Bağış Yap

Amount :
Other : USD

22 Mart 2014 Cumartesi

AKŞEMSEDDÎN

AKŞEMSEDDÎN;
İstanbul'un mânevî fâtihi, büyük âlim, üstad, hekim ve velî. Asıl ismi Muhammed bin Hamzâ,
lakabı Akşeyh'tir. Evliyânın büyüklerinden Şihâbüddîn Sühreverdî'nin neslindendir. Soyu,
hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'a ulaşır. Hacı Bayram-ı Velî'nin, ona; '"Beyaz (ak) bir insan olan
Zeyd'den, insan cinsinin karanlıklarını söküp atmakta güçlük çekmedin." demesi sebebiyle,
"Akşemseddîn" lakabı verilmiştir. Saçının, sakalının ağarması ve ak elbiseler giymesi
sebebiyle"Akşemseddîn" denildiği de rivâyet edilmiştir.
1390 (H.792) senesinde Şam'da doğdu. Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Yedi yaşında
babası ile Anadolu'ya gelip Amasya'nın Kavak nâhiyesine yerleşti. Bir süre sonra babası vefât
etti. Akşemseddîn'in babası da âlim ve velî idi. Babası vefât edip, defn olunduğu günün
gecesi bir kurt gelip kabrini açtı. Bu kurt, o beldeye musallat olmuştu. Yeni mezarları bulur
ve ölüyü mezardan çıkararak parçalardı. Şeyh Hamza'yı da parçalamak ve yemek istemişti.
Fakat Şeyh Hamza, mübârek elini uzatarak, o kurdu boğazından sıkıp öldürdü. Ertesi sabah
ziyârete gelen halk, kurdu ölü, Şeyh Hamza'nın elini de mezardan çıkmış buldular. Hâl sâhibi
biri;
"Kurda değdiği için, Şeyh Hamza'nın mübârek elinin yıkanması lâzımdır." dedi. Elini
yıkadılar. El, hemen içeri çekildi. O günden beri Akşemseddîn'in babası, Kurtboğan lakabı ile
meşhûr oldu.
Akşemseddîn, babasının vefâtından sonra tahsîline devâm ederek, sarf, nahiv, mantık, meânî,
belâgat ilm-i usûl-i fıkıh, akâid, hikmet okudu. Zekâ ve istîdâdının yardımıyla kısa sürede
ilimleri ikmâl eyleyip tıp ilmini dahi tahsil ettikten sonra Osmancık medresesine müderris
oldu. Burada günün belli saatlerinde ders verir artan zamanlarda nefsinin terbiyesi ile meşgûl
olurdu. Devamlı takvâ üzere hakla birlikte bulunurdu. Yüksek ahlâk sâhibi idi. Ondaki bu
hâlleri görenler ve bilenler kendisine zamânın büyük velîsi Hacı Bayram hazretlerine
gitmesini tavsiye ettiler. Bu tavsiyelere uyan ve tasavvuf yolunda yükselmek isteyen
Akşemseddîn hazretleri müderrislik görevini bırakarak, Ankara'ya geldi. Rastladığı bir
kimseye Hacı Bayram-ı Velî'yi nerede bulabileceğini sordu. O da karşı sokakta yanında iki
talebesiyle gezen bir zâtı göstererek;
"İşte şu gördüğün, dükkan dükkan gezerek para toplayan kişi Hacı Bayram'dır." dedi.
Akşemseddîn hazretlerinin yüzü buruştu kalbi sıkıntıyla doldu. Demek meşhur velî Hacı
Bayram dükkan dükkan para topluyor, buralara kadar kendimi boşuna yormuşum diyerek
oradan uzaklaştı ve meşhur velî Şeyh Zeynüddîn-i Hâfî hazretlerine talebe olmak gâyesiyle
Haleb'e doğru yola çıktı. Günlerce yol alan Akşemseddîn Haleb'e bir konak mesâfeye
geldiğinde bir hana indi. Sabah, elleri yüzünde korku, şaşkınlık ve dehşet içerisinde uyandı.
Hâlâ gördüğü rüyânın etkisi altındaydı. Sabah namazını edâ eden Akşemseddîn izi üzerine,
Haleb yerine tekrar geri Ankara istikâmetine döndü. Oysa Haleb'e bir saat kalmıştı. Onu geri
döndüren, Akşemseddîn hazretleri ile ilgili bir rüyâ idi ve hep bu düşün tesiri ile yürüyordu.
Rüyâsında boynuna takılan bir zincir Hacı Bayram'ın elindeydi. Akşemseddîn, Haleb'e gitmek
istedikçe Hacı Bayram zinciri çekiyordu. Tam boğulmak üzere iken uyanmıştı. Rüyâ tâbiri
gerektirmeyecek kadar açıktı. Akşemseddîn hızla Hacı Bayram'a gelirken; "Ne yaptım ben"
diyerek kendi kendine söyleniyordu. Ankara'ya gelip, Hacı Bayram-ı Velî'nin dergâhına
ulaşınca, onun talebeleriyle tarlada çalıştığını öğrendi. Hemen oraya koştu, fakat Hâcı Bayram
hiç iltifat etmedi. Akşemseddîn, diğer talebeler gibi tarlada çalıştı. Yemek vakti gelince,
Akşemseddîn'in yüzüne bakmadı. Hacı Bayram, hazırlanan yemeği talebelerine taksim etti,
artığını da köpeklerin çanağına döktürdü. Akşemseddîn, bir onlara bir de kendine bakarak,
nefsine; "Sen buna lâyıksın!" diyerek, köpeklerin önüne konan yemekten yemeye başladı.
Hacı Bayram-ı Velî, onun bu tevâzusuna dayanamayarak; "Köse, kalbimize girdin, gel
yanıma!" diyerek gönlünü alıp sofrasına oturttu. Sonra;
"Zincirle zorla gelen misâfiri böyle ağırlarlar." dedi. Akşemseddîn buna çok sevindi ve
kendini onun irfan meclisine verdi.
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Akşemseddîn'i diğer talebelerinden daha zor imtihanlara tâbi
tuttu. Nefsini terbiye ve ıslah etmekte büyük sıkıntılar çektirdi. Bir defâsında yedi günde bir
kaşık sirkeden başka bir şey yedirmedi. Ancak Akşemseddîn bütün bunlardan memnun ve
hattâ kendisi daha fazlasına tâlipti. Nitekim nefsinin istediği şeyleri yapmamakta şeyhinin
kendisine buyurduğu tâlim ve terbiyedeki şiddet derecesini kendi isteğiyle artırdığı zaman
Hacı Bayram hazretleri ona:
"Yâ Köse nice riyâzet eylersin, nefsin isteklerinden sakınırsın, âkıbet nûr olursun. Vefât
ettikten sonra seni kabrinde bulamazlar!" dedi.
Böylece Akşemseddîn hazretleri kısa zamanda tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi
ve Hacı Bayram hazretlerinden icâzetini, diplomasını aldı.
Onun kısa sürede icâzet alması bâzılarına zor geldi. Hacı Bayram-ı Velî'ye;
"Diğer dervişlere kırk yıldır hilâfet vermedin, az müddet içinde Akşeyh'e hilâfet verdin.
Hikmeti nedir?" diye sordular. Hacı Bayram-ı Velî de;
"Bu zeyrek, uyanık ve akıllı bir kösedir. Her ne görüp duydu ise hemen inandı. Sonra
hikmetini yine kendisi anladı. Fakat yanımda kırk yıldan beri hizmet eden bu talebeler, hemen
gördüklerinin ve duyduklarının aslını ve hikmetini sorarlar. Ona hilâfet verilişinin sebebi
budur." cevâbını verdi.
Akşemseddîn hazretleri, hocası Hacı Bayram-ı Velî'nin ileride bir büyük fethin mânevî
fâtihliği müjdesine de nâil oldu.
Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin tahsil ve terbiyesiyle irşâd makâmına yükselen
Akşemseddîn hazretleri önce Beypazarı'na yerleşti. Orada bir mescid, bir değirmen yaptırdı.
Halkın etrâfına toplanması üzerine İskilip'te Evlek'e oradan da Göynük'e gelip mekân tuttu.
Birgün bir kişi gelip, Akşemseddîn'e bir mikdâr mülk bağışladı. Akşemseddîn hazretleri o
yerin üzerine gelince, tebessüm etti. "Niçin tebessüm ettiniz?" diye sordular. O da;
"Otuz sene kadar önce seyâhat ederken, yolum buraya düşmüştü. Görünce gönlüm buraya
meyil etmişti. Gönlümden geçen bu arzu, otuz yıl sonra gerçekleşti. Onu hatırladım ve
tebessüm ettim." cevâbını verdi.
Hacı Bayram hazretleri Ankara'da fenâ âleminden bekâ âlemine göç etmek üzere iken; son
sözleri:
"Benim namazımı Akşemseddîn kıldırsın ve cenâzemi yıkasın. Bu haberimi ona iletirsiniz!"
oldu ve vefât etti.
O sırada Akşemseddîn orada değildi ve nerede bulunduğunu kimse bilmiyordu. Talebeler ile
Hacı Bayram-ı Velî'nin yakınları, merak ve hayret içinde kaldılar. Bâzı kimseler;
"Hacı Bayram-ı Velî'nin bu sözü, ölüm hâlinde söylenen sözlerdendir. Buna pek îtibâr
edilmez." dediler. Kararsız ve üzüntülü bir halde yollara bakarlardı. O esnâda; "Akşemseddîn
geliyor!" diye bir ses işitildi. Halk Akşemseddîn'i karşıladı ve olup biteni haber verdi. O da
vasiyet üzerine yıkayıp namazı kıldırdıktan sonra, Hacı Bayram-ı Velî'yi defn etti. İşler
bitince, Hacı Bayram-ı Velî'nin doksan bin akçe borcu olduğunu öğrendi ve otuz bin akçesini
ödemeyi vâdetti. Kalanını da Hacı Bayram-ı Velî'nin yakınları ile dostları ödediler.
Akşemseddîn, üzerine aldığı otuz bin akçenin yirmi dokuz binini ödedi ve geriye bin akçe
kaldı. Alacaklı, Akşemseddîn'e gelerek hepsini istedi. "Birkaç gün müsâade et." dediyse de,
faydası olmadı. Sert ve küstah bir şekilde bir dakika bile bekleyemeyeceğini bildirdi. Bu söz
üzerine fevkalâde müteessir olan Akşemseddîn hazretleri alacaklıyı içeri çağırdı. Evin önünde
bir bahçe vardı. Ona;
"Bahçeye gir, alacağın bin akçeyi al. Fazlasını alma!" dedi.
O kimse, bundan sonraki durumunu şöyle anlatıyor:
"Bahçeye girdim. Bahçenin içinde yassı yapraklı bir ot vardı. Her yaprağın üzerinde bir akçe
vardı. O otta o kadar çok yaprak vardı ki, sayısını ancak Allahü teâlâ bilir. Onun
yapraklarından bin akçe topladım. Fakat yaprakların üzerinden bir akçenin eksilmemiş
olduğunu gördüm. Bahçenin içi de akçe ile doluydu. Bu hâli görünce, hayrette kaldım. Dışarı
çıkıp, o bin akçeyi Akşemseddîn'in önüne koydum. "Bu akçeleri size bağışladım." dedim,
yalvardım ve özür diledim. Fakat Şeyh, o bin akçeyi kabûl etmedi."
Akşemseddîn hazretleri hocasının vasiyetini yerine getirdikten sonra tekrar Göynük'e geldi.
Burada da bir mescid ve değirmen inşâ eyledi. Bir yandan oğullarının, diğer taraftan da
kendisine intisâb edip gönül veren talebelerinin tâlim ve terbiyeleriyle uğraşıyordu.
Tıb ilminde de kendini yetiştiren Akşemseddîn hazretleri çeşitli hastalıklara, hangi otlardan
hazırlanan ilaçların iyi geleceğini bilirdi. Bu husustaki ilmi dillere destan idi. Bulaşıcı
hastalıklar üzerinde de çalışmalar yaptı. Çünkü o devirde salgın hastalıklar binlerce insanın
ölümüne sebeb oluyordu. Akşemseddîn hazretleri, etkileri bakımından kansere benzeyen
seretân denilen bir hastalıkla da uğraşmıştı. Tıptaki şöhreti o dereceye vardı ki birkaç defâ
Edirne sarayına çağrıldı.
Talebelerinden Şeyh Mısırlıoğlu Abdurrahîm anlatıyor:
"Hocam Akşemseddîn ile Edirne'ye gitmiştik. Sultan Murâd Hanın kazaskeri Süleymân
Çelebi hasta idi. Bizi saraya dâvet ettiler. Sultanın tabibleri Süleymân Çelebi'nin etrafında ona
ilâç veriyorlardı. Hocam tabiblere bunun hastalığı nedir? diye sordu. Onlar;
"Şu hastalıktır." diye cevap verdiler. Hocam;
"Buna Sersam ilâcı yapmak lâzımdır." buyurdu. Tabibler;
"Bunun hastalığı o değildir amma sen yine o ilâcı ver." deyip gittiler. Ben çok üzülmüştüm.
Zîrâ hocamın hastalığa tam vâkıf olamadığını zannetmiştim. Hocam divitle kalem istedi,
reçetesini yazdı. İlaçlarını hazırladı ve Süleymân Çelebi'ye verdi. Aradan kısa bir zaman
geçince, Süleymân Çelebi'de sıhhat alâmetleri belirdi ve iyi oldu."
Yine Fâtih Sultan Mehmed Han'ın kızı Gevherhan Sultan hastalanmıştı. Tabibler tedâvide
âciz kalıp özür dilediler. Sonunda Akşemseddîn hazretlerine mürâcaat edildi. Onun yazdığı
ilâç Allahü teâlânın izni ile iyi geldi.
İkinci Murâd Hanın vefâtı ile Osmanlı tahtına çıkan genç pâdişâh Sultan Mehmed,
İstanbul'un fethi hazırlıklarını tamamladıktan sonra şehre doğru hareket ederken, Allah
adamlarının da ordusunda bulunmasını istedi. Bu dâvet üzerine Akşemseddîn, Akbıyık
Sultan, Molla Fenârî, Molla Gürânî, Şeyh Sinân gibi meşhûr âlim ve velîler, talebeleriyle
birlikte orduya katıldılar. Yine orduya katılan Aydınoğlu, Karamanoğlu, İsfendiyaroğlu
kuvvetleri gibi gönüllü birlikler, İstanbul'un fethinin, bütün Türk-İslâm âlemince mukaddes
bir gâye kabûl edildiğini dile getirdiler. Bilhassa talebeleriyle birlikte orduya katılan
Akşemseddîn hazretleri ve diğer âlim ve evliyâ zâtlar, askerlere ayrı bir şevk ve azim
veriyorlardı. Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul önlerinde ordugâhını kurduktan sonra,
düşmana önce İslâmı tebliğ etti. İslâmiyetin emri olan hususları bildirdi. Fakat, Bizanslılardan
red cevabı alınca, şehri kuşatmaya başladı. Kuşatmanın uzaması ve bir netice elde
edilememesi bâzı devlet adamlarını ümitsizliğe düşürdü. Bunlar şehrin alınamayacağını,
üstelik bir Haçlı ordusunun Bizans'ın imdâdına koşacağını sanıyorlardı. Bütün bu olumsuz
propagandalara karşı orduda pâdişâhı ve askeri fethe karşı gayrete getiren bir din büyüğü
vardı; Akşemseddîn. O, şeyhi Hacı Bayram-ı Velî'nin; "İstanbul'un fethini şu çocukla bizim
köse görürler!" sözünü biliyor ve tahakkuk edeceğine kalpten inanıyordu.
Muhâsaranın devâm ettiği bir sırada Avrupa'dan asker ve erzak getiren gemiler, Osmanlı
donanmasının müdahalesine rağmen şehre girmeye muvaffak oldu. Kâfirler görülmemiş
şenlikler yaparken, Müslümanlar üzüntülü idi. Pâdişâha gelen bâzı devlet adamları;
"Bir sofunun (Akşemseddîn) sözüyle bu kadar asker kırdırdın ve bütün hazîneyi tükettin. İşte
Frengistan'dan kâfire yardım geldi. Fethetmek ümidi kalmadı." dediler.
Bunun üzerine Sultan Mehmed Han, veziri Veliyüddîn Ahmed Paşayı Akşemseddîn'e
göndererek;
"Şeyhe sor, kal'a feth olmak ve düşmana zafer bulmak ümidi var mıdır?" dedi. Buna
Akşemseddîn hazretleri şöyle cevap verdi:
"Ümmet-i Muhammed'den bu kadar müslüman ve gâziler bir kâfir kâlesine doğru hücum
ederse, inşâallahü teâlâ feth olur."
Sultan Mehmed Han, umûmî cevapla yetinmeyip, Veliyüddîn Ahmed Paşayı tekrar
Akşemseddîn'e gönderip;
"Vaktini tâyin etsin." dedi. Akşemseddîn murâkabeye daldı. Başını eğip, Allahü teâlâya
yalvardı. Mübârek yüzü terledi. Sonra başını kaldırarak;
"İşbu senenin Cemâziyelevvel ayının yirminci günü, seher vaktinde, inanç ve gayretle filan
taraftan yürüsünler. O gün feth ola. Kostantiniyye'nin içi ezan sesiyle dola!" dedi. Ayrıca genç
pâdişâha bir mektup gönderdi. Mektubunda;
"Kul tedbir alır, Allahü teâlâ takdir eder kaziyesi, delili sâbittir. Hüküm Allahü teâlânındır.
Velâkin kul, elinden geldiği kadar gayret göstermekte kusur etmemelidir. Resûlullah'ın ve
Eshâbının sünneti budur." diyordu.
Böylece Akşemseddîn hazretleri bir taraftan İstanbul'un fethi hakkında yeni müjdeler veriyor,
diğer yandan da ne şekilde davranılması husûsunda pâdişâha tavsiyelerde bulunuyordu.
Nihâyet Akşemseddîn hazretlerinin tâyin eylediği gün ve saat doldu. Sultan Mehmed Han
ordunun başına geçerken, hocası Akşemseddîn'den okumak için bir duâ istirham etti. Bunun
üzerine Akşemseddîn;
"Yâ Fakih Ahmed!" diyerek himmet taleb eyle!.. Onu vesile kılarak Allahü teâlâya tazarru ve
niyâz eyle." buyurdu. Sonra çadırına giren Akşemseddîn hazretleri yanına hiç kimseyi
koymamalarını istedi ve kapılarını iyice kapattırdı.
Yeniçeriler, azablar, dalkılıçlar, serdengeçtiler, akıncılar, gönüllüler, erenler, evliyâlar Sultan
Mehmed Hanın buyruğuyla İstanbul üzerine akıyorlardı. Mehmed Han bu sırada hocası
Akşemseddîn'in yanında olmasını arzuladı ve haber gönderdi. Gelmeyince Akşemseddîn'in
bulunduğu çadıra gitti. Çadırın her tarafı iyice kapatılmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Han çadıra
yaklaşıp, hançerini çıkardı. Hançerle çadırdan biraz keserek, içerisinin görülebileceği kadar
bir delik açtı. İçeri bakınca, hocası Akşemseddîn hazretlerini kuru toprak üzerinde secdeye
kapanmış, başından sarığı düşmüş, ak saçı ve ak sakalı nûr gibi parlıyor gördü. Ak saçını ve
ak sakalını toprağa sürüp, saçını sakalını toprak içinde bırakmıştı. Bu hâli ile İstanbul'un
fethinin gerçekleşmesi için Allahü teâlâya yalvarıp duâ ediyor, gözyaşı döküyordu. Fâtih
Sultan Mehmed Han, hocası Akşemseddîn'in Allahü teâlâya yalvarıp, duâ etmekte olduğu bu
yüksek hâlini görünce, doğruca yerine döndü. Kaleye bakınca surlara tırmanan İslâm
askerinin yanında ve önünde ak abalı bir topluluğun da hisara girmekte olduğunu gördü. Az
sonra fethin askeri de surları geçip şehre girdi. Böylece İstanbul'un fethi ve Peygamber
efendimizin büyük mûcizesi gerçekleşti.
Akşemseddîn, fetih ordusu İstanbul'a girdikten sonra, İslâmiyet'in harp ile ilgili hukûkunun
gözetilmesini genç pâdişâha tekrar hatırlattı. Buna uygun hareket edilmesini bildirdi.
İstanbul sabah sekiz sıralarında fethedilmişti. Fâtih Sultan Mehmed ise şehre öğle saatlerinde
Topkapı'dan girdi. Beyaz bir at üzerinde idi. Muhteşem bir alayla ve alkışlar içinde
ilerleyerek, Ayasofya'ya doğru yol aldı. Zulümden ve haksızlıktan bıkmış olan Bizans halkı
yeni bir bekleyişin içinde idi. Fâtih geçtiği sokakları, caddeleri, evleri dikkatle gözden
geçiriyordu. Yanında ileri gelen kumandanlarıyla vezirlerinden başka, Molla Gürânî, Molla
Hüsrev, Akşemseddîn veAkbıyık Sultan gibi âlimler ve velîler topluluğu da bulunuyordu.
Yerli halk yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan Mehmed çok genç olduğu için, herkes
Akşemseddîn'i pâdişâh sanıyordu. Ona, demet demet çiçek veriyorlardı. Akşemseddîn'in,
genç pâdişâhı göstererek;
"Sultan Mehmed ben değilim, odur." sözüne karşılık;
Sultan Mehmed de;
"Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim, ama o benim hocamdır. Şehrin mânevî
fâtihidir." diyordu.
Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul'a girdikten sonra, hocası Akşemseddîn üç gün gözden
kayboldu. Bütün aramalara rağmen bulamadılar. Üç gün sonra, Edirnekapı yakınlarında
vîrâne bir yerde ibâdetle meşgûl olarak buldular. O zamandan beri bu yere, onun ismine
izâfeten "Akşemseddîn" mahallesi denildi. Fâtih Sultan Mehmed Han, fethin üçüncü günü
Ayasofya'ya gidip, orayı câmiye çevirdi. Ayasofya'yı câmiye çevirmesi, Bizanslılar ile yapılan
bir anlaşmaya bağlanmıştı. Burada ilk hutbeyi, Akşemseddîn okudu. Okmeydanı'nda bir zafer
alayı tertiplenmişti. Orada Akşemseddîn de vardı. Akşemseddîn gâzîlere bir konuşma yaptı.
Bu konuşmasında;
"Ey gâzîler, bilin, âgâh olun ki; cümleniz hakkında, âhir zaman Peygamberi ol Server-i
kâinât; "Onlar ne güzel askerdir." buyurmuştur. İnşâallah cümlemiz affedilmiş oluruz. Fakat
gazâ malını isrâf etmeyip, İstanbul içinde hayr-ü-hasenâta sarf ve pâdişâhımıza itâat ve
muhabbet ediniz." diye nasîhatte bulundu. Sonra, Fâtih Sultan Mehmed Hanın başına iki çatal
ablak sorguç takıp;
"Pâdişâhım, bütün Âl-i Osman'ın âb-ı rûyu oldun. Hemen mücâhid-i fî sebîlillah ol!.."
diyerek, Gülbank-i Muhammedî çekti.
Akşemseddîn hazretlerine; "İstanbul'un fethedileceği zamânı nasıl bildin?" diye sorulunca,
şöyle cevap verdi;
"Kardeşim Hızır ile, ilm-i ledünniyye üzere İstanbul'un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale
fethedildiği gün, Hızır'ın, yanında evliyâdan bir cemâatle hisara girdiğini gördüm. Kale
fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur hâlde gördüm."
Fâtih Sultan Mehmed Han, fetihden sonra hocası Akşemseddîn'e, son taarruzun başladığı
sırada; "Yâ Fakîh Ahmed" diyerek Fakîh Ahmed'den himmet taleb etmesini söylediğini
hatırlatarak;
"Fakîh Ahmed kimdir ki; tazarru ve niyâz eyledim? Himmetini istedim? Allahü teâlâyı
tazarru etmiş olsa idim evlâ değil mi idi?" diyerek, sebebini sordu. Hocası Akşemseddîn bu
suâle;
"O sırada Fakîh Ahmed, kutb, sâhib-i tasarruf idi." cevâbını vererek, Allahü teâlânın
yardımını, onun vâsıtasıyla ve onun bereketi ile gönderdiğini ve onun da himmet ettiğini
söylemiştir. Akşemseddîn hazretlerinin "Fakîh Ahmed" dediği kendisi idi. Fakat tevâzuunun
çokluğundan şöhretten kaçıp, kendisini gizleyerek böyle konuşmuş, gâyet ârifâne bir tavır
takınmış olduğu rivâyet edilmiştir.
Bir gece Fâtih Sultan Mehmed Han, Akşemseddîn hazretlerinin ziyâretine gitti. Fâtih, sohbet
sırasında bir ara Akşemseddîn'e;
"Hocam!Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, mihmandâr-ı Resûlullah olan Ebû Eyyûb-i
Ensârî'nin mübârek kabrinin İstanbul surlarına yakın bir yerde olduğunu târih kitaplarından
okudum. Yerinin bulunması ve bilinmesini bilhassa ricâ ederim." dedi. O zaman
Akşemseddîn hemen;
"Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nûr görüyorum. Orada olmalıdır." cevâbını verdi.
Derhâl pâdişâhla oraya gittiler. Akşemseddîn hazretleri, oradaki bir çınardan iki dal aldı.
Birini bir tarafa, diğerini az öteye dikti ve;
"Bu iki dal arası, Mihmandâr-ı Resûlullah'ın kabridir." buyurdu. Sonra, kaldıkları yere
döndüler. Fâtih Sultan Mehmed Han, Akşemseddîn'in söylediğine inandıysa da, hiç şüphesi
kalmasın istiyordu. O gece silâhdârına;
"Gidin, Akşemseddîn'in diktiği çınar dallarının ortasına şu mührümü gömün ve o dalları
yirmişer adım güney tarafına çekin." dedi. Sabah olunca Sultan Fâtih, Akşemseddîn'den,
hazret-i Hâlid'in kabrinin yerini tekrar tâyin etmesini ricâ etti, tekrar gittiler. Akşemseddîn
silahdarın diktiği dalların dikildiği yere bakmadan doğruca gidip eski yerde durdu ve;
"Dalların yeri değiştirilmiş, hazret-i Hâlid buradadır." dedi ve sonra silâhdâr ağasına hitâben;
"Sultân hazretlerinin mührünü çıkarın ve kendisine teslim edin." dedi. Akşemseddîn
hazretleri, silâhdâr ağanın gizlice gömdüğü pâdişâh yüzüğünün de orada olduğunu
kerâmetiyle anlamıştı.
Bunun üzerine Fâtih, Akşemseddîn'e;
"Kalbimde hiç şüphe kalmadı. Ama tam inanmam için bir alâmet daha gösterir misiniz?"
dediğinde, Akşemseddîn:
"Kabrin baş tarafından bir metre kazılınca, üzerinde; "Bu Hâlid bin Zeyd'in kabridir." yazılı
bir taş vardır." dedi. Kazdılar, Akşemseddîn'in dediği gibi çıktı. Bu hâli gören Sultan Fâtih'in
vücûdunu bir titreme aldı. Bu hâl geçince Fâtih; "Zamânımda Akşemseddîn gibi bir zâtın
bulunmasından duyduğum sevinç, İstanbul'un alınmasından duyduğum sevinçten az değildir."
diye şükr etti.
Fâtih Sultan Mehmed Han, Ebû Eyyûb Ensârî'nin kabr-i şerîfinin üzerine bir türbe ve
Akşemseddîn ile talebelerine mahsus odalar, bir de câmi-i şerîf yaptırdı. Akşemseddîn'den
orada oturmalarını ricâ etti. Fakat o, bu teklifi kabûl etmeyerek, memleketi olan Göynük'e
döndü.
Akşemseddîn hazretleri Göynük'e geldikten sonra yine talebe yetiştirmeye ve insanları irşâda
başladı. Sultan Fâtih'le ilgisini kesmeyip zaman zaman Edirne'ye ve İstanbul'a geldi ve
pâdişâhı ziyâret etti. Gönderdiği mektûblarla ikaz ve tavsiyelerde bulundu. Bir mektubunda
Fâtih'e şöyle nasihat etmektedir:
"Bir dünyevî râhat ve cismânî lezzete, bir de uhrevî rahat ve rûhânî lezzete dayanan iki türlü
hayat tarzı vardır. Birincisi ikinciye bakarak değersiz ve geçicidir. Şu halde ona iltifât etme.
Esâsen peygamberlere, velîlere, halîfelere rahat değil, cefâlar ve müşkiller lâyıktır. Sen de
onların yolundasın. Nasîbinden elem değil zevk duy... Sen herhangi bir insan gibi değilsin,
memleketin durumu, senin durumuna bağlıdır. Bedende görünen her şey ruhun eseri olduğu
gibi, memlekette meydana gelen şeyler de Fâtih'in eseri olacaktır. Çünkü bedene oranla ruh
ne ise, memlekete oranla sultanlar da aynı şeydir."
Akşemseddîn Göynük'te 1459 (H.863) yılına kadar yaşadı. Pâdişâhın kendisine gönderdiği
bütün ihsan ve hediyeleri hayır işlerinde kullanmak üzere vakıflar kurdurdu. Bir taraftan da
oğullarının terbiyesi ile meşgul oldu.
Birgün küçük oğlu Hamdi Çelebi ile meşgûl olurken;
"Bu küçük oğlum yetim, zelîl kalır; yoksa bu zahmeti, mihneti çok dünyâdan göçerdim."
deyince, hanımı;
"A efendi! Göçerdim dersin yine göçmezsin." dedi.
Bunun üzerine Şeyh hemen:
"Göçeyim." deyip, mescide girdi. Evlâdını topladı. Vasiyetnâmesini yazdı. Helâllaştı, vedâ
eyledi. Yâsîn sûresi okunurken sünnet üzere yatıp rûhunu teslim eyledi. Göynük'teki târihî
Süleymân Paşa Câmiinin bahçesine defn edildi. Daha sonra oğullarının kabri ile berâber bir
türbe içine alındı.
Akşemseddîn, birçok talebe yetiştirmiştir. Bunlar arasında zâhirî ve bâtınî ilimleri çok iyi
bilen yedi oğlu da vardı. Oğulları şunlardır: Muhammed Sadullah, Muhammed Fazlullah,
Muhammed Nûrullah, Muhammed Emrullah, Muhammed Nasrullah, Muhammed
Nûr-ul-Hudâ ve Muhammed Hamîdullah. Meşhûr halîfeleri ise: Muhammed Fazlullah,
Harizatü'ş-Şâmî Mısırlıoğlu, Abdürrahîm Karahisârî, Muslihuddîn İskilibî ve İbrâhim
Tennûrî'dir.
Akşemseddîn hazretleri sohbetlerinde ve vâzlarında buyururdu ki:
"Her işe Besmele ile başla. Temiz ol, dâim iyiliği âdet edin. Tembel olma, namaza önem ver.
Nîmete şükr, belâya sabr et. Dünyânın mutluluğuna mağrûr olma. Kimseye kızma, eziyet ve
cefâ etme. Ömrün uzun olsun istersen, kimsenin nîmetine hased etme. Kimseyi kötüleyip, atıp
tutma. Senden üstün kimsenin önünden yürüme. Dişin ile tırnağını kesme. Ayakta pantolon
giymekten sakın. Misvâkı başkasıyla berâber kullanmak uygun olmaz. Çok uyumak kazancın
azalmasına sebeb olur. Akıllı isen yalnız yolculuğa çıkma. Gece uyanık ol, seher vakti tilâvet
kıl, Kur'ân-ı kerîm oku. Dâimâ Allahü teâlâyı zikret. Kendini başkalarına medhetme.
Nâmahreme bakma, harama bakmak gaflet verir. Kimsenin kalbini kırıp, virân eyleme. Düşen
şeyi alıp temizleyerek yersen, fakirlikten kurtulursun. Edebli, mütevâzî ve cömerd ol.
Tırnağınla dişini kurcalama. Elbiseni, üzerinde dikmekten sakın. Cünüp kimse ile yemek
yemek gam verir. Yalnız bir evde yatmaktan sakın. Çıplak yatmak fakirliğe sebeb olur."
"Velî, insanlardan gelen sıkıntılara katlanıp, tahammül eden kimsedir. Sıkıntıları göğüsler,
belâlar yüzünden şikâyetçi olmaz ve adâvet beslemez, düşmanlık tavrı takınmaz. O, toprak
gibidir. Toprağa her türlü kötü şey atılır. Fakat topraktan hep güzel şeyler biter.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: "O insanlar sandılar mı ki, (sâdece) îmân
ettik demeleriyle bırakılacaklar da imtihâna çekilmeyecekler." (Ankebût sûresi:2)
Îmân, taklîd ile, babadan ve dededen görerek, sırf îmân ettim demekle olmaz. Böyle taklid ile
inanan kimseler, imtihân olunması bakımından belâ ve musîbetlere düçâr olmazlar. Belâ ve
musîbetler, Allah dostlarının muhabbet ve sevgisini artırır. Nitekim altın için ateş ne kadar
kızgın olursa, altını o derece saf ve hâlis yapar. Bu sebeble kişi mânevî mertebesinin
yüksekliğine göre büyük veya küçük belâ ve musîbetlere uğrar. Nitekim Resûlullah efendimiz
bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki:
"Kişi, dînindeki sebâtına göre belâya (imtihâna) mübtelâ olur. Âfiyet, kıymetini bilmeyen
kimse için derd gibidir. Belâ, kadrini bilen için devâ gibidir." Belânın, insanın Rabbine
dönmesini sağlayan sıkıntıların kadrini bilen, Hakkı gerçekden sevenlerdendir. Taklid ile
sevenler değillerdir. Çünkü taklid ile sevmek, belanın, imtihânın faydasını giderir. Sevilenin
hareketi, gerçek muhabbeti bozmaz. Nitekim Mûsâ aleyhisselâm, Fir'avn'ın sarayında Âsiye
Hâtun tarafından büyütülürken, Âsiye Hâtun onu gerçekten seviyordu. Fir'avn ise, Âsiye
Hâtunu taklid ederek seviyordu. Âsiye Hâtun gerçekten sevdiği için, onun hareketlerinden
incinmiyordu. Mûsâ aleyhisselâm Fir'avn'ın sakalını tutup çekince, Fir'avn'ın sevgisi gerçek
sevgi olmadığı için, hemen rahatsız oldu."
"Kişinin kadrinin ve kıymetinin varlığı, mihnetlere, belâ ve musîbetlere sıkıntılara
sabretmesiyle ortaya çıkar. Bu mihnet, dünyâlığın olmaması veya eksilmesi, elden çıkması ile
olur. Sabredenlerin, sabırdaki sebatları sebebiyle iyilikleri; yâni sabır, tevekkül, kanâat ve
hilm, yumuşaklık gibi güzel hasletleri artar. Böylece olgunlaşan insanın kalb aynasındaki
kirler, cevherin hâlis hâle getirilmesi gibi temizlenir. Belâ günlerinde, belâ geldiğinde Eyyûb
aleyhisselâmın kulluğu iyi bir kulluktur.
"Kulluk beş kısımdır: Birincisi ten kulluğudur. Bu, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasak
ettiği şeylerden sakınmaktır. İkincisi; nefs kulluğudur. Bu kulluk, nefsi terbiye etmek, ıslâh
etmek, mücâhede ve nefsin istemediği şeyleri yapmak, riyâzet çekip nefsin istediği şeyleri
yapmamaktır. Üçüncüsü; Gönül kulluğudur. Bu ise, dünyâdan ve dünyâda bulunan şeylerden
yüz çevirip, âhirete yönelmektir. Âhirete yarar iş yapmaktır. Dördüncüsü; sır kulluğudur. Bu,
her şeyi bırakıp, tamâmen Allahü teâlâya dönüp, O'nun rızâsını kazanmaktır. Beşincisi; can
kulluğu. Bu kulluk, müşâhedeye ermek için kendini Allah yoluna vermekle olur..."
"Mânevî huzûra ermek ve bu yolda ilerlemek için dört şey lâzımdır. 1. Az yemek, 2. Az
uyumak, 3. Halka az karışmak, 4. Allahü teâlâyı çok zikretmek."
Osmanlı Sultânı İkinci Murâd Han, Hacı Bayram-ı Velî'yi son derece severdi. Fırsat
buldukça, sık sık ziyâretine giderdi. Bir defâsında, dört yaşındaki oğlu Şehzâde Mehmed ile
berâber Hacı Bayram'a gelip, elini öptüler. Sultan Murâd Han, sohbet sırasında Hacı
Bayram'a;
"Efendim, İstanbul'u alıp, kâfir diyârını İslâm'ın nûru ile nûrlandırarak, çan çınlamaları yerine
ezân seslerinin yükselmesini arzu ederim. Bu hususta duâlarınızı beklerim." dedi. Hâcı
Bayram-ı Velî;
"Allahü teâlâ, ömrünüzü ve devletinizi ziyâde etsin. Yalnız, İstanbul'un alındığını sen ve ben
göremeyiz." dedi, sonra da, şehzâde Mehmed ile Akşemseddîn'i göstererek;
"Ama şu çocukla bizim köse görürler." buyurdu.
İstanbul'un fethinden sonra, Fâtih Sultan Mehmed Han, hocasını ziyârete gitmişti. Sohbet
esnâsında;
"Muhterem hocam! Elhamdülillah büyük yardımlarınızla İstanbul'u fethettik. Artık beni
talebeliğe, dervişliğe kabûl buyurmanızı istirhâm ediyorum." dedi. Akşemseddîn hazretleri;
"Sultânım, sen bizim tattığımız lezzeti tadacak olursan, saltanâtı bırakırsın. Devlet işlerini
tam yapamazsın. Dîn-i İslâmı yayma işi yarım kalır. Müslümanların rahat ve huzûr içinde
yaşıyabilmeleri için, devletin ayakta kalması şarttır. Talebelikle pâdişâhlığın bir arada
yürütülmesi çok güçtür. Seni talebeliğe kabûl edersem, düzen bozulabilir, halkımız perişân
olabilir. Bunun vebâli büyüktür. Allahü teâlânın gazâbına mâruz kalabiliriz." diyerek, teklifini
reddetti. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Han, hocasına iki bin altın hediye etmek
istemiş ise de, bunu da kabûl etmedi.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.9, s.271
2) Fâtih'in Hocası Akşemseddîn, Hayâtı ve Eserleri
4) Câmiu Kerâmât-il Evliyâ; c.1, s.164
5) Nefehât-ül-Üns; s.684
5) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.12
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.1, s.251
7) Şakâyık-ı Nûmâniyye Tercümesi; s.240
8) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.158
9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.983

21 Mart 2014 Cuma

AKBIYIK SULTAN

AKBIYIK SULTAN;
İkinci Murâd Han ve Fâtih Sultan Mehmed devrinde yaşayan büyük velîlerden. Asıl adı
Ahmed Şemseddîn'dir. Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin sohbetinde yetişti. Onun feyz ve
bereketi ile kemâle erişti. Kalblere şifâ olan sözleri ile ileri derecelere kavuştu.
Akbıyık Sultan bir taraftan hocasının sohbeti ile bereketlenirken diğer taraftan İkinci Murâd
Han'ın haçlılar ve diğer din düşmanlarına karşı giriştiği cihâd hareketine de katıldı. Giriştiği
seferlerde, Hacı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin diğer talebeleri ile birlikte büyük kahramanlıklar
gösterdi. Böylece Osmanlıların Rumeli'deki yayılmasında önemli hizmetler gördü.
Bu gazâlarda gösterdiği başarılardan birinin sonunda İkinci Murâd Han tarafından Yenişehir
köylerinden bir tanesi kendisine temlik edildi (1437). Bu parayı ticarette kullanan Akbıyık
Sultan kısa zamanda malının hesâbını yapamayacak kadar zenginleşti. Mal, mülk meşgûliyeti
az zaman içinde, hocasının sohbetinden daha az istifâde etmesine yolaçtı. Bu sebeple birgün
hocası Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, dünyâya ve onun geçici lezzetlerine bağlanmanın
mahzurlarından bahsederek Akbıyık Sultan'a;
"Evlâdım bu dünyâ fânîdir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın.
Âhiretten gâfil olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan gayri işlere tutulmaktan
kurtul. Devamlı bâki kalan işlerle meşgul ol."
Hocasının bu sözleri üzerine Akbıyık Sultan;
"Hocam! Peygamber efendimiz; "Dünyâ, âhiretin tarlasıdır." buyuruyor. Bu sebeple dünyâ
malı ile de meşgul olmak gerekmez mi?"
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri uzun bir sükûttan sonra;
"Evlâdım! Mâdem ki dünyâyı terk edemiyorsun, öyle ise bizi terket. Bu dergâhta dünyâ ile
meşgul olanların işi yoktur." buyurdu.
Akbıyık Sultan bu sözler üzerine kapıdan dışarı çıkarken tam eşik üzerinde başından sarığını
düşürdü. Bunu hocasının bir kerâmeti bilip günü gelince sebebi meydana çıkar, düşüncesiyle
alıp başına giymedi.
Akbıyık Sultan'ın bundan sonra topladığı altın ve gümüş para sayılamayacak ölçüde arttı.
Ancak gönlünü hiç bir zaman para ve pula kaptırmadı. Eline geçen para da hiç bir zaman
kendisinde kalmadı. Fakir, fukarâ, kimsesiz, öksüz, yetim, dul, borçlu ve gariplerin sığınağı
oldu. Bursa'da büyük bir imâret yaptırarak gelen geçen yoksullara ikramlarda bulundu.
Misâfirleri ağırladı. O dağıttıkça parası artıyor, parası arttıkça o da dağıtmaya devâm
ediyordu. Bu arada Alâeddîn Ali el-Arabî hazretlerinin derslerine devam ederek ilimde
ilerlemeye de gayret sarfediyordu.
Ve nihâyet... Hocasının kerâmeti tahakkuk etti. Sarığının eşik üzerinde düşmesinin esrârı
aydınlandı. Yine şeyhi ve üstâdı Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin eşiğine yüz sürdü. Mübârek
sohbetlerine tekrar kabûl olunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Hocasının sekiz halîfesinden biri
olma şerefine kavuştu.
Bu arada dînine hizmet etmek, İslâmiyeti küffâr diyârına duyurmak aşkı Akbıyık Sultan'da
hiç sönmeden için için gittikçe alevlendi. 1444'te Varna'da haçlı sürüleri perişan edilirken o,
mânevî liderlerin en önündeydi.
Nisan 1453... Osmanlı ordusu son defâ İstanbul önlerinde göründü. Peygamber efendimizin
fetih müjdesi gerçekleşmek üzeredir. Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Akşemseddîn ve Akbıyık
Sultan gibi gönül erenleri ordunun en önündeler. Akbıyık Sultan, Akşemseddîn hazretleri ile
berâber Fâtih Sultan Mehmed Han'ın yanında bulunuyor ve devamlı askeri teşcî' edip
coşturuyor, duâ ve sözleri ile onları gayrete getiriyordu.
Fâtih Sultan Mehmed Han fetihten sonra İstanbul'da yaptırdığı câmilere bu gâzi şeyhlerin
isimlerini verdi. Akbıyık Sultan adına da Cankurtaran civârında bir câmi yaptırdı.
Akbıyık Sultan ömrünün son yıllarını Bursa'da talebe yetiştirmek, zikr, tâat ve ibâdetle
meşgûl olmak ve yine fakir fukaraya yardımda bulunmak sûretiyle geçirdi. 1455 (H.860) de
âhirete göçtü. Arkasında pekçok hayır müesseseleri bıraktı. İstanbul'da bir, Bursa'da iki
mahalle ve dergâh ve câmisi Akbıyık Sultan'ın adı ile anılmaktadır. Kabri, Bursa'da Akbıyık
mahallesi Akbıyık Çıkmazı'nda yaptırmış olduğu dergâhının yanındaki türbededir.
1) Güldeste-i Riyâz-i İrfan; s.221
2) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi; s.126
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.251
4) Tâcü't-Tevârih; c.5, s.97

ÂİŞE BİNTİ CÂFER-İ SÂDIK

ÂİŞE BİNTİ CÂFER-İ SÂDIK;
Evliyâ hanımlardan. İsmi Âişe binti Câfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Ali
Zeynelâbidîn, lakabı Ümmü Ferve'dir. Seyyide olup, soyu Peygamber efendimize ulaşır.
Mûsâ Kâzım hazretlerinin kızkardeşidir. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 762 (H.145)
senesi Mısır'da (Kahire) vefât etti. Karâfe kabristanlığına giderken sol tarafta Seyyidet Âişe
adını taşıyan mescid içinde medfundur.
Seyyidet Âişe edeb ve hayâ üzere yetişti. Emevî halîfelerinin sekizincisi, İkinci Ömer de
denilen Ömer bin Abdülazîz hazretleriyle evlendi. Çok ibâdet ederdi. İbâdet ve mücâhedede,
nefse zor gelen nefsin istemediği şeyleri yapmada çok ileri gitmiş, evliyâ bir hanım idi.
Seyyidet Âişe bir münâcâtında;
"Yâ Rabbî! İzzet ve Celâlin hakkı için eğer beniCehennem'ine koyacak olursan yine seni
tevhîd eder, var ve bir bilirim." dedi.
1) Nûr-ül-Ebsâr; s.187, 225
2) Tuhfet-ür-Râgıb; s.37

AHNEF BİN KAYS

AHNEF BİN KAYS;
Tâbiînin meşhurlarından ve hadîs âlimlerinden. İsmi, Dehhâk bin Husayn et-Temîmî
es-Sa'dî'dir. Künyesi Ebû Bahr, lakabı Ahnef'tir. Ayağının eğik olması yâhut da ayaklarını
arkası üzerine basarak yürümesinden dolayı Ahnef denilmiş ve bu lakab ile şöhret bulmuştur.
Bâzı kaynaklarda isminin Sahr olduğu kayıtlıdır. Babası, Kays Ebû Mâlik künyesi ile
tanınırdı. Annesi, bir rivâyete göre Amr bin Sa'lebe'nin kızıdır. Basra'da doğdu. Doğum târihi
bilinmemektedir.
Ahnef bin Kays, Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem zamânında müslüman
olduğu hâlde, mübârek yüzlerini göremediği, gönüllere şifâ olan sözlerini işitemediği için
sahâbî olmakla şereflenemedi. Kavminin önde geleni idi. Kabilesinin müslüman olmasına
sebeb oldu. Çok hilm sâhibi idi. Bu hususta pekçok şey anlatılmıştır.
Hasan-ı Basrî onun hakkında şöyle demiştir; "Ahnef bin Kays şerefli bir kimse olup, kavmi
arasında ondan daha fazîletli bir kimse görmedim." Hazret-i Ömer'den hazret-i Osman'dan
hazret-i Ali'den, Sa'd ibni Mes'ûd'dan, Ebû Zer Gıfârî'den ve diğer sahâbîlerden hadîs-i şerîf
rivâyet etmiştir.
Kendisinden; Hasan-ı Basrî, Ebü'l-Alâ bin Şehîr, Talk bin Habîb hadîs-i şerîf nakletmişlerdir.
Ahnef bin Kays hazretleri şöyle anlatır:
"Hazret-i Osman zamânında Kâbe-i muazzamayı tavâf ediyordum. Leys kabîlesinden biri
elimden tutarak;
"Sana bir müjde vereyim mi?" dedi. "Evet" dediğimde; "Hani hatırlarsın, Resûlullah
efendimiz beni İslâma çağırmak için sizin kabîleye göndermişti. Onlara İslâmı anlatıp,
dâvette bulunuyordum. O zaman, sen; "En güzel, en iyi bir şeye, güzel huylara çağırıyorsun,
kötü huylardan uzaklaştırıyorsun. Bunları hiç duymamıştım." demiştin ve müslüman
olmuştun. Kabîlen arasında tutulan ilim, irfan sâhibi, zekî bir kimse olduğun için, tavsiyen
üzerine kabîlenizin mensupları da müslümanlığı kabûl etmişlerdi. Bütün bu durumları,
Medîne'ye dönünce Resûl aleyhisselâma anlattım. Resûlullah senin için; "Allah'ım! Ahnef'i
bağışla!" buyurdu. Bunun üzerine; "Benim yanımda, âhiretim için Resûlullah'ın bu mübârek
duâsından daha ümit verici bir şey yoktur." dedim ve çok sevindim.
Ahnef bin Kays, halîfe hazret-i Ömer'i Medîne'de, Basra halkından bâzı kimselerle birlikte
ziyâret etti. Halîfe herkesin halini hâtırını sordu. O sırada Ahnef bin Kays, bir köşede abasına
sarınmış bir hâlde sessizce duruyordu. Hazret-i Ömer;
"Senin bir ihtiyâcın yok mu?" diye sorduğunda, o şöyle cevap verdi:
"Ey Mü'minlerin Emîri! Evet var. Hayır ve bereketin anahtarı Allahü teâlâdır. Diğer şehirlerin
halkından olan kardeşlerimiz sulak ve verimli yerlere yerleştiler. Biz ise çorak, rutûbetli, bir
tarafı tuzlu deniz, bir tarafı çöle çevrili bir yere mekân tuttuk. Ne ekin, ne hayvanımız var.
Yiyeceklerimizi ve faydalanacağımız şeyleri çok zor şartlar altında elde ediyoruz. Zayıf bir
insan, tatlı su alabilmek için iki fersahlık yol gitmek zorunda. Eğer bizim en basit
ihtiyaçlarımızı karşılamaz ve fakirliğimizi gidermezsen, yok olup giden kavimler gibi
olacağız." Bunun üzerine hazret-i Ömer, Basra halkının çocuklarına Beyt-ül-mâldan, maaş
bağladı. Vâli Ebû Mûsâ el-Eş'arî'ye, Basra'ya kanalla su getirtmesi için mektup yazdı.
Hazret-i Ömer, ona karşı olan sevgi ve muhabbetinden dolayı, bir süre yanında kalmasını
istedi. Ahnef bin Kays bu istek üzerine bir sene Medîne-i münevverede kaldı. Sonra izin alıp
Basra'ya döndü. Hazret-i Ömer, Ebû Mûsâ el-Eş'arî'ye yazdığı mektubunda; "Ahnef bin Kays'ı
kendine yakın tut. İşlerinde ona da danış ve sözlerine kulak ver." buyurmuştu.
İran imparatoru Yezdicürd, topraklarının büyük kısmı müslümanların eline geçince, Merv
şehrine gidip yerleşmişti. Yezdicürd buradan İran şehirlerine mektup yazarak, halkı isyân
ettirdi ve andlaşmayı bozdurdu. Bunun üzerine hazret-i Ömer, Ahnef bin Kays'a Horasan
üzerine sefer düzenlemesi için emir verdi. Bir orduyla yola çıkan Ahnef bin Kays, İran
şehirlerindeki isyânı bastırdı ve Horasan'a yürüdü. Önce Herât'ı fethedip Merv eş-Şehcân'a
doğru ilerlerken, Nişâbur'a Mutarrif bin Abdullah komutasında, Serahs'a da Hars bin Hassân
komutasında bir birlik gönderdi. Ahnef bin Kays, Merv eş-Şehcân'a varınca, Yezdicürd, Merv
er-Rûz'a kaçtı. Buradan, Türk sultânına ve Çin krallarına mektup yazıp yardım istedi. İslâm
ordusu Merv er-Rûz üzerine yürüyünce, Yezdicürd Belh'e gitti. Ahnef bin Kays, Merv
er-Rûz'u ordu karargâhı yaptı. Kûfelilerden meydana gelen bir birliği Belh'e Yezdicürd'ün
üzerine gönderdi. Yezdicürd'ün askerleri ile İslâm mücâhidleri arasında şiddetli bir muhârebe
oldu. Yezdicürd'ün ordusu yenilerek kaçtı. Arkadan yetişen Ahnef bin Kays, Kûfelilerden
meydana gelen öncü birliğe yardım etti ve Allahü teâlânın izniyle Belh şehrini aldılar. İslâm
mücâhidleri Belh'in hemen akabinde Nişâbur ve Toharistân'ı da aldılar.
Ahnef bin Kays, bu fetihleri anlatan bir mektubu hazret-i Ömer'e gönderince; "Keşke oraya
ordu göndermeseydim. Keşke bizimle oranın arasında ateşten bir deniz olsaydı." buyurdu. Bu
sözleri duyan hazret-i Ali; "Neden, ey mü'minlerin emîri!" diye sormaktan kendini alamadı.
Bunun üzerine hazret-i Ömer; "Çünkü buranın halkı üç defâ yerlerinden dağılacaklar,
ayrılacaklar. Üçüncüsünde tamâmen imhâ edilecekler. Böyle bir musîbet meydana gelecektir.
Bu musîbet burayı fethettiğimizde, burada bulunacak müslümanlara geleceğine,
fethedilmeyip buranın müslüman olmayan halkının başına gelmesi daha iyidir, diye cevâb
verdi.
Hazret-i Ömer daha sonra, Ahnef bin Kays'a, Ceyhun Nehrini geçmemesini bildiren bir
mektup gönderdi. Bu sırada Yezdicürd, Türk hâkânından aldığı yardımla geri döndü. (Türkler
o asırda henüz müslüman olmamışlardı.) Ahnef bin Kays, Yezdicürd'ün aldığı yardım
kuvvetiyle üzerine geldiğini öğrenince, fikirlerini öğrenmek için, kıyâfetini değiştirerek, gece
askerleri arasında dolaşıp onları dinledi. Mücâhidlerden birisinin;
Eğer komutanımız bizi dağın eteklerine çekerse, nehir, düşmanla aramızda hendek vazifesi
görür. Sırtımızı da dağa dayamış olduğumuz için düşman arkamızdan da saldıramaz. Biz de
düşmanla bir cephede muhârebe yapardık. Umarım Allahü teâlâ bize zafer ihsân eder dediğini
duydu. Sabahleyin namazdan sonra; "Ey mücâhidler! Biz azız, düşman ise kalabalık. Bu sizi
korkutmasın. Nice az bir topluluk, pekçok düşmana Allahü teâlânın izni ile gâlip gelmiştir.
Allahü teâlâ sabredenlerle berâberdir. Şimdi buradan ayrılın. Sırtınızı dağa verin. Dağ
arkanızda, nehir ise bizimle düşman arasında kalsın. Düşmanla tek taraftan muhârebe
edelim." dedi.
Yirmi bin kadar olan İslâm ordusu bu emri yerine getirdi. Türk askerlerinden birisi meydana
çıkıp er istedi. Derhal Ahnef bin Kays ortaya çıktı, onunla çarpıştı. Türk süvârisi öldü. Bunun
üzerine arkasından sırayla iki asker daha çıktı. Ahnef bin Kays bunları da öldürdü. Türkler, o
zaman savaş âdeti olarak, üç süvâri çıkıp karşı taraftan üç kişiyle çarpışıncaya kadar
yerlerinden ayrılmazlar, ordu hücûma geçmezdi. Üç süvârileri de öldürülünce, durumu
hâkanlarına bildirdiler. O da bu durum hayra alâmet değil deyip, ordusunu geri çekti.
Türk hâkânını müslümanlarla karşı karşıya bırakan Yezdicürd, fırsattan istifâde ile,
müslümanların elinde bulunan Merv eş-Şehcân'a gitmişti. Orada bulunan Hârise bin Nu'mân
komutasındaki küçük mücâhid birliği, kalabalık düşman askerinden korunmak ve vakit
kazanmak için, kaleye kapandı. Merv eş-Şehcân yakınlarında bir mağarada sakladığı
hazînesini çıkartan Yezdicürd, Türk hâkânının yanına dönerken, İranlılardan bir kısmı;
"Ne yapmak istiyorsun?" diye sordular. O da; "Türk hâkânının yanına gidiyorum. Oradan da
Çin ülkesine gitmeyi düşünüyorum" deyince, onlar;
"Bu çok kötü bir düşüncedir. Bizimle birlikte müslümanlarla sulh yap. Çünkü onlar dindâr,
sözlerine sâdık ve bize yumuşak davranıyorlar. Muhakkak ki, bizi memleketimizde böyle
insanların idâre etmesi, dinsiz ve vefâsız kimselerin memleketine gidip, onların idâresi
altında yaşamaktan daha iyidir" dediler. Onların bu tekliflerini reddedince; "O zaman
hazînelerini bırak. Biz onların yönetiminde memleketimizde yaşıyalım." dediler.
Yezdicürd bunu da kabûl etmeyince, halk onu azledip, hazînelerine el koydular. Yezdicürd
de, Türk hâkânının yanına gitti ve Türk illerinde ikâmet etti. İranlılar hazîneleri Ahnef bin
Kays'a getirip teslim ettiler. Onunla andlaşma yaptılar. Kendi ülkelerinde mallarına sâhib
olarak müslümanların idâresinde, kisrâlar döneminden daha rahat bir şekilde yaşadılar.
Ahnef bin Kays tarafından gönderilen fetih haberi ve ganîmetler hazret-i Ömer'e ulaştığında,
müminleri câmide toplayıp, gelen mektubu herkesin huzûrunda okuttu. Sonra, şu hutbeyi îrâd
etti:
"Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Resûlünü hak din ile gönderdiğini, O'na tâbi olanların dünyâ
ve âhiret hayırlarına kavuşacaklarını vâd etti ve meâlen şöyle buyurdu: "O Allahü teâlâ
peygamberini, müşrikler istemese de bütün dinlere gâlip kılmak için, hidâyetle (Kur'ân-ı
kerîmle) ve hak dinle (İslâmiyet'le) gönderdi."(Tevbe sûresi: 33). Bu vâdini yerine getiren ve
İslâm ordusunu muzaffer kılan Allahü teâlâya hamdolsun. Şunu iyi bilin ki, mecûsî devleti
yıkılmış, mahvolmuştur. Artık onlar müslümanlara zarar verebilecek bir karış toprağa bile
sâhip değillerdir. Muhakkak ki, Allahü teâlâ sizin nasıl hareket edeceğinizi görmek, sizi
imtihân etmek için onların mallarını, mülklerini ve halkını sizin emrinize vermiştir. Allahü
teâlâ vâdini yerine getirir. Sakın hâlinizi değiştirmeyin. Yoksa Allahü teâlâ sizin yerinize
başkalarını getirir. Şüphesiz ben bu ümmet hakkında, arasında çıkacak fitneden korkarım."
Hazret-i Ömer'in şehâdetinden sonra, mecûsîler, Yezdicürd'ün kışkırtmasıyla yaptıkları
andlaşmayı bozdular. Hazret-iOsman bunun üzerine, Horasan bölgesine İbn-i Âmir
komutasında bir ordu gönderdi. İbn-i Âmir, bölgeyi tanıdığı için Ahnef bin Kays'ı öncü
birliklerin komutanı yaptı. İslâm ordusu kısa zamanda isyânı bastırdı ve fethedilmeyen diğer
yerleri de ele geçirdi.
Ahnef bin Kays, 686 (H.67) senesinde Kûfe'de vefât etti. Cenâze namazını Mus'ab bin Zübeyr
kıldırdı. Kûfe sırtlarındaki Seviyye semtine Ziyâd bin Ebîh'in kabri yanına defnedildi. Defin
esnâsında orada bulunan Abdurrahmân bin Ukbe şöyle anlatır: "Ahnef bin Kays'ın Kûfe'deki
cenâzesinde bulundum. Kabre ben de indim. Kabri düzelttiğim zaman, alabildiğine
genişlediğini gördüm. Bu durumu arkadaşlarıma haber verdim. Fakat onlar benim gördüğümü
görmediler."
Ahnef bin Kays buyurdu ki:
"Ben şu hususlara çok dikkat ederim. Bunları, istifade edeceklere söylerim. Başkasına değil.
Birincisi; beni aralarına almak istemeyenlerin aralarına girmem. İkincisi; beni çağırmayan
makam ve mevki sahiplerinin kapısına gitmem. İnsanların muhtâc oldukları şeyi bana
bağışlamalarını uygun görmem."
"Size, sıkıntısı ve zorluğu olmayan, övülecek bir şey söyleyeyim mi? Güzel ahlâk, çirkin ve
beğenilmeyen şeyi terk etmek. En kötü hastalık da; alçak ve düşük ahlâk, çirkin sözleri
söylemekdir."
"Şerefli ve asil kimse, sözünde durur. Akıllı olan, yalan söylemez. Mümin olan, gıybet
etmez."
"Edep ve fazîlet sahiplerine göre; babalar, çoluk çocuğuna, ölüler dirilere, sırf Allahü teâlânın
rızâsı için, iyi ve faydalı şeyler hazırlamaktan daha üstün bir şey bırakmamıştır."
"Çok gülmek, heybeti; çok şaka, vakar ve şahsiyeti giderir. İnsan ne ile beraberse, onunla
bilinir. Meselâ bir kimse çok güler ve şaka yaparsa, hafîf olarak bilinir."
"Bizim bulunduğumuz yerde kadınlardan, yiyecek ve içeceklerden konuşmayınız. Çünkü, en
sevmediğimiz kimse, avret yerlerinden ve yiyip içtiğinden bahsedenlerdir."
"Kişinin, sevdiği yemeği terkedebilmesi, ağırbaşlılık ve şahsiyet yüksekliğindendir."
Ahnef bin Kays'a hilmin ne olduğunu sordular. Cevap olarak;
"Alçak gönüllü ve sabırlı olmak." buyurdu.
"Bir kimse bana düşmanlık etse, ben ona şu üç halden biriyle karşılık veririm. Bu kimse
benden yaşlı ise ona saygı duyar, karşılık vermem. Benden küçük ise onun için kötü muâmele
yapmaya tenezzül etmem. Akranım ise ona af ve iyilikle muâmele ederim."
"Bir söze sabretmeyen çok söz işitir."
"Hasetçi kimse için rahat yoktur."
"Mürüvvet; güzel dostluk, doğru konuşmak, her yerde ve her an Allahü teâlâyı hatırlamaktır."
"Nice kınanan kimse vardır ki, günahsızdır."
"Edebin başı akıllıca hareket etmektir. Yapılmayan, yerine getirilmeyen sözde hayır yoktur.
Cömertlik olmayınca malın, vefâ olmayınca arkadaşın hayrı yoktur."
"Hilm, yumuşaklık bana insanlardan daha çok yardımcıdır."
"İdrâr yolundan akıp gelen insan, nasıl kibirli olur, şaşıyorum."
"Aranızdaki düşük ve bayağı kimselere ikrâm ediniz, onlara hediyede bulununuz. Çünkü
onlar, sizi dünyâda ve âhirette, utanacak duruma düşmekten ve ateşten alıkoymaktadırlar.
İnsan, utanılacak ve âteşe düşmeye sebep olan şeyleri onlarda görerek, bunlardan kendisini
korur."
"Bir sıkıntımı ve başıma gelen bir musîbeti, gözleri görmeyen âmâ birisine şikâyet ettim. Bu
durumu ona sitem ettim. Bunun üzerine beni üç defâ susturdu. Dedi ki:
"Ey Ahnef bin Kays! Başına gelen musîbeti hiçbir kula şikâyet etme. Çünkü şikâyet ettiğin
kişi, bunu söylemekle kendisini üzeceğin bir dost veya kendisini sevindireceğin bir düşmanın
olabilir."
"Allah'ım! Eğer beni bağışlarsan. Sen buna zâten lâyıksın. Eğer azâb edersen ben de buna
zâten lâyıkım."
Ona; "Ey Ahnef bin Kays! Sen çok yavaşsın." denildi. Buyurdu ki:
"Fakat üç şeyde acele ediyorum. Namaz vakti geldiğinde, hemen vaktinde kılarım. Cenâzem
var ise, zamânında defnederim. Kızımı dengi isteyince, onunla evlendiririm."
"Arkadaşlık çok ince bir şeydir. Onu korumazsan zarar gelebilir. Dâimâ kızgınlığın
zamânında kendine sâhip olarak onu koru ki, sana haksızlık eden gelip, senden özür dilesin.
Olan ile yetin. Fazlasını arama. Akadaşının kusuruna bakma."
Hazret-i Muâviye, Ahnef bin Kays'ı yanına çağırdı. Gelince;
"Ey Ebü'l-Bahr! Çocuklar hakkında ne dersin?" diye sordu. Ahnef bin Kays hazretleri; "Onlar
gönlümüzün meyveleridir. Onlara her türlü şefkat ve kolaylığı gösteriniz. Onların sevgi dolu
hareketlerinden memnun ol. Onlara bir şeyi zorlaştırma. Bu yüzden onları hayatlarından
bezdirip, usandırma!" buyurdu.
"Şu üç hususa tahammül etmek, arkadaşlık haklarındandır: Kızıldığında, azarlandığında, dil
sürçmelerinde."
#.&!"6$3E&&#.&&$)")4,"&&:"?,"%(&&:16$%$%
Yezdicürd, Ahnef bin Kays'a mağlûb olup, hâkanla Türk ülkesine geri dönerken, Çin
hükümdârına bir elçi gönderdi. Elçi, mektûbunu ve hediyelerini Çin hükümdârına sundu. Çin
hükümdârı elçiye;
"Hükümdârların birbirlerine yardımda bulunması karşılıklı vazifeleridir. Ancak sen bana, sizi
memleketinizden çıkaran kimselerin ahvâlini anlat. Görüyorum ki, sen sayı bakımından
onların az, sizin ise çok olduğunuzu söylüyorsun. Az olmalarına rağmen size gâlip gelmeleri,
onlarda, sizde bulunmayan bir takım iyi hasletlerin bulunduğunu göstermektedir." deyince,
elçi;
"Siz onlar hakkında soracağınız şeyleri sorun, ben de cevap vereyim." dedi. İmparator;
"Bu insanlar ahde vefâ gösteriyorlar mı?" diye sorunca, elçi;
"Evet" cevâbını verdi. "Sizinle savaşmadan önce, size ne teklif ediyorlar?" diye sorduğunda;
"Bizi şu üç şeyden birisine dâvet edip, istediğimizi kabûl etmekte serbest bırakıyorlar. Ya
dinlerini kabûl etmek, ya cizye vermek veya savaşa râzı olmak." dedi. İmparator yine;
"Onların komutanlarına itâatleri nasıldır?" diye sorduğunda;
"Onlar komutanlarına son derece itâat ederler ve bağlılık gösterirler." diye cevap verdi.
"Onlar neyi haram, neyi helâl kılıyorlar? Kendilerine helâl edileni haram, haram edileni de
helâl kılıyorlar mı?" diye sordu. Elçi;
"Hayır" cevâbını verince, imparator;
"İşte bu insanlar, kendilerine haram kılınanı helâl, helâl kılınanı da haram kılmadıkça hiç bir
şey onları mağlûb edemez." dedikten sonra, Yezdicürd'e şu mektubu yazdı:
"Şâyet elçinden bâzı bilgiler öğrenmemiş olsaydım, sana Merv'den Çin'e kadar uzanan bir
ordu gönderirdim. Fakat elçinin anlattığı bu kavim, bu halleriyle dağlar üzerine hücûm
etseler, dağları devirirler. Onlardaki îmân gücünü kimse yenemez. Eğer benim üzerime
gelseler, beni de yok ederler. Sana tavsiyem, onlarla sulh yapman ve ülkende kalman,
kesinlikle onları tahrik etmemendir."
1) Târih-ül-Ümem vel-Mülûk; c.4, s.309
2) Vefeyât-ül-A'yân; c.2, s.249
3) Mu'cem-ül-Udebâ; c.19, s.297
4) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.2, s.93, c.3, s.110, 112, c.7, s.97, 99
5) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.1, s.191
6) Fütûh-ül-Büldân; s.342, 410
7) Metâli-ün-Nücûm; c.2, s.150
8) Ikd-ül-Ferîd; c.1, s.32, 56, 91, 116, 124
9) El-Bidâye ven-Nihâye; c.8, s.326
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.1, s.219
11) Nihâyet-ül-Ereb; c.7, s.239
12) Cemheretü Hutab-il-Arab; c.1, s.451
13) El-A'lâm; c.1, s.276
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.345

20 Mart 2014 Perşembe

AHNEF EL-HEMEDÂNÎ

AHNEF EL-HEMEDÂNÎ;
Hemedan'da yetişen evliyânın meşhurlarından. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir.
Hayâtı hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Bir halini kendisi şöyle anlatmıştır: "Bir
defâsında çöle çıkıp yalnız başıma kaldım. Ellerimi açıp, Allahü teâlâya şöyle duâ ettim:
Yâ Rabbî ben zayıfım, sen her şeye kâdirsin. Senin ziyâfetine (Kâbe'yi ziyârete) gitmek
isterim. Böyle duâ edince gönlüme seni kim dâvet etti? diye suâl geldi.Sonra yâ Rabbî! Kâbe
öyle bir yerdir ki, oradaki sâlih kullarının hürmetine bana da orada bulunma nasîb olur diye
duâ ettim. Bu sırada âniden bir ses duydum. Baktım ki arkamdan biri bana sesleniyor. Deveye
binmiş birisi idi. Bana; "Nereye gidiyorsun?" dedi."Mekke'ye." dedim. "Seni kim davet etti?"
dedi. "Bilmiyorum." dedim. "Peki böyle yola çıkmak güç kuvvete bağlıdır." deyince,
"Öyledir, fakat ben tufeylî olarak, beni sevenlerin yanında geldim." dedim."Ne güzel
tufeylîlik ve dost sevgisi! Haydi yürü sana yol açıldı." dedi. Sonra devesini gösterip;
"Bu devenin hakkından gelebilir misin?" deyince, "Evet!" dedim. Deveden inip bana teslim
etti. Haydi bin Kâbe'ye doğru yola devâm et." dedi.
1) Nefehât-ül-Üns (Osmanlıca); s.128
2) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.46

AHMEDÜ BAMBA

AHMEDÜ BAMBA;
Senegal'de Mürîdiye tarîkatının kurucusu. Büyük ilim ve fikir adamı. 1850'de M'Backe
köyünde doğdu. 1927'de Tûbâ köyünde vefât etti.
Doğduğu köy olan M'Backe'yi büyük dedesi Mame Maram 1772 yılında kurmuştu. Mame
Maram burada Kur'ân-ı kerîm ile dînî ve naklî ilimlerin okutulduğu bir medrese inşâ ettirdi.
Oğlu Mame Balla burada okudu ve dînî ilimlerde yükseldi. Mame Balla ise oğlu Momar'ı
Bamba'da Ahmedü adında din ve fen ilimlerinde yüksek fazîletli bir hocanın derslerine
göndermişti. Momar, öğrenimini bitirip köyüne döndükten sonra doğan çocuğuna hocasının
hâtırasına Ahmedü Bamba adını verdi.
Babası küçük yaştan îtibâren Ahmedü Bamba'nın yetiştirilmesi, terbiyesi ve tahsîli için büyük
bir îtinâ gösterdi. Özel hocalardan dersler aldırdı. Ahmedü Bamba 9 yaşına geldiğinde bölge
Fransızlar tarafından işgâl edildi. Pekçok köyle birlikte M'Backe de yıkıma ve talana uğradı.
Momar da âilesini alarak Rip'te Porokhane köyüne yerleşti. Bu sırada Fransızlara karşı cihâd
hareketini başlatmış bulunan Maba Diakhu Porokhane'de bir medrese kurdu ve eğitimin
başına buraya gelen Momar'ı tayin etti.
Öte yandan Cayor'da Fransızlara karşı savaşan Lot Dior memleketini terketmek zorunda
kalmıştı. Maba Diakhu tarafından kabûl edilen Lot Dior bu sırada Momar'la da iyi bir dostluk
kurdu. Lot Dior yapılan antlaşma ile 1871 yılında yeniden Cayor'un idâreciliğine getirilince,
Momar'a da kâdılık teklif etti. Ancak bu teklifi kabûl etmeyen Momar, Diorbel yakınlarındaki
Pator köyüne yerleşti. 1874 yılına kadar burada kaldı. 1874'te Cayor'a giderek burada daha
önce yıkılan köylerinin hatırasına M'Backe-Cayor köyünü kurdu. 1880'de ölümüne kadar
burada kalan Momar bu süre zarfında bilhassa oğlu Ahmedü Bamba'nın tahsîliyle meşgûl
oldu. Onu Arapça, tefsîr ve fıkıh bilgisi bakımından mükemmel bir hâle getirdi. Ahmedü
Bamba ilimde yükseldikçe dînimizin emir ve yasaklarına uyması da fazlası ile artıyordu.
Babasının vefâtından sonra kendisine kâdı olması teklif edildi ise de kabûl etmedi. Çünkü
gâyesi, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerine gidip, tarîkat yolunda ilerlemekti. Bu maksatla
Saint Louis'e giderek o sırada Batı Afrika'nın en meşhur tarîkatı olan Kâdiriyyenin halîfesi
El-Hâc Kamara'ya bağlandı. Sonra bu hocasının işaretiyle meşhûr Kâdirî şeyhi Sidya'nın
sohbetlerine kavuşmak üzere Moritanya'ya gitti. Ahmedü Bamba, Şeyh Sidya tarafından çok
iyi karşılandı. Ondaki kâbiliyet, zekâ ve istidâdı gören Şeyh Sidya, bu talebesi ile yakından
ilgilendi. Şeyh Sidya'dan tasavvuf, akâid, Mâlikî fıkhı ve Sahîh-i Buhârî okuyan Ahmedü
Bamba, tarîkat makâmlarında da kemâl derecesine kavuştu. Şeyh Sidya kendisine icâzet,
diploma vererek Volof bölgesine halîfe tâyin etti.
Ahmedü Bamba Senegal'e döndüğünde, Lot Dior ile Fransızlar arasındaki savaş kızışmıştı.
Ancak Ahmedü Bamba hocasının tavsiyesi ile harbe girmek yerine talebe yetiştirmeye kararlı
idi. Bu sebeple büyük merkezlerden uzak kalmaya dikkat ederek, Darau-Marnâne adıyla bir
köy kurdu. Onun köyde inşâ ettiği bir dergâhta ders verdiğini duyan ilim tâlipleri buraya akın
etmeye başladı. Bir süre sonra buranın ihtiyâca cevap vermediğini gören Ahmedü Bamba
hazretleri, Baol'da Tûbâ köyünü kurdu (1886). Talebeleri ve bağlıları gün geçtikçe artıyordu.
Bu sırada Baol ve Colof'ta siyâsî karışıklıklar başgöstermişti. Fransızlar bu karışıklıklardan
Ahmedü Bamba'yı sorumlu tutmaya başladılar. Şeyh hazretleri 1891'de başkent Saint Louis'e
giderek kendisinin fakir bir derviş olduğunu ve müridlerin eğitimiyle uğraşmaktan başka bir
gâyesi bulunmadığını belirtti. Buna rağmen Fransızlar tarafından Baol tahtının iddiâcısı
şeklinde takdim edildi. Mahallî yöneticiler, merkezî idâreye Ahmedü Bamba ile
mensuplarının büyük bir tehlike arzettiği yolunda raporlar sundular.
Bu durum üzerine Ahmedü Bamba Colof'a giderek orada da Tûbâ adını verdiği yeni bir köy
kurdu. Fakat etrafında toplanan talebe halkasının burada da artması sömürge yönetimini iyice
rahatsız etti. Müridlerini dağıtması için kendisine baskı yapılmaya başlandı. Bu istekleri
reddetmesi üzerine 1895'te tutuklanarak Saint Louis'e götürüldü. Oradan Gabon'a sürüldü.
Mayombe Adasında uzun yıllar Hıristiyanlaştırılmış halk arasında sürgün yaşadı. Bu sırada
pekçok eser kaleme aldı. 1902'de serbest bırakıldı ise de ertesi yıl yeniden tutuklandı. Bu defâ
Moritanya'ya sürüldü.
Ancak Ahmedü Bamba hazretlerinin tutuklanması, sürgün hayâtına mahkûm edilmesi
olayların durmasını sağlamadı. Aksine daha da alevlendi. Şeyh hazretlerini sevenlerde yer yer
şiddet hareketlerine varan gösteriler düzenlediler. Kimse vergisini vermez oldu. Ahmedü
Bamba hazretleri sürgünde bulunduğu müddetçe kitapları elden ele geziyor ve kendisini
sevenlerin sayısı çığ gibi artıyordu. Sanki o sürgünde değil de müridlerinin her an yanında
bulunan, onlara her an vâzü nasîhat eden bir derviş idi. Bu hâli gören Fransız otoriteleri
Ahmedü Bamba'nın kendi hâlinde bir derviş olduğu ve siyâsî olaylarla ilgisi bulunmadığı
yolundaki sözlerine inanmaya başladılar. Bu sebeple Birinci Dünyâ Savaşı öncesinde
kendisini serbest bıraktıkları gibi, din işleriyle ilgili şûrâ meclisinin üyeliğine tâyin ettiler.
Ayrıca kendisini Legion d'Honneor nişânıyla taltif ettiler ise de, Ahmedü Bamba bunu kabûl
etmedi.
Ahmedü Bamba hazretleri hayatının son döneminde pekçok köyde ve şehir merkezlerinde
dergâh ve zâviyeler kurarak mürîdlerinin eğitimi ve ilim yayma işiyle meşgûl oldu. 19
Temmuz 1927'de vefât eden Ahmedü Bamba hazretleri Tûbâ köyünde defnedildi.
Ahmedü Bamba mezhepsizlik ve Vehhâbîlik gibi Ehl-i sünnet olmıyan yolların ortaya çıktığı
o devrede her işinde tasavvufî kaynaklara başvurdu. Ehl-i sünnet istikâmetinden ayrılmadı.
Yirmiyi aşkın eserinden bâzıları şunlardır: Hadâiku'l-Fedâil, Celîbetü'l-Merâgib,
El-Cevherü'n-nefîs, Mesâlikü'l-Cinân, Mecmûu'l-Müfîd, Sefînetü'l-Emân, Celîbetü's-Saâde ve
Mevâhibü'n-Nebî.
1) İslâm (Fazlurrahmân; Tercümesi, Mehmed Dağ-Mehmed Aydın; s.200-203
2) İslâm Ansiklopedisi; (T.C. Diyânet Vakfı Yayını); c.2, s.172-173

AHMEDULLAH

AHMEDULLAH;
Evliyânın meşhûrlarından. Hazret-i Osman'ın soyundandır. Evliyânın büyüklerinden meşhûr
İslâm âlimi Muhammed Senâullah Pânipütî hazretlerinin büyük oğludur. Doğum târihi
bilinmemektedir. 1784 (H.1198) de Pânipût'ta vefât etti. Tasavvufda Mazhâr-ı Can-ı Cânân
hazretlerinin meşhûr talebelerinden ve halîfelerindendir.
Önce babasından ve diğer âlimlerden ilim öğrendi. Bu hususta büyük gayretler gösterdi.
Tahsîli sırasında ilim öğrenmek için çok çalıştı. Gecelerini kitap okumakla ve öğrenmekle
geçirirdi. Kendini ilme o derece vermişti ki, yeme, içme aklına gelmezdi. Kırâat ve tecvid
ilminde mütehassıs oldu. Her gün yirmi bir cüz Kur'ân-ı kerîm okurdu.
Tasavvufta Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin derslerinde ve sohbetlerinde yetişti. Kalbin
temizlenmesinde ve insanın olgunlaşmasında büyük tesiri ve faydası olan "Lâ ilâhe illallah"
zikrini çok yapardı. Günde otuz beş bin defâ söylerdi. Tasavvufta kemâle erdikten sonra,
hocası ona icâzet vererek insanlara rehberlik etmekle vazîfelendirdi. İnsanların, Peygamber
efendimizden naklen bildirilen ve doğru îtikâd olan Ehl-i sünnet îtikâdını öğrenmelerine ve
dînin emirlerine uymalarına vesîle olmuştur. Bu hususlarda rehberlik yapmıştır.
Babası Senâullah-ı Pânipütî büyük bir tefsîr âlimi olup Tefsîr-i Mazharî adında on cildlik çok
kıymetli bir eseri vardır. Oğlu Ahmedullah kendisinden önce vefât etmiştir. Vefât ettiğinde 30
yaşında idi. Bu hususta şöyle buyurmuştur: "Oğlum öleli otuz sene oldu. Bu oğlumu çok
severdim. Allahü teâlâ sevdiği kullarına gayretinin çokluğundan, gönüllerinde kendi
muhabbetinden başka sevgi bulundurmayı istemez. Bunun için bu oğlumu dünyâdan aldı.
Kalbimde Allah sevgisinden başka sevgi bırakmadı."
Hocası Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretleri Ahmedullah'a yazdığı bir mektubunda şöyle
buyurmuştur: "Bu güne kadar size teveccühde kusur olmadı. Bundan sonra da olmayacaktır.
Her gün ilerlemektesiniz. Kemâlât-ı risâletin tecellîleri zaman zaman görünüyor. Sabah ve
akşam irşâd halkası yapmanıza çok sevindim. Ümidim arttı. Allahü teâlâ iki cihân futûhatı
ihsân eylesin."
Ahmedullah hazretleri, çok kuvvetli ve cesur idi. Kafirlerle cihâd etmiştir. Bir defâsında bir
grup eşkıyâ, hizmetçisini çevirip eşyâsını almıştı. Durum arzedilince peşlerinden gidip yirmi
atlı eşkıyâyı yenerek eşyâları geri almıştır.
1) Makâmât-ı Mazhariyye; s.96

19 Mart 2014 Çarşamba

AHMED ZİYÂÜDDÎN EFENDİ

AHMED ZİYÂÜDDÎN EFENDİ
Âilesi ve nerede doğduğu hakkında bilgi bulunamayan Ahmed Ziyâüddîn Efendi, uzun bir
süre tabur imamlığı yaptıktan sonra emekliye ayrıldı. Medîne-i münevvereye hicret edip kırk
sene Resûlullah efendimizin kabrinde hizmet etti. Sonra İstanbul'a gelip Ahmed Ziyâüddîn
Gümüşhânevî'nin halîfesi Şeyh Hasan Hilmi Efendiye talebe oldu. Kısa sürede büyük
derecelere kavuşup halîfesi oldu. 1921 yılında vefât ettikten sonra İstanbul Süleymâniye
Câmii avlusundaki Gümüşhânevî'nin halîfelerine âit olan mezarlığa defnedildi.
AHMED ZİYÂEDDÎN GÜMÜŞHÂNEVÎ (Bkz. Ziyâeddîn Gümüşhânevî)

AHMED BİN ZEYD

AHMED BİN ZEYD;
Tasavvuf ehli ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ahmed bin Zeyd bin Ali bin Hasan bin
Atıyye eş-Şâvirî'dir. Künyesi Ebü'l-Abbâs'dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1390 (H.793)
senesinde bid'at ehli tarafından şehîd edildi. Yemenlidir. Haramlardan, şüpheli şeylerden
sakınması ve üstün ahlâkı ile tanınmıştır. Yaşayışı çevresindeki insanlara tam bir örnek idi.
Bu sebeple çok sevilen, sözü dinlenilen ve çevresinde kendisine mürâcaat edilen bir âlim idi.
Bütün işi ve maksadı Eshâb-ı kirâmın Peygamber efendimizden naklen bildirdiği îmân ve
ibâdet bilgilerini, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymak, insanlara anlatıp öğretmek idi. Din ile
alâkası olmayan iş ve davranışların, bid'atlerin dîne sokulmaması için çok gayret gösterirdi.
Bid'at ehli ile mücâdele eder, insanların inancını bozmamaları için çok çalışırdı. Bulunduğu
bölgede bid'at fırkalarından Zeydîler çok yaygın ve hâkim idiler. İnsanların Sünnet-i
seniyyeye yapışmalarını, İslâmiyeti doğru olarak öğrenmeleri ve öğrendikleri doğru bilgilere
göre amel etmeleri, bid'atlerden ve bid'at ehlinden sakınmalarını gâyet güzel anlatan bir kitap
yazmıştı. Bu kitabı yazması sebebiyle bid'at ehli ona düşmanlık besledi. Bid'at ehlinden olan
Muhammed bin Ali Mehdevî adında bir vâli kalabalık bir askerle birlikte, Ahmed bin Zeyd'in
bulunduğu yere geldi. Ahmed bin Zeyd'in evine hücûm etti. Herhangi bir karşılıkta
bulunmadıkları hâlde, Ahmed bin Zeyd'i, oğlu Ebû Bekr'i, çoluk-çocuğunu ve onu
sevenlerden bir kısmını şehîd ettiler. Evinde pekçok mal vardı. Bu mallar halka âit idi. O
havâlide herkesin îtimâd edip güvendiği bir zât olduğu için, halk, mallarını onun yanına
emânet olarak bırakıyorlardı.
Vâli Muhammed bin Ali Mehdevî, Ahmed bin Zeyd hazretlerini şehid ettikten sonra âkıbeti
çok kötü oldu. Bir gün katıra binmişti. Katır, yolda giderken birdenbire ürküp, vâliyi
üzerinden yere attı. Vâlinin ayaklarından birisi üzengiye takılıp kaldı. Katır, koştukça
koşuyordu. Vâliyi de yerde sürükleyerek götürüyordu. Bir müddet katırı kimse yakalayamadı.
Ancak büyük bir çabadan sonra yakalayabildiler. Ona, katırın niçin ürküp kaçtığı
sorulduğunda, şöyle anlattı: "Âniden Ahmed bin Zeyd'i gördüm. Katırın karşısına çıkıp, eliyle
katıra işâret etti. Bunun üzerine katır birdenbire süratle kaçmaya başladı ve beni üzerinden
düşürdü." dedi. Vâli yaralı hâlde bir müddet yattı ve sonra öldü.
Bu hâdise Ahmed bin Zeyd hazretlerinin şehit edilmesinden bir ay kadar sonra vukû buldu.
Âlimlerden bir zât, Ahmed bin Zeyd'i şehîd edildikten sonra rüyâsında bu zâtın elinde bir
kâğıt üzerinde şöyle bir beyit yazılı olduğunu görmüş:
"Günler bizim lehimize dönünce, onların da aleyhinde olan günler gelecek (cezâlarını
görecekler)."
1) Câmi-u Kerâmât-il Evliyâ; c.1, s.318
2) Tabakât-ul-Havvâs; s.24
3) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.9, s.363

AHMED-İ ZERRÛK

AHMED-İ ZERRÛK;
Evliyânın büyüklerinden ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Ahmed olup, babasının ismi
Ahmed'dir. Nisbetleri el-Bernesî el-Fâsî'dir. Zerrûk ismiyle meşhurdur. Künyesi Ebü'l-Fadl,
lakabı Şihâbüddîn'dir. 1442 (H.846) senesinde Fas'da doğdu. 1493 (H.899)da Batı Trablus'un
Tekrîn nâhiyesinde vefât etti. Doğmasından iki gün sonra annesi, beş gün sonra da babası
vefât etti. Fıkıh ilminde âlim bir kadın olan ninesi, onu himâye edip büyüttü. On yaşında
Kur'ân-ı kerîmi ezberledi ve terzilik sanatını öğrendi. On altı yaşında kırâat ilmini öğrendi.
Bu hususta Ali Satî'den ve Abdullah Fahhâr'dan ders aldı. Bundan sonra da tasavvuf (ahlâk)
ilmini öğrendi. Risâlet-ül-Kudsiyye ve Akâid-i Tûsî adlı eserleri Şeyh Abdürrahmân
el-Meczûlî'den okudu. Yine bu hocasından Sahîh-i Buhârî'yi, Câmi-ut-Tirmizî'yi okuyup fıkıh
ilmini öğrendi. Ayrıca zamânının meşhûr âlimlerinden pekçok zâtın sohbetinde bulundu.
İlim öğrenmek için çok seyahat yaptı. Mısır'a gidip, Kâhire'de bir müddet ikâmet etti. Hacca
gidip, bir süre de Medîne'de mücâvir olarak kaldı. Defâlarca hacca gitti. Çok kerâmeti
görülen evliyâ ve âlim bir zât idi. Çok sayıda talebe yetiştirdi.
Buyurdu ki: "Hakka kavuşmak için, yeryüzünün doğusunu ve batısını gezip dolaştım. Allahü
teâlânın rızâsına ermek için, nefsin terbiyesinde bilinen her sebebe yapıştım. Mümkün olan
her yola başvurdum. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için her neye sarıldıysam, beni Allahü
teâlâdan uzaklaştırdı. Nihâyet her hususta Allahü teâlâya sığındım. Sonunda gördüm ki;
sebeplere güvenmemek, mutlak olarak Allahü teâlâya teslim olmak lâzımdır."
Tasavvuf sarhoşluğu ile söylenen sözler hakkında bir soru sorulduğunda buyurdu ki: "Vecd
ve hâl sâhipleri kendilerinden geçip şuurlarını kaybederlerse, sözlerinde ve işlerinde mazur
olurlar. Fakat bu tasavvuf sarhoşluğu kendiliğinden olmayıp, akılları başlarında ise şuurları
yerinde ise, mazur olmazlar ve günaha girerler. Şuursuz oldukları zaman, ibâdetleri
kaçırmaları günah olmaz ise de, akılları başlarına gelince, kaçırdıkları ibâdetleri hemen kazâ
etmeleri lâzımdır. Çünkü bu şuursuzluğa, akıllarının başlarından gitmesine kendileri sebeb
olmuştur. Böyle tasavvuf sarhoşlarının, dîne uymayan sözlerine ve işlerine başkalarının
uymaları câiz değildir. Kendileri günaha girmezlerse de bunlara uyanlar günaha girerler."
Bir sohbeti esnâsında ilimler hakkında şöyle buyurdu: "Akâid ilmi ile îmân bilgileri, fıkıh
ilmi ile dînin emir ve yasakları öğrenilir. Tasavvuf ilmi ile ise, kalbi kötü düşüncelerden
temizleyerek ihsan mertebesine kavuşulur. İhsân, Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmektir.
Îmân bilgileri öğrenildikten sonra, önce fıkıh bilgileri öğrenilir. Bununla iktifâ edip, mânevî
hâllerden ve ilimlerden mahrum kalınmaz. Bunun için kalbi kötü düşüncelerden kurtaracak
ve temizleyecek tasavvuf bilgileri öğrenilir. Fıkıh ile tasavvufun her ikisinden de pay
almalıdır. İmâm-ı Mâlik "Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar. Zındık olur.
Fıkıh öğrenip, tasavvuftan haberi olmayan bid'at sâhibi yâni sapık olur. Her ikisini edinen
hakîkate varır." buyurdu.
Ahmed-i Zerrûk buyurdu ki:
"Nefsin hastalıklarını tedâvî eden şeylerin aslı beştir: 1) Az yemek, mîdeyi fazla
doldurmamak, 2) Başa gelen işlerden Allahü teâlâya sığınmak, 3) Fitne yerlerinden kaçmak,
4) Devâmlı istiğfâr ve Resûlullah efendimize salat ve selâm okumak, 5) Allahü teâlânın
emirlerini yerine getirmeye, rızâsını kazanmaya çağıran kimse ile berâber olmak."
Zamânımızdaki insanlar şu beş şeye tutulmuşlardır: 1) Cehâleti, ilme tercih etmek, 2) İşlerde
kızmak, 3) Mânevî perdelerin hemen açılmasını istemek, 4) Bid'ati (dinde sonradan ortaya
çıkan şeyleri), sünnet-i seniyyeye tercih etmek, 5) Nefsin arzu ve isteklerine göre hareket
etmek.
Pekçok eser yazmış olup, bir kısmı şunlardır: 1) Kavâid-üt-Tasavvuf, 2) İ'tinâ-ül-Fevâid,
3) Şerhu Muhtasar-ı Halîl; Mâlikî mezhebi fıkıh bilgilerine dâirdir. 4) Te'sîs-ül-Kavâid:
Tasavvuf ile ilgilidir. 5) Şerhu Hızb-ül-Bahr-ul-Kebîr; Ebü'l-Hasan Şâzilî'nin
Hızb-ül-Bahr adlı eserinin şerhidir. 6) Şerh-ul-Hakâik ved-Dekâik, 7- Şerhu
Esmâ-ül-Hüsnâ, 8) Şerhu Merâsıd; tasavvufla ilgilidir. 9) En Nasîhat-ül-Kâfiye,10)
İânet-ül-Müteveccihil-miskîn alâ Tarîk-il-Feth vet-Temkîn, 11- El-Kavâid fit-Tasavvuf,
12) Mush-ul-Enfâ', 13) El-Cennetü lil-Mu'tasım, 14) Uddet-ül-Mürîd-üs-Sâdık. Ayrıca
hadîs ilmine dâir bir eseri, şiirleri de vardır.
Ahmed-i Zerrûk; "Yolumuzun esâsı nedir?" diye soran birisine şöyle cevap verdi:
"Yolumuzun esâsı beştir. 1) Gizlide ve açıkta Allahü teâlâdan korkmak, haramlardan, yasak
ettiklerinden sakınmak. 2) Söz ve hareketlerde Sünnet-i seniyyeye uymak, 3) İnsanlardan
birşey beklememek, 4) Fakirlikte ve zenginlikte Allahü teâlânın takdirinden râzı ve hoşnud
olmak, 5) Genişlikte ve darlıkta Allahü teâlâya yönelmek.
Takvâ: Allahü teâlâya yönelmek ve doğruluk ile; Sünnet-i seniyyeye uymak, kendini
muhâfaza etmek ve güzel ahlâk ile; insanlardan bir şey beklememek, sabır, tevekkül ile;
Allahü teâlâdan gelene rızâ göstermek, kanâat ve tefviz (helâl şeyleri elde etmekte sebeplere
yapışıp, bunlara kavuşmayı Allahü teâlâdan beklemek) ile; Allahü teâlâya dönmek, genişlikte
O'na hamd ve şükür etmek, darlıkta O'na sığınmak ile olur. Bunlara erişebilmek için de; 1.
Yüksek gayret sâhibi olmak, 2. Allahü teâlânın emirlerini yerine getirip, yasaklarından
sakınmak, kulluk vazîfelerini iyi yapmak lâzımdır.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.155
2) Neyl-ül-İbtihâc (Ed-Dîbâc-ül-Müzehheb Kenarında); s.84
3) El-Bustân fî Zikri Evliyâi ve Ulemâi Tilmsân; s.45
4) Ed-Dav-ül-Lâmi; c.1, s.222
5) El-A'lâm; c.1, s.9
6) Merec-ül-Bahreyn; s.64
7) Şezerât-üz-Zeheb; c.7, s.363
8) Mu'cem-ül-Matbuat; s.965
9) Brockelman; Gall: 2, s.253, Supp: 2, s.360
10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.428, 596, 1146
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.170

5 Şubat 2014 Çarşamba

AHMED EZ-ZÂHİD

AHMED EZ-ZÂHİD
Mısır evliyâsından, fıkıh âlimi. İsmi Ahmed, babasınınki Süleymân'dır. Zâhid diye tanındı.
Doğum târihi ve yeri belli değildir. 1417 (H.820) senesinde vefât etti. Ders verdiği câminin
bahçesine defn edildi.
Ahmed Zâhid küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Şeyh Hasan Şüsteri ve zamânında bulunan
büyük velîler ile görüşüp onların sohbetlerinde yetişti. Birgün mektebe giderken, yolda
Allahü teâlânın evliyâ kullarından sâlih bir zât ile karşılaştı. O zât Ahmed Zâhid'den yiyecek
bir şey istedi. Maksadı bir şey istemek değil, onunla konuşmak idi. Kahvaltıda yiyeceğini o
zâta verdi. O zât da; "Ey Ahmed! Allahü teâlânın izni ile sen kısa zamanda yetişerek,
zamânının büyük velîlerinden olursun. Cömerdliğin, eli açık bir kimse olman sebebiyle
Allahü teâlâ yüksek dereceler ihsân eder. Zâhid lakabıyla anılırsın. Maksem bölgesinde senin
için bir câmi inşâ edilir. Bu câminin inşâsı sırasında seni anlayamayan bâzı zavallılar sana
îtirazları yüzünden Allahü teâlâ tarafından cezâlandırılırlar. Sen Mısır'ın her tarafında
parmakla gösterilen büyüklerden olursun. Senin vâsıtan ile çok kimse, âlî derecelere, yüksek
makamlara kavuşurlar." buyurdu. Bu zâtın söyledikleri zamanla çıktı. Bundan sonra Ahmed
Zâhid o zâtla ne kadar görüşmek istedi ise de nasîb olmadı.
Ahmed Zâhid, kâbiliyeti ve üstün gayretleri ile kısa zamanda yetişerek kemâle geldi. İlmi ile
âmil olan âlimlerin büyüklerinden, tasavvuf yolunda bulunan yüksek derece sahiplerinin
üstünlerinden oldu. Tasavvuf ehli arasında kendisi için, zamânında bulunan evliyânın
Cüneyd-i Bağdâdî'si denirdi.
Ahmed Zâhid hazretlerinin ders verip sohbet etmesi, insanlara dînimizin emir ve yasaklarını
anlatması için bir câmi yapılmasına karar verildi. Bu hazırlıklar yapılırken, sultanın yakın
adamlarından Cemâleddîn isimli birisi, Ahmed Zâhid'e karşı uygun olmayan düşünceler
içinde idi. Câminin inşâsına mâni olmak istedi. Ahmed Zâhid buna çok üzüldü. Diğer taraftan
bir sebepten dolayı Cemâleddîn sultan tarafından hapsedildi. İnşâata devam eden ustalar,
Cemâleddîn'in hapisten çıkıp, tekrar inşâata engel olmasından çekiniyorlardı. Ahmed Zâhid
onlara iltifat edip; "Merak etmeyin. Onun cezâsı hususîdir. Câminin inşâatı bitmedikçe
çıkamaz." buyurdu. Daha böyle îtiraz edenler oldu ise de hepsi cezâlarını buldular. Câmi
tamamlandıktan sonra Ahmed Zâhid hazretleri uzun seneler bu câmide yüzlerce talebe
yetiştirdi. Binlerce kişi sohbetlerinden istifâde etti. "Ehl-i sünnet îtikâdında olan sâlih biri;
benim bu mescidime gelip iki rekat namaz kılsa ve bu îtikâd üzere vefât etse, bana kıyâmet
gününde elinden tutmam, kendisini müşkilâttan korumam ve ona şefâat etmem için izin
verildi." buyururdu.
Çok kerâmetleri görüldü. O ise, bu yüksek hallerini gizler, anlatılması îcab ettiğinde, başka
bir kimseden naklediyor gibi anlatırdı.
Ahmed ez-Zâhid hazretlerinin en önde gelen talebelerinden olan Muhammed Gamravî, bir
ara, Kâhire'ye yüz doksan kilometre mesâfede bulunan Dimyât bölgesine gitmişti. Dönüşünde
hediye olarak yanına bir kova pekmez aldı. Gemiye binmek üzere Nil Nehrinin sâhiline geldi.
Pekmez kovası da yanında idi. Orada beklerken, oradan geçen birisi kovaya takıldı, kova da
yuvarlanıp nehre düştü. Muhammed Gamravî, Kâhire'ye hocasının yanına geldiğinde, hocası;
"Hediyen nerede?" diye sordu. O da mahcûb bir şekilde;
"Efendim, size getirmek üzere bir kova pekmez almıştım. Getiremedim. Birisi takılıp, kova
nehre yuvarlandı." dedi. Bunun üzerine Ahmed ez-Zâhid hazretleri, buna iltifât ederek;
"Sen gelmeden evvel hediyen gelip bize ulaştı." buyurdu ve kendisini başka bir odaya
götürdü. Muhammed Gamravî o odada rafta, nehre yuvarlanmış olan pekmez kovasını gördü.
Kovadan hâlâ sular damlıyordu. Bu hâlin hocasının bir kerâmeti olduğunu anlayıp çok
sevindi.
Bir defâsında kendisine küçük bir çocuk getirip, bunun için duâ etmesini istediler. O da;
"Yâ Rabbî! Bu çocuğu, dünyâ hayâtında şan ve şöhret âfetinden muhâfaza et!" buyurdu. O
çocuk, bu duâ bereketiyle sâlihlerden, velî bir zât olarak yetişti.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.319
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.2, s.81
3)İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.245

27 Ocak 2014 Pazartesi

Merkez Efendi

MERKEZ EFENDİ
Osmanlılar zamânında İstanbul'da yetişen büyük velîlerden. İsmi Mûsâ olup, Merkez Muslihuddîn lakabıyla meşhûr oldu.Denizli'nin Sarhanlı köyünde, 1463 (H.868) senesinde doğdu. 1551 (H.959) senesinde İstanbul'da vefât etti.
Mûsâ Efendi, küçük yaşlarda ilim öğrenmeğe başladı. Kuvvetli bir zekâsı ve ilim öğrenmeye aşırı bir hevesi vardı. Önce kendi memleketinde, sonra Bursa ve İstanbul'daki medreselerde tahsîl yaparak; tefsîr, hadîs, fıkıh ve tıb ilminde yetişti. Kâdı Beydâvî Tefsîri'nin büyük bir kısmını ezberledi. Medrese tahsîline devâm ettiği sıralarda tekkelere gidip, oralardaki âlimlerin sohbetlerine katılırdı. Onların feyz ve bereketlerine kavuştukça, rûhunda bir rahatlama, nefsinde bir ezilme olduğunu görerek sevinirdi. Otuz yaşına geldiğinde, medrese tahsîlini bitirdi. Çevresinde sayılan bir âlim oldu. İlimdeki yüksekliğini, zamânının âlimleri tasdîk ettiler. Nitekim, Şeyhulislâm Ebüssü'ûd Efendi'nin hürmet ve muhabbetini kazandı.
Mûsâ Efendi, Koca Mustafa Paşa'daki bir tekkede şeyhlik yapan Sünbül Sinân hazretlerinin şöhretini işitti. Fakat bâzı kimselerin onun hakkında yaptıkları dedikodular sebebiyle, bir türlü gidip sohbetine katılamamıştı. Bir gün rüyâsında Sünbül Efendinin, kendi evine geldiğini gördü. Sünbül Efendiyi içeri koymamak için hanımı ile kapının arkasına pek çok eşyâ dayadılar ve üzerine de oturdular. Fakat Sünbül Efendi kapıyı zorlayınca, kapı arkasına kadar açıldı ve arkasındakiler yere yuvarlandı. Bu sırada uyanan Mûsâ Efendi, yaptığı hatâyı anladı ve sabahleyin Sünbül Sinân hazretlerinin huzûruna gitmeye karar verdi. Sabahleyin Sünbül Sinân'ın câmiine gidip vâz ettiği kürsînin arkasına o görmeden oturdu. Sünbül Sinân, vâz esnâsında Tâhâ sûresinin bâzı âyet-i kerîmelerini tefsîre başladı.Tefsîrden sonra; "Ey cemâat! Bu tefsîrimi siz anladınız. Hattâ Mûsâ Efendi de anladı." buyurdu.Sonra aynı âyet-i kerîmeleri daha yüksek mânâlar vererek tefsîr ettikten sonra tekrâr; "Ey cemâat! Bu tefsîrimi siz anlamadınız, Mûsâ Efendi de anlamadı." buyurdu. Mûsâ Efendi, hakîkaten bu anlatılanlardan bir şey anlamamıştı. Sünbül Sinân hazretleri, o gün Tâhâ sûresini yedi türlü tefsîr etti. Mûsâ Efendinin kürsî arkasında olduğunu, zâhiren görmediği hâlde anlamıştı.
Vâz bitti, namaz kılındı, herkes câmiden çıktı. Sâdece Sünbül Efendi kalınca, Mûsâ Efendi huzûruna varıp elini öptükten sonra af diledi. Sünbül Efendi de: "Ey Muslihuddîn Mûsâ Efendi! Biz seni genç ve kuvvetli bir kimse sanırdık. Meğer sen de hanımın da çok yaşlanmışsınız. Akşam bizi kapıdan içeri sokmamak için gösterdiğiniz gayrete ne dersiniz? Fakat neticede kapı açıldı ve ikiniz de yere yuvarlandınız!" buyurunca, Mûsâ Efendi iyice şaşırdı. Pek çok özürler dileyerek ağlamaya başladı, affının kabûlü ve talebeliğe alınması için istekte bulundu. Sünbül Efendi, onu kabûl ettiğini, dergâhta hizmete başlamasını söyledikten sonra; "Artık Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları hakkında mârifet sâhibi olmak zamânıdır." buyurdu.
Bundan sonra Mûsâ Efendi hergün Sünbül Sinân'ın dergâhına gelip, ondan ders almağa ve hizmete başladı. Bir gün Sünbül Efendi, sohbet esnasında Mûsâ Efendiye; "Âlemi sen yaratsaydın, nasıl yaratırdın?" diye sordu. Mûsâ Efendi; "Bu mümkün değil! Ama mümkün olsaydı, her şeyi merkezinde bırakırdım. Âlem öyle bir tatlı nizâm içinde ki, buna bir şey ilâve etmek veya bir şeyi eksiltmek düşünülemez." dedi. Sünbül Efendi bu cevap üzerine; "Âferin Mûsâ Efendi! Demek her şeyi merkezinde bırakırdın. Öyleyse bundan sonra ismin Merkez Muslihuddîn olsun." dedi. Böylece Mûsâ Efendi, Merkez Efendi ismiyle meşhur oldu.
Sünbül Efendinin sohbetleri ile pişerek, teveccühleri bereketiyle mânevî dereceleri katetti. Pek zekî olan Merkez Efendi, hocasının terbiyesi altında riyâzet ve mücâhedeler yaparak, yâni nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle, kısa zamanda tasavvufta yüksek derecelerin sâhibi oldu. Hocasının kendisine icâzet, diploma verdiği sıralarda, Aksaray'da Kovacı Dede dergâhına hoca tâyin edildi. Kısa sürede, dergâh talebelerle dolup taştı.Merkez Efendinin nâmı her tarafa yayıldı. MerkezEfendi, hocası Sünbül Sinân'ın kızı Rahime Hâtun ile evlenmek isteği olduğunu bildirince, Sünbül Efendi; "Bir deve yükü altın getirebilirseniz kızımızı veririz." dedi. Merkez Efendi, bir devenin üzerine iki çuval toprak doldurdu. Devenin yularını çekerek Sünbül Efendinin kapısına getirdi. Çuvalları kapıda boşalttığında, çuvaldan toprak yerine çil çil altınlar döküldü. Sünbül Efendi ve çocukları, altınlara dönüp bakmadılar bile. Fakat hocası Merkez Efendiye; "Ey Mûsâ Efendi! Maksadımız altın değildi. Evdekilerin de derecenin yüksekliğini anlamalarıydı. İmtihânı kazandın." buyurdu. Sünbül Efendi, çok sevdiği kızı Rahime Hâtun'u, yine çok sevdiği talebesi Merkez Efendiye nikâh etti ve evlendirdi.
Düğünden birkaç gün sonra, Sünbül Efendi, kızı Rahime Hâtun'un evine gitti. Evde kızı yemek yapıyordu. Fakat ocakta, odun yerine parmaklarından çıkan alevle yemeğini pişiriyordu. Kızının bu hâlini hayretle gören Sünbül Efendi; "Rahimecik ne yapıyordun?" diye sorunca; "Talebelere çorba pişiriyordum" cevabını verdi.
Yavuz Sultan Selîm Hânın kızı Şâh Sultan, zevci Sadr-ı âzam Lütfi Paşa ile Yanya'dan İstanbul'a gelirken, yolda eşkıyânın baskınına uğradı. Bu kötü durumdan nasıl kurtulacaklarını düşünürlerken, o anda Allahü teâlânın izni ile, zamânın evliyâsından Merkez Efendi karşılarına çıkıverdi. Önceden orada olmadığı hâlde, bir anda karşılarına dikilen Merkez Efendiyi gören haydutlar, şaşkına döndüler. Eşkıyâ reisi, Merkez Efendinin heybeti karşısında selâmeti kaçmakta buldu. Diğerleri de kaçıp orayı terkettiler. Eşkıyânın ortadan çekilmesiyle Merkez Efendi de bir anda kayboldu. Bu hâli hayretle seyreden Lütfi Paşa ve zevcesi Şâh Sultan, Merkez Efendiyi tanımışlardı. Şâh Sultan, Merkez Efendinin bu kerâmetinden dolayı, İstanbul'da Eyüb Bahariye'de onun adına bir câmi ve yanına medrese yaptırdı. Merkez Efendiyi buraya tâyin ettiler. Bir müddet orada talebe yetiştiren Merkez Efendiye Kânûnî Sultan Süleymân Hân, Topkapı surlarının dışında yaptırdığı tekkede vazîfe verdi. Burada da aynı hizmete devam eden Merkez Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Hânın annesinin isteği ve Sünbül Efendinin tenbihi üzerine Manisa'ya gitti. Vâlide Sultanın Manisa'da yaptırdığı imâretin yanındaki dergâhta hocalık yaptı. Tıb bilgisi kuvvetli olan Merkez Efendi, Manisa'da bulunduğu sırada kırk bir çeşit baharattan meydana gelen bir mâcun yaptı. Bu mâcunu hastalar yiyerek şifâ bulurdu. İlkbaharda yetişen çiçeklerden de istifâde edilerek yapılan bu mâcunu almak için, çevre kasabalardan gelirlerdi. Mesîr mâcunu diye şöhret bulan bu mâcun, şimdi de yapılmaktadır.
Merkez Efendi, talebelerini iyi yetiştirmek için çok gayret gösterirdi. Onları hem zâhirî ilimlerde, hem de tasavvufta yükseltmek için, bâtın, kalb ilimlerini öğretirdi. Onların nefslerini terbiye için riyâzet ve mücâhedeler yaptırırdı. Çocuklara karşı çok şefkatliydi. Cebinde şeker, yemiş gibi şeyler bulundurur, çocukları gördüğü yerde dağıtarak onları sevindirirdi. Çocuklara buyururdu ki: "Benim için hayr duâ ediniz. Siz günâhsız, mâsumsunuz. Sizin duâlarınızı Cenâb-ı Hak da kabûl eder. Bu yüzü kara, sakalı ak ihtiyâr için duâ ediniz ki, kıyâmette yüzü ak olsun." Çocuklar duâ edince de; "Yâ Rabbî! Bu mâsumların duâlarını red eyleme." diye Allahü teâlâya yalvarırdı. Bütün hayvanlara karşı da çok merhametliydi. Merkebe suyunu verir, tavuklara yem atardı.
Merkez Efendi, bülûğ çağına geldiği günden, ömrünün sonuna kadar, hiç cemâatsiz namaz kılmamıştır. Eğer öğle ve yatsı namazlarında cemâate yetişememiş ise, namazını kılmış olanlardan birkaç kimseye; "Hayâtımda hiç cemâatsiz farz namaz kılmadım. İmâm olayım da sizlerle namaz kılalım. Aynı namazı tekrar kılmanın zararı olmaz. Sonra kıldığınız nâfile olmuş olur." buyururdu.
Bir tarafa giderken, yolda bir çiftçiyi tarlasında çalışır görse, yanına varır ve; "Îmânı bilir misin? Namazın farzları hakkında mâlûmâtın var mı?" der, bilmiyorsa anlatır. "Mü'min ile kâfiri ayıran fark, namazdır" hadîs-i şerîfini naklederdi. Hayvanlara merhamet edilmesini, götürebilecekleri kadar yük yüklenmesini, aç bırakılmamalarını da tenbih ederdi. İşe başlarken; "Yâ Rabbî! Bütün müslümanlara faydalı olmak, çocuklarıma helâlinden rızk kazanmak için çalışıyorum." diye niyet etmesini, böyle niyet ederse, her adımına sevap verileceğini ve günahlarının affolunacağını, yetiştirdiği mahsûlün herbir tânesinin boşa gitmeyeceğini, hepsinin fayda sağlayacağını ve mahsûlün uşrunu vermenin farz olduğunu anlatırdı. Bu şekilde, gördüğü insanlara mesleğiyle ilgili nasîhatler ederdi.
İnsanlara vâz ve nasîhat verirken gözlerini kapayarak anlatırdı. Fakat orada olanları kalb gözü ile görürdü. Merkez Efendi Balıkesir'e gittiğinde, bir Cumâ günü namazdan sonra kürsiye çıkıp vâz etti. Halk, Merkez Efendiyi tanımadıkları için, pek iltifât etmediler. Vâzı dinlemeyip, teker teker câmiden çıkarak gittiler. Ve birbirlerine; "Halvetî yolunun büyüklerindenmiş." diyorlardı. Herkes çıktıktan sonra, müezzin efendi elinde kapının anahtarı olduğu hâlde kürsînin yanına varıp, gözü kapalı olarak konuşan Merkez Efendiye; "Hoca efendi! Giderken câmiyi açık bırakma. Anahtarları buraya bırakıyorum. Çıkarken kitlemeyi unutma!" dedi. Merkez Efendi gözünü açmadan; "Müezzin efendi, sen de işine gidebilirsin. Bizim sohbetimizi siz dinlemiyorsunuz, fakat melâike-i kirâm dinlemektedirler." buyurdu ve vâzına devâm etti. Biraz sonra câmiden gidenlerin hepsi geriye döndüler. O kadar çok insan toplandı ki, cemâati câmi almaz oldu.
Merkez Efendi Manisa'da iken, Hocası Sünbül Sinân hazretleri 1529 (H. 936) da hastalandı. Vefâtından önce talebeleri; "Efendim! Sizden sonra kime tâbi olalım?" diye sordular. Onlara; "Taşradan ilk gelecek dostumuz yerimize geçecek." buyurdu. Sünbül Sinân'ın vefâtından sonra, talebeler, merakla taşradan gelecek olan dostu beklediler. Bu sırada Manisa'da bulunan Merkez Efendinin gönlüne bir kor düşüp yollara düştü. Hocasının vefâtından on gün sonra İstanbul'a geldi. Sünbül Sinân'ın çok sevdiği talebelerinden Yâkub Germi-yanoğlu, Sünbül Efendinin yerine geçmiş, talebeleri okutmağa başlamıştı. Merkez Efendi, hocasının Koca Mustafa Paşa'daki dergâhına gitti. Dergâhta bulunan yeni talebeler Merkez Efendiyi tanımıyorlardı. Yâkûb Germiyanoğlu, Merkez Efendiyi kendi odasına dâvet etti. O gece Yâkûb Efendi, Sünbül Efendinin yerine kimin geçmesi lâzım geldiğini anlamak için istihâre namazı kılıp duâ etti. Rüyâsında, büyük bir meydana kalabalık bir meclis kurulmuş. Peygamber efendimiz de hazır bulunmaktaydı. Peygamber efendimizin karşılarında bir kürsî vardı. Kürsînin üzerinde de Merkez Efendi oturmakta ve "Tîn" sûresinin tefsîrini yapmaktaydı. Tefsîri yaparken, başındaki sarığın bâzan yeşil, bâzan siyah olduğunu gördü. Yanındakilere bunun mânâsını sorduğunda; "Yeşil renk, dînin zâhirî ilimlerinde, siyah renk de dînin bâtınî ilimlerinde kemâl mertebesindeki olgunluğa işârettir." cevâbını verdiler. Ertesi gün Yâkûb Germiyanoğlu, talebeleri toplayarak rüyâsını olduğu gibi anlatınca, hepsi Merkez Efendiye tâbi olup, hocaları Sünbül Sinân hazretlerinin halîfesi kabûl ettiler. O günden sonra, talebeleri Merkez Efendi yetiştirmeğe başladı.
Merkez Efendi bir gün dergâhın bahçesinde namaz kılarken, secdeye vardığı bir sırada, yerden bir ses işitti. Diyordu ki: "Ey Merkez Efendi! Yedi senedir yeryüzüne çıkmak için emrini bekliyorum. Beni bu hapishâneden kurtar. Zîrâ Allahü teâlâ, beni sıtma hastalığına şifâ olarak yarattı." Merkez Efendi namazdan sonra talebelerine; "Burayı kazınız. Sıtmalılara şifâ olacak bir su çıkacak" buyurdu. Kazdılar, kırmızımtrak bir su çıktı. Kuyu hâline getirdiler. Niyet kuyusu ismi verilen bu kuyudan, sıtma hastaları su alır içerlerdi. Bu suyu içen hastalar, Allahü teâlânın izniyle şifâ bulurlardı.
Merkez Efendi, senelerce o dergâhta talebelere ders vererek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Zaman zaman İstanbul'un çeşitli câmilerinde halka vâz ve nasîhatlerde bulundu. Onun vâzında câmiler dolar taşar, oturulacak yer kalmazdı.
Merkez Efendinin ömrü, hep ibâdet etmekle, insanlara hakkı, doğruyu anlatmakla, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymakla, hayr ve hasenât yapmakta halka ön ayak olmakla, fakir ve zayıfları himâye etmekle geçti. 1551 (H.959) senesi Rebî'ul-âhir ayının on yedisine rastlıyan Perşembe günü, talebelerine son vasiyetini yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Cenâzesini Şeyhulislâm Ebüssü'ûd Efendi yıkadı. Cumâ günü Fâtih Câmiinde, misli görülmemiş bir kalabalık toplandı. Ebüssü'ûd Efendi cenâze namazını kıldırdı. "Dünyâda bu kimseyi riyâsız olarak görmüştük." dedi. Sonra, kabrine götürülmek üzere omuzlarda taşınmağa başlandı. Herkes, bu âlim ve velîye hizmet edip, âhirette şefâatine kavuşmak aşkıyle tabutu taşımak için birbirleriyle yarışıyordu. Öyle ki, bâzan kalabalıktan sıkışan, güç durumlara düşenler bile oluyordu. Kalabalığın çok olması sebebiyle, uzun bir sürede, Topkapı surlarının dışında Kânûnî Sultan Süleymân Hânın vâlidesi nâmına yaptırdığı tekkedeki kabrine Ebüssü'ûd Efendinin bizzat kendi eliyle defnedildi.
Merkez Efendinden sonra, yerine oğlu ve halîfesi Ahmed Efendi talebe yetiştirmeye devâm etti.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
ISMARLAMAYINCA GELMEZSİN
Mısır defterdarlığından emekliye ayrılan Dehânîzâde'nin babası Kâtip Mehmed Çelebi anlattı: "Sünbül Sinân Efendi benim hocamdı. O vefât ettikten sonra üç sene, halîfesi olan Merkez Efendiye hiç gitmemiştim. Bir gece rüyâmda hocam Sünbül Efendiyi gördüm. Buyurdu ki: "Mehmed Efendi! Niçin gaflet edip Merkez Efendiye teslim olmazsın? O benden daha üstündür. Hemen var, eksik kalan eğitimini tamamla!" Sabahleyin Merkez Efendinin huzûruna gittim. Beni görünce; "Ismarlamayınca gelmezsin. Fakat benden üstündür deyince gelirsin. Hâlbuki hocamızın benden üstündür demesinin sebebi, senin hakkımdaki kötü zannını bertaraf etmek içindir. Yoksa kıyâmet gününde yüksek hocamızın sancağı altında haşrolmayı ümîd ederiz." dedi. Şaşırdım kaldım ve tövbe edip talebesi oldum."
KAYNAKLAR
1) Şakâyik-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.522
2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1109
3) Kâmûs-ul-A'lâm; c.6, s.4265
4) Tezkire-i Halvetiyye (Süleymâniye Kütüphânesi Esad Efendi Kısmı, No: 1372); s.24b
5) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.268
6) Lemezât; s.236
7) Hadîkat-ül-Cevâmi; c.1, s.257
8) Tuhfet-ül-Mücâhidin; (Nûruosmâniye-2293); v.538 a
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.197