Bağış Yap

Amount :
Other : USD

9 Mayıs 2013 Perşembe

ABDÜLKÂDİR CEZÂYİRÎ


ABDÜLKÂDİR CEZÂYİRÎ;
Mücâhid velîlerden. 1807 (H.1222) senesinde Recep ayının yirmi üçüncü günü Cezâyir'in
Maasker vilâyetinin Kaytana köyünde doğdu. Şeriflerden olup soyu hazret-i Ali'nin oğlu
hazret-i Hasan efendimize dayanmaktadır. Baba ve dedeleri Cezâyir'in Vehran tarafında,
şerefli, âlim, fâzıl, zâhid ve takvâ sâhibi kimseler olup, herkes tarafından sevilir, sayılırlardı.
Cedlerinden biri olan Seyyidî Muhammed bin Abdülkâdir, Barbaros Hayreddîn Paşanın
Cezayir'i fethinde bir nefer gibi çalışmış ve Cezayir'de Osmanlı hâkimiyetinin kurulmasında,
ziyâdesiyle gayret sarfetmişti. Bu sebeple Osmanlı sultanları bunun oğulları ve torunlarına
büyük izzet ve îtibâr gösterirlerdi. Abdülkâdir'in babası Muhyiddîn de Kâdirî şeyhlerinden
olup âlim bir zât idi.
Şeyh Muhyiddîn, parlak bir zekâya sâhip olduğunu gördüğü Abdülkâdir'i küçük yaşta ilim
öğrenmeye sevketti. İlk tahsilini Kaytana'da yapan Abdülkâdir, sonra Cezayir ve Oran
şehirlerinde büyük âlimlerden okudu. Daha küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi hıfzetti. Tefsîr, hadîs,
fıkıh ve diğer ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. Geniş mâlumâtıyla, fazîlet ve takvâsıyla
şöhreti her tarafa yayıldı. Ülkesini pek yakın bir gelecekte bekleyen tehlikenin farkında olan
Abdülkâdir kendisini ilm-i siyaset, devlet idâresi sâhalarında da yetiştirdi. Ata binmek ve
silâh kullanmak gibi her çeşit harp sanatında pek ustaydı.
1826'da babasıyla birlikte Mısır'a giden Abdülkâdir Cezâyirî burada İslâm âleminin meşhûr
ilim merkezlerinden olan Ezher medreselerini ziyâret etti. Âlimlerle görüşüp bilgi
alışverişinde bulundu. Oradan Hicaz'a geçerek hac vazîfesini îfâ etti. 1829 yılında Şam'a
geldi. Burada evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ile görüşüp
duâsına kavuştu. Buradan Bağdad'a geldi. Şerefli âilesinin tabi olduğu evliyânın
büyüklerinden nûr ve feyz menbaı Peygamber efendimizin soyundan Seyyid Abdülkâdir
Geylânî hazretlerinin mübârek kabrini ziyâret etti. Mânevî yardım istedi.
Abdülkâdir'in yurda dönüşünden kısa bir müddet sonra 1830 Temmuzunda Fransızlar
Cezayir'i işgâl ederek ülkedeki üç yüz yıllık Türk idâresine son verdiler. Vehrân ve
Müstefânem bölgelerindeki halk düşmana karşı ayaklanarak Şeyh Muhyiddîn'i kendilerine
emir seçtiler. Ancak o oğlu Abdülkâdir'i bu işe daha lâyık gördü ve emirliği ona devretti.
Kendisi Oran'daki Fransız kuvvetleri ile harb eden askerin kumandasını ele aldı.
Abdülkâdir-i Cezayirî kendisine yapılan bîat merasimi sırasında yaptığı konuşma ile cesâret,
uzak görüşlülük, müsâmaha, tevâzu ve fedâkârlık gibi vasıflarını ortaya koydu.
Konuşmasında şöyle demişti:
"Eğer liderliği kabul ediyorsam bu cihâd alanında düşmana karşı yürüyen ilk kişi olma
hakkını edinmek içindir. Benden daha değerli ve yetenekli bulacağınız, îmânımızı savunmada
hiç bir fedâkarlıktan kaçınmayacak başka biri çıktığında yerimi ona bırakmaya hazırım."
Emir Abdülkâdir kısa sürede gösterdiği hârikulâde şecâat, kahramanlık, binicilikteki mahâret
ve soğukkanlılığı ile herkesi hayran bıraktı.Askerî bir lider olarak kendini kabûl ettirdi. Bu
sebeple Fransızların Cezâyir'i işgâl etmesinden iki sene sonra babasının muvafakati ve bütün
Cezâyir müslümanlarının arzusu üzerine ülkenin emirliğini üzerine aldı (22 Kasım 1832).
Abdülkâdir-i Cezayirî bundan sonra Fransızlara karşı plânlı ve sistemli bir harekat başlattı.
Kuvvetli bir ordu kurarak Fransızları üst üste bozguna uğrattı. Bu zaferlerini siyâsî sâhada da
sürdürerek birçok bölgeleri de bu yolla ele geçirdi. Fas Sultanı Abdurrahmân'ı kendi tarafına
veFransızlara karşı mücâdele sâhasına çekmeyi başardı. Kahramanlığı ve zekâsı sâyesinde
yerli kabîleleri etrafına topladı. Büyük bir güçle başta Maasker olmak üzere Merakeş sınırına
kadar bütün batı Cezâyir'e sâhib oldu. Fransızlar 26 Şubat 1834 antlaşmasıyla Abdülkâdir'in
Batı Cezayir üzerindeki otoritesini tanıdılar. Ancak ertesi yıl bölgedeki Fransız komutanı
General Trezel, emirin kendisine bağlı saydığı aşîretleri himâyesi altına aldığını bildirdi.
Amacı, mücâhidleri bölmek ve parçalamaktı. Onun bu kararı üzerine Abdülkâdir-i Cezâyirî
tekrar harekete geçti. Makta'da yapılan çarpışmada Trezel alayını müthiş bir bozguna uğrattı
(1835).
Bu yenilgi üzerine Fransa bölgeye yardım kuvvetleri gönderdi. Bu birliklerin başında gelen
General Bugeaud kısa bir sürede Cezayir'i ele geçireceğine, müslümanları mahv edip
Abdülkâdir'i yakalayacağına söz vererek harekete geçti. Fransızlar Maasker'i kısa sürede ele
geçirdiler. Bu zaferle kendisine fevkalade güvenen Bugeaud, Konstantine önüne geldiğinde
Abdülkâdir'in asıl gücü ile karşılaştı. Abdülkâdir'in ne zaman ve ne şekilde vuracağı belli
olmuyordu. Ordusu son derece disiplinli idi. En küçük bir bozulma ve ümitsizliğe düşmüyor
ve insanüstü bir gayretle çarpışıyordu. Bu durum Fransız birliklerinin tekrar bozgun hâlinde
geri çekilmesine yol açtı. Bugeaud Fransa hükümetine gönderdiği raporlarda:
"Abdülkâdir hızlı, zekî ve ne yapacağı belli olmayan bir düşmandır. Dehâsı ve temsil ettiği
inanç sâyesinde kazandığı îtibârla kitleleri bize karşı harekete geçiriyor. Kendisi sıradan bir
insan değil, müslümanların severek ve arzu ile beklediği ve hasretle kucakladığı bir liderdir."
diyordu.
Nitekim Bugeaud çok geçmeden Abdülkâdir'le Tafna Antlaşmasını yapmaya mecbur
kaldı(1837). Bu antlaşma ile Emir Abdülkâdir limanlar ve kıyı şehirleri dışında ülkenin
tamâmında hâkimiyeti elde ediyordu.
Abdülkâdir-i Cezayirî bu sulh devresinden faydalanarak güçlü bir devlet mekanizması
kurmaya çalıştı. Devlet merkezini Maasker'den Tagdempt'e nakletti. Kanun ve kaideleri
düzelterek İslâmiyete uygun hâle getirdi. Osmanlılar zamânında birtakım mükellefiyetler
karşılığında vergiden muaf tutulan Mehazin kabîlelerinin imtiyazlarını kaldırdı ve herkesten
zekat topladı. Fas yoluyla İngiltere'den sağladığı top ve tüfeklerle ordusunu teknik açıdan
kuvvetlendirdi.
Bu arada Fransızlar antlaşmaya aykırı olarak faaliyetlerine devam ediyorlardı. 1837 Ekiminde
Osmanlı tâbiiyetini sürdüren ve kendilerine karşı direnen Ahmed Bey'i yenerek Konstantine
şehrini zaptettiler. 1839'da ise Abdülkâdir'le Kabiliye bölgesinin nüfuz meselesi yüzünden
görüşmek istediler. Red cevâbı üzerine harekete geçen Fransız birlikleri Cezâyir'i
Konstantine'ye bağlayan Bîbân geçidini ele geçirdiler. Buna karşı Abdülkâdir de 19 Kasımda
küçük fakat hareket kâbiliyeti yüksek birliklerini Fransızlar üzerine sevketti. Aynı zamanda
"cihâd-ı mukaddes" ilân ederek dînini seven herkesi bayrağı altınaçağırdı. Kumandan ve
yardımcılarına gönderdiği mektuplarla onların şevkini ve gayretini arttırmaya çalıştı.
Abdülkâdir-i Cezâyirî böylece Fransızlara karşı ölüm kalım harbini başlatmış bulunuyordu.
Bu harbin sonunda ya Cezayir'de İslâmı muzaffer kılacak veya bu uğurda çok istediği
şehadete kavuşacaktı.
Emir Abdülkâdir, Sumala adını verdiği merkezini seyyar bir vaziyete getirdi. Düşmanın
vaziyetine göre merkezini istediği yere naklediyor ve savaşın cereyan tarzını hep kendi
istediği şekilde yönlendiriyordu. Bu hareketli tesislerinde barut, mermi ve silah da imal
edebiliyor ve malzeme sıkıntısı çekmiyordu.
Ancak Abdülkâdir'in az fakat disiplinli ordusu karşısında üst üste mağlubiyetin ezikliği
içerisindeki düşman çareyi; kadın, çocuk ve ihtiyarları zalimce katletmek, ekili araziyi yakıp
yıkmak ve hayvanları telef etmek gibi yollarda buldu. Böylece yüz bini aşan Fransız ordusu
yirmi bin kişilik ve dağınık vaziyetteki mücahidleri açlık ve sefalete düşürerek mağlub etmek
gibi bayağı yollara başvuruyordu. Onların bu şekildeki davranışları ve sinsi faaliyetleri,
Abdülkâdir'in ordusunda tefrika ve anlaşmazlıkların doğmasına sebeb oldu. Bunun üzerine
Abdülkâdir Merakeş'e çekildi. Akrabası olan Merakeş hâkimi Abdurrahmân ve Merakeş'in
müslüman halkının yardımıyla Fransızlarla savaşmaya devam etti. Ancak bu defâ da Fas kralı
Abdurrahmân'ın ihaneti ile karşılaştı. Fas kralı, Fransızların şartlarını kabul ederek cihad
meydanından çekilirken Abdülkâdir'e yapılan yardımların da kesilmesini emretti. Bu durum
mücâhidleri büyük bir sıkıntıya soktu. 1842 Kasımında Abdülkâdir'in harekât merkezi olan
Sumala düşman eline geçti. Emir'in paha biçilmeyen şahsî kütüphânesi içindeki belgelerle
birlikte Fransızlar tarafından tahrib edildi. Büyük Sahra'ya çekilen Emir Abdülkâdir orada da
tarafdârlarının telef olması üzerine 1847 senesinde İskenderiyye veya Akka'da kalması
şartıyla General Lamoriciere'ye teslim olmak zorunda kaldı. Teslim olurken ağzından çıkan
tek kelime mücâdelesinin sonunu ne güzel özetlemektedir. "Kader."
Ancak Fransızlar bir kez daha sözlerine sadık kalmadılar. Emir Abdülkâdir, Cezayir vâlisi
Duc d'Aumele tarafından Fransa'ya gönderildi. Emir ve yanındakiler önce Toulon'da, sonra da
Loira Vadisindeki Anboise kalesinde beş yıl hapis kaldılar.
Toulon'a geldiğinde Fransız kralı eğer başka bir ülkeye gitme arzusundan vazgeçerse
kendisine büyük bir armağan verileceğini bildirdiği zaman Emir Abdülkâdir:
"Kral namına bana bütün Fransa'nın zenginliğini teklif etseniz ve bu zenginliği şu
cüppemin üzerine yerleştirseniz sizin tebaanız olmayı hâtırımdan geçirmem. Ben
burada sizin misâfirinizim. İsterseniz beni hapse atın. Ancak utanç ve şerefsizlik bana
değil, size ulaşacaktır." dedi.
Napolyon, Fransa'da imparatorluğunu îlân ettiği zaman, Abdülkâdir-i Cezâyirî'ye Osmanlı
ülkesinde kalması için müsâade verdi. 1852'de İstanbul'a gelen Abdülkâdir-i Cezâyirî Sultan
Abdülmecîd Han'la görüştü ve pâdişâhın fevkalâde izzet ve ikrâmını gördü. Daha sonra
Bursa'ya geçerek kendisine tahsis edilen konakta oturdu. 1855'de Bursa'da büyük bir zelzele
olması üzerine Şam'a geçti.
Abdülkâdir-i Cezâyirî, Şam'a gidince, zamânını ilmî çalışma, ibâdet ve çocuklarının terbiyesi
ile geçirdi. Kimseyle görüşmedi. Bu sırada İngiliz ve Fransızlar, Osmanlı Devletini kuvvet
zoruyla yıkamayacaklarını anlamışlar, işi fitne ve fesatla hâlletme yoluna gitmişlerdi.
Osmanlı Devleti içerisindeki çeşitli fırka ve milletleri birbirleriyle çarpıştırmaya
başlamışlardı. Lübnan ve Suriye'de Dürzîleri İngilizler silâhlandırmış, Mârunîlere de
Fransızlar arka çıkmışlardı. Her iki devlet, yaptıkları çalışmalarla, Osmanlı tebeasını Osmanlı
topraklarında birbirine kırdırıp, kendi emellerine âlet etmeye kalkışmışlardı. Bu oyunların bir
sahnesi olarak 1860 senesinde Dürzî âsileri, hıristiyan ahâliyi öldürmeye teşebbüs ettikleri
vakit, Abdülkâdir, Cezâyirli muhâcirlerin yardımı ile Fransa konsolosunu ve bin beş yüz
kadar insanı kurtardı. Bu hareketi Osmanlı hükümeti tarafından taltif edildi. Fransa hükümeti,
bu hareketin mükâfâtı olarak Emir'e Legion d'honneur nişanının grandcruix'sını verdi.
Abdülkâdir-i Cezâyirî 1862 senesinde hacca gidip iki sene Hicaz'da kaldıktan sonra İstanbul'a
gelerek, Abdülazîz Han tarafından Birinci Osmânî Nişânıyla taltif edildi.
Daha sonra Şam'da ömrünü ilim ve ibâdetle geçiren Abdülkâdir Cezâyirî 26 Mayıs 1883
(H.1300)'te vefat etti. Nâşı Sâlihiyye'de Muhyiddîn Arabî türbesine defnedildi. Devrin
târihçileri "Gabe bedrün kâmilün= Mükemmel dolunay battı (H. 1300) diyerek ölümüne târih
düşürdüler.
Abdülkâdir Cezâyirî, her şeyden evvel sağlam ve doğru îmân sâhibi, vakarlı bir zât idi. Bu
hali, yalnız dindaşlarının değil, kendisini yakından tanımak fırsatını bulan Avrupalıların da
takdirini celbetmişti. Çok adâletli idi. Âlicenâb ve çok merhametli idi. Ancak, düşmanlarını
yıldırmak için zarûrî gördüğü anlarda şiddetli çarpışmalardan hiç çekinmezdi.
Abdülkâdir Cezâyirî, ilim ve irfâna çok ehemmiyet verirdi. Âriflerin büyüklerindendi. Dünyâ
ve âhiretin kemâlâtını kendisinde toplamıştı. Kahraman bir mücâhitti. Şan ve şöhreti doğudan
batıya her yere yayıldı. Zamânının âlimleri arasındaki ihtilâfları hâllederdi. Aynı zamanda
kerâmet ehli idi. Çok kerâmetleri görüldü.
Kıymetli eserler yazdı. Bunlardan tasavvuf ve inceliklerine dâir yazdığı Mevâkıf adlı
kitabının her bir bölümü mârifetlerle doludur. Kitabının seksen üçüncü bölümünde şöyle
yazmaktadır:
Hadîs-i şerîfde buyruldu ki: "Allahü tealâ bir kimseye bir nîmet verdiğinde o nîmetin
onun üzerinde görülmesini ister." Hülâsa budur ki, eğer nîmetin görülmesi yalnız fiil, iş ile
olursa onu fiil ile göstermek ve eğer nîmetin görülmesi, söz ile olursa onu da söz ile
göstermek, açıklamak lazımdır.
Haccederken yaşadığı hâdiseleri anlatırken şöyle demektedir:
Medîne-i münevvereye vardığımda Resûlullah'ın Ravda-i mutahherasına gittim. Resûlullah'a
(sallallahü aleyhi ve sellem), hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'e selâm verdikten sonra,
Resûlullah'ın huzûrunda edeble durdum ve; "Yâ Resûlallah! Köleniz kapınızda durmaktadır.
Yâ Resûlallah! Sizin bir nazarınız bana her şeyden daha sevgilidir ve beni zengin eder. Yâ
Resûlallah! Sizin himâyeniz benim için kâfidir." dedim. O zaman Eşref-i âlem (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Sen benim evlâdımsın ve yanımda makbûlsün." Bana
evladım buyurmaları, sulbî evladlığı mı, yoksa kalbî evlâdlığı mı idi. Benim maksadım her
ikisinde idi. Allahü teâlâya hamd ve şükredip; "Yâ Rabbî! Bunu bana Peygamber efendimizin
zât-ı şerîfini göstermekle tahakkuk ettir. Zîrâ Habîbin; "Beni gören hakîkî görür. Zîrâ
şeytan benim şeklimde kendini hiç kimseye gösteremez." buyurmaktadır, diye duâ ettim.
Sonra da Kademeyn-i şerîfeyne, mübârek iki ayağı tarafına geçtim ve şark taraftaki bir duvara
yaslanıp tefekkürle meşgûl oldum. O hâlde iken kendimden geçtim. Her şeyden habersiz
kaldım. Mescid-i Nebevî'de kimi namaz kılar, kimi zikreder, kimi Kur'ân-ı kerîm okur, kimi
duâ ederdi. Hiç bir şey duymadım ve her şeyden habersiz oldum, o esnâda; "Bu
seyyidimizdir." sesini işittim. Gaybet hâlimde gözlerimi açtım. Resûlullah efendimiz beni
ayak tarafından şebeke arasına çektiler. Heybetli ve sâkin idiler. Mübarek sakalının aklığı
fazla idi. Yanakları kırmızı idi. Lakin mübârek şemâili vasfedenlerin yazdıklarından çok daha
kırmızı idi. Bana yaklaştıkları vakit kendime geldim. Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar
ettim.
Abdülkâdir-i Cezâyirî hazretlerinin yaşayışında İslâm ahlâkını bütünüyle müşâhede edip,
görmek mümkündü. Onu gören kendisine hayran kalırdı. Gerek Fransızlarla sulh olduğu
zamanlarda ve gerekse tutsaklığı devresinde Abdülkâdir Cezâyirî'yi gören generaller;
kendisiyle dost olmaya çalışırlar ve ona İslâmiyetle ilgili, sualler sorarlardı. Abdülkâdir
Cezayirî'nin Fransız generali Dumas'a İslâmiyetin kadına verdiği değer hakkındaki cevabı şu
şekildedir:
...Bu meselenin gerçek yüzü ve hakîkati sizin işittiğinizin tam aksinedir. Müslümanların
nezdinde kadınlar büyük bir hürmeti ve değeri haizdirler. Mesela onlar zevcelerini pek
severler ve onlara karşı çok merhametlidirler. Muhabbetin, sevgi duymanın zarûrî gereği ise
hürmet etmektir. Yâni insan sevdiğine hürmet eder. Nitekim, sevgili Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: "Zevcelerine ancak kerîm olanlar ikrâm ve iyilik
eder ve onlara ancak kötü ve alçak olanlar ihânet edip kötülük yaparlar." Diğer bir
hadîs-i şerîfte de Eshâb-ı kirâmına hitâben buyurdular ki: "Sizin en hayırlınız, zevcesine
hayırlı olanınızdır. Ben, içinizde zevcesine en hayırlı ve iyilik eden kimseyim."
Resûlullah efendimiz, mübârek zevcelerini kendi mübârek elleri ile deveye bindirirlerdi.
İslâm büyüklerinin bu konudaki menkıbeleri, nezaket ve edebleri sayılamayacak kadar çoktur.
Ev işlerinde müslümanlar zevceleri ile müşâvere ederler. Birçok işleri zevcelerine danışır,
onların gönlünü almaya dikkat ederler. Kadınlar ev işlerinde reisdirler. Dış işleri kadınlara
bırakılmaz. Bu, erkeklerin işidir. Bunu kadınlara yüklemez, kendileri çekerler.
Abdülkâdir Cezâyirî'nin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Zikr-il-Âkıl ve Tenbîh-ul-Gâfil:
Bursa'da ikâmati sırasında yazdığı tasavvufa dair bir eserdir. 2) De la Fidelité des
Musulmans a observer Leurs Traites d'alliance et autres: Müslümanların ittifak ve sair
ahidlerine sadâkatleri adında Fransızca bir eserdir. 3) Dîvân.
3><,>3"),"%&+1!&#$%&6>DA::.%
Abdülkadir Cezâyirî, komutanlarından Muhammed Hasnâvî'ye yazdığı bir mektupta şöyle
demektedir:
"...Şecâat, kahramanlık ve cömertlik sıfatlarıyla mevsûf (vasıflandırılmış) ve Hak teâlâya
tevekkül eden mücâhid kardeşimiz Seyyid Muhammed Hasnâvî! Allahü tealâ sizin ve
bizim halimizi yüceltsin. Dünya ve âhiretteki emellerimize kavuştursun! Kıymetli, sabırlı
mücâhid kardeşim! Allahü tealâ anlayışını arttırsın! Hayırlar ihsân eylesin! Lütf ile hayırlar
üzerinde muhâfaza eylesin. Muhakkak ki cihâd, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) şiârı,
müminlerin mesleği ve asıl sanatıdır. Seni bu himmete kavuşturan Allahü teâlâya
hamdederim.
Gayret ve çalışmalarına sevaplar ihsân buyurup, bu yolda sana yardım eylesin! Allahü
teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, sevgili Peygamberine hitâben cihâdın fazîletini, kendi yolunda
şehîd olmanın yüksek derecesini beyân ve ifade buyurmuştur. Bunlar üzerinde iyice
düşünüp, buna kavuşmak için Allahü teâlâdan yardım dilemelidir. Böylece, Allah yolunda
şehîd olmanın ne demek olduğu iyi anlaşılır. Cihâdın ve şehîd olmanın fazîleti ve yüksek
derecesi Tevrat ve İncil'de de bildirilmiştir. Karşılığında Allahü teâlâ Cennet'i vâd
buyurmuştur. Şerefini buradan anlamalıdır. Kendi yolunda cihâd edenlerin, cihâda
katılmayanlara nisbetle pek büyük bir ecre kavuşacaklarını da müjdelemiştir.
Kıymetli kardeşim! Sözün kısası şudur ki, Allahü teâlâ bir kimseye din ve dünyânın
hayrını dilemedikçe ona cihâd nasîb etmez. Kime din ve dünyânın hayrını dilerse, onu
cihâda kavuşturur. Şu hâlde, kavuştuğun nîmetin kadrini iyi bilmelisin. Daimâ sizin
işlerinizi ve hâllerinizi tâkib etmekteyiz ve sizinle görüşüp kucaklaşmayı çok arzu
ediyoruz. Size duâ ediyoruz. Allahü teâlâdan ümîd ederiz ki, en hayırlı, bereketli bir
zamanda bizi buluşturup görüştürsün. Amin..."
Muhammed bin Hasan Bay'a gönderdiği pek fesahatli ve edebî mektubunda da Allahü
teâlâya hamd ve Resûlüne sallallahü aleyhi ve sellem salât-ü selâmdan sonra şöyle
demektedir:
"...Sizi tebrik etmek ve aramızdaki muhabbeti tâzelemek düşüncesiyle vekîlimizi
gönderiyoruz. Muhakkak ki, müminler tek bir beden gibidir. Biri incinirse hepsi incinmiş
olur. Hepsi aynı ızdırâbı duyar. Hakîkî mümin, din kardeşi için sağlam bir destek ve
yardımcıdır. Dâimâ birbirlerini destekler ve kuvvetlendirirler. Yardımlaşma ise, ancak
Allahü teâlânın râzı olduğu şeylerde ve takvâ husûsunda olmalıdır. Bu, Allahü teâlânın
size emridir..."
1) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.274
2) Hadâik-ul Verdiyye Tercümesi; s.281
3) Ta'rîf-ül-Halef; c.2, s.316
4) Câmi-u Kerâmat-il Evliyâ; c.2, s.99
5) Osmanlý Târihi Ansiklopedisi; c.1, s.52

8 Mayıs 2013 Çarşamba

ABDÜLKÂDİR BERZENCÎ HAYDERÎ


ABDÜLKÂDİR BERZENCÎ HAYDERÎ;
Büyük İslâm âlimi ve evliyâ Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebelerinden. İsmi
Abdülkâdir olup, Berzencî ve Hayderî nisbeleriyle meşhûr olmuştur. Hazret-i Hüseyin'in
soyundan olup, seyyiddir. Kaynaklarda hayâtı hakkında yeterli bilgi mevcut değildir. On
dokuzuncu yüzyılda Irak'ta yaşamıştır.
Zamânının usûlüne göre ilim öğrendikten sonra Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin
sohbetleriyle şereflendi. Onun kalplere şifâ olan sohbetlerinde ve hizmetinde bulundu.
Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlık makamına ulaştı. Mevlanâ Hâlid hazretlerinin talebeleri
arasında önemli bir yere sâhib oldu. Hocası ona irşâd yâni insanlara İslâmiyetin emir ve
yasaklarını anlatmak husûsunda hilâfet ve icâzet verdi. Kendine verilen vazîfeyi lâyıkıyla
yerine getiren Abdülkâdir Berzencî Hayderî, ömrü boyunca insanların dünyâ ve ahirette
kurtuluşlarına vesîle olmak için çalıştı.
Yüksek ilim ve irfân sâhibi olan Abdülkâdir Berzencî Hayderî ilmiyle amel eden, kerâmat
sâhibi bir velî idi. Güzel ahlâk sâhibi olup, mütevâzî ve alçak gönüllü idi. Allahü teâlâya
kuluk ve O'nun yarattıklarına hizmet onun ayrılmaz vasıflarındandı. Hocası Mevlâna Hâlid
hazretlerine çok bağlı idi. Onun emir ve istekleri doğrultusunda hareket ederdi. Tasavvufta
"fenâ" makâmına ulaşmıştı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri de ona iltifât ve ihsânlarda
bulunurdu.
1) Mekâtib-i Mevlânâ; s.66
2) Mecd-i Tâlid Tercümesi; s.113
3) Hadâik-ul-Verdiyye Tercümesi; s.967
4) Þems-üþ-Þümûs Tercümesi; s.111

ABDÜLHAY EFENDİ (Öztoprak)


ABDÜLHAY EFENDİ (Öztoprak);
İstanbul'da Beşiktaş'tan Ortaköy'e giderken Çırağan sırtlarında bulunan Yahyâ Efendi
dergâhının son şeyhi. İsmi Abdülhay olup, babası Fikri Efendi, dedesi Şerif Ali Efendidir.
1884 (H.1302) senesinde İstanbul'da doğdu. 1961 (H.1381) senesinde İstanbul'da vefât etti.
Kabri Yahyâ Efendi Dergâhı mezarlığındadır.
Abdülhay Efendinin dedesi Şerîf Ali Efendi Mekke'den kalkarak İstanbul'a geldi. Bir
müddetAksaray'daki Oğlanlar Tekkesinin şeyhliğini yaptı. Sonradan Tosya'ya giderek Kâdirî
tekkesi şeyhi İsmâil Rûmî hazretlerinin torunlarından biriyle evlendi. Tekrar Mekke'ye
giderek orada yerleşti. Mekke'de Fikri adında bir oğlu oldu. Fikri Efendi Mekke'den Mısır'a
giderek oraya yerleşti. Askerlik mesleğine girip albaylığa kadar yükseldi. Gördüğü bir rüyâ
üzerine Mısır'dan İstanbul'a gelip Kaygusuz Baba dergâhına intisâb etti. Sultanahmed'deki bu
dergâha uzun müddet kırba ile su taşıdığı için kendisine "Kırbacı Baba" ismi takıldı. Bütün
bu hizmetlerine rağmen dergâhın şeyhi, kendisini talebeliğe kabûl etmedi. Fakat bir gün
şeyhin, bir köpeğe attığı artıklarını, köpekle birlikte yemeye teşebbüs etti. Bunun üzerine şeyh
kendisini talebeliğe kabûl etti. Fikri adını da Sürûrî Fikri şeklinde değiştirdi. Sürûrî Fikri
Efendi bir müddet bu tekkede kaldıktan sonra Zeyrek yokuşu başındaki yanmış olan Ümmü
Gülsüm Câmiini tâmir ettirdi. Mısır kuyumcularından birinin Zeynep Hanım adındaki kızıyla
evlendi. Bu evliliktenAbdülhay Efendi dünyâya geldi. Üç aylıkken babası vefât eden
Abdülhay Efendi, yetim kaldı. Annesi oğlunu alıp Ümmü Gülsüm Câmiinin meşrûtasına
yerleşti.
Küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline başlayan Abdülhay Efendi, annesinin gayretiyle hıfzını
(Kur'ân-ı kerîmi ezberlemeyi) tamamladı. Zamânın usûlüne göre ciddî bir medrese tahsili
gördü. On sekiz yaşındayken babasının tâmir ettirdiği Ümmü Gülsüm Câmiine imâm oldu.
Kendisi aslen Kâdirî, meşreben Nakşibendî idi. Son Nakşî şeyhlerinden Gümüşhânevî Şeyhi
İsmâil Necâtî Efendiden icâzet aldı. Bir ara Çiçekçi Câmi İmâm-Hatipliğini yaptı. Yahyâ
Efendi dergâhının şeyhliğini yürüttü. Bir taraftan da Baytar mektebinde ayniyat muhâsipliği
yaptı. Daha sonra buradan emekli oldu. Soyadı Kânunundan sonra Öztoprak soyadını aldı.
Zaman zaman sevenleriyle sohbet edip onları irşâda çalıştı. 1961 (H.1381) senesinde
İstanbul'da vefât etti. Yahyâ Efendi dergâhı mezarlığına defnedildi.
Arapça ve Farsça bilen Abdülhay Efendi, fıkhî ve tasavvufî mevzûlarda geniş bilgiye sâhipti.
Son derece mütevâzî, yumuşak huylu ve aşırı derece müttakî (haramlardan sakınan) birisi idi.
Cömert ve misâfirperver olup, sofrasına bir fakiri almadan oturmazdı. Onun muhtelif
vesîlelerle sevdiklerine ve yakınlarına yazdığı mektupları, Abdülhay Efendinin Mektupları
adlı bir risalede toplanmıştır.
Sevdiklerinden birine yazdığı mektupta da buyurdu ki:
Kemâl derecesine ulaşan insanların, yükseldikçe tevâzûu ve sûreten kendinden aşağı olanlara
karşı davranışlarındaki güzellik artar. Zannolunmasın ki, onun bu tevâzûu kadrini ve
kıymetini azaltır. Hayır belki daha fazla yükseltir. "Allah için tevâzû edeni Allahü teâlâ
yükseltir." hadîs-i şerîfi bunu ifâde etmektedir. Dünyevî ve uhrevî, maddî ve mânevî
mertebelere yükselen kimseler aslâ kendi kulluklarını unutmaz, Allah için, alçak gönüllü olur,
Allahü teâlânın yarattıklarına sertlikten ve şiddetten kaçınırsa, her iki cihanda Allahü teâlâ
onun derecesini yüceltir. Kibirli olmayı âdet edinenler ve asıl meyvesini unutanların ise,
cenâb-ı Hak tarafından gönderilen hâdiselerle burnu kırılır. Bunlar terbiye ve imtihan
kamçılarıyla zelîl olurlar. Hülâsa, benlik, kibir ve büyüklük taslamak insana yaraşmaz. Şeytan
bu kadar ibâdeti ile kibir ve benliği yüzünden kovuldu ve lânetlendi. Âdem aleyhisselâm ise
zelîl olan topraktan yaratıldığını unutmayarak; "Ey Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik. Eğer
sen bizi bağışlamaz ve rahmet etmezsen hüsrana uğrayanlardan oluruz." diyerek, rahmet-i
Hakk'a ilticâ etti. Bu sebepten yeryüzünde emânet-i ilâhiyyeyi yüklendi ve bütün yaratılmışlar
üzerine mükerrem kılındı, derecesi yükseltildi. Binâenaleyh bütün kibirliler şeytanın
oğullarıdır...
Hayır yapmanın önemini de şöyle bildirdi:
Umûma faydası olacak hayır bırakmak ne hoştur. Hayat defteri kapanır fakat amel defteri,
ondan menfaat göründüğü müddetçe kapanmaz, hayır yazılır. Üç şey vardır ki, sâhibinin
hayırlı amel defterini kapatmaz. Umûma faydası dokunacak ilim, mârifet, sanat öğretmek.
Bunun gibi umûma faydası dokunacak kuyu kazdırmak, su getirtmek, hastahâne, köprü, yol
ve bu gibi şeyleri yapıp bırakmak ve yine kendisine hayır duâ edecek sâlih evlâd bırakmak.
Öğrenenler öğrendikçe ve insanlar faydalandıkça, ilk sebeb olan zât ve hayırlı evlâdın nefsine
ve diğer insanlara hayrı dokundukça mensûb olduğu anne ve babası bundan dâimâ faydalanır,
namları hayırla anılır. Fakat ne çâre ki herkes buna muvaffak olamıyor. Cenâb-ı Hak
cümlemizi kendi lütfuyla hayra yakın ve muvaffak kılsın...
*1,2,&,5!3"888
Abdülhay Efendinin oğluna nasîhatı şöyledir:
Oğlum! Vücûdumuzu elimizden geldiği kadar helâl lokma ile doyuralım ki, helâl lokma ile
beslenen o vücûd Allah'a ibâdette pek hafif ve latîf olarak rûha uysun. Haramlarla
beslenen vücut, Allah'a ibâdete kalkmakta gevşeklik ve ağırlık gösterir. Bu hâl sonunda,
esasen latîf olan rûha da tesir eder ve onu da kendi gibi ağırlaştırıp karanlıklara boğar.
İlâhî ufuklara çıkmaya kâbiliyeti kalmaz ve nihayet ölür. Günahların büyükleri, küçüklerine
ehemmiyet vermemekten başlar. Küçücükten komşu bahçelerinden birer ikişer meyve
koparmaya alışanlar, büyüdükleri zaman yaman hırsız kesilirler.
Evlâdım! Kendini gözet. Senin aslın pek neciptir, pek temizdir. Aslına benzemeyen dallar,
asıllarının mazhar oldukları maddî mânevî teveccüh ve olgunluklara kavuşamazlar. İslâm
dîninin bütün emirleri insanların ahlâkını düzeltmek, bütün yasakları da, yine onların
faydaları içindir.
Dicle nehri kıyısında yediği bir elmanın sâhibini bulup helâlleşmek için çeşitli külfetleri
göze alması, İmâm-ı A'zam'ın babası Sabit bin Hürmüz'ün ahlâkının yüksekliğini gösterir.
Onun bu temizliği kendisinden dünyânın dörtte birinin, mezhebine, ilmine bağlandığı
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe gibi bir zâtın vücûda gelmesine sebeb olmuştur. Hayırlı
evlatların babaları da hayır ve iftiharla anılır. Seni göreyim, haramlardan, hattâ
mekrûhlardan kendini sakın. Ecdâdının asâletine, necâbetine (temizliğine) vâris olduğunu
şu pehrizkârlığınla isbat et. Bu şeref sana dünyada ve âhirette kâfidir.
1) Abdülhay Efendi'nin Mektupları (Sehâ Neşriyat)

ABDÜLHAY CELVETÎ


ABDÜLHAY CELVETÎ;
Anadolu'da yetişen evliyâdan. Edirne'de doğdu. Doğum târihi belli değildir. Babası
Celvetiyye tarîkatı şeyhlerinden Saçlu İbrâhim Efendidir. Abdülhay Efendi, babasının yanında
yetişti. Celvetiyye tarîkatını da öğrenerek babasından hilâfet aldı ve Rumeli Çirmen
Sancağındaki bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Akçakızanlık kazâsındaki Alâeddîn
Efendi Zâviyesine şeyh olarak tâyin edildi.
Babasının Edirne Selîmiye Câmii vâizi iken 1660'da vefâtı üzerine, bu câminin vâizliğine ve
tekke şeyhliğine tâyin edildi. Bu görevde uzun müddet kaldı ve insanlara vâzlarında Ehl-i
sünnet yolunu anlattı. 1686'da İstanbul'un Kadırga semtindeki Sokullu Mehmed Paşa
Zâviyesine, Kâdızâde Mahmûd Efendinin ölümü üzerine tâyin edildi. İki sene burada
kaldıktan sonra, Eminönü Yeni Câmi vâizliğine getirildi. 1691'de Selâmi Ali Efendinin vefâtı
üzerine Aziz Mahmûd Hüdâî Tekkesine şeyh olarak tâyin edildi. Bu vazîfesinde ömrünün
sonuna kadar kaldı. 16 Kasım 1705 (H.1117) Pazartesi günü vefât etti. Aziz Mahmûd Hüdâî
Tekkesinin yakınında HalilPaşa Türbesine, Halil Paşazâde Mahmûd Beyin yanına defnedildi.
Şeyh Abdülhay Celvetî, tasavvufdaki derin ve ince mânâlara vâkıf idi. Kalb (gönül) hakkında
şöyle buyurmaktadır:
Hadîs-i kudsîde buyruldu ki: "Ben yere göğe sığmam. Fakat haramlardan sakınan temiz
mümin kulumun kalbine sığarım." Allahü teâlâ nefs ile sır makâmı arasında bir kalb
(gönül) şehri yaratmıştır. Bu şehir dâimâ mâmur olmak ister. Gönlün mâmur edilmesi usta ve
mîmâr ile olmaz. Ancak Allahü teâlânın lütfu ile olur. Hacı Bayrâm-ı Velî talebelerine; "Kalp
şehrinizi mâmur ediniz. Allah adamlarının sözlerini dinleyiniz. İlim öğreniniz." buyurmuştur.
Yine Aziz Mahmûd Hüdâî; "Talebe Allahü teâlânın rızâsını kazanmakta gayretli olmalı, taş
gibi katı olan kalpleri rehber olan zâtın terbiyesinde yumuşatmalıdır. Kalbi yumuşayınca, bu
hâlini hocasına arz edip, onun tavsiyeleri, yol göstermesi ile önündeki yollardan engeller
kalkar ve matlubuna, maksûduna kavuşur. Îmân-ı kamil (olgun insan) olur." buyurdu.
Abdülhay Celvetî, Abdülhay mahlası ile çok güzel ilâhîler söylemiştir. Fakat bu ilâhîlerin
toplandığı dîvan henüz bulunamamıştır. Birçok eser yazan Abdülhay Celvetî'nin eserlerinden
bazıları şunlardır: 1) Kasîde-i Bürde Tercümesi, 2) Feth-ul-Beyan li-Husûl-in-Nasrî
vel-Fethi vel-Emân: Arapça olup Fetih sûresinin tefsîridir. Süleymâniye Kütüphânesi Hacı
Beşir Ağa Kısmı, No: 34'te kayıtlıdır. 3) Tefsîr-i Ba'z-ı Süver-i Kur'âniyye: Türkçe olup,
Meryem, Yâsîn, Feth, Rahmân, Nebe', Nâzi'ât, Abese, Tekvîr, İnfitâr, Mutaffifîn, Kevser
sûrelerinin tefsîridir. 4) Şerh-i Gazel-i Hâcı Bayrâm-ı Velî.
1) Vekâyi-ul-Füdelâ; c.2, s.414
2) Tezkire-i Sâlim; s.462
3) Osmanlı Müellifleri; c. 1, s.125
4) Sefînet-ül-Evliyâ; c. 3, s.21.

ABDÜLHAY


ABDÜLHAY;
Hindistan evliyâsından. Hindistan'ın Safâbeyan şehrinin Hisâr-ı Şâdıman mahallesinde 1582
(H.990) senesinde doğdu. İlim tahsiline başladıktan sonra, büyük âlim İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin sohbetlerine katıldı ve talebesi olmakla şereflendi. Yıllarca İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin hizmetinde bulunup, sevgisini kazandı. Mânevî birçok ilimlere kavuştu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri icâzet, diploma vererek Abdülhay'ı, insanlara Allahü teâlânın emir
ve yasaklarını anlatmak, onları terbiye edip yetiştirmek görevi ile Punte şehrine gönderdi ve;
"Şeyh Hamîd-i Bingâlî'ye gitmek istiyorum. Fakat fırsatım olmadı. Ona gidip nasîhatte
bulununuz." buyurdu. Abdülhay; "Peki efendim." diyerek huzurdan ayrıldı ve oraya doğru
yola çıktı. Fakat kendi kendine; "Şeyh Hamîd, âlim, evliyâ ve herkesin mürâcaat ettiği bir
kimsedir. Ben kim oluyorum ki, ona nasîhat edeyim ve sözümün faydası olsun." diye
düşündü. Sonra da; "Böyle düşünmek doğru değildir. Mâdem ki hocam böyle söyledi, o hâlde
doğru söyledi. Böyle vesvese etmek doğru değildir. Hocamın bu emrinde mutlaka bir hikmet
vardır." dedi.
Şeyh Hamîd Bingâlî'nin yanına vardığında, ona çok hürmet ve ikrâmda bulundu. Şeyh Hamîd
Bingâlî sohbet esnâsında şöyle dedi:
İmâm-ı Rabbânî hazretleri ve diğer büyükler buyuruyor ki: "Bizim yolumuzda olmanın ilk
şartı, Resûlullah efendimizi canından çok sevmektir." Ben de, Allahü teâlânın sevgisi ile dolu
olan kalbe başka bir sevgi nasıl sığabilir?" diyorum. Onun bu sözüne Abdülhay çok üzüldü ve
cevap olarak:
"Resûlullah efendimizin sevgisi, Hak tealânın sevgisinin aynısıdır. Âyet-i kerîmede meâlen
buyruldu ki: "Kim peygambere itâat ederse muhakkak Allahü teâlâya itâat etmiş olur."
(Nisâ sûresi: 80) Bu âyet-i kerîme sözümüzün doğruluğunu göstermektedir." dedi.
Bunun üzerine Şeyh Hamîd söylediklerine pişman oldu ve tövbe etti. Abdülhay da yakînen
hocasının hikmetsiz bir şey söylemeyeceğini anladı. Demek ki hocası onu, Şeyh Hamîd'in bu
şüphesini gidermek için göndermişti.
Abdülhay çok cömerd idi. Eline geçen her şeyi fakirlere dağıtırdı. İnsanlara iyi muâmelede
bulunurdu. Bulunduğu şehirde İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebesi Nûr Muhammed de
bulunuyordu. Bir sevdiğine yazdığı mektubunda; "Şeyh Abdülhay ve Nûr Muhammed gibi iki
zatın bir yerde bulunması, iki parlak nûr gibidir." buyurdu. Nûr Muhammed'e yazdığı
mektubunda ise; "Şeyh Abdülhay ile aynı şehirdesiniz. Yakınınızda bulunuyor. Duyulmayan
garip mârifetler ve ilimler onun kalbinde toplanmıştır. Bu yolda zarûrî olan şeyler kendisine
verilmiştir. Uzakta kalmış dostlarımızın onunla görüşmesi büyük bir nîmettir. Çünkü oraya
yeni gelmiştir ve yeni şeyler getirmiştir. Diyebilirim ki oranın ana caddesi odur. Mümkün
mertebe fırsat buldukça suâl sorup, anlamaya çalışmıştır. Tevfik Allahü teâlâdandır."
buyurdu.
Şeyh Abdülhay 1644 senesinde yakınlarıyla hac farîzasını yerine getirmek için Pütne'den yola
çıktı. Önce Serhend'e uğrayarak İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kabrini ziyâret etti ve kıymetli
oğulları Muhammed Ma'sûm'un sohbeti ile bereketlendi. Sonra yola devam etti. Büyük bir
tevekkül ile uzun yolculuktan sonra Hicâz'a ulaştı. Bu mübârek beldede büyüklerin kabr-i
şerîflerini ziyâret etti. Hac farîzasını yerine getirip berâberindekilerle memleketine dönmeye
karar verdi. Eşyâlar yüklenmiş ve hazırlanmış iken her nasılsa birkaç gün daha kaldılar.
Berâberindekiler bu duruma hayret ettiler. Daha sonra Abdülhay hazretleri; "Dostlarımız,
arkadaşlarımız gitsinler. Biz eşyâlarımızı indiriyoruz. Bize gitmek için izin verilmedi. Bu
yalnız bizim içindir. Gelecek sene bir hac daha yapacağım." buyurdu. Onun memleketine
gitmekten böyle vazgeçmesinin Resûlullah efendimizin işâreti ile olduğu rivayet edildi. Bu
sırada 60 yaşında idi. Ertesi sene ikinci defâ hac ettikten sonra memleketine döndü. İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu Muhammed Ma'sûm'un emri ile İmâm-ı Rabbânî'nin
talebelerine yazdığı nasîhat dolu mektuplarının bulunduğu Mektûbât kitâbının ikinci cildini
topladı.
Abdülhay, hocası İmâm-ı Rabbânî hazretleri hayatta iken onunla zaman zaman mektuplaşırdı.
Hocasının kendisine yazdığı nasîhat dolu bir mektupta şunlar yazılıdır:
Allahü teâlaya hamd ettikten ve Peygamber efendimize salevât getirdikten sonra, seâdet-i
ebediyyeye erişmenize duâ ederim. Allahü teâlâ, birçok âyet-i kerîmede, âmâl-i sâliha işliyen
müminlerin, Cennet'e gireceklerini bildiriyor. Bu sâlih amellerin, iyi ve yarar işlerin neler
olduğunu, çok zamandan beri araştırıyordum. İyi işlerin hepsi mi, yoksa birkaçı mı diyordum.
Eğer, iyi şeylerin hepsi olsa, bunları kimse yapamaz. Birkaçı ise, acabâ hangi iyi işler
isteniliyor? Nihâyet Allahü teâlâ, lütfederek şöyle bildirdi ki: A'mâl-i sâliha, İslamın beş
rüknü, direğidir. İslâmın bu beş temelini, bir kimse hakkı ile, kusûrsuz yaparsa,
Cehennem'den kurtulması kuvvetle umulur. Çünkü bunlar, aslında sâlih işler olup, insanı
günahlardan ve çirkin şeyleri yapmaktan korur. Nitekim, Kur'an-ı kerîmde Ankebût sûresi
kırk beşinci âyetinde meâlen; "Kusûrsuz kılınan bir namaz, insanı pis, çirkin işleri
işlemekten korur." buyrulmaktadır. Bir insana, İslâmın beş şartını yerine getirmek nasîb
olursa, nîmetlerin şükrünü yapmış olur. Şükrü yapınca, Cehennem azâbından kurtulmuş
demektir. Çünkü Allahü teâlâ, Nisâ sûresi yüz kırk altıncı âyetinde meâlen; "Îmân eder ve
şükür ederseniz, azâb yapmam!" buyuruyor. O hâlde, İslâmın beş şartını yerine getirmeye
can ve gönülden çalışmalıdır.
Bunlar arasında bedenle yapılacakların en mühimi, dînin direği olan namazdır. Namazın
edeblerinden bir edebi kaçırmayarak kılmaya gayret etmelidir. Namaz tamam kılınabildi ise,
İslâmın esas ve büyük temeli kurulmuş olur. Cehennem'den kurtaran sağlam ip yakalanmış
olur. Allahü teâlâ hepimize, doğru dürüst namaz kılmak nasîb eylesin!
Namaza dururken, "Allahü ekber" demek; Allahü teâlânın, hiçbir mahlûkun ibâdetine muhtâç
olmadığını, her bakımdan hiçbir şeye ihtiyâcı olmadığını, insanların namazlarının O'na
faydası olmayacağını bildirmektedir. Namaz içindeki tekbirler ise; Allahü teâlâya karşı
yakışır bir ibâdet yapmaya liyâkat ve gücümüz olmadığını gösterir. Rükûdaki tesbihlerde de,
bu manâ bulunduğu için, rükûdan sonra, tekbir emrolunmadı. Hâlbuki, secde tesbihlerinden
sonra emrolundu. Çünkü secde, tevâzû ve aşağılığın en ziyâdesi, zillet ve küçüklüğün son
derecesi olduğundan, bunu yapınca, hakkı ile tam ibâdet etmiş sanılır. Bu düşünceden
korunmak için secdelerde yatıp kalkarken, tekbir söylemek sünnet olduğu gibi, secde
tesbihlerinde a'lâ demek emr olundu. Namaz, müminin mîrâcı olduğu için, namazın sonunda,
Peygamber efendimizin mîrâc gecesinde söylemekle şereflendiği kelimeleri (yâni,
ettehıyyâtü...yü) okumak emr olundu. O hâlde namaz kılan kimse, namazı kendine mîrâc
yapmalı. Allahü teâlâya yakınlığının nihâyetini namazda aramalıdır.
!1,$31G$&&+16*=:
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Şeyh Abdülhay'a yazdığı bir mektup şöyledir:
Rabbimizin celle sultânüh gazabını, intikâmını söndürmek için "Lâ ilâhe illallah" güzel kelimesini söylemekten daha
faydalı birşey yoktur. Bu güzel kelime, Cehennem'e götüren gazabı söndürünce, daha küçük olan başka gazablarını
elbette söndürür. Niçin söndürmesin ki, bir kul, bu güzel kelimeyi tekrar tekrar söyleyince, O'ndan başkasını yok
bilmekte, her şeyden yüz çevirip, hak olan bir mâbûda dönmektedir. Gazabının sebebi, kullarının, O'ndan başkasına
dönmesi, bağlanmasıdır. Mecâz âlemi olan bu dünyâda da, bu hâli görüyoruz. Zengin bir kimse, hizmetçisine kırılır,
ona kızar. Hizmetçi de, kalbi iyi olduğu için, herkesten yüz çevirip bütün varlığı ile, efendisinin emirlerine sarılırsa,
efendisi, ister istemez yumuşar. Merhamete gelir. Gazabı söner. İşte bu güzel kelime de, kıyâmet için ayrılmış olan
doksan dokuz rahmet hazînesinin anahtarıdır. Küfür karanlıklarını, şirk pisliklerini temizlemek için, bu güzel
kelimeden daha kuvvetli, hiçbir yardımcı yoktur. Bir kimse, bu kelimeye inanınca îmânın zerresi hâsıl olur.
Bu güzel kelimeye inanarak, kalbinde zerre kadar îmân hâsıl eden kimse, kâfirlerin
âdetlerini ve şirk pisliklerini yaparsa, bu güzel kelimenin şefâati sâyesinde Cehennem'den
çıkarılır. Azapta sonsuz kalmaktan kurtulur. Bunun gibi, bu ümmetin büyük günahlarına
şefâat edip, azaptan kurtaracak en kuvvetli yardımcı, Muhammed Resûlullah'tır. Bu
ümmetin büyük günahları dedik. Çünkü önceki ümmetlerde büyük günah işleyen pek az
olurdu. Hattâ îmânını küfür âdetleri ile ve şirk pislikleri ile karıştıran da azdı. Şefâate en
çok ihtiyacı olan bu ümmettir. Önceki ümmetlerde, bâzıları küfürde inâd etti. Bâzısı da
hâlis olarak îmâna gelip emirlere yapıştı.
Bu güzel kelime ve Peygamberlerin sonuncusu gibi bir şefâatçı olmasaydı, bu ümmetin
günahları kendilerini helak ederdi. Bu ümmetin günahları çoktur. Fakat, Allahü teâlânın af
ve magfireti de sonsuzdur. Allahü teâlâ, bu ümmete af ve magfiretini o kadar saçacak ki,
geçmiş ümmetlerden hiçbirine böyle merhamet ettiği bilinmiyor. Doksan dokuz rahmetini,
sanki bu günahkâr ümmet için ayırmıştır. İkrâm ve ihsân, kabahatliler ve günahlılar
içindir. Allahü teâlâ, af ve magfiret etmeği sever. Kusûr ve kabahati çok olan bu ümmet
kadar af ve magfirete uğrayacak hiçbir ümmet yoktur. Bunun için bu ümmet, ümmetlerin
en hayırlısı oldu. Bunların şefâat edicisi bu güzel kelime, kelimelerin en kıymetlisi oldu.
Bunların şefâatçileri olan Peygamberleri, peygamberlerin en üstünü oldu. Furkân sûresi,
yetmişinci âyetinde, meâlen; "Allahü teâlânın, günahlarını iyiliklerle değiştireceği kimseler
onlardır. Allahü teâlânın magfireti, merhameti sonsuzdur." buyruldu.
Kerîmler ile yapılacak her iş kolay olur.
1) Zübdet-ül-Makâmât; s.374
2) Hadarât-ül-Kuds; s.336
3) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.974
4) Mektûbât-ý Ýmâm-ý Rabbânî; c.2 37. mektup
5) Tezkire-i Ýmâm-ý Rabbânî; s.339
6) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.141

ABDÜLHAMÎD ŞİRVÂNÎ


ABDÜLHAMÎD ŞİRVÂNÎ;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdülhamîd bin Hüseyin Şirvânî Dağıstânî'dir. Doğum târihi
kesin olarak bilinmemektedir. 1882-3 (H.1300) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti.
Kalabalık bir cemâatla cenâze namazı kılınıp Cennet-ül-Muallâ kabristanında Ümm-ül
mü'minîn Hadîcet-ül Kübrâ'nın radıyallahü anhâ kabri yanına defnolundu.
İlim tahsiline küçük yaşta başlayan Abdülhamîd Şirvânî, bu maksatla, İstanbul ve Mısır gibi,
zamânın ilim merkezi olan yerlere giderek büyük âlimlerin sohbetlerinde bulundu. Budinli
Şeyh Mustafa ile pekçok eserlerin yazarı Şeyh İbrâhim Bâcûrî, ilim öğrenip, kendilerinden
istifâde ettiği büyük âlimlerdendir.
Abdülhamîd Şirvânî ilim öğrenmek husûsunda yüksek istidâd ve fevkalâde gayret sâhibi idi.
İlimde pek yüksek derecelere çıkıp âlim oldu. Arabî, Fârisi ile Türkçeyi gâyet iyi bilirdi. İlim
tahsîlini tamamladıktan sonra, Mekke-i mükerremeye gitti talebe okutmaya başladı.
İlimle uğraşırken bir taraftan da tasavvuf yolunda ilerlemeye, ilâhî feyz ve mârifetlere
kavuşup yükselmeye çalışan Abdülhamîd Şirvânî, bu hususta çok gayretli idi. Evliyâlık
yolunda ilerlemek arzu ve isteği, onda çocukluğundan beri vardı. Bu sebeple, tasavvuf
yolunda olduğu söylenen birçok kimseye gitti ise de, hiçbirinden arzu ettiğini elde edemedi ve
aradığını bulamadı. Kalp susuzluğunu gideremedi.
Bu sırada Hindistan evliyâsından, Müceddidiyye yolunun büyüklerinden Muhammed Mazhar
hazretleri, hac için Mekke-i mükerremeye gelmişti. Abdülhamîd Şirvânî ona talebe olmak
istedi ise de, Muhammed Mazhar özür beyân edip, bu işe layık olmadığını bildirdi.
1856 (H.1278) senesinde Muhammed Mazhar'ın babası Ahmed Saîd-i Fârûkî hazretleri
Hindistan'dan hicret ederek Mekke-i mükerremeye gelmişti. Bu da evliyâlık kemâlâtının,
Müceddidiyye yolunun yüksek olgunluklarının sâhibi, çok üstün, bir velî idi. Abdülhamîd
Şirvânî, kendisinin yetişmesi için talebelere ders okutmayı terkedip, Ahmed Saîd'in
sohbetlerine koştu. İlimdeki derin bilgisine rağmen, gidip o büyük zâta talebe oldu. Hâlis bir
niyetle bu yola girip, Ahmed Saîd'in sohbetlerini hiç bırakmadı. Onun pekçok iltifât ve
teveccühlerine mazhar oldu. Ahmed Saîd-i Fârûkî, Mekke-i mükerremeden Medîne-i
münevvereye giderken, Abdülhamîd Şirvânî'yi oğlu Muhammed Mazhar'a havâle etti. O da,
emir babasından geldiği için kabûl edip, Abdülhamîd'in bu yolda ilerlemesi ile meşgûl oldu.
Ahmed Sa'îd-i Fârûkî gittikten sonra, Muhammed Mazhar'ın sohbetlerinden hiç ayrılmayan
Abdülhamîd Şirvânî, bütün kalbi ile ona bağlandı. Ondan çok istifâde etti. Bir müddet sonra,
Muhammed Mazhar da Medîne-i münevvereye giderken, Abdülhamîd Efendi de ondan
ayrılmayıp onunla berâber gitti. Çünkü onu çok seviyor, muhabbet ve bağlılığı gün geçtikçe
artıyordu. Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâreti sırasında,
Resûlullah efendimizin mânevî lütuf ve ihsânlarına kavuştu. Bu ziyaretten sonra
MuhammedMazhar; "Elhamdülillah Resûlullah efendimiz Abdülhamîd Şirvânî'yi kabûl
ettiler." buyurdu. Ona icâzet ve hilâfet verip, çok duâ etti. Sonra; "Mevlanâ Abdülhamîd'e
icâzet verdim. Ona verilmesi lâzım gelen her şeyi verdim. İnşâallah semeresi görülecektir.
Fakat daha zamânı vardır. Müceddidiyye yolu büyüklerine olan muhabbet ipi sağlam ve
kuvvetli olunca, kavuşulması arzulanan şeyler bir müddet sonra da kavuşulsa bunun için gam
yoktur. Çünkü o büyükler, kendilerine bağlananları yavaş yavaş çekerler. Bu sebeple
yapılması lâzım gelen şey, bu büyükleri çok sevip yollarında bulunmak, her an Allahü teâlâyı
unutmayıp, devamlı O'nu anmak ve diğer vazîfelere devâm etmektir." buyurdular.
Abdülhamîd Şirvânî, hocası Muhammed Mazhar'ın bu sözlerini dikkatle dinliyordu.
Ayrılacakları zaman hocasına; "Bizi duâ ve teveccühünüzden eksik etmeyiniz efendim." dedi.
Bu sebeple, Muhammed Mazhar dâimâ, gıyâbında Abdülhamîd Efendiye duâ ve teveccühde
bulunurdu. Bundan sonra da, çeşitli zamanlarda birçok defâ görüşüp sohbet ettiler. İrtibatları
hiç kesilmedi. Çünkü devamlı mektuplaşır ve haberleşirlerdi.
Abdülhamîd Şirvânî, ömrünün sonuna kadar Mekke-i mükerremede ders verdi, tasavvuf
yoluna girmiş talebeleri terbiye edip, mânevî olarak yetiştirmekle meşgûl oldu.
Abdülhamîd Şirvânî hazretleri, vakar ve heybet sâhibi, ağırbaşlı bir zât idi. Gâyet az konuşur,
çoğu zaman sükût ederdi. Bu yolun büyüklerinin âdeti olduğu gibi, sabah akşam talebeleri ile
birlikte hatim yapardı. Sabahleyin yapılan hatimden sonra, talebelerine İbn-i Hacer-i Heytemî
hazretlerinin Tuhfe kitabından fıkıh dersi okuturdu.
Ders dışındaki zamanlarda, halveti ve uzleti, yalnızlığı ve insanlardan uzak durmayı bir de
kendi hâlinde ibâdet ve tâatla meşgûl olmayı severdi. Öğleden sonra Süleymâniye
Medresesindeki odasına gider, ikindi vaktine kadar Kur'ân-ı kerîm tilâveti, zikr ve murâkabe
ile ve kitap okumakla meşgûl olurdu. Normal günlerde, husûsî odasına çocuklarından başka
kimse giremediği hâlde, salı ve cumâ günleri kapı açık tutulur, suâli olanlar veya bir şey
arzetmek isteyenler rahatlıkla içeri girebilirlerdi.
Namazlarını, vakit girdikten sonra, evvel vakitlerinde kılmaya husûsen dikkat ederdi.
Talebelerini terbiye edip yetiştirirken, bu yolun büyüklerinin âdetleri üzere bir yol tâkib
ederdi. Çok kitap okurdu. Bilhassa, Tuhfe kitabına yaptığı sekiz ciltlik hâşiyenin tashîhi ile
meşgûl olurdu.
Tasavvufî makam ve hâlleri, gâyet açık ve anlaşılır bir şekilde anlatırdı. Sohbetlerinde, Allah
adamlarının, hakîkî evliyânın üstünlüklerini, onlara bağlanmanın ehemmiyetini îzâh eder,
buna teşvik ederdi.
Muhammed Mazhar hazretleri, Abdülhamîd Şirvânî'yi kendisine halîfe tâyin etti. O da
hocasının yerine geçip, çok hizmette bulundu. Kısa zaman sonra da vefât etti.
Hayrullah Efendi, Emîr Halîfe, Muhammed Sâlih Zevâvî, Abdülhannân Bercânî ve
Abdülhâlık Efendi onun diploma, icâzet verip mezun ettiği halîfeleridir.
1) Reşehât Ayn-ül-Hayât Zeyli; s.131

ABDULLAH FAHRİ BABA


ABDULLAH FAHRİ BABA;
Malatya erenlerinden. 1864 veya 1865 (H.1282) senesinde Harput'un Tutlu yöresinde Bozolar
köyü Maho veya Mehan mezrasında doğdu. 1908 (H.1326)'de vefât etti.
On iki yaşında Malatya'ya gidip ilim tahsiline başladı. Halasının kocası Ahmed Efendiden
Ulu Câmide ilim öğrendi. 1880'li senelerde hocası vefât edince, yerini boş bırakmadı ve ders
vermeye başladı. Ayrıca tasavvufta yetişmek üzere önce Kâdirî yolunda Şeyh Hasan Baba
adlı bir zâta talebe olup, uzun müddet onun talim ve terbiyesi altında yetişip icâzet aldı.
Hasan Baba vefât edince talebeleri Abdullah Fahri Baba'nın etrâfında toplandılar. Fakat o
tasavvufta yüksek derecelere ermek için devamlı arayış hâlinde idi. Bir gece rüyâsında Hacı
Ömer Baba adında bir zâta talebe olması işâret edildi. Bunun üzerine Harput'un Köveng
köyünde bulunan Nakşî ve Kâdirî şeyhi, Şeyh Hacı Ömer Baba'nın yanına gitti. Talebeliğe
kabûl edilip, bir müddet yetiştirildikten sonra, irşâd, insanlara doğru yolu gösterme ile
vazîfelendirildi. Bundan sonra Malatya'da insanlara rehberlik etti. Onlara Ehl-i sünnet
îtikâdını ve din bilgilerini anlattı. Sohbet ve derslerine pekçok kimse katılıp, ondan istifâde
etti. Tasavvufî konularda şiirleri vardır.
Kerâmetlerinden bâzıları şöyle anlatılmıştır:
Dergâhının bulunduğu Boran köyüne kötürüm ve felçli bir kimse getirilir. Durum Abdullah
Baba'ya bildirilip, şifâ bulması için himmet ve duâ istenir. Kötürüm kimsenin bulunduğu
arabanın yanına gidip, yedi yıldır kötürüm olan bu kimseye hitâb ederek; "Allahü teâlânın izni
ile aşağıya in!" diyerek arabadan inmesini söyler. "İnemem." deyince, tutup kendisi indirir.
Kötürüm birdenbire sıhhate kavuşup yürümeye başlar.
Bir yaz günü sevenleri ile birlikte Hasırcı Köyündeki talebelerinin yanına gitmişti. Ziyâretten
sonra Boran köyündeki tekkesine dönüp, köye yaklaştığı sırada atını üç saat kadar uzakta
bulunan Hâtun Suyu tarafına çevirip, yüksek sesle orada bulunan bir talebesine seslendi:
"Cumâli Efendi seni çok göresim geldi. Hemen dergâha gel!" Sonra yoluna devâm edip
dergâhına döndü. Kısa bir müddet sonra çağırdığı talebesi onun kerâmetiyle sesini işitmiş
olduğundan, telaş içinde dergâha gelip;
"Buyrun efendim beni istemişsiniz geldim!" dedi.
Vefât etmeden kısa bir müddet önce bir gün zâviyesinde talebelerinin ve sevenlerinin
kalabalık olduğu bir sırada uyku hâli gibi bir hâl gelip kendinden geçti. Bu hâl bir müddet
devâm etti. Sonra gözlerini açıp;
"Eyvah ben ne yaptım!" dedi. Ne yaptınız, ne oldu diye sorulunca;
"Sakalımdaki su damlalarına bakın." diye gösterdi. İbrâhim Efendi adında bir zât su
damlalarından alıp, diline dokundurdu. Sonra derhâl ağzını temizledi ve;
"Efendim bu çok acı zehir." dedi. Bunun üzerine;
"Evet oğlum, bu bir ölüm şerbetidir. Biraz önce Sultan Abdülhamîd Han ile yanyana idim.
Birisi iki kâse şerbet getirdi. Abdülhamîd Han ile birlikte ayağa kalktık. Sultan bana, buyurun
Baba Efendi için! dedi. Önce siz buyrun Sultanım, dedim. Fakat benim almam için ısrar etti.
Alıp içtim. Ey cemâat, bu şerbet sizler için acı bir zehirdir. Fakat benim için tatlı bir ölüm
şerbetidir." dedi. Abdullah Fahri Baba'nın bahsettiği pâdişâh Sultan İkinci Abdülhamîd Han,
kendisinden on sene sonra 1918 senesinde vefât etmiştir. Evliyâ bir pâdişâhtı.
Orduz köyü halkından bir zât şöyle anlatmıştır:
Karakaya Barajının suyunun yükselmesi sebebiyle Abdullah Fahri Baba'nın türbesi bu suyun
altında kalacağından, kabrini naklettik. Boranlı Hacı Mustafa Baba'nın neslinden birkaç kişi
de nakil işinde bulundu. Kabrini naklettikten sonra Malatya'ya döndük. Hüseyin Bey Köprüsü
semtinde arabadan indik. O sırada tanıdığımız bir ihtiyarla karşılaştım. Hal hatır sorduktan
sonra bana;
"Senden evliyâ kokusu geliyor. Ellerini uzat." dedi. Ellerimi uzattım. Ellerimi tutup yüzüne
gözüne sürdü, öptü. "O koku işte bu ellerden geliyor, beni mest etti. Bu eller bugün ne iş
gördü?" diye sordu. O gün öğle vakti Abdullah Fahri Baba'nın nâşını naklederken ellerim ona
dokunmuştu. Aynı akşam Orduz'daki evimize gittim. Ablam; "Senden hoş bir koku geliyor."
dedi. O gün ve o gece ben de o hoş kokuyla mest olmuştum.
1) Malatyalý Gönül Sultanlarý; s.13

ABDULLAH BİN GÂLİB


ABDULLAH BİN GÂLİB;
Evliyânın tanınmışlarından ve Tâbiînden. Zühd ve verâ sâhibi olup, din bilgilerini öğrenmek
ve bunlara göre yaşamak zevkıni tadan bir veli idi. Tasavvufta üstün derecelere kavuştu. Sâde
ve basit bir hayât yaşardı.
Evinde iki odası vardı. Bunlardan birini âilesinin ikâmetine, diğerini de ibâdet için ayırmıştı.
İbâdetlerini bu odada yapardı. Kendine has gündüz ve gece okuduğu ayrı duâlar vardı. Yüz
rekat kuşluk namazı kılar; "Biz Allahü teâlâya kulluk için, ibâdet etmek için yaratıldık."
derdi. Hattâ; "Dostlarına ve sana tâbi olanlara çok ibâdet ettiriyorsun, onları sıkıntıya
sokuyorsun." diyen birine; "Onların ibâdet etmekten ne gözleri görmez oldu ne de belleri
büküldü. Allahü teâlâ kendisini çok zikretmemizi istiyor. Sen ise az zikretmemizi
söylüyorsun!" cevabını vermişti.
Bâzan yaptığı amelleri insanlara anlatır ve insanları teşvik maksadıyla; "Allahü teâlâ bu gece
bana şu kadar rekat namaz kılmayı, şöyle zikretmeyi, şunları okumayı nasîb etti..." derdi. Bu
sözlerini dinleyenlerden bâzıları; "Senin gibi bir zât ibâdetleriyle böyle övünür mü?"
dediklerinde, Kur'ân-ı kerîmden; "Rabbinin nîmetlerini söyle!" (Duhâ sûresi: 11)
meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve; "Rabbim üzerimdeki nîmetlerini söylememi emrediyor,
sizler ise gizlememi istiyorsunuz." dedi.
Kişinin yaptığı ibâdet ve tâatları başkalarına anlatmasının niyetine göre değişeceğini, hâlis ve
riyâsız ise emr-i mârûf, iyiliği bildirmek olacağına işâret ederdi. Ebû Saîd el-Hudrî'den
rivâyet ettiği; "İki huy mü'minde bir araya gelmez cimrilik ve kötü ahlâk." hadîs-i
şerîfini devamlı okurdu.
Şöyle duâ ederdi:
"Allah'ım arzularımızın düşüklüğünden, kötülüğünden, amellerimizin noksanlığından,
ecelimizin yaklaşmasından, sâlih kulların aramızdan ayrılmasından sana sığınırız."
Zâviye harbi denilen bir savaşa katılmıştı. Bu sırada oruçlu idi. Düşman saflarına hücum
edeceği sırada başına biraz su döktü. Sonra kılıcını sıyırıp kınını kırdı. Bu, şehîd düşünceye
kadar savaşacağım manâsına gelirdi. Düşman saflarına daldı. Savaşa savaşa şehîd düştü.
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.2, s.256

ABDULLAH BİN HÂZIR


ABDULLAH BİN HÂZIR;
Evliyânın büyüklerinden ve hadîs âlimi. İsmi, Abdullah bin Hâzır bin Sabbah'dır.
Evliyâullahdan Yûsuf bin Hüseyin'in dayısı ve Zünnûn-i Mısrî'nin arkadaşıdır. İran'ın Rey
şehrinde doğmuş ve orada vefât etmiştir. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Hicrî
dördüncü asırda vefât etmiştir. Tasavvufta büyük derecelere kavuşmuş, pek çok velî
yetiştirmiştir.
Abdullah bin Hâzır hadîs ilminde büyük âlim olup, Muhammed bin Abdullah el-Ensârî, Şâz
bin Feyyâz, Kabisa bin Utbe el-Kûfî, İbrâhim bin Mûsâ, El-Ferrâ', Er-Râzî başta olmak üzere
pek çok âlimden hadîs öğrenmiştir.
Abdullah bin Muhammed bin Nâciye, Muhammed bin Yûsuf bin Bişr el-Hirevî, Ebû Bekr
eş-Şâfiî ve başka âlimler de Abdullah bin Hâzır'dan hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.
Yûsuf bin Hüseyin şöyle anlatır: "Mısır'a Zünnûn-i Mısrî'nin yanına gittikten sonra, Rey
şehrine dönüyordum. Bağdâd'a vardım. Dayım Abdullah bin Hâzır orada idi. Hacca
gidecekmiş, yanına gittim:
-Nereden geldin? diye sordu:
-Mısır'dan gelip, Rey'e gidiyorum. Bir nasîhat etmenizi isterim, dedim.
Buyurdu ki:
-Kabûl etmezsin!
-Ederim. dedim.
O yine,
-Kabûl etmezsin! buyurdu. Ben tekrar;
-Belki kabûl ederim, dedim.
Yine;
-Biliyorum kabûl etmezsin! buyurdu.
-İhtimâl ki kabûl ederim, dedim.
Buyurdu ki:
-Gece olduğunda git Zünnûn-i Mısrî'den ne yazmış isen, hepsini Dicleye bırak.
-Bir düşüneyim, dedim.
O gece düşünce bastı ve hiç uyuyamadım. Gönlüm bir türlü râzı olmadı. Ertesi gün gidip;
-Gönlüm bu işe râzı olmadı, dedim.
-Zâten ben sana kabûl etmiyeceğini söylemiştim, buyurdu.
-Bir şey daha söyler misiniz? dediğimde;
-Onu da kabûl etmezsin, buyurdular.
-Kabûl ederim, diye ısrar ettim. Bu sefer;
-Rey şehrine gittiğinde, ben Zünnûn-i Mısrî'yi gördüm deme, buyurdular.
Bu sözü uzun müddet düşündüm. Evvelki sözlerinden daha zor geldi. Tekrar ona gittim.
Dedim ki:
-Bu dediğiniz iş zordur.
Buyurdu ki:
-Sana, senin için gâyet lüzumlu olan bir şey söyleyeceğim.
-Buyurun söyleyin, dedim.
-Şimdi evine gittiğin zaman, insanları kendine dâvet etme. Allahü teâlâya dâvet ederken öyle
yaşa ki, Allahü teâlâdan bir an gâfil olup, O'nu unutmayasın, buyurdu. (Abdullah bin Hâzır'ın
bu sözleri yanlış anlaşılıp, Zünnûn-i Mısrî'yi beğenmiyor sanmamalıdır. Onun maksadı:
Zünnûn-i Mısrî tevhîd deryâsına dalmış, garîb hâlleri ve halkın anlayamıyacağı tasavvufî
sözleri olan bir velî olduğundan, halkın, bu Allah dostuna düşman olmamaları içindir.)
Abdullah bin Hâzır'ın bu sözünü, Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî şu sözle izâh etti:
Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma; "Ey Mûsâ! Dilin her zaman beni zikretsin. Bulunduğun her
yerde benimle ol." buyurdu.
Bu iki büyük velî bu söz ve îzâhlarıyla, her an Allahü teâlâyı hatırlayıp, O'nu bir an
unutmamağı tavsiye buyurmuşlardır. Bu da dostluğa ve kulluğa yakışan şeydir.
Kendisine insanın îmânının nasıl kâmil olacağı sorulduğunda Ahmed bin Hanbel tarîkıyla
rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfle, cevab verdi: "Sizden biriniz kendi nefsi için sevdiğini
mümin kardeşi için de sevmedikçe, îmânı kâmil olmaz".
Kadınların kocalarına karşı nasıl davranmaları sorulduğunda; erkeğin kadını üzerinde olan
haklarını uzun uzun anlattıktan sonra Şâz bin Feyyâz, Amr bin İbrâhim, Katâde, Sa'îd bin
Müseyyib, Abdullah bin Amr'dan rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi okudular. Peygamber
efendimiz buyurdular ki: "Allahü teâlâ, kocasına teşekkür etmeyen (ona nankörlük eden)
ve onunla yetinmeyen, iktifâ etmeyen kadına nazar etmez."
1) Tabakât-us-Sûfiyye (Sülemî); s.187
2) Târih-i Bağdâd; c.9, s. 448
3) Nefehât-ül-Üns (Osmanlıca); s.151
4) Tabakât-ı Ensarî; s. 223
5) Nesayim-ül-Mehable; s.60
6) Nefehât-ül-Üns; s.100
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild 3, s.344

ABDULLAH BİN HIDIR EZ-ZAĞBÎ


ABDULLAH BİN HIDIR EZ-ZAĞBÎ;
Kerâmetleriyle meşhûr velî. Doğum târihi bilinmemektedir. 1900 (H.1318) senesinde vefât
etti. Beyrut ve Trablus'ta yaşamıştır. Trablusşam'ın beldelerinden Akka'nın Hayzuk
köyündendir. Nesebi Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretlerine dayanır. Tasavvufta da onun
yolu olan Kâdirî tarîkatında yetişip kemâle ermiştir.
Bulunduğu köyün ahâlisi su ihtiyâcını büyük bir ağacın altındaki pınardan karşılardı. Pınarın
başında bulunan ağaca büyük bir yılan yerleşmişti. Ahâli su almaya yaklaşırken bu korkunç
yılan hücum ediyor su alamıyorlardı. Köy halkı çâresiz kalıp durumu Şeyh Abdullah
hazretlerine arzettiler. Bunun üzerine ahâliyi toplayıp pınara gitti. Herkesin korku ile
seyrettiği koca yılana ağaçtan inip gitmesi için bağırdı. Yılan ağaçtan indi ve oradan
uzaklaştı. Bir daha da görünmedi. Ahâlî suyunu rahatça aldı.
Vefâtı yaklaştığı sırada ağır hasta idi. Talebeleri ve dostları sohbet ve zikir için etrâfında
toplanmıştı. Ancak yerinden kıpırdayacak hâli yoktu. Gelenler çok mahzûn ve üzgün idiler.
Talebeleri zikre başlayınca birdenbire yerinden kalkıp onlara katıldı. Üzerinde hiç hastalık
eseri kalmamıştı. Zikir ve sohbet bitince tekrar yatağına yattı. Yine şiddetli hâli geri döndü.
Vefâtına kadar talebeleri gelince ağır hastalığı birdenbire kalkar, zikir ve sohbet bitince
dönerdi.
Sevenlerinden Şeyh Abdülfettah Efendi şöyle demiştir:
Onda yürüyemeyeceği derecede ağır bir rahatsızlık görmüştüm. Bir müddet sonra üzerinde bu
hastalıktan hiç eser göremedim. Merak edip sordum;
"Ceddim Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin hürmetine bu hastalığın kalkması için duâ ettim.
Hastalıktan eser kalmadı." buyurdu.
1) Câmi-u Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.130

ABDULLAH BİN MUHAMMED BİN ABDURRAHMÂN


ABDULLAH BİN MUHAMMED BİN ABDURRAHMÂN;
Mekke-i mükerremede yetişen İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden olup seyyiddir.
İsmi, Abdullah bin Muhammed bin Abdurrahmân el-Eska', lakabı Ebû Alevî'dir. Doğum
târihi tesbit edilemiyen Abdullah bin Muhammed, Mekke-i mükerremede yetişti. 1567
(H.974) senesinde, Cemâzil-evvel ayının on sekizinci günü orada vefât etti. Şebîke
kabristanında bulunan meşhûr türbesindedir.
Abdullah bin Muhammed, ilk temel bilgileri babasından okudu. Sonra zamânında bulunan
büyük İslâm âlimlerinin derslerinde bulunarak yetişti. Bir taraftan da tasavvuf yolunda
ilerledi. Babasından ve Abdullah bin Hakem bin Sehl Kuşeyr'den tasavvuf yolunda icâzet
aldı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde asrının imâmı, tasavvuf yolunda bulunanların da üstâdı oldu.
Hocalarından Abdullah bin Ahmed bin Fadl ile birlikteResûlullah efendimizi ziyâret için
Medîne'ye gitti. Günlerce bir şey yemedi. Muhammed bin Irak ile görüştü. Muhammed bin
Ömer ona şefkatle muamele etti ve sabr etmesini tavsiye etti. Abdullah bin Muhammed,
rüyâsında ceddi Muhammed aleyhisselamı gördü. Peygamber efendimizin ona Haremeyn'de
(Mekke ve Medîne'de) kalmasını emretti. Sabahleyin uyanınca Kuba Mescidine gitti. Orada
tekrar Muhammed bin Irak ile karşılaştı. Onun yanından ayrılmadı. O esnâda hummaya
yakalandı. Şeyh Muhammed cübbesini onun üzerine koyunca hastalığı geçti. Bundan sonra
Muhammed bin Irak'a tam bağlandı ve ondan icâzet aldı. Ayrıca Medîne'de bulunan bir çok
veliden mesela Ali Müttekî Hindî'den icâzet aldı. Hırka giydi. Şeyhi Muhammed bin Irak'ın
emriyle Zebîd'e gitti ve orada evlendi. Daha sonra Hadramut ve Terim'e gitti. İlim öğrendi ve
öğretti. Sonra Mekke'ye döndü. Mekke-i mükerremede veya Medîne-i münevverede
bulunurdu. Çok kerâmetleri görüldü ve pek çok talebe yetiştirdi. Nice kimse ondan istifâde
etti.
Allahü teâlânın izni ile, yanına gelenlerin gönüllerindeki düşünceleri anlar ve haber verirdi.
Kimi zaman dostlarına ve sevdiklerine, ileride başlarına gelecek bâzı şeyleri haber verir,
bâzân da çok uzak beldelerde meydana gelen hâdiseleri bildirirdi.
Basrî nisbeti ile meşhûr Seyyid Abdürrahîm el-Ehsâvî'nin çok sevdiği bir kız çocuğu vardı.
Bu kızcağız bir gün vefât edip, Allahü teâlânın rahmetine kavuştu. Seyyid Basrî hazretleri o
kadar üzüldü ki, bu üzüntüsü, vefâtına sebeb olacak zannedildi. Üzüntüden duramıyordu.
Seyyid Basrî, Abdullah bin Muhammed ile karşılaştıklarında, duâ istedi. O da eliyle onun
göğsünü sıvazlayıp duâ etti. Allahü teâlânın izni ile, Basrî'nin kalbindeki o şiddetli üzüntü bir
ânda kayboldu. Abdullah bin Muhammed, ayrıca Seyyid Basrî'yi sâlih bir evlâd ile müjdeledi.
Doğudan batıya kadar, zamânındaki bütün âlimlerin kendisiyle iftihâr edeceği sâlih bir
evlâdının olacağını haber verdi.
Bundan sonra Seyyid Basrî'nin hanımı hâmile oldu. Doğum ânı geldiğinde, Abdullah bin
Muhammed hazretleri Seyyid Basrî'ye bir haberci gönderip, daha önce kendisine müjdelediği
sâlih evlâdın doğmak üzere olduğunu bildirdi ve kendisini tebrik etti. Seyyid Basrî'nin çocuğu
doğdu. Aynı gün Abdullah bin Muhammed'in habercisi geldi. Aradaki mesâfe çok uzak
olduğundan, zâhirî olarak Abdullah bin Muhammed, Basrî'nin hanımının hâmile olduğunu
bilmiyordu. Fakat doğumu tebrik için bir haberci göndermesi, habercinin ise, tam doğumun
olduğu gün gelmesi, hep onun kerâmetiydi. Seyyid Basrî'nin bu evlâdı, ileride meşhûr olup
tanınacak olan Şeyh Ömer el-Basrî idi.
Abdullah bin Muhammed hazretlerinin annesi vefât etmişti. Zamanla annesini görmeyi çok
arzu etti. Bu şiddetli arzu ile Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlânın izni ile, uyanık ve gâyet
açık bir şekilde annesini âhiret nîmetleri içinde gördü ve bu nîmetler için Allahü teâlâya çok
şükretti.
Rivayete göre; Abdullah bin Muhammed, talebelerinden bâzısına; "Ben vefât ettikten uzun
zaman sonra, kabrimin üzerine bir türbe yapılıp tamamlandığında, oğlum Ali'nin yakınlarına
tâziyede, başsağlığı dileğinde bulununuz. Çünkü o da aynı günde vefât eder." dedi. Nihâyet
Abdullah bin Muhammed hazretleri 1567 (H.974) senesinde vefât etti. Takrîben elli sene
sonra, kabri üzerine türbe yapıldı. Bu türbenin tamamlandığı gün, Abdullah bin Muhammed
bin Abdürrahmân'ın Ali ismindeki oğlu vefât etti.
O büyük zâtın yukarıdaki sözünü işitenler, Ali isimli bu zâtın vefâtının, babası tarafından
kerâmet olarak kırk yedi sene evvel târihi ile birlikte bildirildiğini böylece anlamış oldular.
#>->!&#$%&2,$3&5,"D"!
Kâdı'l-müslimîn ve İmâm-ül-müslimîn diye meşhûr olan Kâdı Hüseyin Mâlikî, çocukluğunda şiddetli
bir hastalığa tutulmuştu. Hastalığı çok ağır olup, vefât edecek zannettiler. Bu zâtın annesi,
Abdullah bin Muhammed'in büyüklüğüne inanan sâliha bir hanım idi. Hasta çocuğunu alarak, duâ
isteği ile Abdullah bin Muhammed'in yanına getirdi. Evliyâdan Abdurrahmân bin Ömer el-Amûdî de
orada bulunuyordu. Bir kadının hasta çocuğunu getirip duâ talebinde bulunduğu arzedilince,
Abdürrahîm Amûdî'ye çocuğu dışarıdan alıp getirmesini söyledi. Sonra, bu çocuğun yaşıyacağını,
herkese faydası dokunacak çok yüksek bir âlim olacağını müjdeledi. Çocuk getirildiği zaman duâ
ve teveccüh edip geri gönderdi. Bu sırada sene 1559 (H.967) idi. Bundan sonra çocuk iyileşti.
Hastalığından eser kalmadı. Büyüdüğünde, Abdullah bin Muhammed'in bildirdiği şekilde zamânının
büyük ve meşhûr âlimlerinden oldu.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.125
2) Nûr-üs-Safîr; s.258
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13 s.181

ABDULLAH BİN MUHAMMED BÂKİ-BİLLAH


ABDULLAH BİN MUHAMMED BÂKİ-BİLLAH
Hindistan evliyâsının büyüklerinden. İmâm-ı Rabbâni'nin hocası Muhammed Bâki-Billah
hazretlerinin ikinci oğludur. Sûrette (görünüşte) ve kalb hâllerinde yüksek babalarına çok
benzerlerdi. Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberleyip aklî ve naklî ilimlerde yüksek dereceye
ulaştı. İlim ve hâl bakımından çok ince görüşleri vardı. Zikri ve bu büyükler yolundaki
murâkabeyi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden aldı. Bir çok defâlar mübârek huzurlarına gidip
Serhend'de günlerce hizmetlerinde kaldı, lütuf ve teveccühlerine kavuştu. İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin Mektûbât'ında Abdullah bin Muhammed Bâki-Billah'a yazdığı mektupları
vardır. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak bilinmemektedir. Kabri Dehli'dedir.

ABDULLAH BİN MUHAMMED EL-HADRAMÎ


ABDULLAH BİN MUHAMMED EL-HADRAMÎ;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah bin Muhammed bin Abdurrahmân el-Hadramî'dir.
Künyesi Ebû Muhammed'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. Hadramud'da yetişen evliyânın
büyüklerinden idi. 1288 (H.687) senesinde vefât etti. Yemen'deki Selâm şehri kabristanına
defn edildi. Mezarının üstüne bir türbe yaptırıldı. Türbesi ziyâret yeridir.
Abdullah-i Hadramî, ilk önceMuhammed bin Ali Ba'levî'den ilim öğrendi. Maddî ve mânevî
istifâdesi çok oldu. Muhammed bin AliBa'levî kendisini çok sever ve methederdi. Daha sonra
ilim öğrenmek için Şeyh Ahmed bin Cu'd hazretlerinin ilim meclisine devâm etti. Ondan çok
istifâde etti. Tasavvuf bilgilerini öğrenip üstün hâllere kavuştu ve icâzet, diploma aldı. Sonra
Ebü'l-Gays bin Cemîl ve daha birçok velî zâtların ders ve sohbetlerini dinledi. Çok istifâde
edip yüksek mertebelere kavuştu. Birçok kerâmetleri görüldü. İnsanlara, güzel ahlâkı
öğretmek için çalıştı. İnsanlar, çeşitli yerlerden kendisini görmeye ve sohbetlerini dinlemeye
gelirdi. Yüzlerce talebesi vardı. Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği üstünlüğü ile insanlara
ilim öğretti. Dünyâ ve âhiret sıkıntılarından kurtardı. Etrâfında pekçok talebe toplandı.
Bir defâsında peygamberlerden Hûd aleyhisselâmın kabr-i şerîfini ziyâret için yola çıktı.
Binlerce kişi onunla gitti. Bir defâsında da talebelerinden büyük bir cemâatle, hocası Ahmed
bin Cu'd'u ziyârete gitmişti. Huzûruna vardıklarında; "Hoş geldiniz evladlarım. Yola
çıktığınızdan beri melekler sizin etrafınızı sarmışlardı." dedi.
Talebelerine nasîhat ederken; "Sizden biriniz nerede olursanız olunuz, herhangi bir sıkıntıya
düşerse, beni vesîle ederek Allahü teâlâdan murâdını istesin. Biiznillah istediğine kavuşur.
Allahü teâlâ, velî kulları vâsıtasıyla insanların müşküllerini çözer." buyurdu. Talebeleri
sıkıntıya düştükleri zaman, Abdullah-ı Hadramî'yi vesîle ederek, Allahü teâlâdan sıkıntılarını
gidermesini istediler. Hocalarının yetişerek, Allahü teâlânın izniyle onları sıkıntıdan
kurtardığı çok defâ görüldü.
Şöyle anlatılır:
Ebû Mehre adındaki zât, önceleri Sa'îd bin Îsâ'nın talebelerinin ileri gelenlerinden idi. Daha
sonra Abdullah-ı Hadramî'nin sohbetlerinde bulundu. Onun sevdiği yüksek talebelerinden
oldu. Bir zaman Ebû Mehre, ilk hocasını ziyârete gitti. Huzûruna girdiğinde eski hocasının
hâtırının kaldığını gördü. Sonra kendisinde, his, zevk ve istek ne varsa kaybolduğunu anladı.
Berâberinde amcasının oğlu vardı. O zaman Abdullah-ı Hadramî hazretlerini vesîle kılıp,
Allahü teâlâya yalvardı. O ân Abdullah-ı Hadramî orada görüldü ve Ebû Mehre'yi düştüğü
sıkıntılı durumdan kurtardı. O da eski hâline tekrar kavuştu. Sa'îd bin Îsâ, bu durumu görünce
hayret etti. O zaman Abdullah-ı Hadramî buyurdu ki: "Bu talebenin elinden siz tuttunuz.
Fakat kalbi bizimledir." Daha sonra oradan ayrıldı.
Abdullah-ı Hadramî hazretleri yalnız kaldığı zaman ortalığı bir nûr kaplardı. Kendisi bu
nûrda kaybolur gibi olurdu.
İmâm-ı Yâfiî onun hakkında; "Çok kimseler rüyâda, Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfinden,
Abdullah-i Hadramî'nin kabrine akan bir nehir gördüklerini anlatırlar. Âlimler, bunu
Resûlullah efendimizin ona yardımının çokluğuna delîl olduğunu bildirdiler." buyurdu.
Abdullah-ı Hadramî, vefât edeceği zaman yaklaştığında, yanında bulunanlara; "Yavrularım,
melekler âlemini görüyorum. Melekler âleminde de Peygamberimizi görüyor, müşâhede
ediyorum." dedi.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.114
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.10
3) Tabakât-ül-Havvas Ehli's-Sıdkı ve'l-İhlas (Zebîdî); s.70

ABDULLAH BİN MUHAMMED MÜRTEİŞ


ABDULLAH BİN MUHAMMED MÜRTEİŞ;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah bin MuhammedMürteiş en-Nişâbûrî olup, künyesi,
Ebû Muhammed'dir. Mürteiş diye tanınır. Aslen Nişâbur'un Hîre nâmıyla meşhûr
mahallesinden olup Bağdâd'a yerleşti.Şunûziyye Mescidinde ikâmet eder. Orada sohbetine
devam edenlere Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatır, dünyanın zevk ve eğlencelerinin
geçici, âhiretin ise ebedi olduğunu bildirirdi. 939 (H.328) senesinde bu mescidde vefât etti.
Ebû Hafs-ı Haddâd'ın talebelerindendir. Ayrıca Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Osman Mağribî ve
diğer büyük zâtlarla görüşüp sohbet etti. Kısa zamanda yetişip Irak'ta zamânının bir tânesi
oldu. Dünyâya düşkün olmaması, haram ve şüphelilerden çok sakınması belli başlı
vasıflarıydı.
Abdullah Mürteiş hazretleri tasavvuf yoluna girip bu yolda ilerlemesini ve buna sebeb olan
ibret verici hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
Babam, bulunduğumuz yerin ileri gelenlerinden idi. Bir gün evimizin önünde otururken
yanıma bir genç geldi. Sırtında hırka, başında eski bir külâh vardı. Fasîh, açık bir lisân ile
benden bir şey istedi. Ben; "Sapasağlam bir genç olsun da, utanmadan dilencilik yapsın,
olacak şey değil!" diye düşündüm ve kendisine hiç cevap vermedim. Bana sertçe; "Kalbine
gelen şeyden, Allahü teâlâya sığınırım." dedi. Bunu duyunca çok korktum ve kendimden
geçerek yere düştüm. Hizmetçilerimizden biri bu hâlimi görüp yanıma gelmiş. Kendime
geldiğimde, başımı dizine koyup, beni ayıltmaya çalışıyordu. Herkes etrafıma toplanmıştı. O
gencin gittiğini öğrendim. Çok üzüldüm ve yaptığıma çok pişman oldum. O gün böyle geçti.
Gece olunca bu dert ve elem ile uyudum. Rüyâmda hazret-i Ali'yi gördüm. O genç de yanında
idi. Bana:
"Keşke öyle düşünmeseydin ve buna bir şeyler verseydin. Allah rızâsı için hiç bir şey
vermeyeni Allahü teâlâ sevmez." buyurdu.
Sabah olunca kendime âit ne varsa, hepsini, Allah rızâsı için ihtiyâcı olanlara dağıtıp, sefere
çıktım. Bağdâd'a gelip ilim öğrenmeye başladım. On beş sene sonra babamın vefât ettiğini
haber alıp, Nişâbur'a geldim. Babamdan bana çok büyük servet kalmıştı. Onu da Allah rızâsı
için dağıtıp Bağdâd'a döndüm. O gencin, o bakışı hâlâ gözümün önünde. Devamlı üzülüp,
pişman oluyordum.
Vefât edinceye kadar da bu üzüntünün böyle devâm ettiği bildirildi.
Hocası Ebû Hafs-ı Haddâd, Abdullah Mürteiş'e ilim öğrenmesi için seyâhat etmesini
söylemişti. Hocasının bu emrine uyarak, ilim öğrenmek için her sene kilometrelerce yol
yürür, uğradığı bir şehirde on günden fazla kalmazdı. Bir gün Rakka'ya geldi. İbrâhim-i
Kassâr kendisine bir tabakta üzüm ve ekmek gönderdi. Verilen hediyelere karşı, hediye ile
cevap verdiği için kaftanını sattı. İbrâhim-i Kassâr'a bâzı hediyeler alıp gönderdi.
Abdullah Mürteiş hazretlerinin menkıbeleri çok olup sâlih bir zat şöyle anlatmıştır: Bağdâd'da
bulunuyordum. Hacca gitmeyi arzu ediyordum. Gitmek için hiçbir şeyim yoktu. Kendi
kendime; "Abdullah Mürteiş hazretleri bana bir aba, elbise ve masraflarım için de on beş
gümüş hediye etse. Elbiseyi giyerim gümüşler ile de kova, ip ve ayakkabı alırım yolda sıkıntı
çekmem." diye düşündüm.
Bu sırada kapı çalındı. Açıp bakınca, Abdullah Mürteiş hazretlerini gördüm. Çok şaşırdım
bana, bir aba, elbise ve on beş gümüşü uzatıp; "Bunları al." buyurdu.
Almak istemedim, fakat; "Al, beni üzme, bunlar istemiş olduğun şeylerdir." dedi.
Mahcûbiyetle aldım...
Bir defâsında ramazân-ı şerîf ayının son on günü câmide îtikâfa başladı. Ancak birkaç gün
sonra îtikâfı bırakıp çıktı. Sebebini soranlara:
"Mescidde bâzı kimselerin riyâ ile, gösteriş yaparak ibâdet edip, Kur'ân-ı kerîm okuduklarını
gördüm. Bu hâlleri sebebiyle, onlara gelecek olan belâdan korkup dışarı çıktım." dedi.
Abdullah Mürteiş hazretleri nasîhat ve sohbetleriyle uzun müddet insanlara rehberlik
yapmıştır. Bir defâsında da nasîhat isteyenlere; "Size nasîhat vermeye benden daha münâsib
ve benden daha hayırlı olanlara gidiniz. Böylece beni de, sizlerden çok daha hayırlı olan
Rabbimle berâber bırakmış olursunuz ve ben de hep O'nunla meşgûl olurum." buyurdu.
Hastalığı artıp vefâtı yaklaştığı sırada huzûrunda bulunan sevenlerine borcu olduğunu,
elbisesini satmalarını ve borcunu ödemelerini söyledi. Sonra buyurdu ki:
"Allahü teâlâya duâ edip bana üç şeyi nasîb etmesini istedim.
Birincisi pekçok dost ve büyük zâtlarla görüşüp sohbet ettiğim Şunûziyye Câmiinde vefât
etmek.
İkincisi vefât edip, dünyadan ayrılırken dünyalık bir şeyim olmasın istedim. Şu altımda serili
olan hırkamdan başka bir şeyim yok! Ben vefat edince onu da altımdan alıp satın. Parasıyla
bir şeyler alın ve fakirlere verin...
Üçüncü isteğim de şu idi: Ben vefât ederken yanımda sevmediğim kimse bulunmasın. Burada
bulunanların hepsini seviyorum. Şu anda aranızda sevmediğim kimse yok. Elhamdülillah bu
arzumun üçü de oldu."
Buyurdu ki:
"Kul, Allahü teâlânın sevgisini, Allahü teâlânın sevmediklerine düşman olmakla kazanır.
Allahü teâlânın sevmedikleri ise, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsidir."
"Tasavvuf güzel ahlâktır. Bu da üç kısımdır: Birincisi, Hakk ile beraber olmak yâni Allahü
teâlânın emirleine uymak ve bu hususta gösterişten uzak durmaktır.
İkincisi halk ile beraber olmak. Bu da büyüklere karşı saygı ve edeb, küçüklere karşı şefkat,
emsallere ise insaflı ve âdil davranmakla olur.
Üçüncüsü nefse sâhib olmak. Bu ise nefsin boş isteklerine, hevâ, hevese ve şeytana
uymamakla olur. Kim bu üç husûsu nefsinde doğru bir şekilde tatbik ederse güzel
huylulardan olur."
"Tasavvuf tamâmen ciddiyettir. Şaka nevinden olan herhangi bir şeyi ona karıştırmayınız."
"Kul ne ile muhabbete nâil olur?" diye sorulunca; "Allahü teâlânın evliyâsına dost olmak,
düşmanlarına da düşman olmakla" buyurdu.
Yine buyurdu ki:
"Kalbin, Allahü teâlâdan ve O'nun dostlarından başkasına meyletmesi, o kalbin hasta
olduğuna işârettir."
"Sebeplere yapışmalı, fakat bu durum, o sebeblerin ve her şeyin yaratıcısı olan Allahü teâlâya
îtimâd ve tevekkül etmeye mâni olmamalıdır."
"Bütün işlerin netîcesinin sıhhatli ve faydalı olabilmesi için iki şart vardır: Sabır ve
ihlâs."
"İrâde, nefsin arzularına muhâlefet edip, onu Allahü teâlânın emirlerine yöneltmek ve kendisi
için Allahü teâlânın takdir ettiğine râzı olmaktır."
"Kul, muhabbet makâmına, Allahü teâlânın dostlarını sevmek ve Allahü teâlâya düşman
olanlara düşmanlık etmekle kavuşur."
"Amellerin en üstünü; doğru amel işlemek, sünnet üzere hizmete devâm etmektir."
"Kalbin Allahü teâlâdan başkasına meyletmesi, Allahü teâlânın azâbını çabuklaştırır."
"Yaptığı amellerin, kendisini Cehennem azâbından kurtarıp, Allahü teâlânın rızâsına
kavuşturacağını zanneden kimse, büyük hatâ etmiştir. Allahü teâlânın fadlı ve ihsânı ile
kurtulabileceğini düşünen kimseyi, Allahü teâlâ rızâ makamlarının en sonuna ulaştırır. Allahü
teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Yûnus sûresi 58. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: "De ki:
Allahü teâlânın ihsânı ve rahmetiyle, işte yalnız bunlarla ferahlansınlar. Bu, onların
toplamakta olduklarından (dünya menfaatinden) daha hayırlıdır."
"Allahü teâlâyı Rab olarak tanı. O'nu bir olarak ikrâr et ve O'na hiç bir şeyi ortak koşma.
Tevhîdin esâsı bu üç şeydir."
"Allahü teâlânın, senin rızkına kefil olduğuna îtimâd et ve sana emrettiği ibâdetleri yapmaya
çalış! Böyle yaparsan, evliyâdan olursun."
><+>)&!$3<1788
Abdullah bin Mürteiş'in dostlarından bir kısmı bâzı kimselerin hallerinden bahsederek; "Falan kimse
su üzerinde yürüyor. Onun bu hâline ne dersiniz?" diye sordular. Buyurdu ki:
"Allahü teâlânın yardımı ile nefsinin arzularına uymayan kimse, havada uçandan ve su üzerinde
yürüyenden daha üstündür."
!1/!1&-"%:(3&1+<1-:$37
Abdullah-ı Mürteiş, evliyâ-yı kirâmdan
Şiddetle kaçınırdı, şüpheli ve haramdan.
Dünyâya zerre kadar, vermez idi bir değer,
Methetti kendisini, evliyâ ve âlimler.
Hânesinin önünde, otururken bir zaman,
Genç bir kişi gelerek, para istedi ondan.
Vardı gencin üstünde, hem de "yeni bir abâ"
Düşündü: "Bu ne için, dileniyor acaba?
Yaşı genç, sakat değil, hem yeni elbisesi,
Yakışır mı bu gence, el açıp dilenmesi?"
Bunları düşünerek, vermedi cevap bile,
Genç ayrıldı ondan, "kırılmış bir kalp" ile.
Eli boş, boynu bükük, gidince öyle mahzun,
Bu sefer pişman oldu, düşündü uzun uzun.
Para vermediğine, çok üzülüp içinden,
Göremedi bir daha, koştuysa da peşinden
Dedi ki: "Ne olaydı, kırmasaydım hiç onu,
Nereden biliyordum nâ ehil olduğunu,
Rabbimiz bakıyor mu, hiç benim günâhıma?
Devamlı gönderiyor, rızkımı her gün ama.
Belki o, Rabbimizin, çok sevdiği kuluydu,
Heyhât! Bana yakışan, muâmele bu muydu?"
Yaptığı o hatânın, kalarak tesirinde,
Yatıp, bir rüyâ gördü, o günün gecesinde.
Şöyle ki otururdu, Allah arslanı Ali
Dikkat etti, vardı hem, yanında o genç dahi.
Hazret-i Ali ona, buyurdu ki hemence:
"Ne için bir tasadduk, eylemedin bu gence?
Hâlbuki bir kimsenin, varken malı, parası,
Tasadduk eylemezse, sevmez onu Mevlâsı.
Uyanınca kapladı, kendisini bir keder,
Dağıttı nesi varsa, kalmadı maldan eser.
Hiç unutamıyordu, buna rağmen o ânı
"Ben niçin boş çevirdim, o fakir müslümanı?"
Ve hemen çıktı yola, Bağdat medresesine,
İlim tahsil eyledi, orada on beş sene.
Babası zengin olup, çoktu malı, parası,
Vefât edip tamâmen, ona kaldı mîrâsı.
Onu da fakirlere, dağıtarak bittamam,
Başladığı tahsîle, gece-gün etti devâm.
Ebû Hafs-ı Haddâd'dan, alıp tasavvuf dersi,
Vilâyet makâmında, yükseldi derecesi.
Buyurdu ki:"Allah'ı, hakkıyla sevmek için,
O'nun düşmanlarını, sevmesin kalbin, için.
Ne ki uzaklaştırır, seni Hak teâlâdan,
Yaklaşma yanlarına, uzak dur hep onlardan.
Eğer ki meyl ederse, kalbin "Hak"tan gayriye,
O kalp hasta demektir, bak hemen tedâvîye.
Dünyalık kimselerle, kurma hiç münâsebet,
"Allah adamları"yla, bulunmağa gayret et.
Onların her bakışı, "devâ"dır kalp derdine,
Şakî olmaz gidenler, onların sohbetine.
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.355
2) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.349
3) Nefehât-ül-Üns; s.198
4) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.72
5) Sıfât-us-Safve; c.2, s.261
6) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.317
7) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.105
8) Târih-i Bağdâd; c.7, s.221
9) Risâle-i Kuşeyrî; s.150
10) Fâideli Bilgiler; s.167
11) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.104
12) Tabakât-ül-Evliyâ (İbn-i Mulakkın); s.141
13) Tabakât-üs-Sûfiyye (Ensârî); s.386
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.350
15) Hazinet-ül-Meârif; c.2, s.193
16) Sefînet-ül-Evliyâ; s.147

ABDULLAH BİN MÜBÂREK


ABDULLAH BİN MÜBÂREK;
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden. İsmi Abdullah ibni Mübârek bin Vâdıh Hanzalî Temîmî;
künyesi, Ebû Abdurrahmân'dır. Hadîs, fıkıh âlimi, mücâhid ve zâhid idi. Tâbiînin,
Peygamberimizi sallallahü aleyhi ve sellem görenlerin sohbetinde yetişti. Din düşmanları ile
muhârebelerde bulundu. Dünyâya ve dünyâlığa rağbet etmezdi. Emevî halîfelerinden Hişâm
bin Abdülmelik devrinde 736 (H.118) yılında Merv'de doğdu. 797 (H.181) senesi bir gazâ
dönüşü, Bağdâd yakınlarındaki Hît adlı yerde vefât etti. Türk asıllıdır.
İlk tahsîlini, Merv'de yapan Abdullah ibni Mübârek tahsîl için Bağdâd, Basra, Hicaz, Yemen,
Mısır, Şam gibi ilim merkezlerine gitti. Bağdâd'da büyük âlimler ve evliyâ ile görüştü.
Onların ders ve sohbetlerinden faydalandı. Hammâd bin Zeyd, Evzâî, Süfyân-ı Sevrî, Süfyân
bin Uyeyne, Mâlik bin Enes gibi âlimlerden hadîs-i şerîf okudu. Dört bin kişiden hadîs-i şerîf
dinledi. Bunlardan yalnız birinden hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden de büyük âlimler
rivâyette bulundular. Hocalarının önde gelenleri arasında İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe
rahmetullahi aleyh de vardı. Fıkıh ilmini ondan öğrendi. İmâm-ı A'zam vefât edince, İmâm-ı
Mâlik'in derslerine devam etti ve ilimde yüksek bir dereceye ulaştı.
İlim tahsîlinden sonra tekrar Merv'e döndü. İlmi, edebi çok olup, az konuşmak âdeti idi.
Geceleri ibâdet ile geçirirdi. Sözü senetti. Emânete pek riâyet ederdi. Şam'da birinden aldığı
kalemi unutup veremeden Merv'e gelmişti. Kalemi sâhibine vermek için Merv'den tekrar
Şam'a gitti. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) ile onları gören Tâbiînin hâllerini anlatan
eserleri okurken çok ağlar kendinden geçerdi. Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve
sellem görüp sohbetlerinde bulunma şerefine kavuştukları için Eshâb-ı kirâmın üstünlüğünü
anlatır ve:
"Muâviye'nin radıyallahü anh, Resûlullah'ın yanında giderken, bindiği atın burnuna giren toz,
Ömer bin Abdülazîz'den bin defâ üstündür." buyururdu.
Evinde hadîs-i şerîflerle çok meşgûl olduğundan; "Yalnızlıktan rahatsız olmuyor musun?"
diye sorulduğunda; "Peygamber efendimiz ve Eshâbı radıyallahü anhüm ile berâber olunca
insan hiç yalnızlık duyar mı?" karşılığını verirdi.
Merv'de bir yıl ticâretle uğraşır, kazancının hepsini fakirlere dağıtırdı. İkinci yıl İslâmiyet'i
yaymak için cihâda, düşmanla harbe giderdi. O, medresede müderris, hoca; câmide vâiz,
şehirde tüccâr; harbde büyük bir kahramandı. Kılıç ve kalem sâhibi idi. Kalemiyle
cihâda dâir eser yazdı, kılıcıyla da dillere destan olan kahramanlıklar gösterdi.
Abbâsîler devrinde Bizanslılarla yapılan harplerden birine katılmıştı. Abbâsî ordusu sessiz,
sâkin ve aydınlık bir gecede Tarsus'un kuzeyinde karargâh kurmuştu. Tarsus'un sırtlarında
İslâm ve Bizans orduları görünüyordu. İki taraf da kendilerini kuvvetli göstermek için alevleri
göklere yükselen ateşler yakmışlardı. Bu ateş ocaklarından birinin etrafında tepeden tırnağa
silâhlı askerler hilâl şeklinde oturmuşlar, ortalarında ise ince yapılı, nûrânî yüzlü bir zat
onlara ders anlatıyordu. Kimse vaktin nasıl geçtiğinin farkına varmamıştı. Sözü kesip, duâsını
yapınca istirahate çekildiler.
Sabah namazı kılındıktan sonra, harp hazırlıkları başladı. İki ordu karşı karşıya geldi. Bizans
ordusundan iri yapılı, kendisi ve atı zırhlara bürünmüş biri kılıç sallayarak ortaya çıktı.
Döğüşmek için müslümanlardan er istedi. Müslüman saflarından bir kahraman onun karşısına
çıktı. Fakat, şehîd düştü. Bu hâl müslümanların gayretine dokundu, ikinci bir yiğit daha çıktı.
O da şehîd oldu. Sonra birkaç er daha şehîdlik şerbetini içti. Rum ordusunda sevinç çığlıkları
yükselirken, müslüman ordusunda tekbir ve Allah Allah sesleri ortalığı çınlatıyordu. Bu
sırada müslüman askerlerin arasından, atının üzerinde heybetli birinin meydana çıktığı
görüldü. Tamâmen zırhlara bürünmüştü. Fakat kimse tanımıyordu. Rum'un karşısında dimdik
durdu. Herkes son derece heyecanlı idi.Çarpışma başladığı gibi, çevik bir hareketle kılıcını
Rum'un göğsüne sapladı. Müslüman saflarında tekbîr sadâları yükseliyordu. Rum tarafı ise
şaşkına döndü. İkinci çıkan er de birincinin âkibetine uğradı. Sonra birkaç kişiyi daha
öldürdü. Müslümanlar son derece sevinçliydi. Müslüman er yerine dönünce bu kahramanın
Abdullah bin Mübârek hazretleri olduğunu görüp hayret ettiler.
Seferde bile ibâdetlerini gizlerdi. Gazâ arkadaşı Muhammed bin Âyun şöyle anlatır:
Seferde bir gece, Abdullah bin Mübârek (r.aleyh) istirâhate çekilmişti. Ben de mızrağıma
dayanmış oturuyordum. Benim uyuduğumu zannedip kalktı ve fecr vaktine kadar namaz
kıldı. Sonra beni namaza kaldırmağa geldi. Uyumadığımı ve halinden haberdar olduğumu
anlayınca, hayâsından yüzü kızardı. Sefer boyunca böyle yaptı.
İbn-i Hibbân ise şöyle anlatır:
Bütün mücahidler İbn-i Mübârek ile Şam'a varmıştık. Orada halkın ibâdetini, gazâya hazır
hallerini, her gün seriyyelerin, küçük askerî birliklerin geliş-gidişlerini görünce, İbn-i
Mübârek; "Bu güzel haller ile Rabbimizin huzûruna çıkacağız. Burada Cennet kapılarını
açtık." buyurdu.
Misis'teki ikâmeti sırasında ilim, ibâdet ve cihâddan geri durmadı. Misis'te, ikindi namazında
Cumâ Mescidi'ne gelir, güneş batıncaya kadar kıbleye karşı oturur, Allahü teâlânın zikriyle,
meşgûl olur, kimseyle konuşmazdı. "Kim gündüzünü Allahü teâlâyı anarak geçirirse, o, bütün
gün zikretmişlerden sayılır." buyururdu.
Misis nâhiyesinde on yedi bin hadîs-i şerîf rivâyet etti. Küçük yaştaki talebesi Abde bin
Süleymân'a hadîs-i şerîf yazdırır ilim öğretir, üstelik ona para da verirdi.
Pekçok kez hacca gitti.
Bir sene hacdan sonra rüyâsında gökten inen iki melekten birinin diğerine; "Bu sene kaç kişi
hacca geldi?" dediğini duydu. Öbür melek; "Altı yüz bin kişi." dedi. "Peki kaç kişinin haccı
kabûl edildi?" O da; "Bunlardan hiç birinin haccı kabûl edilmedi." diye cevap verdi.
Abdullah bin Mübârek buyurdu ki:
Bunu işitince üzerime büyük bir sıkıntı çöktü. Dedim ki:
"Bunca insan, bunca zahmet ve meşakkate katlanıp dünyânın her tarafından hacca geldiler.
Çöller aşarak zor şartlarda büyük sıkıntılara katlandılar. Bütün bu emekler boşa mı gidecek?"
Bunun üzerine o melek; "Şam'da ayakkabı tâmir eden Ali bin Muvaffak adında biri vardır. O,
hacca gitmeye niyet etmişti, fakat gidemedi. Lâkin haccı kabûl edildi. Altı yüz bin hacıyı ona
bağışladılar da hepsinin haccı kabûl edildi." dedi.
Abdullah bin Mübârek şöyle anlatıyor:
Bunu işitince uykudan uyandım ve; "Gidip o zâtı ziyâret etmeliyim!" dedim.
Arkadaşlarımdan ayrılıp, Şam kâfilesine katıldım. Şam'a gidince, o zâtın evini araştırıp
buldum. Kapıyı çaldım. Bir kimse kapıya çıktı. Adını sordum. "Ali bin Muvaffak." dedi.
İsmimi sordu. "Abdullah bin Mübârek." deyince, feryâd edip kendinden geçti. Ayılınca,
gördüğüm rüyâyı kendisine anlattım. Haccının kabûl edildiğini ve kendi haccı ile berâber altı
yüz bin kişinin ibâdetinin kabûl edildiğini de haber vererek; "Bana nasıl hayırlı bir amel
işlediğini anlat." dedim. O da anlattı:
Ben ayakkabı tâmircisiyim. Otuz seneden beri hacca gitmeyi arzu ederdim. Bu işimden, otuz
senede üç yüz dirhem gümüş biriktirdim. Bu sene hacca gidecektim. Hanımım hâmileydi.
Komşu evden burnuna yemek kokusu gelince; komşudan yemek istememi söyledi. Gidip,
onun arzusunu bildirdim. Komşum ağlayarak şöyle dedi: "Ey Ali bin Muvaffak, bizim bu
yemeğimiz size helâl değildir. Çünkü üç gündür, çocuklarım bir şey yememişlerdir. Bütün
Şam şehrinde hiç bir iş bulamadım. Kimse bana iş vermedi. Ölü bir hayvan gördüm. Zarûret
mikdârınca ondan bir parça kesip getirdim. Çocuklara yemek pişiriyorum. Size helâl olmaz."
Bunu duyunca içime bir acı düştü. Hac için biriktirdiğim gümüşleri getirip verdim ve; "Bunu
çocuklarına nafaka yap, haccımız bu olsun!" dedim. Abdullah bin Mübârek bunun üzerine;
"Allahü teâlâ, doğru rüyâ gösterdi." buyurdu.
Abdullah bin Mübârek hazretleri çok mütevâziydi. Doğru ve güzel sözü, bir çobandan bile
duysa kıymet verirdi.
Cömert idi. Arkadaşlarına ve muhtaçlara para vererek yardımlarına koşardı. Süfyân-ı Sevrî,
Süfyân bin Uyeyne, Fudayl bin İyâd, İbn-i Semmâk, Mesrûk gibi zâtlara çok ihsânı vardı.
Bir sene hacca giderken bir çöplüğün yanından geçiyorlardı. Orada yerden ölü kuşu alan bir
kızcağız gördü. Ona hâlini sordu. O da; "Benden başka bir de kardeşim var. Yoksuluz, bir
şeyimiz yok. Üç gündür açız. Biz zengindik. Babamızın malı vardı. Zulm ve haksızlıkla
malını alıp öldürdüler. Gördüğünüz gibi muhtaç hâle düştük." dedi. Gözleri yaşaran Abdullah
bin Mübârek hazretleri yanındaki bin altından 40'ını memlekete dönmek için ayırdı, kalanının
o kızcağızın âilesine verilmesini emrederek; "Geri dönüyoruz bu seneki haccımız bu olsun."
buyurup, geri döndü.
Abdullah bin Mübârek misâfirperverdi. Canının istediği bir şeyi misafirsiz yemezdi. Sebebini
sorduklarında; "Kıyâmet günü misafir ile yenenden sual olunmayacağını duydum da ondan."
diye cevap verirdi. Onun çok ikrâmda bulunduğunu gören birisi; "Malınız azalıyor, misâfire
ikrâm işini biraz azaltsanız?" dediğinde; "Mal azalıyorsa, ömür de bitiyor." buyurdu.
İnsanların iyiliğini isterdi. Yanına sık sık gelen kötü huylu bir kimse birgün ondan ayrıldı,
gelmez oldu. Bunun ayrılmasına çok üzüldü; "Niçin üzülüyorsun?" dediklerinde; "O zavallı
gitti. O kötü huylar kendinden ayrılmadı. Onun haline üzülüyorum. Bizim yanımızda bir
müddet daha kalsaydı ahlâkı düzelebilirdi." dedi.
Gördüklerinden ibret alırdı. Soğuk bir kış günü Nişâbur pazarında giderken, sırtında yalnız
bir gömleği olduğu için üşüyüp titreyen bir köleye rastladı. Ona; "Efendine söylesen de sana
bir palto alsa olmaz mı?" dedi. Köle; "Efendime ne söyleyebilirim ki, o hâlimi görüyor ve
biliyor." deyince, Abdullah bin Mübârek hazretleri feryâd edip yere düştü. Kendine
geldiğinde; "Sabrı ve kanâatı bu köleden öğreniniz." buyurdu.
Firâset sâhibiydi. Söylenen sözlerin inceliğine hemen vâkıf olurdu. Sehl bin Ali bin Abdullah
Mervezî, Abdullah bin Mübârek'in derslerine devâm ederdi. Bir gün; "Artık senin dersine
gelmeyeceğim. Çünkü, bugün gelirken, senin kızların dama çıkmış, beni çağırıyorlardı.
Benim Sehl'im, benim Sehl'im diyorlardı. Bunların terbiyesini vermiyor musun?" dedi.
Abdullah bin Mübârek, o gece talebesini toplayıp; "Sehl'in cenâze namazına gidelim." dedi.
Gidip, vefât etmiş buldular. "Vefâtını nereden anladın?" dediklerinde; "Benim hiç câriyem
yok. O gördükleri Cennet hûrîleri idi. Onu Cennet'e çağırıyorlardı." dedi.
Din gayreti çoktu. Allahü teâlâdan başkasına ibâdet edilmesine hiç tahammülü yoktu. Kendisi
şöyle anlatır: "Bir ateşperest ile çalışıyorduk. Namaz vakti gelince ondan, namaz kılarken,
bana zarar vermeyeceğine dâir söz aldım. Bunun üzerine namaz vaktinde rahatça bir namaz
kıldım. Sonra ateşperest şahsın ibâdet zamânı geldi. Şimdi sıra bende, ben ibâdet ederken, sen
de zarar vermeyeceğine dâir söz ver deyince, rahatça ibadet edebileceğini bildirdim.
Fakat ateşperest ateşe tapmak üzere secdeye varınca, sözümde duramadım ve üzerine atıldım.
O anda; "Söz verdiğin zaman ahdini yerine getir!" diye bir ses duydum ve hemen geri
çekildim. Ateşperest ibâdetini bitirince; "Evvelâ hücûm ettin. Sonra niye vazgeçtin?" diye
sordu. "Ben Allah'tan başkasına secde ettiğin zaman, dayanamadım, üzerine atıldım. Seni
öldürmek istiyordum. Fakat tam o anda; "Söz verdiğin zaman, ahdini yerine getir!" diyen bir
ses, beni bu işten alıkoydu." dedim. Bunun üzerine ateşperest; "Rab, senin rabbindir! Kendi
düşmanı için, dostunu bile azarlıyor! İşte huzûrunda müslüman oluyorum." diyerek Kelime-i
şehâdet getirdi.
Abdullah bin Mübârek hazretleri duâsı makbûl olanlardandı. Muhtâc olanlar, ondan duâ
isterlerdi. Bir gün bir âmâ gelip; "Bana duâ buyurun da, Allahü teâlâ gözlerime görme
kuvveti versin!" dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâya yalvarıp duâ eyleyince derhal gözleri
görmeye başladı.
Her işi ilmine uygundu. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ilmine tam vâristi.
Sünnete uyar, bid'atten ve bid'at ehlinden nefret ederdi. Böyle kimselerle oturmadığı gibi,
oturanları da men ederdi. Zararını anlatır ve münâfıklık alâmetlerinden olduğunu söylerdi.
Horasan âlimlerinden Abdullah bin Ömer Serahbî şöyle buyurdu: "Bir keresinde bid'at ehliyle
oturup yemek yedim. Abdullah bin Mübârek bundan haberdâr olunca, bana; "Seninle otuz
gün konuşmayacağım." dedi ve öyle yaptı.
Başkasında gördüğü bir kusuru münâsib bir lisanla anlatmaya çalışırdı. Huzûrunda birisi
aksırdı ve "Elhamdülillah" demeyi unuttu. O kimseye, suâl sorar bir edâ ile; "Aksıranın ne
demesi îcâb eder efendim?" dedi. O cevâben; "Elhamdülillah." deyince, Abdullah bin
Mübârek de; "Yerhamükellah." buyurdu. Bu rivâyeti bildiren Muhammed bin Cemîl; "Bu
edebli hareket bizi şaşırttı. Bu edebe hayrân olduk." demektedir.
Buyururdu ki:
"Biz çok ilimden ziyâde az da olsa edebe muhtâcız."
"Âlimler edeb hakkında çok şeyler söylediler. Bize göre edeb, insanın kendini tanımasıdır."
"Âlimleri hafife alanların âhireti, ümerâyı hafife alanların dünyâsı, dostlarını hafife alanların
mürüvveti yıkılır."
"Kalbinde Allah korkusu çok az olan, dünyâ sevgisi bulunan, haramlardan sakınmayan, âlim
olduğunu söylerse şaşılır."
"Sâlih kimselerden olmadığım hâlde, sâlihleri severim. Kötü kimselerden daha aşağı olduğum
halde, kötüleri sevmem."
"Eğer gıybet etseydim, anamı, babamı gıybet ederdim. Çünkü sevâblarımın onlara verilmesi
daha hayırlı olur."
"Müstehabları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakta
gevşek davranmak, farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan da
mârifete, Allahü teâlânın rızâsına kavuşamaz."
Birisine; "Allahü teâlâyı murâkabe et!" dedi. O kişi; "Bu nasıl olur?" deyince; "Allahü teâlâyı
görür gibi ol." buyurdu.
"İnsan; nefs, şeytan, münâfık gibi üç düşmanla karşı karşıyadır ve bunlardan kurtulmak çok
güçtür."
"Çalışıp kazanma zahmeti çekmemiş kimsede hayır yoktur."
"İlmin evveli niyet, sonra anlamak, sonra yapmak, sonra muhâfaza, sonra da yaymaktır."
"Nefsini bilen Rabbini bilir." hadîs-i şerîfinin sırrına eren, nefsini sokakta gördüğü
köpekten aşağı bilir."
"Nice küçük amel, niyetle büyür, nice büyük amel ise niyetle küçülür."
"Kim ilmi ararsa öğrenir. İlmi öğrenen, günah işlemekten korkar. Günahtan korkan ondan
kaçar. Ondan kaçan ise kıyâmet günü hesaptan kurtulur."
"Şüpheli bir kuruşu geri vermeyi, binlerce lira sadaka dağıtmaktan daha fazla severim."
"Din kardeşimin bir ihtiyâcını görmem, bir sene nâfile ibâdet etmemden daha önemlidir."
"İnsanların en alçağı kimdir?" diye sorulunca; "Din kisvesi altında dünyâ menfaati
sağlayandır." buyurdu.
"İlimde cimrilik yapan kişiye Allahü teâlâ üç belâ verir: Ya ölür, ilmi gider. Yâhud unutur
veya kendine ilmi unutturacak kimse ile dostluk kurar, öylece ilmi gider."
"Ben, peygamberlikten sonra ilimden daha üstün bir rütbe olduğunu zannetmiyorum.
Âlimlerden biri, bir ihtiyaçla karşılaşınca, onun ile meşgûl olur, okuyamaz. Onun ihtiyâcını
giderip, okumasını sağlamak daha makbûldür."
"İnsandaki en üstün haslet hangisidir?" diye sorulunca; "Kâmil akıl." buyurdu. "Eğer o
yoksa?" dediler. "Güzel edebdir." buyurdu. "O da yoksa?" dediler. "Kendisiyle istişâre
edilecek şefkatli bir kardeş." buyurdu. "O da yoksa?" "Devamlı sükût." buyurdu. "O da
bulunmazsa?" dediklerinde; "Ölmek." buyurdu.
"Şu dört cümle, dört bin hadîs-i şerîften seçilmiştir; kadına güvenme, mala aldanma,
mîdeni fazlaca doldurma, işine yarıyacak kadar ilim öğren."
"Bir âlimin sakınması gereken en önemli husus; Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden uzak
durması ve dünyâya gönül bağlamamasıdır."
"Dünyâ sevgisi ve günahların istilâ ettikleri kalpten nasıl hayır beklenir."
"Allahü teâlâya isyân ederken, O'nu sevdiğini açıklarsın. Bu ise kıyasta acâibdir. Eğer sevgin
doğru olsaydı, O'na itâat ederdin; çünkü seven, sevdiğine itâat eder."
"Güzel ahlâkı, bir cümlede hülâsa eder misin?" diye sorduklarında; "Kızmamaktır." buyurdu.
Abdullah bin Mübârek vefâtı yaklaştığı zaman bütün malını fakirlere verdi. Hizmetinde
bulunan bir talebesi; "Efendim, mâlûmunuz üç çocuğunuz var. Onlara mîras bırakmayacak
mısınız?" deyince:
"Onları Allahü teâlâya emânet ediyorum. O, en iyi vekildir. Eğer çocuklarım, sâlih olursa,
cenâb-ı Hak, hiç ummadıkları yerden rızıklandırır. Yok, fâsık olurlarsa, malımın kötü
insanlara kalmasını istemem." buyurdu.
Vefâtı ânında gözlerini açtı, güldü ve meâlen; "Amel edenler, bu ebedî nîmete kavuşmak
için çalışsınlar." (Sâffât sûresi: 61) âyet-i kerîmesini okudu.
Abdullah bin Mübârek vefâtı esnâsında, âzâdlı kölesi olan Nasr'a; "Başımı toprağa koy!"
dedi. Nasr ağladı. "Niçin ağlıyorsun?" deyince; "Senin iki varlığını, servetini ve şimdi de
yoksul olarak ölümünü görüp ağlıyorum." dedi. İbn-i Mübârek; "Ağlama. Zîrâ ben, Allahü
teâlâdan zenginler gibi yaşamamı ve yoksullar gibi ölmemi istedim. Sonra sen, bana şehâdeti
telkîn et ve ben başka bir söz konuşmadıkça da onu terk etme." buyurdu.
Fudayl bin Iyâd'ın oğlu Muhammed şöyle anlattı:
Abdullah bin Mübârek'i rüyâmda gördüm. Ona; "En üstün amel nedir?" dedim. "İçinde
bulunduğundur." buyurdu. "Hudud boylarında beklemek de cihâd mıdır?" dedim. "Evet."
buyurdu. "Allahü teâlâ sana ne muâmele yaptı?" dedim. "Beni sonsuz mağfireti ile mağfiret
edip, izzet ve ikrâmlarda bulundu" dedi.
Misisli İsmâil ibni İbrâhim anlatır:
Hâris bin Atiyye'yi rüyâda görüp ona hâlini sordum; "Rabbim beni mağfiret etti." dedi.
"Abdullah bin Mübârek nerededir?" dedim. "O, her gün Allahü teâlânın huzûruna
çıkanlardandır." dedi.
Nevfel anlatır:
"Abdullah bin Mübârek'i rüyâda gördüm ve; "Rabbin sana ne muâmele yaptı?" dedim. O da;
"Beni mağfiret etti." buyurdu. "Süfyân-ı Sevrî'ye ne yaptı?" dedim. "O, şehîdlerin içinde
yüksek derecelerindedir." buyurdu.
Buyurdu ki:
"Ölümden sonrası için ölmeden önce hazırlık yap"
"Kişi için en güzel süs; sükût, doğruluk ve vakârdır."
"Allahü teâlâdan korkan kimselerle berâber ol. Bid'at sâhipleriyle oturmaktan sakın!"
"Bir kimsenin çoluğu-çocuğu, olup, onların ihtiyâcı için çalışsa, geceleri kalkıp üzerleri açık
olarak gördüğü evlâdının üzerlerini yorganları ile örtse, onun bu çeşit işleri gazâ ve cihaddân
daha üstündür."
Büyük âlimler onu methetmiştir.
İbn-i İshâk şöyle dedi: "Ben, Sahâbe-i kirâm ile Abdullah bin Mübârek'in işlerine, hâllerine
dikkat ettim. Onların aynı idi. Yalnız, Eshâb-ı kirâmın (r. anhüm) üstünlükleri, Peygamber
efendimizin eşsiz sohbetlerinde bulunmaktan ileri geliyordu."
Fudayl bin İyâd: "Onu sevmemin asıl sebebi Allahü teâlâdan çok korkmasıdır."
Abdullah bin Mus'ab: "Hadîs ve fıkıh ilmini, Arap edebiyâtını iyi bilen, şecâatı, ticâreti,
cömertliği ve yanında olmadıkları zaman da, arkadaşlarına muhabbeti kendisinde toplamış
mümtâz bir zât idi."
Eserleri:
1) Kitab-üz-Zühd ver-Rekâik: Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı
kirâmın ve Tâbiîn'in ibâdet, tevekkül, tevâzû ve kanâata dâir sözlerinden meydana gelmiştir.
2) Kitâb-ül-Cihâd: Cihad ile ilgili hadîs-i şerîfleri ihtivâ eder. Keşf-üz-Zunûn'da bu ikisinin
onun ilk eserleri olduğu zikredilmektedir. 3) Müsned, 4) Kitab-ül-Birri-Ves-Sıla, 5)
Kitâb-üt-Tefsîr, 6) Kitabüt-Târîh, 7) Es-Sünen fil Fıkh.
",,"*>&+12,2-(&#$,$%&3$<$)C
Bir gün yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve; "Zavallı,
çocuklukta çobanlık yaparsa, büyüdükte Allahü teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl erişir?" dedi.
Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip,
çocuğun yanına geldi ve:
-Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu.
Çocuk:
-Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi.
-Allahü teâlâ'yı ne ile biliyorsun?
-Bu koyunlarımla.
-Bu koyunlarla, O'nu nasıl bilirsin?
-Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden
koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu
kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir olan, Allahü
teâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allahü teâlâyı, böylece bildim
-Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?
-Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.
-Böyle olduğunu nasıl bildin?
-Yine bu koyunlardan.
-Nasıl?
-Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara
dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir çoban
koyunlarına benzemezse, Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım. Abdullah bin
Mübârek:
-İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.
Çocuk:
-Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi.
-Peki başka ne öğrenmişsin?
-Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.
-Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum.
-Gönül ilmi şudur ki, bana kalb verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalb ile O'nu
bileyim. O'nun sevdiklerine gönülde yer vereyim, sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden
uzak olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili zikretmek, O'nun ismini söylemek yeri eyledi.
Bununla O'nu hatırlatanları dile getirmeği, O'ndan bahsetmiyen sözden onu korumayı, böyle
sözden uzak olmayı îmâ etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri
eylemiştir. Böylece O'na hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise bedenimden
uzaklaştırırım.
Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine:
-Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul,
bana nasîhat ver, buyurdu.
-Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen, insanlardan
istemeyi, beklemeyi kes. Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet'e kavuşamazsın, dedi.
!('(3(&!$31&61%1-$3C
Merv şehri kâdısının bir kızı vardı. Ülkedeki, ileri gelen zengin, makam ve mevkı sâhibi kimseler bu
kızı isteyince hiç birine vermedi. Bu zâtın Mübârek adlı, bağına-bahçesine bakan bir kölesi vardı.
Aradan iki ay geçmiş meyveler olgunlaşmış bolluk bereket gelmişti. Efendisi, Mübârek'ten üzüm
isteyince, toplayıp geldi. Getirdiği üzüm çok güzel olmasına rağmen henüz olmamıştı, başka üzüm
istedi. O da ekşi çıktı. Efendisi; "Bahçede o kadar üzüm var, niçin böyle üzüm getiriyorsun?"
demekten kendini alamadı. Mübârek; "Efendim! Ekşisini tatlısını bilmiyorum!" diye cevap verdi.
Bağ sâhibi; "Sübhanallah iki aydır bağdasın, daha hangisinin ekşi, hangisinin tatlı olduğunu
bilmiyorsun." diye çıkıştı. Mübârek onları yemekle değil korumakla vazîfeli olduğunu biliyordu.
Efendisi; "Niçin onlardan yemedin?" deyince; "Siz benden bağınızdaki meyvelerin muhâfazasını
istediniz. Yeyiniz demeyince alıp yemem uygun olur mu, emrinize karşı gelebilir miyim?" cevâbını
verdi.
Efendisi böyle bir hâdiseyle ilk defâ karşılaşmıştı. Mübârek'in bu hâline hayran kaldı.
Güvenebileceği birini bulmuştu. Gerçekten onu ve hâlini çok sevmişti. Kölesine dönerek; "Sana bir
şey soracağım." diye söze başladı. Sonra; "Benim bir kızım var, malı makamı yüksek pekçok
kimse onu ister. Hangisine vereceğimi ne yapacağımı bilemiyorum. Bu hususda bir fikrin olur mu?
Sen ne dersin?" diye sordu. Mübârek, bu söze karşı şöyle dedi:
"Efendim!.. İnsanlar, dâmâd için; câhiliyye devrinde soya sopa; yahûdîler ve hıristiyanlar güzelliğe,
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında dindârlığa, Allahü teâlâdan korkup, haramlardan
sakınmaya bakarlardı. Zamânımızda ise, mala ve makama bakılıyor. Artık bunlardan dilediğini
seç."
Bunun üzerine efendisi:
"Ben dindarlığı ve takvâyı seçiyorum ve kızımı seninle evlendirmek istiyorum. Çünkü sende
haramlardan kaçma, dînine bağlılık, iyi hal, emânet ve güvenilirlik gördüm ve bunları sende
buldum." dedi.
O ise kendisinin köle olduğunu, parayla satıldığını, böyle olunca evlenmelerinin garib
karşılanacağını, hem kızın buna râzı olmayacağını bir bir anlattı. Akıl da öyle diyordu. Ancak kâdı
kararlı idi. "Kalk eve gidelim." dedi. Eve varınca hanımına; "Bu sâlih, dindâr, takvâ sâhibi bir
köledir. Kızımızı onunla evlendirmek istiyorum, senin fikrin ne?" deyince, hanımı; "Sen bilirsin,
fakat bir de kıza soralım." cevabını verdi. Anne durumu kıza açıp babasının niyetini söyleyince,
kızı da bu hususta her şeyi anne ve babasına bıraktığını bildirdi. Kadın kızın râzı olduğunu babasına
anlatınca nikahları kıyıldı. Fakat Mübârek, kızın yanına gitmiyordu. Bu hâl kırk gün sürdü. Bir vesîle
ile anne durumdan haberdâr olunca dayanamadı; "Kızımızı kölene verdin, aradan bunca zaman
geçtiği halde dönüp yüzüne bile bakmadı, bu yaptığı nedir? Bu nasıl iş?" diye şikâyet ve sitemde
bulundu. Bunun üzerine kâdı; "Ey Mübârek! Kızıma nâz mı ediyorsun? Niçin yanına gitmiyorsun?"
demekten kendini alamadı. Buna karşılık dâmâd:
"Ey müslümanların kâdısı! Ey efendim! Bu nasıl söz? Sizin kerîmenize nâz etmek ne haddime.
Lâkin kâdısınız. Ola ki kızınız şüpheli bir şey yemiştir. Şüpheden uzak olmak için bu zamâna kadar
bekledim ve ona helâl yemek yedirdim. Belki Allahü teâlâ bize sâlih bir evlâd verir. Bundan başka
bir düşüncem yoktur." dedi.
Kırk gün geçtikten sonra ehline yaklaştı. Haram ve helâle bu derece dikkat ettiği için Allahü teâlâ
ona Abdullah isminde bir çocuk verdi.
1) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.7, s.372
2) Hilyet-ül-Evliyâ; c.8, s.162
3) Târih-i Bağdâd; c.10, s.152.
4) Sıfat-üs-Safve; c.4, s.134.
5) Vefeyât-ül-A'yân; c.3, s.33.
6) Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.295
7) Abdullah bin Mübârek Mervezi; (Abdülmecîd Muhtesib, Amman 1392)
8) Tabakât-ül-Kübra (Şa'rânî); c.1, s.59
9) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.104
10) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.1, s.166
11) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.15
12) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.14
13) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.97
14) İslam Târihi Ansiklopedisi; c.1, s.60
15) Ravd-ur-Reyyâhin; s.90
16) Nevâdir-ül-Âlem; s. 6,65,83
17) Tam İlmihal Seâdet-i Ebediyye; s.1027

7 Mayıs 2013 Salı

ABDÜLHAMÎD BİN NECÎB NÛBÂNÎ


ABDÜLHAMÎD BİN NECÎB NÛBÂNÎ;
Kudüs alimlerinden. On dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarında
yaşamıştır. Kudüs'ün kuzeyinde Mezâri köyünde meşhur bir âiledendir. Yûsuf Nebhânî
hazretleri 1887 senesinde Beyrut'ta Cezâ Mahkemesi reisi iken onunla görüştüğünü, kendisi
ile bir çok kimsenin onun velîliğine inandığını bildirmektedir. Bizzat onun kerâmetlerine
şâhid olmuştur. Aşağıdaki menkıbelerin hepsini Yûsuf Nebhânî anlatmıştır:
Abdülhamîd Nûbânî Beyrut'a gelip ilk görüştüğümüzde (1893) alnıma baktı ve; "Şeyh Ali
Ömerî sana alamet koymuş." dedi. Hakikaten Şeyh Ali Ömerî Beyrut'a geldiğinde dişleri ile
alnıma iz yapmış ve; "Bu, evliyânın seni tanıması için koyduğum bir alâmettir." demişti. O
zaman bunu Şeyh Ali Ömerî'nin bir latîfesi saymıştım. Şeyh Abdülhamîd Nûbânî bana böyle
söyleyince, onun latîfe olmadığını ancak evliyâ zatların anlayabildiği bir hakikat olduğunu
anladım. Bunu daha önce kimseye söylemediğim hâlde yalnız o anladı.
Bana bir gün; "Zamânın evliyâsı seni seviyor ve işlerine de yardımcı oluyorlar. Bu velîlerden
ikisi ile Büyük Câmide görüştüm. HaniLazkiye'de bir iş için yardım istemiştin de sana yardım
etmişlerdi." dedi. Bunları söyleyince hayretler içerisinde kaldım. Aradan seneler geçmişti ve
kimseye de anlatmamıştım. Hâdise şu idi:
Lazkiye'de Cezâ Mahkemesi reisi iken bir hıristiyan öldürülmüştü. Onun akrabâsı ve diğer
hıristiyanlar kâtil olarak, köyün ileri gelen müslümanlarından birini gösteriyorlar, uzun
müddet hapsedilmesi veya îdâm edilmesini istiyorlardı. Halbuki o müslüman suçsuzdu. Ona
iftirâ ediyorlardı. Vilâyetin vâlisi ile bu hususta telgrafla görüştüler. Birçok yalancı şâhit
buldular. Mahkemede müslüman şahsı, öldürülen hıristiyana kurşun sıkarken gördüklerini
söyleyeceklerdi. Nihâyet, dâvâ mahkemeye intikâl etti. Müslüman şahıs hapse atıldı ve
üzerinden aylar geçti. Bu mevzuda halk arasında bu işin iftirâ olmasından başka birşey
konuşulmuyordu. Papazlar da bu hususta beni teşvik için evime geldi. Bu husûsu gören
pekçok şâhit de var, diyorlardı. Lazkiye'nin ileri gelen müslümanlarından bâzılarını da bu
hususta iknâ etmişlerdi. Ben kendilerine inşâallah hak ortaya çıkıncaya kadar bu meseleyi
tetkik edip inceleyeceğim deyip sözü kestim. Ancak hâdisenin ortaya çıkışından îtibâren
gelen haberlerden bunun kesin olarak yalan ve iftirâ olduğunu iyi anladım. Fakat hıristiyan
yalancı şahitler çok olduğu için o müslümanı kurtarmam çok zordu.
Kânun şahitlik hususunda müslüman ile kâfir arasında fark görmüyordu. Bu sebeple
düşüncem karışmıştı, o müslümanı kurtaramam diye korkuyordum. Çünkü benimle beraber
hüküm veren dört kişi daha vardı. Üçü onun aleyhine hükmetse ekseriyete göre hüküm verilir.
Suçlu olduğu sâbit olunca hakkında verilecek hüküm îdamdır. Benim bulunduğum
mahkemede suçsuzluğuna
ğuna inandığım bir müslümanın zarar görmesi hakikaten çok ağır geliyordu. Mahkeme günü
zihnim çok karışıktı. Evden çıktım yolda giderken bu işin kolay olması için Ehl-i Nevbet
denilen zamânın evliyâsından yardım istedim. Çünkü onlar Allahü teâlânın izni ile gizli
tasarruf sâhibi olup yardım ederler. Ben; "Ey Allahü teâlânın sevgili kulları! Ey Ehl-i Nevbet!
Bu zor dâvâya bir nazar buyurun da eziyet meşakkat olmadan bu müslüman Allahü teâlânın
izni ile kurtulsun." gibi sözlerle yalvardım.
Yalvarmalarımın netîcesi olarak Mahkemede herkesin yanında hakîkatin, o müslümanın
suçsuzluğunun ortaya çıkması için herkesin iknâ olacağı her çâreye baş vurdum. Şâhitlere
işlenen suçun ne zaman ve nasıl meydana geldiğini, cinâyetin nasıl bir âletle işlendiğini,
orada kimlerin hazır bulunduğunu ve daha başka sualler sordum. Şâhitlerin bunların hepsini
bilmesi mümkün değildi. Hepsi de yalnız cinâyetin nasıl işlendiği ile ilgili aynı cevâbı
veriyorlardı o kadar. Sonra sualler çoğaldıkça birbirinden çok farklı şeyler söylüyorlardı.
Şâhitlerin ifâdeleri tek tek alınıyor ve diğerlerinin de ifadeleri alınıncaya kadar
bırakılmıyordu. Nihâyet şâhitlerin yalancı oldukları açıkça ortaya çıkmış, müslüman ve
hıristiyanlardan meydana gelen heyetin şüphesi kalmamıştı. Bu sebeple mahkemeye son
verdim. Üyelerle görüşüp suçlu görünen müslümanın berâat ve serbest bırakılmasına, mazlûm
olduğuna sözbirliği ile karar verdik. Hıristiyanlar çok üzerinde durdukları ve ehemmiyet
verdikleri halde, Allahü teâlânın izni ile bu zor mesele kolaylıkla halledildi.
Hapiste olan bu müslümanın durumunu, Şeyh Abdülhamîd bana Beyrut'ta söyleyinceye kadar
kimseye anlatmamıştım.
Bir gün Abdülhamîd Nûbânî yanıma geldi. Onu akşam yemeğine dâvet ettim o da kabul etti.
O gün eve asma yaprağı, kabak ve bezelye almıştım. Fakat buna rağmen arzusunu öğrenmek
için; "Ne isterseniz o yemekleri hazırlarız." dedim. Bunun üzerine; "Asma yaprağı olsun."
dedi. "Başka." dedim, "Kabak" dedi. "Başka ne olsun?" dedim. "Bezelye." dedi. Halbuki
bunları aldığımı kimseden öğrenmemişti.
Bir kere yine yanıma gelmişti. Biraz oturduktan sonra; "Sen şimdi meşgulsün. Falancaya,
falancaya hediye göndereceksin." dedi ve çıkmak üzere kalktı. Fakat onu tekrar oturtup
ikramda bulundum. Hakikaten İstanbul'da sevdiğim bâzı kimselere göndermek için hediye
hazırlamıştım.
Bir kere onunla berâberdim. Akrabam ve mahkememizin başkâtibi olan Muhammed Ali
Efendi yanımıza geldi. Hanımı doğum yapacaktı. Şeyh Abdülhamîd Nûbânî ona; "Senin
erkek bir oğlun olacak. İsmini babanın adı olan Hasan koy!" dedi. Bir iki gün sonra Şeyh Ali
ile beraber Muhammed Ali Efendi ile karşılaştık. Ona; "Doğum oldu mu?" diye sorduk. "Evet
bir erkek çocuğumuz dünyâya geldi." dedi. Şeyh Abdülhamîd; "İsmini ne koydun?" dedi.
"Bedrüddîn." dedi. Söylediği isim konulmadığı için yüzünden memnûniyetsizliği
anlaşılıyordu. Sonra bana doğru eğilip kulağıma gizlice; "Bu çocuk yaşamayacak!" dedi. Ben
bunu Muhammed Efendiden gizledim. Ve çocuk onun dediği gibi, vefât etti.
Bir cemâatle oturuyorduk. Bu sırada akrabâlarından birini bir iş için İstanbul'a
gönderdiklerini, o işi mutlaka halledip döneceğini konuşuyorlardı. O cemaatin ileri
gelenlerinden birisi; "Ben ona git işini gör gel." dedim, diyor ve bu işi halledip gelecek diye
konuşuyordu. O bu sözünü birkaç defâ emin bir şekilde söyleyince yanımda oturan Şeyh
Abdülhamîd kulağıma gizlice; "Vallahi o şahıs işini halledemeden gittiği gibi üzüntülü olarak
dönecek." dedi. O şahıs İstanbul'a gitti. Bir sene civârında kaldı. İşini yapamadan gizlice
üzüntülü olarak döndü.
Birisi ile Kudüs dışında harâbe bir yerden geçiyorduk. Yanımdaki şahıs bana; "Bu ev Bedri
Efendinin evidir. Abdülhamîd Nûbânî'ye eziyet etti. Bunun üzerine bu büyük zât onun evine
döndü ve; "Ey ev harabe ol!" diye üç kere söyledi. Bir sene geçmeden Bedri Efendi delirip
öldü. Sonra evi de harâbeye döndü ve bu hâle geldi. Delilik çocuklarından bâzısına da geçti.
Onlar şimdi kendi hallerinde yaşarlar. O bedduâ sebebiyle bu hale geldiklerini bildiklerinden,
âile fertleri onun duâsını alıp bu hastalıktan kurtulmak için kendisine çok ikram ederler.
Şimdi âile olarak onun en yakın ve has talebelerindendirler." diye anlattı.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c 2, s.52.