl olduğu şüphelidir diye, sultanlardan gelen
hediye ve ihsânları kabûl etmezlerdi. Kabûl etseler de, fakir ve yoksullara dağıtırlardı. Sultan
İkinci Murâd Han, her şeyiyle âdil bir sultan olduğundan; Abdürrahîm bin Emir Merzifoni
ondan maaş almakta mahzur görmedi.
1465 yılında vefâtına kadar pekçok talebe yetiştirdi. Talebelerinin içinde zamânının meşhûr
şâirleri de vardır.
Abdürrahîm hazretlerinin mübârek kabirleri Merzifon'da Câmi-i Cedîd mahallesi Eren
sokağındadır. Halen halk tarafından ziyâret olunmakta mübârek rûhu vesîle edilerek cenâb-ı
Hakk'a duâ ve niyâzda bulunulmaktadır.
1) Mesnevî-i Murâdiyye (Kemâl Yavuz, Ank. 1982)
2) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.43
4) Sefînetü'l-Evliyâ; c.1, s.271
5) Osmanlý Müellifleri; c.1, s.43
6) Þeyh Abdürrahîm Rûmî (Berin Taþan, Ýzmir 1975)
ABDÜRRAHÎM İSTAHRÎ
ABDÜRRAHÎM İSTAHRÎ;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdürrahîm İstahrî, künyesi Ebû Ömer'dir. Doğum ve vefât
târihleri belli olmamakla berâber, hicrî dördüncü asrın ilk yarısında yaşadığı bilinmektedir.
İlim için, Hicaz, Irak, Şam ve başka yerlere seyahatler yaptı. Ruveym bin Ahmed, Sehl bin
Abdullah-ı Tüsterî ve başka büyük zâtlarla görüşüp kendilerinden ilim öğrendi.
Hâlini gizler ve dâimâ neşeli görünürdü. Bâzan kıymetli elbiseler giyip, avlanmak için
ormana giderdi. Av köpekleri ve güvercinleri vardı. Bir defâsında, ava çıkmıştı. Bir kimse,
gizlice kendisini tâkib etti. Abdürrahîm İstahrî bir dağın arkasına varınca köpekleri saldı.
Kendisi Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl oldu. Kendisini tâkib eden kimse şöyle
anlatmıştır: "Zikre başladığı zaman, dağ, zikir sesine boğuldu. O dağda bulunan taşlar,
ağaçlar ve vahşî hayvanların onun zikrine iştirak ettiklerine şâhid oldum."
Abdürrahîm İstahrî hazretleri dünyâya kıymet vermezdi. Dünyâ malı toplamazdı. Babasından
kalan yirmi bin akçenin, on binini insanlara dağıttı. Kalan on bin akçeyi de bir torbaya koydu.
Bir gece, evinin damına çıktı. Bu torbada bulunan akçeleri, avuç avuç etrafa serpti. Kendisine
de, ekmek ve bakla almak için çok az mikdar bıraktı. Yerler hep akçe oldu. Sabah olunca
herkes, o gece gökten akçe yağdığını sandılar.
Abdürrahîm-i İstahrî kendisi için bir şey istemezdi. Evinde üzerinde istirahat ettiği bir sığır
derisi vardı. Günlerce yemek yemezdi. Bir Ramazân ayında Abadan'a gitti. Orada yirmi bir
gün kaldı. Halk kendisine iftar için bâzı yemekler getirirlerdi. Sabah olunca, bu yemeklerin
aynen durduğunu görürlerdi. Bu hâli gören Abadanlılar kendisini çok sevdiler. Abdürrahîm
İstahrî hazretleri, halkın bu muhabbetini görünce, meşhûr olmaktan korkup Abadan'dan çıktı.
Sehl bin Abdullah Tüsterî'nin ziyâretine gitti. Sehl-i Tüsterî kendisi için hangi yemeği
pişirmelerini arzu ettiğini sordu. "Ekşili yemek pişirsinler." dedi. Yemek pişirilip, iftarda
getirildi. Bu sırada, kapıya bir fakir gelip, Allah rızâsı için yiyecek bir şeyler istedi.
Abdürrahîm İstahrî, yemeğin o fakire verilmesini söyledi. Yemek, çömleği ile fakire verildi
ve su ile iftâr ettiler. İkinci ve üçüncü günler de aynen böyle oldu. Ayrılıp giderken bir kimse
gördü. Suyun kenarına oturup, elinde bulunan ekmeği suya banarak yiyordu. O kimse,
Abdürrahîm İstahrî'yi dâvet etti. Beraberce ekmeği suya batırıp yediler.
Ruveym bin Ahmed diyor ki: "Likam Dağında pekçok velî ile sohbet ettik. Abdürrahîm
İstahrî'den daha sabırlı kimse görmedim."
1) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.284
2) Nefehât-ül-Üns; s.228
3) Tabâkât-üs-Sûfiyye (Ensârî); s.456
4) Nesayim-ül-Mehabbe; s.152
5) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.354
6) Sîret-i Ýbn-i Hafif; s.86,88,114,143,149
7) Meþreb-ül-Ervâh; s.310
ABDÜRRAHÎM ARVÂSÎ
ABDÜRRAHÎM ARVÂSÎ;
Osmanlılar zamânında Anadolu'da yetişen velîlerden. Seyyid Abdullah Arvâsî hazretlerinin
oğludur. Hazret-i Hüseyin soyundan olup seyyiddir. Nesebi, Abdurrahîm bin Abdullah bin
Muhammed bin Muhammed Şehâbeddîn bin İbrâhim bin Âlim-i Rabbânî Cemâleddîn bin
Kemâleddîn bin Kutub Muhammed bin Kâsım Bağdâdî'dir. Doğum târihi bilinmemektedir.
1786 (H.1200) senesinde vefât etti. Kabri Doğu Bâyezîd'de Ahmed Hânî kabristanındadır.
Abdullah Arvâsî'nin oğlu olan Abdürrahîm Arvâsî, Arvas köyünde babalarının medresesinde
okudu. Aklî ve naklî ilimlerde derin âlim oldu. Ayrıca babasının sohbetlerine de devâm edip,
tasavvuf yolunda olgunlaştı. Zamânının aklî ve naklî ilimlerinde söz sâhibi, tasavufda ise hâl
sâhibi meşhûr bir velî oldu. Şöhreti her tarafa yayıldı. O sırada Doğubâyezîd'deki meşhûr
sarayın bânîsi Çıldıroğullarından İshak Paşa, Seyyid Abdürrahîm Arvâsî'yi dâvet etti. İshak
Paşa Çıldıroğulları âilesinin reisi olup, Osmanlı Devletince, o bölgeye emir tâyin edilmiş
paşalardan biriydi. İlme, ilim ve din adamlarına çok kıymet verir, âlimlerle meclis kurar ve
onların sohbetlerinden zevk alırdı. Meşhûr ediblerden Ahmed Hânî de onun dâveti üzerine
Doğubâyezîd'e gelmişti.
İshâk Paşanın dâveti üzerine Doğubâyezîd'e gelen Abdürrahîm Arvâsî, insanlara Allahü
teâlânın emir ve yasaklarını anlatıp, onların dünya ve âhiret saâdetine kavuşmaları için
pekçok gayret sarf etti. İlimde ve tasavvufta çok talebe yetiştirdi. Aynı zamanda bölgede
yaygın olan Eshâb-ı kirâm düşmanı şiîlerle mücâdele etti. Ehl-i Sünnet îtikâdının yayılması
için çalıştı.
Uzun mücâdelelerden ve münâzaralardan sonra şiî fırkasının bozukluğunu herkese kabûl
ettirdi. Halk, Ehl-i sünnet olup huzûra kavuştuğu gibi aralarındaki ayrılık ve düşmanlıklar son
buldu ve fitne ateşi söndürüldü.
Abdürrahîm Arvâsî bu gayretinin yanında dînî ilimleri öğrenmekten geri kalmıyor
öğrendiklerini yaşamak sûretiyle de insanların ebedî seâdete kavuşmaları için bütün gücünü
harcıyordu. Onun sohbetlerine yüzlerce kimse katılıp faydalanıyordu. Bu sohbetlerinde
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin Mesnevî'sinden de parçalar okutuyordu. Böyle
sohbet meclislerinden birinde Mesnevî okunurken, orada bulunan İran ahondlarından
(mollalarından) biri Mevlânâ'yı ve Mesnevî'yi küçültücü ve tahkir edici maksatla, bildiği
hâlde "Ne okuyorsun?" diye sordu. Abdürrahîm Arvâsî hazretleri; "Mesnevî okuyoruz."
buyurdu. İranlı ahond cevap olarak; "Meşnevî (dinlemeye değmez)." dedi. Bu söze din
gayreti kabaran ve son derece hiddetlenen Abdürrahîm Arvâsî hazretleri Mesnevî-yi şerîfi
rastgele açıp İranlı ahonda; "Şu beyti oku!" buyurdu. İranlı ahond;
"Mesnevî ra meşnevî mehan
Ey sek-i gürgîn bed kerdeî"
yâni Mesnevî'yi meşnevî okuma, ey uyuz köpek kötü bir iş yaptın, meâlinde beyti istemeyerek
okuyuverdi. Bu manâlı beyân karşısında ahond ve meclistekiler dehşete kapıldılar. Ahond
söyleyecek söz bulamadı. Arslan yuvasına düşmüş, zavallı tilki gibi titremeye başladı. Sonra
mecliste bulunanlar Mesnevî'den bu beyti aradıklarında bulamadılar. Bu hâlin Abdürrahmân
Arvâsî hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladılar. Ona karşı daha edepli ve ölçülü
davranmaya başladılar. Buna benzer pekçok kerâmetleri görülmüş olan Abdürrahîm Arvâsî
hazretlerinin bu kerâmetleri yıllar boyu dilden dile anlatılagelmiştir.
Ömrü boyunca İslâm dîninin emirlerini öğrenmeye ve öğretmeye çalışan Abdürrahîm Arvâsî
hazretleri Doğubâyezîd'de vefât etti. OradaAhmed Hânî türbesine defnedildi. Kabri sevenleri
tarafından ziyâret edilmektedir. İhtiyaç ve istek sâhiplerinin ziyâretgâhı hâlindedir. Sırt
ağrısından şikâyetçi olanlar sırtlarını kabrinin taşına sürttükleri için taş yıpranmış, üzerindeki
Arvâsî kelimesi ile vefât târihi olan 1200 (m.1786) ve Fâtihâ kelimesinden başka yazı
kalmamıştır.
Seyyid Abdürrahîm Arvâsî hazretlerinin iki oğlu vardı. Birincisi: Seyyid Muhammed
Efendidir. Bunun evlâdı kalmamıştır. Kabri babasının kabrinin sağındadır. İkincisi; Seyyid
Hacı İbrâhim'dir. Din ve dünyâ ilimlerinde babasının vârisiydi. Tasavvuf yolunda babasının
yerini tutmuş olup âlim, fazîlet sâhibi ve veliyy-i kâmil bir zat idi. Günümüzün tâbiri ile bir
diplomat olup Osmanlı-İran münâsebetlerinde, Osmanlı Devletini temsil etmiş,
unutulamayacak hizmetleri olmuştur.
Seyyid Hacı İbrâhim Efendinin Abdürrahîm ve Abdülazîz adlı iki oğlu ile Seyyide Emine
Hanım isminde bir kızı vardı. Kızı Seyyide Emine Hâtunu Seyyid Abdurrahmân hazretlerinin
oğlu Molla Abdülhamîd'e nikâh edip bu evlilikten, Arvas'ın ışığı, ilim ve irşâd kaynağı
Seyyid Fehim Arvâsî hazretleri dünyâya gelmiştir. Seyyid Hacı İbrâhim'in büyük oğlu
Abdürrahîm Efendi 1818 (H.1234) senesinde vefât etmiştir. Seyyid Hacı İbrâhim Efendi de
1832 (H.1248) senesinde Yukarı Doğubâyezîd'de vefât etti. Kabri sevenleri tarafından ziyâret
edilmektedir. Büyük oğlu Abdürrahîm Efendinin de kabir taşı hâlen yazıları ile mevcuddur.
Seyyid Hacı İbrâhim Efendinin diğer oğlu ise Seyyid Abdülazîz Efendi olup babalarının
dergâhı ona kalmıştır. İlimde ve tasavvufta babalarının yerini tutmuştur. Kerâmetleri açık bir
velî idi. Hayvanlarla konuşur, hayvanlar da ona söylerdi. Hayvanları, hatta yılanları yedirir
içirirdi. Hayvanlar onun emrine uyarlardı. Seyyid Abdülazîz hazretleri 1880 (H.1297)'de vefât
etmiştir. Kabri Yukarı Doğubâyezîd'de babasının yanındadır.
1) Eshâb-ý Kirâm; s.287
2) Osmanlý Târihi Ansiklopedisi; c.1, s.67
ABDÜLVEHHÂB-I ŞA'RÂNÎ
ABDÜLVEHHÂB-I ŞA'RÂNÎ;
Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi. İsmi ve nesebi; Abdülvehhâb
bin Ahmed bin Ali bin Ahmed bin Muhammed bin Zerka bin Mûsâ bin Sultan Ahmed
Tilimsânî Ensârî'dir. İmâm-ı Şa'rânî ve Kutb-i Şa'rânî lakabıyla meşhurdur. Nesebi,
Peygamber efendimize dayanır. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî Mısır'ın Kalkaşend kasabasında 1493
(H.898) de doğdu. 1565 (H.973) de Mısır'da vefât etti.
Abdülvehhâb'ı babası küçük yaşında ilim tahsiline verdi. Henüz yedi yaşında Kur'ân-ı kerîmi
ezberledi. Sekiz yaşında iken, geceleri teheccüd namazlarını hiç terk etmeden kılmaya
başladı. Büluğ çağına gelmeden, kıldığı gece namazlarında Kur'ân-ı kerîmi hatmederdi. Bir
işe başlayınca, en ince ayrıntılarına kadar iner, o işi en iyi şekilde yapardı. Çalışkanlığı ve
anlayışı ile, hocalarının kısa zamanda gönüllerini fethederdi. Hocalarından okuduğu kitapları
ezberlerdi. Genç yaşında, hadîs ve fıkıh ilimlerinde ehliyet kazandı. Tasavvuf yolunda da
çalışarak, pekçok velînin feyz ve teveccühlerine kavuştu. Bunların başlıcası, Aliyy-ül-Havvâs
hazretleridir. Ayrıca feyz aldığı, sohbetiyle şereflendiği hocalarından bazıları şunlardır:
Muhammed Magribî, Muhammed bin Anân, Ebü'l-Abbâs Gamrî, Nûreddîn Hasenî,
Şeyhulislâm Zekeriyyâ el-Ensârî, Ali Darîr, Ali bin Cemâl, Abdülkâdir bin Anân,
Muhammed Âdil, Muhammed bin Dâvûd, Muhammed Servî, Nûreddîn Mürsâfî, Tâcüddîn
Zâkir, Efdalüddîn. Bunlardan başka pekçok evliyânın da teveccühlerine, feyz ve bereketlerine
kavuştu.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye; "Tasavvuf yoluna nasıl girip ilerledin ve buna kimler sebeb oldu?"
diye sorduklarında şöyle anlattı:
Tasavvuf yolunu, önce Hızır aleyhisselâmdan ve üstâdım Aliyy-ül-Havvâs'tan öğrendim.
Önce onlara tam olarak inanıp teslim oldum. Ne emrettilerse hepsini yaptım. Nefsimle
senelerce mücâhede ettim. Nefsimin istemediklerini yaparak, onu terbiye ettim. Öyle ki,
yalnız kaldığım zaman, odamın tavanına bir ip bağlar, onu boynuma takarak Rabbime ibâdet
ederdim. Uykum geldiğinde yatmak isterdim. Fakat boynumdaki ip, uykuya mâni olurdu.
Mecbûren ibâdete devâm ederdim. Böylece nefsimin istemediği şeyleri yaparak, onu terbiye
etmeye, yola getirmeye çabalardım. Haramlardan şiddetle kaçındığım gibi, mübahların
fazlasını dahi terkederdim. Yiyecek bir şeyim olmadığı zaman ot yer, kimseden birşey
istemezdim. Vâli konaklarının ve sultan adamlarının evlerinin gölgesinden dahi geçmez,
yolumu değiştirirdim. İyice incelemeden bir şey yediğim olmadı. Öyle bir hâle geldim ki,
gelen yiyeceğe bakarak, onun helâl olup olmadığını, Rabbimin bana ihsân etmesiyle
anlamaya başladım. Helâl yiyeceklerden temiz ve güzel, haram olanlardan ise, kötü ve pis bir
koku, şüphelilerden de, haramlardakinden daha az bir koku hâsıl olmaya başladı. Bu
alâmetlere göre hareket ettim. Elimden geldiği kadar dînin emir ve yasaklarına dikkat ettim.
Cenâb-ı Hak da, bana ibâdetleri zevkle yapmayı ihsân etti. Kalp gözüm açıldı, yakîn hâsıl
oldu ve hakîkatin menbaına, kaynağına eriştim. 1540 senesinde hacca gittiğimde, Kâbe'nin
altın oluğunun altında, duâ ederek Allahü teâlâdan ilmimi arttırmasını istedim. O ânda
hâtifden, gizliden gelen bir ses; "Sana, şimdiye kadar gelen müctehidlerin ve onlara tâbi
olanların sözlerini tartıp anlayan bir mîzân verdim. Bu sana yetmez mi?" diyordu. Bu sese
karşı; "Ya Rabbî! Yeter. Fakat, daha fazlasını isterim." dedim.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî zamânının velîlerini sık sık ziyâret eder nasîhat ister ve gönüllerini
alırdı.
1540 senesi bir yaz günü, Kâhire'nin Nil Nehri üzerindeki Hâkimî Köprüsünün altında
bulunan yaşlı bir velîyi ziyârete gitti. Selam vererek içeri girince o zât adını sordu.
"Abdülvehhâb." dedi. Ona; "Senelerden beri seni görmek arzusunda idim. Buyur otur."
deyince yanına oturdu, el ele tutuştular. Elini öyle kuvvetlice sıktı ki, neredeyse acıdan
bağıracaktı. Ona; "Kuvvetimi nasıl buluyorsun?" diye sorunca; "Çok büyük bir kuvvete
sâhibsiniz." dedi. O zaman ona:
"İşte bu kuvvet, gençliğimden beri yediğim helâl lokmalar sebebiyle hâlâ mevcuttur.
Hamurum helâl bir maya ile yoğrulmasaydı, bu günün, günahlarına aldırmayan insanların
vücutları gibi, benim vücûdum da gevşek olurdu. Ey oğlum! Yüz kırk üç yaşına geldim.
Allahü teâlâya yemin ederim ki, bugün insanlar her yönden değişmiştir. Hele bu son
senelerde, dînin emirlerini yerine getirmekte ve emânete riâyet etmekte büyük bir eksiklik
var. Bugün yakın akrabân, hattâ öz kardeşin bile seni tanımamaktadır. Oğlun dahi sana başka
gözle bakmakta ve bir yabancı gibi davranmaktadır. İnsanların birbirlerine muhabbetleri hiç
kalmamış, dert ve belâlara karşı sabırları eksilmiş, kazâ ve kadere karşı boyun eğmek yerine
gazab hâkim olmuş, dinleri zayıflamıştır. Ey oğlum! Şimdi sana zamânımızın kötü ve yorgun
insanlarını anlatmaktansa, sâlih insanlarını anlatmak daha iyi olacak." dedi ve şöyle devâm
etti: "Zamânımızın en iyileri; geceleri kalkıp sabahlara kadar namaz kılan, sabah namazından
sonra öğleye kadar Kur'ân-ı kerîm okuyup tesbîhini çekerek Allahü teâlâyı zikreden, ikindiye
kadar duâlarını yapan, akşama kadar her gün devâm üzere olduğu duâları tekrar tekrar yapan,
yatıncaya kadar da tövbe istigfâr ederek vaktini geçirenlerdir."
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî ona:
"Böyle kimselerin görünürdeki bütün günahlardan temizlendiğini düşünsek, bu insanın,
başkaları hakkında kötü düşünmesinin önüne geçebilir miyiz? Bu kimse, kendisini
kıskananları bir dakika olsun görmek ister mi?" diye sordu. O da cevap olarak şöyle dedi:
"Bu, çok zayıf bir ihtimâldir. Bir insan, hayâtı boyunca durmadan ibâdet yapsa, kazandığı
sevapları terâzinin bir kefesine koysa, bu kimsenin bir müslüman hakkında sû-i zannından
meydana gelen günâhını da bir kefesine koysan, günah kefesinin ağır basacağını görürsün.
Sâlih, iyi kimselerin hayatları boyunca yaptığı ibâdetler, bir defâ yaptığı kötü düşünceden
meydana gelen günâhı karşılayamadığına göre, diğer insanların hâllerinin ne olacağını
düşün!"
İmâm-ı Şa'rânî pek çok talebe yetiştirdi. Etraftan akın akın gelen talebeler medreseyi
doldurur, onun eşsiz bir deryâ olan bilgilerinden istifâdeye çalışırlardı. Talebelerine hem
zâhirî, hem de bâtınî ilimleri öğretirdi. Hattâ kendisini çekemeyen ve aleyhinde olanlara
rüyâda görünür, onları îkâz eder, bozuk düşüncelerden korurdu. Böylece onların da istifâde
etmesini sağlar, Cehennem'de yanacak bir hâlden onları korumaya çalışırdı. Merhameti çok
fazlaydı.
Birgün biri Şeyhülislâm Nasîruddîn Lekânî'ye gelerek onun hakkında çeşitli yalan ve iftirâlar
uydurdu. Şeyhülislâm da bu sözlere inandı. Bu haberi işiten Abdülvehhâb-ı Şa'rânî,
Şeyhülislâm'ın yanına gelerek, ondan Mâlikî mezhebinin fıkıh bilgilerini ihtivâ eden Kâsım
Abdürrahmân'ın yazdığı Müdevvene'yi emânet istedi. Şeyhülislâm kitabı vermeden önce; "Al,
okursun da, belki yaptığın kötülüklerden vaz geçersin. Dînin emir ve yasaklarına uyarak
doğru yolu bulursun." dedi. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî de; "İnşâallahü teâlâ öyle olur." buyurdu.
Şeyhülislâm, talebelerinin birisine emredip, birkaç cilt olan Müdevvene'yi kütüphâneden
getirmesini söyledi. Ciltler gelince, ileri gelen talebelerinden birine, ciltleri Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî ile götürmesini emretti. İmâm-ı Şa'rânî ile talebe eve geldiler. Talebe kitabı bıraktıktan
sonra gitmek istedi. Fakat İmâm-ı Şa'rânî, bir gece kalıp ertesi sabah gitmesini söyleyince,
talebe kabûl etti. Gecenin üçte biri geçinceye kadar o talebe ile sohbet etti. Talebeye
yatmasını söyleyip, kendi odasına geçti. Odasında çok az bir zaman durup, tekrar talebenin
kaldığı odaya geldi. Onu uyandırıp, abdest aldırdı. Beraberce fecr vaktine kadar namaz
kıldılar. Sonra sabah namazlarını kılıp, güneş bir mızrak boyu yükselinceye kadar Kur'ân-ı
kerîm okudular. Sonra duhâ namazını kıldılar. Talebeye; "Şimdi hocanın yanına
gidebilirsin.Getirdiğin bu kitapları da teslim edip, benim teşekkür ettiğimi bildirirsin."
buyurdu. Talebe; "Peki efendim." diyerek, kitapları kucakladı. Fakat içinden de; "Bir
geceliğine onu getirtip, hiç bakmadan geri götürmenin ne faydası vardı." demekten kendini
alamadı.
Talebe kitabı okumadığı için, içindeki yazılardan haberi yoktu. Kitapları hocasına
götürdüğünde, Şeyhülislâm Nasîruddîn, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin kendisiyle alay ettiğini
sanarak kızdı. O sırada bir kimse gelip, Şeyhülislâm'a bir suâl sordu. Şeyhülislâm soruyu tam
olarak cevaplandırabilmek için, Müdevvene'nin ciltlerini karıştırmaya başladı. Her cildin
başından sonuna kadar, sayfaların kenarında Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin kendi el yazısı ile
yazılmış lüzumlu açıklamalar ve kayıtların olduğunu gördü. Talebeyi çağırarak;
"Abdülvehhâb bu geceyi kitaplara yazı yazmakla mı geçirdi?" diye sordu. Talebe de yemîn
ederek; "Efendim! Bu gece Abdülvehhâb-ı Şa'rânî benden yirmi dakikadan daha fazla bir
zaman ayrılmadı. Sabaha kadar berâber namaz kıldık. Kur'ân-ı kerîm okuduk. Onun benim
yanımda kitaplarla meşgûl olduğunu hiç görmedim." dedi.
Talebesinden bu sözleri işiten Şeyhülislâm'ın, hayretinden aklı karıştı. Değil yirmi dakikada,
yirmi günde bile bu ciltler dolusu kitabı okumak mümkün değildi. Fakat hakîkat gözünün
önünde idi. Bütün ciltler okunmuş, sayfa kenarlarına îzâhlar yazılmıştı. Bu Allahü teâlânın
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye ihsan ettiği bir kerâmetti. HemenAbdülvehhâb-ı Şa'rânî hakkında
düşündüğü kötü düşüncelere, ona söylediği sözlere pişmân olup, tövbe istiğfâr eyledi.
Koşarak İmâm-ı Şa'rânî'nin evine gitti ve huzûruna kabûlü için yalvardı. Kabûl edilince tövbe
ettiğini bildirdi. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî de; "Maksadım, bu gece bana emânet olarak verdiğin
kitaplardan hazırladığım bu muhtasarı senin öğrenmendi." buyurdu.
Emir Muhammed Defterdâr ve arkadaşları her gece yatsı namazından sonra bir yerde toplanıp
sohbet ederlerdi. Âlimlerin ilminden, velîlerin kerâmetlerinden anlatırlardı.
Bir gün yine böyle toplanmışlardı. Sohbet ânında söz, halen hayatta olan İmâm-ı Şa'rânî'ye
geldi. Onun büyüklüğünü anlayamayan bâzıları, aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Emir
Muhammed Defterdâr da onlarla birlik olup, aleyhinde konuştu. O gece rüyâsında, kalabalık
bir ordunun Mısır'a bir iç karışıklığı düzeltmek için geldiğini gördü. Ordu kumandanı,
Mısır'ın Bâbunnasr denilen kapısında durdu ve; "Mısır'ın sâhibi ile görüşüp, Mısır'ın
anahtarını vermedikçe içeri girmeyiz." dedi. "Mısır'ın sâhibi kimdir?" dediklerinde; O da;
"Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'dir." dedi. Kumandan, adamlarından birini gönderdi. İmâm-ı
Şa'rânî'yi evinde bulamadılar. Oğlu Abdürrahmân'a durumu anlattılar. Abdürrahmân,
babasının müsâade edeceğini söyleyerek anahtarı verdi. Uyandığında, Emir Muhammed
Defterdâr yaptığı hatâyı anladı. Demek ki, bu zamanda Mısır'ın hakîkî sultânı Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî'ydi. Sabah olduğunda, İmâm-ı Şa'rânî hazretlerine gidip talebesi olmakla şereflenmek
istediğini bildirince; "Talebe olmanız için ille anahtar mı vermek lâzımdır?" buyurarak, gece
rüyâsında gördüklerini bildiğini işâret etti. Bu kerâmetini de gören Emir Muhammed
Defterdâr'ın, ona olan bağlılığı ziyâde oldu.
Seyyid Ahmed Bedevî hazretlerinin Mısır'ın Tanta şehrindeki türbesi başında, her sene belli
bir günde toplantı yapılıp, mevlid okunurdu. Şeyh Sa'düddîn Sanâdîdî, İmâm-ı Şa'rânî'yi
sevmez, onun büyüklüğüne inanmazdı. Hattâ onun pekçok kötü taraflarının olduğunu
savunur, ilminin derinliğine inanmazdı. Ahmed Bedevî'nin türbesi başında mevlid okunduğu
bir sene, oraya İmâm-ı Şa'rânî ve Sa'düddîn Sanâdîdî de gelmişlerdi. Sa'düddîn,
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin mevlide gelmesine şiddetle karşı çıkarak; "Böyle bir mevlidde,
kendisinde pekçok kötü yanlar bulunan kimse nasıl bulunabilir?" demişti. Sa'düddîn, o gece
rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'yi
kucaklamış, bağrına basmıştı. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin de göğüslerinden süt akıyor, mevlide
gelen herkes, doyuncaya kadar onun sütünden içiyorlardı. Seyyid Ahmed Bedevî hazretleri
de, Resûlullah efendimizin huzûrunda idi. Ahmed Bedevî, oradakilere; "Bizden meded
isteyen Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'yi ziyâret etsin." diyordu. Rüyâdan uyanan Sa'düddîn, İmâm-ı
Şa'rânî'nin büyüklüğünü anlayarak, ona karşı olan bozuk îtikâdını düzeltti ve onun en yakın
talebelerinden oldu.
Evliyânın büyüklerinden Ömer Nebtîtî'nin talebesi Abdullah, İmâm-ı Şa'rânî'nin büyüklüğünü
çekemez, onu kıskanırdı. Abdullah, bir gece rüyâsında sevgili Peygamberimizi gördü.
Huzûrunda hazret-i Ali de vardı. Ona buyurdular ki: "Abdülvehhâb'a şu takkemi giydir.
Ayrıca ona, mahlûkâta tasarruf etmesini söyle. Başkalarına ise mâni ol." Abdullah, Resûlullah
efendimizden bu sözleri işitince, yaptığı hatânın büyüklüğünü anladı. Uyandığında tövbe etti.
Âmir Bağdâdî isimli talebesi önceleri; "Hiç kimse, bir ihtiyacın hâsıl olmasında vâsıtaya
muhtâç değildir. Bu sebeple Allahü teâlâdan bir şey isterken başkalarını vesile etmek, onun
hürmetine ver demek olmaz." der, velîlerdeki kerâmetlere de inanmazdı. Bir gün rüyâsında
Resûlullah efendimizi gördü. Yanında Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri de vardı. Peygamber
efendimizin mübarek elini öpmek istedi. Fakat ona hiç iltifat etmiyor, huzûruna gittikçe
yönünü ondan çeviriyordu. Bir ara Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye; "Ne olur, Peygamber
efendimize bir arz et de, beni kabûl buyursun. Mübarek elini öpmekle şerefleneyim." diyerek
yalvarmaya başladı. O kadar yalvardı ki, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî onun gözlerinden akan
yaşlara dayanamadı. Resûlullah efendimizin huzûruna varıp, onu işâretle bir şeyler söyledi.
Bunun üzerine onu Huzûr-i şerîflerine kabûl ettiler. Uyandığında, önceki düşüncelerinin ne
kadar yanlış olduğunu anladı. Tövbe etti ve sabahleyin Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin
medresesine gitti. Talebesi olmakla şereflendi.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretlerine, Allahü teâlânın öyle ihsânları vardı ki, saymakla
bitmezdi. Bunlardan biri de; güneşin batışından doğuşuna kadar, yâni akşamdan sabaha
kadar, cansız eşyânın ve hayvanların tesbîhlerini duyması idi. Bir gün akşam namazını,
haramlardan çok sakınan hattâ şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını bile terkeden hocası
Emînüddîn'in arkasında kılıyordu. O anda gözünden perde açıldı. Direk, duvar, hasır,
döşenmiş taşların tesbîhlerini duymaya başladı. Korktu, sonra Mısır'da bulunan her şeyin,
sonra etraftaki devletlerdeki ve okyanuslardaki bütün mahlûkların konuşmalarını ve tesbîh
seslerini işitmeye başladı. Okyanustaki bir balık şöyle tesbîh ediyordu:
"Ey cansızların, hayvanların, bitkilerin, her şeyin rızkını veren Rabbim! Mahlûkâtından hiç
birinin rızkını unutmayan ve isyân edenden dahi ihsânını kesmeyen sen, her türlü noksanlık
ve kusurdan münezzehsin."
Namazı kılıp bitirdiler. Sabaha kadar bu hâl onda devâm etti. Çok korktu. Sabah olurken, Hak
teâlâ merhamet edip, bu gibi şeyleri duymasını perdeledi. Ancak Allahü teâlânın ihsânı olan
bu durum onda kaldı. İstediği zaman, istediği yeri görmek, gezmek nîmetini Allahü teâlâ ona
ihsân etti. Bununla da îmânı kuvvetlendi. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, bu hâdiseden sonra, istediği
zaman gönül gözü ile bütün dünyâyı, bilhassa İslâm âlemini seyrederdi. Şehir, kasaba, köy ve
ülkeleri aşar, Endonezya'dan Magrib'e, Türkiye'den Yemen'e kadar varır, ihtiyaç sâhiplerine
yardım ederdi. Bunların hepsinin, cenâb-ı Hakkın bir ihsânı olduğunu bildirirdi. Bir gün
buyurdu ki: "Kendimi bir vâsıta içinde gördüm. Bir anda yeryüzünü dolaşıyordum. Bütün
âlim ve evliyânın kabirlerinin üzerlerinden, Seyyid Ahmed Bedevî ve İbrâhim Düsûkî
hazretlerinin kabirlerinin altından geçerek ziyâret ediyordum."
Bir gün Habeşistanlı bir gayri müslim, Mısır'a gelmişti. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin nâmını
duyduğu için, onunla görüşmek istiyordu. İmâm-ı Şa'rânî onu kabûl etti. Habeşistan ile ilgili
konuşmaya başladılar. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, Habeşistan'ı öyle anlatıyordu ki, en ince
ayrıntılarına kadar îzâh ediyordu. O gayri müslim dinledikçe, yaşadığım yeri benden daha iyi
biliyor diye hayret ediyordu. Dayanamayıp Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye; "Siz Habeşistanlı
mısınız?" diye sordu. O da; "Dünyâda nereyi görmek arzu etsem, Allahü teâlâ bana orayı
gösterir. Bu, cenâb-ı Hakk'ın bana bir ihsânıdır." buyurdu. Bunu işiten gayri müslim, Kelime-i
şehâdet getirerek müslüman oldu.
Allahü teâlânın Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye ihsânlarından biri de, Mısır veya başka yerlerdeki
talebelerine kalben seslendiği zaman derhal yanına gelmeleriydi. Yanına gelmeye karar veren
bir talebe yola çıksa, ona kalben geri dön derse, o da dönerdi. İnsanlara ve talebelerine sıkıntı
anlarında yardım ederdi. O darda, sıkıntıda olanların sığınağı ve mânevî doktoru idi.
Talebelerinden Yahya Varrâk arkadaşlarıyla hacca gidiyordu. Bindiği hayvan çok zayıftı. Bir
müddet gittikten sonra yorulup yattı. Arkadaşlarına kendisini beklememelerini, yola devam
etmelerini söyledi. O, hayvanının dinlenmesini bekliyordu. O anda Abdülvehhâb-ı Şa'rânî
hazretleri yanında peyda oldu. Hayvanı tutup kaldırdı ve ona tebessüm ederek kayboldu.
Yahyâ Varrâk hayvanın üzerine bindi. Öyle hızlı gitmeye başladı ki arkadaşlarına yetişti ve
onları geçti. Kâbe-i muazzamanın etrafında tavaf ederken yine Abdülvehhâb-ı Şa'rânî
hazretlerini gördü. Tavaf müddetince yanındaydı. Hâlbuki o, o sene hacca gitmemişti.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, Allahü teâlânın izniyle hiç bir mahlûkdan korkmazdı. Yılandan,
akrebden, timsahdan, cinden ve benzerlerinden korkmaz, ancak dînin emir ve yasaklarına
uygun olarak onlardan uzak dururdu. Bir gün Saîd'e (Portsaid'e) gidiyordu. Nehrin kenarından
yedi kadar timsah onu tâkibe başladı. Herbiri öküz büyüklüğünde idi. Onu merkeb üzerinde
gören halk, yutulacak diye feryada başladı. İşte o zaman belini doğrulttu ve suya, timsahların
arasına indi. Hepsi çekilip kaçtılar. Sonra hayvanın yanına geldi. Oradaki insanlar, bu hâli
görünce hayret ettiler.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, bir gece terkedilmiş ve bakımsız bırakılmış bir velînin türbesinde
uyudu. Bu türbe üzerinde bir kubbe, etrâfında da taşlar bulunuyordu. Taşların aralarında ise,
büyük yılanlar vardı. Yılanlardan korktukları için, insanlar bu mübârek zâtı ziyâret
edemezlerdi. Yılanlar, o gece Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin etrâfında dolaşıp durdular.
Abdülvehhâb hazretleri o büyük ve zehirli yılanları görüyor, kalbine zerre kadar korku
getirmiyordu. Sabahleyin, o belde halkı Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin o türbede yattığını
öğrendiklerinde, hayretten dona kaldılar. Huzûruna çıkıp; "Biz, yılanların korkusundan,
türbenin içine değil, etrâfına bile yaklaşamıyoruz. Siz orada nasıl yatabildiniz?" diye sordular.
Onlara buyurdu ki: "Allahü teâlâ, yılanlara beni sokmaları için ilhâm etmedikçe, onlar beni
sokmazlar. Yılana kudret lisânı ile, git falancayı sok! denir. Yılan da o kimseyi, hasta yapmak
veya kör etmek yâhut öldürmek için sokar. Allahü teâlânın irâdesi olmadan, yılanın bir
kimseyi sokması mümkün değildir."
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri cinlerle başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır:
Bir zamanlar evime, cinlerden biri gelmeye başladı. Bu cin bana doğru gelirken, vücûdumun
bütün kılları diken diken olurdu. O ânda Allahü teâlânın ismini söylemeye başlardım. Cenâb-ı
Hakk'ın ismini duyan cin, derhâl benden uzaklaşırdı. Hiçbir zaman ondan ne çekindim, ne de
korktum. Aksine, gece yolumu kestiği zaman, ona selâm vererek geçip giderdim. İnsanın
tabiatı cinden nefret ettiği hâlde her gün onları göre göre nefret etmez hâle geldim.
Kıtlık olduğu günlerde, cinlerden bir grup evime yerleşmişti. Onlara dedim ki: "Bu
gösterdiğim ekmeklerden güzelce yiyiniz. Hiçbir müslümana sakın zarar vermeyiniz."
Onların da bana; "Başüstüne, emirlerinizi dinleyip itâat edeceğimize söz veriyoruz."
dediklerini duydum. Cinlerden biri keçi kılığına girip, geceleri bizim odaya girer, lâmbayı
söndürür ve gürültü çıkarırdı. Bu hâlden evdekiler korkuya düştüler. Çocukların korkmaması
için, bir gece sedirin altına saklanarak cinin gelmesini bekledim. Tam önümden geçerken,
elimle bir ayağını yakaladım. Bağırmaya ve yardım istemeye başladı. Bunun üzerine ona; "Ey
keçi kılığına girmiş olan cin! Bir daha evime girip çocuklarımı korkutmaya devâm edecek
misin, etmeyecek misin?" dedim. Tövbe ederek, bir daha gelmeyeceğine söz verdi. Buna
rağmen ayağını bırakmıyordum. Ayağı elimde inceldi, inceldi bir kıl inceliğini aldıktan sonra
avcumdan çekilip gitti. Bu hâdiseden sonra o cin evime gelmez oldu.
Ey kardeşim! Buna benzer cinlerle başımdan geçen hâdiseler çoktur. Bunları anlatmamdan
maksadım, bâzı okunacak duâları zamânında okumanız içindir. Gece veya gündüz yapacağın
işlerde, kendini bunların şerlerinden nasıl koruyacağını bilmeniz içindir. Eğer ben de bu
duâları bilmeseydim, diğer insanlar gibi görünmeyen bu yaratıklardan korkardım.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî insanlar arasındaki anlaşmazlıkları her iki tarafı üzmeden çözer, iki
tarafın da kabul edeceği bir netîceye bağlardı.
Osmanlı pâdişâhı Sultan Selîm Han Mısır'ı zaptettiği zaman, Cumâ namazını Ezher Câmiinde
kıldı. Cumâ namazını kıldıran hatîb için yüz altın bağışladı. Bunu önceden öğrenen hatîb, o
gün Cumâ namazını kıldırma sırası kendisinde olan diğer hatîb arkadaşından izin almıştı.
Nöbetini devreden hatîb, diğer arkadaşının altınlara kavuştuğunu görünce, söylenmeye
başladı. O sırada orada bulunan Abdülvehhâb-ı Şa'rânî aralarına girip, nöbetini veren hatîbe;
"Üzülme! Allahü teâlâ bunu sana kısmet etmemiş." dedi. O da; "Rızkımın kesilmesine bu
arkadaşım sebeb olduğu için kızıyorum." dedi. Abdülvehhâb hazretleri de; "O sebeb oldu
görünüyorsa da, aslında sebeb o değildir. Arkadaşın ilâhî kudretin bir âletidir. Âleti kim
hareket ettiriyorsa, hüküm onundur. Yoksa âletin değildir. Senin böyle söylemen, sopa ile
dövülüp de, sopayı vurana değil sopaya kızan adamın hâline benziyor. Hani sen her Cumâ
hutbelerinde; "Vallahi veren de Allahü teâlâdır, alan da. Yükselten de Allahü teâlâdır,
alçaltan da..." demez miydin? Şimdi niçin bunun tersine göre hareket ediyorsun?" deyince, o
hatîb; "Üstâdım! Huccet ve isbâtlarınla beni susturdun." diyerek oradan ayrıldı.
Peygamber efendimizin sözlerine, sünnetine uymaya çok dikkat ederdi. Hadîs-i şerîfleri kabul
etmeyenlere şöyle buyururdu:
Sünnet, yâni hadîs-i şerîfler, Kur'ân-ı kerîmi açıklamaktadır. Mezheb imâmları, sünneti
açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini açıkladılar. Kıyâmete kadar da
böyle olacaktır. Sünnet, yâni hadîs-i şerîfler olmasaydı suları, tahâreti, namazların kaç rekat
olduklarını, rükû ve secdede okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze namazlarının nasıl
kılınacağını, zekât nisâbını, orucun, haccın farzlarını, nikâh ve hukûk bilgilerini, hiçbir âlim,
Kur'ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. İmrân bin Hasîn'e birisi; "Bize yalnız Kur'ân'dan
söyle." deyince; "Ey ahmak! Kur'ân-ı kerîmde, namazların kaç rekat olduğunu bulabilir
misin?" dedi. Hazret-i Ömer'e; "Farzların seferde kaç rekat kılınacağını Kur'ân-ı kerîmde
bulamadık." dediklerinde; "Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz,
Kur'ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı, Resûlullahtan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde,
dört rekat farzları iki rekat kılardı. Biz de öyle yaparız." buyurdu. Din imâmlarının hiçbir
sözü, İslâmiyetin dışında değildir. Çünkü herbiri hem hakîkatte, hem de şerîatte âlimdirler.
Resûlullah efendimiz Kur'ân-ı kerîmde icmâlen bildirilenleri, yâni kısa ve kapalı olarak
bildirilenleri açıklamasaydı, Kur'ân-ı kerîm kapalı kalırdı. Resûlullah'ın vârisleri olan mezheb
imâmlarımız (r.aleyhim) hadîs-i şerîflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı,
sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resûlullah'a tâbi olarak,
mücmel olanı açıklamışlardır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin kırk dördüncü âyetinde meâlen;
"İnsanlara indirdiğimi onlara beyân edesin" buyurdu. Beyan etmek, Allahü teâlâdan gelen
âyetleri, başka kelimelerle ve başka sûretle anlatmak demektir. Ümmetin âlimleri de, âyetleri
beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi ve Kur'ân-ı kerîmden ahkâm
çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahy olunanları tebliğ et derdi. Beyân
etmesini emr etmezdi.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri üç yüzden fazla eser yazmıştır. Bunların en kıymetlisi dört
mezhebin fıkıh ilmini bir araya topladığı Mîzân-ül-Kübrâ isimli eseridir. Diğer eserlerinden
bâzıları şunlardır: 1) Envâr-ül-Kudsiyye, 2) Tabakât-ül-Kübrâ: Eserde, Asr-ı Saâdetten
zamânına kadar dört yüzden fazla büyük âlim ve velînin hallerini, kerâmetlerini, sözlerini
bildiren kıymetli bir kitaptır. 3) Ecvibet-ül-Merdiyye, 4) Ahlâk-uz-Zekiyye
vel-Ulûm-ül-Ledünniyye, 5) İrşâd-ül-Muğfelîn, 6) Bahr-ul-Mevrûd, 7) Feth-ül-Mubîn,
8) Ferâid-ül-Kalâid, 9) Sirâc-ül-Münir, 10) Meşârık-ül-Envâr-il-Kudsiyye.
*1,2,&,5!3"&-131,$
Abdülvehhâb Şa'rânî anlatır: "Bir yaz günü,
Ziyârete gitmiştim, bir İslâm büyüğünü.
Nil Nehri kıyısında, bulunan bir hânede,
Yaşayıp, kendisini, vermişti ibâdete.
Girince selâm verdim, o aldı selâmımı,
Sonra yüzüme bakıp, suâl etti adımı.
"Abdülvehhâb" deyince, dedi ki: "Senelerdir,
Seni görmek isterdim, geç otur, işte sedir."
Sonra tutup elimi, öyle sıktı ki benim,
Sanki bir mengeneye, sıkıştı o an elim.
Acısından az daha, bağıracak idim ki,
O sordu; "Nasıl buldun, elimin kuvvetini?"
Dedim ki: "Çok büyük bir, kuvvete sahipsiniz,
Halbuki bana göre, yaşlısınız hayli siz."
Dedi ki: "Bak evlâdım, elimdeki bu kuvvet,
Tâ gençliğimden beri, aynıdır îtimâd et.
Zîrâ hep helâl lokma, kazanıp onu yedim,
O helâl lokmalardan, hâsıl oldu kuvvetim.
Yüz kırk üç yaşındayım, hem dahi şu anda ben,
Hiçbir gün ayrılmadım, helâl lokma yemekten.
Lâkin bu gün mâlesef, kötü olmuş insanlar,
Helâl haram demeden, yiyorlar ne bulsalar.
İnsanlar arasından, kalkmış sevgi muhabbet,
Çirkin olan haramlar, olmuş moda ve âdet.
Belâlar karşısında, yok tevekkül ve sabır,
Dîne karşı insanlar, olmuşlar kör ve sağır.
Allah'ın takdirine, yok tevekkül ve rızâ,
Dünyâlık sebeplerle, ederler kavga ve nizâ.
Ey oğlum, kötülerin, hâli böyle velhâsıl,
Şimdi iyi insanı, anlatayım ben asıl.
O, okuyup öğrenir, önce ilmihâlini,
Sonra da buna göre, düzeltir her hâlini.
Eğer günah işlerse, üzülür, kalbi yanar,
O çıkmaz hâtırından, tâ ölünceye kadar.
İyi iş yapsa dahi, kusurlu, noksan bulur,
Hattâ onu unutup, hiç hatırlamaz olur.
Gece gün kendisini, hep çeker ki hesâba,
Düşmesin âhirette, Cehennem'e, azâba.
Dünyâ düşüncesini, söküp atar içinden,
Kurtulmaya çalışır, Cehennem ateşinden.
Gönlünden tam olarak, atar uzun emeli,
Zîrâ iyi bilir ki, çok yakındır eceli.
Hâlis mümin odur ki, ödü kopar günahtan,
Ufak bir günah için, hayâ eder Allah'tan.
Kötü bilmez kimseyi, aslâ yapmaz sû-i zan,
Bunun çirkinliğini, bilmiyor çoğu insan.
Halbuki bir müslüman, çok nâfile ibâdet,
Yaparak, ömür boyu, eylese buna gayret,
Bunlardan kazandığı, o sevapları yine,
Meselâ terâzinin, koysalar bir gözüne,
Öbürüne de bir tek, sû-i zan seyyiesi,
Konulsa, ağır gelir, bu günahın kefesi.
Çünkü kul hakkı olup, vebâli çok büyüktür,
Âhirete kalırsa, tahammülü zor yüktür.
16,$-2)()&#"!(/(&-1+1%7
Talebelerinden Şerefüddîn bin Emir hastalanmıştı. Ağrılarının şiddeti, gün geçtikçe daha
da artıyordu. Öyle ki, artık ölümünü bekler oldu. Günlerce uykusuzluğun verdiği bir
halsizlik içinde gözkapakları kapandı. Uyumağa başladı. Rüyâsında büyük bir nehirde
yüzüyordu. Nehrin aşağı taraflarında bir köprü ve onun da aşağısında bir çağlayan vardı.
Bu çağlayandan canlı bir kimse aşağı düşse, normalde parça parça olurdu. Akan sular
onu sürükleye sürükleye köprüye doğru götürüyordu. Eğer köprüde tutunacak bir yer
bulamazsa, çağlayandan aşağı düşecekti. Bütün gayretine rağmen köprüye tutunamadı.
Büyük bir korkuya kapıldı. Çağlayanın başına geldiği an, bir el onu tutup kenara çekti.
Ölümden kurtulmuştu. Elin sâhibine baktığında, zamânın en meşhûr âlimi ve velîsi olan
hocası Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'yi gördü. Ona tebessüm ediyordu. Uyandığında da
hastalığının geçtiğini, hiçbir derdinin kalmadığını gördü.
:B%+&*"!&31'*10
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri Şâfiî mezhebi fıkhında zamânının en büyük âlimi idi.
Devrinde bâzı câhil din adamlarının Hanefî mezhebinin kurucusu Ebû Hanîfe'ye ve
talebelerine dil uzatanlara şiddetle karşı koyardı. Böyle düşüncelere kapılan bir talebesine
şöyle nasîhat etti:
Ey kardeşim! İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye ve onun mezhebini taklid eden fıkıh âlimlerine
dil uzatmaktan kendini koru! Câhillerin sözlerine ve yazılarına aldanma! O yüce imâmın
ahvâlini, zühdünü, verâsını ve din işlerindeki ihtiyâtını, titizliğini bilmeyen, dinde değişiklik
yapanlara uyarak, onun delilleri zayıftır dersen, kıyâmette onlar gibi felâkete
sürüklenirsin. Sen de benim gibi, Hanefî mezhebinin delillerini incelersen, dört mezhebin
de sahîh olduğunu anlarsın! Mezheblerin doğru olduğunu, öğle güneşini görür gibi, açık
olarak anlamak istersen, Ehlullah yoluna sarıl! Tasavvuf yolunda ilerleyerek ilminin ve
amelinin ihlâslı olmasını başar. O zaman, İslâmiyet bilgilerinin kaynağını görürsün. Dört
mezhebin de, bu kaynaktan alıp yaydıklarını, bu mezheplerin hiçbirinde, İslâmiyet dışında
hiçbir hüküm bulunmadığını anlarsın. Mezhep imâmlarına ve onları taklid eden âlimlere
karşı edebli, terbiyeli davrananlara müjdeler olsun! Allahü teâlâ, onları kullarına saâdet
yolunu göstermek için rehber, imâm eyledi. Onlar, insanlara Allahü teâlânın büyük
ihsânıdır. Cennet'e giden yolun öncüleridirler.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.218
2) Þezerât-üz-Zeheb; c.8, s.372,374
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.641,642
4) El-A'lâm; c.4, s.180
5) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.134
6) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye;
392,393,396,398,422,518,519,526,657,674,750,924,978
7) Fâideli Bilgiler; s.143,147,148,149,155,156,157
8) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.191
16 Mayıs 2013 Perşembe
ABDÜLVEHHÂB MÜTTEKÎ
ABDÜLVEHHÂB MÜTTEKÎ;
Hindistan'da yetişen meşhûr velîlerden. Mendev'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir.
1592 (H.1000) senesinden sonra Mekke'de vefât etmiştir. Mekke yakınlarındaki Ma'lâh
kabristanına defnedildi. Babası Şeyh Veliyullah memleketleri Mendev'in ileri
gelenlerindendi. Başlarından geçen bâzı hâdiseler sebebiyle Burhanpur'a göçtüler.
Burhanpur'a yerleşmelerinden kısa bir müddet sonra babası ve annesi vefât etti.
Abdülvehhâb Müttekî, babasının ve annesinin vefâtından sonra küçük yaşta kendini ilme
verdi. İlim öğrenmek için şehir şehir dolaştı. Gücerât, Serendip, Dekkan ve Seylan gibi
zamânının önemli ilim merkezlerine gitti. Âlimlerden ders aldı. Sohbetlerinde bulundu. Daha
sonra Mekke-i mükerremeye gitti. Büyük hadîs âlimi ve evliyânın meşhurlarından olan Şeyh
Ali Müttekî hazretlerinin nâmını duymuştu. Huzûruna vardı. Talebeliğe kabûl edilmesini arz
edince, Ali Müttekî onun kim olduğunu sordu. Abdülvehhâb da kendini tanıtınca, Ali
Müttekî; "Baban Veliyullah, benim arkadaşımdır. Seni talebeliğe kabûl ettim. Arzu edersen
yanımda kâtip olarak kal." buyurdu.
Abdülvehhâb Müttekî kabûl ederek Ali Müttekî'nin huzûrunda yetişmeye başladı. Hocasının
yazdığı kitapların tashîhlerini ve karşılaştırmalarını yazmakla meşgûl oldu. Hocasının
eserlerini yazmak için görülmemiş derecede gayret ve azim gösterdi. On iki bin beytlik bir
kitabını on iki gecede yazdı. Ali Müttekî hazretleri onu sevip ders ve sohbetlerinde yakın
alaka gösterdi. Tasavvufta yetiştirip kemâle erdirdi. Abdülvehhâb hocasın husûsî
teveccühlerine kavuştu. Evliyâlık makâmlarında hâl sâhibi oldu. Bir defâsında hocasının;
"Allah yolunda bulduğum kardeş Abdülvehhâb'dır." sözüne mazhar oldu.
Ali Müttekî hazretlerine on iki yıl hizmet etti. Hocası 1567 senesinde vefât edince, ona
vekâlet etti. İnsanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretti. İlim, amel, hâl, ittibâ',
istikâmet, terbiye, sohbet, ifâde, ilim talebesine yardım, şefkat, garîp ve fakîrlere kucak açma,
insanlara nasîhat, nûrâniyet ve diğer iyilik hususlarında yüksek üstâdının hakîkî vârisi ve
sâdık talebesi idi. Harameyn halkı, Yemen, Şam ve Mısırlılar, kendisinin üstünlüğünü kabûl
edip, sohbetiyle şereflenmek için koştular.
Abdülvehhâb Müttekî'yi tanıyan Yemenli bir velî, Mekke ve Medîne halkına bir mektup
göndererek; "Ey Harameyn halkı! İçinizde Allahü teâlânın nûrunu saçan Abdülvehhâb'ın
kıymetini biliniz ve ondan istifâde etmeye bakınız." diye yazmıştır.
Yemen'de tanınan ve halk arasında meşhûr olan Seyyid Hâtem, yüksek hâller, kerâmetler
sâhibi bir kimseydi. Abdülvehhâb Müttekî hazretleri ile görüşmek için yollara düştü ve
Mekke'ye geldi. Görüşmek için izin istedi. O ise; "Kalblerin görüşmesi yeterlidir, bedenen
görüşmeye ihtiyaç yoktur." buyurdu. Seyyid Hâtem; "Bu söze bile râzıyım." diyerek geri
dönüp, görüşmeden ayrıldı.
Abdülvehhâb Müttekî kırk yaşlarında evlendi. Eline geçen parayı fakirlere, muhtaçlara, ilim
öğrenen talebeye ve dîn-i İslâm'ın yayılmasına çalışan kimselere dağıtırdı. Kendisi için,
alacağı kitaplar ve günlük yiyecek için para ayırırdı. Peygamber efendimizi ziyârete gelenlere
husûsî muâmele ederdi.
Hâfızası çok kuvvetli olup, öğrendiğini uzun yıllar unutmazdı. Kâmus lügatı ezberinde idi.
Fıkıh ve hadîs ilminde de böyle idi. Arabî âlet ilimlerini de iyi bilirdi. Senelerce Harem-i
şerîfte bu ilimlerin dersini verdi.
Bir gün istidrâcdan, müslüman olmayanlarda ve bid'at ehlinde görülen havada uçmak, su
üstünde yüzmek gibi hâllerden söz açılmıştı. Buyurdu ki:
"Fâsıklara ve bid'at sâhiplerine de bir kuvvet verilir ve onunla avâmın kalblerini çekebilirler.
Dinde sağlam olmayanları yoldan çıkarırlar."
Buna uygun olarak başından geçen şu hâdiseyi anlattı:
Bir zaman yolculukta bir şehre uğradım. Şehrin kâdısı Şâfiî mezhebindeydi. İsmi,
Abdülazîz'di. Dervişleri, yolcuları himâye ederdi. Beni de o kıyâfetle görünce, yanıma gelip
oturdu. Konuştuk. "Şehrinizde sohbet edebileceğimiz sâlih kimseler var mı?" dedim. "Gönül
sâhibi bir adam var. Çokları ona bağlı. Lâkin zâhirde bâzı haramları işlediğinden biz onu
arayıp sormuyoruz." dedi. Ertesi gün o adamın olduğu yere gittim. Baktım ki, yüksek bir
yerde iki üç kişi ile birlikte oturuyordu. Cemâat ise, erkek-kadın karışıktı. Biz içeri girince;
"Merhabâ." dedi. Bir müddet sonra kadehler gelip şarap dağıtılmaya başlandı. Bana da işâret
edip; "Haydi sen de iç." dedi. "Haramdır, içilmez." dedim. Ne kadar ısrar ettiyse, sözümde
durup içmedim. "İçmezsen bak sana ne yaparım." diye tehdid etti.
Sonunda üzgün ve kederli bir hâlde oradan kalktım. Arkadaşlarımın yanına geldim. Yemek
hazırdı. Canım yemek istemedi. Öyle uykuya daldım. Kimseye de başımdan geçeni
anlatmadım. Rüyâda, ağaçlar, meyveler ve pınarlarla dolu güzel bir bahçe gördüm. Yolu
dikenli ve sıkıntılıydı. Ona gitmek pek zor göründü. Şarap dağıtan adam çıkageldi. Elinde
şarap kadehi vardı. "Al bunu iç, seni bu bahçeye götüreyim." dedi. Rüyâda da, o haramı alıp
içmedim. Bu esnada uyandım. Lâ havle okudum. Bana ne oluyor, rüyâda da aynı şeyi
gördüm, dedim. Kalktım, Resûl-i ekreme sığındım. Tekrar uyudum. Bu sefer Peygamber
efendimizi gördüm. Huzûruna vardım. Mübârek elinde asâ, baston vardı. Âniden o bid'at
sâhibi adam göründü. Resûlullah efendimiz bastonu ona fırlattı. O köpek şekline girdi ve
Resûlullah'ın huzûrundan kaçtı. Peygamberimiz sonra bana dönerek; "O kaçtı, bir daha bu
şehirde duramaz." buyurdular. Uyandım. Abdest alıp, iki rekat namaz kıldım ve şükrettim. O
adamın olduğu tarafa gittim. Gördüm ki, orada hiçbir şey kalmamış. Ben gitmeden kaçıp
gitmişti. Oradakiler; "Birkaç saat önce evini yıkıp, buradan toparlanıp gitti." dediler.
Abdülvehhâb Müttekî hazretleri buyurdu ki;
"İlim gıdâ gibidir. Ona bir zaman ihtiyaç vardır. Faydası da herkesedir."
Kendisine dediler ki:
"Tâlibin devamlı zikirde olması lâzımdır, diyorlar. Bu nasıl olur?" Buyurdu ki:
"Hayırlı amelle meşgûl olan, dâimâ zikirdedir. Namaz kılmak zikirdir. Kur'ân okumak
zikirdir. Din ilimleri öğretmek ve öğrenmek zikirdir. Her hayırlı amel zikirdir."
"Selef-i sâlihînin yolu, çeşit çeşit iyi işleri yapmak, ahlâkını güzelleştirmek ve ilmi yaymaktı."
5&&$*+$-"%&*('(%9:(888
Bir gün, Hızır aleyhisselâm hakkında konuşuluyordu. Abdülvehhâb Müttekî Şöyle anlattı:
Küçüktüm, Mendev'de çıkan bâzı hâdiseler sebebiyle babamla sahraya çıktık. Fakat
yolumuzu kaybettik. Yiyecek ve içecek hiçbir şeyimiz yoktu. Çok acıktım. Ağlamaya
başladım. Babam beni teskîn ediyor ve; "Sabret ileride yiyecek vardır." diyordu. Ama bu
sözler beni rahatlatmıyordu. Bu hâlde iken akşam oldu. Arslan ve kurt korkusundan bir ağaca
çıkıp, geceyi orada geçirdik. Sabahleyin gördük ki, o ağaca yakın bir yerde tatlı su pınarı var.
Sular şırıl şırıl akıyor. Yanında nûr yüzlü bir ihtiyar oturuyor. Bizi görünce, koltuğunun
altından sıcak ekmek çıkarıp babama verdi. Oraya yakın bir köyün yolunu bize gösterdi.
Ekmekleri yedik. O sudan kana kana içtik ve köyün yolunu tuttuk. O köye gidip, rahat ettik.
Sonra o zâtı ve pınarı görmeyi arzuladık. Tekrâr ağacın altına geldik. Orada ne o pınar, ne de
o zât vardı. Şaşıp kaldık. Herhâlde o ihtiyar Hızır'dı ve bize yardım için görünmüştü.
1) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.275
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.150
3) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.138,140
4) Hadâik-ül-Hanefiyye; s.392
5) Zâd-ül-Müttekîn fî Sülûki Tarîk-il-Yakîn (Abdullah-ı Dehlevî)
6) Persian Litarature; c.2, s.979
ABDÜLVEHHÂB-I MISRÎ
ABDÜLVEHHÂB-I MISRÎ;
Mısır evliyâsından. İsmi, Abdülvehhâb, babasının ismi Ahmed'dir. Lakabı Tâcüddîn, künyesi
Ebû Nasr'dır. İbn-i Arabşah ismiyle meşhur oldu. 1410 (H.813) senesinde Türkistân'da
bulunan Hâc-ı Tarhân'da doğdu. 1516 (H.922) senesinde Mısır'da vefât etti. Bâb-ı Züveyle
dışında, kendi dergâhı bahçesine defnedildi.
Abdülvehhâb-ı Mısrî, küçük yaşta babasıyla birlikte Tokat'a, sonra Haleb ve Şam'a gitti.
Kur'ân-ı kerîmi okudu ve diğer ilimleri tahsil etti. Arabî ilimleri, fıkıh ilmini ve başka ilimleri
babasından okudu. Babasının, Kâdı Şihâbüddîn bin Habâl'dan okuduğu esnâda, Sahîh-i
Müslim'i dinledi. İbn-i Hacer el-Askalânî'den hadîs-i şerîf dinledi. Alâeddîn es-Sayrafî,
el-Mahyavî gibi zâtlar ondan ilim öğrendiler. 1446 senesinde, babasının sağlığında hac
ibâdetini yerine getirdi. Ferâiz ilmini Şam'da Şihâbüddîn Ahmed el-Hımşî'den öğrendi ve bu
ilimde özel ihtisâs sâhibi oldu. Şerîf bin Emîr'den güzel yazı yazmayı öğrendi. Sofiyye'den
Şeyh Nûreddîn bin Halîl ile karşılaşıp, ona talebe oldu, ondan feyz alıp yükseldi. Bu arada
Şeyh Takıyyüddîn Abdürrahîm el-Evkâcî'nin de sohbetlerine devâm edip, ondan; Sahîh-i
Buhârî, Şifâ, Avârif-ül-Meârif adlı eserleri okuyup, mânevî feyz aldı.
Dımeşk'da ve Kâhire'de bir müddet kâdı vekilliği yaptıktan sonra (Şam'a) kâdı tâyin edildi.
Kendisini çekemeyenlerin birçok şikâyetlerinden dolayı, buradan ayrılarak Kâhire'ye geldi.
Sargatmışiyye Medresesi müderrisi Selâhaddîn et-Trablûsî'den boşalan fıkıh müderrisliğine
tâyin edildi ve oraya yerleşti. Yaşadığı beldenin insanları kendisine çok ikrâm ve lütufta
bulundular. Zamanla cemâati çoğaldı. Sohbet meclisi insanlarla dolup taşardı. Vefâtına kadar
Sargatmışiyye müderrisliğine ve orada bulunanlara vâz ve nasîhatlarıyla insanları hak yola
dâvet etmeye devâm etti.
Abdülvehhâb-ı Mısrî; âlim, fâzıl, vekar sâhibi, kâdılık görevinde çok dikkatli, âbid, çok
ibâdet eden bir zât idi. Dâimâ abdestli bulunurdu. Yüzü, kalbinden taşıp gelen nûrlarla
parlardı. Kendisini ahlâkî güzelliklerle bezemişti. Allahü teâlânın sevgili bir kuluydu.
Yürüyenlerin ayak sesi duyulmasın diye, dergâhını siyah keçe ile döşemişti. Bu husûsu merak
edip sormak isteyenlere şöyle derdi: "Dervişlerin yeri Hakk'ın huzûrudur. Orada ne yüksek bir
ses duyulmalı, ne de yüksek sesli bir hareket olmalıdır."
Çok talebe yetiştirdi. Talebeleri son derece olgun ve nûr yüzlüydüler. Halkın ve memleketin
ileri gelenleri arasında onun üstünlüğünü kabûl etmeyen yok gibiydi. Sultanlar ve vâliler her
ne arzusu olursa olsun, mutlaka yerine getirip saygıda kusur etmezlerdi.
Abdülvehhâb-ı Mısrî, kırk yıl yatsı abdesti ile sabah namazını kıldı. Yirmi beş sene yanı ve
sırtı üzerine yatağa yatıp uyumadı. Hasır üzerinde, diz üstü oturup uyurdu.
Kansu Gavri, Osmanlı Sultânı Yavuz Sultan Selim'le harb etmek üzere hazırlandığı zaman,
Şeyh Abdülvehhâb-ı Mısrî ve o beldenin ileri gelen âlimlerinin kendisiyle berâber gelmelerini
istedi. Kabûl etmediler. Kansu Gavri, onları kendisiyle birlikte Yavuz Sultan Selim'e karşı
harbe gitme husûsunda tehdid etti. Şeyh Abdülvehhâb-ı Mısrî; "Seninle berâber olamayız.
Bizi öldürecek olsan dahi Yavuz'a karşı harbe gitmeyiz. Yavuz'un zaferi muhakkaktır." dedi
ve buyurduğu gibi oldu.
Abdülvehhâb-ı Mısrî buyurdu ki:
"Kanâat, bir dervişin az katık ve az ekmek bulup yemesi değildir. Asıl kanâat üç günde ancak
birkaç lokma yemesidir. O da, canlılığını devâm ettirebilmesi içindir. Daha iyisini yapmak
isteyen, beş günde birkaç lokma ile yetinmeli."
"Bir talebe hocasını kalben sevip, onun izinde gidip tâbi olmadıkça, hakîkî talebe olamaz."
Abdülvehhâb-ı Mısrî hazretlerinin, kelâm, fıkıh, ferâiz, tasavvuf ilimlerine dâir yazdığı ve bir
kısmı manzûm olan birçok eserleri vardır. Bu eserleri şunlardır: 1) Ravdat-ür-Râid fî
İlm-il-Ferâid, 2) El-İrşâd-ül-Müfîd li-Hâlis-it-Tevhîd, 3) Şifâ-ül-Kelîm fî Medh-i
Nebiyy-il-Kerîm, 4) El-Cevher-ül-Mindâd fî İlm-il-Halîl bin Ahmed, 5) Delâil-ül-İnsâf
fil-Hilâfiyyât, 6) Feth-ul-Abîr min Feth-il-Habîr fî İlm-it-Ta'bîr, 7) Manzûmetün fî
Nahv (4000 beyitlik), 8) Letâif-ül-Hikem, 9) Keşf-ül-Kurûb (Bâzı sâlih kimselerin
hayatlarını anlatır), 10) Eşref-ül-Ensâb, 11) Eşref-ür-Resâil ve Etraf-ül-Mesâil, 12)
El-Cevheret-ül-Vad'ıyye.
1) Mu'cem-ül-Müellifin; c.6, s.219
2) Ed-Dav-ül-Lâmi'; c.5, s.97, 98
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.5
4) Keşf-üz-Zünûn; s.67,620,759,920,1056,1405
5) Kevâkib-üs-Sâire; c.1, s.257,258
6) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.134
7) El-A'lâm; c.1, s.180
8) Tabakât-ül-Kübrâ; c.2, s.129
9) Brockelman; Gal.2, s.19,20, Sup.2, s.13
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.89
ABDÜLVEHHÂB BİN İBRÂHİM
ABDÜLVEHHÂB BİN İBRÂHİM;
Âlim ve evliyâdan. İsmi Abdülvehhâb bin İbrâhim bin Muhammed bin Anbese, künyesi
Ebü'l-Hattâb'tır. Yemen'in Tariyye beldesinde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Fazîlet
sâhibi bir zât idi. Dinde yapılması ve yapılmaması lâzım gelen işleri bildiren fıkıh ilminde
mâhir olup, sâlih rüyâlar görmekle meşhurdu. 1029 (H. 420) senesinde vefât etti.
Abdülvehhâb bin İbrâhim meşhur hadîs râvilerinden Anbese hazretlerinin torunu olup, ilim
ve edeb üzere yetişti. Fıkıh ilminde üstün bir dereceye yükseldi. Sâdık ve sâlih, güzel, doğru
rüyâlar görürdü. Bu yönüyle meşhûr oldu. Rüyâlarını anlattığı herkes, merak ve gıbta ile
imrenerek dinlerdi. Gördüğü rüyâlar onun fazîletini ve velî olduğunu gösteren alâmetlerdi.
Kendisi anlatır:
1024 senesi Ramazân-ı şerîf ayı ilk Cuma gecesi rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Bir
evde bâzı kimselerle yüksekçe bir yerde oturuyorlardı. İçeri girdim. Hürmetle huzûruna
yaklaşıp; "Ey Allah'ın Resûlü! Ecelimin yaklaştığını zannediyorum. Sizlerden şu gömleğimi
mübârek bedeninize giymenizi istirhâm ediyorum. Zîra bu gömleği bana kefen yapmaları için
vasiyet edeceğim. Ümid ederim ki Allahü teâlâ sizin giymeniz bereketiyle beni Cehennem
ateşinden korur." dedim. O sırada gömleğimi Resûlullah'ın üzerinde gördüm. Oradan başka
bir yere geçtiler. Bu sefer gömleğimi çıkarmışlardı. Mübârek sırtı görünüyordu. Yaklaşıp,
sarılarak öptüm. Resûlullah efendimiz de beni öptü. Ağzıma mübârek ağzının suyundan
koymasını istedim. İhsân etti. "Yâ Resûlallah! Cennet-i âlâda beraber olmamız için duâ
ediniz." dedim. Beni göğsüne bastırarak kucakladı ve duâ etti. Ben de ona sarıldım.
Resûlullah efendimiz daha sonra başka bir tarafa geçti. Ben de gidip huzûruna oturdum. Bana
yanında bulunan birini göstererek, ona bir şeyler vermemi söyledi. Üzerimde bulunan parayı
çıkarıp; "Yâ Resûlallah! İki dinâr ve yirmi dirhemden başka bir şeyim yok." dedim. O paraları
gösterdiği kimseye verdim ve uyandım."
#$'1&&:>/1)
Abdülvehhâb bin İbrâhim şöyle anlatır:
Bir gece rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. Bir evdeydik. Efendimiz ayakta
duruyorlardı. Başkaları da vardı. Ortada bir kandil yanıyordu. Efendimize dönüp; "Yâ
Resûlallah! Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Eğer büyük günâhlardan kaçınırsanız
sizin küçük günahlarınızı örteriz." (Nisâ sûresi: 31) buyuruyor. Siz de mübârek hadîs-i
şerîflerinizde; "Ümmetimden büyük günâh işleyenler için olan şefâatimi sonraya bıraktım."
buyurdunuz. Allahü teâlâ küçük günâhlarımızı örtüyor, siz de âhirette büyük günahlarımız
için bize şefâatçi oluyorsunuz. Bu durumda bize düşen sadece Rabbimizin rahmetini
ummaktır." dedim. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz "Evet öyledir." buyurdu. Ben yine;
"Yâ Resûlallah! Yine buyurdunuz ki: "Arşın gölgesinden başka hiç bir gölgenin bulunmadığı
ancak arşın gölgesinin olduğu yerde üç sınıf insan gölgelenir." Bu üç sınıf kimlerdir." dedim.
Resûlullah efendimiz; "Ümmetimden; gamı, üzüntüyü giderenler, benim yolumu ihyâ edenler
ve bana çok salevât-ı şerîfe okuyup ananlar." buyurdu.
1) Câmiu Kerâmât-il Evliyâ; c.2, s.133
2) Tabakât-ül Havâs; s.77
ABDÜLVEHHÂB GÂZİ
ABDÜLVEHHÂB GÂZİ
Sivas'ta, halkın Yukarı Tekke dediği yerde Akkaya denilen kayanın üzerinde bulunan türbede
medfundur. Tâbiîndendir. Kaynaklardan anlaşıldığına göre Battal Gâzi'nin silah arkadaşı gâzi
dervişlerden olup 731'de Bizanslılara karşı cihad ederken şehîd düşmüş ve buraya
defnedilmiştir. Sivas halkının sık sık ziyâret ettiği Abdülvehhâb Gâzi'nin türbesi yanında
kendi adıyla anılan bir câmii de vardır.
ABDÜLVEHHÂB BUHÂRÎ
ABDÜLVEHHÂB BUHÂRÎ;
Hindistan'da yaşayan evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdülvehhâb'dır. Buhârî nisbetiyle
bilinir. Seyyid Celâl Buhârî'nin torunlarındandır. Seyyid Celâl'in, Seyyid Ahmed ve Seyyid
Mahmûd adında iki oğlu vardı. Abdülvehhâb-ı Buhârî, Seyyid Ahmed'in oğullarındandır.
Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1525 (H. 932)'de Delhi'de vefât etti. Kabri, Şâh
Abdullah'ın kabri yanındadır. Hindistan'daki Mültan'da, Seyyid Sadreddîn Buhârî'den naklî
ilimleri ve tasavvuf ilmini tahsil edip, yüksek derecelere kavuştu. Mültan'da bulunduğu
zamanlarda, hocası ve eniştesi Seyyid Sadreddîn Buhârî'den şu sözleri duydu:
"Dünyâda iki büyük nîmet vardır. Bunlar, bütün nîmetlerden üstündür, lâkin insanlar bu iki
nîmetin kıymetini bilmiyorlar. Onlara kavuşmaktan gâfil bulunuyorlar. Birincisi; iki cihânın
efendisi Muhammed aleyhisselâmın mübârek vücûdunun, Medîne-i münevverede
bulunmasıdır. İkincisi ise; Kur'ân-ı kerîmdir. Hak teâlâ, onunla söylüyor ve insanlar bundan
gâfillerdir."
O, bu sözleri duyunca, hocasının huzûrundan kalkıp, Medîne-i münevvereye gitmek için izin
istedi ve Resûlullah efendimizi ziyâret yolunu tuttu. Bu saâdetle şereflenip, tekrar
memleketine döndü. Sultan İskender Lodî zamânında Delhi'ye geldi. Sultan onun
büyüklüğünü anlayıp, aşırı derecede iltifât gösterdi. Ona talebe oldu. Tâzim ve hürmet etti.
Sultan'ın sevgisi, onu araması ve ona olan muhabbeti, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin
Şemseddîn-i Tebrîzî ile olan muhabbeti gibiydi.
Delhi'den ikinci defâ Haremeyn'i ziyâret etmek üzere ayrıldı. Ziyâretle şereflendikten sonra,
tekrar memleketine döndü.
İlim ve amel sâhibi olan Abdülvehhâb-ı Buhârî hazretleri, hâl ve muhabbet ehlinden idi.
Tasavvufun yüksek derecelerine kavuşmuştu. Bir tefsîri vardır. Kur'ân-ı kerîmin tamâmına
yakınını, Resûlullah efendimizin medhi ve zikri ile tefsîr etmiştir. Orada ilâhî aşkın
inceliklerinden ve muhabbetullah sırlarından çok şeyleri açıklamıştır.
Tefsîrinin bir yerinde; "Ey îmân edenler; namazlarınızda rükû ve secde edin. Rabbinize ibâdet
edin ve hayır yapın." meâlindeki Hâc sûresi 77. âyet-i kerîmesini tefsîr ederken buyurmuştur
ki:
"En büyük hayır ve iyilik; söz, işler ve davranışlarda Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem
uymaktır. Resûlullah'a tam tâbi olmak için, kâmil bir zâtın, yetişmiş ve yetiştirebilen bir
rehberin sohbetinde bulunmak lâzımdır. Öyleleri vardır ki, Allah adamlarından biri ile bir
sohbette, mârifet ve saâdete kavuşur. Kalbinde Allah sevgisi artar ve o zâtın kalbinden kendi
kalbine feyz akar. Bu bir sohbet, onun ömrünü arttırıcı olur. O zâta olan muhabbeti, Allah ve
Resûlüne olan muhabbetini arttırır.
Hâllerin kalpten kalbe geçişinin hikmetine gelince; Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı
ülfet, rahmet ve keremle yarattı. Onu kendi ahlâkıyla ahlâklandırdı. Bu ahlâkdan biri şevktir.
Resûlullah efendimiz, Allahü teâlâdan bildirerek buyurdu ki: "Ebrârın beni görme şevki
uzadı. Benim onları görme şevkim daha kuvvetlidir." Demek ki, Peygamber efendimizi bu
ahlâkta kemâl üzere yarattı ve O, şevk sahiplerine müştâk, can atan biri oldu. O'nun şevki,
şevk, aşırı istek sâhiplerinden kuvvetli oldu. Resûlullah'ın bu şevki, kalbden kalbe kıyâmete
kadar, vârislerine ve tâbilerine zamânındaki gibi intikâl eder. Bu da, sohbet ve ülfetle,
yakınlıkla şevk sâhiplerinden şevk sâhiplerine geçmekle olur. Sohbet yakınlık için, yakınlık
nîmet için, nîmet lezzet için, lezzet ise kavuşmak içindir. Kavuşmanın çeşitlerinin ve
semerelerinin artmasının ise sonu yoktur. Yazı ve söz ile anlatılması ve anlaşılması çok
zordur."
1) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.221
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.50
15 Mayıs 2013 Çarşamba
ABDÜLVÂHİD BİN ZEYD
ABDÜLVÂHİD BİN ZEYD;
Meşhûr hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden. Tebe-i tâbiînden olup, Basra'da
yaşamıştır. Künyesi Ebû Beşr el-Basrî'dir. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak
bilinmemektedir. 793 (H. 177) veya 802 (H. 186)'de, bir rivayete göre de 805 (H. 189)
senesinde vefât etmiştir.
Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri, Tâbiîn devrinde meşhûr hadîs ve fıkıh âlimleri olan, Ebû
İshâk, A'meş, Hasan-ı Basrî, Âsım'ül-Ahval, Sâlih bin Han, Amr bin Meymûn, Ebû İshak
Şeybânî gibi âlimlerin sohbetlerinde bulundu. Onlardan hadîs ve fıkıh öğrenerek bu ilimlerde
söz sâhibi oldu. Tebe-i tâbiîn devrinde Basra'da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinin ileri
gelenleri arasında yer aldı. Zamânını ilim öğrenmekle ve ibâdet yapmakla geçirdi. Senelerce
sabah namazını yatsı namazı abdestiyle kılıp, geceleri uyumamıştır. Duâsı çok makbûldü.
Hadîs ilminde sika, sağlam güvenilir bir râvi olduğunu bir çok âlim ile Yahyâ bin Saîd
bildirmektedir. Rivâyetleri "Kütüb-i Sitte'de" yer alır.
Öğrendiklerini insanlara öğretmeye çalışırdı. Cumâ namazından sonra evinin çevresi hadîs ve
fıkıh öğrenmek isteyen talebelerle dolardı. Bıkıp, yorulmadan saatlerce ders verir ve onların
yetişmelerini isterdi. Bir dakikasının boşa geçmesini istemez, ya öğrenir yâhut da öğretirdi.
Derslerine sâdece namaz vakitlerinde ara verdiğini talebeleri anlatmışlardır.
Abdülvâhid bin Zeyd çok talebe yetiştirdi. Hadîs ve fıkıh ilminde zamanlarının söz sâhibi
olan Abdurrahmân bin Mehdî, Kays bin Havs, Yahyâ bin Yahyâ en-Nişâbûrî gibi âlimler
onun ders ve sohbetleri sâyesinde yetiştiler.
Abdülvâhid bin Zeyd, dünyâya değer vermemesi, devamlı ibâdet ve ilimle meşgul olması,
herkese iyilik etmesi ile dikkati çekerdi. İnsanlar onu sever ve hürmet ederdi. Yaşayışı ve
hikmetli sözleriyle pek çok kimsenin doğru yola girmesini sağlamış, herkese örnek olmuştur.
Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri yaşadığı ibret verici hadîselerden bâzılarını, insanlara nasîhat
ve ders olması bakımından nakletmiştir. Şöyle anlatmıştır:
Bir rahibin odasının yanına yaklaşıp, ey râhip diye çağırdım. Fakat cevap vermedi. Üçüncü
defa çağırışımda başını uzatıp:
"Ey kişi ben rahip değilim. Rahip, Allahü teâlâdan korkan, O'na saygı gösteren, belâsına
sabredip, kazâsına râzı olan, nîmetlerine şükredip onun için tevâzu gösteren, izzet karşısında
zilleti kabûl eden, kudretine teslim olup, heybet ve azameti karşısında eğilen, hesap ve
azâbını düşünen, gündüzünü oruç, gecesini ibâdetle geçiren, Cehennem'i hatırladıkça uykusu
kaçan kimseye denir. Ben ise saldırgan bir köpeğim. İnsanlara zararım dokunmasın diye
kendimi buraya habsettim." dedi.
Bu sözleri üzerine şöyle sordum:
"Allahü teâlâyı bildikten sonra insanları Allahü teâlâdan uzaklaştıran şey nedir?"
"Kardeşim! İnsanları Allahü teâlâdan ancak dünyâ malı ve sevgisi uzaklaştırır. Çünkü dünyâ
isyan ve günah yeridir. Aklı başında olan dünyâyı kalbinden çıkarıp, günahlarına tövbe ederek
kendisini Allahü teâlâya yaklaştıracak şeye yönlendirir." diyerek daha önce kendisinin îmân
ettiğini söyledi.
Yine şöyle anlatmıştır:
Hacca gitmiştim. Yanımda bir genç durmadan Peygamber efendimize salâtü selâm
getiriyordu. Bâzı yerlerde okunması daha uygun duâlar olduğu halde, genç her yerde duâ
yerine salevât okuyordu. Dikkatimi çekti ve kendisine sordum. Genç şöyle dedi:
Babam ile birlikte hacca gitmiştik. Yolda uyudum. "Kalk baban öldü." dediler. Kalktım
gerçekten babam ölmüştü. Aynı zamanda yüzü de kararmıştı. Ölümü ve ayrıca yüzünün
kararması beni daha da üzdü. Bu üzüntü ile tekrar uykuya daldım. Bu sırada rüyâmda siyah
yüzlü dört kişi ellerinde demir kamçılar olduğu halde, babama yaklaştılar. Tam vuracakları
zaman nur yüzlü bir zatın geldiğini, onlara dönerek; "Vurmayın!" dediğini, eli ile de babamın
yüzünü sıvazlayarak nûrlandırdığını, sonunda bana; "Artık uyan, baban nûrlanmıştır." diye
söylediğini gördüm. "Sen kimsin?" diye sorduğumda, "Ben Peygamberim, bana salevât
getirdiği için ona şefâat ettim." dedi. Uyandım, söylendiği gibiydi. Bu sebeple ben de
salevât-ı şerîfeyi devamlı okuyorum.
Şöyle anlatmıştır:
Bir defâsında Eyyûb Sahtiyânî ile bir yolculuğa çıkmıştık. Şam'a doğru bir müddet yol
aldıktan sonra siyah renkli bir köleye rastladık. Bir odun dengini sırtına alıyordu. Köleye:
"Senin sâhibin kimdir?" dediğim zaman; "Benim gibi bir kul!" cevabını verdi.
Aslında, benim asıl sâhibim Allahü teâlâdır demek istedi. Sonra başını kaldırıp; "Ey yüce
Rabbim! Şu odunlar altın olsun. Bunları altına çevir." diye duâ etti. Bir de baktık odunlar
altın olmuş!
Bize bakıp; "Görüyorsunuz değil mi?" diye sordu. "Evet görüyoruz." dedik.
Sonra tekrar; "Allah'ım bu altınları tekrar odun haline çevir." diye duâ etti. Duâsı kabul
olunup tekrar odun halini aldı.
Sonra; "Âriflere sorunuz şüphesiz onların şaşılacak halleri bitmez, tükenmez." dedi.
Eyyüb Sahtiyânî de şöyle demiştir:
"Kölenin bu hâlinden ve sözünden dolayı hayretler içerisinde kaldım ve son derece mahcub
olup utandım."
Sonra köleye; "Yanında yiyecek bir şeyler var mı?" dedim.
Bu sözüm üzerine eliyle işâret etti. Bir de baktık ki, önümüze bir cam kap içerisinde bal geldi.
Balın rengi kardan beyaz, kokusu miskten güzeldi. Bize; "Yiyiniz! Allahü teâlâya yemin
ederim ki, bu bal arının yaptığı bal değildir." dedi. Hayâtımızda bu baldan daha tatlı ve
lezzetli bir şey yememiştik. Bu işe çok şaştık. Köle sonra bize:
"Allahü teâlânın yarattığı böyle hallere şaşanlar ârif değildir. Kim bu işlerden dolayı şaşarsa,
Allah'tan uzaktır. Kim de bu hârikulâde işleri görerek bu sebeple ibâdet ederse, şüphesiz o da
câhildir." dedi.
Yine şöyle anlatmıştır:
Bir defâsında Beyt-i Mukaddese gitmek üzere yola çıktım. Fakat yolu şaşırdım. Nereden
gideceğimi bir türlü bilemedim. Bu şaşkın halde karşıma bir kadın çıktı. Bana yaklaştı; "Ey
garib kimse, yolunu mu şaşırdın?" diye sordu. Sonra:
"Allahü teâlâyı tanıyan kimse nasıl garib olur? O'nu seven nasıl yolunu şaşırır?" dedi. Sonra
da bana elindeki değneği uzatıp; "Bu asânın ucundan tut, önümden yürü." dedi.
Asânın ucundan tutup önünde yürümeye başladım. Yedi adım kadar yürüdüm ve kendimi
Mescid-i Aksâ'da buldum. Gözlerimi oğuşturarak kendi kendime; "Herhalde yanlış
görüyorum, nasıl olur?" dedim.
Bunun üzerine bana yol gösteren kadın; "Ey kişi! Senin yürüyüşün zâhidlerin, benimki de
âriflerin yürüyüşüdür! Zâhid yürüyerek, ârif ise uçarak gider. Yürüyerek giden uçarak gidene
nasıl ulaşabilir?" dedi ve gözden kayboldu. Onu bir daha hiç görmedim.
Hizmetlerimi görmesi için bir köle satın almıştım. Gece evimde kalmasını istedim. Fakat
geceleri kapılar kapalı olduğu halde evde yoktu. Sabah olunca eve geldi ve bana üzeri
işlenmiş bir dirhem altın verdi. Bunu nereden aldın deyince:
"Efendim, ben size her gün böyle bir dirhem vereceğim. Karşılığında geceleri beni serbest
bırakmanızı istiyorum." dedi.
O günden sonra her gece evden çıkıp gider, sabahleyin döner ve bir dirhem getirirdi. Aradan
bir müddet geçti. Bir gün komşum yanıma gelip; "Kölen mezarları açıyor, kefen soyuyor."
dedi. Bu söz beni çok üzdü. "Ben onu eve hapsedeceğim." dedim. Kapıları kilitledim, akşam
oldu, yatsı namazından sonra kölem evden gitmek üzere kalktı. Tâkib ettim, kapalı kapılara
işâret edince, kapılar açılıveriyordu. Evden çıktı. Bu halde peşine düşüp, gizlice onu tâkib
ettim. Kurak bir yere vardı. Elbisesini çıkarıp üzerine eski bir çul giydi. Sabaha kadar namaz
kıldı. Sabaha doğru şöyle duâ etti:
"Ey yüce sâhibim! Efendime götüreceğim ücreti gönder!"
Gökten üzerine bir dirhem düştü alıp cebine koydu. Bu işe çok hayret ettim. Kalkıp abdest
aldım ve iki rekat namaz kıldım. Onun hakkında yanlış düşündüğümden dolayı tövbe edip,
Allahü teâlâdan af diledim. Sonra da bu kölemi âzâd etmeye, serbest bırakmaya karar verdim.
Fakat kölem kayboldu. Bir türlü bulamadım. Bu sebeple çok üzüldüm ve kederim gittikçe
arttı. Bulunduğum kurak yerin de neresi olduğunu bilmiyordum. Bir müddet sonra karşıma
kırata binmiş biri dikildi ve; "Ey Abdülvâhid! Burada ne oturuyorsun?" dedi. Durumu baştan
sona anlattım. Atlı; "Senin bulunduğun bu yer ile memleketin arası ne kadar mesâfedir?
Biliyor musun?" dedi. "Hayır bilmiyorum." cevâbını verdim.
"Süratli giden bir süvâri için altmış konaklık mesâfedir. Şimdi sen bulunduğun yerden
ayrılma. Kölen bu gece yanına dönecek dedi."
Oturup bekledim, ortalık kararınca bir de baktım ki, kölem geldi. Yanında bir sofra vardı.
Sofranın üzeri her çeşit yiyecekle doluydu. Bana; "Buyur ye efendim!" dedi.
O benzerini görmediğim yiyeceklerden yedim. Sabah namazından sonra kölem elimden tutup,
duâ etti. Sonra birkaç adım attık. Birdenbire kendimi evimin önünde buldum. Kölem bana
dönüp;
"Efendim, siz beni âzâd etmeye karar vermediniz mi?" dedi. "Evet." dedim. Yerden bir taş
alıp âzâd edilme bedeli olarak bana verdi. Bir de baktım ki, taş altın oldu. Sonra ayrılıp gitti.
Onun ayrılığından dolayı çok üzüldüm ve hep hasretini çektim.
Bu hadiseyi komşularıma anlatıp; "O, mezâr soyan değil nûr saçan imiş." dedim. Komşularım
onun kerâmetlerini duyunca ağlayıp, hakkında yanlış düşündüklerinden dolayı pişman olup,
tövbe ettiler.
Abdülvâhid bin Zeyd şâhid olduğu ibret verici başka bir hâdiseyi de şöyle nakletmiştir:
Bir defâsında gazâya niyet ettim. Bütün talebelerimi topladım. Mecliste bir şahıs meâlen;
"Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını
Allah Cennet karşılığında satın aldı." (Tövbe sûresi: 111) buyrulan âyet-i kerîmeyi okudu.
Bunun üzerine on beş yaşında bir genç ayağa kalktı. Bu gencin babası vefât etmiş, kendisine
pekçok mal kalmıştı. Âyet-i kerîmeyi okuyan zâta dedi ki:
"Efendim, Allahü teâlâ mü'minlerden canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın aldı mı?
Allah yolunda canını ve malını fedâ edene Cennet verilecek mi?"
O zât: "Evet, Allahü teâlânın kelâmı doğru ve vâdi haktır." dedi.
Genç büyük bir azim ve kararlılıkla şunları söyledi; "Şâhid olunuz ki, ben nefsimi ve malımı
Allahü teâlâya sattım."
Bu sözlerini dinleyen zât; "Vallahi bu büyük bir iştir. Sen küçüksün. Korkarım ki,
sabredemezsin ve çâresiz kalırsın." dedi.
Bunun üzerine, genç; "Ey Şeyh! Bir kimse Cenâb-ı Hakla ahitleşsin ve çâresiz kalsın! Hâşâ
ve kellâ. Hiç böyle şey olur mu? Şâhid ol hakîkaten ben nefsimi ve malımı Allahü tealâ için
fedâ ettim, Allah yoluna adadım ve pişmân olmayacağım." dedi. Sonra bütün malını sadaka
olarak dağıttı. Bizimle birlikte cihâd için sefere çıktı. Bize ve hayvanlarımıza hizmet etmeye
başladı. Biz uyurken o nöbet tutardı. Gündüz oruç tutar, geceleri namaz kılardı. Hepimiz
onun bu haline hayrandık. Tâ ki, Rum diyârına vardık. Biz harp hazırlıkları yaparken, o genç
kendinden geçmiş ve hayran bir vaziyette:
"Aynâ-yı merdiyyeye müştâkım ona kavuşmak istiyorum." deyip duruyordu.
Genç o hale gelmişti ki, herkes aklını kaybetti zannederdi. Bir gün onu yanıma çağırıp; "Bu
söylediğin sözün mânası nedir?" diye sordum.
Şöyle anlattı:
Bir gün uyumuştum. Rüyâmda birisi bana; "Aynâ-yı merdiyyeye git!" diyordu. Sonra
birdenbire bir bahçe karşıma çıktı. Bu bahçenin içinde berrak sulu bir ırmak ve kenarında da
güzelliği gözler kamaştıran süslenmiş hûriler vardı. Bu hâli anlatmam mümkün değildir. Beni
görünce birbirlerine: "Müjde işte Aynâ-yı merdiyyenin zevci." dediler.
Onlara selâm verip; "Aynâ-yı merdiyye aranızda mı?" diye sordum. "Bizim aramızda değildir,
biz onun hizmetçileriyiz daha ileri git." demeleri üzerine ilerledim. Bir başka bahçe gördüm.
İçinde her türlü güzellikler vardı. Hâlis sütten bir nehir gördüm. Nehir kenarında, benzerini o
âna kadar görmediğim güzellikte hûriler vardı. Onların güzelliğine hayrân oldum. Beni
görünce birbirlerine baktılar ve: "Bu gelen Aynâ-yı merdiyyenin zevcidir." dediler. Onlara
selâm verip; "Aynâ-yı merdiyye sizin aranızda mıdır?" diye sordum. "Hayır biz onun
hizmetçileriyiz." dediler.
İlerledim. Bir Cennet ırmağına rastladım. Etrafında güzellikleri gözler kamaştıran hûriler
vardı. Bunları görünce önceki hûrileri unuttum. Onlara da selâm verdim. "Sana selâm olsun
ey Allahü teâlânın velî kulu!" dediler. Aynâ-yı merdiyyeyi sordum. "Biz onun hizmetçileriyiz,
daha ileri git." dediler.
İlerledim. Saf bal akan bir ırmağa vardım. Bu ırmağın da etrâfında hûriler vardı. Bu hûriler
güzellikte öncekilerden daha da üstündüler. Öncekilerin hepsini unuttum. Selâm verdim ve;
"Aynâ-yı merdiyye aranızda mı?" diye sordum. Daha ilerde olduğunu söylediler. İlerledim.
İnciden yapılmış, ipleri nûrdan bir çadır gördüm. Kapısında ay yüzlü bir hizmetçi bekliyordu.
Beni görünce; "Ey Aynâ-yı merdiyye! İşte sana eş olacak kimse geldi." dedi. Çadıra yaklaşıp
içeri girdim. Aynâ-yı merdiyye adlı hûri; inci ve yâkut kaplı altın bir taht üzerinde
oturuyordu. Onu görür görmez meftûn oldum. Bana:
"Hoş geldin ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Sabret sen dünyâdasın, henüz vakit var. Yarın
gece bizim yanımızda olacaksın." dedi. Bu rüyâdan sonra birdenbire uyandım. O güzelliğe ve
nîmetlere kavuşmak için sabırsızlanıyorum.
Genç bunları anlattıktan biraz sonra savaş başladı. Genç de savaşıp kahramanlıklar gösterdi.
Büyük bir yara alıp, yere düştü. Onu kaldırıp baktıklarında gülüyordu. Gülerek rûhunu teslim
edip, şehîd oldu.
Fudayl bin İyâd hazretleri buyurdu ki:
"Bana Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri şöyle anlattı:
Üç gece üst üste şöyle duâ ettim: "Yâ Rabbi! Benim Cennet'teki arkadaşım kimdir, göster."
Üçüncü gece rüyâmda bana denildi ki: "Yâ Abdülvâhid! Senin Cennet arkadaşın Meymûnetü
Sevdâ'dır." "O şimdi nerededir?" dedim. "Kûfe'de ve falan kabîledendir, denildi.
Hemen Kûfe'ye gittim, tarif edilen kabîlenin yerini sorup buldum ve; "Meymûnetü Sevdâ
nerededir?" diye sordum.
"O delinin biridir, koyunlarımızı güder." dediler.
"Onu görmek istiyorum." deyince de; "Falan yerde bir han var. O hanın yanında bulursun."
dediler.
Târif edilen hanın yanına varınca onun, namaz kıldığını gördüm. Yanında bir asa ve üzerinde
yünden bir cübbe vardı. Baktım ki koyunları otluyor ve hayvanların yanında da birkaç kurt
dolaşıyor. Beni fark ettiğinde namazını bitirip, bana dönerek; "Ey İbn-ü Zeyd, sen buradan
git, burası senin yerin değildir. Biz seninle burada değil sonra birleşeceğiz." dedi. Bunun
üzerine ben ona; "Allahü teâlâ sana rahmet etsin. Sen benim İbn-ü Zeyd olduğumu nereden
bilirsin?" dedim. "Daha rûhlarımız dünyâya gelmeden ben senin İbn-ü Zeyd olduğunu
bilirdim." dedi. "Biraz nasîhat eder misin?" deyince; "Bir kimse sana bir şey verdiği zaman
ona nasıl teşekkür edersin. Halbuki Allahü teâlânın verdiği bu kadar nîmete karşılık neden
şükredilmiyor. Sana iyilik edene o iyiliği veren ve yaratan yine Allahü teâlâdır. Ona göre
bütün hamd ve şükürleri Allahü teâlâya yapmak lâzımdır." dedi. Sonra; "Koyunların arasında
dolaşan kurtlar, nasıl olur da zarar vermeden gezerler?" diye sordum.
"Ben Allahü teâlâya öyle ibâdet ederim ki, benimle onun arasında hiçbir duvar kalmamıştır.
Bunun için kurtlarla koyunların arasındaki düşmanlık kalkmış ve dostluk başlamıştır." diye
cevap verdi.
Abdülvâhid bin Zeyd'in en büyük özelliği; Allahü teâlâya karşı olan kusurlarından dolayı çok
üzülmesiydi. "Bütün insanlığın yaptığı ibâdet kadar ibadet yapsak Allahü teâlânın bize
verdiği nîmetlere karşı gene şükrü yerine getiremeyiz." derdi.
Muhammed bin Abdullah buyurdu ki:
Ben bir defâsında, Abdülvâhid bin Zeyd hazretlerinin; "Kim mîdesini haramlardan
koruyabiliyorsa, o kimse dînini ve güzel ahlâkını muhâfaza edebilir. Kim de karnını
haramlardan koruyamıyorsa, o kişi ne dînini ne de güzel ahlâkını muhâfaza eder." dediğini
işittim.
"Muhakkak ki her şeyin bir kestirme (yakın) yolu vardır. Cennet'in kestirme yolu da cihâd
yapmaktır."
"Kul için ancak bilerek ve huzur içinde kıldığı namazın sevâbını alacağında, İslâm âlimleri
ittifak etti."
"Eğer nefsinizde Allahü teâlâya karşı yaptığınız ibâdetlerde bir isteksizlik ve tembellik
hissederseniz, bir süre kuvvetli ve iyi yemekleri yemeyi bırakınız. Gıdânız tuz ve ekmek
olsun. Oruç tutunuz. Bu şekilde yapmanız vücudunuzdaki bazı yağları ve fazlalıkları erittiği
gibi Allahü teâlâyı hatırlamanızı arttırır."
"Dîni bütün ve vakar sâhibi olan kimselerle olunuz. Çünkü onların meclislerinde,
toplantılarında kötü, çirkin, ahlâka ve vakara sığmayan şeylerden bahsedilmez."
"Kulun Allahü teâlâya karşı takınacağı en güzel edep hali, O'nun emirlerine tereddütsüz
boyun eğip itâat göstermesidir. Allahü teâlâ onu bu haliyle dünyâda bırakırsa, bunu en hayırlı
ve sevimli şey kabul etsin. Şayet rûhunu alıp, âhirete götürürse (rûhunu alırsa), bunun da
Allahü teâlânın emri olduğunu bilsin ve bu da kendisine hoş gelsin."
5&)$&&'2-$&&1+31'788
Abdülvâhid bin Zeyd şöyle anlatır:
Bir defâsında deniz yolculuğuna çıkmıştık. Bindiğimiz gemi fırtınaya tutuldu. Sonunda
dalgalar bizi bir adaya sürükledi. İnip dolaşmaya başladık. Puta tapan bir adama rastladım.
"Neden bu puta tapıyorsun. Bu ne fayda ne de zarar verir!" dedim.
"Siz kime taparsınız?" diye sorunca; "Her şeyi yaratan, her şeye kâdir olan Allahü teâlâya
ibâdet ederiz." dedim.
"Bunu size kim bildirdi?"
"Allahü teâlâ bize kerîm bir peygamber gönderdi, o bildirdi."
"O peygamber nerededir?"
"Bize Allahü teâlânın gönderdiği dîni bildirip, tebliğ vazîfesini tamamladıktan sonra vefât
etti. Allahü teâlâya kavuştu."
"Ondan hiçbir alâmet kaldı mı?"
"Evet O, Allahü teâlâdan bir kitap getirdi. Bizim yanımızdadır."
Aramızda geçen bu konuşmadan sonra:
"O kitâbı bana gösterin." deyince Kur'ân-ı kerîmi ona gösterdim.
"Ben bunu okumasını bilmiyorum." dedi. Sonra açıp bir sûre okudum. Ben okudukça o
ağladı. Sûreyi bitirince; "Lâyık olan şudur ki, kimse bu kelâmın sâhibine âsi olmasın!"
diyerek hemen müslüman oldu. Ona Kur'ân-ı kerîmden birkaç sûreyi ve kendisine yetecek
kadar din bilgisi öğrettik.
O gece yatsı namazını kıldık. Yatma zamânı gelince O yatmadı ve sabaha kadar ibâdet etti.
Talebelerime; "Bu yeni müslüman oldu. Aramızda biraz para toplayıp verelim de sıkıntı
çekmesin." dedim. Parayı toplayıp götürdüğümüzde; "Bu nedir?" dedi. "Bunu al, kendine
nafaka alırsın, sıkıntı çekmezsin." dedim.
"La ilâhe illallah. Ben daha önce bu adada iken, puta tapardım. Allahü teâlâyı bilmezdim,
fakat O beni zayi etmedi, korudu. Şimdi ise O'nu tanıyorum. Beni hiç zâyi eder mi?" dedi.
Üç gün sonra onun hastalanıp yatağa düştüğünü haber aldım. Hemen yanına koştum. "Bir
isteğin var mıdır?" dedim. Benim ihtiyâcımı, her ihtiyacı gideren Allahü teâlâ karşıladı." dedi.
Bu görüşmemizden bir gün sonra da vefât etti. O gece onu rüyâmda bir bahçe içinde gördüm.
Bahçenin üzerinde yüksek bir kubbe, kubbenin altında bir taht üzerine oturmuştu. Yanında da
bir hûri vardı. Meâlen; "...Melekler de her kapıdan yanlarına vararak şöyle diyeceklerdir:
Sabrettiğiniz için, size selâm olsun! Âhiret saâdeti ne güzeldir!" (Ra'd sûresi: 23-24) buyrulan
âyet-i kerîmeyi okuyordu.
*"!=!=&&3>3$)
Abdülvâhid bin Zeyd Tebe-i tâbiînden,
Basra denen beldede, yetişen âlimlerden.
Hazret-i Abdülvâhid bin Zeyd'in yanında,
"Mümin nasıl olmalı?", diye sorduklarında,
Buyurdu ki: "Allah'tan, korkup, benzi sararır,
Kaçınır haramlardan, emirlere sarılır.
Düşünür mahşerdeki, verecek hesâbını,
Titrer, hatırladıkça, Cehennem azâbını.
İşlemiş bulunduğu, günahlar sebebiyle,
Ayıplar kendisini, uğraşır nefsi ile.
Bir sözü söylemeden, düşünür, ölçer, biçer,
Hayırlı değil ise, söylemekten vazgeçer.
İşlediği günahlar, öyle üzer ki onu,
Göremez başkasının, ayıp ve kusurunu,
Bu, öyle kişidir ki, elinden ve dilinden,
Yanında bulunanlar, zarar görmez katiyyen."
Abdülvâhid bin Zeyd, çok mübârek zât idi,
Günahını düşünüp, devamlı ağlar idi.
Derdi: "Hak teâlâya, günboyu secde etsek,
Mümkün olmaz yine de, O'na tam şükreylemek."
Bir kimse, kendisinden, nasîhat isteyince,
Buyurdu ki: "Şükreyle, kuvvetin yettiğince,
İnsanlardan birisi, iyilik yapsa sana,
Nasıl memnun kalırsın, yaptığı bu ihsâna,
Halbuki o, bir kuldur, zavallı ve âcizdir,
Her ihsânın sâhibi, elbette Rabbimizdir.
Çünkü O, insanlara, vermese güç ve kuvvet,
Hiç kimse, hiç kimseye, ihsân edemez elbet."
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.6, s.155
2) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.6, s.434
3) Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.258
4) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.7, s.289
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.108
6) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.311,315,319
7) Tabakât-ül-Evliyâ (İbn-i Mülakkın); s.183
8) Tabakât-ı Ensârî; s.111
9) Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.287
10) Ravd-ur-Reyyâhîn; s.29,30,42,87,104,155,183, 235,236
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)