Bağış Yap

Amount :
Other : USD

10 Haziran 2013 Pazartesi

AHMED KÂBİLÎ


AHMED KÂBİLÎ;
Hindistan'da yetişen evliyâdan. Nesli hazret-i Ömer'e dayanır. Doğum târihi bilinmemektedir.
Hayâtı hakkında fazla bir bilgi yoktur. 1624 (H.1034) senesinde vefât etti. Kabri Serhend
şehrindedir. Büyük velî Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin sohbet ve derslerinde kemâle
erdi. Nakşibendiyye, Kâdiriyye ve Çeştiyye tarîkatlerinde yetişip, insanlara rehberlik etme
husûsunda icâzet, diploma aldı. Serhend'de ikâmet edip, insanlara Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını anlattı.
Birgün, Şeyh Fasîhuddîn, Serhend'e gitmişti. Ahmed Kâbilî ile görüştüğü sırada hatırından
şöyle geçti:
"Eğer Şeyh Ahmed insanların anlattıkları gibi, kerâmet sâhibi, evliyâdan bir zât ise şu üç
şeyin cevâbını verir: 1) İnsanların onun hakkında söylediklerinin doğru olup olmadığını, 2)
İşittim ki, Bâkî-billah onun hocasıdır ve Bâki-billah, hocasından insanları irşâd için icâzet
almamıştır. Doğru mu, değil mi? 3) Hâce Mahmûd hakkındaki düşünceleri nedir?"
O, bunları hatırından geçirdikten bir süre sonra Ahmed Kâbilî ona tetkik etmek üzere bir
kitap verdi. Kitabın hepsini süratle karıştırıp, gözden geçirdikten sonra ona; "Bunda uygun
olmayan bir şey gördün mü?" diye sordu. Şeyh Fasîhuddîn; "Hayır, uygun olmayan hiçbir şey
görmedim. Burada yazılanların hepsi doğrudur." dedi. Bunun üzerine; "O halde biliniz ki,
hakkımda söylenilenlerin esası budur. Geri kalanı iftiradır." buyurdu. Bir müddet sonra şöyle
anlattı:
"Birgün Hâce Mahmûd bir ara buraya geldiğinde şöyle konuştu: "Hâce Bâki, kendi
hocasından insanları irşâd için açık bir icâzet almamıştır. Çünkü bir gün Hâce Emkenegî
karpuz yiyorlardı. Karpuzu dilim dilim keserek orada bulunanlara ve talebelerine veriyorlardı.
Fakat Hâce Bâki-billah'a vermediler. Orada bulunanlar; "Hâce Bâki de burada bulunduğu
hâlde hocamız ona niçin vermedi?" diye konuştular. Bunun üzerine Hâce Emkenegî; "Biz
karpuzu ona bütün verdik." buyurdu. Hâce Bâki-billah hocasının bu sözünden, kendisine
irşâd için icâzet verdiği mânâsını çıkardı." Ben ise ona; "İş sizin anlattığınız gibi değildir.
Çünkü biz ne hocamız Hâce Bâki'den ne de başkalarından böyle bir şey işitmedik. Bizim
duyduğumuz ise şöyle: "Hocamız Hâce Bâki'ye, hocası irşâd için izin verince; "Efendim, bu
iş benim elimden gelmez. Bu yükü ben kaldıramam." dedi. Hâce Emkenegî; "Biz sana bu
hususta icâzet, izin verdik. Artık senin bu işi yapman lâzımdır." buyurdu." Bu esnâda orada
bulunan birkaç kişi; "O mecliste biz de vardık. Hâce Emkenegî, Hâce Bâki'ye irşâd için
icâzet, izin verdiler." deyince, Hâce Mahmûd; "Öyleyse biz yanlış işitmişiz." dedi. Bu
hâdiseden sonra Hâce Mahmûd'un talebeleri bana îtimâd ettiler ve inandılar. Fakat Hâce
Mahmûd bize inanmadı." Ahmed Kâbilî, hatırından geçen üç şeyin cevâbını verince, Şeyh
Fasîhüddîn ona gönülden inananlardan oldu ve; "İnsanların onun hakkında söyledikleri, yalan
ve iftirâdan başka bir şey değildir." dedi.
1) Makâmât-ı Ahyâr; s. 36
2) Sefînet-ül-Evliyâ; s.197

BU ÇEŞMEDEN MÜSLÜMANLARIN SU İÇMESİ YASAKTIR


BU ÇEŞMEDEN MÜSLÜMANLARIN SU İÇMESİ YASAKTIR.!
(İbretlik Bir Hikaye. Aslına Değil, Faslına Bakın.)
Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş:
“Her kula helâl, Müslüman’a haram!.”
Bursa başkent, tabii ortalık karışmış, bu nasıl fitnedir diye.
Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça Kadı Efendinin huzûruna getirilmiş. Kadı Efendi:
- “Nedir gerekçen?.” diye sormuş. Adam:
- “Bir tek Sultan’a derim.” diye cevap verince, ortalık yine karışmış.
Söz Sultan’a gitmiş ve adam saraya götürülmüş. Padişah da meraklanırmış:
- “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın,hem de her kula helâl, Müslüman’a haram yazarsın?.”
Adam, başı önünde konuşur:
- “Delilim vardır, lâkin ispat ister.”
- “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?.”
- “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultânım.”
- “Yani?!.”-
“Sultânım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak.”
Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Mûsevîler, “ne oluyor, bu ne zulüm?. Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim.” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş. Bir hafta dolunca, adam:
- “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler
- “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş.
Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar. din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine. Sultan:
- “Bitti mi? demiş adama.
- “Sultânım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.
- “Şimdi nedir isteğin?”
- “Efendim, pâyitahtımız Bursa’nın en sevilen âlimini alınız minberinden.”
Adamın dediğini yapmışlar, Ulucâmi imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler. Ama bir ALLAH’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz?. Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış. Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok!.Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta tutuklanan koca âlim için:
- “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik.”
- “Kim bilir ne suç etti de tevkif edildi!.”
- “Vah vaah!. Acırım arkasında kıldığım namazlara.”
- “Sorma, sorma.”
Padişah, Kadı Efendi ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:
- “Peki, ne olacak şimdi?. Adam:
- “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.”
“Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş:
- “Ey büyük Sultânım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?.”
Sultan acı acı tebessüm etmiş:
- “Hava bile haram, hava bile!.” demiş.''

9 Haziran 2013 Pazar

BU AKŞAM HİNDİSTAN'DA

BU AKŞAM HİNDİSTAN'DA

Hz. Süleyman'ın sarayına kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere, hayati bir mesele için Hz. Süleyman'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman (a.s) benzi sararmış, korkudan titreyen adama sorar:
- Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana...
Adam telaş içinde:
- Bu sabah karşıma Azrail (a.s) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı..
- Peki ne yapmamı istiyorsun?"
Adam yalvarır:
- Ey canlar koruyucusu, mazlumlar sığınağı Süleyman! Sen her şeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş senin emrinde. Rüzgarına emret de beni buradan ta Hindistan'a iletsin. O zaman Azrail (a.s) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!
Hz. Süleyman, adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve:
- Bu adamı hemen al. Hindistan'a bırak!" emrini verir. Rüzgar bu... Bir eser, bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan'da uzak bir adaya götürür.
Öğleye doğru Hz. Süleyman, divanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail (a.s.) da topluluğun içine karışmış, divanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır:
- Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?" der.
Azrail (a.s) cevap verir:
- Ey dünyanın ulu sultanı! Ben, o adama öfkeyle,hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (cc) bana emretmişti ki:
- "Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan'da al!" Ben de bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan'da olamaz. Bu nasıl iştir, diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi.

Osman Nuri, Mesnevi Bahçesinden Bir Testi Su

Böyle Yemek Pişirirler

Böyle Yemek Pişirirler

Bir gün ikindi vakti yanına bir misâfir geldi. Tencerede bir parça et vardı. Eti pişirip misâfire ikrâm edeyim diye düşündü. Fakat, yemeği hazırlamak için de misâfirin yanından ayrılamadı.
Nihâyet akşam vakti oldu. Namazlarını kıldılar. Kendisi de, misâfiri de oruçlu idiler. Nihâyet evde bulunan bir kuru ekmek ve bir mikdar suyu misâfire ikrâm için hazırladı. Sonra, etin bulunduğu tencerenin Allahü teâlânın izni ile kaynadığını ve yemeğin çok güzel piştiğini gördü. Misâfire ikrâm ile iftarı birlikte yaptılar.
Misâfir;
-Hayâtımda bu kadar lezzetli bir yemek yemedim, deyince,
Râbia-tül Adeviyye;
-Her hâlinde Allahü teâlâyı hatırlıyan ve sâdece O'nun rızâsını istiyenlere işte böyle yemek pişirirler, buyurdu.

AHMED BİN İSHAK


AHMED BİN İSHAK;
Şâfiî mezhebi âlimlerinden. Fıkıh ve hadîs âlimlerinin ve evliyânın büyüklerindendir. İsmi,
Ahmed bin İshak bin Eyyûb bin Yezîd bin Abdurrahmân bin Nûh en-Nişâbûrî'dir. Sıbgî (veya
Dubaî) adı ile meşhûr olmuştur. Künyesi, Ebû Bekr'dir. İmâm-ı Süyûtî, onun soyunun Bekr
bin Vâil ve Rebîa bin Nizâr bin Mea'd bin Adnân'a kadar ulaştığını bildirdi. 871 (H.258)
senesinde doğdu. Nişâbûr halkındandır. İlim öğrenmek için Horasan, Bağdat, Basra, Mekke
ve daha başka yerleri dolaştı. 57 sene Nişâbûr'da ikâmet etti. 953 (H.342) senesinde vefât etti.
Meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden olan Ahmed bin İshak, Fadl bin Muhammed eş-Şa'rânî,
İsmâil bin Kuteybe, Yâkûb bin Yûsuf el-Kazvînî, Muhammed bin Eyyûb, Bağdat'ta Hâris bin
Ebî Üsâme ve İsmâil el-Kâdî, Basra'da Hişâm bin Ali, Mekke'de Ali bin Abdülazîz ve daha
birçok âlimden ilim öğrendi ve hadîs-i şerîf dersleri aldı. Kendisinden de Ebû Ali el-Hâfız,
Ebû Bekr el-İsmâilî, Ebû Ahmed el-Hâkim, Ebû Abdullah el-Hâkim, Muhammed bin İbrâhim
el-Cürcânî ve daha pek çok âlim ilim tahsil etti ve hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundular.
Ahmed bin İshak, ilim öğrenmek ve öğretmek için çok yer dolaştı. Hadîs-i şerîfte derin, fıkıh
ilminde derecesi yüksek, elli sene fetvâ veren, âbid (çok ibâdet eden), sâlih, aklı ve görüşü
kuvvetli bir âlimdir. Hadîs, fıkıh ve akâid (kelâm) ilminde, bir çok meseleyi içine alan
kitaplar yazdı. İnsanlar, kendinden ve eserlerinden çok istifâde ettiler.
Muhammed bin Hamdûn şöyle anlatıyor: Ebû Bekr bin İshak ile senelerce sohbet ettim.
seferde olsun veya olmasın, hiçbir zaman gece namazını terkettiğini görmedim.
Hakîm en-Nişâbûrî şöyle bildiriyor: "Aklı ve re'yi (görüşü) darb-ı mesel olmuştur.
Fetvâlarında şüpheli hiçbir şeye rastlanmadı. İlmine kitapları delîldir. Çok güzel namaz
kılardı. Ezân ile ikâmet arasında çok duâ eder, sonra ağlardı."
Yine Hakîm şöyle anlatıyor: Sıbgî'ye, İbn-i Abbâs'dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîften suâl
ettiler. İki kişi Resûlullah efendimiz ile namaz kıldı. Resûlullah onlara; "Abdestinizi iâde
ediniz!" buyurdular. İki kişi sebebini sorduklarında, Resûlullah efendimiz; "Falan kişiyi
gıybet ettiniz." buyurdular. Sıbgî bu konuda; "O iki kişiye abdestin emredilmesi,
mâsiyetlerine keffâret ve günahlarının temizlenmesi içindi. Zîrâ Resûlullah efendimiz;
"Abdest hatâları giderir." buyurdular.
Kendisi şöyle anlatıyor: Fedâîl kitabını yazmağa başladığım zaman, şöyle bir rüyâ gördüm:
Bahçeli bir evde bulunuyordum. Bahçeye çıkmak istedim. O sırada hazret-i Ebû Bekr
göründü. Benimle kucaklaştı. Yüzümü öptü ve bana duâ etti. Kitabı bitirince şöyle bir rüyâ
daha gördüm: Bir evin önünde bulunuyordum. Evden, Resûlullah efendimiz ile yanında
hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman veya hazret-i Ali (r.anhüm) göründüler.
Hepsinin dört kişi olduklarını iyi hatırlıyorum. Yaklaşıp Resûlullah efendimize selâm verdim.
Selâmımı aldılar. Sonra hazret-i Ebû Bekr'e yaklaştım. Gözlerimin arasından öptü ve; "Allahü
teâlâ sana, Peygamberi ve bizim tarafımızdan hayırlı karşılıklar versin!" buyurdu. Sonra
yüzüğümü parmağımdan çıkarıp, Resûlullah efendimizin mübârek parmağına taktım. Sonra
diğer zâtların parmaklarına da taktım. Sonra: "Yâ Resûlallah! Bu yüzüğün bereketi büyük
oldu. Zîrâ parmaklarınıza takıldı." dedim. O sırada uyandım.
Yazmış olduğu eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) Kitâb-ül Esmâ ves-Sıfât, 2) Kitâb-ül-Îmân vel-Kader, 3) Kitâbü
Fedâil-il-Hulefâ-il-Erbe'a.
1) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.3, s.9
2) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.361
3) El-A'lâm; c.1, s.95
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.160
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.365

AHMED BİN İDRİS


AHMED BİN İDRÎS;
İdrîsiyye tarîkatının kurucusu. Evliyânın büyüklerindendir. İsmi Ahmed bin İdris Hasenî,
künyesi Ebü'l-Abbas'dır. Hazret-i Hasan soyundan yâni şerîflerdendir. 1758 (H.1172)'de
Fas'ın Atlantik sâhilindeki Arâiş bölgesinde bulunan Meysûr'da doğdu. 1837 (H. 1253)'de
Yemen'in Subye köyünde vefât etti.
Ahmed bin İdrîs; uzun boylu, beyaz yüzlü, ince yapılı, zarîf, iri gözlü bir zâttı. Fas'ta pek çok
hocadan ilim tahsîl etti. İlimde üstün bir dereceye yükseldi. Hocalarının icâzet, yetki vermesi
üzerine dersler vermeye başladı.
Ahmed bin İdrîs'in, Şenkît âlimlerinden Allâme Müceydirî isminde bir hocası vardı. Bu zât
zaman zaman Fas'a gelirdi. Fas'ta ikâmeti esnâsında, Ahmed bin İdrîs onun yanına gider, bâzı
hadîs-i şerîf ve fıkıh kitaplarını mütâlaa ederdi. Bir gün Müceydirî yine Fas'a geldi. Ders
okuttu. Bâzı kitaplar tamamlanmadı. Şenkît'e döneceği zaman Ahmed bin İdrîs ona;
"Efendim! İzin verirseniz zât-ı âliniz ile birlikte geleyim. Geri kalan okuyamadığım yerleri
okumuş olurum." dedi. Müceydirî o zaman; "Hocamdan senin için izin alıncaya kadar sabret.
O zaman olur." buyurdu. Ahmed bin İdrîs hayretle; "Efendim siz büyük bir âlimsiniz. Bu
hâlinizle hocanız mı var?" dedi. Müceydirî de; "Evet, hocam Abdülvehhâb Tâzî'dir."
buyurdu. Ahmed bin İdrîs, söylenen bu zâtın büyük bir âlimin hocası olabileceğine çok şaştı.
Çünkü onu kendi hâlinde, zikr ehli, yaşından dolayı hürmet gören bir zât bilirdi. Aradan az
bir zaman geçtikten sonra Müceydirî; "Hocam sizin benimle Şenkît'e gitmenize izin vermedi.
Onu bana getir, buyurdu." dedi.
Berâberce Abdülvehhâb Tâzî'nin huzûruna gittiler. Ahmed bin İdrîs o zaman onun görünüş
vakar ve hallerinden velî bir zât olduğunu anladı. Huzûrunda edeble durdu. Abdülvehhâb
Tâzî ona; "Nerede o boşa geçen günlerin." buyurup, ders okuttuğu zamanlarını hatırlattı.
Daha sonra da kendisine tasavvuf yolunun edebini öğretti. Ahmed bin İdrîs bundan sonra
talebe olup her gün sohbetinde bulunmaya başladı.
Bir süre sonra, huzurundayken Abdülvehhâb Tâzî; "Şimdi hocan Müceydirî vefât etti."
buyurdu. Ahmed bin İdrîs; "Nereden anladınız efendim?" diye sorduğunda Abdülvehhâb;
"Falan zamanda Şenkît'den bir kâfile çıktı. O onun vefât haberini getirir." buyurdu. Dediği
gibi gelen kâfile Müceydirî'nin vefât haberini getirdi.
Ahmed bin İdrîs, Abdülvehhâb Tâzî hazretlerinin sohbetleri ve tasarrufları ile Magrib'de
yetişen âlim ve velîlerin en büyüklerinden oldu. Çok kerâmetleri görüldü. Onun en büyük
kerâmeti uyanık hâlde iken de Resûlullah efendimizi görmesi ve O'ndan şifâhen salevât-ı
şerîfeleri öğrenmesiydi. Kendisi şöyle anlatır:
Bir defâsında Resûlullah efendimizi gördüm. Yanında Hızır aleyhisselâm da vardı.
Peygamber efendimiz Hızır aleyhisselâma, bana Şâziliyye yolunun dersini (edebini)
öğretmesini emrettiler. O da bana Resûlullah'ın huzûrunda nasıl olunacağını öğrettiler. Daha
sonra Peygamber efendimiz, Hızır aleyhisselâma sevâbı daha çok olan zikir, salevât ve
istigfârları öğretmesini buyurdu. O zaman Hızır aleyhisselâm; "Onlar hangileridir yâ
Resûlallah?" diye suâl etti. Peygamber efendimiz; "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah
fî külli lemhatin ve nefesin adede mâ vese'ahü ilmüllah..." diye üç defâ, sonra da;
"Külillâhümme innî es'elüke bi nûr-i vechillah-il-azîm." sonra da; "Estagfirullah el-azîm
el-kerîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm Gaffâr-üz-zünûb. Yâ zel-celâli vel-ikrâm."
diye buyurdular. Sonra da Peygamber efendimiz bana; "Ey Ahmed! Yer ve göğün hazînelerini
sana verdim. O da bu zikir, salevât ve istigfârdır." buyurdular. Çok iltifât ve teveccühlere
mazhar oldum.
İnsanlar her taraftan gelip sohbetine katılıyorlardı. Âlimler ve fazîlet sâhipleri devamlı olarak
dersini tâkib ederlerdi. İlim ve irfandaki şöhreti her yere yayıldı. 1798 senesinde Mısır'a,
oradan da Mekke-i mükerremeye gitti. Otuz sene kadar orada ikâmet etti. Medîne-i
münevvere ve Taif'te bulundu. Bulunduğu yerde, derslerine devâm eden insanlara ilim ve
edeb öğretti. Onlara dünyâ ve âhiret saâdetinin yolunu gösterdi. Daha sonra Yemen'e gitti.
Zebîd, Maha ve meşhûr bir köy olan Subye'de ikâmet etti.
Ahmed bin İdrîs, Yemen'in Zebîd şehrine geldiğinde, Zebîd müftüsü Seyyid Abdürrahmân ve
şehrin ileri gelen âlimleri, sabah akşam onun kurduğu ilim meclisine gidip gelmeye
başladılar. Sohbetini dinleyip, çeşitli meseleler sordular. Ahmed bin İdrîs, sorulan sorulara,
gönüllere ferahlık verecek şekilde cevaplar verdi. Seyyid Abdürrahmân ile iki âlim arkadaşı,
onu imtihan etmek üzere aralarında anlaşıp, tefsîr ve hadîs ilminden zor sorular tesbit edip bir
kâğıda yazdılar. "Eğer suâllerimize cevap verirse, onun büyük olduğunu anlarız." dediler.
Sonunda Ahmed bin İdrîs'in ilim meclislerine gittiler. Ahmed bin İdrîs onları karşıladı ve o
daha bir şey söylemeden, Seyyid Abdürrahmân'a; "Yanındaki suâller yazılı kâğıdı çıkar.
Birinci suâl falanın, ikinci suâl senindir." buyurarak, herbirine hiç zorlanmadan birbirinden
güzel ve akılları hayrette bırakan cevaplar verdi. Hepsi onun keşfine şaştılar. Sanki Ahmed
bin İdrîs soruları hazırlarken yanlarında bulunmuştu. O zaman onun fazîlet ehli, Allahü
teâlânın velî bir kulu olduğunu anladılar ve ona teslim oldular.
Bir gün meclisine, başlarında reisleri Kâdı Hasan Ahmed olduğu hâlde bir kısım âlim geldi.
Ahmed bin İdrîs'e çeşitli ilimlerde çeşitli meseleler sordular. O da her birine akla hayâle
gelmeyen çok güzel cevaplar verdi. Daha sonra o âlimler meclisten ayrıldılar ve Ahmed bin
İdrîs'in sözlerini beğendiklerini ifâde ettikten sonra; "Lâkin biz bu konuda falan âlimin
sözünü tercih ediyorduk." dediler. Reisleri Kâdı Hasan onlara; "Gelin hep birlikte duâ edelim
ve Allahü teâlâ Ahmed bin İdrîs'in söylediklerinin mi yoksa falan âlimin dediklerinin mi hak
olduğunu bize bildirsin." dedi. Hepsi kabûl edip, Allahü teâlâya duâ ettiler. O gece içlerinden
biri, rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. İhtilaf ettikleri meseleleri arzedip; "Yâ
Resûlallah! Falan âlimin sözlerine tâbi olayım mı?" diye sordu. Resûlullah da; "Onun
sözlerinden Kitâba ve sünnetime uyan sözlerine tâbi ol." buyurup sözlerinden hangilerine
uyacağını tek tek saydı. Daha sonra da; "Yâ Resûlallah Seyyid Ahmed İdrîs hakkında ne
buyurursunuz? Onun dediğine tâbi olayım mı?" dedi. O zaman Resûlullah efendimiz;
"Sübhânallah. O benim sünnetime uygun konuşur. Ona tâbi ol." buyurdu. O âlim sevinçle
uyandı. Gidip diğer arkadaşlarına rüyâsındakileri anlattı. Hep birlikte Ahmed bin İdrîs'e gidip
rüyâyı anlattılar. O zaman Ahmed bin İdrîs; "Sizin için hakîkatı ortaya çıkaran Allahü teâlâya
hamd ederim." buyurdu.
Ahmed bin İdrîs hazretleri gittiği yerlerde yüzlerce talebe yetiştirdi. Bu talebelerini dünyânın
her tarafına göndererek asrının hidâyet güneşi oldu. Bir çok âlim onun üstünlüğünü
bildirdiler. Talebelerinin en büyüklerinden olan Şeyh İbrâhim Reşid, hocası hakkında şöyle
demektedir:
"Hocamın ilim meclislerinde bulundum. Her gün, biri sabah namazından sonra öğleye kadar,
diğeri ikindiden sonra olmak üzere iki meclis teşekkül ederdi. Hocam âyet-i kerîmelerdeki
esrâr ve incelikleri anlatır, akılları hayrette bırakırdı. Âlimler, müftüler, eşrâf ve pek çok
kimse dersini dinlerdi. Bâzan kısa bir âyet-i kerîmenin tefsîri günlerce sürerdi. Hocam; "Nûh
aleyhisselâmın ömrü kadar ömrüm olsa, bu âyet-i kerîmenin tefsîrini yine bitiremem."
buyururdu."
İbrâhim Reşid hazretleri hocası Ahmed bin İdrîs hazretlerinin pekçok kerâmetini de
anlatmıştır. Nakleder ki:
"Sudan'da idim. Daha o zamanlar babam, Kâdı Sâlih Reşîdî'nin terbiye ve himâyesinde idi.
Büyük kardeşim benim yanıma gelip, gördüğü bir rüyâyı anlattı: "Vefât eden hanımımı
rüyâmda gördüm. Ona; Allahü teâlâ sana ne muâmele yaptı? diye sordum. O da; Allahü teâlâ
biz mevtâları bir yere topladı ve bize, siz sevdiğim bir zât olan Ahmed bin İdrîs'in zamânında
yaşadınız. Onun sebebi ile sizleri magfiret ettim, buyurdu, dedi." Biz o zamanlar Sudan
topraklarında, Ahmed bin İdrîs de Yemen'deydi. Aramızda uzun mesâfeler vardı. Üstelik biz
kendisini tanımıyor ve ona talebe de olmuş değildik. Sâdece ismini duymuştuk. Çok sonraları
kendilerini tanımak ve talebesi olmakla şereflendik. O zaman bu rüyâyı kendilerine arzettim.
Mahcûbiyetle; doğrudur, buyurdu."
Talebeleri anlatırlar: Hocam ve birkaç kişi, bir gün Magrib sokaklarından birinde yürürken,
sultânın adamlarının, bir mazlûmu yakalayıp, ellerini kollarını bağlayarak götürdüğünü
gördük. Mazlumun kurtulması mümkün değildi. Hocam Ahmed bin İdrîs bize dönüp; "Sizde
bunun kurtuluşu için bir yol var mıdır?" diye sordu. Biz de olmadığını söyledik. O zaman;
"Şimdi Allahü teâlâ bakalım ne gösterecek." buyurdu ve sultânın adamlarına dönüp;
"Bağlarını çözünüz." buyurdu. O esnâda o adamcağızın ellerindeki ve boynundaki bağlar
çözülüp yere düştü. Sultânın adamları öteye beriye dağıldılar. Mazlum da böylece kurtulmuş
oldu.
Talebelerinden biri şöyle anlatır: Mekke-i mükerremede hac farîzasını edâ ettikten sonra,
şiddetli bir hastalığa tutuldum. İhtiyâcımı görecek kadar bile ayağa kalkamıyordum. Bu hâl
üzere öleceğimden çok korktum. O hâlde Allahü teâlâya duâ edip, Ahmed bin İdrîs'in
rûhâniyetinden yardım istedim. O anda uyudum. Karşımda Ahmed bin İdrîs'i gördüm. Ben bir
divanda sırt üstü yatıyordum. O yanımda durdu. Bana; "Senin ilâcın Zemzem suyu ve
ameliyat." buyurdu. Tâkatim hiç yoktu. Beni ameliyat etti. Çok terledim. Hattâ divandan
yerlere terler damladı. O esnâda uyandım. Kendimi yokladığımda bir dinçlik hissettim. Ayağa
kalkıp yürümeye başladım. Hocamın bereketiyle şifâ buldum.
Günler sonra tekrar hastalandım. Tekrar hocamı vesîle ederek yardım istedim. Rüyâmda onu
yüksek bir mekânda, büyük bir çadır içinde tek başına oturur gördüm. Selâm verdim. Bana;
"Otur." buyurdu. Huzûrunda oturunca: "Sen ölümden korkuyorsun değil mi?" buyurdu. "Evet
efendim." dedim. Bir kâğıt alıp üzerine iki satır hâlinde, birinci satıra, ömrün seksen seneye
ulaşmadan ölmezsin, ikinci satıra da inşâallah âriflerden bir zât olursun, diye yazdı. Sonra o
kâğıdı bana verdi ve; "Oku." buyurdu. Ben de okudum. Bu hususta Allahü teâlâya şükrettim.
Sonra da Resûlullah efendimizi göremediğimi hatırlayıp, görmekle şereflenmek istediğimi
arzettim. O zaman; "Otur, görmene yardımcı olayım." buyurdu. O esnâda karşımda sırasıyla;
hazret-i Ali, hazret-i Osman, hazret-i Ömer, hazret-i Ebû Bekr ile Peygamber efendimizi
gördüm. Sonra uyandım. Gördüğüm rüyâ sebebiyle çok sevinçliydim. Sonra Mekke-i
mükerremeden Yemen'e gittim. Subye şehrinde hocam Ahmed bin İdrîs'e kavuştum. Birinci
günün gecesi, rüyâmda nûrlara gark olduğumu gördüm. Nûrun çokluğu sebebiyle kendimden
geçtim. Uyandığımda vücûdum titriyordu. Daha sonra hocamdan İdrîsiyye yolunun edebini
öğrendim. Bana: "Bizim yolumuza giren, yüce maksada kavuşur. Allahü teâlâyı tanır."
buyurdu.
Ahmed bin İdrîs bir kısım talebelerine bir yere gitmelerini emretti. İçlerinden birini de, sünnet
üzere, emîr, başkan yaptı. Onlar da yola çıktılar. Cidde'ye yaklaştıklarında azıksız ve parasız
kaldılar. Onların emîri gece rüyâsında Ahmed bin İdrîs'i gördü. Ahmed bin İdrîs kendisine bir
mektup verip; "Bunu al, Allahü teâlânın izniyle yoluna devâm et." buyurdu. O da alıp cebine
koydu. Sabahleyin emîr olan kişi rüyâsını hatırlayıp arkadaşlarına anlattı. Elini de cebine
soktu. Oradan bir mektup çıkardı. Mektubun üzerinde zorluk ve sıkıntı zamanlarında okunup
da faydası görülen "Rabbi yessir velâ tüassir Rabbi temmim bilhayr. Yâ Kerîm" duâsı
yazılıydı. Hepsi buna çok sevindiler. Sonra okuyup yollarına devâm ettiler. Hiçbir sıkıntı
görmeyip arzu ettikleri her şeye kavuştular.
Talebelerinden biri anlatır: Birgün Medîne-i münevverede bir yerde oturmuştuk. O esnâda
başımızın üzerinde bir grup kuş uçmaya başladı. Hâl sâhibi bir arkadaş; "Bu kuşları
hocamızın ismini söyleyerek çağırsak, hepsi yanımıza gelirler." dedi. Öyle söylediler.
Kuşların tamâmı orada bulunanların ellerine kondular.
Ahmed bin İdrîs bir gün katırına binerken, üzengi demiri kırılıverdi. Hizmetçisine emredip,
onu tâmir için demirciye gönderdi. Demirci o parçayı yumuşaması için ateşe attı. Bir müddet
ateşte kaldıktan sonra demiri çıkardı. Demire, ateşin hiç tesir etmediğini gördü. Ne yaptı ise
de bir fayda etmedi. Hizmetçi gidip durumu Ahmed bin İdrîs'e anlattı. O da; "Ben, Allahü
teâlânın zaîf bir kuluyum. Allahü teâlâ bana komşu olandan ateşin yakıcılığını kaldırdı. Şu
mübârek beldelerdeki komşularım elbette kurtulurlar." buyurdu. O mecliste onun yakınında
olanların bir fayda görmeyeceğine inanan biri vardı. Bu hâdiseden ibret alıp, ona yakın
olanların kurtulacağını anladı ve komşu hukûkunu öğrenmiş oldu.
İbrâhim Reşîd, bir arkadaşından şöyle anlattı: Seyahate çıkmıştım. Bir çölde mahsur kaldım.
Hava çok sıcaktı. Güneş her tarafı kavuruyordu. Açlık ve susuzluktan öleceğimi anladım.
Çâresizlikle yol kenarındaki bir ağaca yaslandım. Orada kendim için bir yer hazırladım ve;
"Herhâlde burası kabrim olacak." dedim. Sonra Hocam Ahmed bin İdrîs'in şu sözünü
hatırladım:
"Bizim bir talebemiz garbta olsa, biz de şarkta olsak ve bizden yardım istese, yardımına
koşarız."
Bu hâlimle ona sığınıp yardım istedim. Ağaç kenarında sırt üstü yatmış ve yüzümü elbisemin
bir parçasıyla örtmüştüm. O esnâda bir ses duydum. Yüzümü açtım. Ağacın bir dalında, bir
torbada iki çörek ve bir karpuz gördüm. Kendi kendime hayâl görüyorum deyip, örtüyü
yüzüme çektim. Bu yerde bana kim ekmek ve karpuz verecekti. Ölüme iyice yaklaştığımı
anladım. O zaman içimden; "Gördüğüm hakîkat olmasın?" diye geçti. Tekrar örtüyü açtım.
Karpuz ve çörekler olduğu gibi duruyordu. Derhal kalkıp torbayı aldım. Çörekler fırından
yeni çıkmış gibiydi. Karpuz serin ve tatlıydı. Çörekleri ve karpuzu yedim. Doydum ve
karpuzun suyuyla, suya kandım. Yeniden güç kuvvet bularak yoluma devâm edip
memleketime vardım.
Ahmed bin İdrîs'in talebelerinden biri, Mekke-i mükerremede vefât etti. Onu Muallâ
kabristanlığına defnettiler. Defin esnâsında orada bulunan keşf sâhibi bir talebe, Azrâil
aleyhisselâmın Cennet'ten bir yaygı ve büyük kandiller getirdiğini ve kabri göz alabildiğine
genişlettiğini gördü. Bu hâle gıpta edip; "Keşke, öldüğümde benim için de Rabbim böyle bir
ikrâmda bulunsa." dedi. O zaman Azrâil aleyhisselâm; "Sizden herbiriniz, Allahü teâlânın
sevgili kulu olan hocanız Ahmed bin İdrîs'in devamlı okumuş olduğu salevât-ı şerîfeler
bereketiyle böyle ikrâm ve ihsânlara kavuşacaksınız." buyurdu. O büyük salevât da şöyledir:
"Allahümme innî es'elüke bi nûri vechillahil azîm. Ellezî melee erkân'el azîm bi kadri
azameti zâtillahil azîm fî külli lemhatin ve nefesin adede mâfî ilmillahil azîm salâten
dâimeten bi devâmillahil azîm, Ta'zîmen li hakkıke yâ Mevlânâ yâ Muhammed yâ zel hulukil
azîm ve sellim aleyhi ve alâ âlihî mislü zâlike vecma' beynî ve beynehû kemâ Cema'te
beyner'rûh-ı ven-nefsi zâhiren ve bâtınen yakazaten ve menâmen. Vec'alhü yâ Rabbi rûhan
lezzâtî min cemî'il vücûhi fid-dünyâ kablel âhira yâ Azîm."
Subye'de dokuz sene Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara öğretmekle meşgul olan
Ahmed bin İdris hazretleri 1837 senesinde vefât etti. Aynı yerde defnedilmiş olup kabri
ziyâret mahallidir.
Ahmed bin İdrîs hazretleri yüzlerce talebe yetiştirdi. İçlerinden birçoğu zamânın büyük
âlimlerinden oldular. Yetiştirdiği âlimlerden bâzıları: Zebîd müftüsü Seyyid Abdürrahmân
bin Süleymân Ehdel, Medîne-i münevverede zamânının büyük hadîs âlimi Şeyh Muhammed
Âbid Sindî, din ve fen âlimi Muhammed Senûsî, Magrib evliyâsından Şeyh Arabî Derkâvî,
Seyyid Ebi'l-Abbâs Ahmed Tîcânî, Şeyh Muhammed Meczûb Sevâskinî, Şeyh İbrâhim
Reşîd'dir.
Ahmed bin İdrîs'in yazdığı eserlerin bâzıları şunlardır: 1) Risâlet-ül-Esâs, 2)
Risâlet-ül-Kavâ'id, 3) Rûh-üs-Sünne, 4) El-Ikd-ün-nefîs fî Nazm-i Cevâhir-it-Tedrîs, 5)
Es-Sülûk, 6) Kitâb-ül-Ahzâb, 7) Kimyâ-ül-Yakîn.
D1<A%&&#$%$)$&&#")"&&;1+$%$)7
Bir gün Ahmed bin İdrîs, Fas şehrinin kapısına gelmişti. O esnâda sultânın adamlarının, gelen
geçen fakirlerin sebze ve meyvelerinden, haksız yere vergi aldıklarını gördü. Fakir fukarâ
çâresizlikle; "İnşâallah Allahü teâlâ bize bir yardımcı gönderir." diyorlardı. O zaman Ahmed
bin İdrîs, hiçbir menfaat gözetmeden, sâdece Allahü teâlânın rızâsı için duruma müdâhale
edip, yanlarına vardı ve; "İçinizden cesur birisini bana getirin." buyurdular. Ortaya birisi çıktı.
Ona; "Şimdi sen sultânın yanına git. Ona müslüman fakirlere yapılan bu zulmü kaldırmasını
söyle ve; bunda senin için hayır vardır. Eğer böyle yapmaz isen başına geleceklere râzı ol! de.
Yalnız benim ismimi söyleme diye tembih etti. O kişi de sultana gidip onun söylediklerinin
aynısını iletti. Sultan bunları duyunca başını öne eğip bir müddet düşündü. Daha sonra başını
kaldırıp; "Seni kim gönderdi?" diye sordu. O haberci de; "Bunu söyleyemem zîrâ bana ismini
gizli tutmamı söyledi." dedi. Sultan; "İsmini söyle, istediğin her şeyi vereceğim ve malları
alınan fakirlerin mallarını iâde edeceğim. Yalnız benim de bir isteğim var. Bâzı kabîleler
bana isyân ettiler. Onları itâat altına almak için bir ordu hazırladım. Onların ıslâhı ancak
itâatim altına girmeleriyledir." dedi. Haberci gidip durumu Ahmed bin İdrîs'e anlattı. O,
haberciyi tekrar gönderdi ve sultâna; "İstediğin olacak duâ ediyoruz." dediğini bildirmesini
söyledi. Çok geçmeden, âsîler Ahmed bin İdrîs hazretlerinin duâsıyla sultâna itâat ettiler. Her
taraf huzûra kavuştu.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.158
2) El-A'lâm; c.1, s.95
3) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.341
4) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.186
5) Îzâh-ul-Meknûn; c.2, s.111,263,396
6) Sefînetü'l-Evliyâ; c.1, s.249
7) Sufi Orders in İslâm; s.117-121
8) Tıbyânu Vesâili'l-Hakâyık; c.1, s.66

8 Haziran 2013 Cumartesi

Böceğin Rızkı

Böceğin Rızkı

Hazret-i Süleymân (a.s.) bir gün, deniz kenârında oturmuşlar idi. Bir karıncanın geldiğini gördü. Ağzında bir yeşil yaprak tutardı. Deniz kenârına ulaşdı. Sudan bir kurbağa çıkdı. O yaprağı karıncadan alıp, denize döndü. Karınca geri döndü.
Karıncadan sordular ki,
- Bunun hikmeti nedir.
Karınca cevâb verdi ki,
-Bu deryânın ortasında, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir taş halk etmişdir. O taşın içinde bir böcek halk etmişdir. Beni onun rızkına sebeb etmişdir. Ben her gün o nesneyi, ona yetecek kadar rızkı getiririm. Deniz kenârına ulaşdırırım. Allahü teâlâ hazretlerinin, kurbağa sûretinde yaratdığı bir meleği o rızkı benden alır, o böceğe verir. O böcek, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile, fasîh dil ile söyler ki;
-Sübhânallah ki, beni halk etdi, deniz ortasında ve taş arasında bana mekân verdi. Benim rızkımı unutmadı. İlâhî, ümmet-i Muhammedi ümîdsiz etme!

Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı

Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı?

Hep hikmetli konuşan Lokman Hekim’in derisi siyah, dudakları da kalınmış. Değerli sözlerini duyarak hayranı olan biri bir gün bakmış ki hayalinde büyüttüğü Lokman, siyah yüzlü, kalın dudaklı biri. Şaşkınlıkla yüzüne bakarken Lokman Hekim, adamın içinden geçenleri sezmiş olacak ki, şöyle çıkışmış:
– Birader, neden öyle şaşkın bakıyorsun? Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı?
Sonra da ilave etmiş.
– Bak, demiş, benim ne yüzümün siyahlığında, ne de dudaklarımın kalınlığında bir tesirim vardır. Onları Yaratan öyle yaratmış, öylesine uygun görmüş. Benim tercihim değil...
Evet, insanların yüz güzelliği, yahut da çirkinliğiyle kendilerine bir pay çıkarmaları son derece yanlıştır. Ne güzellikte bir etkisi vardır, ne de çirkinlikte. Her ikisini de yaratan ve layık gören Allâh-ü azimüşşandır. İnsan kendi iradesiyle kazandığından sorumludur.

Kaynak: Yeni aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları

AHMED BİN İBRÂHİM EL-VÂSITÎ


AHMED BİN İBRÂHİM EL-VÂSITÎ;
Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Ahmed bin İbrâhim bin Abdurrahmân bin Mes'ûd
bin Ömer el-Vâsıtîdir. 1258 (H.657) senesinde Vâsıt şehrinin doğusunda bulunan Fânus
köyünde doğdu. 1311 (H.711)'de Dımeşk'da (Şam) vefât etti. Kâsiyûn Dağının eteğinde
defnedildi. Şeyh-ül-Hızâmiyye el-Vâsıtî diye meşhur oldu. İlim öğrenmek için pekçok şehri
dolaştı. Birçok defâ Mekke-i mükerremeye gidip hac yaptı. Bu yolculukları esnâsında fıkıh,
hadîs ve siyer âlimlerinden birçok zât ile karşılaştı. Onlardan ilim öğrendi. Mısır'a sonra da
Şam'a gitti.
Allahü teâlâ ona, daha küçük yaşta iken hakkı, doğruyu öğrenmeyi ve muhabbeti, sevgiyi
nasîb etti. Bid'atten ve sapık yolda bulunanlardan nefret ederdi. Vâsıt'ta, Şeyh İzzeddîn
el-Fârûtî ve diğer fıkıh âlimleri ile sık sık bir araya gelir, onlarla Şâfiî fıkhından bâzı şeyleri
okurdu. Fıkıh ve hadîs ilimlerinde pek çok şey öğrendi. Sonra Bağdat'a geldi. Orada fıkıh
âlimlerinden bir tâife ile sohbet etti. Hacca giderek, Mekke'de âlimlerden bir cemâatle
görüştü. Oradan Mısır'a gelerek, bir müddet Kâhire'de ikâmet etti. Günlerini fıkıh âlimleri
arasında geçirdi. Buna rağmen kalbinde bir boşluk hissediyordu. İskenderiyye'de Şâziliyye
tarîkatına mensup kimselerle buluştu. Onların yanında, aradığı mârifet nûrlarına ve
latîfelerine kavuştu. Kalbinde muhabbet ve bu yola sülûk edip girmek arzusu çoğaldı. Onların
tarîkatına girmekle ve gösterdikleri yolda bulunmakla iktifâ etti, yetindi. Sonra Şam'a geldi ve
"Siyer-i Nebî" ilmi üzerinde çok mütâlaada bulundu. İbn-i İshak'ın Siyer'ine İbn-i Hişam'ın
yaptığı şerhi çok okudu. Onu hülâsa edip kısalttı. Aynı zamanda, hadîs, sünnet ve eserlere
(sahâbe haberlerine) âit kitapları mütâlaa etti. Sünnet-i seniyyeye sarılmaya, usûl ve fürû'
bilgilerini öğrenip yazmaya ehemmiyet verdi. Karşılaştığı ve daha önce aralarında bulunduğu
bid'at ehline, îtikâdı bozuk olanlara karşı reddiyeler, cevap olan eserler yazmaya başladı. Bu
sapıklardan bâzıları o kadar ileri gitmişlerdi ki, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymayı bile
terkedip, farzları yapmıyorlar ve utanıp sıkılmadan haram işliyorlardı. Hanbelî mezhebinde
olan müslümanları bu bid'atlerden korumak için Hanbelî mezhebine geçti ve sonra bu
mezhebe âit eserleri okutmaya ve yaymaya başladı. Şeyh Mecdüddîn-i Harrânî hazretlerinin
Kâfî adındaki eserini çok okurdu. Onun bu eserini bir cilt hâlinde El-Belâga adı ile muhtasar
olarak yazdı.
Ahmed-i Vâsıtî, tasavvufu öğrenmek ve bu yola bağlanmak isteyenlerin en çok faydalandığı
kimselerden birisi olup, eserleri de çok faydalıydı. Tasavvuf ve hadîs ehlinden çok kimseler,
ondan faydalanmışlardı. Hattâ bid'at ehlinden, Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolundan
ayrılan birçok kimseler, bunun eserlerini okuyarak bozuk îtikâdlarından ayrılmışlardı.
Berzâlî, Mu'cem'inde ondan bahsederek diyor ki:
"O, sâlih ve mârifet ehli bir zâttı. Çok ibâdet ederdi. Dünyâlık şeylerden kesilmiş olup, dünyâ
ehli ile bulunmaktan çok sıkılırdı. Kimseden bir şey kabûl etmezdi. Tasavvuf ilmi hakkındaki
sözleri ve yazıları gâyet doğru ve sağlamdı. O, Allahü teâlânın yoluna dâvet eden büyük bir
zâttı. Çeşitli eserleri yazarak, satıp geçimini temin ederdi. Tasavvufa dâir ve bid'at ehline
cevap teşkil eden birçok risâleler yazdı. Sünnet-i seniyye ile Selef-i sâlihînin, Eshâb-ı kirâm,
Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden olan âlimlerin gösterdiği Ehl-i sünnet ve cemâat yoluna dâvet eden
yüksek bir âlimdi. Sıfat-ı zâtiyye hakkında, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru îtikâdı
bildirdi. Peygamber efendimiz ve Eshâbı nasıl bildirdi ise, öyle açıkladı. Onun sohbetlerinde
bulunan kimseler çok faydalandılar. Dımeşk'ta onun gösterdiği yolda bulunan ve onun gibi
olan bir âlimi tanımıyorum."
Zehebî ve Berzâlî buyurdular ki:
"Bizim üstadlarımızdan, hocalarımızdan birçok kimseler ve diğer âlimler ondan hadîs-i şerîf
dinledi. Çeşitli ilimlerde mütehassıs bir âlimdi. Eserlerindeki ibâreler sağlam ve çok güzeldir.
Anlayışı kuvvetli, hattı, yazısı gâyet güzeldi. Vakitlerini zikir, ibâdet, eser yazmak, mütâlaada
bulunmak ve tefekkürle geçirirdi. Allahü teâlânın sevgi ve muhabbetine kavuşmuştu.
Tecelliyât-ı ilâhiyyenin ve envar-ı kalbiyyenin zevklerine kavuşan bir umman gibiydi.
İnsanlardan uzak yaşar, sevdikleriyle ve istifâde etmek isteyenlerle görüşürdü."
Eserlerinin başlıcaları şunlardır:
1) İrşâd-ül-Müslimîn li Tarîkati Şeyh-il-Müttekîn: Basılmış bir eserdir. 2) Şerhu
Menâzil-is-Sâirîn: Tamamlayamamıştır. 3) El-Belâga Vel-İknâ fî Halli Şühbeti
Mes'elet-is-Simâ' Fil-Fıkh: Kâfî kitabının muhtasarıdır. 4) Medhalü Ehl-il-Fıkhı
vel-Lisâni ilâ Meydan-il-Muhabbeti vel-İrfân. 5) Miftâhu Tarîk-ıl-Muhibbîn ve
Bâb-ül-Ünsi bi-Rabbil-âlemîn.
1) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile; c.2, s.358
2) Ed-Dürer-ül-Kâmine; c.1, s.91
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.6, s.24
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.139
5) El-A'lâm; c.1, s.86
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.353
7) Brockelman; Sup.1, s.203

AHMED BİN İBRÂHİM MESÛHÎ


AHMED BİN İBRÂHİM MESÛHÎ;
Bağdat'ta yetişen evliyânın meşhûrlarındandır. Künyesi Ebü'l-Esrâr veya Ebû Ali'dir. Lakabı
Ümmüddîn'dir. Bağdat ile Basra arasında bir yer olan "Mesûh"a nisbetle Mesûhî nisbesiyle
meşhurdur. Doğum târihi bilinmemektedir. 893 (H.280) senesinde vefât etti. Kabri
Mesûh'dadır. Tasavvufta yetişmiş üstün hâller ve kerâmetler sâhibi bir evliyâydı. Evliyânın
meşhurlarındanSırrî Sekâtî ile sohbet etmiştir. Sırrî Sekâtî'den ve HasanMesûhî'den bâzı
sözler nakletmiştir.
Bir defâsında hacca gitmek üzere yola çıkmıştı. Yanında ayakkabısı, bir yemek kabı ve ihramı
vardı. Herkes yanına su aldığı hâlde o almamıştı. Bağdat'tan yola çıkarken içtiği bir bardak su
ile çölü aşarak Mekke'ye ulaştı.
Kimseden bir şey istemez, yolda bir şey yemez ve içmezdi. Elinde bulunanı da fakirlere
sadaka olarak verirdi.
Buyurdu ki: "Kime istemeden helâl bir şey verilir de muhtaç olduğu hâlde kabûl etmezse,
Allahü teâlâ o kimseyi almadığı şeyin benzerini istemeye muhtaç eder."
1) Nefehât-ül-Üns; s.95
2) Nefehât-ül-Üns (Osmanlıca); s.146
3) Tabakât-ı Ensârî; s.214
4) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.211
5) Sıfat-us-Safve; c.2, s.275
6) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.57

7 Haziran 2013 Cuma

Boşa Yorulmuş

Boşa Yorulmuş

Râbia-tül Adeviyye, bir gece, evinde geç vakitlere kadar namaz kılarken hasırın üzerinde uyuya kaldı. Bu arada evine bir hırsız girdi. Her tarafı aradı, çalacak bir şey bulamadı.
Giderken;
"Girmişken boş çıkmayayım" diyerek, Râbia hazretlerinin dışarıda giydiği örtüsünü aldı. Evden çıkarken yolunu şaşırdı, kapıyı bulamadı. Geri dönüp örtüyü aldığı yere bıraktı. Bu sefer rahatlıkla kapıyı buldu. Kapıyı bulunca tekrar geri dönüp, örtüyü aldı. Fakat yine kapıyı bulamadı. Bu hâl yedi defa tekrarlandı.
Yedinci defâ tekrar örtüyü eline alınca şöyle bir ses duydu:
"Ey kişi kendini yorma. O yıllardır kendini bize ısmarladı. Şeytanın ona yaklaşma gücü yok iken, hırsızın onun örtüsüne yaklaşması mümkün müdür? Git, yorulma, boşuna uğraşma. O uyuyorsa da dostu uyanıktır ve onu korumaktadır."
Bu hâdiseden korkup dışarı fırlayan hırsız, tövbe edip bu kötü huyundan vazgeçti.

Bişr-i Hafî Hazretleri

Bişr-i Hafî Hazretleri

Nefeslerin buhar olup savrulduğu ilik donduran bir kış günü. Gün doğalı çok olmuştur ama genç adam yeni yeni doğrulur. Gözlerinde bir ağırlık vardır, şakakları zonklar. Hep öyle olur, eğlence ile geçen gecenin sabahı mahmurluk basar ve kulakları uğuldar. Karnı tok, sırtı pektir ama huzursuzdur. O sıra kapı çalınır. Hizmetçi koşup açar. Soğuk hava içeri girer köşeleri dolanır. Kapıdaki adam kadife yumuşaklığında bir sesle sorar ama duvarlar yankı yapar:
-Bu ev kimin?
-Merv reislerinden Haris Abdurrahman'ın.
-Kendileri yoklar mı?
-Yok ama oğlu var.
-Bişr mi?
-Evet.
-Peki o hür müdür, kul mudur?
-Elbette hürdür.
-Hür olduğu belli, çünkü kul gibi yaşamıyor.
-Anlayamadım?
-Sen bu kadarını söyle, o anlar.
Bişr fırlar ama meçhul ihtiyar yok olmuştur. Acaba adı menkıbelerde geçen Hızır aleyhisselam o mudur?
Genç adam tutulur kalır. Bir an oyun ve eğlence ile geçen gecelerinden iğrenir. Kendine yeni bir istikamet çizecektir ancaaak.
Ancak çevresi onu, ona bırakmaz. Öyle ya hem böylesine zengin hem bu kadar cömert arkadaş kolay bulunmaz. 'Yoldaşını bırakmak delikanlılığa sığmaz' der, eteğine yapışırlar. Koluna girer, meyhanelere sürüklerler. Yine o mâlum geceler, defler, kadehler, dümbelekler...
Ama Bişr eski Bişr değildir. Ayakları işrethaneleri dolaşsa da gönlü hakikatleri arar.
Bir gece ama şakır şakır yağmur yağan bir gece evine dönmektedir. Çamur içindeki bir kâğıt dikkatini çeker. Üzerinde besmeleyi görünce yerden alır. Çamurlarını siler, öper, koklar. Eve gelince gül yağları ile siler duvara asar. O gece Merv âlimleri rüyalarında Bişr'i görürler ki onların bile özlediği manevi ikramlar içindedir.
Rabbinden haber var
Ulema Bişri arar, sorar, mâlum yerlerde bulurlar. Onu dışarı çıkarırlar. Rengi sapsarıdır. Korkuyla sorar.
-Siz burada... Hayrola?
-Sana Rabbimizden haber var.
-Biliyorum, bana çok kızıyor.
-Aksine seni çok seviyor.
-Ama nasıl olur?
-Sen dün gece çamurdan bir kâğıt buldun mu?
-Buldum.
-Yerden aldın mı?
-Aldım.
-Öpüp kokladın mı.
-Kokladım?
-Güzel kokular sürüp duvara astın mı?
-Astım.
-İşte Allahü teâlâ da ismini temizlediğin gibi seni temizledi ve o kâğıda hürmet ettiğin için adını aziz kıldı.
Bişr son kez meyhaneye girer, arkadaşlarıyla vedalaşır. O anı hatırlamak için hayatı boyunca yalınayak dolanır çünkü tevbe ettiğinde ayakları çıplaktır. İşte bu yüzden adı 'Hafi' (yalınayaklı) kalır.
Nereden nereye
O günden sonra ilim peşinde koşar. Önce dayısının medresesinde okur. Sonra Mekke, Kûfe, Basra ve Şam'a gider.
Çok alim tanır, çok kitap okur, ilim meclislerine katılır, ezber yapar, notlar tutar. Nitekim Bağdat'a gelir. Fudayl bin İyad, Muafa bin İmran ve İmam-ı Malik ile birlikte bulunur. Maruf-i Kerhi Hazretleri ile dost ve sırdaş olur. Nurlu dergâhına birçok genç gelir gider ki Sırriy-i Sekati bunlardan biridir. Ahmed bin Hanbel, Bişr-i Hafi Hazretlerine karşı çok hürmetkârdır. Talebeleri sorarlar:
-Efendim hadiste eşiniz benzeriniz yok, fıkıhta müctehidsiniz. Bişr gibi bir dervişin kapısında ne arıyorsunuz?
-Evet hadis ve fıkhı ondan iyi bilirim ama o kalp ilimlerinde hepimizden iyidir.
Birgün askerler bir mahkûmu meydana çıkarırlar. Suçu ağır olmalıdır. O kadar çok kırbaç vururlar ki derileri yarılır. Etlerinden sızım sızım kan sızar. Lâkin genç bir kere bile sesini çıkarmaz. Muhafızlar kan ter içinde kalır, nefeslenmek için dururlar. Bişr gence sokulup sorar:
-Biliyor musun tahammülüne hayran kaldım.
-Nasıl ağlayıp bağırabilirim ki. Kalabalığın içinde sevdiğim kız var ve şu an beni görüyor.
-İyi ama Allah-ü teâlâ seni her an görüyor. Onun edebini gözetmeyi hiç düşünmedin mi?
Genç öyle bir 'Allah' der ki kendinden geçer. Yüzlerce kırbaca direnen vücut bu aşka tâkat getiremez. Muhafızlar yanına koştuğunda çoktan can vermiştir.
Hoca hekim olunca
Bişr-i Hafi her hadiseden hikmet alır. Mesela Abadan civarlarında bir saralı görür ki, toprağa düşmüş çırpınmaktadır. Yanına varınca cüzzamlı ve kör olduğunu farkeder. Yaralarına üşüşen karıncalar etlerini koparmaktadırlar. Başını kucağına alıp su verir. Genç kendine gelince 'sen de kimsin?' diye sızlanır, 'hem Rabbimle arama niye girdin?'
Aslında Bişr-i Hafi mükemmel bir tabibdir. Bitkileri ve baharatları çok iyi tanır ve onları ustalıkla kullanır. Otlardan köklerden mi yoksa dualarının bereketiyle mi bilinmez Allahü teâlâ onun hastalarına şifa dağıtır.
Bir gün evine girerken tefekküre dalar. 'Bağdat'ta bunca insan var. Kimi Yahudi, kimi Hıristiyan. Ben ne yaptım ki bu devlete kavuştum? Onlar neyi yapmadılar ki mahrum kaldılar?' Böyle düşünürken sabah ezanları okunmaya başlar ki o hâlâ eşiktedir.
Bişr-i Hafi ölümüne doğru birisinden ödünç gömlek alır ve kendi gömleğini bir fakire bağışlar. Hasılı ardından bir gömlek bile bırakmaz. O Bağdat'a geldikten sonra hayvanlar yerleri kirletmezler çünkü mübareğin yalınayak dolaştığını bilirler. Bağdatlılar hayvanların eskiye döndüklerini farkedince 'Eyvah' derler, 'Bişr-i Hafi ölmüş olmalı'
Bişr-i Hafi buyurdular ki
* İki şeyden kaçın: 'Çok yemekten ve çok konuşmaktan'
* Dünyada aziz olmak isteyen diline sahip olsun. Şahitlik yapmasın, imam olmasın, ziyafetlere katılmasın.
* Sabır Allah-ü teala'yı kullara şikayet etmemektir.
* İnsanlar arasında tanınmak isteyen ahiretin tadını alamaz.
* Şöhreti seven Allah'tan korkmaz.
* Övülmekten hoşlanmak ahmaklıktır.
* Sabır susmaktır. Konuşan, susandan daha fazla vera sahibi olamaz.
* Kötü insanlarla arkadaşlık yapan iyi kimselere sui zan eder.
* Dün öldü, yarın doğmadı, bugün can çekişiyor. Sen bu anı değerlendir.
* Topal bir karınca düşünün. Bir buğday için saatlerce uğraşır, didinir, tam yuvasının ağzına getirir ki taneyi kuş kapar. Ölüm kuşu da böyledir. Kimse dünyadaki emeline kavuşamaz.

Kaynak: Huzura Doğru

AHMED BİN HÜSEYİN AYDERÜSİ


AHMED BİN HÜSEYİN AYDERÛSÎ;
Arabistan Yarımadasının Hadramût bölgesinde yetişen velîlerden. İsmi Ahmed bin Hüseyin
bin Abdullah'tır. Ayderûsî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Doğum târihi bilinmemektedir.
Terîm'de doğdu. 1560 (H.968) senesinde Terîm'de vefât etti. Kabri Zenbil kabristanındadır.
Asîl, temiz ve âlim bir âileye mensûb olan Ahmed bin Hüseyin Ayderûsî küçük yaşta ilim
öğrenmeye başladı. Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Babasının ve amcası Şeyh bin Abdullah'ın
sohbetlerinde bulunup istifâde etti. Allâme Muhammed bin Ömer Bahrâk ve Seyyid Ömer bin
Abdullah Bâşibân, İmâmü'l-Ârifîn Muhammed bin Alevî ve İmâm-ı Ahmed, Fakih Ömer bin
Abdullah Mahreme gibi âlimlerden ilim öğrendi. Fıkıh, hadîs, tasavvuf ilimlerinde yüksek
derece sâhibi oldu. Pekçok âlim ve evliyâdan icâzet, diploma aldı ve hırka giydi. Yâni
insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhiret seâdetine
kavuşmaları husûsunda gayret etti. Evliyâullahın büyüklerinden pekçok kimse onun
büyüklüğünü tasdik etti. Tasavvuf yolunda ders aldığı hocaları ona talebe yetiştirmek ve
insanlara hak yolu anlatmak husûsunda hilâfet verdiler. Pekçok kimse onun ilim ve sohbet
meclislerine gelerek istifâde etti. Yaptığı vâz ve nasîhatleriyle, insanların dünyâda ve âhirette
kurtulmalarına vesîle oldu. Birçok risâle ve kitaplar yazdı. Talebelerinin çok faydalandığı
Kitâbü'l-İrşâd bu eserlerdendir. Babasının hayâtını ve babasının hocalarının hal tercümelerini
anlatan Kitâb fî Ahbâri Vâlidihî adlı eseri yazdı.
Ahmed bin Hüseyin bin Abdullah el-Ayderûsî ilim ve fazîlet yönüyle yüksek derece ve güzel
ahlâk sâhibiydi. Devlet adamları kendisine çok iltifât ederlerdi. Mal ve mevkıini
müslümanların hizmetine vermişti. İlmiyle amel eden âlimlere çok ikrâm ve ihsânlarda
bulunurdu. Fakir, yetim ve kimsesizlere elinde olanları tasadduk edip verirdi. Talebelerini
yetiştirmek ve terbiye etmek husûsunda özel ihtisâs sâhibiydi. Onları tatlı dil ve güler yüzle
terbiye ederdi.
Şeyh Sâlih Ömer binZeyd şöyle nakl eder: "Memleketimden, kendime saâdet yolunu
gösterecek bir rehber aramak üzere çıktım. Terîm'e vardığım zaman beni Şeyh Ahmed bin
Hüseyin Ayderûsî'ye götürdüler. O zâtın hizmetinde bulundum, bir müddet sohbetinde kalıp
istifâde ettim. Beni kendine o derece bağladığından başkasına gidecek hâlim kalmadı. Hocam
devamlı zikir ile meşgûl olur. Bâzan zikrin verdiği hal sebebiyle kendinden geçerdi.
Çoğu kere "Allah." dediği zaman elindeki tesbih tanelerinden her biri dört parçaya bölünürdü.
O parçalardan birisi bir kimseye isâbet ederse ona elem verirdi. Huzûrunda bulunanlar kırılan
parçaları toplarlar, yaraların tedâvîsi için kullanırlardı.
Ahmed bin Hüseyin bin Abdullah Ayderûsî'nin pek çok kerâmeti meşhûr olmuştu.
SeyyidAhmed bin Şeyhu'l-Ayderûs babasını ziyâret için Hindistan yolculuğuna çıkacağı
sırada Ahmed bin HüseyinAyderûsî'ye vedâ için gelince, söz arasında kızı Fâtıma'nın ismi
geçti. Ahmed bin Hüseyin Ayderûsî ona; "Bu senin zevcendir." buyurdu. Halbuki Fâtıma
Hâtun bir başkasıyla evliydi. Ahmed bin Şeyh Ayderûs Hindistan'a gidip babasını ziyâret etti
ve Terîm'e döndü. Kocası vefât etmiş olan Fâtıma Hâtunla evlendi. Böylece Ahmed bin
HüseyinAyderûsî'nin kerâmeti ortaya çıktı.
Sâlih ve velî bir zât olan Ahmed bin Abdülkavî, hacca gitmediği halde Ahmed bin
HüseyinAyderûsî'yi Arafat'ta vakfeye durmuş, Beytullah'ı tavâf ve Safâ ile Merve arasında
sa'y eder görmüştü.
Talebelerinden Sa'îd bin Sâlim bin Şevvaf hocasına; "Benim ölümümün memleketimde
olmasını temennî ediyorum." dedi. Ahmed bin HüseyinAyderûsî talebesine buyurdu ki: "Sen
Mişkâs adı verilen mahaldeki Verdetü Mesic'de vefât edeceksin." O talebesi denilen yerde
vefât etti.
Ahmed bin Hüseyin bin Abdullah el-Ayderûsî çok ibâdet ederdi.Birisinin hasta olduğunu
işitince hemen ziyâretine giderdi. Kendisinden bir şey istemeye gelenin ihtiyacını derhâl
karşılardı. Dedesi Şeyh Abdullah Ayderûsî'yi sık sık ziyâret eder, onun huzûrunda ve
hizmetinde çok kalırdı. İnsanlara güzel muâmelede bulunur, yaptığı her işte Allahü teâlânın
rızâsını kazanmaya çalışırdı. Tasavvuf yolunda yüksek derece sâhibi olup, keşf ve kerâmet
sâhibiydi.
Bu üstün hâlleri ömrünün sonuna kadar devâm etti. 1560 (H.968) senesinde Cemâziyel evvel
ayının yedinci gününde Terîm'de vefât etti. Zenbil kabristanında defn edildi.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.329
2) Nûr-us-Safîr; s.244
3) Meşre-ur-Revî; c.2, s.57

AHMED HULÛSİ EFENDİ


AHMED HULÛSİ EFENDİ;
Denizli müftüsü ve Millî Mücâdelenin ilk bayraktârı. 1861 (H.1278) yılında Denizli'de
doğdu. 1931'de vefât etti.
Dedesi Veli ve babası Osman efendiler de müftü ve müderris idiler. Tahsîlini Denizli Kayalık
Müftüler Medresesinde yaptı. Babasından icâzet aldı. Bundan sonra medresede dersler
vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı. Sonra Denizli Müftülüğüne getirildi. Bu görevde iken
Türkiye'nin paylaşılmasını ihtivâ eden Mondros Mütârekesi imzâlanmıştı. Şubat 1919'da
Paris'te bir araya gelen Îtilâf devletleri temsilcileri Balıkesir, Aydın ve İzmir'i Yunanistan'a
vermeyi kararlaştırdılar. Bu gelişmeler üzerine Nûreddîn Paşa, bölge ileri gelenleri ve din
adamları liderliğinde, İzmir Müdâfaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak Cemiyeti adı altında bir
teşkilât kurdu. Bir kongre toplanmasını kararlaştıran cemiyet, Balıkesir, Aydın ve Denizli
livâlarından delege gönderilmesini istedi. Denizli'den gönderilen delegeler arasında Ahmed
Hulûsi Efendi de bulunuyordu. Kongreye İzmir vâli ve kolordu komutanı Nûreddîn Paşa
başkanlık etmiş ve ilhak tahakkuk ettiği takdirde mukâvemet edebilmek için teşkilât
kurulması kararlaştırılmıştı. Paşa, İzmir'in Yunanistan'a verilmesi hâlinde silâhlı bir
müdâfaaya kalkışılacağını söylediği sırada Ahmed Hulûsi Efendi büyük bir uzak görüşlülükle
kendisine şöyle demişti:
"Paşa! İstanbul işgâl altındadır. İşgâl kuvvetleri İstanbul hükûmeti üzerinde tazyiklerde
bulunarak sizi terfian veya memuriyetinizi nakil sûretiyle İzmir'den uzaklaştırırlar. Çünkü
buradaki hıristiyan unsurlar işgâl kuvvetleriyle temas hâlindedirler. Sizin burada fiilî
mukâvemet için girişeceğiniz her hareketi onlara bildirirler. Onlar da hükûmete tesir ederek,
bu teşebbüsü netîcesiz bırakırlar. Bakınız Rum papazlarından metropolit Hrisostomos daha
şimdiden bu şehrin fahrî vâlisi gibi hareket etmeye başlamış ve Yunan işgâlinin hazırlıklarına
girişmiş bulunmaktadır."
Ahmed Hulûsi Efendinin söyledikleri çok geçmeden gerçekleşti. Nûreddîn Paşa azledilerek
yerine vâliliğe Kambur İzzet, kumandanlığa da emekli paşalardan Nâdir Paşa tâyin edildi.
Ahmed Hulûsi Efendi ise, İzmir Redd-i İlhak Kongresinden döndükten sonra memleketin
elîm bir âkıbete sürüklenmekte olduğunu görerek derhâl yoğun bir teşkilâtlanma çalışmasına
girişti.Onun bu faâliyetlerini Denizli mutasarrıfı Fâik Bey (Öztırak) şöyle anlatmaktadır:
Ahmed Hulûsi Efendi, benimle çok uzun ve mahrem görüşmelerde bulundu. Denizli
sancağının kazaları olan Acıpayam, Buldan, Sarayköy, Tavas ve Çal'da bilhassa müftüler ve
müderrislerle eşrâfın rehberlik ettiği heyetlerin teşkîlini temin ettiğini söyleyip, artık
mukadder olan Yunan işgâli önünde neler yapılması îcâb ettiğinin şimdiden düşünülüp
lüzumlu tedbirlerin alınmasını teklif ve tavsiye etti. Bugün daha iyi anlıyorum ki, müftü
efendinin sözlerinde hiç bir imkânın gerçekleşmesi şartı yoktu. Yapılması gereken vatanın
istiklâli ve haysiyeti îcâbıydı. İlmi, irfânı, ahlâkı ile muhitin hürmet duyduğu muhterem
şahsiyeti, sancağın her tarafında sevilen ve sayılan adamdı. Ahmed Hulûsi Efendi çok zor
şartlar altında vazîfeye çağırdığı kimseleri meziyet ve husûsiyetleriyle çok iyi takdir ederek
tâyin ve tespit etmişti. O müstesnâ günlerin bendeki en derin intibaı şudur: Çok güç şartlar
altında girişilecek hizmetlere lâyık mânevî rehberler bulur ve onların telkinleri kalp ve
vicdanlarda ümit izleri meydana getirebilirse elde edilemeyecek güzel netîceler, ufukların
ardında demektir. Ben Ahmed Hulûsî Efendinin mübeccel ve muhterem varlığında bu ebedî
hakîkatın en muhteşem misâlini görmüşümdür."
Bu arada beklenen fecî âkıbet gerçekleşti. İzmir 15 Mayıs 1919 Perşembe sabahı Yunanlılar
tarafından işgâl edildi. Acı haber Denizli'ye ulaştığı zaman irkilmeyen, ümitsizlikle
yıkılmayan tek insan Ahmed Hulûsi Efendiydi. Çünkü o, mukadder sonucu biliyor, din, vatan
ve nâmus için neler yapılması gerektiğini düşünmüş bulunuyordu. İzmir'in işgâli üzerine ilk iş
olarak Denizli'de bir protesto mitingi tertipledi. Müftülük dâiresinin yakınındaki bir câmide
bulunan Sancak-ı şerîfi asılı bulunduğu yerden tekbirler ve salât ü selâmlar ile indirdi.
Etrafında şehrin ileri gelen şeyh ve imâmları olduğu hâlde câminin etrâfında bekleşen
kalabalığın önüne geçti. Kalabalık Belediye Meydanına doğru yürümeye başladı. Tekbir
seslerini işiten halk, işini gücünü bırakarak Belediye Meydanına koşuyordu. Müftü Hulûsi
Efendi meydanı doldurmuş bulunan Denizlililere hitâben ağlamaklı bir sesle şöyle konuştu:
"Hemşehrilerim!.. Karşımıza çıkarılan düşman daha dünkü uşaklarımızdır. Biz onlara mağlûb
da olmadık. Bu düşman her kim olursa olsun Türk'ün ve Müslümanlığın son müstakil yurdu
olan topraklarımızı da elimizden almak istiyor. Bizler şimdiye kadar esir yaşamadık ve
yaşayamayız. Silâhımız yoksa sapan taşıyla düşmana karşı çıkmak ve onu tepelemek her Türk
ve Müslümana farz-ı ayndır. Fetvâ veriyorum. Silâh azlığı veya çokluğu mühim değildir.
Birçok ülkelere hükmetmiş Fâtihlerin torunlarıyız."
Sözü sık sık tekbirlerle kesilen ve son derece heyecanlı geçen miting, Denizli halkının
düşmana mukâvemet için hazır bulunduğunu ve şehrin muhterem müftüsü Ahmed Hulûsi
Efendinin emir ve direktiflerine uyacaklarını göstermişti. Fakat Ahmed Hulûsi Efendi yalnız
Denizli için değil, bütün civar, vilâyet ve kazâları da içine alan bir millî mukâvemet hareketi
meydana getirmek istiyordu. Bu sûretle Aydın ve Nazilli'ye emin adamlarından birkaçını
göndererek onlarla temasa geçti. Müftü Efendinin faâliyetlerini yakından tâkib eden Denizli
Rumları ise; "Onun sarığını başına dolayacağız." diye haber göndermekteydiler. Ancak
kahraman Denizli müftüsü bu tehditlerden korkacak ve din ve nâmus müdâfaasından geri
duracak bir kimse değildi. Bizzât kendisi Dinar'a ve Afyonkarahisar'a gitti. Bu bölgelerdeki
diğer müftü, vâiz ve müderrislerle temasa geçerek silahlı çeteler teşkil edip, ilerleyen Yunan
kıtaları karşısında bir mukâvemet cephesi meydana getirmek husûsunda onları harekete
geçirdi. Bu bölgede efeler, yedek subaylar, mütekaid (emekli) subaylar ve halktan herkes
mahallî müftülerin idâre ettiği teşkilâta kaydolunarak kısa zamanda harbe hazır vaziyete
getirildiler.
Hazırlıklarını tamamlayan Hulûsi Efendi, Yunanlıların Nazilli'ye girmeleri üzerine emrindeki
kuvvetle derhal harekete geçti. Nazilli'de bulunan Yunan kumandanı üç-beş bin kişilik bir
kuvvetin üzerine geldiğini haber alınca derhal mevziini terkederek Aydın istikâmetine
çekildi. Müftü Hulûsi Efendi kumandasındaki milis kuvvetleri Nazilli'yi kolaylıkla ele
geçirdiler. Fakat burada durmayarak Aydın'a doğru gerilemiş bulunan Yunan kuvvetlerinin
takibine başladılar. Nazilli'de ve yol boyunca uğranılan her köyde toplanan halka, heyecanlı
nutuklar îrâd eden Müftü Efendinin emrindeki kalabalık gittikçe artıyordu. Bu nûr yüzlü din
adamına karşı herkes büyük hürmet, îtimâd ve muhabbet besliyordu.
Ahmed Hulûsi Efendi bu gayret, şevk ve inançla Aydın'ı Yunanlılardan geri almaya muvaffak
oldu. Bundan sonra artan kuvvetlerin idâresi işini kumandanlık vasıfları iyi bilinen Demirci
Mehmed Efeye bıraktı. Ancak bu sırada toparlanan Yunanlılar büyük kuvvetlerle gelerek
Aydın'ı tekrar işgâl ile büyük katliamlarda bulundular.
Bundan sonra bölgede tam bir ölüm kalım mücâdelesi başladı. Ahmed Hulûsi Efendi bizzât
bir nefer gibi çarpışmalara katıldı. Verdiği vâzlarla da topladığı gönüllülerle milis
kuvvetlerini devamlı destekledi. Böylece Denizli bölgesinde Yunan ilerleyişine set çekti. Bu
müdâfaa hattı olmasaydı. Ankara'nın, düzenli askerî birliklerin kurulmasını sağlayamadan
Yunan birliklerinin eline geçmesi işten bile değildi.
Ahmed Hulûsi Efendi Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra gelişen siyâsî olaylara
karışmamış ve geri kalan ömrünü Allahü teâlâya tâat ve ibâdetle geçirmiş, gençlere dîn-i
İslâmı öğretmeye çalışmıştır. 22 Kasım 1931'de yetmiş yaşının içinde fâni hayâta vedâ etti.
Denizli kabristanındaki kabrinin sağ cephesinde "Millî mücâdelenin ilk alemdârı Denizli
Müftüsü Ahmed Hulûsi Efendi burada medfûndur" diye yazılıdır. Ahmed Hulûsi Efendi'nin
beş oğlu ve bir kızı vardı. Soyadı kânununun çıkmasından sonra âile "Müftüler" soyadını
almıştır.
1) Sarıklı Mücâhidler; s.173-183
2) Millî Mücâdelede Denizli, Isparta ve Burdur Sancakları; s.63-65,82-90,151-152
3) Sarıklı Bir Mücâhid (Târih Mecmuâsı; sayı-9); s.12-13

6 Haziran 2013 Perşembe

BİR KESE ALTIN

BİR KESE ALTIN
Süfyân-ı Sevrî hazretleri son anlarını yaşıyordu. Yastığının altından bir kese çıkardı. İçinde altınlar vardı. Yanındaki dostlarına, 'Bunu sadâka olarak dağıtın' buyurdu.
Dostları bu hâli hayretle karşıladılar ve:'Allah Allah!Süfyân-ı Sevrî dünya malına ehemmiyet vermez, yanında dünyalık bulundurmazdı. Bu kadar parayı saklamanın sebebi ne ola ki?'diye birbirlerine sordular.
Süfyân-ı Sevrî hazretleri onların şaşkınlığını görünce, durumu şöyle izah etti:
'Bu para ile, ben, dinimi korudum. Şeytanımı ve nefsimi susturdum. Nefis ve şeytan ne zaman bana,'Giyecek bir şeyin yok. Bunlar için dünyaya çalış, dünyalık kazan diye vesvese vermeye çalışsalar onlara bu altınları gösterir, başımdan kovardım, Bu altınları onlara karşı silah olarak kullanırdım.'
Altınlar dağıtıldıktan sonra, Süfyân-ı Sevrî hazretleri de vefat etti.

Alıntı: Fazilet Takvimi 1997

BİR İNSANI TANIMA YOLLARI NELERDİR

BİR İNSANI TANIMA YOLLARI NELERDİR?

'Bir adam Hz. Ömer (r.a.)'in yanında bir hususta şâhitlikte bulunmuştu. Ömer ibnü'l-Hattâb hazretleri ona,
' Ben seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir, dedi.
Orada bulunanlardan birisi,
' Ben onu tanıyorum, deyince Hz. ömer,
' Nasıl bilirsin? diye sordu. O da,
' Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum, cevabını verdi.
Hz. Ömer (r.a.) tekrar sordu:
' Gecesini gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur?
' Hayır, diye cevap verdi adam.
Hz. Ömer (r.a.) sormaya devam etti:
' İnsanın takvâsını ortaya koyan, muâmelesidir. Bu adam, alış'veriş yaptığın bir kimse midir?
Adam tekrar,
' Hayır, dedi.
Hz. Ömer (r.a.) bu defa;
' Bununla, insanın ahlâkının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkân veren bir yolculuk yaptın mı? diye sordu.
Adam bu soruya da,
' Hayır, cevabını verince, Hz. Ömer (r.a.),
' Sen onu tanımıyorsun, dedi ve sonra da adama dönerek,
' Git, seni tanıyan birini getir, buyurdu.'
Demek ki bir insanı iyi tanıyabilmek, doğruluk ve dürüstlüğünden emin olabilmek için; onunla, ya yakın komşuluk yapacaksın veya alış-verişte bulunacaksın yahut da beraber yolculuk edeceksin... Aksi takdirde, yani bu ölçülerden hiçbirisi ile tartmadığın bir kişi hakkında, müsbet veya menfî yönde şahâdette bulunmayacaksın. Zira bu demektir ki, sen onu tanımıyorsun.

Alıntı: Fazilet Takvimi, 2001

AHMED HİLMİ EFENDİ


AHMED HİLMİ EFENDİ;
Osmanlı Devletinin son devresinde yetişen âlim ve evliyâdan. İsmi Ahmed bin Muhammed
bin İsmâil'dir. Ankara'da doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. İlim ve fazîlet
sâhibi bir zât olarak yetişti. Asrın fazîletlilerinden el-Hâc Ahmed Hilmi adıyla tanındı. 1916
(H.1335) senesi Muharreminin (12 Teşrîn-i Sânî) Pazar günü İzmit'te vefât etti. Sultan Orhan
Câmii civârındaki Bağçeşme kabristanına defnedildi.
Ahmed Hilmi Efendi, ilim ve edeb üzere yetişip, Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî
hazretlerinin talebeleri arasına girdi. Hocasından tasavvuf yollarından Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî hazretlerinin insanları yetiştirmedeki terbiye usûlü olan Hâlidiyye kolundan icâzet
(diploma) aldı. Sonra İzmit'te Fevziye, Taşıçılarbaşı ve Yeni Cumâ câmilerinde imâm ve
hatiplik yaptı. Bu vazîfesi sırasında haftanın salı ve cumâ günleri yatsı namazından sonra
Hatm-i hâcegân gibi hayırlı işlerle meşgûl oldu. Çok kimseyi Allahü teâlâyı anmaya ve
hatırlamaya alıştırdı. Onların gönüllerinin toplanmasına çalıştı. Bilâhare çıkan dedikodular
yüzünden Kastamonu taraflarına gönderildi. Orada ikâmete (kalmaya) memur edildi.
Ahmed Hilmi Efendi orada Müslümanların dinlerini korumaları için lâzım olan bilgileri
öğrenmelerine dâir Muhibbü'l-Fıkh li Hıfzı'd-Dîn ismindeki eserini hazırlayıp neşretti. Daha
sonraları İzmit'e döndü. Vakitlerini medresede ders ve talebe yetiştirmekle ve ibâdetle geçirdi.
Vefât haberi zamânın İkdâm Gazetesi'nin 15 Muharrem 1916 Pazar günkü nüshasında irtihal
başlığı altında şöyle yayınlandı:
"İzmit'te Gâzi Süleymân Paşa Medresesi Müderrisi Hulefâ-i Nakşibendiyye-i Hâlidiyyeden ve
Fudalâ-yı asrdan Ankaralı Hacı Ahmed Hilmi Efendi irtihal-i bekâ eylemiştir. Mevlâ-yı
müteal rahmet eyleye. İzmit'te Orhan Câmii civârındaki Kal'a kabristanına defnedilecektir."
Ahmed Hilmi Efendi kitabını yazma sebebini şöyle anlatır:
Kastamonu vilâyetinde ikâmete memur olduğum günlerden birinde sâlih bir zâta misafir
oldum. O esnâda bana anlattı: Onun sevdiklerinden biri hasta olmuş. Tedâvî için bir tabîb
getirmişler. O tabîb misâfir olduğum zâta; "Bir hasta için bir köye gitmiştim. Orada ihtiyar bir
adama peygamber ve kitabınızın ismi nedir diye sordum. O ihtiyar cevap veremeyip sükût
etti. Sonra ben o adama, peygamberimin ismi Îsâ, kitâbımın ismi İncîl'dir. Bak ben biliyorum
sen bilmiyorsun, dedim." diye anlatmış.
Bu anlatılan gayretime dokundu. İnsanlara nasîhat olarak vâzda ve dışarıda hoca efendilere
işin önemini, vehâmetini söylemişsem de, içimdeki ateş dinmedi. Bir zaman Devrekâne
nâhiyesinde Tevfikiyye Medresesinde ders okuturken ihlâs sâhibi bir zât bu eseri
hazırlamamızı istedi. Allahü teâlâya tevekkül ederek yazmaya başladım ve bu eser meydana
geldi.
İmâm ve Hatip efendilere tavsiye ve ricâ ederim ki, cumâ günü ve cemiyetlerde
(toplantılarda) ilmihâle dâir bilgiler okumalı, yalnız sıbyanlar (çocuklar) ile yetinmeyip, cumâ
namazından evvel Dürri Yektâ Şerhi ve İmâm-ı Birgivî'nin Vasiyyetnâme'si ve bunun
şerhlerinden edinmeli ve ahâliye (müslümanlara) okumalıdır.
Ahmed Hilmi Efendi yine şöyle anlatır:
Peygamber efendimiz; "Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir." buyurdu. Dînin emir ve
yasaklarını bildirmede âlimler vâristir. Peygamberler dîni, diyâneti insanlara bildirip
açıklamakta neler çektiler. Fakat ilâhî emir ve dînî vazîfeyi bildirmekten geri durmadılar.
İnsanlar ise onlara bu tebliğ ettikleri, bildirdikleri şey sebebiyle düşman olurlardı.
Peygamberler cenâb-ı Hakk'a tevekkül edip (sığınıp, güvenip) onlardan korkmadılar. Bizler
ise dünyâ geçimini düşünüp ararız. Onu da tamam elde edemeyiz. Bâzımız dünyâda ve
âhirette perişan olur gider. Dîni öğretmede tamâmen peygamberlerin yolunda olsaydık dünyâ
ve âhiretimiz mâmur olurdu. Yavrularımız dinlerini tam öğrenemiyorlar. Yardıma muhtaçlar.
Rabbimizin; "Allahü teâlânın dînine yardım ederseniz Allahü teâlâ da size yardım eder"
(Muhammed sûresi: 7) buyurduğunu duymuşsunuzdur.
*10<$&&*"!+(%&&;1%41!+$%
Ahmed Hilmi Efendi buyurdu ki:
Mümin mümine yardım ve muâvenete borçlu gibidir. İşini âlimlerin bildirdiği şekilde yap. Bu
zamanda fetvâ, takvâ aranmaz deme. Bu nefs ve şeytanın aldatmasıdır. İslâmiyette güçlük ve
zorluk yoktur. Eski ümmetlerde olan güç ve ağır teklifler bu ümmetten kalkmıştır.
Ne çâre ki din kayrılmaz. İş âlimlere sorulmaz. Âdet ne ise ona bakılır. Nefs ne isterse o
yapılır. Yine de müslümanlık dâvâsına kalkılır. Heyhat uzak böylelerine müslümanlık.
Komşu hakkında şöyle bildirdi:
Hazret-i Enes, Peygamber efendimizden rivâyet etti ki: "Kişinin îmânı doğru olmadıkça, kalbi
doğru olmaz. Dili doğru olmadıkça kalbi doğru olmaz. Mümin, komşusunun lisanından
(dilinden) emin olmadıkça Cennet'e giremez."
Îmânı tâzelemek husûsunda buyurdu ki:
Her gün tecdîd-i îmân (îmânı yenilemek) müstehaptır. "Yâ Rabbî! Eğer benden unutarak ve
yanlışlıkla ve bilerek küfür ve şirk ve günâh ve her ne meydana gelmiş ise ben onların
hepsinden dönüp vazgeçtim, pişman oldum. Bir dahi yapmamaya söz verdim. İslâm dînini
kabûl ettim. Peygamber efendimiz hazretleri senin tarafından her ne getirdi ise inandım, kabûl
ettim. Dilim ile söyledim kalbim ile tasdîk ettim. Hepsi haktır, doğrudur ve gerçektir. Eğer
söz ve işlerim dîne aykırı ise ondan da pişman oldum. Vaz geçtim." demeli ve Âmentü
duâsını okumalıdır.
1) Muhibbü'l-Fıkh li Hıfz-id-Dîn; s.3
2) Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî; s.163

AHMED HAZNEVİ


AHMED HAZNEVİ
Son devirde Suriye'de yetişen evliyâdan. İsmi Ahmed'dir. Babası Hoca Murâd Efendi olup,
Mardin ilinin İdil (Hazah) ilçesine bağlı Banihe köyündendir. Suriye'nin Kamışlı kazâsına
bağlı Hızna veya Hazne köyünde doğduğu için Haznevî nisbesiyle anıldı. Doğum târihi
bilinmemektedir. 1949 (H.1369) senesi Suriye'de Kamışlı kazâsına bağlı Telma'rûf köyünde
vefât etti. Kabri oradadır.
Babasının İmâm-Hatiplik yaptığı Hazne köyünde dünyâya gelen Ahmed-i Haznevî, tahsil
çağına gelince, zamânının âlimlerinden ilim öğrendi. Diyarbakır'ın Silvan kazâsına gidip, o
civarda meşhûr olan Müderris molla Hüseyin Küçük Efendiden zamânın usûlüne göre okuyup
tahsîlini tamamladı ve icâzet, diploma aldı.
Tasavvufa karşı alâka duydu. Nurşinli Şeyh Abdurrahmân Tâgî'nin halîfesi Hizanlı Şeyh
Abdülkâdir Efendinin sohbetlerinde bulundu. Birinci Cihân Harbinden önce hocası Şeyh
Abdülkâdir Efendinin vefâtından sonra Abdurrahmân Tâgî'nin oğlu yüksek ilim ve irfan
sâhibi büyük velî Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin sohbetlerine devâm edip talebe
oldu.
Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerine talebe olduktan sonraki hâlini şöyle anlattı:
Nurşin'e gittikten on beş-yirmi gün sonraydı. Hazretin (Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî)
evindeydim. Mâlûm yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorbasıydı. Bir gün Muş taraflarından, o
bölgenin ileri gelenlerinden birisi Hazret'i ziyârete gelmişti. Hazret'i ve talebelerini yemeğe
dâvet etti. Hazret de dâveti kabûl edip, icâbet edeceğini bildirdi. Nasıl olsa ben de ziyâfete
gideceğim, güzel yemekler yiyeceğim diye düşündüm ve sevindim. Bu durumdan nefsim çok
zevklendi. Hemen çarıklarım ıslansın da rahat giyeyim diye suya bıraktım. Nihayet Hazret
yolculuk hazırlığını yaptı. Ben de diğer talebelerle birlikte hazırlandım. Hazret çıktı, yüzünü
bana döndürüp; "Haydi gidiyoruz. Bütün mollalar benimle berâber gelsin. Yalnız Molla
Ahmed kalsın. O gelmeyecek" buyurdu. Ben gitmeyip kaldım. O zaman hocamın niçin öyle
dediğini anladım ve nefsime dönüp dedim ki: "Bütün suç senindir. Sen güzel yemekler yerim
diye iştahlandın. Güzel yemeklere tamah ettin. İşte bunun için Hazret seni götürmedi. Ey
nefsim! Senin uslanman için bu kapıda çok sabırlı olman ve kendi isteklerini bir kenara
bırakman lâzımdır. Bunu yaparsan Allahü teâlânın ve sevdiklerinin rızasına kavuşursun."
Bir gün Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri Almed Haznevî'ye sordu: "Molla Ahmed!
Sen yemeklerini nerede yiyorsun?" Ahmed Haznevî; "Sofilerle berâber yiyorum efendim."
dedi. "Peki nerede yatıyorsun?" diye sorunca da; "Aşağı divanda yatıyorum." cevâbını verdi.
Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri Ahmed Haznevî'nin bu cevaplarından çok hoşlandı,
sevindi ve buyurdu ki: "Çok iyi yapıyorsun. Aşağı divan çok hoştur. Seydâ-i Tâgî
(Abdurrahmân Tâgî) orada sohbet ettiği ve talebelerine mânevî feyzleri ihsân ettiği için
oranın bereketi fazladır. Yukarı divan ağaların yeri, aşağı divan ise Seyda'nın divanıdır.
Oranın kıymetini bil."
Bir gün Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri ata binmiş gidiyordu. Ahmed Haznevî'yi
görünce atının yularını çekerek durdu
Onu yanına çağırdı ve; "Molla Ahmed! İnsanın şu kadar, zerre mikdarı kadar nefsi olsa, o,
Allahü teâlâdan uzaktır. Zîrâ, insanın evini yıkan en büyük düşmanı kendi nefsidir. Onun için
insanın kendinden haberi olmalı. Nefsin tuzaklarına düşmemeye çalışmalıdır." buyurarak
atını sürdü, yoluna devâm etti.
On beş sene müddetle bâzan yaya bâzan binekli Nurşin'e gidip gelerek Muhammed Ziyâüddîn
Nurşînî hazretlerinin sohbetlerinde bulunan Ahmed Haznevî, bu ilim, irfân ve feyz
kaynağından çok istifâde etti. Tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Muhammed
Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri ona ilim öğretmek ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını
anlatmak husûsunda icâzet ve hilâfet verdi. Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin
sohbetlerine devâm ederken kendisine zâhirî ilimleri öğreten Silvanlı Molla Hüseyin
Efendiyle de irtibâtını kesmedi. Molla Hüseyin Efendiye şu ifâdelerin bulunduğu bir mektup
yazarak duâsını istedi:
"...Bu mektup mübârek dergâhın râkımı, köpeği olan Ahmed'den ilmiyle iftihâr ve îtimâd
edilen meşhûr büyük hocamadır. Allah bizim ve bütün müslümanların menfaatleri için
ömrünü uzatıp, onu sevdiği ve râzı olduğu şeylerle muvaffak kılsın.
Ahmed yüce kişilerce öpülen ayakkabınızın tozunu öpmekle teberrük eder. Değerli vakitlerde
inci gibi temiz kalbinizden çıkan duânızı diler, gece-gündüz himmetinizi bekler. Yıldızlara
benzeyen çocuklarınızın gözlerinden öper. Allah onları, din ve halk için faydalı şeylere
muvaffak eyleyip güzel insan olarak yetiştirsin. Kendisine duâ etmelerini ricâ eder,
durumlarınızı sorar, Allah şimdilik ve gelecek zamanda durumunuzu âfet ve musîbetlerden
uzaklaştırsın..."
Hocası Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin vefâtından sonra doğum yeri olan Hazne
köyünde ve Telma'rûf köyünde ilim okutup talebe yetiştirdi. İnsanları Allahü teâlânın rızâsına
kavuşturan saâdet ve kurtuluş yoluna sevk etmeye çalıştı. Yakından uzaktan gelerek
sohbetleriyle şereflenen insanlar ondan istifâde ettiler. Birçok din âlimi, tasavvuf erbâbı
yetiştirdi. Onun yetiştirdiği zâtların en başında, kabri Adıyaman ilinin Kahta ilçesine bağlı
Menzil köyünde bulunan Abdülhakîm Hüseynî gelmektedir.
Ahmed Haznevî hazretleri bereketli sohbetleriyle insanların dünyâ ve âhiret saâdetine
kavuşmaları için çırpındığı ve şöhreti etrafa yayıldığı sırada birçok kimseler hocalarını
bırakıp Ahmed Haznevî'nin etrafına toplanmaya başladılar. O sıralarda Suriye'de kendinin
şeyh olduğunu iddiâ eden pekçok kimse arasında bir de "Yeşil Şeyh" diye anılan biri vardı.
Elbisesi, cübbesi, sarığı, entarisi, hülâsa baştan aşağı bütün giydikleri yeşil renkten olduğu
için herkes ona "Yeşil Şeyh" derdi. İşte bu Yeşil Şeyh'in de talebeleri kendisini terk edip
Ahmed Haznevî'nin kapısına gittiler. Onun yanında hiç kimse kalmadı. O da kalkıp o civarda
ne kadar ağalar ve ileri gelenler varsa hepsini topladı. Ahmet Haznevî'ye de haber gönderip
toplantıya çağırdı. Topladığı kişilere güvenip bir şeyler yapmaya çalışıyordu.
Ahmed Haznevî dâveti kabûl edip gitmeye karar verdi. Talebeleri ona; "Müsâde ederseniz biz
de otuz-kırk kişi sizinle birlikte gelelim." dediklerinde;"Ne diye geleceksiniz? Biz aşîret
dâvâsına mı gidiyoruz?" buyurdu ve onların isteklerini kabûl etmedi. Devâm ederek; "Mâdem
dâvet etmiş, icâbet edelim, ne sözü varsa söylesin, yalnız iki kişi bana refâkat etse kâfidir."
buyurdu. Yanına iki talebesini alarak yola çıktı. Yeşil Şeyh'in köyüne vardı, kapısını çaldı.
Kapı açıldığında o civarın ağaları ve halkın ileri gelenlerinden kırk-elli kadar kişinin orada
olduğunu gördü. İçeri girerek selâm verdi. Yeşil Şeyh hiç iltifât etmedi. Fakat Ahmed
Haznevî hazretleri Yeşil Şeyh'in bu davranışına aldırış etmeden yanına gidip müsâfeha
yaptıktan sonra oturdu. Ahmed Haznevî oturur oturmaz, Yeşil Şeyh konuşmaya başladı;
"Yetmez mi bize yaptığın, hakâret ve zulüm, bütün talebelerimizi elimizden aldın.
Etrâfımızda hiç talebe bırakmadın. Nedir bu senin yaptığın? Ne kadar benim babamdan,
dedemden kalan talebem varsa, hepsini etrafına topladın. Olur mu böyle şey?" diyerek uzun
uzun konuştu.
Yeşil Şeyh'in hakaret dolu bu sözlerini sabır ve tahammülle dinleyen Ahmed Haznevî,
susarak dinlemeye devâm etti. Ahmed Haznevî'nin bu derece sabırla susmasına dayanamayan
Yeşil Şeyh; "Sen niye konuşmuyorsun?" deyince, Ahmed Haznevî; "Benimki sâdece iki
kelimedir, dinle! Eğer işim ve niyetim Allah içinse, vallahi değil sen, senin gibi yüz kişi daha
olsa bunu bozamaz. Yok eğer işim Allah için değilse, sabret altı aya kalmaz, darmadığın olur
giderim." buyurdu. Yeşil Şeyh; "Çok doğru söyledin. Hakîkaten öyle, eğer Allah içinse yüz
tâne benim gibisi gelse sana hiç bir zarar gelmez. Çünkü Allah için çalışana kimse
dokunamaz. Yok eğer Allah için değilse, talebelerimiz hâliyle geri gelirler." diyerek hakkı
teslim etti ve Ahmed Haznevî hazretlerinin büyüklüğünü kabûl etti.
İşte Ahmed Haznevî böyleydi. O kadar sabırlı ve yumuşak huyluydu ki, muhâtabı o kadar
konuştuğu ve hakâretlerle dolu sözler söylediği hâlde cevap vermedi. Rahatsız da olmadı. O
kendisine eziyet edenlere bile yardımcı olurdu.İlim, irfân ve güzel ahlâk sâhibi olan Ahmed
Haznevî, sohbetleriyle insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle oldu.
Sohbetlerinden birinde buyurdu ki:
"Zaman fırsatı, bir ganîmettir. Kişi sıhhatini ve boş vaktini kendine ganîmet bilmelidir. Öyle
ise ömrünü faydasız şeylere harcaması lâyık değildir. Ömrün hepsinin Allahü teâlânın
rızâsının olduğu şeylere sarf edilmesi daha lâyıktır. Beş vakit namazı cemâatle kılmalı;
teheccüd, gece namazını terk etmemeli, seher vakitlerinde istiğfâra, tövbeye devâm etmelidir.
Tavşan uykusu gibi uyuyarak, ibâdetlerden geri kalmamalı, dünyâ nîmetlerinin lezzetine
aldanmamalıdır. Ölüm ve âhiret hallerini anıp göz önünde bulundurmalıdır. Hattâ vakitlerin
devamlı olarak Allahü teâlânın ismini anarak geçirilmesi vâciptir. Parlak olan İslâm dînine
uygun olan her şey alış-veriş de olsa, kişinin yaptığı ameller zikir sayılır. Öyle ise yapılan
bütün işlerin zikir olması için bütün davranışlarda İslâmiyetin hükümlerine uyulması gerekir.
Çünkü zikir gafleti kovmaktan ibârettir. Bütün fiillerde Allahü teâlânın emirlerine ve
yasaklarına riâyet edildiğinde gafletin etkisinden kurtuluş mümkün olup, Allahü teâlâya
devamlı zikrin sevâbı hâsıl olur.
Hülâsâ; Allahü teâlânın yoluna tâlib olan kimsenin dünyâdan yüz çevirip, kalbi ile âhiret işine
yönelmesi, zarûret mikdârı dünyâ işleriyle uğraşması diğer bütün vakitlerini âhiret işlerine
safretmesi gerekir.
Dünyâ ve içindekilere gönül bağlamamak ve Peygamber efendimize tâbi olmak husûsunda
ise; "İyi bilmelidir ki, dünyâsını âhiretine vesîle eden kimseden başkasına esenlik yoktur.
Çünkü dünyâ meşakkat ve aldanma evidir. Zîrâ hadîs-i şerîfte; "Dünyâ lânetlenmiştir
(kıymetsizdir) ve dünyânın içindeki şeyler de lânetlenmiştir. Ancak Allah'ın zikri ve Allah'ın
sevdiği şeyler bu lânetlenmenin dışındadır." buyrulmuştur. İşte bundan dolayı akıllı kimse
Allahü teâlânın dostu ve sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâmın şerîatine, Nakşibendiyye
büyüklerine, fakirlik, zenginlik, rahatlık ve sıkıntılı zamanlarında dahi tâbi olmalı, uymalıdır.
Çünkü onların boyalarıyla boyanmak en üstün maksat ve arzu edilen şeydir. Boyanmayana
pişmanlık vardır. Beyt:
"Ömrünü beyhûde yere geçiren kimse
Allah'ın muhabbetinden bir nasibi olmadığı için ağlasın."
Şeyh Ahmed-i Haznevî hazretleri insanları dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşturan
Nakşibendiyye yolunun fazîletiyle ilgili olarak buyurdu ki:
"Hâce Behâeddîn Nakşibendî hazretleri; "Hakîkaten yolumuz, Allah'a giden yolların en yakını
ve en kısasıdır. Allahü teâlâdan kat'î olarak kulu kendisine ulaştırıcı bir yol diledim. Dileğimi
yerine getirip duâmı kabûl etti." buyurdu. Bu tarîkate ilk girişte bir tad ve zevk olup, sonunda
aşk harâreti ve sekr, kendinden geçme hâli vardır. İşte bunun içindir ki, ârif kimse kendini
hiçe sayıp frenk kâfirlerinin bile kendinden daha iyi olduklarını düşünür."
Bir sohbeti esnasında da ramazân-ı şerîf ayının fazîletiyle ilgili olarak buyurdu ki:
"Ramazân-ı şerîf ayında Peygamber efendimizin âdet-i şerîfi, esirleri serbest bırakmak,
istedikleri şeyleri onlara vermekti. Bu ayda akşam olunca orucu acele açmak, sahuru tehir
etmek, terâvih namazı kılıp, Kur'ân-ı kerîm okuyup hatim etmek sünnet-i müekkede olup
birçok iyi neticeler verir.
Bu ayda sâlih ve iyi ameller yapmayı başaran bir kimse o senenin sonuna kadar da iyi işleri
başarmış olur. Bu ayı günâh işlemekle geçse ki (bundan Allahü teâlâya sığınıyorum) o yılı
sonuna kadar günah işlemekle geçirecektir. Öyle ise müslümanın, mümkün olduğu kadar bu
ayda aklını Allah yoluna verip çalışması, bu ayı kendine ganîmet bilmesi gerekir. Bu ayın her
gecesinde, Cehennem ateşine müstehak binlerce kimse âzâd edilip serbest bırakılır.
Cehennem kapıları kapatılıp, şeytanlar bağlanır, rahmet kapıları açılır."
Şeyh Ahmed-i Haznevî hazretleri uzaktan yakından sohbetlerine gelen kimselere İslâm
dîninin emir ve yasaklarını anlatarak kurtuluşlarına vesîle olduğu gibi sevenlerine ve
talebelerine de mektuplar yazarak onlara yol gösterdi. Deyrezorlu Molla Ahmed, Muhammed
ve Hacı Hayreddîn'e yazdığı mektupta buyurdu ki:
"...Arka arkaya gelen kıymetli mektuplarınız bize ulaştı. İçindekilerini anlayınca çok
sevindik. Çünkü onlar, sizin bu yüce Nakşibendiyye yoluna olan şiddetli muhabbetinizin,
samîmi azim ve arzûnuzun çokluğunun habercisidirler. Bu muhabbet ve arzu çok büyük
nîmetlerdir. Nasıl büyük olmasınlar ki, bu yolun büyükleri, müridin, talebenin Allahü teâlânın
mânevî feyz istemesini kendisine verilen manevî nîmetlerin yarısı, arzusunu da Allah'a
kavuşmanın yarısı saymışlardır. Zîrâ istek ve talep ile Allahü teâlâya kavuşmak Azîz ve Yüce
olan Allah'tandır. Kerem sâhibi olan Allahü teâlâ kulun kalbine isteme ve arzuyu attığında, bu
o kula mânevî bir mertebe vermesine ve kendine kavuşmasını irâde ettiğine delâlet eder.
İşte kardeşlerim! Bu beyandan anlaşıldı ki, sizde hâsıl olan talep sizin için büyük bir nîmet
olup şükretmeniz gerekiyor. Tâ ki içinizdeki talep kuvvetten fiiliyete çıksın. "Nîmetlerimin
kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları artırırım..." (İbrâhim sûresi: 7)
meâlindeki âyet-i kerîmesi de buna kesin bir delildir. Bununla berâber şunu da ilâve edelim
ki, bu zamanda İslâmiyet garîb oldu. Bu zamanda az bir dindarlık, diğer zamanlardakinden
çok hayırlıdır.
Yine size şu tavsiye olunur ki: Bu parlak şerîate (İslâmiyete) ve mübârek sünnete tâbi
olmanız lâzımdır. Zîrâ tarîkat şerîatın çekirdeğidir. Hattâ bu tarîkatın imâmı yâni Şâh-ı
Nakşibend Buhârî hazretleri buyurdular ki: "Şerîata aykırı olan herhangi bir tarîkat
zındıklıktır." Bu yolun büyükleri buyurdular ki: "Bu tarîkat üç esas üzeredir: Muhabbet, ihlâs
ve kendine dînini öğreten mânevî hocasına, mürşidine tâbi olmaktır." Bu yolun büyükleri
bunları şöyle açıklamışlardır: "Muhabbetin en aşağı derecesi, Allahü teâlâyı seven kişinin,
kendini nefsânî arzu ve dileklerinden tamamiyle sıyırıp, sevgilisi olan Allahü teâlânın irâde
buyurduğu şeylere teslim olmasıdır. İhlâsın en aşağı derecesi de; mürîd yâni talebenin, dünyâ
yüksek evliyâlarla dolu olsa bile, yine hidâyetin ancak mürşidinin kapısının eşiğinde
olduğunu kesinlikle bilmesi ve buna kalben karar vermesidir. Teslimiyetin en aşağı derecesi
de; müridin kendini mürşidinin huzûrunda, ölünün yıkayıcının elinde istediği gibi çevrildiği
şekilde olduğunu bilmesidir."
Kısaca; talebe kendi nefsinin irâde ve arzusundan sıyrılıp, hocasının irâdesine bağlanmalıdır.
Öyle ise şerîat ve tarîkattaki bid'atlardan sakın. Sakın. Sakın. Çünkü sermâyemiz bu yolun
büyüklerine uymaktan başka bir şey değildir...
Size, evlâdınıza, ev halkınıza, yanınızda bulunan dostların cümlesine selâm ederiz.
Çocuklarımız, tâbilerimiz hepsi size selâm edip duânızı diler. Size duâ ederler. Selâm sizin ve
Mustafâ'nın sallallahü aleyhi ve sellem şerîatına tâbi olanların üzerine olsun..."
İlim meclislerinde ve sohbetlerinde pek çok âlim ve evliyâ yetiştiren Ahmed Haznevî'nin
birçok kerâmetleri de görülmüştür.
Ahmed Haznevî'nin talebelerine ve sevdiklerine yazdığı nasihat veren mektupları oğlu Şeyh
İzzeddîn tarafından toplanmıştır. Nusaybin Müftüsü Hasip Seven tarafından tercüme edilerek
hocası Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin mektuplarıyla birlikte Mektûbât adıyla
1982 senesinde İstanbul'da bastırılmıştır.
$#%1+&",()
Sevdiklerinden birisinin kardeşinin vefâtı üzerine tâziye, başsağlığında bulunduğu sırada
buyurdu ki:
"Ey kardeş! Hakikaten ölüm, musîbetlerin en büyüklerindendir. Ondan gafil olmak da ondan
daha büyük bir musîbettir. Öyle ise fukahânın cenâze bâbında söyledikleri gibi ölüme hazırlık
yapılması her mükellefin üzerine vâcibdir. Hele kendisiyle arasında alış-verişi olan kimselerle
helallaşması gerekir. Allah'ın mağfiretine kavuşanınızın musîbeti şiddetli ve güç olsa da,
kulun Hak sübhânehû ve teâlânın yaptığı işe râzı olması lâzımdır. Çünkü bizler dünyâda
ebedî kalmak için yaratılmadık. Belki faydalı işler yapmak için yaratıldık. Öyle ise çalışmak
lâzımdır. Esâsen ölüm musîbet olmayıp, belki ölümden sonra, dost olan Allahü teâlâya
kavuşmaktır. Mürşidim (Şeyh Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî) bâzı sevenlerinin tâziyesinde
şöyle yazmıştır: "Ey kardeş! Ölümden nasîb ibret almaktır. İbret alıp onu nasîhat kabûl ederek
işlek bir yol olduğunu, ondan hiçbir kimsenin kurtulamayacağını bilen ve o yola evliyânın
sevgilerini kazanarak ve Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınarak hazırlanan
kimseye ne mutlu. Ondan ibret almayana ne yazık. Allahü teâlânın rahmetine kavuşanın
bizdeki nasîbi, ona, bağışlanması için duâ etmektir. Allah'ım! Kusurlarını affedip ona rahmet
eyle."
İbn-i Abbâs'dan radıyallahü anh rivâyet edilen hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz buyurdu
ki: "Ölünün mezardaki hâli imdâd diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak
üzere olan kimse kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de, babasından, anasından,
kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı bekler. Kendisine bir duâ gelince dünyânın hepsi
kendine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir. Allahü teâlâ yaşayanların duâları
sebebiyle ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin de ölülere hediyesi onlar için duâ ve
istiğfâr etmektir." Şüphesiz rahmetli Hacı Süleymân, öz kardeşindi. Yaptığı iyiliğine karşı
mükâfât olarak iyilik etmek, zaman zaman ona duâ edip rûhuna sadaka vermeniz, onu
unutmamanız, ölümünden kendinize ibret alıp, öleceğinizi hatırlayarak, Hak sübhânehû ve
teâlânın râzı olduğu şeylere bütünüyle yönelmeniz lâzımdır. Allah sevâbınızı artırsın,
üzüntünüzün mükâfâtını versin, ölünüzün kusurlarını affeylesin. Kalplerinize sabır versin."
1) Mektûbât-ı Ahmed-i Haznevî
2) Sohbetler; s.17,18,38,39

5 Haziran 2013 Çarşamba

Resulullahın müezzini Bilâl-i Habeşi


Resulullahın müezzini Bilâl-i Habeşî
Bilâli Habeşî hazretleri, ilk imân edenlerden idi. Müşriklere karşı müslüman olduğunu açıkça bildiren yedi Sahâbiden biridir. Müslüman olmadan önce Mekke-i Mükerreme’de müşriklerin ileri gelenlerinden Ümeyye bin Halefin kölesi idi.
Bilâli Habeşî yine bir kervanla Ümeyye bin Halefin mallarını satmak üzere Şam’a gitmişti. Bu kervanda Hz. Ebû Bekir de vardı. Bu ticaret seferi, Hz. Ebû Bekir ile Bilâli Habeşi arasında dostluk krulmasına sebep oldu.
Hz. Ebû Bekir, Şam’da bulunduğu sırada bir rüyâ görmüştü. Bu rüyâsını tâbirettirmek üzere giderken yanında Bilâli Habeşi’yi de götürmüştü. Rüya tabircisi, Hz. Ebû Bekir’e “Senin rüyân sadık bir rüyâdır. Bir peygamber gönderilecek sen onun hayatında yardımcısı, vefâtından sonra da halifesi olacaksın,” dedi.
Bilâli Habeşi, bu sözleri ibret ve hayretle dinledikten sonra, “Putlar mı gönderecek?” dedi. Tabirci, “Hayır, semâvâtı, arzı ve herşeyi yaratan Allah önderecektir. O peygamber, eşi ve benzeri olmayan Allaha ibadet etmeyi ve putların kırılmasını emredecek” dedi. Bilâli Habeşi derin derin düşündükten sonra “Putların kırılacağı gün,” diye mırıldandı. Tabirci, “ evet onların hepsini kıracak!” dedi. Bu kervan Şam’dan Mekke-i Mükerremeye döndüğünde artık İslâmın nuru alemi aydınlatmıştı. İnsanlar birer ikişer müslüman oluyordu.
Bilâli Habeşî bir gece yarısından sonra kaldığı evin kapısının yavaş yavaş çılındığını ve “Bilâl! Bilâl!” diye fısıldayan bir ses duydu. Gecenin bu saatinde nedir bu ses diye doğruldu. Yine “Bilâl! Bilâl!” diye fısıldayan ses işitti. Karanlıkta ürpererek sesin geldiği yere yaklaştı. “Kimsin? “dedi. Ben Ebû Bekir deyince, “Bu saatte ne istiyorsun? Ne söyleyeceksen sabah söyleyemez miydin?” dedi. Hz. Ebû Bekir “Hayır ya Bilâl! Söyleyeceğimi, sâhibinin yanında sana açamam,” dedi.
Bilâli Habeşi, “Nedir öyleyse o haber?” dedi. “Bu ümmetin Peygamberi geldi. Bilâli Habeşi bu ümmetin Peygamberi!” diye tekrar edince, “ evet Yâ Bilâl” dedi. “Kimdir o?” deyince Hz. Ebû Bekir, “Muhammed bin Abdullah”dır dedi. Bilâli Habeşî, “Nasıl bildin?” dedi. Ben kendisine sordum. Bana,” Evet Yâ Ebâ Bekir! Rabbim beni insanlara müjdeleyici ve korkutucu olarak, Hz. İbrahim’i gönderdiği gibi beni de bütün insanlara peygamber olarak gönderdi,” diye cevap verdi. Ben de, “Sen yüksek bir ahlâka sahipsin yalan söylemezsin”
dedim. Elini uzattı ben de elini tuttum ona tabi olup, müslüman oldum. Bilâli Habeşî başını eğip, bir müddet sessizce bekledi. Yolculuktaki rüyayı hatırladı. Sonra da Hz. Ebû Bekir’in bildirdiği gibi kelimeyi şehâdet getirerek müslüman oldu.
“Zengin olarak değil fakir olarak öl
Medine-i Münevvereye hicretten birmüddet sonra Mescid-i Nebi yapıldı. Peygamberimiz Eshâb-ı kirâma beş vakit namazı cemaatle bu mescidde kıldırıyordu. Namaz vakti gelince “Es-salâtü câmia” denilerek namaz vaktinin girdiği bildiriliyordu. Daha sonra ezan okunması bildirilince, Hz.Blâl, Resulullahın müezinini oldu.
Hz. Bilâli Habeşi’nin sesi gür çok güzel ve pek tesirliydi. O, ezan okumaya başlayınca, herkes büyük bir aşk ve vecd içinde dinler kendinden geçerdi. Ezan okurken herkesi ağlatırdı. Peygamberimizin vefâtına kadar müezzinliğe devam etti. Bilâli Habeşî’nin müezzinlikten başka bir vazifesi daha vardı. O da bayram namazlarında “Anaze” denilen mızrağı taşırdı. Bu âsâyı Peygamberimiz namaza veya duâya durunca önüne dikerdi.
Mekke’nin fethedildiği günde Peygamberimiz has müezzini Bilâli Habeşi’yi yanında bulundurmuştur. Mekke-i Mükerreme fethedilip, Ka’be putlardan temilenince Peygamberimiz Bilâli Habeşî’ye, Ka’be’de ilk ezanı okutturdu. Onun tatlı ve gür sesiyle tevhid sedaları dalga dalga Mekke semalarında yayıldı. Bunu işiten Eshâb-ı kirâm artık küfrün ortadan kaldırıldığını, hakkın gelip bâtılın silindiğini görerek sevinç gözyaşları döktüler.
Peygamberimizin vefâtından sonra Bilâli Habeşî ayrılık acısına tahammül edemez olmuş, artık bir daha ezan okumamıştır. Resûlullah’a olan muhabbetiyle hergün yanıp, tütüyor gözyaşı döküyordu. Sonra da Medine’de kalmaya tahammül edemediği için Şam’a gitmeye karar verdi. Hz. Ebû Bekir kalmasını arzu edince, “Yâ Ebâ Bekir sen beni âzad etmemişmiydin, eğer kendin için âzad etmişsen kalayım, Allah için âzad etmişsen müsâade et gideyim” dedi. Hz. Ebû Bekir “istediğin yere gidebilirsin” diyerek müsâade etti. Böylece Şam’a gidip orada yerleşti.
Hz. Ebû Bekir devrinde orada yapılan savaşlara katılıp cihad etti. Hz. Ebû Bekir’in vefâtından sonra da Şam’da kalıp, Hz. Ömer’in Şam taraflarında yaptığı savaşlara katıldı. Hicretin onaltıncı senesinde Hz. Ömer ordusuyla Şam’a gelmişti. Bilâli Habeşî de orduya katılıp Kudüs’e gitmişti. Burada Hz. Ömer, Peygamberimizin vefatından beri ezan okumayan Bilâli Habeşî’ye ezan okumasını rica etmişti. Hz. Ömer’in ısrarına dayanamayıp ezan okumaya başlamıştı. O ezan okumaya başlar başlamaz Hz. Ömer ve orada bulunan Eshâb-ı kirâm, Peygamberimizin zamanını hatırladılar. Hepsi kendinden geçmiş gözyaşı döküp ağlamışlardır.
Hz. Bilal, şu hadisleri rivayet etmiştir: “Gece badetine devam edin; zira bu, sizden önceki salihlerin ibadetidir. Çünkü, gece ibadeti, Allah’a yakınlık ve günahlara kefaret olup, insanın bedenini hastalıklardan korur ve günahlardan uzaklaştırır.” “Ey Bilâl, zenin olarak değil fakir olarak öl” buyurdu.
“Beni ziyaret etmeyecek misin Yâ Bilâl”
Bilâli Habeşî hazretleri, Şam’da iken bir gece rüyasında Peygamber efendimizi görmüştü. Peygamberimiz “Beni ziyaret etmeyecek misin Yâ Bilâl” buyurdu. Bunun üzerine hemen Medine yoluna düştü. Medine-i münevvere’ye gelince doğruca Peygamberimizin kabri şerifine gidip, Ravda-i mutahharaya yüzünü, gözünü sürerek ziyaret etti. Resûlullah ile geçirdiği günleri hatırlayıp, hasret ve muhabbet gözyaşları dökerek uzun müddet ağladı.
Bu sırada Peygamber efendimizin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin onu görüp boynuna sarıldı. Bilâli Habeşî’nin Medine’ye bu gelişinde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin bir ezan okuması için çok ısrar etti. Bilâli Habeşî bu ısrara dayanamayarak bir gün sabah namazı vaktinde ezan okumaya başladı. Peygamberimizin mescidinden Bilâli Habeşî’nin sesiyle yükselen ezanı duyan Eshab-ı kirâm yerlerinden fırlayıp, kadın, erkek, çoluk, çocuk hep sokaklara dökülmüşlerdi.
Hepsi Resûlullah ile yaşadıkları saâdetli günleri, Bilâli Habeş^ı’nin okuduğu ezan sedalarıyla hatırlayıp ağlaşmışlardı. Fakat Bilâli Habeşî ezanda “Eşhedü enne Muhammeden resûlullah” derken, Peygamber efendimizin mübârek ismi geçince hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ezanı tamamlamak için kendini zorladı, gene gözyaşlarını tutamadı. Böylece ağlaya ağlaya ezanı bitirdi.
O gün Eshab-ı kirâm sanki Resûlullahın bulunduğu günlerden bir gün yaşadı. Peygamberimize olan hasretleri ve derin muhabbetleriyle ağlaştılar, o günleri yâd ettiler. Bu ezan Bilâli Habeşî’nin okuduğu son ezan oldu. Birkaç gün Medine’de kaldıktan sonra Şam’a döndü. Fakat yolda çok hastalanıp evine güçlükle varabildi. Bu hastalıkla ömrünün son günlerini geçirdi ve vefât etti.
Vefât edeceği sırada büyük bir sevinç içinde “Oh ne tatlı artık Resûlullah ve arkadaşları ile buluşacağım” demiştir.
Bilâli Habeşî bir gün Mescidi Nebîde iken büyük bir neş’e ile coşuyor, yerinde duramıyordu. Hz. Ömer bu halini görüp ne yapıyorsun Yâ Bilâl Mescidde böyle yapılır mı? Dedi. Bu sırada Peygamberimiz de Mescidde oturuyordu. Bilâli Habeşî Resûlullaha soralım Yâ Ömer dedi. İkisi birlikte Peygamberimizin yanına varıp oturdular. Durumu arzettikten sonra Peygamberimiz Bilâli Habeşî’ye bu halinin sebebini sordu. Bilâli Habeşî nasıl sevinip, neşelenmeyeyim Yâ Resûlallah , Allahü teâlâ bana hidayet nasib etti. Halbuki Kureyşin ileri gelenlerinden niceleri inadları sebebiyle bu hidayetten ve ebedi seadetten mahrum kaldılar. Onlara da hidayet nasib olmadı, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz ona dokunulmamasını ve sevinip neşelenmesinde serbest olduğunu tasdik buyurdu.

BİR İDAM FERMANI

BİR İDAM FERMANI

Mısır'da Tolunoğulları hanedanının kurucusu Ahmed b. Tolun, Halife Memun zamanında Bağdat'da saray kumandanlığı yapmış olan Buhara Türklerinden Tolun'un oğluydu. Pek dindar ve dürüst biriydi.
Ahmed'in gençlik yıllarında bir gün, babası Tolun onu bir iş için hükümet konağına göndermişti. Ahmed orada Tolun'un cariyelerinden birinin bir hizmetçiyle fuhuş halinde olduğunu görmüştü. Fakat babasının yanına dönünce, bu olaydan hiç bahsetmemişti. Ancak cariye, Ahmed'in gördüğü durumu babasına anlatacağından korktu, Tolun'a gidip şöyle söyledi:
- Biraz önce falan yerdeyken Ahmed yanıma geldi, beni yoldan çıkarmak istedi. Ben de ondan kaçarak köşküme gittim.
Bu sözlere kanan Tolun, Ahmed'i yanına çağırdı. Yazdığı bir mektubu mühürleyip kapatarak, bunu kumandanlardan adını belirttiği birine götürmesini emretti. Cariyenin anlattıklarından ona bir şey söylemedi. Mektupta ise şöyle yazıyordu:
'Bu mektubu taşıyan kişi sana gelince boynunu vur, kesik başını da bana gönder.'
Ahmed mektupta yazılanları bilmiyordu. Mektubu aldı, çıkıp gitti. Giderken sözü geçen cariye onu gördü ve yanına çağırdı. Tolun'a söylediği yalan sözlerin nasıl karşılandığını iyice anlamak istiyordu.
Cariye, Tolun'a bir mektup yazdıracağı bahanesiyle Ahmed'i yanında eyledi. Gideceği yere göndermek için Ahmed'in elindeki mektubu aldı. Mektupta bir hediye emri olduğunu sanıyor, bu hediyeyi de kendisiyle fuhuş ortağı olan şahsın kazanmasını istiyordu. Bunun için mektubu onunla ilişkide bulunan hizmetçiye teslim ederek, bahsedilen kumandana gönderdi. Kumandan mektubu okuyunca emir gereği onu getiren hizmetçinin başını kestirip Tolun'a gönderdi.
Bu duruma şaşıran Tolun, olanlardan habersiz Ahmed'i aratıp yanına getirtti. Mektubu ne yaptığını sorunca, Ahmed gördüklerini aynen anlattı. Durumu anlayan cariye de korkuya kapıldı, Tolun'a gidip yaptığını itiraf etti, bağışlanmasını istedi.
Aynı cariye yüzünden idama mahkum olup yine idamdan kurtulan Ahmed b. Tolun ise, babasının yanında ayrı bir değer kazanmıştı.

Bir hikmeti vardır

Bir hikmeti vardır

Adamın biri bir pislik böceği görür
" Bu yaradılışı çirkin pis kokulu bir yaratıktır.Allah bunu niçin yaratmışki ? " der.

Aradan zaman geçer, adamın yüzünde bir çıban çıkar. Nereye başvurduysa derdine bir derman bulamaz. Çııban yara haline gelir. Bir gün sokakta dolaşırken, yüzündeki yara bir yolcunun dikkatini çeker. ayak üstü sohbetten sonra yolcu kendine yardım edebileceğini, bu tip çıbanların oluşturduğu yaraların tedavisini bildiğini söyler. Adam her ne kadar inanmadıysa Allah'tan umut kesilmez diyerek kabul eder.

Yolcu bir pislik böceğinin getirilmesini ister.Orada bulunanlar bu isteğe gülerler. Fakat hasta olan adam, o böcek hakkında söylediği sözleri o an hatırlar ve derki ;
- Adamın isteğini yerine getirin, ne diyorsa yapın.
Yolcu getirilen böceği yakar ve külünüyaranın üzerine serper ve yara Allah'ın hikmetiyle iyileşir. Bunun üzerine hasta olan adam etrafına der ki ;
- Unutmayın ! Allah'u Teala'nın yarattıklarının, yaratılışında bir hikmet vardır, bir derde deva vardır. Velev ki pislik böceği olsa dahi.