Bağış Yap
15 Haziran 2013 Cumartesi
AHMED BİN MEVDÛD ÇEŞTÎ
AHMED BİN MEVDÛD ÇEŞTÎ;
Hindistan evliyâsının büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Mevdûd bin Yûsuf el-Çeştî'dir. 1113
(H.507) senesinde Hindistan'ın Çeşt beldesinde doğdu. 1181 (H.577)'de Çeşt'te vefât etti.
Kabri oradadır. Evliyânın meşhûrlarından Hâce Mevdûd Çeştî hazretlerinin oğludur.
Babasının ders ve sohbetlerinde yetişip kemale erdi. Evliyâlıkta üstün derecelere yükseldi.
Babası onu kendine halîfe, vekil tâyin etti. Babasının vefâtından sonra, talebeleri
yetiştirmekle vakitlerini geçirdi. Herkese karşı şefkatli ve merhametliydi. İstisnâsız bütün
insanlara karşı iyilik etmek, onlara İslamiyeti tanıtmak, doğru olarak anlatmak için çırpınırdı.
Herkes tarafından sevilir, kendisine hürmet edilirdi.
Yaşayışının her safhasında İslâmiyete tam uyan Ahmed bin Mevdûd Çeştî hazretleri, ömrünü
İslamiyete hizmetle geçirdi. Eshâb-ı kirâmın Peygamber efendimizden naklen bildirdiği Ehl-i
sünnet îtikâdını ve din bilgilerini yaydı. İnsanların bu doğru îtikâdı ve din bilgilerini
öğrenmeleri ve öğrendiklerini seve seve uymaları için gayret sarfetti. Her evliyâ gibi o da,
içinde yaşadığı topluma bir mürâcaat kaynağı oldu. Kendisi ise Allahü teâlânın ve Peygamber
efendimizin muhabbetine gark olmuştu.
Bir sene hac mevsimi yaklaşırken, Ahmed-i Çeştî hazretleri, bir gece rüyâsında Fahr-i kâinât
efendimizi gördü. Kendisine; "Ey Ahmed! Biz sana müştâkız, âşıkız." buyurdu. Sabah
olunca, Ahmed bin Mevdûd hazretleri, kendisine en yakın üç kıymetli dostu ile yola çıkıp,
Mekke-i mükerremeye vardı. Hac vazîfesini yaptıktan sonra, Peygamber efendimizin
mübârek kabr-i şerîflerini ziyâret için Medîne-i münevvereye gitti. Peygamber efendimize
olan aşkından dolayı, oradan ayrılamadı. Devamlı ibâdet, tâat ve Allahü teâlâyı zikretmek ve
Resûlullah efendimize salevât-ı şerîfe getirmekle meşgûl oldu. Altı ay orada kaldı. Ahmed
bin Mevdûd hazretlerinin hâlini anlayamayan bâzı kimseler, onu Ravda-i mutahhera
etrâfından uzaklaştırmak istediler. Bu sırada Ravda-i mütahheradan şöyle bir ses duyuldu ki:
"Sakın bu kimseyi incitmeyiniz!O, bize müştâk ve cân atanlardandır. Biz de ona müştâkız."
diyordu. Orada bulunanların hepsi bu sözü duydular.
Hâce Ahmed bin Mevdûd hazretleri, daha sonra Resûlullah efendimizin mânevî müsâade ve
işâretleri ile Bağdât'a dönüp, evliyânın büyüklerinden Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretlerinin
hânegâhına geldi. Şihâbüddîn hazretleri ona çok izzet ve ikrâmda bulunup, hürmet etti.
Bağdât'ta halîfe ile görüştü. Halîfe kendisini dâvet ile, çok iltifât edip, ikrâmlarda bulundu. O
da, halîfeye çok güzel öğütler, hoşa giden nasihatlar ile Allahü teâlânın emirlerini yerine
getirmenin fazîletini, insanlara hizmet etmenin kıymetini anlattı. Bütün nasihat ve tavsiyeleri
kabûl edildi. Gideceği zaman, halîfe kendisine pek çok hediye arzetti ise de, onun hatırı için
az bir mikdârını kabûl etti. Bunları da şehrin dışına çıkınca fakirlere verdi. Kendisi ise,
Horasan'a gidip, orada insanlara İslâmiyeti, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı.
1) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.368
2) Hadîkat-ül-Evliyâ (2. kısım); s.152
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.22
4) Sefînet-ül-Evliyâ; s.91
14 Haziran 2013 Cuma
Cafer-i Sadık İle Rafizi
Cafer-i Sadık İle Rafizi
Kûfede bir râfizî var idi. Adı Abdülmecîd bin Abdülgaffâr idi. Ca'fer-i Sâdık 'kuddîse sirrûh' hazretlerinin hûzuruna vardı ve. aralarında şu konuşma geçti
- Esselâmü aleyke yâ Resûlullahın torunu. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden sonra en üstün olan kimdir?
- Ebû Bekr-i Sıddîkdır 'r.a'.
- Böyle olduğunu nereden biliyorsun.
- Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri ona, Resûlullahdan sonra, ikinci buyurdu. Üçüncüleri Allahü teâlâ olan iki kişiden, ikincisi olmak kadar şeref olamaz
- Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh', Resûlullah 's.a.v.' hazretlerinin döşeğinde, kâfirlerden korkmadan yatmadı mı?
- Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlullah hazretleri ile mağaraya girmedi mi?
- Eğer korkmasa idi, girmezdi. Allahü teâlâ Resûlullaha haber verdi ki, Ebû Bekre korkma, dedi.
- Onun korkusu, ondan idi ki, kâfirler onların nerede olduğu hakkında bir haber duyup, gelirler. Resûl-i ekremi üzerler. Görmezmisiniz Ebû Bekr-i Sıddîk, kendi ayağını, mağarada bir deliğe koydu. Hattâ yılan onu kaç def'a ısırdı. O acıya katlandı. Ayağını kaldırmadı. Resûlullahı uyandırmamak için, hiç ses de çıkarmadı. Kendinden korksaydı, zehrlenerek, cânını Resûle fedâ etmezdi.
- Mâide sûresinde, (Rükû'da iken sadaka verirler) meâlindeki 58.âyet-i kerîme ile medh olunan Alîdir.
- Bu âyetden önce, bir âyet-i kerîme vardır ki tahsîs rakamı ondan ziyâdedir. O Sıddîk şânındadır. (Allahü teâlâ, mürtedler ile cihâd eden bir kavm getirir. Allahü teâlâ bunları sever) meâlindeki âyet-i kerîme, Ebû Bekr Sıddîk içindir ve dahâ çok yükseltmekdedir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin, öbür âleme göçmelerinden sonra, arablar, dedi ki, biz nemâz kılarız. Ammâ zekât vermeyiz. Ebû Bekr 'r.a.' buyurdu ki, Resûlullah hazretlerine edâ etdikleri zekât malından bir deve dizinin bağını vermeseler ve ondan eksik verseler, ben onlar ile toprak ve kum sayısınca olsalar da muhârebe ederim.
- Yâ Ca'fer. Hazret-i Alînin şânı için, meâl-i şerîfi, (Mallarını, gece-gündüz, gizli ve gözönünde verenler) olan Bekara sûresinin 274.âyeti gelmemiş mi?
- (Sûre-i Velleyl), Ebû Bekr-i Sıddîkın şânında nâzil olmuşdur. Şânını çok yükseltmekdedir. Zîrâ Ebû Bekr-i Sıddîk kırkbin altın verdi. Kendisine bırakmadı. Bir kilime sarındı. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki, Allahü teâlâ buyurdu ki, ben Ebû Bekrden râzıyım. O benden râzı mıdır? Ebû Bekr-i Sıddîk, ben Allahü teâlâdan râzıyım, râzıyım, râzıyım, dedi.
- Meâli şerîfi (Hâcılara su vermeği ve Mescid-i Harâmı binâ etmeği, îmân etmekle ve Allah yolunda cihâd etmekle bir mi tutuyorsunuz. Hâyır, böyle değildir) olan Tevbe sûresinin 20.âyet-i kerîmesi hazret-i Alînin şânını bildirmek için nâzil olmadı mı?
- Meâl-i şerîfi (Mekkenin fethinden önce, sadaka verip, cihâd eden ile, fethden sonra veren ve cihâd eden bir değildir. Önce olanın derecesi dahâ yüksekdir) olan Hadîd sûresinin 10.âyet-i kerîmesi ile Ebû Bekr-i Sıddîk medh olunuyor. Ebû Bekrin muhârebe etmesi önce idi ki, Ebû Cehl, Resûlullah hazretlerine vurmak istedi. Ebû Bekr-i Sıddîk, Ebû Cehle mâni' oldu.
- Alî, hiç kâfir olmadı.
- Öyledir, lâkin, Allahü tebâreke ve teâlâ hiç kimsenin, îmânını, Ebû Bekrin îmânı gibi medh etmedi. Meâl-i şerîfi (Muhâcir ve Ensârın önce gelenlerinden Allahü teâlâ râzıdır. Onlara Cennetde sonsuz ni'metler vardır) olan Tevbe sûresi 31. âyetinde ve meâl-i şerîfi (Doğru haber ile gelen ve Ona inanan için Cennetde istedikleri herşey vardır) olan Zümer sûresi 33. âyetinde, Allahü teâlâ, Ebû Bekr-i Sıddîkın 'radıyallahü teâlâ anh' îmânını medh etmekdedir. Her ne vakt ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' vahy ile bir haber verse idi, kureyş, yalan söylüyorsun derdi. Ebû Bekr-i Sıddîk hemen yetişip, doğru söylüyorsun yâ Resûlallah, derdi.
- Meâl-i şerîfi (Uhud gazâsında, şeytâna uyup, dağılanlar) olan İmrân sûresi 155.âyetinde, Allahü teâlâ şikâyet etmiyor mu?
- Âyet-i kerîmenin sonunu oku. Meâlen (Onların bu kusûrlarını afv etdim) buyuruyor.
- Hazret-i Alînin dostluğu farzdır. Kur'ân-ı azîmüşşânda, Şûrâ sûresinde, 23.âyetinde meâlen (Size islâmiyyeti bildirdiğim ve Cenneti müjdelediğim için, bir karşılık beklemiyorum. Yalnız yakınım olanları seviniz) buyuruldu ki, bunlar, Alî, Fâtıma, Hasen ve Hüseyindir.
- Ebû Bekre 'radıyallahü teâlâ anh' düâ etmek ve Onu sevmek farzdır. Allahü teâlâ, Haşr sûresinde 10.âyetinde meâlen (Muhâcirlerden ve Ensârdan sonra, kıyâmete kadar gelen mü'minler, yâ Rabbî! Bizi afv et ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi afv et derler) buyuruyor. Hüseynî tefsîrinde diyor ki; (Âlimler buyurdu ki, Eshâb-ı kirâmdan 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în' birini sevmiyen kimse, bu âyetde bildirilen mü'minlerden olmaz. Bu düâdan mahrûm olur).
- Resûlullah 's.a.v.' (Hasen ve Hüseyn, Cennet gençlerinin üstünüdür. Babaları dahâ üstündür) buyurmadı mı?
- Ebû Bekr-i Sıddîk hakkında bundan iyisini buyurdu. Babam Muhammed Bâkırdan işitdim. Ceddim İmâm-ı Alî 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, Resûlullahın 's.a.v.' huzûrunda idim. Başka kimse yok idi. Ebû Bekr ile Ömer 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în' geldi. Server-i âlem ve Seyyid-i veledi âdem 's.a.v.': (Yâ Alî! Bu ikisi, Peygamberlerden başka, Cennet erkeklerinin en üstünüdür.)
- Yâ Ca'fer! Âişe mi üstündür. Fâtıma mı üstündür?
- Âişe 'r.a.' Resûlullah hazretlerinin zevcesi idi. Onunla berâber olur. Fâtıma 'r.a.' hazret-i Alînin zevcesi idi. Onunla berâber olur. Allahü teâlâ hazretlerinin gadabı ve la'neti o râfizî ve mübtedi' üzerine olsun ki, Resûlullah 's.a.v.' hazretlerinin, mü'minlerin annesi olan ezvâc-ı tâhirâtına 'rıdvânullahi teâlâ aleyhinnâ ecma'în' ta'n eyler.
- Âişe Alî ile muhârebe etdi. Cennete girer mi?
- Allahü teâlâ Ahzâb sûresi, 53.ayetinde meâlen; (Resûlullahı incitmeyiniz. Ondan sonra, zevcelerini nikâh ile hiç almayınız. Bunların ikisi de büyük günâhdır.) buyuruyor. Beydâvî ve Hüseynî tefsîrlerinde diyor ki, bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, Resûlullah 's.a.v.' vefât etdikden sonra da, ona saygı göstermek için, zevcelerine saygı lâzımdır.
- Ebû Bekrin hilâfetini, Kur'ân-ı azîmüşşânda bana göstermeğe kâdir misin?
- Gösteririm. Hem Kur'ân-ı kerîmde, hem Tevrâtda ve hem de İncîlde gösterebilirim. Kur'ân-ı kerîmde olan şudur: En'âm sûresi 165.âyetinde meâlen; (Allahü teâlâ sizi yeryüzünde halîfe yapdı) buyuruldu. Nûr sûresi 55.âyetinde meâlen; (Îmân eden ve emrlerimi yapanlarınızı, yeryüzüne hâkim kılacağımı söz veriyorum. İsrâîloğullarını halîfe yapdığım gibi, sizi de birbiriniz ardı-sıra halîfe yapacağım) buyuruldu. Beydâvî ve Hüseynî diyor ki, bu âyet-i kerîme gaybdan haber verip, Kur'ân-ı kerîmin, Allahü teâlânın kelâmı olduğunu ve dört halîfesinin 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în' meşrû; haklı olduğunu göstermekdedir.
Tevrâtda ve İncîlde, Feth sûresinin son âyetinde meâlen, (Resûlullah ve onunla birlikde olanlar, birbirlerini her zemân ve çok severler ve her zemân kâfirlere düşmân olurlar!) bütün Eshâb bildirilmekde ve Ebû Bekrin şerefine işâret edilmekdedir. Bu âyetin sonunda meâlen, (Eshâbının misâlleri Tevrâtda ve İncîlde bildirildi) buyuruyor. Babam, ceddim Alî bin Ebî Tâlibden 'r.a.' ve onun da Resûlullah hazretlerinden bildirdiği hadîs-i şerîfde,
(Allahü teâlâ, hiçbir Peygamberine vermediği kerâmetleri bana verir. Kıyâmetde mezârdan önce kalkarım. Allahü teâlâ dört halîfeni çağır, buyurur. Onlar kimdir, yâ Rabbî, derim. Ebû Bekrdir, buyurur. Yer yarılıp, herkesden önce Ebû Bekr mezârdan çıkar. Sonra Ömer, sonra Osmân, sonra Alî kalkar) buyuruldu. Peygamberimiz 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu: Ben yer şak olup, dışarı gelenlerin evveli olurum. Allahü teâlâ bana kerâmetlerden verir. O nesne ki benden önce Nebîlerin bir ferdine vermemişdir. Sonra Allahü teâlâ buyurur. Yâ Muhammed, yakın getir o halîfeleri ki, senden sonra geldiler. Ben dedim, onlar kimlerdir. Buyurur, Ebû Bekr-i Sıddîk. Benden sonra yer şak olup, Ebû Bekr kabrden dışarı gelenlerin evveli olur. İki hulle giydirirler. Tâ gelip, Arş önünde durur. Ve hesâbın az görürler. Ve arş önünde ayak üzerine dururlar. Ondan bir münâdî seslenir; Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' nerededir. Onu getirirler. Cerâhetden kan revân olduğu hâlde gelir. Diye ki, yâ Ömer, bunu sana kim etmişdir. Mugîre bin Şûbenin kölesi yapmışdır, der. Ona da buyururlar. Arş önünde durur. Hesâbını görürler. İki yeşil hulle giydirirler. Sonra Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini getirirler. Damarlarından kan revân olduğu hâlde gelir. Derler ki, bunu sana kim yapdı. Der ki, filân yapdı. Arş önünde durmasını buyururlar. Hesâbı da kolay olur. İki yeşil hulle giydirirler.
- Yâ Ca'fer, bunlar Kur'ân-ı azîmde var mıdır.
- Evet, okumadın mı, Allahü teâlâ onlardan haber verdi. (Peygamberler ve bunların şâhidleri, hesâb için getirilir!) buyuruldu. [Zümer sûresi 69.cu âyet-i kerîmesi meâli]. Yâhud şehîdleri getirilir, denildi. Ya'nî Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Alîyi 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' getirirler.
- Yâ Ca'fer! Bu zemâna kadar ben onları sevmiyor idim. Şimdi pişmân oldum. Eğer tevbe edersem, Allahü teâlâ kabûl edermi?
Ca'fer-i Sâdık 'kuddise sirrehül'azîz' buyurdu ki,
Çabuk tevbe et ki, se'âdetin alâmeti olsun. Eğer, Allahü teâlâ korusun, o i'tikâd üzere dünyâdan gitmiş olsaydın, senin dînin boşa giderdi.
Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
Cebrail (a.s.)'ın Hocası
Cebrail (a.s.)'ın Hocası
Birgün Server-i Enbiyâ 's.a.v.' mescidde oturmuş idi. Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Sultân-ı Enbiyâ, hazret-i Cebrâîl ile söyleşirdi. Eshâb-ı kirâm mescide gelip, Seyyid-i kâinâtı meşgûl görüp, bildiler ki, hazret-i Cebrâîl ile söyleşir. Sükût edip, oturdular. O sırada hazret-i Alî 'r.a.' içeri girip, selâm verip, yerine oturdu. Hazret-i Osmân 'r.a.' gelip, selâm verip, yerine oturdu. Sonra Ebû Bekr 'r.a.' gelip selâm verdikde, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı Enbiyâ hazretleri de ayak üzerine kalkdı. Eshâb-ı kirâm, Server-i kâinâtı ayak üzere kalkdığını görüp, hepsi ayağa kalkıp, hayret etdiler. Zîrâ Fahr-i âlem, Eshâb-ı güzînden kimseye ayak üzerine kalkmamışdır. Sonra bu husûsu, hazret-i Resûl-i ekremden sordular.
Buyurdular ki:
- Ebû Bekr-i Sıddîk mescide girip, selâm verdiği zemân, Cebrâîl aleyhisselâm Ebû Bekr-i Sıddîka ta'zîm için ayak üzerine kalkdı. Ben de ayak üzerine kalkdım. Sonra, yâ kardeşim Cebrâîl, Ebû Bekre ne için ta'zîm etdiniz, diye sordum.
Dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Ebû Bekre ta'zîm bana vâcibdir. Zîrâ Ebû Bekr benim hocamdır. Ben sordum,
- Neden dolayı hocandır.
Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki:
- Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Hak Sübhânehü ve teâlâ, Âdem aleyhisselâtü vesselâmı yaratdığı zemân, meleklere, hazret-i Âdeme secde ediniz, diye emr etdi. Benim hâtırıma geldi ki, secde etmiyeyim. Ben ondan efdalim. Zîrâ ki, o balçıkdan yaratılmışdır, dedim. Bunun üzerine olmağa niyyet eyledim. O zemân ki, Ebû Bekrin rûhu arş altında nûrdan bir köşk içinde idi. Köşkün kapısı açıldı, Ebû Bekrin rûhu çıkdı.
Bana dedi ki,
- Yâ Cebrâîl secde eyle. Sakın muhâlefet etme. Bunu üç kerre tekrârladı. Arkama üç kerre eliyle vurdu. O sırada kalbimden kibr ve enâniyyet ve inâd gitdi. Âdeme secde eyledim. Benden kibr ve enâniyyet, iblîse intikâl edip, Âdeme secde etmedi. Ebedî tard edilip, mel'ûn oldu ve ben de ebedî se'âdete kavuşdum. Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Ebû Bekr bu şeklde bana hoca olmuşdur, dedi.
Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
AHMED BİN MESRÛK
AHMED BİN MESRÛK;
Büyük velîlerden. İsmi Ahmed bin Muhammed, künyesi Ebü'l-Abbâs nisbesi et-Tûsî'dir. İbn-i
Mesrûk diye meşhurdur. Tûs'ta doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Bağdât'ta yaşadı. 910
(H.298) senesi Safer ayında vefât etti. Kabr-i şerîfi Bağdât'ta Bâb-ü Harb mezarlığındadır.
Ahmed bin Mesrûk ilim tahsîli için Rey ve Horasan civârını dolaştı. Bağdât'a yerleşti.
Cüneyd-i Bağdâdî, Sırrî-yi Sekatî, Ahmed bin Mesrûk, Hâris el-Muhâsibî, Muhammed bin
Mansur, Muhammed el-Bürülânî ile diğer velîlerin sohbetlerinde yetişip olgunlaştı. Ebû Ali
Rodbârî'nin hocası olup Muhammed bin Bekkâr, Şeybân bin Ferrûh ve Ahmed bin Hanbel
hazretlerinden hadîs-i şerîf rivayetinde bulundu. Cafer el-Huldî ve İbn-i Ubeyd el-Askerî de
kendisinden rivâyette bulundular.
Ahmed bin Mesrûk; haramlardan ve şüphelilerden sakınmakta, hattâ şüpheli olmak
korkusuyla mübahların çoğunu terk etmekte, çok ibâdet yapmakta eşi az görülen
insanlardandı. Haftada sadece bir kaç defa yer içerdi. Cumâ günleri dinlediği vâzların
etkisiyle kendinden geçer yemeden içmeden kesilirdi. Her halinde Allahü teâlânın rızâsını
düşünür, O'nun için olmayan sevgiyi öldürücü zehir bilirdi. Talebelerine; "Bir kimse Allahü
teâlâdan başkasına gönül verirse, O'ndan başkasında neşe bulursa, bu neşeleri dertler ocağı
olur. Kim, Allahü teâlânın beğenmediği şeylere yakın olursa, bu yakınlıkların hepsi sıkıntıya
dönüşür." derdi.
Ahmed bin Mesrûk insanların haklarına çok saygı gösterirdi. Sebebi sorulunca; "Müminlerin
hakkına saygı, Allahü teâlânın hakkına saygıdandır." buyururdu. Çok misâfirperverdi.
Misâfirlerine devamlı hizmetten zevk alırdı. Bir misâfiri bunun sebebini sordu. O da;
"Misâfirlik üç gündür. Bundan fazla kalırsan bana ikrâmda bulunmuş olursun." buyurdu.
"Tevekkül nedir?" diye sorduklarında; "Tevekkül, kalbin Allahü teâlâya güvenmesi,
aleyhinde olanı bırakıp, lehinde olan ile meşgûl olmasıdır." buyurdu. Ömrünü boş yere
tüketenleri görünce üzülürdü. Bunlara nasihat olarak; "Ömür çok değerli sermayedir. Ne
yazık ki insanoğlunun çoğu bu sermayeyi boş yere tüketir. Gençlik yıllarımda dinçtim.
Zorluklar beni yıldırmazdı. Ama artık ihtiyarlık devremi yaşıyorum. Geçmişte boşa
geçirdiğim zamanlarıma üzülüyor, o günleri arıyor, ama bulamıyorum." derdi.
Ahmed bin Mesrûk hazretleri sohbetine; "İnsan, terbiyesini rabbinden almalı." diyerek söze
başlar sonunda da; "Edebini Rabbinden alanı hiçbir şey mağlûb edemez." derdi. "Bir kimse
kendini kurtarmak için aklını kullanmasını bilmezse aklı o kimseyi helâke götürür." sözü
ağzından düşmezdi. İnsanları gafletten sakındırır; "Gafletin sebebi cahilliktir." buyururdu.
Kendisine; "Aklımıza uygun olmayan düşünceler geliyor ne yapalım?" denildi. "Kim, Allahü
teâlâdan korkarak kalbine gelen uygunsuz düşüncelerden korunmaya çalışırsa, Allahü teâlâ da
o kimsenin uzuvlarını, bu türlü işleri yapmaktan korur, muhâfaza eder." buyurdu.
Ahmed bin Mesrûk, hal ve firâset sâhibi olup gördüğü kimsenin hal ve niyetini sezerdi.
Kendisi anlatır: Bir zaman bize, şeyh kılıklı, konuşması düzgün biri geldi. Bu tatlı ifâdesiyle,
bize tasavvuf yolunu anlatmaya başladı, konuşurken, söz arasında; "Hepiniz kalbine gelen
düşünceyi bana anlatsın." dedi. Benim hatırıma o ihtiyarın yahûdî olduğu geldi. Fakat bu
durumu söyleyip söylememeyi, yanımda bulunan birine sordum. O böyle konuşanın yahûdî
olacağını tahmin etmediği için uygun görmedi. Lâkin benim bu düşüncem, gittikçe
kuvvetleniyordu. Ne olursa olsun, bu düşüncemi kendisine söyleyeyim dedim. Dedim ki: "Siz
hatırımıza gelen düşünceyi söylememizi istiyorsunuz. Benim kalbime sizin yahûdî olduğunuz
düşüncesi geldi." Bunu işitince başını önüne eğip, bir mikdâr bekledikten sonra doğrularak;
"Doğru söylüyorsun." dedi ve Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. "Hak olan din
İslâmiyettir." dedi.
Kendisine mârifet ve muhabbetten sordular; "Mârifet, Allahü teâlâyı tanımak, O'nu düşünüp
tövbe, pişman olmakla, muhabbet ise Allahü teâlâya aşırı sevgi duymak ve sevgilinin
irâdesine kusursuz teslim olmak ve emirlerine uymakla ele geçer." buyurdu.
Bir gün sohbette kıyâmette en şiddetli azâb görecek olanları anlatırken şu hadîs-i şerîfleri
okudu.
"Kıyâmette azâbı en şiddetli olanlar, peygamberlere söğenlerdir. Sonra Eshâb-ı kirâma
söğenler ve sonra müslümanlara söğenlerdir."
"İnsanları Hak teâlâdan alıkoyanlar istedikleri ibâdeti yapsınlar. Allahü teâlâ onları
bağışlamayacaktır. İnsanların Allahü teâlâya kavuşmasına vesile olanları da Allahü teâlâ
bağışlayacaktır."
İnsanları, Cenâb-ı hakkın kendilerine verdiği nîmetlerden başkalarını da istifâde ettirmeye
teşvik eder, Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfini okurdu: "Allahü teâlâ bâzı kullarına
bâzı nîmetleri ihsân etmiştir. Şâyet bu kullar, verilen nîmetlerle, başkalarını da
faydalandırırsa, bu nîmetler onlarda kalır. Eğer çevresindekileri bu nîmetten mahrûm
ederlerse, verilen nîmetler onlardan alınıp başkalarına verilir."
Ahmed bin Mesrûk hazretlerine semâ', kasîde dinlemek, söylemek hakkında soruldu.
Buyurdu ki: "Hali sağlam, ilimde âlim, içi ve dışı îtibâriyle doğru istikamet sâhibi olmayanın
semâ' dinlemesi doğru olmaz. Bizim gibilere ise bağırmak, çağırmak, dönmek hiç uygun
değildir. Çünkü bizim kalplerimiz henüz ibâdetlerle ülfet, dostluk hâlinde değildir. Kendimizi
ibâdete zorla sevk ediyoruz. Nefsimizi başı boş bırakırsak bizi felaketten felakete sürükler."
Sık sık: "Bâtıl olan şeye çok bakmak, kalbden Hakkın mârifetini giderir."
"Dünyâdan uzaklaşmak, takvâ sahiblerine, haramlardan uzaklaşanlara kolay gelir."
"Müminin kalbi Allahü teâlânın zikri ile kuvvetlenir." buyururdu.
Ahmed bin Mesrûk hazretlerinin Cüz'ül Kanâa isminde bir eseri olduğu rivâyet edilmektedir.
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.213
2) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.237
3) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.141
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.227
5) Târihi Bağdâd; c.5, s.100
6) Risâle-i Kuşeyrî; s.121
7) Sıfat-us-Safve; c.4, s.104
8) Tabakât-ül Kübrâ; c.1, s.109
9) Mir'at-ül-Cinân; c.2, s.231
10) Nefehât-ül-Üns; s.90
11) El-Muntazam; c.6, s.98
12) Netâicu Efkâr-il-Kudsiyye; c.1, s.169
13) Ravd-ur-Reyyahîn; s.101,142
14) Tearrûf; s.7
15) Tabakât-ı Ensârî; s.202
16) Hazînet-ül Asfiyâ; c.2, s.174
17) Keşf-ül Mahcûb; s.249-250
18) Nesâyim-ül Mehabbe; s.54
19) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; s.252
20) Hediyyet-ül Ârifîn; c.1 s.56
21) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.85
AHMED MEKKÎ EFENDİ
AHMED MEKKÎ EFENDİ;
Âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin büyük oğlu. Annesi büyük velî,
kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M.Reşid Arvâsî'nin kızı
Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van'ın Başkale kazâsında doğdu. 1967 (H.1387)
yılında vefât etti.
Küçük yaştan îtibâren fazîletli babalarından ve amcası Seyyid Tâhâ Efendiden ilim tahsîline
başladı. Medrese tahsîlini bitirdikten sonra yine babasından zâhirî ilimlerin inceliklerini
alarak icâzetle şereflendi. Yüksek teveccühlerine ve himmetlerine mazhar olarak evliyâlık
yolunda kemâl mertebelere ulaştı.
Ahmed Mekkî Efendi, din ilimlerindeki bu üstün derecesine rağmen son derece edeb ve
tevâzu sâhibi idi. Bu hâli ile kendisini diğer insanlardan gizlerdi. Görünüşte
herhangi bir kimse gibi insanlar arasında bulunur, ancak gerçekte, devamlı cenâb-ı
Hak ile olurdu.
Ahmed Mekkî Efendi uzun yıllar Üsküdar ve Kadıköy müftülüklerinde bulunup, sağlam
fetvâlar verdi. Bu vazîfeleri sırasında temiz ruhlu yüzlerce genci ilim ve fazîletle süsledi.
Cenâb-ı Hak, İstanbul halkını bu feyz ve bereket kaynağından yıllarca faydalandırdı. İlim
öğretmek için ekseri zamanlarda talebelerine kendisi giderdi. Şâyet talebesi okumak
istemezse, tatlı dili ile onu iknâ edip okuturdu. Bu işleri sırf cenâb-ı Hakk'ın rızâsı için yapar,
hiç bir karşılık beklemezdi.
Yakınlarından birisi çocuklarını küçük yaşta okumaları için Ahmed Mekkî Efendiye
gönderdi. Bir müddet sonra çocuklar derse girmekte gevşek davrandılar. Nasihat da fayda
vermedi. Bu husûsu Mekkî Efendiye arz ettiğinde buyurdu ki: "Onlara her ders için para
vereceğini vâd et. Her gün benden dersini okuduğuna dâir imzâlı kâğıt getirene şu kadar para
vereceğini söyle." O yakını dediği gibi yapınca, çocuklar derslere severek geldiler ve çok
şeyler öğrendiler. Küçük yaştaki çocukları bu yolla okutmanın kolay ve faydalı olduğu
anlaşılmış oldu.
Cumartesi ve Pazar günleri öğleden sonra Fâtih Câmiinde vâz verirdi. Bu vâzlarında Beydâvî
Tefsîri'ni şerhleri ile birlikte, baştan sonuna kadar dinleyenlere anlatıp îzâh etti. Bu şekilde
başlayıp bitirmek babalarından sonra bir de kendilerine nasîb oldu. Ahmed Mekkî Efendi
kendisine suâl sormaya gelenlere, Ehl-i sünnetin gözbebeği İslâm âlimlerinin eserlerine
bakmadan cevap vermezdi. Hattâ bâzan aynı suâli sormak için değişik zamanlarda farklı
kimseler geldiğinde, hepsinde de; "Hele bir kitaba bakalım." der ve kitaptan okuyarak
cevâbını verirdi.
Çok cömert idi. Gece-gündüz kapısı sevenlerine, gelenlerine açıktı. Misâfirlerine karşı her
zaman ikrâm edilecek bir şeyler de bulurdu. Kendisi de çağırılan, dâvet edilen yere gider ve
gittiği yerlerde büyüklerin hallerinden, yaşayışlarından bahsederdi. Müftülük yaptığı
zamanlarda din görevlilerine dâimâ şefkatli davranır, hal ve hatırlarını sorup gönüllerini
alırdı. Maddî durumu iyi olmayanlara elinden geldiği kadar yardımcı olurdu. Bu sebeple
emrinde çalışanlar onu bir müftü olarak değil, şefkatli bir baba gibi görürlerdi. Bir gün genç
bir müezzin askere giderken vedâ maksadıyla yanına geldi. Ahmed Mekkî Efendi, ona duâ
ederek; "Evlâdım gidince adresini bana bildir." diye tenbih etti. Müezzin, asker olduktan
sonra, Ahmed Mekkî Efendiye bir mektup göndererek adresini bildirdi. Bir ay kadar sonra
komutanı kendisini arayarak İstanbul'dan parası geldiğini ve almasını istedi. Müezzin çok
şaşırmıştı. Çünkü İstanbul'dan kendisine para gönderecek hiç kimsesi yoktu. Sonra parayı
gönderen zâtın, Ahmed Mekkî hazretleri olduğunu öğrendi.
Dînî ilimleri öğrenip hâfızlığa çalışan bir genç, Üsküdar Müftülüğünde imâmlık imtihânı
açıldığını işitti. Fakir ve garipti. İmtihan günü müftülüğe gittiğinde mürâcaat edenlerin çok
kalabalık olduğunu gördü."Bana burada iş vermezler. Elbiselerim eski, yaşım küçük,
tecrübem de yok." diye düşünerek tam geri dönmeye karar vermişti ki, o sırada müftülüğün
kapısı açıldı ve dışarıya çıkan bir kişi gerilerden onu çağırarak; "Oğlum sakın imtihana
girmeden gitme." dedi ve içeri girdi. Genç bu işte bir hayır var deyip imtihana girdi ve
kazandı. Sonra bu zâtın müftü Ahmed Mekkî Efendi olduğunu öğrendi.
Ahmed Mekkî Efendi âlimlere karşı fevkalâde hürmetkâr idi. Talebelerinden birisi şöyle
nakletmektedir:
Bir gün hocamla birlikte başka bir talebenin evine gidiyorduk. Orada ders vereceklerdi.
Akşam ezânı da okunmak üzereydi. Bir köşe başına geldiğimizde sokağa adım atacağı sırada
durdu. Daha sonra yolunu değiştirerek başka bir sokaktan ve daha çok dolaştıktan sonra
talebenin evine vardık. Ben hâlâ yolu niçin uzattığımızı anlayamamıştım. Bu hâlimi anlayarak
dedi ki: "Evlâdım o sokakta büyük bir âlim zât oturuyordu. Bu ilim sâhibinin evinin önünden
geçerken kendisinin hal ve hâtırını sormadan geçmemiz uygun olmazdı. Kapısını çalsaydık,
bu defâ da dar vakitte kendisini sıkıntıya sokmuş olacaktık. Bu ise hiç uygun düşmeyecekti."
O zaman anladım ki, Ahmed Mekkî Efendi, ilim sâhibine olan edebinden kapısının önünden
geçmemişti.
Devamlı abdestli olurdu. Dünyâ malına, mülküne değer vermezdi. Bâzı sevdiklerine sık sık
şu sözü tekrar ederdi:
"Mâla mülke olma mağrûr, deme var mı ben gibi?
Bir muhâlif yel eser, savrulur harman gibi."
Yakınlarından birisi şöyle anlatmaktadır: Merhameti o kadar çoktu ki, kendisine el açanları
bir defâ olsun geri çevirmezdi. Kalp kırmaktan böylesine sakınan bir kimseyi bizim aklımız
anlamaktan âcizdi. Nitekim bir gün müftülükte birlikte oturuyorduk. Orta yaşlı bir adam içeri
girdi. Müftü Efendiye dönerek; "Efendim bir ay önce Kars'tan gelmiştim. Fakat iş bulamadım.
Beş parasız kaldım. Memleketime döneceğim ama bilet almaya param kalmadı. Otobüs
kalkmak üzere, ne olur bir bilet parası veriniz." diyerek yalvardı. Ahmed Mekkî Efendi
adama acıyıp istediği parayı derhal verdi. Akşamleyin Müftü Efendi ile berâber dönüyorduk.
Vapura bindiğimizde baktık ki, gündüz yol parası alan adam orada oturuyor. Ben gâyet
sinirlenmiştim, ancak belli etmiyordum. Müftü Efendi ise bana dönerek; "Bu kimse bugün
bize yalan söylemiş. Şimdi beni görürse utanır, mahcûb olur. Onun için gel, bizi görmesin."
diyerek onun görmeyeceği bir tarafa gittik.
Ahmed Mekkî Efendi 71 yaşında iken 1967 (H.1387)'de âhirete irtihâl eyledi. Son sözü
"Elhamdülillah." oldu. Cenâze namazına binlerce kişi katıldı. O zamâna kadar İstanbul böyle
bir cemâati az görmüştü. Edirnekapı kabristanlığına defnedildi.
Mekkî Efendinin Süheyl, Behâeddîn, Medenî, Hikmet ve Zâhide isminde beş çocuğu vardı.
Bunlardan Süheyl ve Behâeddîn efendiler babalarının sağlığında vefât etmişlerdir.
Ahmed Mekkî Efendinin kabri üç yıl kadar sonra çevre yolu yapılması sebebiyle Ankara,
Bağlum'a babalarının yanına nakledildi. Bu üç sene içinde cesedi aynen duruyordu. Kefeninin
de kabre konduğu gündeki gibi bozulmamış olduğu görüldü.
1?1%&@2$'$&#(%"!3"'<")
Ahmed Mekkî Efendinin çok sevdiği bir kereste tüccârı vardı. Bir gün maddî bakımdan
sıkışınca fâize girdi. Mekkî Efendi ona fâizden hayır gelmeyeceğini söylediyse de devâm etti.
Zenginleştikçe fâize bulaşması da artıyordu. Bir müddet sonra Ahmed Mekkî Efendi o tüccârı
tanıyan birini görerek; "Eğer fâizi bırakmazsa dükkanı yanacak." diye haber gönderdi. Fakat
haberci başka yerlere uğradığından iki gün gecikti. Oraya vardığında o kişinin kereste
dükkanının yandığı haberini aldı. "Ben geç kalmasaydım, belki bu olmazdı." diyerek çok
üzüldü.
1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.1, s.127
2) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; c.1, s.290-291
13 Haziran 2013 Perşembe
Cami ve Kilise
Cami ve Kilise
Hazreti Fatih İstanbul'u fethettikten sonra, Avrupada fütuhata devam ediyordu. Bir seferinde Sırbistan hududuna gelmiş ve Sırbistan'ın fethi artık an meselesi idi. Sırp Kralı Brankoviç bir yanda Macaristan bir yanda da Türkler olduğu için arada zor durumda kalmıştı. Her iki büyük devletten birine sığınmak, ondan yardım istemek düşüncesiyle, her iki tarafa da elçiler gönderdi.
"Sırbistan elinize geçer ve burayı fethederseniz nasıl muamele edeceksiniz?" diye fikirlerini öğrenmek istedi.
Sırplılar ortodoks mezhebine mensup olduklarından, katolik Macar Kralı Hünyad tarafından şu cevabı aldı:
-Eğer Sırbistan bizim elimize geçer ve biz oraları istilâ edersek, bütün Sırplıları katolik edinceye kadar mücadele ederiz ve bütün kiliseleri yıkar, yerlerine katolik kilisesi inşa ederiz...
Fatih Sultan Mehmet Hazretlerine giden elçi şu cevapla dönmüştü:
-Biz Sırbistan'ı alırsak, İslâmiyetin Allah indinde tek din olduğunu ilân ederiz. Ve bu arada hiç kimseyi, kendi dininden dönmeye zorlamayız. İsteyen eski dininin icabı olan kiliseye gider, isteyen Allah indinde tek din olan İslâmiyeti seçer, dünya ve ahiret selâmetine kavuşur.
Yeni Şafak
Hazreti Fatih İstanbul'u fethettikten sonra, Avrupada fütuhata devam ediyordu. Bir seferinde Sırbistan hududuna gelmiş ve Sırbistan'ın fethi artık an meselesi idi. Sırp Kralı Brankoviç bir yanda Macaristan bir yanda da Türkler olduğu için arada zor durumda kalmıştı. Her iki büyük devletten birine sığınmak, ondan yardım istemek düşüncesiyle, her iki tarafa da elçiler gönderdi.
"Sırbistan elinize geçer ve burayı fethederseniz nasıl muamele edeceksiniz?" diye fikirlerini öğrenmek istedi.
Sırplılar ortodoks mezhebine mensup olduklarından, katolik Macar Kralı Hünyad tarafından şu cevabı aldı:
-Eğer Sırbistan bizim elimize geçer ve biz oraları istilâ edersek, bütün Sırplıları katolik edinceye kadar mücadele ederiz ve bütün kiliseleri yıkar, yerlerine katolik kilisesi inşa ederiz...
Fatih Sultan Mehmet Hazretlerine giden elçi şu cevapla dönmüştü:
-Biz Sırbistan'ı alırsak, İslâmiyetin Allah indinde tek din olduğunu ilân ederiz. Ve bu arada hiç kimseyi, kendi dininden dönmeye zorlamayız. İsteyen eski dininin icabı olan kiliseye gider, isteyen Allah indinde tek din olan İslâmiyeti seçer, dünya ve ahiret selâmetine kavuşur.
Yeni Şafak
BUNLARDAN HANGİSİ ŞEHİTTİR
BUNLARDAN HANGİSİ ŞEHİTTİR?
Emîr Timur rahmetullahi aleyh, Halep Şehri'ni zaptederken, pekçok Müslüman kanı akmıştı. Savaştan sonra din adamlarını toplayarak sordu:
'Muhârebe esnasında sizden ve bizden epeyce adam öldü, dedi. Söyleyin bakalım bunlardan hangisi şehittir?
ve bir Allah (c.c) dostu ayağa kalkarak şöyle der::
'Sizden ve bizden olması bir şey değiştirmez; kim Allâh'ın ism-i Celîl'ini yüceltmek için mücâdele ve mukâbele etmişse, o şehittir.
'Muhârebe esnasında sizden ve bizden epeyce adam öldü, dedi. Söyleyin bakalım bunlardan hangisi şehittir?
ve bir Allah (c.c) dostu ayağa kalkarak şöyle der::
'Sizden ve bizden olması bir şey değiştirmez; kim Allâh'ın ism-i Celîl'ini yüceltmek için mücâdele ve mukâbele etmişse, o şehittir.
AHMED KUSEYRÎ
AHMED KUSEYRÎ;
Evliyânın meşhûrlarından. İsmi Ahmed bin Abdurrahmân Kuseyrî'dir. Doğum târihi
bilinmemektedir. 1549 (H.956) senesinde Hatay'da vefât etti. Türbesi Şenköy'de ziyâret
mahallidir. Aynı âileden on yedi zâtın kabri de bu türbededir. Aslen Suriye Selçuklularından
olup, soyu Eshâb-ı kirâmdan Peygamber efendimizin amcası hazret-iAbbâs'a dayandığı
rivâyet edilmiştir. Babası Şeyh Abdurrahmân 1464 senesinde Hatay'a yerleşmiş, Ahmed
Kuseyrî burada doğmuştur. İlim ehli, tasavvuf erbâbı ve insanlara rehberlik eden bir âileye
mensuptur. Dedesi Şeyh Süleymân ve babası Şeyh Abdurrahmân, Şâfiî mezhebinden ve
Halvetî tarîkatındandılar. Tekkeleri Yayladağı'nı Lazkiye'ye bağlayan eski kara yolu
üzerindeki Hırbe çiftliğindeydi. Hanyolu köyünde Şeyh Dâvûd ve Hatay'da Şeyh Ali adında
iki amcası vardı. Her ikisi de âlim ve fâzıl kimselerdi.
Ahmed Kuseyrî ilk temel din bilgilerini ve Kur'ân-ı kerîm okumayı babasından öğrendi. Daha
sonra amcası Şeyh Dâvûd'dan Arabî, akâid, fıkıh ve tefsîr okudu. Bu tahsîli sırasında büyük
İslâm âlimlerinden İmâm-ı Gazâlî ve Muhyiddîn Arabî hazretlerinin eserlerini okudu. Diğer
amcası Şeyh Ali'den de ders alıp genç yaşta tasavvuf ilminde ve hâllerinde yetişti. Babası
1520 senesinde talebeleri huzûrunda ona Halvetî tarîkatından icâzet verip, hırkasını giydirdi.
Bu icâzetin verilmesinden beş sene sonra babası vefât etti. İrşâd, rehberlik vazîfesini devâm
ettirdi. Sohbetlerine ve derslerine pekçok kimse gelip istifâde ederdi. Halep'te Zekeriyyâ
aleyhisselâm Câmiinde verdiği vâzlar ve hutbeleri büyük bir alâka ile dinlenirdi. 1545
senesinde Halep'te Ferhat Paşa ile görüştü. Ferhat Paşa onun ilimde ve yaşayışta üstünlüğünü
görerek hürmet ve ikramda bulundu. Kendisine Osmanlı Devleti adına bir ferman takdim edip
müsellimlik verdi. Halep'ten tekrar Şeyh köyüne dönüp, Hatay'da Ehl-i sünnet îtikâdını yayıp
zararlı akımların ve kötü alışkanlıkların kaldırılması için büyük mücâdeleler verdi ve üstün
hizmetler yaptı.
Kânûnî Sultan Süleymân Han onu İstanbul'a dâvet etti. İstanbul'a gidip pâdişâhın meşhûr
dîvân sohbetlerinde bulundu. Pâdişâh hürmet ve ikrâm gösterdi. Rütbeler ve nişanlar verdi.
Osmanlı Devleti adına yaşadığı Hatay bölgesinin en yetkililerinden ve özellikle Kuseyr
mıntıkasının efendisi oldu. Kendisine zeâmet olarak, şimdiki Fenk köyü, Harbiye'deki Kızlar
değirmeni ve çiftlikler verildi.Dergâhı gariblerin, yolcuların, fakir ve misafirlerin sığındığı bir
yerdi. Talebelerine son derece şefkatli davranırdı. Osmanlı Devletine sadâkatı ve hizmeti ile
çok takdir toplamıştır. Türbesinde bir Osmanlı sancağı, sorguç ve tuğ târihî bir hâtıra olarak
durmaktadır.
Ahmed Kuseyrî tahsîli sırasında bir gün ders bitince köyüne gitmek istedi. Ancak hava da
sisli ve yağışlıydı. Bu yüzden amcası gitmesine râzı olmadı. Fakat o gitmekte ısrar edince,
geçeceği Kuseyr Dağlarında yırtıcı hayvanlar bulunduğundan dikkatli olması için onu uyardı.
Ahmed Kuseyrî yola çıktıktan sonra amcası, içi bir türlü rahat etmediğinden peşine düşüp
uzaktan gizlice onu tâkib etti. Bir ara ağaçlık bir vâdide onu gözden kaybetti. Sonra baktı ki
bir kurdun sırtına binmiş neşeyle köyüne doğru yol almakta. Hayretle bakakaldı. O vâdinin
ismi Kurdderesi olarak kalmıştır. Amcası onun bu hâlini Ahmed Kuseyrî'nin babası Şeyh
Abdurrahmân'a anlatıp; "Ona öğretecek ilmim kalmadı, başka bir hocaya gitsin." diyerek
onun üstünlüğünü, daha küçük yaşta kemâle erip, kerâmet sahibi olduğunu ifâde etti.
Babası onu Hatay'a diğer amcası Şeyh Ali'nin derslerine gönderdi. Diğer talebelerle birlikte
bir müddet ders aldı. İmtihanlar sırasında ise çevrede gezmeye, kuş avlamaya çıktı.
Medresedeki talebeler isimlerini okudukça sırayla imtihana giriyorlardı. Bu sırada Ahmed
Kuseyrî medreseden çok uzak yerlerde idi. Sırası gelip ismi okununca bir anda medreseye
geldi. Hocaları onun bu kerâmetini görerek çok şaşırdılar. Sorulan sorulara doğru ve en kısa
cevabı vererek hep başarı ile geçti.
Kânûnî Sultan Süleymân onu İstanbul'a dâvet edince, hizmetçisi ile yola çıktı. Hizmetçisine;
"Sen benden önce git, konaklayacağımız hanlarda yer ayırt, ben yetişirim." dedi. Hizmetçi yol
boyunca önce gidip hangi hana vardıysa, Ahmed Kuseyrî hazretlerini orada buluyordu.
Hizmetçi onu yürürken görmediğini, kerâmetiyle uzun mesâfeleri kısa zamanda katettiğini
anlatmıştır.
Ahmed Kuseyrî hazretleri Hatay'da pekçok talebe yetiştirmiş, insanların İslâmiyeti
öğrenmelerine, İslâm ahlâkının yayılmasına hizmet etmiştir. Ayrıca yollar, medreseler,
mescidler ve çeşmeler yaptırmıştır. Altınözü civârındaki Kuseyr Çayı üzerinde hâlen faâl
hâlde olan köprü onun yaptırdığı bir hayır eseridir.
<$'1&#$%&132)1+$3&6"%
Bir gün dilenci kılığında birisi tarafından Ahmed Kuseyrî'nin evinin kapısı çalınır. Kim
olduğu sorulunca, Ahmed Kuseyrî'yi görmek istediğini söyler. Evde olmadığı bildirilince;
"Size bir emânetim var." diyerek bir dağarcık, bir torba ve küçük bir çıkını bırakıp almalarını
söyleyerek ayrılıp gider. Giderken de; "Sonra uğrarım." der. Ahmed Kuseyrî hazretleri geç
vakit eve gelir. Hanımı da kapıya gelen ziyâretçiden ve bıraktıklarından bahsetmeyi unutur.
Gece yarısı mutfaktan sesler işiterek gidip bakarlar. Bırakılan küçük kaptan kazanlar
dolduracak kadar bal taşıyor. Torbadaki bir avuç darı çuvallar dolduracak kadar artıyor.
Çıkından ise çil çil altınlar taşıp yerlere dökülüyor. Ahmed Kuseyrî; "Nedir bu hâller?" diye
sorunca hanımı şaşkın ve hayretler içinde; "Bilmiyorum." der; "Bugün bize gelen oldu mu?"
diye sorar. Hanımı hatırlayıp; "Evet bir ihtiyar geldi. Sizi sordu. Sonra uğrarım diyerek
bunları bıraktı. Bereketlenip taşan bu şeyler ona âittir." dedi. Ahmed Kuseyrî hazretleri bir an
düşünüp; "Bu gelen Hızır aleyhisselâm mıydı yoksa?" deyince, bırakılan kaplardaki artmalar
ve taşmalar durdu. Böylece Hızır aleyhisselâmın bereketine kavuştular.
1) Hatay Evliyâları; s.45
AHMED KUDDÛSİ
AHMED KUDDÛSÎ;
Anadolu velîlerinin büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Hâcı İbrâhim'dir. 1769 (H.1183) senesi
Rabî'ul-evvel ayının on birinci gecesi, Niğde'nin Bor kazâsında doğdu.
Büyük bir velî olan babası, rüyâsında üç ay gördü. Ortadaki ay diğer aylardan daha büyük ve
parlaktı. Bu rüyânın tâbirinde kendisinin üç oğlu olacağını ve ortanca oğlunun büyük bir velî
ve âlim olacağını anladı. Ahmed Kuddûsî, bu sâdık rüyânın zuhûr ettiğini Dîvan'ında şöyle
anlatır:
Rüyâda hem görmüş peder, üç ay semâda hoş kamu,
Ortadaki ayda çoğimiş behcet-ı nûr-u ziyâ.
Ana demişler: Bil, bu ay, oğlun ana rahmindeki,
Halk-ı cihânın ekserin irşâda olısar sezâ.
Ona muhabbet eyleyen âşıkları Mevlâ sever,
Bulmaz felâh kim ki ider ise ana buğz u cefâ.
Telkîn-i zikr eyle ona ersin makâma küççiken,
Hem eyle telkin ki, hemen zikr eylesin ol dâimâ.
Vakt-ı sabavette bana Tevhîdi telkîn eyledi,
Der idi: Kuddûsî! Verdim icâzeti ben sana.
Ahmed Kuddûsî, küçük yaşta babasından ders almaya başladı. Ahrâriyye yolunun edebini
babasından öğrendi. Babasının; "Oğlum her zaman Allahü teâlâyı zikr et, benim sağlığımda
boş şeylerle uğraşmaktan uzak dur." nasîhatine uyarak onun tarîkat hakkındaki tavsiyelerine
harfiyyen riayet edip gece gündüz şevkle çalıştı, bütün amelleri gönülden yaptı. Kısa zamanda
velîlik basamaklarında yükseldi.
Ahmed Kuddûsî, o zaman medreselerde okutulan ilimleri öğrenmek için de uzun müddet
medrese tahsîli gördü. 1786 senesinde babası vefât edince, ilâhî bir işâret üzerine Turhal'a
gitti. Turhal'daki Turhal Şeyhi denilen zâtın sohbetlerinde bulunarak kemâle erdi. Oradan bir
arkadaşı ile ayrılıp Erzincan'a geldi. Sert geçen kış mevsimi yüzünden Erzincan'da birkaç ay
kaldı. Yaz gelince, Erzincan'dan ayrılarak, önce Şam'a oradan da Mısır'a vardı. Daha sonra
hac farîzasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitti. Bu ilk Hicaz seferinde Hira ve
Uhud dağında, hazret-i Hamza ve Uhud harbinin diğer şehîdlerinin medfûn, gömülü
bulunduğu sahada ve dağın kayalıkları arasındaki mağaralarda uzun günler uzlette kendi
başına kaldı. Mescid-i Nebî çevresinde riyâzetler çekti. Resûlullah efendimizin lütuf ve
hitaplarına kavuşarak, üstün derecelere yükseltildi. Bu sırada; "Anadolu'ya git, orada evlen.
Senin için üstün derece ve makamlar, âile kadrosu içinde hâsıl olacaktır." îkâz ve işâreti
üzerine, bir sonraki sene tekrar hacc ederek Bor'a döndü. Bu müddet içerisinde, Resûlullah
efendimizin yüksek himmetlerine nâil olduğunu bir şiirde şöyle ifâde eder:
Dâvet etti köyüne çünkü bizi ol şâhımız,
Pes icâbet eyledik bugün açıldı râhımız.
Etti tâlim hem bize seyr-i sülûkin tarzını,
Pîşvâ-yı sâlikîn olan Resûlullahımız.
Doldu ışk-u-cezbe dil iklimine deryâ misâl,
Bu sebeple mürtefî' oldu begâyet râhımız.
Bakmanız hışm u hakâretle bize ey zâhidân,
Dost yanında mu'teber hor görünen gümrâhımız.
Yanarız ışk oduna Kuddûsîyâ leyl ü nehâr,
Kıldı âlem halkını âciz figân ü âhımız.
Ahmed Kuddûsî, ilki 1807 ve 1810 senelerinde olan Osmanlı-Rus savaşlarına katıldı.
Böylece sünnete uyarak, nefsini ıslâh etmek için yaptığı halvet, yalnızlık çile ve riyâzetleri
yâni cihâd-ı asgarı cihâd-ı ekberle, yâni nefsle yaptığı savaşlarla da tamamladı.
Bir süre Anadolu'da kalan Kuddûsî hazretleri tekrar Hicaz'a gitti. Uzun müddet Mekke ve
Medîne arasındaki ıssız çöllerde, dağlarda nefsini tezkiyeye, safiyyete ulaştırmak için çektiği
çileler, onun derecesini bir kat daha yükseltti. Bu sırada günlük yiyeceği, her gün belli saatte
kendiliğinden gelen bir ceylanın verdiği süttü. Hicaz'da geçen günlerini Dîvân'ında şöyle
anlatır:
Çıktım vatandan gittim Hicaz'a,
Dağ u çöl bana gülîzâr oldu.
Yalınız yayan râh'a azm itdim,
Köşküm sarayım kûhisâr oldu.
Vahşî âhûlar gibi insandan,
Kaçmak bana bir hoşça kâr oldu.
Susuz azıksız ulu dağlarda,
Rûz u şeb rızkım tatlı nâr oldu.
Görmedim açlık hem susuzluk hiç,
Her ne istersem çün o vâr oldu.
Tevhîd ile bu devleti buldum,
Çok diyen ânı bahtiyâr oldu.
Düşdü Kuddûsî dâmına ışkın,
İstemez çıkmak hoş şikâr oldu.
Ahmed Kuddûsî, Hicaz'dan Bor'a döndükten sonra, birçok din düşmanının düşmanlıkları
sebebiyle, on üç yıl kadar evinde inziva hayâtı yaşadı. Bu arada, bir gün Cumâ vaktinden önce
bir tanıdığı, misâfir olarak evine geldi. Cumâ vakti yaklaştığı hâlde Ahmed Kuddûsî hiçbir
acelecilik göstermedi. O zât Cumâya gitmek için izin istedi. Ahmed Kuddûsî; "Biraz daha
beklesen iyi olacaktı. Namazdan sonra seni beklerim." buyurarak misâfirini uğurladı.
Cumâdan sonra biraz gecikerek gelen misâfir zât, yemekle berâber tâze hurma ve o mevsimde
Bor'da olmayan tâze sebzeler ikrâm edilince, çok şaşırdı ve; "Efendim, hurma ve sebzeler
buranın olamaz. Siz Cumâyı nerede kıldınız?" diye sorunca, Kuddûsî hazretleri; "Evlâdım söz
dinleyip, biraz daha beklesen, ihlâsının karşılığını görecek, bizimle birlikte sen de Cumâyı
Kâbe-i muazzamada kılacaktın." buyurdu.
O devrin ileri gelenlerinden makam sâhibi biri, bir sohbette; "Zamânımızın büyük velîsi kim
ise onunla görüşmek istiyorum." diye yakınlarına sorar. Bunun üzerine orada Kuddûsî
hazretlerini tanıyan biri; "Zamânımızın büyük velîsi Ahmed Kuddûsî'dir." deyince, kendisini
İstanbul'a dâvet ederler. Ahmed Kuddûsî, İstanbul'a gelip huzûra girince, orada bulunan
kimseler, onun taşralı kıyâfeti ile huzûra girmesini pek beğenmeyip, yukardan bakıcı bir tavır
takınırlar. Ahmed Kuddûsî sohbet sırasında hiç konuşmaz. O makam sâhibi kimse; "Şeyh
efendi! Siz de bir beyân buyursanız." deyince; "Efendim! Bendeniz ilmi olmayan bir kişiyim.
Huzûrunuzda konuşmaya hayâ ederim. Ancak emrinize uyarak başımdan geçen bir hâdiseyi
anlatayım." diyerek şu hikâyeyi anlatır:
"Bir gün bendeniz Sarayburnu'nda sahil boyunca gezerken, çok güzel bir hanım sandala bindi.
Gönlümü cezbeden bu güzelin peşinden başka bir sandala binerek, onu tâkib ettim. Üsküdar
iskelesinde karaya çıkıp, falan sokaktaki büyük bahçeli konağa giren bu hanımı bir daha
göremedimse de aslâ unutmadım. Gönlüm onun hicrânı ile rahatsızdır efendim."
O makam sâhibi kimse, bu hikâyeyi duyar duymaz, yanında bulunanların hepsini dışarı
çıkararak, Ahmed Kuddûsî'ye; "Efendi, anlattığınız benim halen içinde yaşadığım elemli
hâlimin ifâdesiydi. Şu anda ise o dertten kurtuldum. O hanım gönlümden silindi." dedi. Sonra
Kuddûsî hazretlerine görülmemiş ihsânda bulundu.
Yine bir gün sultan, huzûrunda bulunanlara; "Şu avucumda gizlediğim şeyi tahmin etmenizi
istiyorum." dedi. Herkes bir şey söylediyse de kimse bilemedi. Bir köşede oturan Ahmed
Kuddûsî'ye; "Siz de bir tahminde bulunun." dediler. Ahmed Kuddûsî de; "Yedi iklim ve yedi
deryâyı gezdim. Bir balığı, yavrusunu arar gördüm." dedi. Meğerse pâdişâhın avucunda küçük
bir balık varmış. Bunun üzerine Ahmed Kuddûsî'ye tâzim ve ikrâmda bulunularak, sarayda
kalması teklif edildi. Fakat o; "Ben âciz bir kulum, burada kalsam dünyâ imtihânından berât
edemem." buyurdu ve kalmayı kabûl etmedi.
Bir süre İstanbul'da kalan Ahmed Kuddûsî, Bor'a döndü. Bor'da iken birgün sultan, Bor'a iki
memur gönderip, onun durumunu öğrenmek istedi. Gelen memurlar onu bahçesini bellerken
buldular. Ahmed Kuddûsî hazretleri onlar daha bir şey söylemeden; "Siz İstanbul'dan
geldiniz. Bizim bir şeye ihtiyacımız yok." buyurdu. Onlar; "Pâdişâhımız bizi vazifeli
gönderdi. Size tahsîsât bağlayacağız." dediler. Ahmed Kuddûsî onlara; "Açın eteğinizi"
diyerek her ikisinin eteğine birer kürek toprak döktü. İki memur bu toprakların altın olduğuna
şâhid oldular. Bu sefer Ahmed Kuddûsî; "Eteklerinizdekileri dökün." deyince hemen yere
döktüler. Bu defâ toprakların yılan-çiyan olduğuna şâhid oldular. Ahmed Kuddûsî;
"Evlâtlarım! Allahü teâlânın keremi ile bizim pâdişâhımızın tahsîsatına ihtiyâcımız yoksa da,
fukarâ ve âcizlere dağıtmak için bırakın." diyerek bu tahsîsâtı bir müddet alıp yoksullara
dağıttı.
Ahmed Kuddûsî, bir gün Konya'ya giderek, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret
etmek istedi. Türbenin önüne vardığı zaman, türbedâr kapıları kilitleyip gidiyordu. Türbedâra
türbeyi açması için ricâlar edip çok yalvardı. Fakat türbedâr; "Akşam oldu, açma müsâdesi
yoktur." diyerek kesin bir şekilde reddetti. Bunun üzerine Ahmed Kuddûsî şu medhiyeyi
okumaya başladı;
Sensin velîler şâhı,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Affet şu ben gümrâhı,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Bed-kâr-u-âvâreyim,
Pür-zenb ü bî-çâreyim,
Âsî yüzü kâreyim,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Gâyet azîmdir câhın,
Mahbûbısın Allah'ın,
Dâr-ül-emân dergâhın,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Sen şol ulu sultânsın,
Ki server-i merdânsın,
Hem ma'den-i irfânsın,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Çün tıfl iken ey Sultân,
Eflâki etdin seyrân,
Oldu melâik hayrân,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Muhtâcınam in'âm et,
Mihmânınam ikrâm et,
İhsânını itmâm et,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Kapunda çok muhtâcân,
Erer murâda her ân,
Devrinde sürer devrân,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Bencileyin yok gümrah,
Lâkin dedim eyvallah,
Geldim sana şey'en lillah,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Âriflerin sultânı,
Dertlilerin dermânı,
Kuddûsî'nin cânânı,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Son dörtlüğü söylediği anda, kapılar kendiliğinden açıldı. Ahmed Kuddûsî, türbedârın şaşkın
bakışlarından habersiz, ziyâretini yaparak oradan ayrıldı. Ertesi gün bu hâdiseyi duyan
Mevlevî şeyhleri ile bir kısım ulemâ; "Bu mutlakâ Bor'lu Kuddûsî'dir." dediler.
Medîne-i münevverede saatçılık yapmakta olan Ali Osman isimli İzmirli bir Türk vardı. Bu
zât Medîne-i münevvereye hicret ettikten bir müddet sonra, mesleği olan işi yapmak üzere bir
dükkân açmak için izin almaya çalıştı. Uzun süre bunu sağlayamadı. Parası bitti. Bir gece
Allahü teâlâya iltica ile yalvardı. O gece rüyâsında esmer, kır sakallı, uzunca boylu bir zât;
"Evladım, resmî dâireye girdiğinde sağ tarafında gördüğün şu üçüncü şahsa mürâcaat et.
Gerisine karışma buyurdu. Ali Osman Efendi sabahleyin doğruca denilen şahsın yanına gitti.
O şahıs, Ali Osman Efendi'ye; "Seni Kuddûsî hazretleri mi gönderdi? Git hemen dükkânını
aç, işine başla." dedi. Ali Osman hemen gidip dükkânı izin almış gibi açtı. O şahıs izin
belgesini sonradan gönderdi. Bir müddet sonra rüyâsında aynı zâtı gördü. O zât; "Oğlum bana
Kuddûsî derler. Cebine bir hediye koydum, onu al ve amel et." dedi. Ali Osman Efendi
uyandığında cebinde Kuddûsî hazretlerinin şu şiirinin yazılmış olduğu kâğıdı buldu:
Ey rahmeti bol pâdişâh,
Cürmüm ile geldim sana,
Ben eyledim hadsiz günâh,
Cürmüm ile geldim sana.
Hadden tecâvüz eyledim,
Deryâ-yı zenbi boyladım,
Ma'lûm sana ki neyledim,
Cürmüm ile geldim sana.
Senden utanmayup hemân.
Ettim hatâ gizlü ayân,
Urma yüzüme el-emân,
Cürmüm ile geldim sana.
Aslım çü bi katre menî,
Halk eyledin andan benî,
Aslım denî, fer'îm denî,
Cürmüm ile geldim sana.
Gerçi kesel fısk-ü-fücûr,
Ayb-ı-zelel çok hem kusûr,
Lâkin senin adın Gafûr,
Cürmüm ile geldim sana.
Zenbim ile doldu cihân,
Sana ayân zâhir nihân,
Ey lutfü bî-had Müste'ân,
Cürmüm ile geldim sana.
Adın senin Gaffâr iken,
Ayb örtücü Settâr iken,
Kime gidem sen vâr iken,
Cürmüm ile geldim sana.
Hiç sana kulluk etmedim,
Rah-ı rızâna gitmedim,
Hem buyruğunu tutmadım,
Cürmüm ile geldim sana.
Bin kerre bin ol pâdişâh,
Etsem dahî böyle günâh,
Lâ-taknetû yeter penâh,
Cürmüm ile geldim sana.
İsyânda Kuddûsî şedîd,
Kullukda bir battal pelîd,
Der kesmeyip senden ümîd,
Cürmüm ile geldim sana.
Ali Osman Efendi, o günden sonra bu şiiri okumadan işine gitmedi ve verilen vazifeleri
devamlı yaptı.
Ahmed Kuddûsî hazretleri, gerek şiirlerinde, gerekse mektup ve sâir yazılarında, hak
yolundaki tehlikelere dikkatleri çekerek, bu yoldaki sâdıklarla, sapıkların hâl ve durumlarını
tekrar tekrar anlatmaktadır. Ehl-i dünyâ ile mülhid ve dinsize yaklaşmamayı, câhil ve inatçı
sofulardan kaçınmayı, küfür ehli ile münâfıklardan şiddetle sakınmayı, hased, kin, istihzâ ve
nemîme, dedi-kodu ehlinden uzaklaşıp onlarla berâber olmamayı tavsiye ederek, şöyle
buyurmaktadır:
Nâr-ı ışk ile yanup kül olmayan nâdân'a yuf,
Ölmeden evvel ölüp dirilmeyen bî-cân'a yuf.
Kadrini uşşâk-ı Hakk'ın bilmeyüp ta'n eyleyen,
Bed-kelâmu bed-likâ vü bed-nefes hayvâna yuf.
Zu'm eder ki özi yahşı tâgiyândır ehl-i ışk,
Yuf o tâgî'nin özine ettiği tuğyâna yuf.
Mü'minin budur nişânı ki seve mü'minleri,
Ehli, îmâna adâvet eyleyen düşmana yuf.
Söyleyup elfâz-ı küfr-i güldürür nâs-ı müdâm,
Dinleyüp ânın kelamın gülüşen yârâna yuf.
Ger gazâb eylersen kalmaz anda aslâ akl-u-dîn,
Bî-vefâ vü akl u hem bî-dîn ü bî-îmâna yuf.
Kârıdır gamz u nemîme kizb ü sebb ü ifk'ü zem,
Hak içinde fitne îkâz edici fettâna yuf.
Öğredirler anı hassad şeyhe dahl eyle deyu
Öğreden hassade hem şeyhine taş atana yuf.
Îtirâzı cenâb-ı Hakka hem Cebrâile,
Şeyhime etmez mi ya ol âsî-i Rahmân'a yuf.
Asdıkâ'yı fırka fırka eyleyûb iblîs kişi,
Ara yerde ceng-i gavga buğz-u-kin koyana yuf.
Nan-ı nîmet ıyş u sohbet hakkının isyân edip,
Şol kuduz hayvan gibi her gördüğün kapana yuf.
Çün âyân oldu bu yüzden, dostumuz düşmanımız,
Bize dostluk gösterip gizlü adû olana yuf.
İsteyen bizim rızâmız varmasun hiç yanına,
Bize rağmen ol sefîhin yanına varana yuf.
Etmeniz anınla ülfet, ey bizim ahbâbımız,
Pes dedik ol münkire yuf, hem ana uyana yuf.
Hâsılı anda vefâ yok, n'eyleriz lâkin ana,
Taş verüp Kuddûsî'ye ur deyü'ben salana yuf.
Yine birçok şiirinde Allahü teâlânın rızâsını taleb etmeyi, mal, mevkî, şöhret ile dünyâya ve
maddeye âit her şeyin sevgisini kalbden çıkarmayı tavsiye etmekte, kalbde yerleşmiş sevgisi
olmayan; mal, mülk, makam ve mevkînin de bir mahzuru olmadığını belirtmektedir. Ahmed
Kuddûsî, İslâmı tek bir bütün olarak görür. İslâmiyete uyanı ve İslâmın yüceliğini anlatmak
için, devrindeki sağlam idârecilerle pâdişahları birçok defâ methetmiş ve onlara itâatı tavsiye
etmiştir. Müslümanların eğer fitneye uyup, din ve devletine ihânet etmezse, yer ve gök
ehlinden duâ ve yardım alacaklarını, şâyet din ve devletine ihânet ederlerse zulüm ve belâlara
uğrayacaklarını belirterek şöyle buyurmaktadır:
Zulm eylemez nâsa zerrece Hudâ,
Lâyık olduk geldi bize bu şifâ,
Amele göredir herkese cezâ,
Taksîr iden lâ-büd cezâsın bulur.
Kalbinden adâlet merhamet gitti,
Pâdişâhı bize musallat etti,
Emr-i Hallâk ile halkı incitti,
Anlamayan onu kul itti sanır.
Uzattın kat'et sözün Kuddûsî,
Uyandırmak kasdın pend idip nâsî,
Vir nefsine öğüt ey kalbi kâsî,
Gözsüzleri nice edebilir kör.
Ahmed Kuddûsî, farz, vâcib ve sünnet olan ilimleri bilip, kendisine kâfi olanını öğrendikten
sonra, ilmi ile amel ederek, Allahü teâlâyı anmaya devâm etmeyi bütün eserlerinde
tekrarlamaktadır. Baş olmak, dünyâlık elde etmek veyâ halkı başına toplayıp, onların hürmet
ve hizmetlerini celbetmenin, insanı şeytana oyuncak edeceğini tekrar tekrar anlatan Ahmed
Kuddûsî; Azâzil'i (şeytanı), Bel'âm bin Baûrâ'yı, Bersisa'yı ve sahâbeden iken dünyâlıklara
mağlûb olan Sa'lebe'yi anlatmaktadır. Allahü teâlâya kulluğu, Allahü teâlânın emri için
yapmayı, yeterince ilim ve bilgiyi kazanıp farz-ı ayn olan bilgileri edinmeyi, bu şartların
kazanılmasından sonra da ihlâs ile zikir, fikir ve şükür ibâdetlerini gücü yettiği nisbette yerine
getirmeyi tavsiye etmektedir.
Ahmed Kuddûsî, Kuddûsî mahlasını almasını şöyle anlatmaktadır.
Ben, daha doğmadan önce ana karnında iken, Kuddûs Kuddûs diye Allahü teâlâyı zikr
ediyormuşum. Birgün annem babama bu durumu söyleyince, babam; "Kimseye söyleme bu
oğlumuz kemâl sâhibi olur inşâallah." demiş.
Ahmed Kuddûsî bu durumu şu şiirinde de anlatır:
Kuddûs'a mensûb olmuşam,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Hem O'na meczûb olmuşam,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Bil ana rahminde beni,
Ki etmişem takdîs O'nu,
Anam işitmiştir bunu,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
On ikiye erdi yaşım,
Aşk oldu yâr u yoldaşım,
Takdîs-i Hakk idi işim,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Yiğirmide ettim hereb,
Gezdim Hicâz'ı, Şam'ı heb,
Kuddûs'e çektim çün nasab,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Şevkiyle oldum bî karar,
İçimde ışık odu yanar,
Kuddûs'e etmişem firâr,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Çektim sivâsından eli,
Buldum O'na giden yolu,
Varsun desün münkir, deli!
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Yetmiş, dahî üç oldu sin,
Hayran bana hep ins ü cin,
Kuddûs'e kalbim mutma'în,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Tedbîr-i dünyâ bilmezsem,
Arzû-yı Cennet kılmazsam,
Ağyâra mensûb olmazsam,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Kuddûsî'yi cezb etti ol,
İster O'na her dem vusûl,
Der bilmeyip iz'an usûl,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
1849 (H. 1265) senesi Cemâzilâhır ayında Bor'da vefât etti. Vasiyeti üzerine Eski Mezarlık'a
defnedildi. Aynı gün köylünün biri kırılan saban demirini tamir ettirmek üzere Bor'a
geldiğinde çok kalabalık bir cemâatın cenâze namazına hazırlandığını görünce, abdestini
tazeleyerek cenâze namazını kılar. Hemen işine dönmek niyetinde olduğundan, yakındaki bir
demirci dükkanına girerek, tamir etmesi için saban demirini ustaya verir. Demirci, ocağa
koyduğu demirin bir türlü kızarmadığını, saatlerce uğraştığı halde dövülecek hale gelmediğini
görünce şaşkın bir halde düşünceye dalar. Bu sırada yakın bir tanıdığı dükkana girer. Demirci
durumu ona anlatır. O da köylüye; "Sen nerelisin, bu demiri nereden getirdin?" diye sorar.
Köylü; "Ben filan köydenim. Bu demir, dün çift sürerken bir kayaya takılıp kırıldı. Tamir
ettirmek için bugün buraya getirdim. Şehre girdiğimde eşini görmediğim bir cemâata
katılarak cenaze namazını kıldıktan sonra doğru bu dükkana geldim." deyince o kişi; "Senin,
adını sormadan namazına iştirâk ettiğin büyük evliyâ, âşık-ı Hak Şeyh Ahmed Kuddûsî
hazretleriydi. Allahü teâlâ, değil onun namazını kılanı, o cenâzede hazır olan âlet ve edevâtı
da ateşten muhâfaza etmiştir." der. Îmân sâhibi olan bu köylü, yeni bir saban alıp köyüne
döner.
Son yıllarda mezarlıkları şehir dışına nakletme hususundaki genel bir karar üzerine, Ahmed
Kuddûsî hazretlerinin kabri bugünkü kabristandaki ziyaretgâh olan yerine nakledildi. Bu nakil
esnâsında halk karşı çıkmış ise de, devrin kaymakamı, belediye başkanı ve jandarma
komutanı olaya müdâhale ederek, Ahmed Kuddûsî hazretlerinin kabrine karşı hoş olmayan
bâzı sözler sarfedip, edep dışı davranışta bulundular. Hepsi bir belâya mâruz kaldılar. Kabr-i
şerîfi yıkmaya kimse râzı olmayınca hapishaneden getirilen mahkûmlar, kabri yıktı. Bu
esnâda orada olan jandarma komutanı kabrin taşına tekme vurarak kazın diye emir verdiği
anda yere düşerek beni kurtarın diye bağıra bağıra öldü. Kabri açtıklarında, Ahmed Kuddûsî
hazretlerinin kefeninin bembeyaz duruyor olduğunu gördüler. O anda kabirden çok güzel bir
koku etrafa yayıldı. Yine o gün hava çok sıcak iken, semâ âniden bulutlanarak yağmur
çiseleyip serinlik ve ferahlık hâsıl oldu. Ahmed Kuddûsî hazretlerinin nâşı yeni kefene
sarılarak bugünkü kabrine nakledildi.
Taşlanmayınca
Velî olmaz kişi taşlanmayınca,
Sivâ endişesi boşlanmayınca.
Kemâle iremez sâlik dirîgâ,
Bu aşkın oduna haşlanmayınca.
Söğütte hiç biter mi tatlu elma,
Yarılup, sarılup aşlanmayınca.
Yiyemez körpe kuzu dürlü otu,
Büyüyüp gün-be-gün dişlenmeyince.
Ne denlü aklı olsa da, kişinin,
Okumaz hocaya başlanmayınca.
Dahî başlanmağıla âlim olmaz,
Çalışup dersine düşlenmeyince.
Sabî, bâliğ, hemen âkil olur mu,
Nice yıllar geçüp yaşlanmayınca?
Amel çokluğuna yok îtibâr hiç,
Kulundan, Hâlıkı, hoşlanmayınca.
Bu Kuddûsîleyin sen olma tenbel,
Vücûd bulmaz bir iş, işlenmeyince.
Kuddûsî Divânı'ndan
Ahmed Kuddûsî'nin eserleri şunlardır: 1) Dîvân-ı Kuddûsî, 2) Külliyât-ı Kuddûsî Efendi:
Bu külliyât, şu eserlerden meydana gelmiştir: Dîvân, Pendnâme, Vasiyetnâme, İcâzetnâme,
Nesâyih-ı Ahmed Kuddûsî, Hazînet-ül-Esrâr ve Ganîmet-ül-Ebrâr, Medâyıh Risâlesi,
Muhtasar Tıbb-ı Nebevî, Mektuplar, Çeşitli konularda Arabça risâleler.
!1@1)$3$&)$;:1'$):1)&-"0()
Ahmed Kuddûsî hazretlerinin vasiyetnâmesi şöyledir:
Ey evlâdım, eşim, akrabâ-ı taallukatım! Size vasiyet ederim ki: Allahü teâlâya ve Resûlüne
sallallahü aleyhi ve sellem itâat edesiniz, benim için ağlamayasınız. Gece vefât edersem, gasl
edip sabah nmazının akabinde birkaç komşu ile cenâze namazımı kılıp, Eski Mezâr'da uygun
bir yere defnedin. Halka zahmet olmasın. Beni medhetmeyin. Zîrâ kabirde bu söylenilen
sıfatlar sende var mıydı diye melekler sorarlarmış. Hemen duâ ve istigfâr edin. Kur'ân-ı kerîm
ve tevhîd okuyup, rûhuma hediye edersiniz. Nasîhat kitaplarımı okuyup, nasîhat alasınız.
İnşâallah bana ve size faydalı olur. Beni seven talebelerim; evlâdıma nasîhat, hüsn-i nazar ve
terbiye etsinler. Nasîhatta esrâr ve çok faydalar vardır. Zikr ederken Allahü teâlânın emrine
yapışmak niyeti ile etmelidir.
Kefenimi Niğde bezinden yapın. Cesedime ve kefenime yazı yazmayın. Kabristanda tegannî
ile Kur'ân-ı kerîm okuyarak, oradaki müslümanları bıktırmayın. Allahü teâlâ benden râzı olur
ise, tegannîsiz üç İhlâs-ı şerîf yeter. Allah korusun râzı olmaz ise her biriniz bir hatm-i şerîf
okusanız fayda vermez.
İlmi, tâliplerine ve fukarânın sâlihlerine verin. Dostlarınızın ne kadar kusurları çok olursa da,
onlara muhabbet besleyin ve ihsân edin. Dervişlerin İslâm dînine uymayanlarından uzaklaşın.
Ekseri sihir ve simyâ kullanarak herkesi aldatıp, mürşid-i kâmiliz derler. Kıyâmet,
yeryüzünde âlim var iken kopmayıp, câhil üzerine ve Allahü teâlânın ism-i şerîfini bilip
söylemeyen kimselerin üzerine kopacakdır. Siz bu durum karşısında mağrur olup, nefsin
hevâsına tâbi ve Allahü teâlânın mekrinden emîn olmayasınız. İblis ve emsâlini düşünesiniz.
Sâlih amel işledikten sonra hamd ve şükür etmeli. Beşeriyet sebebiyle günâh sâdır olur ise
hemenn istigfâr etmeli, Allahü teâlânın rahmetinden ümîd kesmemeli. Bu vasiyetnâmemi
mümin kardeşlere gösteresiniz.
B,>3&6"%
Cem' eyleme bu cîfe-i murdârı ölüm var,
Kenz etme sakın dirhem-ü-dînarı ölüm var.
Şeddâd ile Nemrûd'u ölüm neyledi fikr et,
Mahv oldu kamu asker-ü câhları ölüm var.
Kârun ile Fir'avn'ı düşün var ise aklın,
Kurtaramadı kenzleri anları ölüm var,
Zikr eylese çok ölümü insan uyanır hemân,
Der nefsine hiç işleme evzârı ölüm var.
Kuddûs-i miskîn sözünü tut, sana der ki,
Hak isteyelim neydelim ağyârı ölüm var.
Kuddûsî Divânı'ndan
1) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.150
2) Sicilli Osmânî; c.4, s.58
3) Kuddûsî Dîvânı
12 Haziran 2013 Çarşamba
Bugün Param Yok
Bugün Param Yok
Allah dostlarından....
Bir gün Karaköy'e geçmek üzere kayıkçılara:
- Bugün param yok, Allah için beni karşıya kim geçirir? teklifinde bulunur. Ses çıkmaz. Az sonra biri :
- Ben diye talip olur ve götürür.
O günün gecesi o kayıkçı, rüyasında kıyamet kopmuş, mizan kurulmuş, herkes amellerine göre muamele olunurken, şaşkın, sıratı geçmekkorkusu ve düşünenlerin dehşeti içinde iken ona bir el uzanıp selamete götürür.
Kayıkçı:
- Siz kimsiniz? Bu badireden beni kurtardınız, diye sual edince:
- Ben iki cihan serverinin mağara arkadaşı Ebu Bekir Sıddıyk'ım. evlatlarımıza hizmet eli uzatanlara, imdad elimiz böyle ulaşır, buyururlar.
Hatıratım, Ali Erol
Allah dostlarından....
Bir gün Karaköy'e geçmek üzere kayıkçılara:
- Bugün param yok, Allah için beni karşıya kim geçirir? teklifinde bulunur. Ses çıkmaz. Az sonra biri :
- Ben diye talip olur ve götürür.
O günün gecesi o kayıkçı, rüyasında kıyamet kopmuş, mizan kurulmuş, herkes amellerine göre muamele olunurken, şaşkın, sıratı geçmekkorkusu ve düşünenlerin dehşeti içinde iken ona bir el uzanıp selamete götürür.
Kayıkçı:
- Siz kimsiniz? Bu badireden beni kurtardınız, diye sual edince:
- Ben iki cihan serverinin mağara arkadaşı Ebu Bekir Sıddıyk'ım. evlatlarımıza hizmet eli uzatanlara, imdad elimiz böyle ulaşır, buyururlar.
Hatıratım, Ali Erol
Bu Kadın Defnedilemez
Bu Kadın Defnedilemez
Ebu Hanife’nin meclisine gelen biri şöyle bir suâl sordu:
– Hamile bir kadın doğum sırasında vefat etti. Onu yıkamak üzere tahtanın üzerine koyduklarında karnındaki çocuğun yaşadığı anlaşıldı. Bu kadın böylece defnedilecek mi, yoksa bekletilecek mi? Kadın şu anda yıkama tahtası üzerinde beklemektedir. Mecliste hazır bulunanlar birbirlerine bakıştılar. Bazıları:
– Bu kadın defnedilemez. Ancak bekletilir. Ola ki bekleme sırasında çocuk dünyaya gele, dediler.
Bazıları da:
– Cenaze bekletilmez. Efendimizin hadisi vardır, cenazenizi bir an önce toprağa verin, buyurdu, dediler. Böyle söylenmesine rağmen yine de gözler Ebu Hanife Hazretleri’ndeydi. O, söylenenleri dikkatle dinledikten sonra fikrini açıkladı:
– Bu cenaze, ne defnedilir, ne de çocuğun doğması için bekletilir?
Dinleyenler şaşırdılar.
– Ne yapılır öyleyse? Geride başka ihtimal mi var sanki?
Evet, Hazret-i İmam’a göre asıl ihtimal geridedir ve olması gerekeni şöyle dile getirmiştir:
– Bu hamile kadının karnı ameliyatla açılır, çocuğu alınır, sonra defnedilir!
Dinleyenler hep birden bu görüşe iştirak ettiler. Doktor geldi. Hamile kadının karnı yarılıp çocuk sağ olarak çıkarıldı. Sonra defnedildi, çocuk bakıma alındı.
Daha sonra ne oldu biliyor musunuz? Bu çocuk büyüdü, sıhhatli ve akıllı bir çocuk olup, Ebu Hanife’nin ilminden, irşadından istifade etti. Ebu Hanife’nin gösterdiği fıkhî çare ile hayata gelişinden dolayı halk ona Ebu Hanife’nin oğlu adını takmıştı.
Kaynak: Yeni aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları
Ebu Hanife’nin meclisine gelen biri şöyle bir suâl sordu:
– Hamile bir kadın doğum sırasında vefat etti. Onu yıkamak üzere tahtanın üzerine koyduklarında karnındaki çocuğun yaşadığı anlaşıldı. Bu kadın böylece defnedilecek mi, yoksa bekletilecek mi? Kadın şu anda yıkama tahtası üzerinde beklemektedir. Mecliste hazır bulunanlar birbirlerine bakıştılar. Bazıları:
– Bu kadın defnedilemez. Ancak bekletilir. Ola ki bekleme sırasında çocuk dünyaya gele, dediler.
Bazıları da:
– Cenaze bekletilmez. Efendimizin hadisi vardır, cenazenizi bir an önce toprağa verin, buyurdu, dediler. Böyle söylenmesine rağmen yine de gözler Ebu Hanife Hazretleri’ndeydi. O, söylenenleri dikkatle dinledikten sonra fikrini açıkladı:
– Bu cenaze, ne defnedilir, ne de çocuğun doğması için bekletilir?
Dinleyenler şaşırdılar.
– Ne yapılır öyleyse? Geride başka ihtimal mi var sanki?
Evet, Hazret-i İmam’a göre asıl ihtimal geridedir ve olması gerekeni şöyle dile getirmiştir:
– Bu hamile kadının karnı ameliyatla açılır, çocuğu alınır, sonra defnedilir!
Dinleyenler hep birden bu görüşe iştirak ettiler. Doktor geldi. Hamile kadının karnı yarılıp çocuk sağ olarak çıkarıldı. Sonra defnedildi, çocuk bakıma alındı.
Daha sonra ne oldu biliyor musunuz? Bu çocuk büyüdü, sıhhatli ve akıllı bir çocuk olup, Ebu Hanife’nin ilminden, irşadından istifade etti. Ebu Hanife’nin gösterdiği fıkhî çare ile hayata gelişinden dolayı halk ona Ebu Hanife’nin oğlu adını takmıştı.
Kaynak: Yeni aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları
AHMED KİHTÜ
AHMED KİHTÛ;
Hindistan'ın büyük velîlerinden. Dehli'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1445 (H.
849) senesinde vefât etti.
Çocukluğu Dehli'de geçti. Çocuklarla oynarken, büyük bir kasırga onu alıp Ecmîr
yakınlarında Kihtû köyüne bıraktı. Orada Bâbâ İshak Magribî adında büyük bir âlim, kâmil
bir evliyâ vardı. Ebû Midyen Magribî hazretlerinin yolundaydı. Bâbâ İshak, onu terbiyesine
aldı. İlim öğretip feyz verdi. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde yetiştirdi. Kemâl mertebesine
çıkarıp, icâzet ve hilâfet verdi. İnsanlara İslamiyeti anlatmak ve İslâmiyete uymaları
husûsunda rehberlik yapmakla vazîfelendirdi.
Ahmed Kihtû, Dehli'de diğer âlimlerden de ilim öğrendi. Hâncihân Câmiinde nefsini terbiye
için çetin riyâzetler çekti. Kuru kepek ekmeği yedi. Bâbâ İshak'ın vefâtından sonra tekrar
çileye girdi. Kırk günde, kırk hurma yedi. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereyi
ziyâret etti. Âlemin sığınağı Server-i âlem Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellemi
ziyâretle şereflenip, pek çok müjdelere kavuştu. Bir çok âlim ve evliyânın ders ve
sohbetlerinde bulundu.
Hindistan'a dönüşünde, Batı Hindistan'da Gücerât'a uğradı. Kendisini sevenlerden, Sultan
Zafer Han (Birinci Muzaffer), Gücerât pâdişâhı idi. Onu Dehli'de iken tanımış birbirlerini
Allahü telânın rızâsı için sevmişlerdi. Sultan, Allahü teâlânın bu sevgili kulunun feyzinden,
ülkesinin bereketlenmesini arzu etti. Gücerât'ta kalması için yalvardı. O da, Ahmedabat
yakınlarında Serkeç kasabasında yerleşmek arzusunda olduğunu söyleyip, sultânı sevindirdi.
Serkeç'te yerleşip, insanlara İslâmiyeti anlattı, dînin emirlerine uymalarını sağladı. Bütün feyz
kapılarını, zâhir ve bâtın bereketlerini orada saçtı. Bölge halkı, onun saçtığı feyz ve nûrlarla,
Allah yoluna bağlılıkta, birbirlerine karşı sevgi ve muhabbette çok yüksek derecelere ulaştı.
Güneş altında olgunlaşan meyveler gibi, insanlar da onun nûrlarıyla olgunlaştı.
Dergâhında devamlı yemek verirdi. Her gelen yer, doyar, Allahü teâlâya şükredip kalkardı.
Ne kadar kalabalık olsa farketmezdi. Vefâtından sonra, aynı sofra, türbesinde sevenlerine
açıktı. Vâliler, sultanlar, kumandanlar, oraya gelip askerleriyle birlikte yemek yerler, onun
yüksek feyzinden istifâde ederlerdi. Dehli sultânı, Fîrûz Şâhın da ona muhabbet ve bağlılığı
vardı. Birbirlerini çok severlerdi. Ahmed Kihtû, ona nasîhat eder, duâlarında her zaman Fîrûz
Şâhı zikrederdi.
Tîmûr Hanın Hindistan seferi esnâsında, Dehli'deydi. Dehli işgâl edilmeden on beş gün önce,
Allahü teâlânın izniyle şehrin işgâlini haber verdi. Sevenleri, hocalarının tavsiyesi üzerine
şehri terkedip, Cavnpûr şehrine gittiler. Ahmed Kihtû ise; "Biz halka tâbiyiz." buyurup, diğer
insanlarla berâber Dehli'de kaldı. Sonunda Tîmûr Hanın askerleri şehri işgâl ettiler. Birçok
kimseyi esir ettiler. Esirler arasında Ahmed Kihtû hazretleri de vardı. Kapatıldıkları yere,
gâibden sıcak ekmek gelirdi. Askerler bu hâle hayret edip, onun hâlinden Tîmûr Hanı
haberdâr ettiler. Tîmûr Han, onu ziyâret edip serbest bıraktırdı. Çok hürmet edip, duâsına
mazhar oldu.
Ahmed Kihtû hicrî dokuzuncu asrın başlarında vefât edip, Ahmedabat yakınlarında Serkeç
kasabasına defnedildi. Kabri herkes tarafından ziyâret edilip, feyz menbâı olarak bilindi.
Onun hayâtını ve mübârek sözlerini talebelerinden Mahmûd bin Saîd İrcî, Tuhfet-ül-Mecalis
adlı eserinde toplayıp yazdı. Bu eser, Melfûzât-ı Ahmed-i Magribî diye de tanınmaktadır.
Ahmed Kihtû, anlatır:
Bu fakîr, Mekke'ye gidip hac yaptıktan sonra, Medîne'yi ziyârete gittim. Hâncihân Câmii
imâmı ve Şeyh Tâceddîn Serkeşî ve bir kişi daha berâberimde idi. Resûlullah'ın mescidine
gelince, arkadaşlar; "Bir şeyler yiyelim." dediler. Ben; "Biz, Resûl-i ekremin misâfiriyiz."
dedim. Onlar gidip yemek yediler, geldiler. Yatsı namazında bir yerdeydik. Namazdan sonra
onlar yattılar. Bu fakîr, tesbîh çekiyordum. Âniden bir şahıs gelip, yüksek sesle; "Hazret-i
Mustafa'nın misafiri kimdir?" diye seslendi. Bir başkası olacağını düşündüm. İki-üç defâ
tekrar edince, beni çağırdığını anladım. Kalkıp, o şahsın yanına gittim. Elinde bir tabak vardı.
"Peygamber efendimiz gönderdi." dedi. Bana bir mikdâr hurma verdi. O hurmaların tadı ve
lezzeti, anlatılmaya gelmez.
Bir gün Dehli'de Hancihân Câmiinde meşgûldüm. Çok riyâzet ve mücâhedeler çektim. Kutb-i
zaman Bendegî Mahdûm-i Cihâniyân Seyyid Celâleddîn Buhârî'ye; "Sâlih bir genç, Hâncihân
Mescidinde meşgûldür, çok riyâzet ve mücâhede çekiyor." demişler. O büyük zât, bu fakîrle
görüşmek istediler. Câmiye yaklaştıklarında, bir derviş bana gelip; "Mahdûm Cihâniyân
sizinle görüşmeye geliyor." dedi. Hemen kalkıp, dışarı çıktım. Mescidin kapısına gelince,
tahtırevanına baktım. Hizmetçileri bu dervişi gördüler. Haber verdiler. Hemen indi. Yanlarına
yaklaştım. Beni kucakladı. Göğsünü göğsümün üzerine koyup, bir zaman göğsünü göğsüme
sürdü. Sonra dudağını kulağıma yaklaştırıp, üç defâ; "Ey genç, senden dost kokusu geliyor."
dedi. Allah'a emânet eyledi ve; "İyi vakitlerinde, hoş hâllerinde bizi hatırlamayı unutma!"
buyurdu ve tahtırevana oturup gitti.
Yine kendisi anlatır:
Bu fakîr, on iki yıl, yalınayak, arkadaşsız, ibriksiz yolculuk ettim. Vardığım her şehir ve
kasabanın da mescidlerinde kaldım. Hak teâlâ, bu fakîri ihtilâm âfetinden korudu. Yatsının
abdesti ile sabah namazını kılardım. Seferde çoğu zaman oruç tutar, riyâzet çekerdim. Sefer
sıkıntılarını o kadar çektim ki, beyâna sığmaz. Gerçi seferde meşakkat ve zorluk vardır, ama
bâtın huzûru ve rahatlığı da çoktur.
Bir gün üstâdım Bâbâ Ciyû'nun sohbetindeydim. Benim cömertliğimin çokluğundan
bahsedildi. Bâbâ Ciyû; "Bâbâ Ahmed çok cömertlik yapıyor, bir gün dilenir duruma
düşmesin." buyurdu. "Bâbâ'nın bereketidir, benim elim hep yukarıda olur, hiç uzanmaz."
dedim. Bâbâ Ciyû da; "Allahü teâlâdan Bâbâ Ahmed'in elinin hep yukarıda olmasını
istiyoruz. İnsanlar ona el açsınlar." buyurduktan sonra şu beyti söyledi:
Himmetin yüksek olsun, Allahü teâlâ,
Yüksek himmete fadlını saçar.
Sonra; "Ey İnsanoğlu! İnfâk et!" yâni insanlara mal, para ver, hadîs-i şerîfini okudu. Sonra
meâlen; "Hayır işlerden kendiniz için önceden ne gönderirseniz, Allah katında sevâbınızı
bulursunuz." buyurulan, Bekara sûresi yüz onuncu âyet-i kerîmesini okudu.
Buyurdu ki: "Allah dostlarının meclisine gelmek kolay, selâmetle çıkmak zordur."
#5/.)"&:1*,$9-1&;$+3$/<$)7
Tuhfet-ül-Mecâlis'in yazarı eserinde şöyle anlatmıştır:
Hâncihân Câmiinde, Ahmed Kihtû, bu fakîri yanına çağırıp; "Nereden geliyorsun? Bizi
nereden tanıyorsun ve hakkımızda ne biliyorsun?" diye sordu. "Ben Şeyh Nûr'un talebesiyim.
Pendûh'den geldim. Bundan önce de Dehli'ye gelmiştim." dedim. Alış-verişi bitirip, Pendûh'e
dönünce, Şeyh Nûr bana; "Dehli'de kimleri, hangi âlimleri gördün?" diye sordu. Gördüklerimi
arz ettim. "Şeyh Ahmed Kihtû'yu gördün mü?" buyurdu. Sustum. "Madem ki onu görmedin,
boşuna Dehli'ye gitmişsin!" buyurdu. Bu sözü işitince, kararım kalmadı. Hazırlanıp Dehli'ye
geldim. Hazretin huzurlarına varıp; "Bugün hocamın işâreti ile elinizi öpmeye geldim."
dedim. O da Şeyh Nûr'u kasdederek; "O bizi görmemiştir. Biz de onu görmüş değiliz. Ama o
bu dervişin, Allah katında mertebesini keşf ve kerâmetle anlamıştır." buyurdu.
1) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.156-162
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.248
3) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.289
4) Nüzhet-ül-Havâtır; c.8, s.13
5) Persian Literature; c.2, s.952
AHMED İBNİ KEMÂL
AHMED İBNİ KEMÂL;
Osmanlı âlim ve velîlerinin en meşhûrlarından. Büyük devlet ve ilim adamı. Asıl ismi Ahmed
Şemseddîn'dir. Dedesi Kemâl Paşaya nisbetle "İbn-i Kemâl" veya "Kemâl Paşazâde" diye
tanınmıştır.
Ahmed Şemseddîn 1468 (H.873) yılında Tokat'ta doğdu. Bâzı kaynaklarda ise Edirne'de
doğduğu rivâyet edilmektedir. Babası Süleymân Çelebi, devrinin tanınmış
kumandanlarındandı. Amasya ve Tokat sancakbeyliklerinde bulunan Süleymân Çelebi 1530
yılında İstanbul'da vefât etti. Annesi ise Fâtih Sultan Mehmed devri âlimlerinden İbn-i
Küpeli'nin kızıdır. Ayrıca annesi büyük âlim Yûsuf Sinânüddîn Efendi ile de akrabâdır.
Baba tarafından asker, anne tarafından ise ilim ile meşgûl olan bir âileye mensup bulunan
İbn-i Kemâl, küçük yaştan îtibâren âilesinin nezâretinde iyi bir tahsil ve terbiye gördü. Daha
sonra baba mesleği olan askerlik yolunu seçti. Altı-bölük sipahisi olarak Sultan İkinci
Bâyezîd Hanın seferlerine katıldı.
Ancak bu sırada karşılaştığı bir hâdise onun hayâtını, geleceğe yönelik plânlarını tamamen
değiştirerek baba mesleği olan askerliği bırakmasına ve ilmiye sınıfına geçmesine sebeb oldu.
Kendisi bu olayı şöyle nakletmektedir:
Sultan İkinci Bâyezîd Han ile bir sefere çıkmıştık. O zaman vezîr, Halîl Paşanın oğlu İbrâhim
Paşaydı. Şanlı, değerli bir vezirdi. Ahmed ibni Evrenos adında bir de kumandan vardı.
Kumandanlardan hiçbiri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı. Ben ise,
vezîrin ve bu kumandanın huzûrunda ayakta, esas vaziyette dururdum. Bir defâsında, eski
elbiseler giyinmiş biri geldi. Bu, kumandanlardan da yüksek yere oturdu ve kimse ona mâni
olmadı. Buna hayret ettim. Arkadaşlarımdan birine, kumandandan da yüksek yere oturan bu
zâtın kim olduğunu sordum. "Filibe Medresesi müderrisi, âlim bir zattır. İsmi MollaLütfi'dir."
dedi. "Ne kadar maaş alır." dedim. "Otuz dirhem." dedi. "Makâmı bu kadar yüksek olan bu
kumandandan yukarı nasıl oturur?" dedim. "Âlimler, ilimlerinden dolayı tâzim ve takdîr
olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa, bu kumandan ve vezîr buna râzı olmazlar." dedi.
Düşündüm, "Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır gayret edersem, şu âlim gibi
olurum." dedim ve ilim tahsîl etmeye niyet ettim.
Nitekim İbn-i Kemâl ordu ile Edirne'ye dönünce bu düşüncesini tatbik mevkıine koydu.
Askerlikten ayrılarak ilim tahsîline başladı. Bu sırada Molla Lütfi, Edirne'deki Dârü'l-hadîs'e
tâyin edilmişti. İbn-i Kemâl bir müddet onun derslerine devâm etti. Kendisinden
Şerhu'l-Metali' ve haşiyelerini okudu. Arkadaşları arasında zekâsı, kavrayış kabiliyeti ve
yeteneği ile temâyüz etti. Kısa sürede ilimde yüksek makamlara kavuştu. Daha sonra Kestelli
Muslihiddîn Mustafa Efendi, Hatîbzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi ve Muârifzâde
Sinânüddîn Yûsuf Efendilerden usûl ve tefsîr dersleri alarak tahsîlini tamamladı.
İlim adamlarına fevkalâde hürmet gösteren ve onları teşvik eden İkinci Bâyezîd Han, İbn-i
Kemâl'in bilgi ve istidâd yönünden sâhib olduğu değerleri duyunca kendisini Edirne'de Taşlık
Medresesine tâyin etti. Ayrıca İdris-i Bitlisî'nin Farsça yazdığı Heşt Behişt adlı Osmanlı
târihine benzer Türkçe bir Osmanlı Târihi yazmasını istedi ve bu iş için kendisine otuz bin
akçe ihsân eyledi.
İbn-i Kemâl 1511 yılında günlük kırk akçe ile Üsküp'teki İshak Paşa Medresesine nakl edildi.
Bir yıl kadar sonra Edirne'deki Halebiye Medresesine tâyin edildi. Bu sırada Osmanlı Devleti
içerisinde şehzâdeler kavgası kızışmıştı. Doğuda Şâh İsmâil, Osmanlı Devletinin bütünlüğünü
tehdîd ediyordu. Ahmed ibni Kemâl hazretleri bu nâzik devrede devlet idâresi ve siyâset
hakkında görüşlerini ortaya koyarak devlet adamlarının dikkatini çekti. Onun bu görüşleri
şöyle özetlenebilir:
1. Saltanat ve mevkı Allahü teâlânın takdiri ile olur. Allah vergisidir.
2. Ordunun görevi memleketi korumak ve gerekirse ölümlerin en güzeli ve en şereflisi olan
gazâda ölmektir. (Nitekim şiirinde de;
"Ölümden kurtuluş yoktur cihânda
O derdi çekmez olmaz ins-ü canda
Kişinin ömri çünkim âhir ola
Yeg olur kim gazâ yolunda öle"
demek sûretiyle Allahü teâlânın dînini yaymak için çarpışırken ölmenin ehemmiyetini çok
güzel anlatmaktadır.)
3. İdâreci güzel silâh kullanacak ve tedbir sâhibi olacaktır.
4. Düşmanı hor ve küçük görmemeli ve plânlı olmalıdır.
5. Siyâset yâni idâre çok mukaddes bir vazîfedir. Herkes bunu yapamaz. Bâzı kâbiliyetler
doğuştan veya irsî olarak verilmiştir.
6. Bir memlekette bir idâreci bulunmalı o da âdil, ihsânı bol, affedici, büyüğüne hürmetli ve
saygılı olmalıdır.
7. İdâreci, adamı elde etmeyi bilmeli, tehlikeleri işâret edip, onları ne yolla avlarsa
avlayabilmelidir.
8. İdâreci kiminle harb ve kiminle sulh yapacağını iyi bilmelidir.
Ahmed ibni Kemâl, İslâm dînini yaymak, düşmanın vatana el uzatmasına mâni olmak ve
adâleti ayakta tutabilmek için devlet başkanının bu hasletlere sahib olmasını şart koşmaktadır.
Ayrıca o dâimâ devlet politikasını, devlet-millet bütünlüğünü önde tutmakta ve bunu kimde
görüyorsa onu desteklemektedir. Nitekim o, Bâyezîd Hanın oğlu Selîm lehine tahttan ferâgatı
üzerine diğer kardeşlere karşılık Selîm'i destekledi.
Yavuz Sultan Selîm Han 1512'de Osmanlı tahtına oturup iç işlerini yoluna koyduktan sonra,
kıvılcımları Irak ve Horasan'a yayılmış olan şiânın fitne ateşini söndürme plânına koyuldu.
Bunun için de devrin ilim adamlarını yardıma çağırdı. İbn-i Kemâl, İdrîs-i Bitlîsî, Zenbilli Ali
Cemâlî ve daha nice ilim adamları bu göreve koştular. Dîvânda harb için tereddüd edenler
vardı. Mesele fazla oyalamaya gelmemeliydi. Bu durumda İbn-i Kemâl şu fetvâyı verdi:
"Her türlü hamd ve senâ, kudret ve kerem sâhibi yüce Allah'a olsun. Selâtü selâm da doğru
yolu gösteren hazret-i Muhammed aleyhisselâma ve O'na tâbi olanlara olsun.
Haberlerde geldiğine göre, aşırı şiâya bağlı bir grup, Ehl-i sünnet vel-cemâat yolunda olan
müslümanların memleketlerinin pekçoğunu işgâl ettiler. Oralarda kendi bâtıl yolları ile
görüşlerini yaydılar. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osmân hakkında küfr, fenâ
sözler söylediler. Bunların halîfeliklerini inkâr ettiler. İlim erbâbına ve ictihâd yapan
müctehidlere hakâretler savurdular. Onların başında bulunan Şah İsmâil'in tâkib ettiği aşırı şiâ
yolunu tutulacak en kolay ve doğru yol zannettiler. Onlara göre Şah dinde sınırsız bir yetkiye
sahiptir. Onun dinde helâl kıldığı helâl, haram kıldığı haramdır. Meselâ Şah içkiyi helâl
kılmıştır, öyle ise içki helâldir... Netice olarak onların kötülükleri ve küfürleri sayılamayacak
kadar çoktur.
Buna göre bizim, onların küfür ve irtidâdlarında (İslâmiyetten ayrıldıklarında) aslâ şüphemiz
yoktur. Ülkeleri Dârü'l-harbdir. Erkekleri ve kadınları ile evlenmek câiz değildir. Bunlar
hakkında verilecek hüküm, dinden dönenler hakkında verilecek hüküm ile aynıdır.
Erkeklerden bu sapık yolu bırakıp müslüman olanlar serbesttir. Kabul etmezlerse hakları
kılıçtır, öldürülürler. Savaşa gücü, kudreti olan müslümanların bu cihâda katılmaları farzdır."
Böylece bütün müslümânların dikkati çekildi ve gafletten uyanmaları gerektiği belirtildi.
Ayrıca İbn-i Kemâl, Şah İsmâil'in Ehl-i sünnetten olan Akkoyunlu, Gürganlı ve Dulkadirli
devletlerinin ahâlisine yaptığı zulüm ve mezâlimi şiirleri ile yaydıktan sonra; "Ama Allah
onun insanlara yaptığını yanına koymadı. Bu ejderhayı yutmaya bir asâ ve o firavunu nehre
batıran bir Mûsâ yarattı." diyerek Selîm Hanı övdü, onun peşinden yürünmesini tavsiye etti.
Haberler ululardan naklolunur
Her Firavun'a bir Mûsâ bulunur.
vecizesi bu görüşünü ifâde etmektedir.
İbn-i Kemâl Paşanın bu verimli çalışmaları ve ilminin derecesi Yavuz Sultan Selîm'in
dikkatini çekti. Kendisini çok seven Yavuz, Çaldıran seferinden dönüşte onu Edirne
kâdılığına getirdi. Çok geçmeden de Anadolu kâdıaskeri oldu.
Bu sırada Yavuz, Şah İsmâil'den sonra onların destekçisi olan Mısır Memlûklularına yöneldi.
Sefere çıkarken çok sevdiği İbn-i Kemâl hazretlerini de yanına aldı. 1516'dan 1519'a kadar üç
yıl süren seferde onu yanından hiç ayırmadı.
Mısır dönüşü yolculuk sırasında bir ara İbn-i Kemâl hazretlerinin atının ayağından sıçrayan
çamurlar, Yavuz Sultan Selîm Hanın kaftanını kirletmişti. Pâdişâhın kaftanına çamur
sıçrayınca, İbn-i Kemâl mahcûb olup, atını geriye çekerek ne yapacağını şaşırdı. Ancak
Yavuz Sultan Selîm Han ona dönerek:
"Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için süstür, şereftir. Vasiyet
ediyorum, bu çamurlu kaftanım, ben vefât ettikten sonra kabrimin üzerine örtülsün." dedi. Bu
vasiyet, vefâtından sonra yerine getirildi. Bu hâdiseyi hatırlatan o kaftan, şimdi de Yavuz
Sultan Selîm Hanın kabri üzerinde, bir câmekân içinde, târihî bir hâtıra olarak durmaktadır.
Şam'a geldikleri sırada Yavuz Sultan Selîm'e, büyük evliyâ Muhyiddîn Arabî'ye bir türbe
yaptırılması için fetvâ verdi. Pâdişâh bu fetvâ üzerine Muhyiddîn Arabî hazretleri adına bir
câmi, türbe ve imâret yaptırdı.
Mısır seferinden döndükten sonra Yavuz, bu değerli ilim adamının bâzı işlerle uğraşmasını
hoş görmeyerek onu Edirne'deki Dârü'l-hadîs medresesine yeniden tâyin etti (1519).
Pâdişâhın gâyesi onun ilim adamı yetiştirmesini temin etmekti. Nitekim adam yetiştirmek
ideâli Osmanlıda çok mühim olup şöyle söylene gelmiştir.
Mesacidü meabidi ko âdem yap
Kâbe yapmakcadur âdem yapmak
Taş ağaç kaydı ne lâzım şâhım
Yaraşır şahlara âdem yapmak.
(Mescid ve mâbedleri bırak da insan yetiştir. Bir insan yetiştirmek Kâbe yapmak gibidir. Taş
ve ağaç düşüncesi ile oyalanmak şahlara yakışmaz. Onlara yakışan adam yetiştirmektir.)
Ancak kısa bir müddet sonra dostu ve pâdişâhı Sultan Selîm Hanın vefâtı, devrin yıkılmaz ve
eşsiz ilim adamı İbn-i Kemâl hazretlerini çok üzdü.
Yavuz Sultan Selîm'in vefâtından sonra İbn-i Kemâl hazretleri bir müddet daha medresede
talebe yetiştirmeye devâm etti. 1526'da Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendinin vefâtı üzerine
Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından bu göreve getirildi. Şeyhülislâmlık makâmına
gelince işleri daha çok ağırlaştı. İlmi ile o kadar büyük bir şöhret kazanmıştı ki, zamânındaki
birçok âlim bâzı meselelerde ona başvururlardı. Hattâ bir kısım ulemâ, yazmış olduğu eserleri
tashîh ve kontrol maksadıyla ona gönderirlerdi. On altıncı asrın ilk yarısında, Osmanlı
kültürünün en büyük mümessili olarak görülmektedir. Ahlâkı güzel, edebi mükemmel, zekâsı
ve aklı kuvvetli, ifâdesi açık ve vecîz olan Kemâlpaşazâde, iki dünyâ faydalarını bilen ve
bildiren, pek nâdir simâlardan biriydi. Cinnîlere de fetvâ verirdi. Bunun için
"Müfti-yüs-sekaleyn" (İnsan ve cinlerin müftüsü) adı ile meşhûr oldu. Büyük bir âlim olduğu
gibi, güçlü bir târihçi, değerli bir edîb, kuvvetli bir şâirdi. Tasavvufta da ileri derece sâhibiydi.
Büyük velîlerin teveccühünü kazanmıştı. Şeyhülislâmlık makâmında bulunduğu sürede,
dâhili ve hârici, din ve mezheb düşmanlarına karşı ilmiyle ve yazdığı kitaplarıyla mücadele
etti. İbn-i Kemâl hazretleri Yavuz Sultan Selîm'i olduğu gibi Kânûnî SultanSüleymân'ı da
Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevîlere karşı mücadeleye teşvik etti. Pâdişâhın Şâh Tahmasb'a
gönderdiği mektupları, bizzât kaleme alan o idi.
Bir gün İranlı hıristiyan âlim Molla Kâbız İstanbul'a gelerek Îsâ aleyhisselâmın Muhammed
aleyhisselâmdan daha üstün olduğunu yaymaya başladı. Bunun üzerine derhal tutuklanan
Molla Kâbız Dîvâna (Osmanlılarda önemli devlet meselelerinin görüşüldüğü yer) çıkarıldı.
Molla Kâbız inandığı fikirleri dîvânda Rumeli kazaskeri Fenârizâde Muhyiddîn Çelebi ile
Anadolu kazaskeri Kâdirî Çelebi huzûrunda tekrarladı. Kazaskerler de hiddetlenerek onun
katlini emrettiler. Ancak Molla Kâbız fikirlerini açıklarken Kur'ân ve hadîsten misaller
veriyor, belli bir fikir silsilesi içerisinde iddiasını delillendiriyordu. Bu durum karşısında
vezîriâzam İbrâhim Paşa devreye girerek Molla Kâbız'ın ilmen susturulmasını istedi.
Kazaskerler ise Kâbız'ı iknâ edip inandığı fikirden döndüremediler. Böylece Molla Kâbız'ın
karşısında ilmî bir üstünlük sağlanamadı. Bu sebeple dîvân tatil edildi ve Molla Kâbız serbest
bırakıldı.
Öte yandan duruşmayı kafes arkasından tâkib eden Kânûnî Sultan Süleymân sonuçtan hiç
memnûn kalmadı. Fevkalâde hiddetlenen sultan, vezîriâzam İbrâhim Paşayı çağırarak; "Bir
mülhidin dîvâna gelerek hazret-i Îsâ'nın, hazret-i Peygamberden üstün olduğunu beyân
ettiğini, neden cevabının verilemeyip hakkından gelinemediğini sordu. Vezîriâzam ise
kazaskerlerin Kâbız'ın iddialarını ilmen çürütemedikleri için sonucun böyle olduğunu
bildirdi. Bunun üzerine pâdişâh müftü ile İstanbul kâdısının hazır bulunacağı dîvânda dâvâya
yeniden bakılmasını istedi.
O zaman müftü, yâni şeyhülislâm mevkıinde bulunan İbn-i Kemâl hazretleri ertesi gün dîvâna
dâvet edildi. Molla Kâbız iddiâlarını söyleyince, İbn-i Kemâl bunları âyet ve hadîslere
dayanarak çürüttü. Kâbız hiçbir şey söyleyemedi. Bunun üzerine kendisine, iddialarının yanlış
olduğu ortaya çıktığına göre bu inancından vazgeçmesi teklif edildi. İddiâsında ısrar edince
katline hükmedilerek îdâm edildi.
İbn-i Kemâl hazretleri durmadan geceli gündüzlü devlet-i ebed müddet için çalıştı. Din için,
devlet için, halk için gayret etti. Eşsiz ve sayısız ilmî eserler verdi. Nihâyet 16 Nisan 1534
(H.2 Şevval 940)'te kendi deyimi ile son sefer olan âhiret yolculuğuna çıktı.
Cümle halk ehl-i sefer âlem müsâfirhânedir.
Bir mukîm âdem bulunmaz hayme-i eflâkde.
Cenâzesi Fâtih Câmiinde büyük bir kalabalık tarafından kılınıp Edirnekapı dışındaki Mehmed
Çelebi zâviyesine defnedildi. Mezarına "Hazâ makam-ı Ahmed=İşte bu Ahmed'in
makâmıdır!" yazıldığı gibi, kefenine de "Hiye âhirü'l-libâs= İşte bu son elbisedir" ibaresi
yazıldı.
Vefât edeceği sırada söylediği; "Yâ Ehad, neccinâ mimma nehâf=Ey bir olan Allah'ım! Bizi
korktuğumuzdan kurtar!" sözlerinin ebced hesabına göre ölüm târihini gösterdiği sonradan
anlaşılmıştır.
Ahmed İbn-i Kemal hazretlerinin herkese öğüt ve nasîhat niteliğinde darb-ı mesel hâlini almış
kıt'a ve beyitleri vardır.
"Kısmetindir gezdiren yer yer seni,
Arş'a çıksan, âkıbet yer yer seni.
Her ki gayrın yolunda kazdı kuyu,
Kendi düştü kuyuya yüzü koyu."
"Hemişe çok yanılır söyleyen çok
Ki söyler bulduğun dilde kemik yok."
"Kıl iyilik suya at, bile balık
Balık bilmezse bilir anı Halık."
"Ululuk kişiye Hak'tan atadur,
Küçük görmek uluları hatâdur."
"Sakla kurt enciğin derin oysun,
Besle kargayı gözlerin oysun."
"Kişinün kadri eldeyken bilinmez,
Yerinde gevhere rağbet kılınmaz."
"Kuru yaş ile âdem baş olmaz,
Kişiden iş sorulur yaş sorulmaz."
bunlardan bazılarıdır.
Duyup savt-i ilâhîden sehergâh
Sadâ-yı âyet-i tûlû ilâllah
Uyup bilmezleriyle nefs-i şâma
Hatâlar itmişüz estagfirullah
dörtlüğü ise tövbe husûsunda söylenmiştir.
#$'&<(%"3('(&<"6:(!
Yavuz Sultan Selîm Han Mısır'ı tamâmiyle Osmanlı mülkü yaptıktan sonra, bir müddet daha
idârî teşkilâtı yerleştirmek üzere, burada kaldı. Bu sırada devlet adamları ve askerler asıl
vatanları Anadolu'ya, diyâr-ı Rum'a hasret kalıp dönmeyi arzu etmişlerdi. Fakat bu arzularını
Pâdişâha söyleyememişlerdi. İleri gelenlerden bâzıları, İbn-i Kemâl Paşaya durumu anlattılar.
Çünkü Yavuz Sultan Selîm Han onu çok severdi. Ona dediler ki: "Ne zamâna kadar bu
diyâr-ı gurbette hasret çekeceğiz? Bu durumu Pâdişâh hazretlerine bir arz edip, gitmeye
meylettiremez misiniz?"
Bir gün Ahmed ibni Kemâl, Yavuz Sultan Selîm Han ile gezintiye çıktılar. Konuşmalar
arasında Pâdişâh; "Ortalıkta ne sözler var, durum nasıl?" diye sordu. Kemâl Paşazâde bu
soruyu fırsat bilip derhal konuyu ele aldı ve dedi ki: "Pâdişâhım! Yolda gelirken askerlerin
Nil'de davarlarını suluyorlardı. O askerlerden birinin şu türküyü söylediğini duydum.
"Nemüz kaldı bizüm mülk-i Arab'da,
Nice bir dururuz Şâm ü Haleb'de,
Cihan halkı kamu ayş ü tarabda,
Gel ahî gidelüm Rûm illerine."
(Nemiz kaldı bizim bu Arab diyarında, Şam'da ve Haleb'de niçin dururuz? Cihan halkı hep
şenlik içinde yaşamakta, gel kardeş, Rum diyarına, Anadolu'ya gidelim.)
Bu şiir, Yavuz Sultan Selîm Hanın çok hoşuna gidip; "Bundan sonra burada durmamızı
gerektiren işler de kalmadı, döneriz." diyerek, İstanbul'a döneceğini bildirdi. Bundan bir gün
sonra, Yavuz Sultan Selîm Hana Kâbe'nin anahtarı ve diğer mukaddes emânetler teslim edildi
ve İstanbul'a dönmek için ordusuyla yola çıktı.
Yolculukta bir sohbet sırasında söz Ahmed ibni Kemâl hazretlerinin hocası Molla Lütfi'den
ve onun öldürülme sebebinden açılmıştı. Yavuz Sultan Selîm Han, ona:
"Tokatlı Molla Lütfi hocanız imiş. İlmi, irfânı yüksek, değerli, dört başı mâmur bir ilim
adamı iken katline sebeb ne oldu." diye sordu. Kemâl Paşazâde:
"Hocam hased-i akrân belâsına uğradı. Tam bir âlim, kâmil, müteheccid (gece uyanıp namaz
kılan), sâlih, dindâr bir kişi iken, düşmanı çoğalıp hased ettiler ve katline sebeb oldular."
dedi. Bu habere fevkalâde üzülen Sultan:
"Molla Lütfi ilminin ve vakarının yanında şaka yapmayı çok seven biri imiş. Bâzan öyle
şakalar yaparmış ki, işitenler şaka değil, gerçek zannederlermiş. Siz de üstadınız gibi öyle
şakalar yapmaz mısınız ki gerçek zannedilsin?" deyince, İbn-i Kemâl hazretleri hemen şu
cevabı verdi:
"Biz geçen gün sıramızı savdık. Şimdi sıra Pâdişâhımız hazretlerindedir." Bu söz üzerine bir
müddet düşünen Yavuz Sultan Selîm:
"Yoksa o geçenki gün yeniçeriler ağzından söylenen kıt'a da öyle bir şaka mıydı? Yeniçeriler
ağzından söylenen o sözler sizin sözünüz müydü?" diye sorunca da İbn-i Kemâl:
"Evet, doğrusu Pâdişâhımızın buyurdukları gibidir." dedi. O espiriyi çok beğenen Pâdişâh,
İbn-i Kemâl hazretlerine ihsânlarda bulundu.
1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.381
2) Meşâhir-ül-İslâm; c.4, s.1550
3) Hadîkatü'l-Cevâmi'; c.1, s.180
4) Osmanlı Târih ve Müverrihleri; s.19
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.219
6) Türk Târihinde ve Kültüründe Tokat Sempozyumu; s.500/598
11 Haziran 2013 Salı
AHMED KÂRAZÎ DİYÂRIBEKRÎ
AHMED KÂRAZÎ DİYÂRIBEKRÎ;
On dokuzuncu yüzyılda Anadolu'da yetişen evliyâdan. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin
halîfelerinden Şeyh Muhammed Hânî'nin talebesidir. İsmi, Ahmed olup, Kârazî ve
Diyârıbekrî nisbeleriyle bilinir. Diyarbakır'a bağlı Kâraz'da doğdu ve orada vefât etti. Doğum
ve vefât târihleri bilinmemektedir.
Küçük yaştan îtibâren zamânının usûlüne göre ilim tahsîl eden Ahmed Kârazî ilmî yönden
kendini yetiştirdi. Tasavvufa karşı büyük alâka duydu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin
halîfelerinden Şeyh Hâlid-i Cezerî'nin sohbetlerinde bulundu. Onun terbiyesinde yetişti.
Birçok mânevî derecelere kavuştu. Bu sırada hocası Hâlid-i Cezerî vefât ederek Cezîre
(Cizre) taraflarında Bâsır denilen yerde defn edildi. Onun yerine geçen dâmadı Şeyh Sâlih,
Hâlid-i Cezerî'nin talebelerine şöyle bir mektup yazdı: "Hemen herkesin Bâsıra'ya, Şeyh
Hâlid'in kabrini ziyârete gelmesi gerekir. Her kim gelmeyecek olursa, bu tarîkattan
kovulmuştur."
Şeyh Sâlih'in mektubunda bildirdiği husûsa karşı çıkan, Şeyh Hâlid'in talebeleri bir araya
geldiler. Bunlar arasında Ahmed Kârazî de vardı. Bu talebeler Şeyh Sâlih'in bu isteğini ve
düşündüklerini bir mektup yazarak Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden
Muhammed Hânî'ye bildirdiler. Bunun üzerine Şeyh Muhammed Hânî, Şeyh Sâlih'e mektup
yazıp, anlatılan işlerden kendisini şiddetle sakındırdı. Böyle bir şeyi yapmamasını istedi ve bu
işin dînî yönden mahzûrlarını anlattı. Yaptığı işin yanlış olduğunu anlayan Şeyh Sâlih
fikrinden vaz geçti.
Bu hâdiseden sonra memleketinden ayrılan Ahmed Kârazî Şam'a giderek Muhammed Hânî'ye
talebe oldu. Onun bereketli sohbetlerinde bulunarak ilim ve feyzinden istifâde etti. Hocasının
iltifât ve ihsânlarına kavuştu. Kısa zaman içinde tasavvuf yolunda ilerleyip kemâle, olgunluğa
ulaştı. Muhammed Hânî hazretleri ona hilafet verdi. Daha önce ayrılmış olduğu vatanına yâni
Diyarbakır taraflarına, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak ve onların dünyâ ve
âhirette kurtuluşlarına vesîle olmakla vazîfeli olarak gönderdi. Memleketine dönen Şeyh
Ahmed Kârazî Nakşibendiyye yolunun Hâlidiyye kolunun yayılması için gayret sarf etti.
Sohbetlerine uzaktan yakından gelen insanlar onun ilim ve feyzinden istifâde ettiler. Pekçok
kimse onun vasıtasıyla saâdet yoluna kavuştu.
İlmiyle amel eden fazîlet sâhibi bir velî olan Ahmed Kârazî'nin birçok kerâmetleri görüldü.
Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle geçiren, tek gâyesi Allahü teâlânın rızâsına
kavuşmak olan Ahmed Kârazî memleketinde vefât etti.
1) Hadâik-ul-Verdiye; s.273
AHMED KÂDİRÎ
AHMED KÂDİRÎ;
Şam velîlerinden. İsmi, Ahmed, babasının ismi Süleymân'dır. Nisbetleri Kâdirî, Dımeşkî'dir.
1514 (H.920) senesinde Dımeşk'de (Şam'da) doğdu. 1596 (H.1005) senesi Ramazân-ı şerîf
ayında Dımeşk'de vefât etti. Emevî Câmiinde büyük bir kalabalık tarafından cenâze namazı
kılındı. Emîr Seyfeddîn Medresesinin bahçesine defnedildi.
Ahmed Kâdirî, ilk tahsîlini velî bir zât olan babasının yanında yaptı. Ahlâkı ve huyu çok
güzeldi. Açık kerâmetleri görüldü. Herkesten hürmet ve saygı görürdü. Tasavvufta üstün
derecedeydi. Sözleri hoş ve güzeldi. Ömrünü nefsi ile mücâdele ederek geçirdi. Çok ibâdet
ederdi. Bedrüddîn Gazzî'nin hadîs derslerinde kemâle geldi. Baba ve dedeleri, âlim, ârif ve
evliyâdandı. Babasının vefâtından sonra, yerine geçip, insanlara ilim ve edeb öğretmekle
meşgûl oldu. Önceleri Dımeşk'ın Şelâha mahallesinde ikâmet etti. Sonra Emîr Seyfeddîn
Kılıç Medresesine yerleşti. Medreseyi tâmir ettirdi. Bahçesine bir sebil yaptırdı. Sebilin
kitâbesinde; "Bu sebil Ahmed'indir. Hiçbir şey Allahü teâlâya gizli değildir. Âfiyetle bu
sudan iç, şifâ olsun." yazılıdır.
Ahmed Kâdirî, medresede fakir talebelerin kalmaları için birçok odalar yaptırdı. Ayrıca ders
okuttu. Talebelere, ilim ve edeb öğretti. Cumâ günleri, Emevî Câmiinde ders halkası kurardu.
İnsanların arasını bulmaya, iyi geçinmelerine sebeb olmaya çok önem verirdi. Şöhreti her yere
yayıldı. Devlet adamları ziyâretine gelip duâsını alırlardı. Herkese iyi muâmele ederdi.
Önceki âlimlerin söz ve hâllerini anlatırdı. Kendisine gelenlere ikrâm eder, fakirlere yemek
yedirirdi. Keşf ve kerâmetleri çok görüldü.
Bir gün Şam beldesi sorumlusu olan Hüsrev Paşayı ziyârete gitti ve; "Bugün başınıza birşey
gelmesinden korkarım. Yerinizden kat'iyyen ayrılmayınız!" buyurdu. Hüsrev Paşa buna
ehemmiyet vermeyip, o gün dışarı çıktı. Atına binip bir tarafa yöneldi. Çok hızlı giden atı, bir
anda tökezledi. Üzerindeki Hüsrev Paşa, bir kaya üzerine düşüp, bir tarafı kırıldı. Baygın bir
durumda evine getirdiler. Uzun zaman tedâvî gördü ve iyileşti. Bir daha âlimlerin sözlerinden
ve îkazlarından çıkmamağa dikkat etti.
Ahmed Kâdirî, kaybolan bir şeyin bulunması için, şu duâyı okurdu: "Allahümme yâ mu'tî min
gayri talebin ve yâ Râzıkan min gayri sebebin redde aleyye mâ zehebe."
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.331
2) Hulâsat-ül-Eser; c.1. s.207
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.166
10 Haziran 2013 Pazartesi
AHMED İZZET EFENDİ
AHMED İZZET EFENDİ;
Çal müftüsü. Millî mücâdele mücâhidlerinden. Denizli'nin Çal ilçesine bağlı Süller köyünde
doğdu. 1952 (H.1372) yılında vefât etti.
Küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline başladı. Önce köyünde, sonra da Denizli'de ilim tahsîline
devâm etti. Bu yıllara dâir hayâtı hakkında fazla mâlumat yoktur. Onun hakkında bilinenler
daha çok Anadolu'nun işgâli yıllarına âittir.
14 Mayıs 1919'da İzmir'in işgâli ile memleketin acılar içine düştüğü yıllarda Ahmed İzzet
Efendi Çal'da müftü olarak vazîfe yapmaktaydı. Halkın ne yapacağını şaşırdığı o karanlık
günlerde pekçok defâ Çarşı Câmii şerîfinde, hükûmet önündeki meydanda dînî nutuklar
söyledi. Halkı mukâvemete teşvik etti. Kendisine gelenleri ümitsizliğe kapılmadan
teşkilâtlanmaya sevketti.
Kaymakam Fazlı Güleç ise; "Müftü Efendi, şer'an üzerine düşen vazîfeyi yapmıştır. Bu bâbta
benim de hakk-ı kelâmım vardır. Beni dinlerseniz ordularımız dağılmış, silâhı elinden
alınmıştır. Askerlerimiz cepheleri bırakmıştır. Bu sebeple Müftü Efendinin söylediklerini
yapmak, düşmanı gazaplandırmaktan, neticede ise onların ayakları altında perişân olmaktan
başka bir işe yaramayacaktır." diye ona karşı çıkıyordu.
Bunlara karşılık Ahmed İzzet Efendi kendi ifâdesiyle sözlerini şöyle nakletmektedir:
Gözlerimiz görerek, bedenimizde can varken, kendimizi ve mukaddesatımızı düşmanın yed-i
habîsine, kirli eline terk ve vatana ayak basmalarına tahammül edemeyeceğimizi, behemehal
müdâfaa tertibâtı almamız lâzım geldiğini, silâhsız ve vâsıtasız da olsa düşmana karşı
koymaklığımızı, evvela bizleri sonra evlâd-ü iyalimizi şehîd etmeden memleketimize düşman
giremeyeceğini, hattâ hepimizi şehîd etseler bile, Allahü teâlânın izni olmadan düşmanın bu
topraklara ayak basmasının mümkün olamayacağını söyledim.
Ancak fikir birliği tam hâsıl olmadığı için bu hareket bir müddet için netîcesiz kaldı. Ahmed
İzzet Efendi kendi köyü olan Süller'e gitti. Bu sıradaki hâlini ise şöyle anlatmaktadır: Bir
müddet köyümde kaldım. Burada kendi kendimi hesâba çektim. Kalbim bana; "Bu bapta sen
haklısın, ısrar et, cenâb-ı Hakk'ın vâdi yerini bulacaktır." diyordu.
Ahmed İzzet Efendi bundan sonra fiilen düşmana karşı koyma hareketine katıldı. Önce Ali
Kurt köyüne gitti. Burada 25-30 kişilik bir çeteye sâhib olan Dede Efe'yi düşman üzerine
harekete geçmeye iknâ etti. Buradan Denizli'ye geldi. Müftü Ahmed Hulûsi Efendiyi görerek
kendisine fikirlerini anlattı. Ahmed Hulûsi Efendi çok memnun olarak kendisini tebrik etti.
Sonra mutasarrıf Fâik Öztırak'la görüştü. Faik Beyin; "Çâresiz vaziyetteyiz. Böyle bir
durumda bir kaymakam, bir mutasarrıf ve bir vâli ne yapabilir?" sözleri üzerine fevkalâde
celallenen Ahmed İzzet Efendi; "Fâik Bey! Kaymakamlık, mutasarrıflık ve vâlilik, milletle
kâimdir. Millet cayır cayır yanmaya başladı. Biz buna seyirci kalamayız. Ne yapacaksanız
yapınız. Ben kudretim nisbetinde bu uğurda bir vazîfe almaya geldim." cevâbını verdi.
Ahmed İzzet Efendi bundan sonra düzenli birlikler kuruluncaya kadar teşkil ettiği milis
kuvvetleriyle bizzat savaşlara katıldı. Ahmed Hulûsi Efendi ve Demirci Mehmed Efe ile
birlikte hareket etti. Yunanlılara ağır kayıplar verdirdi. Elinde tüfek olduğu hâlde birliklerinin
en önünde çarpışmalara iştirak etti. Namaz vakitlerinde emrindekilere namazı kıldırıyor sonra
yine en önde ileri atılıyordu. Bu hâli ile bölge halkının gönlünde taht kurdu. Yediden yetmişe
herkesin sevgisini, saygısını kazandı.
Bu savaş esnâsında Ahmed İzzet Efendinin köyü de yağma ve tahrib edilenler arasındaydı.
Köyü basan işgâl birlikleri Ahmed İzzet Efendiyi aramışlar, bulamayınca evleri ve
değirmenlerini ateşe vermişlerdi. İşgâlin kalkmasından sonra mahallî hükümet Ahmed İzzet
Efendinin zararını on bin altın olarak tespit etti. Bu vakâyı haber aldığı zaman Ahmed İzzet
Efendi şöyle demiştir: "Bu kadar serveti ve hattâ cânı fedâ etmeden dâvâyı tahakkuk ettirmek
ve Allahü teâlâya tam kulluk etmiş olmak mümkün değildir. Önemli olan vatan ve
milletimizin, nâmus ve mukaddesâtımızın kurtulmuş olmasıdır."
Ahmed İzzet Efendi, Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra ömrünü büyük bir tevâzu ve
ferâgat hissi içinde yaşayarak geçirdi. Muhitinin ve çevresinin fakir insanlarına karşı bütün
varlığını sarfederek hizmete koştu. Yardımlarıyla birçok kâbiliyetli gencin, okuyup
yetişmesini sağladı. 1952 yılında ebedî âleme göçtü.
1) Sarıklı Mücâhidler; s.183-191
2) Millî Mücâdelede Denizli, Isparta ve Burdur Sancakları; s.67,91,92,124
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)