Bağış Yap

Amount :
Other : USD

6 Haziran 2013 Perşembe

AHMED HİLMİ EFENDİ


AHMED HİLMİ EFENDİ;
Osmanlı Devletinin son devresinde yetişen âlim ve evliyâdan. İsmi Ahmed bin Muhammed
bin İsmâil'dir. Ankara'da doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. İlim ve fazîlet
sâhibi bir zât olarak yetişti. Asrın fazîletlilerinden el-Hâc Ahmed Hilmi adıyla tanındı. 1916
(H.1335) senesi Muharreminin (12 Teşrîn-i Sânî) Pazar günü İzmit'te vefât etti. Sultan Orhan
Câmii civârındaki Bağçeşme kabristanına defnedildi.
Ahmed Hilmi Efendi, ilim ve edeb üzere yetişip, Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî
hazretlerinin talebeleri arasına girdi. Hocasından tasavvuf yollarından Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî hazretlerinin insanları yetiştirmedeki terbiye usûlü olan Hâlidiyye kolundan icâzet
(diploma) aldı. Sonra İzmit'te Fevziye, Taşıçılarbaşı ve Yeni Cumâ câmilerinde imâm ve
hatiplik yaptı. Bu vazîfesi sırasında haftanın salı ve cumâ günleri yatsı namazından sonra
Hatm-i hâcegân gibi hayırlı işlerle meşgûl oldu. Çok kimseyi Allahü teâlâyı anmaya ve
hatırlamaya alıştırdı. Onların gönüllerinin toplanmasına çalıştı. Bilâhare çıkan dedikodular
yüzünden Kastamonu taraflarına gönderildi. Orada ikâmete (kalmaya) memur edildi.
Ahmed Hilmi Efendi orada Müslümanların dinlerini korumaları için lâzım olan bilgileri
öğrenmelerine dâir Muhibbü'l-Fıkh li Hıfzı'd-Dîn ismindeki eserini hazırlayıp neşretti. Daha
sonraları İzmit'e döndü. Vakitlerini medresede ders ve talebe yetiştirmekle ve ibâdetle geçirdi.
Vefât haberi zamânın İkdâm Gazetesi'nin 15 Muharrem 1916 Pazar günkü nüshasında irtihal
başlığı altında şöyle yayınlandı:
"İzmit'te Gâzi Süleymân Paşa Medresesi Müderrisi Hulefâ-i Nakşibendiyye-i Hâlidiyyeden ve
Fudalâ-yı asrdan Ankaralı Hacı Ahmed Hilmi Efendi irtihal-i bekâ eylemiştir. Mevlâ-yı
müteal rahmet eyleye. İzmit'te Orhan Câmii civârındaki Kal'a kabristanına defnedilecektir."
Ahmed Hilmi Efendi kitabını yazma sebebini şöyle anlatır:
Kastamonu vilâyetinde ikâmete memur olduğum günlerden birinde sâlih bir zâta misafir
oldum. O esnâda bana anlattı: Onun sevdiklerinden biri hasta olmuş. Tedâvî için bir tabîb
getirmişler. O tabîb misâfir olduğum zâta; "Bir hasta için bir köye gitmiştim. Orada ihtiyar bir
adama peygamber ve kitabınızın ismi nedir diye sordum. O ihtiyar cevap veremeyip sükût
etti. Sonra ben o adama, peygamberimin ismi Îsâ, kitâbımın ismi İncîl'dir. Bak ben biliyorum
sen bilmiyorsun, dedim." diye anlatmış.
Bu anlatılan gayretime dokundu. İnsanlara nasîhat olarak vâzda ve dışarıda hoca efendilere
işin önemini, vehâmetini söylemişsem de, içimdeki ateş dinmedi. Bir zaman Devrekâne
nâhiyesinde Tevfikiyye Medresesinde ders okuturken ihlâs sâhibi bir zât bu eseri
hazırlamamızı istedi. Allahü teâlâya tevekkül ederek yazmaya başladım ve bu eser meydana
geldi.
İmâm ve Hatip efendilere tavsiye ve ricâ ederim ki, cumâ günü ve cemiyetlerde
(toplantılarda) ilmihâle dâir bilgiler okumalı, yalnız sıbyanlar (çocuklar) ile yetinmeyip, cumâ
namazından evvel Dürri Yektâ Şerhi ve İmâm-ı Birgivî'nin Vasiyyetnâme'si ve bunun
şerhlerinden edinmeli ve ahâliye (müslümanlara) okumalıdır.
Ahmed Hilmi Efendi yine şöyle anlatır:
Peygamber efendimiz; "Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir." buyurdu. Dînin emir ve
yasaklarını bildirmede âlimler vâristir. Peygamberler dîni, diyâneti insanlara bildirip
açıklamakta neler çektiler. Fakat ilâhî emir ve dînî vazîfeyi bildirmekten geri durmadılar.
İnsanlar ise onlara bu tebliğ ettikleri, bildirdikleri şey sebebiyle düşman olurlardı.
Peygamberler cenâb-ı Hakk'a tevekkül edip (sığınıp, güvenip) onlardan korkmadılar. Bizler
ise dünyâ geçimini düşünüp ararız. Onu da tamam elde edemeyiz. Bâzımız dünyâda ve
âhirette perişan olur gider. Dîni öğretmede tamâmen peygamberlerin yolunda olsaydık dünyâ
ve âhiretimiz mâmur olurdu. Yavrularımız dinlerini tam öğrenemiyorlar. Yardıma muhtaçlar.
Rabbimizin; "Allahü teâlânın dînine yardım ederseniz Allahü teâlâ da size yardım eder"
(Muhammed sûresi: 7) buyurduğunu duymuşsunuzdur.
*10<$&&*"!+(%&&;1%41!+$%
Ahmed Hilmi Efendi buyurdu ki:
Mümin mümine yardım ve muâvenete borçlu gibidir. İşini âlimlerin bildirdiği şekilde yap. Bu
zamanda fetvâ, takvâ aranmaz deme. Bu nefs ve şeytanın aldatmasıdır. İslâmiyette güçlük ve
zorluk yoktur. Eski ümmetlerde olan güç ve ağır teklifler bu ümmetten kalkmıştır.
Ne çâre ki din kayrılmaz. İş âlimlere sorulmaz. Âdet ne ise ona bakılır. Nefs ne isterse o
yapılır. Yine de müslümanlık dâvâsına kalkılır. Heyhat uzak böylelerine müslümanlık.
Komşu hakkında şöyle bildirdi:
Hazret-i Enes, Peygamber efendimizden rivâyet etti ki: "Kişinin îmânı doğru olmadıkça, kalbi
doğru olmaz. Dili doğru olmadıkça kalbi doğru olmaz. Mümin, komşusunun lisanından
(dilinden) emin olmadıkça Cennet'e giremez."
Îmânı tâzelemek husûsunda buyurdu ki:
Her gün tecdîd-i îmân (îmânı yenilemek) müstehaptır. "Yâ Rabbî! Eğer benden unutarak ve
yanlışlıkla ve bilerek küfür ve şirk ve günâh ve her ne meydana gelmiş ise ben onların
hepsinden dönüp vazgeçtim, pişman oldum. Bir dahi yapmamaya söz verdim. İslâm dînini
kabûl ettim. Peygamber efendimiz hazretleri senin tarafından her ne getirdi ise inandım, kabûl
ettim. Dilim ile söyledim kalbim ile tasdîk ettim. Hepsi haktır, doğrudur ve gerçektir. Eğer
söz ve işlerim dîne aykırı ise ondan da pişman oldum. Vaz geçtim." demeli ve Âmentü
duâsını okumalıdır.
1) Muhibbü'l-Fıkh li Hıfz-id-Dîn; s.3
2) Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî; s.163

AHMED HAZNEVİ


AHMED HAZNEVİ
Son devirde Suriye'de yetişen evliyâdan. İsmi Ahmed'dir. Babası Hoca Murâd Efendi olup,
Mardin ilinin İdil (Hazah) ilçesine bağlı Banihe köyündendir. Suriye'nin Kamışlı kazâsına
bağlı Hızna veya Hazne köyünde doğduğu için Haznevî nisbesiyle anıldı. Doğum târihi
bilinmemektedir. 1949 (H.1369) senesi Suriye'de Kamışlı kazâsına bağlı Telma'rûf köyünde
vefât etti. Kabri oradadır.
Babasının İmâm-Hatiplik yaptığı Hazne köyünde dünyâya gelen Ahmed-i Haznevî, tahsil
çağına gelince, zamânının âlimlerinden ilim öğrendi. Diyarbakır'ın Silvan kazâsına gidip, o
civarda meşhûr olan Müderris molla Hüseyin Küçük Efendiden zamânın usûlüne göre okuyup
tahsîlini tamamladı ve icâzet, diploma aldı.
Tasavvufa karşı alâka duydu. Nurşinli Şeyh Abdurrahmân Tâgî'nin halîfesi Hizanlı Şeyh
Abdülkâdir Efendinin sohbetlerinde bulundu. Birinci Cihân Harbinden önce hocası Şeyh
Abdülkâdir Efendinin vefâtından sonra Abdurrahmân Tâgî'nin oğlu yüksek ilim ve irfan
sâhibi büyük velî Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin sohbetlerine devâm edip talebe
oldu.
Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerine talebe olduktan sonraki hâlini şöyle anlattı:
Nurşin'e gittikten on beş-yirmi gün sonraydı. Hazretin (Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî)
evindeydim. Mâlûm yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorbasıydı. Bir gün Muş taraflarından, o
bölgenin ileri gelenlerinden birisi Hazret'i ziyârete gelmişti. Hazret'i ve talebelerini yemeğe
dâvet etti. Hazret de dâveti kabûl edip, icâbet edeceğini bildirdi. Nasıl olsa ben de ziyâfete
gideceğim, güzel yemekler yiyeceğim diye düşündüm ve sevindim. Bu durumdan nefsim çok
zevklendi. Hemen çarıklarım ıslansın da rahat giyeyim diye suya bıraktım. Nihayet Hazret
yolculuk hazırlığını yaptı. Ben de diğer talebelerle birlikte hazırlandım. Hazret çıktı, yüzünü
bana döndürüp; "Haydi gidiyoruz. Bütün mollalar benimle berâber gelsin. Yalnız Molla
Ahmed kalsın. O gelmeyecek" buyurdu. Ben gitmeyip kaldım. O zaman hocamın niçin öyle
dediğini anladım ve nefsime dönüp dedim ki: "Bütün suç senindir. Sen güzel yemekler yerim
diye iştahlandın. Güzel yemeklere tamah ettin. İşte bunun için Hazret seni götürmedi. Ey
nefsim! Senin uslanman için bu kapıda çok sabırlı olman ve kendi isteklerini bir kenara
bırakman lâzımdır. Bunu yaparsan Allahü teâlânın ve sevdiklerinin rızasına kavuşursun."
Bir gün Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri Almed Haznevî'ye sordu: "Molla Ahmed!
Sen yemeklerini nerede yiyorsun?" Ahmed Haznevî; "Sofilerle berâber yiyorum efendim."
dedi. "Peki nerede yatıyorsun?" diye sorunca da; "Aşağı divanda yatıyorum." cevâbını verdi.
Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri Ahmed Haznevî'nin bu cevaplarından çok hoşlandı,
sevindi ve buyurdu ki: "Çok iyi yapıyorsun. Aşağı divan çok hoştur. Seydâ-i Tâgî
(Abdurrahmân Tâgî) orada sohbet ettiği ve talebelerine mânevî feyzleri ihsân ettiği için
oranın bereketi fazladır. Yukarı divan ağaların yeri, aşağı divan ise Seyda'nın divanıdır.
Oranın kıymetini bil."
Bir gün Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri ata binmiş gidiyordu. Ahmed Haznevî'yi
görünce atının yularını çekerek durdu
Onu yanına çağırdı ve; "Molla Ahmed! İnsanın şu kadar, zerre mikdarı kadar nefsi olsa, o,
Allahü teâlâdan uzaktır. Zîrâ, insanın evini yıkan en büyük düşmanı kendi nefsidir. Onun için
insanın kendinden haberi olmalı. Nefsin tuzaklarına düşmemeye çalışmalıdır." buyurarak
atını sürdü, yoluna devâm etti.
On beş sene müddetle bâzan yaya bâzan binekli Nurşin'e gidip gelerek Muhammed Ziyâüddîn
Nurşînî hazretlerinin sohbetlerinde bulunan Ahmed Haznevî, bu ilim, irfân ve feyz
kaynağından çok istifâde etti. Tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Muhammed
Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri ona ilim öğretmek ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını
anlatmak husûsunda icâzet ve hilâfet verdi. Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin
sohbetlerine devâm ederken kendisine zâhirî ilimleri öğreten Silvanlı Molla Hüseyin
Efendiyle de irtibâtını kesmedi. Molla Hüseyin Efendiye şu ifâdelerin bulunduğu bir mektup
yazarak duâsını istedi:
"...Bu mektup mübârek dergâhın râkımı, köpeği olan Ahmed'den ilmiyle iftihâr ve îtimâd
edilen meşhûr büyük hocamadır. Allah bizim ve bütün müslümanların menfaatleri için
ömrünü uzatıp, onu sevdiği ve râzı olduğu şeylerle muvaffak kılsın.
Ahmed yüce kişilerce öpülen ayakkabınızın tozunu öpmekle teberrük eder. Değerli vakitlerde
inci gibi temiz kalbinizden çıkan duânızı diler, gece-gündüz himmetinizi bekler. Yıldızlara
benzeyen çocuklarınızın gözlerinden öper. Allah onları, din ve halk için faydalı şeylere
muvaffak eyleyip güzel insan olarak yetiştirsin. Kendisine duâ etmelerini ricâ eder,
durumlarınızı sorar, Allah şimdilik ve gelecek zamanda durumunuzu âfet ve musîbetlerden
uzaklaştırsın..."
Hocası Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin vefâtından sonra doğum yeri olan Hazne
köyünde ve Telma'rûf köyünde ilim okutup talebe yetiştirdi. İnsanları Allahü teâlânın rızâsına
kavuşturan saâdet ve kurtuluş yoluna sevk etmeye çalıştı. Yakından uzaktan gelerek
sohbetleriyle şereflenen insanlar ondan istifâde ettiler. Birçok din âlimi, tasavvuf erbâbı
yetiştirdi. Onun yetiştirdiği zâtların en başında, kabri Adıyaman ilinin Kahta ilçesine bağlı
Menzil köyünde bulunan Abdülhakîm Hüseynî gelmektedir.
Ahmed Haznevî hazretleri bereketli sohbetleriyle insanların dünyâ ve âhiret saâdetine
kavuşmaları için çırpındığı ve şöhreti etrafa yayıldığı sırada birçok kimseler hocalarını
bırakıp Ahmed Haznevî'nin etrafına toplanmaya başladılar. O sıralarda Suriye'de kendinin
şeyh olduğunu iddiâ eden pekçok kimse arasında bir de "Yeşil Şeyh" diye anılan biri vardı.
Elbisesi, cübbesi, sarığı, entarisi, hülâsa baştan aşağı bütün giydikleri yeşil renkten olduğu
için herkes ona "Yeşil Şeyh" derdi. İşte bu Yeşil Şeyh'in de talebeleri kendisini terk edip
Ahmed Haznevî'nin kapısına gittiler. Onun yanında hiç kimse kalmadı. O da kalkıp o civarda
ne kadar ağalar ve ileri gelenler varsa hepsini topladı. Ahmet Haznevî'ye de haber gönderip
toplantıya çağırdı. Topladığı kişilere güvenip bir şeyler yapmaya çalışıyordu.
Ahmed Haznevî dâveti kabûl edip gitmeye karar verdi. Talebeleri ona; "Müsâde ederseniz biz
de otuz-kırk kişi sizinle birlikte gelelim." dediklerinde;"Ne diye geleceksiniz? Biz aşîret
dâvâsına mı gidiyoruz?" buyurdu ve onların isteklerini kabûl etmedi. Devâm ederek; "Mâdem
dâvet etmiş, icâbet edelim, ne sözü varsa söylesin, yalnız iki kişi bana refâkat etse kâfidir."
buyurdu. Yanına iki talebesini alarak yola çıktı. Yeşil Şeyh'in köyüne vardı, kapısını çaldı.
Kapı açıldığında o civarın ağaları ve halkın ileri gelenlerinden kırk-elli kadar kişinin orada
olduğunu gördü. İçeri girerek selâm verdi. Yeşil Şeyh hiç iltifât etmedi. Fakat Ahmed
Haznevî hazretleri Yeşil Şeyh'in bu davranışına aldırış etmeden yanına gidip müsâfeha
yaptıktan sonra oturdu. Ahmed Haznevî oturur oturmaz, Yeşil Şeyh konuşmaya başladı;
"Yetmez mi bize yaptığın, hakâret ve zulüm, bütün talebelerimizi elimizden aldın.
Etrâfımızda hiç talebe bırakmadın. Nedir bu senin yaptığın? Ne kadar benim babamdan,
dedemden kalan talebem varsa, hepsini etrafına topladın. Olur mu böyle şey?" diyerek uzun
uzun konuştu.
Yeşil Şeyh'in hakaret dolu bu sözlerini sabır ve tahammülle dinleyen Ahmed Haznevî,
susarak dinlemeye devâm etti. Ahmed Haznevî'nin bu derece sabırla susmasına dayanamayan
Yeşil Şeyh; "Sen niye konuşmuyorsun?" deyince, Ahmed Haznevî; "Benimki sâdece iki
kelimedir, dinle! Eğer işim ve niyetim Allah içinse, vallahi değil sen, senin gibi yüz kişi daha
olsa bunu bozamaz. Yok eğer işim Allah için değilse, sabret altı aya kalmaz, darmadığın olur
giderim." buyurdu. Yeşil Şeyh; "Çok doğru söyledin. Hakîkaten öyle, eğer Allah içinse yüz
tâne benim gibisi gelse sana hiç bir zarar gelmez. Çünkü Allah için çalışana kimse
dokunamaz. Yok eğer Allah için değilse, talebelerimiz hâliyle geri gelirler." diyerek hakkı
teslim etti ve Ahmed Haznevî hazretlerinin büyüklüğünü kabûl etti.
İşte Ahmed Haznevî böyleydi. O kadar sabırlı ve yumuşak huyluydu ki, muhâtabı o kadar
konuştuğu ve hakâretlerle dolu sözler söylediği hâlde cevap vermedi. Rahatsız da olmadı. O
kendisine eziyet edenlere bile yardımcı olurdu.İlim, irfân ve güzel ahlâk sâhibi olan Ahmed
Haznevî, sohbetleriyle insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle oldu.
Sohbetlerinden birinde buyurdu ki:
"Zaman fırsatı, bir ganîmettir. Kişi sıhhatini ve boş vaktini kendine ganîmet bilmelidir. Öyle
ise ömrünü faydasız şeylere harcaması lâyık değildir. Ömrün hepsinin Allahü teâlânın
rızâsının olduğu şeylere sarf edilmesi daha lâyıktır. Beş vakit namazı cemâatle kılmalı;
teheccüd, gece namazını terk etmemeli, seher vakitlerinde istiğfâra, tövbeye devâm etmelidir.
Tavşan uykusu gibi uyuyarak, ibâdetlerden geri kalmamalı, dünyâ nîmetlerinin lezzetine
aldanmamalıdır. Ölüm ve âhiret hallerini anıp göz önünde bulundurmalıdır. Hattâ vakitlerin
devamlı olarak Allahü teâlânın ismini anarak geçirilmesi vâciptir. Parlak olan İslâm dînine
uygun olan her şey alış-veriş de olsa, kişinin yaptığı ameller zikir sayılır. Öyle ise yapılan
bütün işlerin zikir olması için bütün davranışlarda İslâmiyetin hükümlerine uyulması gerekir.
Çünkü zikir gafleti kovmaktan ibârettir. Bütün fiillerde Allahü teâlânın emirlerine ve
yasaklarına riâyet edildiğinde gafletin etkisinden kurtuluş mümkün olup, Allahü teâlâya
devamlı zikrin sevâbı hâsıl olur.
Hülâsâ; Allahü teâlânın yoluna tâlib olan kimsenin dünyâdan yüz çevirip, kalbi ile âhiret işine
yönelmesi, zarûret mikdârı dünyâ işleriyle uğraşması diğer bütün vakitlerini âhiret işlerine
safretmesi gerekir.
Dünyâ ve içindekilere gönül bağlamamak ve Peygamber efendimize tâbi olmak husûsunda
ise; "İyi bilmelidir ki, dünyâsını âhiretine vesîle eden kimseden başkasına esenlik yoktur.
Çünkü dünyâ meşakkat ve aldanma evidir. Zîrâ hadîs-i şerîfte; "Dünyâ lânetlenmiştir
(kıymetsizdir) ve dünyânın içindeki şeyler de lânetlenmiştir. Ancak Allah'ın zikri ve Allah'ın
sevdiği şeyler bu lânetlenmenin dışındadır." buyrulmuştur. İşte bundan dolayı akıllı kimse
Allahü teâlânın dostu ve sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâmın şerîatine, Nakşibendiyye
büyüklerine, fakirlik, zenginlik, rahatlık ve sıkıntılı zamanlarında dahi tâbi olmalı, uymalıdır.
Çünkü onların boyalarıyla boyanmak en üstün maksat ve arzu edilen şeydir. Boyanmayana
pişmanlık vardır. Beyt:
"Ömrünü beyhûde yere geçiren kimse
Allah'ın muhabbetinden bir nasibi olmadığı için ağlasın."
Şeyh Ahmed-i Haznevî hazretleri insanları dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşturan
Nakşibendiyye yolunun fazîletiyle ilgili olarak buyurdu ki:
"Hâce Behâeddîn Nakşibendî hazretleri; "Hakîkaten yolumuz, Allah'a giden yolların en yakını
ve en kısasıdır. Allahü teâlâdan kat'î olarak kulu kendisine ulaştırıcı bir yol diledim. Dileğimi
yerine getirip duâmı kabûl etti." buyurdu. Bu tarîkate ilk girişte bir tad ve zevk olup, sonunda
aşk harâreti ve sekr, kendinden geçme hâli vardır. İşte bunun içindir ki, ârif kimse kendini
hiçe sayıp frenk kâfirlerinin bile kendinden daha iyi olduklarını düşünür."
Bir sohbeti esnasında da ramazân-ı şerîf ayının fazîletiyle ilgili olarak buyurdu ki:
"Ramazân-ı şerîf ayında Peygamber efendimizin âdet-i şerîfi, esirleri serbest bırakmak,
istedikleri şeyleri onlara vermekti. Bu ayda akşam olunca orucu acele açmak, sahuru tehir
etmek, terâvih namazı kılıp, Kur'ân-ı kerîm okuyup hatim etmek sünnet-i müekkede olup
birçok iyi neticeler verir.
Bu ayda sâlih ve iyi ameller yapmayı başaran bir kimse o senenin sonuna kadar da iyi işleri
başarmış olur. Bu ayı günâh işlemekle geçse ki (bundan Allahü teâlâya sığınıyorum) o yılı
sonuna kadar günah işlemekle geçirecektir. Öyle ise müslümanın, mümkün olduğu kadar bu
ayda aklını Allah yoluna verip çalışması, bu ayı kendine ganîmet bilmesi gerekir. Bu ayın her
gecesinde, Cehennem ateşine müstehak binlerce kimse âzâd edilip serbest bırakılır.
Cehennem kapıları kapatılıp, şeytanlar bağlanır, rahmet kapıları açılır."
Şeyh Ahmed-i Haznevî hazretleri uzaktan yakından sohbetlerine gelen kimselere İslâm
dîninin emir ve yasaklarını anlatarak kurtuluşlarına vesîle olduğu gibi sevenlerine ve
talebelerine de mektuplar yazarak onlara yol gösterdi. Deyrezorlu Molla Ahmed, Muhammed
ve Hacı Hayreddîn'e yazdığı mektupta buyurdu ki:
"...Arka arkaya gelen kıymetli mektuplarınız bize ulaştı. İçindekilerini anlayınca çok
sevindik. Çünkü onlar, sizin bu yüce Nakşibendiyye yoluna olan şiddetli muhabbetinizin,
samîmi azim ve arzûnuzun çokluğunun habercisidirler. Bu muhabbet ve arzu çok büyük
nîmetlerdir. Nasıl büyük olmasınlar ki, bu yolun büyükleri, müridin, talebenin Allahü teâlânın
mânevî feyz istemesini kendisine verilen manevî nîmetlerin yarısı, arzusunu da Allah'a
kavuşmanın yarısı saymışlardır. Zîrâ istek ve talep ile Allahü teâlâya kavuşmak Azîz ve Yüce
olan Allah'tandır. Kerem sâhibi olan Allahü teâlâ kulun kalbine isteme ve arzuyu attığında, bu
o kula mânevî bir mertebe vermesine ve kendine kavuşmasını irâde ettiğine delâlet eder.
İşte kardeşlerim! Bu beyandan anlaşıldı ki, sizde hâsıl olan talep sizin için büyük bir nîmet
olup şükretmeniz gerekiyor. Tâ ki içinizdeki talep kuvvetten fiiliyete çıksın. "Nîmetlerimin
kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları artırırım..." (İbrâhim sûresi: 7)
meâlindeki âyet-i kerîmesi de buna kesin bir delildir. Bununla berâber şunu da ilâve edelim
ki, bu zamanda İslâmiyet garîb oldu. Bu zamanda az bir dindarlık, diğer zamanlardakinden
çok hayırlıdır.
Yine size şu tavsiye olunur ki: Bu parlak şerîate (İslâmiyete) ve mübârek sünnete tâbi
olmanız lâzımdır. Zîrâ tarîkat şerîatın çekirdeğidir. Hattâ bu tarîkatın imâmı yâni Şâh-ı
Nakşibend Buhârî hazretleri buyurdular ki: "Şerîata aykırı olan herhangi bir tarîkat
zındıklıktır." Bu yolun büyükleri buyurdular ki: "Bu tarîkat üç esas üzeredir: Muhabbet, ihlâs
ve kendine dînini öğreten mânevî hocasına, mürşidine tâbi olmaktır." Bu yolun büyükleri
bunları şöyle açıklamışlardır: "Muhabbetin en aşağı derecesi, Allahü teâlâyı seven kişinin,
kendini nefsânî arzu ve dileklerinden tamamiyle sıyırıp, sevgilisi olan Allahü teâlânın irâde
buyurduğu şeylere teslim olmasıdır. İhlâsın en aşağı derecesi de; mürîd yâni talebenin, dünyâ
yüksek evliyâlarla dolu olsa bile, yine hidâyetin ancak mürşidinin kapısının eşiğinde
olduğunu kesinlikle bilmesi ve buna kalben karar vermesidir. Teslimiyetin en aşağı derecesi
de; müridin kendini mürşidinin huzûrunda, ölünün yıkayıcının elinde istediği gibi çevrildiği
şekilde olduğunu bilmesidir."
Kısaca; talebe kendi nefsinin irâde ve arzusundan sıyrılıp, hocasının irâdesine bağlanmalıdır.
Öyle ise şerîat ve tarîkattaki bid'atlardan sakın. Sakın. Sakın. Çünkü sermâyemiz bu yolun
büyüklerine uymaktan başka bir şey değildir...
Size, evlâdınıza, ev halkınıza, yanınızda bulunan dostların cümlesine selâm ederiz.
Çocuklarımız, tâbilerimiz hepsi size selâm edip duânızı diler. Size duâ ederler. Selâm sizin ve
Mustafâ'nın sallallahü aleyhi ve sellem şerîatına tâbi olanların üzerine olsun..."
İlim meclislerinde ve sohbetlerinde pek çok âlim ve evliyâ yetiştiren Ahmed Haznevî'nin
birçok kerâmetleri de görülmüştür.
Ahmed Haznevî'nin talebelerine ve sevdiklerine yazdığı nasihat veren mektupları oğlu Şeyh
İzzeddîn tarafından toplanmıştır. Nusaybin Müftüsü Hasip Seven tarafından tercüme edilerek
hocası Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin mektuplarıyla birlikte Mektûbât adıyla
1982 senesinde İstanbul'da bastırılmıştır.
$#%1+&",()
Sevdiklerinden birisinin kardeşinin vefâtı üzerine tâziye, başsağlığında bulunduğu sırada
buyurdu ki:
"Ey kardeş! Hakikaten ölüm, musîbetlerin en büyüklerindendir. Ondan gafil olmak da ondan
daha büyük bir musîbettir. Öyle ise fukahânın cenâze bâbında söyledikleri gibi ölüme hazırlık
yapılması her mükellefin üzerine vâcibdir. Hele kendisiyle arasında alış-verişi olan kimselerle
helallaşması gerekir. Allah'ın mağfiretine kavuşanınızın musîbeti şiddetli ve güç olsa da,
kulun Hak sübhânehû ve teâlânın yaptığı işe râzı olması lâzımdır. Çünkü bizler dünyâda
ebedî kalmak için yaratılmadık. Belki faydalı işler yapmak için yaratıldık. Öyle ise çalışmak
lâzımdır. Esâsen ölüm musîbet olmayıp, belki ölümden sonra, dost olan Allahü teâlâya
kavuşmaktır. Mürşidim (Şeyh Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî) bâzı sevenlerinin tâziyesinde
şöyle yazmıştır: "Ey kardeş! Ölümden nasîb ibret almaktır. İbret alıp onu nasîhat kabûl ederek
işlek bir yol olduğunu, ondan hiçbir kimsenin kurtulamayacağını bilen ve o yola evliyânın
sevgilerini kazanarak ve Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınarak hazırlanan
kimseye ne mutlu. Ondan ibret almayana ne yazık. Allahü teâlânın rahmetine kavuşanın
bizdeki nasîbi, ona, bağışlanması için duâ etmektir. Allah'ım! Kusurlarını affedip ona rahmet
eyle."
İbn-i Abbâs'dan radıyallahü anh rivâyet edilen hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz buyurdu
ki: "Ölünün mezardaki hâli imdâd diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak
üzere olan kimse kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de, babasından, anasından,
kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı bekler. Kendisine bir duâ gelince dünyânın hepsi
kendine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir. Allahü teâlâ yaşayanların duâları
sebebiyle ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin de ölülere hediyesi onlar için duâ ve
istiğfâr etmektir." Şüphesiz rahmetli Hacı Süleymân, öz kardeşindi. Yaptığı iyiliğine karşı
mükâfât olarak iyilik etmek, zaman zaman ona duâ edip rûhuna sadaka vermeniz, onu
unutmamanız, ölümünden kendinize ibret alıp, öleceğinizi hatırlayarak, Hak sübhânehû ve
teâlânın râzı olduğu şeylere bütünüyle yönelmeniz lâzımdır. Allah sevâbınızı artırsın,
üzüntünüzün mükâfâtını versin, ölünüzün kusurlarını affeylesin. Kalplerinize sabır versin."
1) Mektûbât-ı Ahmed-i Haznevî
2) Sohbetler; s.17,18,38,39

5 Haziran 2013 Çarşamba

Resulullahın müezzini Bilâl-i Habeşi


Resulullahın müezzini Bilâl-i Habeşî
Bilâli Habeşî hazretleri, ilk imân edenlerden idi. Müşriklere karşı müslüman olduğunu açıkça bildiren yedi Sahâbiden biridir. Müslüman olmadan önce Mekke-i Mükerreme’de müşriklerin ileri gelenlerinden Ümeyye bin Halefin kölesi idi.
Bilâli Habeşî yine bir kervanla Ümeyye bin Halefin mallarını satmak üzere Şam’a gitmişti. Bu kervanda Hz. Ebû Bekir de vardı. Bu ticaret seferi, Hz. Ebû Bekir ile Bilâli Habeşi arasında dostluk krulmasına sebep oldu.
Hz. Ebû Bekir, Şam’da bulunduğu sırada bir rüyâ görmüştü. Bu rüyâsını tâbirettirmek üzere giderken yanında Bilâli Habeşi’yi de götürmüştü. Rüya tabircisi, Hz. Ebû Bekir’e “Senin rüyân sadık bir rüyâdır. Bir peygamber gönderilecek sen onun hayatında yardımcısı, vefâtından sonra da halifesi olacaksın,” dedi.
Bilâli Habeşi, bu sözleri ibret ve hayretle dinledikten sonra, “Putlar mı gönderecek?” dedi. Tabirci, “Hayır, semâvâtı, arzı ve herşeyi yaratan Allah önderecektir. O peygamber, eşi ve benzeri olmayan Allaha ibadet etmeyi ve putların kırılmasını emredecek” dedi. Bilâli Habeşi derin derin düşündükten sonra “Putların kırılacağı gün,” diye mırıldandı. Tabirci, “ evet onların hepsini kıracak!” dedi. Bu kervan Şam’dan Mekke-i Mükerremeye döndüğünde artık İslâmın nuru alemi aydınlatmıştı. İnsanlar birer ikişer müslüman oluyordu.
Bilâli Habeşî bir gece yarısından sonra kaldığı evin kapısının yavaş yavaş çılındığını ve “Bilâl! Bilâl!” diye fısıldayan bir ses duydu. Gecenin bu saatinde nedir bu ses diye doğruldu. Yine “Bilâl! Bilâl!” diye fısıldayan ses işitti. Karanlıkta ürpererek sesin geldiği yere yaklaştı. “Kimsin? “dedi. Ben Ebû Bekir deyince, “Bu saatte ne istiyorsun? Ne söyleyeceksen sabah söyleyemez miydin?” dedi. Hz. Ebû Bekir “Hayır ya Bilâl! Söyleyeceğimi, sâhibinin yanında sana açamam,” dedi.
Bilâli Habeşi, “Nedir öyleyse o haber?” dedi. “Bu ümmetin Peygamberi geldi. Bilâli Habeşi bu ümmetin Peygamberi!” diye tekrar edince, “ evet Yâ Bilâl” dedi. “Kimdir o?” deyince Hz. Ebû Bekir, “Muhammed bin Abdullah”dır dedi. Bilâli Habeşî, “Nasıl bildin?” dedi. Ben kendisine sordum. Bana,” Evet Yâ Ebâ Bekir! Rabbim beni insanlara müjdeleyici ve korkutucu olarak, Hz. İbrahim’i gönderdiği gibi beni de bütün insanlara peygamber olarak gönderdi,” diye cevap verdi. Ben de, “Sen yüksek bir ahlâka sahipsin yalan söylemezsin”
dedim. Elini uzattı ben de elini tuttum ona tabi olup, müslüman oldum. Bilâli Habeşî başını eğip, bir müddet sessizce bekledi. Yolculuktaki rüyayı hatırladı. Sonra da Hz. Ebû Bekir’in bildirdiği gibi kelimeyi şehâdet getirerek müslüman oldu.
“Zengin olarak değil fakir olarak öl
Medine-i Münevvereye hicretten birmüddet sonra Mescid-i Nebi yapıldı. Peygamberimiz Eshâb-ı kirâma beş vakit namazı cemaatle bu mescidde kıldırıyordu. Namaz vakti gelince “Es-salâtü câmia” denilerek namaz vaktinin girdiği bildiriliyordu. Daha sonra ezan okunması bildirilince, Hz.Blâl, Resulullahın müezinini oldu.
Hz. Bilâli Habeşi’nin sesi gür çok güzel ve pek tesirliydi. O, ezan okumaya başlayınca, herkes büyük bir aşk ve vecd içinde dinler kendinden geçerdi. Ezan okurken herkesi ağlatırdı. Peygamberimizin vefâtına kadar müezzinliğe devam etti. Bilâli Habeşî’nin müezzinlikten başka bir vazifesi daha vardı. O da bayram namazlarında “Anaze” denilen mızrağı taşırdı. Bu âsâyı Peygamberimiz namaza veya duâya durunca önüne dikerdi.
Mekke’nin fethedildiği günde Peygamberimiz has müezzini Bilâli Habeşi’yi yanında bulundurmuştur. Mekke-i Mükerreme fethedilip, Ka’be putlardan temilenince Peygamberimiz Bilâli Habeşî’ye, Ka’be’de ilk ezanı okutturdu. Onun tatlı ve gür sesiyle tevhid sedaları dalga dalga Mekke semalarında yayıldı. Bunu işiten Eshâb-ı kirâm artık küfrün ortadan kaldırıldığını, hakkın gelip bâtılın silindiğini görerek sevinç gözyaşları döktüler.
Peygamberimizin vefâtından sonra Bilâli Habeşî ayrılık acısına tahammül edemez olmuş, artık bir daha ezan okumamıştır. Resûlullah’a olan muhabbetiyle hergün yanıp, tütüyor gözyaşı döküyordu. Sonra da Medine’de kalmaya tahammül edemediği için Şam’a gitmeye karar verdi. Hz. Ebû Bekir kalmasını arzu edince, “Yâ Ebâ Bekir sen beni âzad etmemişmiydin, eğer kendin için âzad etmişsen kalayım, Allah için âzad etmişsen müsâade et gideyim” dedi. Hz. Ebû Bekir “istediğin yere gidebilirsin” diyerek müsâade etti. Böylece Şam’a gidip orada yerleşti.
Hz. Ebû Bekir devrinde orada yapılan savaşlara katılıp cihad etti. Hz. Ebû Bekir’in vefâtından sonra da Şam’da kalıp, Hz. Ömer’in Şam taraflarında yaptığı savaşlara katıldı. Hicretin onaltıncı senesinde Hz. Ömer ordusuyla Şam’a gelmişti. Bilâli Habeşî de orduya katılıp Kudüs’e gitmişti. Burada Hz. Ömer, Peygamberimizin vefatından beri ezan okumayan Bilâli Habeşî’ye ezan okumasını rica etmişti. Hz. Ömer’in ısrarına dayanamayıp ezan okumaya başlamıştı. O ezan okumaya başlar başlamaz Hz. Ömer ve orada bulunan Eshâb-ı kirâm, Peygamberimizin zamanını hatırladılar. Hepsi kendinden geçmiş gözyaşı döküp ağlamışlardır.
Hz. Bilal, şu hadisleri rivayet etmiştir: “Gece badetine devam edin; zira bu, sizden önceki salihlerin ibadetidir. Çünkü, gece ibadeti, Allah’a yakınlık ve günahlara kefaret olup, insanın bedenini hastalıklardan korur ve günahlardan uzaklaştırır.” “Ey Bilâl, zenin olarak değil fakir olarak öl” buyurdu.
“Beni ziyaret etmeyecek misin Yâ Bilâl”
Bilâli Habeşî hazretleri, Şam’da iken bir gece rüyasında Peygamber efendimizi görmüştü. Peygamberimiz “Beni ziyaret etmeyecek misin Yâ Bilâl” buyurdu. Bunun üzerine hemen Medine yoluna düştü. Medine-i münevvere’ye gelince doğruca Peygamberimizin kabri şerifine gidip, Ravda-i mutahharaya yüzünü, gözünü sürerek ziyaret etti. Resûlullah ile geçirdiği günleri hatırlayıp, hasret ve muhabbet gözyaşları dökerek uzun müddet ağladı.
Bu sırada Peygamber efendimizin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin onu görüp boynuna sarıldı. Bilâli Habeşî’nin Medine’ye bu gelişinde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin bir ezan okuması için çok ısrar etti. Bilâli Habeşî bu ısrara dayanamayarak bir gün sabah namazı vaktinde ezan okumaya başladı. Peygamberimizin mescidinden Bilâli Habeşî’nin sesiyle yükselen ezanı duyan Eshab-ı kirâm yerlerinden fırlayıp, kadın, erkek, çoluk, çocuk hep sokaklara dökülmüşlerdi.
Hepsi Resûlullah ile yaşadıkları saâdetli günleri, Bilâli Habeş^ı’nin okuduğu ezan sedalarıyla hatırlayıp ağlaşmışlardı. Fakat Bilâli Habeşî ezanda “Eşhedü enne Muhammeden resûlullah” derken, Peygamber efendimizin mübârek ismi geçince hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ezanı tamamlamak için kendini zorladı, gene gözyaşlarını tutamadı. Böylece ağlaya ağlaya ezanı bitirdi.
O gün Eshab-ı kirâm sanki Resûlullahın bulunduğu günlerden bir gün yaşadı. Peygamberimize olan hasretleri ve derin muhabbetleriyle ağlaştılar, o günleri yâd ettiler. Bu ezan Bilâli Habeşî’nin okuduğu son ezan oldu. Birkaç gün Medine’de kaldıktan sonra Şam’a döndü. Fakat yolda çok hastalanıp evine güçlükle varabildi. Bu hastalıkla ömrünün son günlerini geçirdi ve vefât etti.
Vefât edeceği sırada büyük bir sevinç içinde “Oh ne tatlı artık Resûlullah ve arkadaşları ile buluşacağım” demiştir.
Bilâli Habeşî bir gün Mescidi Nebîde iken büyük bir neş’e ile coşuyor, yerinde duramıyordu. Hz. Ömer bu halini görüp ne yapıyorsun Yâ Bilâl Mescidde böyle yapılır mı? Dedi. Bu sırada Peygamberimiz de Mescidde oturuyordu. Bilâli Habeşî Resûlullaha soralım Yâ Ömer dedi. İkisi birlikte Peygamberimizin yanına varıp oturdular. Durumu arzettikten sonra Peygamberimiz Bilâli Habeşî’ye bu halinin sebebini sordu. Bilâli Habeşî nasıl sevinip, neşelenmeyeyim Yâ Resûlallah , Allahü teâlâ bana hidayet nasib etti. Halbuki Kureyşin ileri gelenlerinden niceleri inadları sebebiyle bu hidayetten ve ebedi seadetten mahrum kaldılar. Onlara da hidayet nasib olmadı, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz ona dokunulmamasını ve sevinip neşelenmesinde serbest olduğunu tasdik buyurdu.

BİR İDAM FERMANI

BİR İDAM FERMANI

Mısır'da Tolunoğulları hanedanının kurucusu Ahmed b. Tolun, Halife Memun zamanında Bağdat'da saray kumandanlığı yapmış olan Buhara Türklerinden Tolun'un oğluydu. Pek dindar ve dürüst biriydi.
Ahmed'in gençlik yıllarında bir gün, babası Tolun onu bir iş için hükümet konağına göndermişti. Ahmed orada Tolun'un cariyelerinden birinin bir hizmetçiyle fuhuş halinde olduğunu görmüştü. Fakat babasının yanına dönünce, bu olaydan hiç bahsetmemişti. Ancak cariye, Ahmed'in gördüğü durumu babasına anlatacağından korktu, Tolun'a gidip şöyle söyledi:
- Biraz önce falan yerdeyken Ahmed yanıma geldi, beni yoldan çıkarmak istedi. Ben de ondan kaçarak köşküme gittim.
Bu sözlere kanan Tolun, Ahmed'i yanına çağırdı. Yazdığı bir mektubu mühürleyip kapatarak, bunu kumandanlardan adını belirttiği birine götürmesini emretti. Cariyenin anlattıklarından ona bir şey söylemedi. Mektupta ise şöyle yazıyordu:
'Bu mektubu taşıyan kişi sana gelince boynunu vur, kesik başını da bana gönder.'
Ahmed mektupta yazılanları bilmiyordu. Mektubu aldı, çıkıp gitti. Giderken sözü geçen cariye onu gördü ve yanına çağırdı. Tolun'a söylediği yalan sözlerin nasıl karşılandığını iyice anlamak istiyordu.
Cariye, Tolun'a bir mektup yazdıracağı bahanesiyle Ahmed'i yanında eyledi. Gideceği yere göndermek için Ahmed'in elindeki mektubu aldı. Mektupta bir hediye emri olduğunu sanıyor, bu hediyeyi de kendisiyle fuhuş ortağı olan şahsın kazanmasını istiyordu. Bunun için mektubu onunla ilişkide bulunan hizmetçiye teslim ederek, bahsedilen kumandana gönderdi. Kumandan mektubu okuyunca emir gereği onu getiren hizmetçinin başını kestirip Tolun'a gönderdi.
Bu duruma şaşıran Tolun, olanlardan habersiz Ahmed'i aratıp yanına getirtti. Mektubu ne yaptığını sorunca, Ahmed gördüklerini aynen anlattı. Durumu anlayan cariye de korkuya kapıldı, Tolun'a gidip yaptığını itiraf etti, bağışlanmasını istedi.
Aynı cariye yüzünden idama mahkum olup yine idamdan kurtulan Ahmed b. Tolun ise, babasının yanında ayrı bir değer kazanmıştı.

Bir hikmeti vardır

Bir hikmeti vardır

Adamın biri bir pislik böceği görür
" Bu yaradılışı çirkin pis kokulu bir yaratıktır.Allah bunu niçin yaratmışki ? " der.

Aradan zaman geçer, adamın yüzünde bir çıban çıkar. Nereye başvurduysa derdine bir derman bulamaz. Çııban yara haline gelir. Bir gün sokakta dolaşırken, yüzündeki yara bir yolcunun dikkatini çeker. ayak üstü sohbetten sonra yolcu kendine yardım edebileceğini, bu tip çıbanların oluşturduğu yaraların tedavisini bildiğini söyler. Adam her ne kadar inanmadıysa Allah'tan umut kesilmez diyerek kabul eder.

Yolcu bir pislik böceğinin getirilmesini ister.Orada bulunanlar bu isteğe gülerler. Fakat hasta olan adam, o böcek hakkında söylediği sözleri o an hatırlar ve derki ;
- Adamın isteğini yerine getirin, ne diyorsa yapın.
Yolcu getirilen böceği yakar ve külünüyaranın üzerine serper ve yara Allah'ın hikmetiyle iyileşir. Bunun üzerine hasta olan adam etrafına der ki ;
- Unutmayın ! Allah'u Teala'nın yarattıklarının, yaratılışında bir hikmet vardır, bir derde deva vardır. Velev ki pislik böceği olsa dahi.

AHMED BİN HARB


AHMED BİN HARB;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Harb, künyesi Ebû Abdullah'tır. Nişabur'da doğdu.
Doğum târihi bilinmemektedir. Horasan pîri diye meşhur oldu. İlim ve fazîlette üstün
derecelere yükseldi. 848 (H.234) senesinde vefât etti.
Büyüklüğü herkes tarafından bilinir ve kabul edilirdi. Büyük âlim Yahyâ bin Muâz-ı Râzî
vefât ettiğinde başının Ahmed bin Harb'in ayaklarının ucuna gelecek şekilde defnedilmesini
vasiyet etti.
Ahmed bin Harb, Süfyân bin Uyeyne, Yahyâ bin Muâz ve başka gönül sultanı ehil zâtların
sohbetlerinde bulunarak ilim öğrenip olgunlaştı. Verâ, haram ve şüphelilerden kaçmakta
benzeri yoktu.
Bir gün annesi; "Gel kendi evimizde büyüttüğüm bir tavuğu kızarttım. Bundan ye." dedi.
Ahmed bin Harb; "Anneciğim! Bu tavuk, bir gün komşumuzun damına çıkıp birkaç dâne
yedi. Bunun için o tavuktan yemek istemiyorum." dedi. Annesi bu sözleri duyunca, kendisine
böyle bir evlâd verdiği için Allahü teâlâya hamd ve şükür etti.
Ahmed bin Harb çok ibâdet ederdi. Bu sebeple kendisine; "Ey Allahü teâlânın sevgili kulu!
Bir mikdâr istirahat etseniz." denildi. O zaman; "Önünde Cennet ve Cehennem'den başka bir
yer olmayan ve hangisine gideceğini bilemeyen kimsenin uykusu gelir mi?" buyurdu. Daha
fazla ibâdet etmeye başladı.
Bir gün bir tanıdığından mektup aldı. Cevap yazacak vakti olmadığı için, bir talebesine;
"Dostumuzun mektubuna cevap yazıp de ki: Bizim cevap yazacak vaktimiz yok. Onun için
bize mektup yazma. Hep Allahü teâlâ ile meşgûl ol. Vesselâm." buyurdu.
Ahmed bin Harb hazretlerinin Behram adlı ateşperest bir komşusu vardı. Bu komşu bir
defâsında ticâret için bir yere mal gönderdi. Yolda hırsızlar mallarını alıp kaçtılar. Ahmed bin
Harb durumu haber alınca, yanındakilere; "Haydi komşumuza gidelim. Başına gelen bu hâl
için üzülmemesini söyleyip onu teselli edelim. Her ne kadar ateşe tapıyorsa da
komşumuzdur." dedi. Behram'ın evine gelince, kendilerini hürmetle karşıladı ve çok saygı
gösterip ikramlarda bulundu. O günlerde çok kıtlık olduğundan bir şeyler yemek için gelmiş
olabileceklerini de düşünerek ayrıca yemek hazırlamak istedi. Bunu gören Ahmed bin Harb
hazretleri; "Zahmet etmeyiniz. Malınızın çalındığını duyduk. Üzülebileceğinizi düşünerek,
halinizi, hatırınızı soralım diye geldik." buyurdular. Behram; "Evet öyledir, ama bunda üç
şeye şükretmem lâzım oluyor: Birincisi, başkaları benden çaldılar, ben başkalarından
çalmadım. İkincisi, malımın yarısını aldılar, diğer yarısı bende kaldı. Ya hepsini alsalardı.
Üçüncüsü, din bende kaldı, dünyâyı aldılar." dedi.
Bu sözler Ahmed bin Harb'in pek hoşuna gitti ve yanındakilere; "Bu sözleri yazın. Bundan
îmân kokusu geliyor." dedi. Sonra Behram'a; "Niçin ateşe tapıyorsun?" diye sordu. Behram:
"Ona tapıyorum ki yarın beni yakmasın, kendisine yakmak için odun verdim ki beni Allahü
teâlâya ulaştırsın." cevâbını verdi.
Ahmed bin Harb: "Çok yanılıyorsun. Ateş zayıftır. Ona tapmakla hesaptan kurtulmak
mümkün değildir. Bir çocuk, bir avuç su atsa ateşi söndürür. Bu kadar zayıf bir şey başkasına
nasıl kuvvet verebilir? Bir parça toprağı bile kendinden atamaz. Seni Allah'a nasıl
kavuşturur? Ateş câhildir. Bir şey bilmez, yakarken misk ile necaseti ayıramaz. Hepsini aynı
anda yakar ve hangisinin daha iyi olduğunu bilmez. Sen ki, yetmiş senedir ona tapıyorsun.
Ben de ömrümde bir kere ona tapmadım. Gel ikimiz de elimizi ateşe sokalım. Seni koruyup
korumadığını gör." buyurdu.
Behram ateş getirdi. Ahmed bin Harb hazretleri elini ateşe sokup bir saat kadar bekledi. Eli
hiç yanmadı ve acımadı. Bu hâli gören Behram çok şaşırdı, kalbinde bir değişme hissederek:
"Size dört şey soracağım. Cevaplarını verirseniz îmân edeceğim." dedi.
Ahmed bin Harb "Sor." buyurdu. Behram dedi ki:
"Allahü teâlâ, insanları niçin yarattı? Mâdem ki yarattı niçin rızık verdi? Mâdem ki rızık
verdi. Niçin öldürdü? Mâdem ki öldürdü. Niçin diriltecek?"
Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi:
"Allahü teâlâ kendini tanımaları için insanları yarattı. Razzâk, ziyâdesiyle rızık verici
olduğunu bilsinler diye onlara rızık verdi. Kahhâr olduğunu anlamaları için onları öldürür.
Kudretini tanımaları için onları tekrar diriltir."
Behram bunları duyunca; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü
ve Resûlühü." diyerek müslüman oldu.
Ahmed bin Harb hazretleri bir gün tevekküle teşvik ve alıştırmak için çocuklarından birine;
"Yavrum! Bir şeye ihtiyâcın olursa, şu köşede bir delik var. Oraya git. Orada Allahü teâlâya;
yâ Rabbî! İhtiyâcım olan falan şeyi bana ihsân et, diye duâ et." buyurdu. Çocuk; "Peki
efendim. Bundan sonra bildirdiğiniz gibi yapacağım." dedi. Ahmed bin Harb evdekilere de;
"Bunun isteğini, kendisi görmeden şu deliğe koyuverin." diye tenbih etti. Bu hâl bir müddet
böyle devâm etti. Çocuk arzu ettiği şeyleri bu delikten alıyordu. Bir gün evde kimse yok iken,
çocuk âdeti üzere, deliğin yanına gidip yemek istedi. Allahü teâlânın izniyle o delikten
yemeği alıp yerken ev halkı eve gelip durumu görünce, bu yemeği nereden aldığını sordular.
Çocuk; "Her zamanki aldığım yerden." dedi. Bunun üzerine Ahmed bin Harb, çocukta hakîkî
tevekkülün teşekkül ettiğini anladı.
Yahyâ bin Muâz'ın bir bağı vardı. Bir gün bu bağda bir mikdâr üzüm yedi. Hocasının bağdan
üzüm yediğini gören Ahmed bin Harb; "Efendim bu bağ, bir gün, haber verilip izin alınmadan
vakfın suyu ile sulanmıştı." dedi. Yahyâ bin Muâz, hemen tövbe etti. Vakfın malını izinsiz
kullanmanın mes'ûliyetinin ağırlığını düşünerek bir daha o bağdan üzüm yemedi.
Bizanslılar devrinde, İstanbul'da bir doktor yaşıyordu. Hiçbir dîne inanmadığı gibi, Allahü
teâlânın varlığını da inkâr ediyor ve; "Her şey kendi kendine var olmuştur." diyordu. Âlemin
bir yaratıcısı olduğunu kabûl etmiyordu. Mesleğinde mütehassıs olup, sorulan her soruya
cevap veriyordu.
Hıristiyanlardan hiç kimse bu doktora cevap veremez hâle gelmişti. Yalnız; "Dünyânın bir
yaratıcısı olduğuna delil getirip beni iknâ eden olursa, bu dâvamdan vaz geçerim." diyordu.
Karşılaşıp münâzara ettiği herkesi mağlûb ediyor, cevapsız bırakıyordu. Kendisini dinleyen
herkese dinsizliği aşılıyor, fikirlerini karıştırıyordu.
Bu doktor karşısında hıristiyanlar âciz kalmıştı. Durumu krallarına anlattılar. Buna ancak
müslümanların cevap verebileceğini söylediler. Bizans kralı, Abbâsî halîfesi, Me'mûn'a bir
elçi ile mektup gönderdi. Mektubunda; "Size gönderdiğimiz bu doktor dehridir (dinsizdir).
Bir yaratıcı olmadığına inanmaktadır. Yanınızda münâzara edecek ve bunu iknâ edip, mağlub
edecek bir âlim bulunursa çok iyi olur." yazmaktaydı. Abbâsî halîfesi müşavirlerini toplayıp,
onlara danıştı. Oradaki ilim sahipleri dediler ki:
"Ey halîfe! Önce onu, mütehassıs olduğu tıp ilminden imtihan edelim, deneyelim. Sonra
duruma göre ne yapacağımıza karar verelim."
Ertesi gün, kalabalık hâlinde geldiler. Doktor da oradaydı. Herkes bir şişeye idrarını koyarak
birbiriyle değiştirdiler. Her şişenin kime aid olduğunu bilmek için de özel işâretler koydular.
Hepsini getirip, bu inkârcı doktorun önüne koydular. Doktor önce şişelere, sonra da orada
bulunan insanların yüzlerine baktı. Ve hiç yanlışlık yapmadan, bu falancanın, bu da
falancanındır diye tek tek saydı. Şişelerin üzerlerindeki işâretlere baktıklarında, hepsi dediği
gibi olduğunu gördüler. İki kişinin idrarını karıştırdığı şişelerdeki idrara da bakıp; "Bu falanca
ile filancanın idrarıdır. Onlarda şöyle şöyle hastalıklar vardır. İlaçları da şunlardır." dedi.
Hepsini doğru söylemişti. Herkes onun işine şaşırıp âciz kalmıştı. Sonra; Bağdat'ta onunla
münâzara edecek bir kişi bilmiyoruz." dediler. İçlerinden birisi; "Büyük âlim, evliyânın
üstünlerinden olan Nişâburlu Ahmed bin Harb hazretleri dün gece buraya geldi. Hacca
gidiyor. Bununla ancak onun münâzara edebileceğini sanırım." dedi.
Halîfe, Ahmed bin Harb'ın yanına birini gönderip durumu ona bildirdi. O da buyurdu ki:
"Siz münâzara meclisini falan saatte, halîfenin sarayında hazırlayın ve onu lafa tutun! Ben
biraz geç geleceğim. Geldiğim zaman bana, niçin geç kaldınız? dersiniz. Ben de cevap
veririm."
Dediği gibi yaptılar. Ahmed bin Harb hazretleri gelip oturunca halîfe ona; "Niçin geç
kaldınız?" diye sordu. O da; "Abdest için Dicle Nehri kenarına gittim. Tuhaf bir şey gördüm.
Ona bakarak geciktim." dedi. Halîfe; "Ne gördünüz ki?" diye sorunca şöyle cevap verdi:
"Gördüm ki topraktan bir ağaç çıktı, büyüdü, kimse kesmeden yıkıldı. Kimse müdahale
etmeden de tahta şeklini aldı. Bu tahtalar kendiliğinden birleşip marangozsuz, çivisiz sandal
oldu. Bir kayıkçı olmadan da suyun üzerinde gitmeye başladı. Bunu seyre dalıp geç kaldım."
Bu saçmalıkları duyan inkârcı doktor dayanamadı:
"Bu saçma sapan konuşan ihtiyar mı bizimle münâzara etmeye geldi? Bu delidir. Bununla
münâzara etmeye değmez."
Bunun üzerine Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi,
"Niçin saçma konuşayım ve deli olayım?"
Doktor kendinden emin bir şekilde konuştu: "Olmayacak şeyler söylüyorsunuz. Koskoca ağaç
birdenbire büyür, kesilir ve tahta olur. Bu tahtalar marangozsuz birbirine bitişir ve sandal
olur. Kayıkçı olmadan su üzerinde gider dediniz."
O zaman Ahmed bin Harb son sözünü söyledi:
"Ey doğruluktan uzak insan! Bir sandal için bu imkânsız olunca, yâni ustası, bir yapıcısı
olmadan sandal olmaz, su üzerinde gidemez ise, bu güneş, ay ve yıldızlarla, ağaçlar ve
çiçeklerle süslü ve intizamlı âlem, bir yapıcı olmadan, bu dünyâ bu sağlamlığı ile binlerce
güzel yaratıklar, sanat erbâbını hayran bırakan eşsiz tabloları ile kendi kendine nasıl var
olsunlar? Asıl, bir yapıcı, yaratıcı yoktur diye böyle hezeyan söyleyen, saçmalayan delidir."
İnkârcı doktor, bu cevap karşısında şaşıp kalmıştı. Bir an düşündü. Başını kaldırdı, insafla
kendi kendine; "İnsan bilgisine güvenip böbürlenmemeli ve inkârcı olmamalıdır. Şimdi
inanıyorum ki, Allahü teâlâ vardır." deyip müslüman olmak istedi. Ahmed bin Harb ona
kelime-i şehâdet söyletip mânâsını öğretti. Böylece bir insanın inkârdan kurtulup sonsuz
saâdete kavuşmasına vesile oldu.
Buyurdu ki:
"Bizlere ne kadar şaşılır ve hayret edilir ki, gölge denilince hemen güneşin varlığı aklımıza
gelir de, Cennet denilince akla Cehennem'in geleceği, ondan korunmak çâreleri düşünülmez
ve ondan gâfil oluruz."
"Bir kimsenin, evlenip kırk yaşına geldiği, saçına ak düştüğü, hacca gidip Beytullah'ı ziyâret
ettiği halde, hâlâ aklını başına toplamaması, vakitlerini oyun ve günah olan şeylerle geçirmesi
ne kadar çirkindir."
Kendisine, Sâlihâ kadından süâl edilince, buyurdu ki:
"Beş vakit namazını kılan, efendisine (kocasına) itâat eden, her işinde Allahü teâlânın rızâsını
gözeten, insanları gıybetle çekiştirip dedi-kodu yapmaktan, koğuculuktan dilini koruyan,
kanâat sâhibi olup dünyâ malına meyletmeyen ve musîbetlere karşı sabreden bir kadın,
hakîkaten çok iyi bir kadındır."
Ahmed bin Harb hazretlerinden büyük hadîs mütehassısı İmâm-ı Nesâî rivâyette
bulunmuştur.
Ahmed bin Harb hazretlerinin Kitâb-üz-Zühd, Kitâb-üd-Duâ, Kitâb-ül-Kesb, Kitâb-ül-
Hikmeti vel-Menâsik isimli eserleri vardır.
Gıybet hakkında sorulduğunda:
"Bana kim düşmanlık yapıyor, kim beni gıybet ediyor ve hakkımda kötü söylüyor, keşke
bilsem de ona altın ve gümüş göndersem. Benim işimde çalışarak kazandığı sevapları benim
defterime geçirdiğine göre benim paramdan harcasın." buyurdu.
Gönlü dünyâya bağlamamak hakkında da; "Dünyânın sizi kandırıp evvelkileri düşürdüğü
belâya sizi de düşürmemesi için izzet ve celâl sâhibi Allahü teâlâdan gücünüz yettiği kadar
korkun. Bildiğinizle amel edin ve dikkatli olun." buyurdu.
B,>3:1)&;2@$,&5,3"
Ahmed bin Harb hazretleri tesirli sözler söyleyerek kalbleri nûrlandırırdı. Bir sohbetinde
buyurdu ki:
Yeryüzü iki sınıf kimseye çok hayret eder. Birisi, ölümden gâfil olarak, yatağını, karyolasını
süsleyip uykuya yatandır. Yeryüzü kendi hâl lisanı ile o kimseye; "Ey insan! Şu nâzik
bedenin, yataksız olarak arada bir perde bulunmadan, bende uzun müddet kalacak ve
çürüyecek. Bunu niçin düşünmüyorsun?" Yeryüzünün kendisine hayret ettiği ikinci kimse de,
ufak bir arâzi parçası yüzünden kardeşi ile hasım olan kimsedir. Yeryüzü, kendi hâl lisanı ile
o kimseye; "Ey insan! Münâkaşasını yaptığınız bu yerin sizden önceki sâhiplerinin nerede
olduklarını hiç düşündünüz mü?" der.
1) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.80
2) Mu'cem-ul-Müellifîn; c.1, s.188
3) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.218
4) Riyâd-un-Nâsıhîn; s.15

AHMED BİN HANBEL


AHMED BİN HANBEL;
Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî
mezhebinin imâmı. Künyesi, Ebû Abdullah'tır. 780 (H.164) senesinde Bağdat'ta doğdu. Aslen
Basralıdır. Babasının ismi Muhammed bin Hanbel'dir. Dedesi Hanbel bin Helâl, Basra'dan
Horasan'a yerleşmiş ve Emevî Devletinde Serahs şehri vâliliği yapmıştır. Babası asker
(subay) idi. Ahmed bin Hanbel'in âilesi, annesi ona hâmile iken, Merv'den Bağdat'a göçmüş
ve o Bağdât'ta doğmuştur. Soy îtibâriyle, anne ve babası tarafından Arap asıllıdır. Nesebi,
İslâmiyetten önce ve sonra Araplar arasında meşhûr bir kabîle olan Şeyban kabîlesine
dayanır. Bu kabîle Adnan kabîlesinden gelen Rebîa'nın bir kolu olup, Nizar kabîlesinde
Peygamber efendimizin soyu ile birleşir.
Ahmed bin Hanbel'in babası, daha o çok küçük yaşta iken, vefât etti. Otuz yaşında vefât eden
babasından, önemli bir mîrâs da kalmadı. Onun yetişmesi ile annesi ilgilendi. Küçük yaşta,
ilim tahsiline başladı. Bu sırada Bağdat önemli bir ilim merkeziydi. Burada hadîs ve kırâat
âlimleri, tasavvufta yetişmiş büyük zâtlar ile diğer ilimlerde yetişmiş kıymetli âlimler
bulunuyordu. Önce Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Bundan sonra lügat, hadîs, fıkıh, Sahâbî ve
Tâbiîn rivâyetlerini öğrendi.
Ahmed bin Hanbel, emsâli arasında ciddiyeti, takvâsı, sabrı, metânet ve tahammülü ile
meşhûr oldu. Bu hâli, henüz 15-16 yaşlarında iken temas kurduğu âlimlerin dikkatini çekti.
Heysem bin Cemil onun hakkında, daha o sırada şöyle dedi:
"Bu çocuk yaşarsa, zamânındakilerin ilimde hucceti, rehberi olacaktır."
Henüz 15 yaşlarında İmâm-ı A'zâmın talebesi olan Ebû Yûsuf'tan fıkıh ve hadîs dersi aldı.
Bundan sonra da üç sene Huşeym'in derslerine devâm ederek ondan hadîs-i şerîf dinledi.
Bundan başka Bağdat'ta bulunan meşhûr âlimlerden de ders aldı.
7 yıl Bağdat'ta ilim öğrenen Ahmed bin Hanbel daha sonra ilim tahsili için seyahatlere
başladı. Önce Basra'ya, bir yıl sonra da, Hicaz'a gitti. Böylece Kûfe, Basra, Mekke-i
mükerreme, Medîne-i münevvere, Şam ve el-Cezîre'ye giderek hadîs ilmini öğrendi. Hadîs
râvilerini bizzât görerek, onlardan hadîs-i şerîf dinledi. Basra ve Hicaz'a beşer defâ seyahat
yaptı. Hicaz'a yaptığı ilk seyâhatinde, fıkıh ilminde hocası olan, İmâm-ı Şâfiî ile görüştü. Bu
görüşme Mekke'de Mescid-i Harâm'da oldu. İkinci defa ise, Bağdat'ta buluştular.
Ahmed bin Hanbel, ilk hac seferini 830 senesinde yaptı. Daha sonra birkaç defâ daha hacca
gitti. Bu hac seferlerinden birinde yolunu şaşırdı. Yolda yaşlı bir köylü gördü. Gidip ona yolu
sordu. Köylü gür bir sesle; "Ey Ahmed! Sen kim oluyorsun ki, Allahü teâlânın evine
(Beytullah'a) gidiyorsun! Allahü teâlâ oraya gitmene râzı olmayınca, elbette ki yolunu
şaşırırsın!" dedi. Bunun üzerine Ahmed bin Hanbel; "Ya Rabbî! Senin köşelerde, kenarlarda
sakladığın, halkın gözünden örttüğün böyle kulların da varmış." deyince o zât; "Ne
zannediyorsun Ahmed, ne zannediyorsun? Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, eğer Allahü
teâlâdan isteseler, bütün gökler ve yerler onun hürmetine altın olur." dedi. O anda toprak ve
dağlar altın oldu. Ahmed bin Hanbel kendinden geçerek düştü. Daha sonra o zâtın göstermesi
ile yolunu buldu.
Hac seferlerinden birinde, hac yaptıktan sonra bir müddet, mücâvir olarak Mekke'de kaldı. Bu
zaman zarfında hadîs-i şerîf öğrenme faâliyetlerini sürdürdü. Sonra Yemen'in San'a şehrinde
bulunan meşhûr hadîs âlimi Abdürrezzâk bin Hemmam'dan hadîs-i şerîf öğrenmek için
San'a'ya gitti. İlim öğrenmek için çıktığı bu yolculukta çok sıkıntı çekti. Yolda yiyeceği bitti.
Parası da olmadığı için, San'a şehrine varıncaya kadar, nakliyecilerin yanında ücretle hamallık
yaptı. Ticâret ve kazanç için elverişli olmayan San'a'da iki sene kalıp, sıkıntılara katlandı.
Abdürrezzâk bin Hemmam'dan hadîs-i şerîf dinledi. Böylece İmâm-ı Zührî ve İbn-i Müseyyib
yoluyla rivâyet edilen, birçok hadîs-i şerîfi işitip öğrendi.
Ahmed bin Hanbel, ilim öğrenmek için pekçok İslâm beldesini dolaştı ve bu uğurda pekçok
meşakkate katlandı. Kitap çantalarını sırtında taşırdı. Bir seferinde onu tanıyan biri,
ezberlediği hadîs-i şerîfin ve yazdığı notlarının çokluğunu görerek; "Bir Kûfe'ye, bir Basra'ya
gidiyorsun! Ne zamana kadar böyle devam edeceksin?" deyince, Ahmed bin Hanbel hazretleri
"Hokka ve kalem ile mezara kadar..." diyerek cevap verdi.
Ahmed bin Hanbel'in kuvvetli hâfızasının yanında dikkati çeken bir vasfı da, işittiği bütün
hadîs-i şerîfleri yazmaya çok önem vermesiydi. Yaşadığı devir, ilmin tedvin edilip toplandığı
ve kısımlara ayrılıp, yazıldığı bir devirdi. Fıkıh ve lügat ilmi derlenmiş, hadîs ilmi
derlenmekte, yazılan hadîs-i şerîfler toplanmakta idi.
Ahmed bin Hanbel, böyle bir zamanda din ilimlerini öğrenip, bilhassa tefsîr, hadîs ve fıkıh
ilimlerinde yüksek seviyeye ulaştı. Daha sonra Bağdat'a döndü ve ilmini yayıp, insanlara çok
faydalı oldu.
Ahmed bin Hanbel hazretleri, ders ve fetvâ verme işine, kırk yaşında başladı. Bundan sonra
hadîs rivâyetinde ve fetvâda başvurulan önemli bir kaynak oldu.
İki çeşit ders halkası (meclisi) vardı. Biri, talebelerine verdiği muntazam dersler, diğeri, hem
talebelerinin, hem de halktan isteyenlerin katıldığı derslerdi. Onun ilim meclisine pekçok
kimse katılırdı. Bâzı rivayetlere göre, dersini dinleyenlerin sayısı beş bini bulmuştur. Ahmed
bin Hanbel'den ders alıp, ilim öğrenen talebenin çokluğu, ondan hadîs-i şerîf rivâyet edenlerin
ve fıkhî meseleler nakledenlerin çok sayıda olmasından da anlaşılmaktadır. Onun meclisine
gelip, derslerini dinleyenlerin bir kısmı, sâdece ondaki üstün hâllere ve yüksek ahlâka hayran
kaldıklarından sohbetine katıldılar. Böylece bir kısmı hem ilmini hem ahlâkını alırken, bir
kısmı da onun yaşayaşına göre yaşamak, onu tanımak, ahlâk ve edeb husûsunda yaptığı vâz
ve nasihatten istifâde etmek için huzûruna geldiler.
Ahmed bin Hanbel'in meclisinde, derslerinde vekar, ciddiyet, tevâzu ve gönül huzûru
hâkimdi. Dinleyenlere ve katılanlara saâdet vesilesi olan derslerini, ikindiden sonra Bağdat'ta
büyük bir mescidde verirdi.
Ders meclisine dâimâ kitaplarıyla, yazıp kaydettikleri ile çıkardı. Çok kuvvetli bir hâfızaya
sâhip olmasına rağmen, hadîs-i şerîf rivayet ederken, yine de yazdıklarına bakardı. Kitabından
okur, talebelere yazdırırdı. Derslerinde hadîs-i şerîf rivâyetinden başka, bir de fıkhî meseleler
hakkında verdiği cevaplar yer almaktaydı. Ondan ders alıp, ilimde yetişenlerin sayısı 900
civarındadır.
Ahmed bin Hanbel rahmetullahi aleyh mezheb sâhibi bir âlimdir. Mezhebi, İslamiyette Ehl-i
sünnet îtikâdı üzere olan dört hak mezhebden biri olup, ismine nisbetle Hanbelî mezhebi
denir. Daha çok Şam, Bağdat ve Mısır'da yayılmıştır. Dört hak mezheb, müslümanlar için
rahmet ve kolaylıktır. Nitekim Peygamber efendimiz; "Ümmetimin (müctehidlerinin)
mezheplere ayrılması rahmettir." buyurmuştur.
Allahü teâlâya olan bağlılığı sebebiyle son derece tevâzu sâhibiydi. İnsanlara yardım etmeyi
severdi. Herkesin derdine derman olmaya çalışırdı. Yoksulları korurdu. Son derece halîm
selîm, yumuşak huyluydu. Aceleci değildi. Çok alçak gönüllüydü. Ağır başlı ve vakarlıydı.
Câmiye gittiği zaman ön safa geçmeye çalışmazdı. Mecliste nerede yer bulursa oraya
otururdu.
Ahmed bin Hanbel çok ibâdet ederdi. Her gece Kur'ân-ı kerîmin yedide birini okur, her yedi
günde bir hatmederdi. Yatsı namazını kılınca biraz istirahat eder, sonra kalkıp sabaha kadar
ibâdet ve tâatla meşgûl olurdu. Gece namazını hiç bırakmazdı. Halka dâimâ kolaylık yollarını
gösterir, ağır vazîfeleri yüklemezdi. Acıktığı zaman bir şey bulamazsa, kimseden yiyecek
istemez ve rahatsız etmezdi. Çoğu zaman ekmeğine sirke katık olurdu. Yolda yürürken, hızlı
adımlarla yürürdü. Onu daha çok, mescidde, cenâze namazında ve hasta ziyâretinde
görürlerdi. Giydiği elbiseyi en ucuz kumaştan yaptırırdı. Çok kere az şey yer; "Ölecek kimse
için bunlar çok bile." derdi.
Allahü teâlâdan korkması, verâ ve takvâsı çoktu. Fakir bir hayat yaşadı. Haram şüphesi olan
şeyi reddederdi. Haram mala sâhib olmaktansa, onu almamayı tercih ederdi. Borç karşılığı bir
malı alacaklıya rehin bıraktı. Parayı bulunca alacaklıya gidip borcunu verdi. Rehin bıraktığı
malı alacağı zaman alacaklı olan iki mal gösterip, rehin bıraktığının hangisi olduğunu kesin
bilmediğinden; "Bunlardan birini seç, ikisi de aynı." dedi. Fakat Ahmed bin Hanbel rehin
bıraktığı malın hangisi olduğunu bilemediği için kendi malı yerine başkasının malını almış
olurum korkusu ile ikisini de bıraktı, almadı. Başkasının hakkı geçer diye kendi hakkından
vazgeçti.
Ahmed bin Hanbel, Peygamber efendimizin sünnetine son derece bağlıydı; "Hiç bir hadîs-i
şerîf yazmadım ki, onunla amel etmeyeyim." buyururdu.
Ahmed bin Hanbel talebeliği sırasında bir grup kimseyle bir su kenarında bulunuyordu. Onlar
soyunup, suya girdiler. Ahmed bin Hanbel ise, Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfine
uyarak soyunmadı: "Kim Allah'a ve âhiret gününe îmân ediyorsa, hamama (avret yerlerini
örtmeden) girmesin." O gece rüyâsında bir kimse ona; "Ey Ahmed! Sana müjdeler olsun! Zîrâ
Allahü teâlâ, Resûlullah'ın sünnetine uyduğun için seni bağışladı. Seni imâm kıldı. İnsanlar
sana tâbi olurlar." dedi. "Siz kimsiniz?" diye sorunca o zât; "Cebrâil'im." cevâbını verdi.
Ehl-i sünnet îtikâdından aslâ tâviz vermezdi. Bağdat'ta Mu'tezile fırkası mensupları;"Kur'ân-ı
kerîm mahlûktur." diyerek, bu yanlış îtikâdlarına Abbâsî halîfesi Me'mûn'u da inandırdılar.
Bunu kabûl etmesi için, Ahmed bin Hanbel hazretlerini de zorlayıp, Me'mûn vâsıtasıyla bu
hususta baskı ve işkence yaptılar ve 28 ay hapsettiler. Bütün bunlara rağmen O; "Kur'ân-ı
kerîm, Allahü teâlânın kelâmıdır. Mahlûk değildir." dedi. Bu sırada kendisine İmâm-ı Şâfiî
Mısır'dan mektup göndermişti. Okuyunca ağladı. Sebebi sorulunca; "Rüyâsında Resûlullah
efendimizi görmüş, Ahmed bin Hanbel'e mektup ile benden selâm yaz ve de ki, Kur'ân-ı
kerîmin mahlûk olup olmadığı kendisinden sorulacak. Cevâb vermesin buyurmuş." dedi.
Bir gün Ahmed bin Hanbel hazretleri bir cemâatle berâber oturuyordu. İçeriye bir zât girip;
"Ahmed bin Hanbel kimdir?" dedi. Orada bulunanlar susup bekledi. "Ahmed bin Hanbel
benim, ne istiyorsun?" dedi. Gelen zât şöyle anlattı:
Dört yüz fersah uzaktan geliyorum. Cumâ gecesi uyumuştum. Rüyâmda biri gelip bana;
"Ahmed bin Hanbel'i biliyor musun?" dedi. "Hayır tanımıyorum." dedim. "Bağdat'a git, onu
sor ve bulunca, Hızır aleyhisselâm sana selâm söyledi de. Semâvâttaki, gökteki melekler
ondan râzıdır. Çünkü o, nefsine aslâ uymadı, Allahü teâlâya itâat husûsunda çok sabırlı
davrandı." dedi.
Ahmed bin Hanbel; "Mâşâallah, lâ havle velâ kuvvete illâ billah." dedi. Sonra o zâta; "Başka
bir söyleyeceğin ve ihtiyâcın var mı?" dedi. "Hayır sâdece bunun için geldim." dedi ve o gün
Bağdat'tan ayrıldı.
Bir kere hadîs âlimleri, Ebû Âsım Dahhak ibni Mahled'in meclisinde toplanmıştı. Onlara;
"Fıkıh öğrenmek istemez misiniz? Halbuki aramızda fıkıh âlimi yok." dedi. Onlar; "Aramızda
bir kişi var." dediler. "Kimdir o?" dedi. "Birazdan gelir." dediler. Biraz sonra Ahmed bin
Hanbel karşıdan göründü. "Karşılayalım." dedi. Oradakiler; "O böyle şeyden hoşlanmaz."
dediler. Gelince, Ebû Âsım onu yanına oturtup, fıkhî meseleler sormaya başladı. Bir suâl
sordu ve cevap aldı. Sormaya devâm ederek, birkaç kere sorup cevap aldı. Sonra da; "Bu
deryâ gibi bir âlimdir." dedi.
Ahmed bin Hanbel'in, yevmiye ile çalışan bir işçisi vardı. Akşam talebesine; "Bu işçiye
ücretinden fazla ver." dedi. Talebe, ücretinden fazla para verdi. İşçi almadı ve gitti. Hazret-i
İmâm; "Arkasından yetiş, şimdi alır." dedi. Dediği gibi, işçi parayı aldı. Hazret-i İmâm'a
sebebi suâl edildiğinde buyurdu ki: "O zaman böyle bir şey aklından geçiyordu... Şimdi ise bu
düşünce onda yok oldu. Alması tevekkülünü bozmayacağı için aldı." Tevekkül nedir diye suâl
ettiler: "Rızkın Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır." buyurdu.
Zamânın meşhûr bir falcısı vardı. Fal baktırmak istiyenler her taraftan gelir kendisini
bulurlardı. Bu şahıs falcılığı meslek hâline getirmişti. Bir ara hastalandı. Yirmi sene
iyileşemedi. Biri ziyâretine gelmişti. Hâlini görünce; "Senin iyileşmenin tek yolu var, o da
zamânımızın en büyük âlimlerinden ve evliyâsından biri olan Ahmed bin Hanbel
hazretlerinin duâ etmesidir." dedi. Bu falcı da annesini gönderip, duâ etmesini istedi. Annesi
Ahmed bin Hanbel'in huzûruna varınca; "Oğlum yirmi senedir hasta yatıyor. İyileşmesi için
sizden duâ istemeye geldim." deyince; "Herkes iyileşmek için oğluna gelirdi. Senin oğlun da,
her şeyi bildiğini zannederdi. Kendi hastalığını tedâvî etmeyip de, seni bana mı gönderdi?"
buyurdu. Kadının defalarca ısrârı karşısında dayanamayıp, falcılığı bırakması şartıyla, duâ
edeceğini söyledi. Hazret-i İmâmın bu sözü üzerine falcılığı bıraktı. Tövbe istigfâr etti ve
sıhhate kavuştu.
Bir gencin, felç olmuş, hasta bir annesi vardı. Bir gün oğluna; "Ey oğlum! Eğer benim rızâmı
almak, beni sevindirmek istersen, İmâm-ı Ahmed'in huzûruna git ve sıhhate kavuşmam için
bana duâ etmesini söyle. Belki Allahü teâlâ beni bu hâle getiren bu hastalıktan kurtarır." dedi.
Genç, İmâm-ı Ahmed'in kapısına geldi ve seslendi. İçerden bir ses; "Kimsin?" dedi.
Cevâbında; "Size muhtâcım, hasta bir annem var, sizden duâ istiyor." dedi. İmâm çok üzüldü.
Kendi kendine; "Beni nereden biliyor?" dedi. Sonra kalktı, abdest aldı, namaza durdu.
İmâmın hizmetçisi o gence; "Sen geri dön, İmâm duâ ediyor." dedi. Genç geri döndü, evin
kapısına geldiği zaman, annesi Allahü teâlânın izniyle tam sıhhate kavuşmuş olarak kalktı ve
oğlunu kapıda karşıladı.
Hazret-i İmâm, Abdullah bin Mübârek hazretlerinin gelmesini ve onunla görüşmeyi çok arzu
ediyordu. Nihâyet bir gün oğlu; "Babacığım! Abdullah bin Mübârek geldi, kapıdadır, sizi
görmek istiyor." dedi. İmâm-ı Ahmed; "İçeri alma!" dedi. Oğlu; "Babacağım, bunda ne
hikmet vardır ki, senelerdir onu görmek arzusu ile yanıyordun, bugün bu saâdet, bu nîmet
kapınıza geldi de içeri almıyorsunuz?" dedi. Ahmed bin Hanbel; "Evet, söylediğin gibidir.
Ama korkarım ki, onu gördükten sonra ayrılığına dayanamam. Onun kokusu için bir ömür
harcadım. Onu ayrılmak olmayan yerde görmek isterim." dedi.
Ahmed bin Hanbel sık sık talebesine buyururdu ki:
"İlim, insanlara, ekmek ve su kadar lâzımdır. İlim, rivâyet, kuru mâlûmât ve bilgi çokluğu
değildir. İlim, faydalı olan ve kendisiyle amel edilen şeydir."
"Kulun kalbini ıslâh etmesi, düzeltmesi için, iyilerle berâber olması kadar faydalı bir şey
yoktur. Yine kulun fasıklarla berâber olup, onların işlerine dikkat ve nazar etmesi kadar
zararlı bir şey yoktur."
"Günahlar îmânı zayıflatır."
"Yemeği, din kardeşleriyle sürûr içinde, fakirlerle ikrâm ve cömertlikle, diğer insanlarla da
mürüvvet içinde yemek lâzımdır."
"Her şey için kerem vardır. Kalbin keremi Halıktan râzı olmak, kadere rızâ göstermektir."
"Sizde olmayan meziyetlerle sizi metheden kimsenin, sizde olmayan kötülüklerle de bir gün
kötüleyeceğini unutmayınız."
"İstediklerini vermediğiniz zaman kızan, kırılan veya küsen arkadaş, gerçek arkadaş değildir."
"Kibir taşıyan kafada, akıla rastlayamazsınız."
"İnsanların ahmak sınıfı, kendilerinin medh edilmesinden hoşlananlarıdır."
"Tevekkül, her şeyi Allah'tan bilmek ve rızkı O'nun verdiğine inanmaktır."
"Tevekkül, bütün işlerinde Allahü teâlâya teslim olmak, başa gelen her şeyi O'ndan bilip
katlanabilmektir."
"İnsana az bir mal yetişir. Çok mal ise kâfi gelmez."
"Bir kimse, sadık bir arkadaşını kaybederse, kendisi için zillettir."
"Hüsn-i zannı olanın hayatı hoş geçer."
"Yalan söylemek, emniyeti giderir."
"Meziyet, fazîlet, ilim ve irfân tamamlığı iledir."
"Ayıplardan uzak arkadaş arayanlar, arkadaşsız kalır."
855 (H.241) senesi Cumâ günü vefât etti. Vefât haberi, bütün Bağdat halkını ağlattı. Cenâze
namazını kılmak üzere çevreden gelenlerle birlikte, binlerce insan toplanmıştı. Bağdatlılar
evlerinin kapısını açıp; "Cenâze namazı için abdest almak isteyen gelsin." diye bağırdılar.
Cenâze namazı kılınınca, kuşlar tabutu üzerinde uçuşup, kendilerini tabuta vurdular. Cenâze
namazında yüz bine yakın kişi bulundu. O gün yâhûdî ve hıristiyanlardan pekçok kimse, bu
hâdiseyi görerek müslüman oldu. Ağlayıp, bağırarak; "Lâ ilâhe illallah." dediler.
Vefâtından sonra Muhammed ibni Huşeyme hazret-i İmâm'ı rüyâsında gördü. "Nereye
gidiyorsun?" dedi. "Cennet'e." dedi. "Allahü teâlâ sana ne muâmele etti?" diye sorunca,
cevâbında; "Allahü teâlâ beni mağfiret etti. Başıma taç giydirdi ve; "Ey Ahmed! Kur'ân-ı
kerîme mahlûk demediğin için, bu nîmetleri sana verdim." buyurdu." dedi.
Ahmed bin Hanbel'in vefât haberini İskenderiye'de iken duyan Muhammed bin Huzeyme, çok
üzülmüştü. Rüyâsında Ahmed bin Hanbel'in salına salına yürüdüğünü görüp kendisine; "Ey
İmâm! Bu böyle ne biçim yürüyüş?" dedi. O da; "Dünyâda Allahü teâlânın dînine hizmet
edenlerin, Cennet'teki yürüyüşleri böyledir." buyurdu. O; "Allahü teâlâ sana nasıl muâmele
etti?" diye sual etti. İmâm hazretleri; "Allahü teâlâ beni affetti, başıma bir taç, ayağıma
altından iki ayakkabı giydirdi ve; "Ey Ahmed! Kur'ân-ı kerîm benim kelâmımdır, diye
inandığın için, bu iltifâtlara kavuştun. Ey İmâm! Süfyân-ı Sevrî'den sana ulaşan duâlar var,
onlarla dünyâda duâ ettiğin gibi, şimdi de duâ et." dedi. Bu emir üzerine; "Ey âlemlerin Rabbi
olan Allah'ım! Bizleri af ve magfiret eyle. Bizlere suâl sorma." diye duâ ettim. Bu duâdan
sonra; "Ey Ahmed! İşte Cennet, gir oraya buyurdu ve ben de Cennet'e girdim." dedi.
Ahmed bin Hanbel'in pek çok eseri vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1) Müsned; 30 bin hadîs-i şerîfi içine almıştır. Matbûdur. 2) Kitâb-üs-Sünne. 3)
Kitâb-üz-Zühd: Matbûdur. 4) Kitâb-üs-Salât. 5) Kitâb-ül-Vera' ve'l-Îmân. 6)
Kitâb-ür-Reddi ale'l- Cehmiyye ve'z-Zenâdıka: Matbûdur. 7) Kitâb-ül-Eşribe: Matbûdur.
8) Kitâb-ül-Mesâil. 9) Cüz-fi Usûl-üs-Sünne. 10) Fadâil-üs-Sahâbe: 2 cilt hâlinde
matbûdur. 11) Er-Reddü A'lâ men-Tenâkua fi'l-Kur'ân. 12) Et-Tefsir. 13) En-Nâsih
ve'l-Mensûh. 14) Et-Târih. 15) Hadîsu Şu'be. 16) Mukaddem ve'l-Muahhar fi'l-Kur'ân.
17) Vücûbât-ül-Kur'ân. 18) Menâsik-ül-Kebîr ve's-Sagîr. 19) El-Cerhu ve't-Ta'dîl. 20)
Kitâb'ül-ilel ve Ma'rifet-ür-Ricâl: Matbûdur.
*"-(%&&5,3"'7
Ahmed bin Hanbel vefât ederken eliyle işâret edip; "Hayır olmaz!" dedi. Oğlu; "Babacığım
bu ne hâldir?" diye sorunca; "Şu an tehlike zamânıdır, duâ ediniz. Şeytan felâket toprağını
başıma saçmak istiyor. Ey Ahmed! Benim elimde can ver, diyor. Ben de; "Hayır olmaz! Hayır
olmaz!" diyorum. Bir nefes kalıncaya kadar tehlike vardır. Şeytanın aldatmasından emîn
olmak yoktur." buyurdu.
<5%.,"%
Ahmed ibni Hanbel'e; "Her gün sabahtan akşama kadar câmide ibâdet edip, Allahü teâlâ
benim rızkımı nereden olsa gönderir, diyen bir kimse nasıl bir adamdır?" diye sorulduğunda;
"Bu kimse câhildir. İslâmiyetten haberi yoktur. Çünkü, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem
buyurdu ki: "Allahü teâlâ benim rızkımı süngümün ucuna koymuştur." Yâni rızkım cihâd ile
gelmektedir." buyurdu.
İhlâs nedir? sorusuna; "Amellerin âfetlerinden kurtulmaktır." Tevekkül nedir? sorusuna;
"Rızkın Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır." cevâbını verdi.
Zühd nedir? sorusuna;"Zühd üç türlüdür; câhilin zühdü, haramları terk etmektir. Âlimlerin
zühdü, helal olanların fazlasından sakınmaktır. Âriflerin zühdü, Allahü teâlâyı unutturan
şeyleri terk etmektir." buyurdu.
Ebû Hafs Ömer bin Sâlih Tarsûsî isimli velî bir zât, Ahmed bin Hanbel'e; "Kalbler ne ile
yumuşar?" diye sordu. Başını eğip biraz düşündükten sonra; "Evlâdım! Helâl yemekle
yumuşar." buyurdu.
Ahmed bin Hanbel hazretlerine bir gün; "Tevekkül nedir?" diye sordular. "İnsanlardan
istemeyi ve onlara yalvarmayı terk etmektir." buyurdu.
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.9, s.161
2) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.1, s.72
3) Târih-i Bağdâd; c.4, s.412
4) Tabakât-ı Hanâbile; c.1, s.4
5) Tezkiret-ül-Huffâz; c.2, s.431
6) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.96
7) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.2, s.96
8) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.290
9) Kâmûs-ul-A'lâm; c.1, s.788
10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.980
11) Vefeyât-ül-A'yân; c.1, s.36
12) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.121, c.7, s.84
13) El-Bidâye ve'n-Nihâye; c.10, s.325
14) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.1, s.195
15) Miftah-us-Seâde; c.2, s.232
16) Hidâyet ül-Müvaffıkîn; s.63
17) Tabakât-ül-Müfessirîn; c.1, s.70
18) Mir'ât-ül-Cinân; c.2, s.132
19) Eshâb-ı Kirâm; s.310
20) Fâideli Bilgiler; s.13,44,73,87,91,143,158
21) Vehhâbîye Nasîhat; s.13,24
22) El-A'lâm; c.1, s.203
23) Sıfât-us-Safve; c.2, s.190
24) Sebîl-ün-Necât; s.25
25) Eşedd-ül-Cihâd; s.7
26) Mukaddimet-ül-Müsned (Zehebî); s.82
27) En-Nücûm-üz-Zâhire; c.2, s.304
28) Menâkıb-ı Ahmed bin Hanbel (İbni Cevzî)
29) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.209
30) En-Na't-ül-Ekmel; s.31

MİRAÇ KANDİLİ


MİRAÇ KANDİLİ GECESİNDE NASIL İBADET EDİLMELİ?

Feyiz ve bereketin coştuğu mübarek gece olan miraç gecesinde neler yapılabilir. Miraç gecesinde nasıl ibadet edilmeli?
Bizzat Peygamber Efendimiz (sas)’in ötelerden, manevi hediyeler getirdiği gecedir Miraç Gecesi. Efendimiz (sas), bu geceyi “Ben Miraç’tan daha güzel bir şey görmüş değilim.” diye tarif ediyor. İlahiyatçılar, bu gecenin namazla taçlandırılması gerektiğini söylüyor.
Bu gece idrak edeceğimiz Miraç Gecesi, Kur’an-ı Kerim’de İsra Suresi’nin ilk ayetinde şöyle anlatılıyor: “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” Miraç Gecesi için Bediüzzaman Hazretleri, ikinci bir Kadir Gecesi hükmünde olduğunu beyan ederek, “Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar.” diyor. Fethullah Gülen Hocaefendi de Miraç’ın esas armağanının namaz olduğunu dile getirerek, “Namaz, her şeyiyle halis bir ibadet ve miraç için yegane vesile, sonra da Allah Resulüne (sas) gökler ötesi seyahatin en son noktasında tevdi edilen İlâhî bir armağandır. Bu armağan içinde herkese kılacağı namazı ölçüsünde bir miraç mukadderdir.” ifadelerini kullanıyor.
Bu gecenin, müminin miracı namazı hatırlattığını kaydeden Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Muhittin Akgül ise bu geceyi idrak edenlerin namazı merkeze almalarını ve kaza namazlarına yönelmelerini tavsiye ediyor. Akgül, “İsra Suresi; ideal insanı, ideal kulu ve ideal toplumu ayakta tutan temel nitelikleri anlatır. Miraç Gecesi Allah’a ortak koşmama ve kulluk, anne babaya karşı güzel davranış, toplumun birbirine karşı vazifelerini ifade eden çalmama, öldürmeme, başkası hakkında kesin kanaat sahibi olmadan herhangi bir bilgiyi başka bir şahsa ulaştırmama, komşuluk hukuku, insanı birbirinden uzaklaştıran kibir, gurur ve emanete saygı gibi ilkeler üzerinde düşünmeli.” diyor.

MİRAÇ KANDİLİNDE OKUNACAK DUA

MİRAC’IN MANEVî HEDİYELERİ
1) Beş vakit farz namaz. İhsan şuuruyla kılınan namazlar, ümmetin miracıdır.
2) “Âmenerrasûlü” diye bilinen âyetler. Bakara Sûresi’nin 285 ve 286. ayetleri.
3) İsra Suresi’nin 22-39. ayetlerinde bahsedilen 12 İslâm prensibi.
4) Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimselerin günahlarının affedileceği ve Cennet’e girecekleri müjdesi.
5) İyi amele niyetlenen kişiye -onu yapamasa bile- bir sevap; eğer yaparsa on sevap yazılacağı, fakat kötü amele niyetlenen kişiye -onu yapmadığı müddetçe- hiçbir günahın yazılmayacağı; ancak işlediği zaman da sadece bir günah yazılacağı müjdesi.
Bir diğer hediye de, Mi’rac Gecesi Allah ile karşılıklı selâmlaşma ve sohbetlerinden bazı sözleri getirmiştir ki Et-Tahiyyâtü diye bütün namazlarda teşehhütte okunuyor. Böylece Miraç’ta Allah ve Resulü arasındaki o kutlu konuşma hatırlanıyor.
BU GECE NASIL DEĞERLENDİRİLEBİLİR?
Kur’ân-ı Kerim okunmalı. Özellikle İsra Sûresi, Necm Sûresi ilk ayetleri ve Bakara Sûresi son ayetleri tefsirleriyle birlikte okunabilir.
Peygamber Efendimiz’e (sas) salât ü selâmlar getirilmeli.
Kaza, nafile namazlar kılınmalı.
Tefekkürde bulunulmalı ve “Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Allah’ın benden istekleri nelerdir?” üzerinde düşünmeli.
Geçmişin muhasebe ve murakabesi yapılmalı.
Günahlara samimi olarak tövbe ve istiğfar edilmeli.
Cevşen, Esma-ül Hüsna ile evrad ü ezkarda bulunulmalı.
Peygamber duaları başta olmak üzere mü’min kardeşlerine ismen dualar etmeli.

4 Haziran 2013 Salı

Bir gencin tövbesi

Bir gencin tövbesi

Allahü teâlâ, peygamberi Musa aleyhisselâma hitap edip
" (Ey Musa! Filân mahallede, bizim dostlarımızdan biri vefât etti. Git onun işini gör. Sen gitmezsen, bizim rahmetimiz onun işini görür) buyurdu.
Hazret-i Musa, emir olunduğu mahalleye gitti.
Oradakilere:
-Bu gece, burada, Allahü teâlânın dostlarından biri vefât etti mi? diye sorunca:
-Ey Allahın peygamberi! Allahü teâlânın dostlarından hiç kimse vefât etmedi. Ama, filân evde zamanını kötülüklerle geçiren fâsık bir genç öldü. Fıskının çokluğundan, hiç kimse onu defnetmeye yanaşmıyor, dediler.
Musa aleyhisselâm:
-Ben onu arıyorum, buyurdu. Gösterdiler.
Hazret-i Musa, o eve girdi. Rahmet meleklerini gördü.Ayakta durup, ellerinde rahmet tabakları olup, Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu saçıyorlardı.Hazret-i Musa, yalvararak münacaat etti:
-Ey Rabbim! sen buyurdun ki, o''Benim dostumdur.'' İnsanlar ise fâsık olduğuna şahitlik ediyorlar. Hikmeti nedir?
Allahü teâlâ:
(Ey Musa! İnsanların onun için fâsık demeleri doğrudur. Ama, günahından haberleri var, tövbesinden haberleri yok. Benim bu kulum, seher vakti, toprağa yuvarlandı ve tövbe etti. Bizim huzurumuza sığındı. Ben ki, Allah'ım! Onun sözünü ve tövbesini kabul ettim. Ona rahmet ettim ki, bu dergâhın ümitsizlik kapısı olmadığı anlaşılsın!) buyurdu.

BİR EV TAPUSU

BİR EV TAPUSU

Meşhur velilerden Habib-i Acemî k.s. zamanında, benzeri görülmemiş şöyle bir hadise yaşanmıştır:
Horasanlı bir adam, evini onbin dirheme satarak, ailesiyle Basra'ya geldi. Oradan hacca gidecekti. Habib-i Acemî'yi buldu ve ondan şöyle bir istekte bulundu:
- Ben eşimle hacca gidiyorum. Şu onbin dirhem parayı al da, Basra'da benim için uygun bir ev alıver.
Horasanlı ve eşi Mekke'ye doğru yola koyuldu. O günlerde ise Basra'da müthiş bir kıtlık ve açlık başgösterdi. Habib-i Acemî Hazretleri ise elindeki emanet parayla gıda maddeleri alıp, sahibinin hayrına muhtaçlara dağıtmak zorunda kaldı. Adamın rızası olmazsa, parasını geri verecekti.
Horasanlı, hac dönüşünde kendisine ev alınıp alınmadığını sordu. Habib-i Acemî dedi ki:
- Rabbimden sana Cennet'te bahçeli bir ev alıverdim!
Adam bu durumu eşine haber verdi. Kadın buna memnun oldu, fakat evin tapusunu da istedi. Horasanlı bu isteği iletince, Habib-i Acemî ona şöyle bir senet yazıp eline verdi:
'Bismillah.. Bu senet, Habib'in Horasanlı için Rabbinden aldığı evin tapusudur. Allahu Tealâ bu evi Horasanlı'ya verecek ve Habib'i de borcundan kurtaracaktır...'
Bu senedi aldıktan sonra adamcağız ancak kırk gün daha yaşadı. Ölmek üzereyken, bu tapu senedinin kefenine konulmasını vasiyet etti. Öyle yaptılar. Bir zaman sonra da kabrinin üzerinde, bir levhaya parlak bir yazıyla yazılmış şöyle bir yazı buldular:
'Habib Ebu Muhammed'in falan Horasanlı için onbin dirheme aldığı evin beratıdır. Rabbi, Habib'in istediği evi Horasanlı'ya verdi ve Habib'i de borcundan kurtardı.'
Habib Hazretleri bu yazıyı alıp okuyunca, levhayı öperek ve ağlayarak dostlarının yanına koştu: 'Bu Rabbimin bana olan beratıdır!' diye sevincini ifade etti.

AHMED HAMMÂMÎ


AHMED HAMMÂMÎ;
Tasavvufda Halvetî yolundan yetişen büyük velîlerden. İsmi, Ahmed bin Ömer Hammâmî
Alvânî Halvetîdir. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 1608 (H.1017) senesinde Halep'te
vefât etti. Makâm-ı Halîl'e bitişik, Şah Velî Türbesi yakınına defnedildi.
Ahmed Hammâmî, Hama'da yetişti. Ebü'l-Vefâ Alvânî'den ilim öğrendi. Sonra, hocasının
kardeşi Şeyh Muhammed'in derslerini dinledi. Hocasının vefâtı üzerine, Hama'dan Halep'e
geldi ve Meşarika mahallesine yerleşti. Sevîkat-i Hâtem mahallesindeki Şeyh Şem'ûn
mescidinde, ilme yeni başlayanlara ders verdi. Elfiye, Şerh-ul-Katr, Nahv, Minhâc okuttu.
Gâyet sâde giyinirdi. Hâlbuki çok kıymetli elbise alma imkânı vardı. Sonra Şeyh
Ebü'l-Cûd'un derslerine devâm etti. Tefsîr okudu. Cumâ günleri, sabah erkenden, güneş
yükselinceye kadar tövbe ve istigfârla meşgûl olurdu. Sonra da cemâatin dert ve sıkıntılarını
dinler, herkese ayrı ayrı cevaplar verirdi.
Bir meclis kurup, insanlara, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını bıkmadan anlattı. Her
sınıftan insan gelerek derslerini dinleyip istifâde ettiler.
Şöyle anlatılır:
"Hocası, Ahmed Hammâmî'ye, mescidin kandillerine yağ koyması için, içinde yağ olan
odanın anahtarlarını vermişti. Ahmed Hammâmî de, kandillerdeki yağ bittikçe, ihtiyaç
mikdârı yağı Besmele ile koyardı. Uzun zaman bu vazîfeyi sürdürdü. Bir gün çekemeyen biri;
"Ahmed bu vazifeyi yapamıyor." diyerek hocasına şikâyette bulundu. Bunu işiten Ahmed
Hammâmî, hocasına gidip, bu vazîfeden affedilmesini arz etti ve odanın anahtarını teslim etti.
Aradan bir hafta geçti. O hasedkâr kişi yağın bittiğini söyledi. Ebü'l-Vefâ; "Sübhânallah!
Bereket Ahmed'in elinde idi. Anahtarlar onda olsaydı, o yağ senelerce yeterdi" buyurdu.
Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Terviyet-ül-Ervâh, 2) A'zeb-ül-Meşârib fîs-Sülûk, 3)
El-Menâkib fit-Tasavvuf, 4) El-Usûl-ül-Alvâniyye, 5) El-Ahlâk-us-Sûfiyye.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.2, s.30
2) Hülâsat-ül-Eser; c.1, s.257
3) El-A'lâm; c.1, s.188
4) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.153
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.165

AHMED BİN HADRAVEYH


AHMED BİN HADRAVEYH;
Evliyânın büyüklerinden. İsmiAhmed bin Hadraveyh bin Muhammed bin Ebî Amr
el-Belhî'dir. Künyesi Ebû Hâmid'dir. Doğum târihi bilinmemekte olup, 854 (H.240) senesinde
Belh'te vefât etti.
Tasavvuf yolunun en yüksek derecesine ulaşmış, fetvâ sâhibi, tarîkatta kâmil, fütüvvette ve
asâlette meşhûr, vilâyette sultan, riyâzette şöhret sâhibi, tasavvuf ehli arasında makbûldü.
Kerâmetler sâhibi yüzlerce talebesi vardı. Önceleri Hâtem-i Es'am'ın talebesiydi. Ebû Turâb
en-Nahşebî ve Ebû Hafs el-Haddâd ile sohbet etmiş, İbrâhim bin Edhem'i görmüştür.
Özellikle fütüvvet; cömertlik, ikram, herkese iyilik etmek husûsundaki sözleriyle meşhûr olan
Ahmed bin Hadraveyh, Belh emîrinin kızı Fâtıma ile evlenmişti. Hanımı Fâtıma da
tasavvufta örnek bir şahsiyetti.
Ahmed bin Hadraveyh hazretleri önce zâhir, sonra bâtın, tasavvuf ilminde ve hâllerinde
yetişip yükseldi. Asker kıyafetinde elbise giyerdi. Sadâkatı ve doğruluğu en büyük lütfun elde
edilmesinde tek çâre olarak gören Ahmed bin Hadraveyh; "Kim, bütün hâllerinde Allahü
teâlânın kendisiyle olmasını istiyorsa, doğruluğa sarılsın" derdi. Ona göre kulun başarıya
ulaşmaması, basîretsizliğinin eseridir. "Yol açık, hak zâhir, belli, dâvette bulunan bilinip
işitilmiştir. Bütün bunlardan sonra şaşırmak, yalnız körlükten ileri gelmektedir." derdi.
Ebû Hafs'a; "Bu yolun büyüğü kimdir?" diye sorulduğunda; "Ahmed bin Hadraveyh'ten
yüksek hikmetli ve hâli ondan doğru kimse görmedim." buyurdu.
Belh emîrinin kızı olan hanımı Fâtıma, tövbe etmiş ve Ahmed bin Hadraveyh'e haber
gönderip, babasından kendisini istemesini söylemişti. Ebû Hâmid Ahmed kabûl etmeyince,
ikinci defâ adam gönderdi ve; "Ben, seni Allah yolunu görmek isteyenlerin yolunu kesici
değil, yol gösterici olmakta herkesten ileri sanıyordum." dedi. Bunun üzerine Ahmed bin
Hadraveyh, Fâtıma'yı babasından istedi. Babası da Ahmed bin Hadraveyh'in bereketlerinden
istifâde için kızını ona verdi. Fâtıma dünyâ işlerini terk etti ve Ahmed bin Hadraveyh'le huzûr
ve sükûn içinde yaşadı.
Menkıbelerinden bâzıları şöyledir:
Bir gün evine hırsız girdi. Her tarafı aradı, fakat götürecek bir şey bulamadı. Eli boş döneceği
zaman Ahmed bin Hadraveyh; "Ey genç! Şu kovayı al su doldur. Abdest al ve namaz kıl. Bu
arada evime belki bir şey gelir, sana veririm. Böylece evimden boş dönmemiş olursun." dedi.
Genç onun emrettiği gibi hareket etti. Sabah olunca zengin birisi Ahmed bin Hadraveyh'e yüz
elli altın getirdi. Ahmed bin Hadraveyh hazretleri bu parayı o gence vererek; "Al bu gece
kıldığın namazlar sebebiyle sana mükafattır." dedi.
Genç onun bu merhamet ve iltifâtı karşısında şaşırdı, hâli de değişti. Sonra; "Yolumu
kaybetmiş, bozuk işlere dalmıştım. Bir gece hayırlı bir iş yapıp Allahü teâlâya ibâdet ettim.
Rabbim de bana böyle ihsânda bulundu." diyerek tövbe edip Ahmed bin Hadraveyh
hazretlerine talebe oldu.
Ahmed bin Hadraveyh hazretleri kendi nefsini muhâsebeye çektiği bir hâdiseyi şöyle
anlatmıştır:
Uzun müddet nefsime muhâlefetle onu kahretmiştim. Bir defâsında bir cemâat cihâd için
gazâya gidiyordu. Bende de gazâ için büyük bir arzu uyanmıştı. Nefsim gazânın sevâbı ile
ilgili hadîs-i şerîfleri bana hatırlatıyordu. Hayret edip, kendi kendime, gâlibâ nefsin bu istekli
hâli bir hîledir! Çünkü nefs seve seve ibâdet ve tâatta bulunmaz! Herhalde devamlı oruç
tuttuğum için nefsin tâkatı kesildi de bu sebeple savaşa gitmemi ve orucumu açmamı istiyor
dedim.
Nefse dedim ki: "Ey nefs gazâ için sefere çıkınca oruca devâm edeceğim." Nefs; "Olur
kabul." deyince şaşırdım ve herhalde ben nefsi geceleri namaz kılmaya mecbûr tutuyorum da
onun için gazâya çıkmamı ve böylece gece namazını bırakacağımı ve rahata kavuşmayı
istiyor diye düşündüm. Nefse gazâda da seni gece uyutmam dedim. "Bu da kabul!" dedi.
Bu cevabına da hayret edip, iyice düşündüm. Sonra herhalde nefs yalnızlıktan usandı da
halkın arasına karışmak istiyor. Bu sebeple diye yorumladım ve nefse; "Konakladığımız her
yerde insanların arasında oturmayacağım. Tenhâ bir kenara çekileceğim." deyince nefsim;
"Onu da kabul ediyorum!" deyince artık onun maksadını anlamaktan âciz kaldım. Allahü
teâlâya sığınıp; "Yâ Rabbî! Beni nefsin hîlesinden haberdâr et ve onun aldatmasından koru.
Sana sığındım." diye yalvarıp duâ ettim.
Bunun üzerine nefs, şöyle dedi: "Benim isteklerime muhâlefet etmekle beni günde yüz defâ
öldürüyorsun, bundan kimsenin haberi yok. Hiç olmazsa gazâda bir kere ölürüm de bunu
bütün cihân halkı duyar. Derler ki, âferin Ahmed Hadraveyh'e, onu, nefsini öldürdüler,
şehîdlik derecesine erdi..."
Nefsin bu cevabı üzerine; "Sübhanallah, bu nefs öyle yaratılmış ki, hayatında da ölümünde de
münâfık! Ne bu dünyâda ne de âhirette müslüman olmak istemiyor! Ben onu tâatte bulunmak
istiyor sanmıştım. Ona zünnâr bağlandığının farkına varmamışım." diyerek, daha çok
muhâlefet ettim.
Bir menkıbesi de şöyledir:
Bir kimse Ahmed bin Hadraveyh hazretlerine gelip; "Fakir ve bitkin bir kimseyim, sıkıntıdan
kurtulmam için bana bir yol gösterir misiniz?" dedi.
Onun bu arzusu üzerine; "Git bütün mesleklerin ve yapılan işlerin isimlerini ayrı ayrı yaz. Bir
torbaya doldur bana getir." dedi.
Fakir kimse söylenilen şeyi yapıp tekrar huzuruna geldi. Yanına gelince, getirdiği torbaya
elini sokup bir kâğıt çıkardı. Kâğıdın üzerinde "vurgunculuk" yazıyordu.
Kâğıdı adama verip; "Senin vurgunculuk yapman gerekiyor." dedi.
Adam önce şaşırdı sonra da; "Madem ki bu zat böyle söyledi, bunu çâresiz yapmam
gerekiyor." dedi. Sonra yolkesen harâmilerin yanına gidip, kendisinin de yol kesip
vurgunculuk yapmak istediğini söyledi. "Kabul! Ancak bir şartımız var ne dersek yapacaksın.
O zaman seni aramıza alırız" dediler.
"Peki bu şartınızı kabul ettim." diyerek onlara katıldı.
Birkaç gün yolkesicilerin arasında kaldı. Bir gün bir kervanın önüne çıkıp, soymak istediler.
Kervanda çok zengin bir tüccar vardı. Bu adamı yakalayıp, aralarına yeni katılan kimseye;
"Bunun başını kes!" dediler.
Bu teklif karşısında şaşırıp durakladı. Kendi kendine; "Şu eşkiyânın reisi haksız yere kan
döküyor. Tüccarı öldüreceğime onu öldüreyim daha iyi olur." diye düşündü.
Eşkiyâ reisi ise ona ısrarla; "Eğer iş yapmak için geldiysen, işin budur bunu yapman lazım.
Yoksa git kendine başka bir iş bul." dedi. Bu sözler üzerine kılıcını çekip eşkıyâ reisinin
başını kesti. Diğer vurguncular reislerinin öldüğünü görünce, kaçıp dağıldılar. Böylece kervan
soyulmaktan kurtuldu. Ölümden ve soyulmaktan kurtulan zengin tüccar, onun yaptığı işten
çok memnun olup, ona pek çok altın ve gümüş verdi. Böylece zengin oldu fakirlikten ve
vurguncu olmaktan kurtuldu.
Ahmed bin Hadraveyh hazretleri fakirlere, garîblere acır, onları himâye ederdi. Onlara yardım
edebilmek için borç alırdı. Vefât edeceği sırada bu sebeple yedi yüz dirhem borcu vardı. Bu
paranın tamamını fakirlere harcamıştı. Ölüm döşeğinde iken alacaklıları vefât etmek üzere
olduğunu haber alarak, altınlarını istemek üzere hemen yanına gittiler. Bütün alacaklılar
başında toplanmıştı. Bu durumu görerek; "Allah'ım benim canımı alıyorsun, fakat şu
kimselerin rehini benim canımdır! Ben onların önünde rehin bulunuyorum. Şimdi güvenilir
bir kefil arıyorlar. Bu borcu öyle birine havâle et ki, bunların alacakları ödensin. Ondan sonra
canımı al!" diye duâ etti.
Daha duâsını bitirir bitirmez kapısı çalındı. Bir zât gelip; "Ahmed bin Hadraveyh'in evi burası
mı?" dedi.
"Evet burasıdır" diye cevap verdiler. Bu sefer:
"Ebû Hâmid Ahmed bin Hadraveyh'den alacağı olanlar dışarı gelsin." diye seslendi.
Alacaklılar bu sesi duyup hemen dışarı çıktılar. Gelen zât herbirinin alacağını ayrı ayrı ödedi.
Borçlar ödenip tamamlanınca Ahmed bin Hadraveyh hazretleri vefât etti.
Birçok eserleri bulunan Ahmed bin Hadraveyh, hayatında düstûr hâline getirdiği "Allah
doğrularla berâberdir" sözünün tecellisine ölüm döşeğinde de kavuşmuştur. Vefâtı sırasında
yanında bulunan Muhammed bin Hâmid şöyle anlatıyor:
Ahmed bin Hadraveyh ölüm döşeğinde iken 95 yaşındaydı. Kendisine bir mesele sorulunca
gözleri yaşardı. "Ey oğlum 95 senedir çaldığım bir kapı vardı. İşte şimdi o kapı bana açılıyor.
Benim için saâdetle mi yoksa bahtsızlıkla mı açılıyor, bilmiyorum. Suâle nasıl cevap
verebilirim?" diye karşılık verdi.
Ahmed bin Hadraveyh hazretleri buyurdu ki:
"Mârifetin hakîkati, Allahü teâlâyı kalb ile sevmek, dil ile anmak ve Allahü teâlâdan başka
her şeyden ümidini kesmektir."
"Gaflet uykusundan daha ağır uyku yoktur. Şehvetten kuvvetli esaret yoktur. Gaflet ağırlığı
olmasaydı. Şehvet gâlip gelmezdi."
"Yoksullara hizmet eden, şu üç şeyle mükâfatlandırılır. Tevâzu, edep güzelliği, cömertlik."
"İnsanların Allahü teâlâya en yakın olanı, güzel huylara en çok sâhip olanıdır."
"Fakirliğindeki izzeti ve dervişliğindeki şerefi gizli tut. Yâni halka ben fakirim diyerek sırrını
açığa vurma. Çünkü fakirlik Allahü teâlânın iyi bir ihsânı ve ikrâmıdır."
"Sabır, fakru zarûrette kalanların azığı, rızâ ise âriflerin mertebesidir."
"Kalp, bir takım kaplardan ibârettir. Allahü teâlânın sevgisiyle dolduğu zaman, nûrun fazlası
diğer uzuvlara yansır. Bâtılla dolduğu zaman da, ondaki karanlık diğer organlara geçer."
"Amellerin en iyisi hangisidir?" sorusuna: "Allahü teâlâdan başkasına iltifât etmekten kendini
korumaktır." diye cevap vermişti.
Birgün yanında "Allahü teâlâya (azâbından rahmetine) sığının." (Zâriyât sûresi: 50)
meâlindeki âyet-i kerîme okunduğunda; "Bu âyet-i kerîme her konuda kaçıp sığınılacak en
hayırlı olanın Allahü teâlâ olduğunu öğretmektedir." dedi.
*"%3")(3&<"3")&5,:.
Ahmed bin Hadraveyh hazretleri gençliğinde bir defâ bir şeyhin dergâhına gitti. Üzerinde eski
elbiseler vardı. Onu gören talebeler kabullenemeyip, hocalarına; "Bu gelen misâfir dergâhın
ehli değil." dediler.
O ise dergâhta bir müddet kaldı. Bir gün dergâhın kuyusundan su çekerken elindeki kovanın
ipi kopup kova kuyuya düştü. Bu sebeple dergâhta vazîfeli olan hizmetkâr ona sitem edip
üzdü. Ahmed bin Hadraveyh hazretleri bu durum karşısında dergâhın şeyhine gidip; "Kova
kuyuya düştü, çıkması için bir Fâtihâ okur musunuz?" diye ricâ etti.
Dergâhın şeyhi; "Bu nasıl bir istek." diye duraklayınca; "Eğer siz okumazsanız izin verin ben
okuyayım." dedi.
Şeyh de izin verdi. Kuyunun başında Fâtihâ sûresini okudu kova birdenbire kuyunun üzerine
çıktı.
Dergâhın şeyhi onun bu ihlâsını görerek sarığını çıkarıp önüne koydu ve derecesinin onun
derecesi yanında çok az bir derece olduğunu ifâde için; "Ey genç! Sen nasıl bir kimsesin ki
benim harmanım senin danen yanında saman oldu" dedi.
Ahmed bin Hadraveyh şeyhin bu sözü üzerine; "Talebelerinize söyleyiniz, misâfire kem
nazarla bakmasınlar. Zaten ben gidiyorum." diyerek, ayrıldı.
!B01!,1%&&:1&&)"<$0,1)31,$
Bir müddet Bistam'da kalan Ahmed bin Hadraveyh hanımı ile oradan ayrılıp, Nişâbur'a gitti.
Nişâbur'da iken Yahyâ bin Muâz-ı Râzî oraya geldi. Gelen bu misâfiri Ahmed bin Hadraveyh
evine dâvet etmek istedi. Hanımına bu zâtın dâvetinde neler yapılmasının gerektiğini sorunca,
Fâtıma şöyle cevap verdi: "Birçok hayvan kesmeli, ayrıca şunlara da ihtiyaç vardır; çokça
şamdanlar, buhûr ve misk alınmalı, bunlara ilâveten birkaç merkep kesmeli." deyince, Ahmed
bin Hadraveyh; "Merkep kesmek de ne oluyor?" diye sordu. Hanımı; "Kerem sâhibi bir
kimse, kerem sâhibi bir kişiyi evine dâvet edip misâfir edince, mahallenin köpekleri de
bundan nasiblerini almalıdır." diye cevap verdi.
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.42
2) Nefehât-ül-Üns; s.119
3) Târih-i Bağdâd; c.4, s.119
4) Tezkiret-ül-Evliyâ; s.382
5) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.95
6) İhyâ-i Ulûmiddîn; c.4, s.601
7) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.103
8) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.11
9) Sıfat-üs-Safve; c.4, s.137
10) Risâle-i Kuşeyrî; s.93
11) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.287
12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.80
13) Şehu't-Tearrûf; c.1, s.98
14) Tezkiret-ül-Evliyâ; s.257

3 Haziran 2013 Pazartesi

Hz. Sa’d Bin Ebi Vakkâs’ın son sözleri


Hz. Sa’d Bin Ebi Vakkâs’ın son sözleri
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve İran’ı fetheden ordunun kumandanıdır. Sağlığında Cennetle müjdelenen on sahabîden biridir. Nebesi hem baba tarafından, hem de anne tarafından Peygamber efendimizle birleşir.
Hazret-i Sa’d, heybetli, orta boyda, esmer tenli, cesur, sözü, özü doğru büyük bir zattı. Çok cömert olup, sadeliği severdi.
Hazret-i Sa’d, Veda Haccı’ndan sonra hastalandığında, Peygamber Efendimiz kendisini ziyarete gelmişti. Sa’d hazretleri hastalığı şiddetlendiğinden duâ almak için Peygamberimize “Yâ Resûlallah siz Medine’ye döneceksiniz de ben burada ölüp dostlarımdan geriye mi kalacağım?” dedi.
Peygamber efendimiz de “Hayır! Sen bizden geri kalamazsın! Burada kalırda Sâlih ameller işlersen, elbette onunla derecan artar, merteben yükselir. Umarım ki: Sen uzun zaman yaşayacaksın! Öyleki senden, bir takım kavimler faydalanacak, bir takımları da mahrum kalacak” dedi. Ve “Yâ Rab! Eshâbımın Mekke’den Medine’ye dönüşünü tamamla!” diyerek duâ etti. Bunun üzerine iyileşti, şifâ buldu. Medine’ye döndü.
Ömrünün sonlarına doğru, gözleri görmez olmuştu. Bu halde iken Mekke’ye gelmişti. Mekke halkı etrafına toplanıp, “Bana duâ et, bana duâ et” deyince hepsine duâ ediyordu. Abdullah bin es-Sâib anlatır: “Ben genç idim, bir ara O’na yaklaştım ve kendimi tanıtmağa çalıştım. Beni tanıdı ve “Ben Mekke’nin en iyi okurlarından birisin” dedi. Ben de “Evet” dedikten sonra bir ara: “Amca senin duân makbul, herkese duâ edip duruyorsun, kendin için duâ etsen de gözlerin acılsa olmaz mı?” dedim. Sa’d gülümseyerek “Oğlum Allahü teâlânın benim hakkımdaki takdiri (gözümün görmemesi), gözümün görmesinden daha güzeldir” buyurdu.
Hayatının sonlarına doğru, Medine’ye yakın Akik denilen yerde hastalandı ve orada 675 yılında vefat etti. Mübarek cesedi Medine-i Münevvere’ye götürüldü. Namazını Medine Valisi Mervan kıldırdı. Son arzusu, “ Bedir Harbinde giymiş olduğum elbisesi ile defnedin” oldu. Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, Cennetle müjdelenen on sahâbiden (aşere-i mübeşşereden) en son vefât edendir.
“Ey Anne, senin yüz canın olsa..”
Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri ilk Müslüman olanların yedincisidir. Annesi oğlunun Müslüman olduğunu duyunca ok sinirlenip, Onu İslâm dîninden döndürebilmek için çeşitli yollara müracaat etti. Oğlu Sa’d’ın kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bildiğinden İslâm dîninden döndürebilmek için;
“Allahın, sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya daima iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen sen değilmisin?” dedi. Hazret-i Sa’d da “Evet” dedi. Bunun üzerine annesi asıl maksadını bildirmek için şöyle söyledi:
“Yâ Sa’d! Vallahi, sen Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helâk oluncaya kadar ağzıma bir şey almayacağım. Sen de bu yüzden anne kâtili olarak insanlarca ayıplanacaksın.”
O güne kadar annesinin her isteğine boyun eğmiş, bir dediğini iki etmemişti. Allahü teâlâ ve Resûlüne bütün kalbiyle inanmış ve bağlanmış olduğundan bu îmân kuvveti üstün geldi, annesinin isteğini kabul etmedi. Annesinin yiyip içmediğini ve bunda inat ettiğini görünce, şöyle dedi:
“Ey Anne, senin yüz canın olsa ve her birini İslâmiyeti bırakmam için versen, ben yine dînimden vaz geçmem. Artık ister ye, ister yeme.”
Annesi Hazret-i Sa’d’ın dînine bağlılığını, îmânındaki sebâtını görünce şaşırdı, çaresiz kaldı. Yemeye ve içmeye tekrar başladı.
Sa’d bin Ebi Vakkas hazretleri ile annesi arasında geçen bu hâdiseden sonra Allahü teâlâ evladın anne ve babaya hangi hallerde tâbi olacağını, hangi hallerde tâbi olmayacağını bildiren Ankebût sûresi, sekizinci âyeti kerimesini göndererek;
“Biz insana, ana ve babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Bununla beraber, hakkında bilgi sahibi olmadığın (ilah tanımadığın) bir şeyi bana ortak koşmak için sana emrederlerse, artık onlara (bu hususta) itaat etme! Dönüşünüz ancak banadır. Ben de yaptığınızı (amellerinizin karşılığını) size vereceğim” buyurdu.
“Anam, babam sana fedâ olsun!”
Hazret-i Sa’d bütün gazâlarda bulundu. Savaşlarda çok kahramanlıklar gösterdi. Uhud Harbinde de, müslümanların sıkışık durumlarında büyük bir metanetle çarpışmış, Peygamberimizin yanından hiç ayrılmayıp, düşmana karşı savaşmıştır.
Hazret-i Sa’d ok atmakta çok maharetliydi. Her attıağı ok isabet ediyordu. İslâmiyette, Allah yolunda ilk ok atan sahâbi olup, okçuların (kemankeşlerin) reisiydi. Uhud Harbinde, 1000’den fazla ok attı. Peygamberimiz tarafından, büyük iltifatlara ve duâlara mazhar oldu.
Peygamberimiz ok atarken Ona, “At ya Sa’d! Anam, babam sana fedâ olsun!” diye duâ etmiş, her ok atışında “İlahî bu senin okundur. Atışını doğrult.” “Allahım sana duâ ettiğinde Sa’d’ın duâsını kabul eyle” diye duâ etmiştir.
Peygamber efendimiz, hayatında “Anam, babam sana fedâ olsun” diye sadece Hazret-i Sa’d için duâ etmiş, bunun dışında hiçbir kimseye böyle duâ etmemiştir.
Hazret-i Âişe anlatır: Resûlullah gazvelerin birinde, geceleyin Medine’ye dönüp geldiğinde “Ne olurdu, sâlih bir kimse beni korumağı üzerine alsaydı!” buyurdu. Birden bir silâh sesi duyduk. “Bu kimdir?” buyurdu. “Benim, Sa’d bin Ebî Vakkas” dedi. Peygamberiniz “Seni buraya hangi şey getirdi” yâni buraya niçin geldin? buyurdu. Hazret-i Sa’d: “İçimden bir ses Resûlullah yalnızdır, korkarım ki, din düşmanları ona bir sıkıntı ve eziyet verirler dedi. Bunun için O’nu korumağa ve hizmetine geldim.” Bunun üzerine Resûlullah ona duâ etti ve uyudu.
Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, Peygamberimize annesi tarafından dayı olurdu. Bunun için Peygamberimiz ona “Bu benim dayımdır. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin” diyerek iltifatlarda bulunurdu.
Resûlullah her namazın ardından; “Allahım, korkaklıktan, cimrilikten sana sığınıyorum. Rezil bir hayata düşmekten, dünyanın ve kabrin imtihanınından sana sığınıyorum.” diye dua ettiğini bildirmiştir. “Duâ kabûl olmak için helâl lokma yiyin” hadis-i şerifini de rivayet etmiştir.
Peygamberimiz Sa’d bin Ebî Vakkas hazretlerine duâsı kabul olması için dua ettiğinden müslümanlar O’nun duasını almaya çalışırlardı. Düşmanlar da, her attığı ok isabet ettiğinden, çok korkarlardı.
Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri buyurdu ki: Hayatımda üç gün ağladım. Bunlardan biri, Resûl-i ekrem’in vefât ettiği zaman, ikincisi Hazret-i Osman’ın şehid edildiği zaman, üçüncüsü de Hakka sığınırken ağladım.” Yine buyurdular ki: “Bir kimse gündüz hatim okursa, melekler ona akşama kadar duâ eder. Gece okursa sabaha kadar duâ eder.”

Bir defa dahâ söyle

Bir defa dahâ söyle

Cebrâîl aleyhisselâm dedi:
- Yâ Rabbel âlemîn! Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin dostluğu Ebû Bekrin gönlünde ne mikdâr ve ne kadar olduğunu bilmek isterim.
Bayram günü idi. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' kıymetli ve gösterişli elbise giymiş ve otuz altınlık bir şal omuzuna almış idi. Cebrâîl aleyhisselâm a'mâ sûretinde gelip, yol üzerinde oturdu. Oraya Ebû Bekr-i Sıddîk geldi. Ona yaklaşdı. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki,
- Allahü tebâreke ve teâlâ afv etsin o kimseyi ki, Muhammed Mustafâ dostluğuna bana birşey versin.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' o sözü işitdi. Mubârek omuzundan şalını çıkarıp, ona verdi.
Buyurdu ki,
- Bir def'a dahâ söyle. Bir def'a dahâ söyledi.
Ebû Bekr-i Sıddîk kaftanını çıkarıp, ona verdi. Dördüncüde, setr-i avretini örten elbiseden başka, bütün elbiselerini ona verdi. Beşincide na'lınını çıkarıp ona verdi. Sonunda artık elbisesi kalmadı. Bilâli 'radıyallahü anh' çağırdı ve Ona buyurdu:
- Yâ Bilâl. Âişenin evine var. Birşey getir.
Bilâl 'radıyallahü teâlâ anh' giderken, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine rast gelip, buyurdular ki,
- Nereye gidersin, yâ Bilâl! Sen mi söylersin, ben mi söyliyeyim.
Bilâl 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ Resûlallah, siz buyurun.
Buyurdular ki:
- Yâ Bilâl! Bil ki, o a'mâ Cebrâîl-i emîndir. Allahü tebâreke ve teâlâ onu bu şeklde gönderdi ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın bana muhabbeti ne kadardır anlasın.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Bilâli bekler idi. Hazret-i Bilâl elbise getirdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk o elbiseyi giydi. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullahın 'sallallahü aleyhi ve sellem' huzûr-ı şerîflerine gelip, dedi ki,
- Yâ Muhammed! Ebû Bekr-i Sıddîkı tecrübe ederdim. Elbiseler benim işime yaramaz. Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem' Cebrâîl aleyhisselâmın getirdiği elbiseleri Ebû Bekr-i Sıddîka getirdi. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh':
- Bir nesneyi ki senin dostluğun uğruna vermiş olayım, artık o bana gerekmez. Nereye uygun bulursanız, oraya tasarruf ediniz, dedi.

Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin