Bağış Yap

Amount :
Other : USD

5 Haziran 2013 Çarşamba

AHMED BİN HARB


AHMED BİN HARB;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Harb, künyesi Ebû Abdullah'tır. Nişabur'da doğdu.
Doğum târihi bilinmemektedir. Horasan pîri diye meşhur oldu. İlim ve fazîlette üstün
derecelere yükseldi. 848 (H.234) senesinde vefât etti.
Büyüklüğü herkes tarafından bilinir ve kabul edilirdi. Büyük âlim Yahyâ bin Muâz-ı Râzî
vefât ettiğinde başının Ahmed bin Harb'in ayaklarının ucuna gelecek şekilde defnedilmesini
vasiyet etti.
Ahmed bin Harb, Süfyân bin Uyeyne, Yahyâ bin Muâz ve başka gönül sultanı ehil zâtların
sohbetlerinde bulunarak ilim öğrenip olgunlaştı. Verâ, haram ve şüphelilerden kaçmakta
benzeri yoktu.
Bir gün annesi; "Gel kendi evimizde büyüttüğüm bir tavuğu kızarttım. Bundan ye." dedi.
Ahmed bin Harb; "Anneciğim! Bu tavuk, bir gün komşumuzun damına çıkıp birkaç dâne
yedi. Bunun için o tavuktan yemek istemiyorum." dedi. Annesi bu sözleri duyunca, kendisine
böyle bir evlâd verdiği için Allahü teâlâya hamd ve şükür etti.
Ahmed bin Harb çok ibâdet ederdi. Bu sebeple kendisine; "Ey Allahü teâlânın sevgili kulu!
Bir mikdâr istirahat etseniz." denildi. O zaman; "Önünde Cennet ve Cehennem'den başka bir
yer olmayan ve hangisine gideceğini bilemeyen kimsenin uykusu gelir mi?" buyurdu. Daha
fazla ibâdet etmeye başladı.
Bir gün bir tanıdığından mektup aldı. Cevap yazacak vakti olmadığı için, bir talebesine;
"Dostumuzun mektubuna cevap yazıp de ki: Bizim cevap yazacak vaktimiz yok. Onun için
bize mektup yazma. Hep Allahü teâlâ ile meşgûl ol. Vesselâm." buyurdu.
Ahmed bin Harb hazretlerinin Behram adlı ateşperest bir komşusu vardı. Bu komşu bir
defâsında ticâret için bir yere mal gönderdi. Yolda hırsızlar mallarını alıp kaçtılar. Ahmed bin
Harb durumu haber alınca, yanındakilere; "Haydi komşumuza gidelim. Başına gelen bu hâl
için üzülmemesini söyleyip onu teselli edelim. Her ne kadar ateşe tapıyorsa da
komşumuzdur." dedi. Behram'ın evine gelince, kendilerini hürmetle karşıladı ve çok saygı
gösterip ikramlarda bulundu. O günlerde çok kıtlık olduğundan bir şeyler yemek için gelmiş
olabileceklerini de düşünerek ayrıca yemek hazırlamak istedi. Bunu gören Ahmed bin Harb
hazretleri; "Zahmet etmeyiniz. Malınızın çalındığını duyduk. Üzülebileceğinizi düşünerek,
halinizi, hatırınızı soralım diye geldik." buyurdular. Behram; "Evet öyledir, ama bunda üç
şeye şükretmem lâzım oluyor: Birincisi, başkaları benden çaldılar, ben başkalarından
çalmadım. İkincisi, malımın yarısını aldılar, diğer yarısı bende kaldı. Ya hepsini alsalardı.
Üçüncüsü, din bende kaldı, dünyâyı aldılar." dedi.
Bu sözler Ahmed bin Harb'in pek hoşuna gitti ve yanındakilere; "Bu sözleri yazın. Bundan
îmân kokusu geliyor." dedi. Sonra Behram'a; "Niçin ateşe tapıyorsun?" diye sordu. Behram:
"Ona tapıyorum ki yarın beni yakmasın, kendisine yakmak için odun verdim ki beni Allahü
teâlâya ulaştırsın." cevâbını verdi.
Ahmed bin Harb: "Çok yanılıyorsun. Ateş zayıftır. Ona tapmakla hesaptan kurtulmak
mümkün değildir. Bir çocuk, bir avuç su atsa ateşi söndürür. Bu kadar zayıf bir şey başkasına
nasıl kuvvet verebilir? Bir parça toprağı bile kendinden atamaz. Seni Allah'a nasıl
kavuşturur? Ateş câhildir. Bir şey bilmez, yakarken misk ile necaseti ayıramaz. Hepsini aynı
anda yakar ve hangisinin daha iyi olduğunu bilmez. Sen ki, yetmiş senedir ona tapıyorsun.
Ben de ömrümde bir kere ona tapmadım. Gel ikimiz de elimizi ateşe sokalım. Seni koruyup
korumadığını gör." buyurdu.
Behram ateş getirdi. Ahmed bin Harb hazretleri elini ateşe sokup bir saat kadar bekledi. Eli
hiç yanmadı ve acımadı. Bu hâli gören Behram çok şaşırdı, kalbinde bir değişme hissederek:
"Size dört şey soracağım. Cevaplarını verirseniz îmân edeceğim." dedi.
Ahmed bin Harb "Sor." buyurdu. Behram dedi ki:
"Allahü teâlâ, insanları niçin yarattı? Mâdem ki yarattı niçin rızık verdi? Mâdem ki rızık
verdi. Niçin öldürdü? Mâdem ki öldürdü. Niçin diriltecek?"
Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi:
"Allahü teâlâ kendini tanımaları için insanları yarattı. Razzâk, ziyâdesiyle rızık verici
olduğunu bilsinler diye onlara rızık verdi. Kahhâr olduğunu anlamaları için onları öldürür.
Kudretini tanımaları için onları tekrar diriltir."
Behram bunları duyunca; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü
ve Resûlühü." diyerek müslüman oldu.
Ahmed bin Harb hazretleri bir gün tevekküle teşvik ve alıştırmak için çocuklarından birine;
"Yavrum! Bir şeye ihtiyâcın olursa, şu köşede bir delik var. Oraya git. Orada Allahü teâlâya;
yâ Rabbî! İhtiyâcım olan falan şeyi bana ihsân et, diye duâ et." buyurdu. Çocuk; "Peki
efendim. Bundan sonra bildirdiğiniz gibi yapacağım." dedi. Ahmed bin Harb evdekilere de;
"Bunun isteğini, kendisi görmeden şu deliğe koyuverin." diye tenbih etti. Bu hâl bir müddet
böyle devâm etti. Çocuk arzu ettiği şeyleri bu delikten alıyordu. Bir gün evde kimse yok iken,
çocuk âdeti üzere, deliğin yanına gidip yemek istedi. Allahü teâlânın izniyle o delikten
yemeği alıp yerken ev halkı eve gelip durumu görünce, bu yemeği nereden aldığını sordular.
Çocuk; "Her zamanki aldığım yerden." dedi. Bunun üzerine Ahmed bin Harb, çocukta hakîkî
tevekkülün teşekkül ettiğini anladı.
Yahyâ bin Muâz'ın bir bağı vardı. Bir gün bu bağda bir mikdâr üzüm yedi. Hocasının bağdan
üzüm yediğini gören Ahmed bin Harb; "Efendim bu bağ, bir gün, haber verilip izin alınmadan
vakfın suyu ile sulanmıştı." dedi. Yahyâ bin Muâz, hemen tövbe etti. Vakfın malını izinsiz
kullanmanın mes'ûliyetinin ağırlığını düşünerek bir daha o bağdan üzüm yemedi.
Bizanslılar devrinde, İstanbul'da bir doktor yaşıyordu. Hiçbir dîne inanmadığı gibi, Allahü
teâlânın varlığını da inkâr ediyor ve; "Her şey kendi kendine var olmuştur." diyordu. Âlemin
bir yaratıcısı olduğunu kabûl etmiyordu. Mesleğinde mütehassıs olup, sorulan her soruya
cevap veriyordu.
Hıristiyanlardan hiç kimse bu doktora cevap veremez hâle gelmişti. Yalnız; "Dünyânın bir
yaratıcısı olduğuna delil getirip beni iknâ eden olursa, bu dâvamdan vaz geçerim." diyordu.
Karşılaşıp münâzara ettiği herkesi mağlûb ediyor, cevapsız bırakıyordu. Kendisini dinleyen
herkese dinsizliği aşılıyor, fikirlerini karıştırıyordu.
Bu doktor karşısında hıristiyanlar âciz kalmıştı. Durumu krallarına anlattılar. Buna ancak
müslümanların cevap verebileceğini söylediler. Bizans kralı, Abbâsî halîfesi, Me'mûn'a bir
elçi ile mektup gönderdi. Mektubunda; "Size gönderdiğimiz bu doktor dehridir (dinsizdir).
Bir yaratıcı olmadığına inanmaktadır. Yanınızda münâzara edecek ve bunu iknâ edip, mağlub
edecek bir âlim bulunursa çok iyi olur." yazmaktaydı. Abbâsî halîfesi müşavirlerini toplayıp,
onlara danıştı. Oradaki ilim sahipleri dediler ki:
"Ey halîfe! Önce onu, mütehassıs olduğu tıp ilminden imtihan edelim, deneyelim. Sonra
duruma göre ne yapacağımıza karar verelim."
Ertesi gün, kalabalık hâlinde geldiler. Doktor da oradaydı. Herkes bir şişeye idrarını koyarak
birbiriyle değiştirdiler. Her şişenin kime aid olduğunu bilmek için de özel işâretler koydular.
Hepsini getirip, bu inkârcı doktorun önüne koydular. Doktor önce şişelere, sonra da orada
bulunan insanların yüzlerine baktı. Ve hiç yanlışlık yapmadan, bu falancanın, bu da
falancanındır diye tek tek saydı. Şişelerin üzerlerindeki işâretlere baktıklarında, hepsi dediği
gibi olduğunu gördüler. İki kişinin idrarını karıştırdığı şişelerdeki idrara da bakıp; "Bu falanca
ile filancanın idrarıdır. Onlarda şöyle şöyle hastalıklar vardır. İlaçları da şunlardır." dedi.
Hepsini doğru söylemişti. Herkes onun işine şaşırıp âciz kalmıştı. Sonra; Bağdat'ta onunla
münâzara edecek bir kişi bilmiyoruz." dediler. İçlerinden birisi; "Büyük âlim, evliyânın
üstünlerinden olan Nişâburlu Ahmed bin Harb hazretleri dün gece buraya geldi. Hacca
gidiyor. Bununla ancak onun münâzara edebileceğini sanırım." dedi.
Halîfe, Ahmed bin Harb'ın yanına birini gönderip durumu ona bildirdi. O da buyurdu ki:
"Siz münâzara meclisini falan saatte, halîfenin sarayında hazırlayın ve onu lafa tutun! Ben
biraz geç geleceğim. Geldiğim zaman bana, niçin geç kaldınız? dersiniz. Ben de cevap
veririm."
Dediği gibi yaptılar. Ahmed bin Harb hazretleri gelip oturunca halîfe ona; "Niçin geç
kaldınız?" diye sordu. O da; "Abdest için Dicle Nehri kenarına gittim. Tuhaf bir şey gördüm.
Ona bakarak geciktim." dedi. Halîfe; "Ne gördünüz ki?" diye sorunca şöyle cevap verdi:
"Gördüm ki topraktan bir ağaç çıktı, büyüdü, kimse kesmeden yıkıldı. Kimse müdahale
etmeden de tahta şeklini aldı. Bu tahtalar kendiliğinden birleşip marangozsuz, çivisiz sandal
oldu. Bir kayıkçı olmadan da suyun üzerinde gitmeye başladı. Bunu seyre dalıp geç kaldım."
Bu saçmalıkları duyan inkârcı doktor dayanamadı:
"Bu saçma sapan konuşan ihtiyar mı bizimle münâzara etmeye geldi? Bu delidir. Bununla
münâzara etmeye değmez."
Bunun üzerine Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi,
"Niçin saçma konuşayım ve deli olayım?"
Doktor kendinden emin bir şekilde konuştu: "Olmayacak şeyler söylüyorsunuz. Koskoca ağaç
birdenbire büyür, kesilir ve tahta olur. Bu tahtalar marangozsuz birbirine bitişir ve sandal
olur. Kayıkçı olmadan su üzerinde gider dediniz."
O zaman Ahmed bin Harb son sözünü söyledi:
"Ey doğruluktan uzak insan! Bir sandal için bu imkânsız olunca, yâni ustası, bir yapıcısı
olmadan sandal olmaz, su üzerinde gidemez ise, bu güneş, ay ve yıldızlarla, ağaçlar ve
çiçeklerle süslü ve intizamlı âlem, bir yapıcı olmadan, bu dünyâ bu sağlamlığı ile binlerce
güzel yaratıklar, sanat erbâbını hayran bırakan eşsiz tabloları ile kendi kendine nasıl var
olsunlar? Asıl, bir yapıcı, yaratıcı yoktur diye böyle hezeyan söyleyen, saçmalayan delidir."
İnkârcı doktor, bu cevap karşısında şaşıp kalmıştı. Bir an düşündü. Başını kaldırdı, insafla
kendi kendine; "İnsan bilgisine güvenip böbürlenmemeli ve inkârcı olmamalıdır. Şimdi
inanıyorum ki, Allahü teâlâ vardır." deyip müslüman olmak istedi. Ahmed bin Harb ona
kelime-i şehâdet söyletip mânâsını öğretti. Böylece bir insanın inkârdan kurtulup sonsuz
saâdete kavuşmasına vesile oldu.
Buyurdu ki:
"Bizlere ne kadar şaşılır ve hayret edilir ki, gölge denilince hemen güneşin varlığı aklımıza
gelir de, Cennet denilince akla Cehennem'in geleceği, ondan korunmak çâreleri düşünülmez
ve ondan gâfil oluruz."
"Bir kimsenin, evlenip kırk yaşına geldiği, saçına ak düştüğü, hacca gidip Beytullah'ı ziyâret
ettiği halde, hâlâ aklını başına toplamaması, vakitlerini oyun ve günah olan şeylerle geçirmesi
ne kadar çirkindir."
Kendisine, Sâlihâ kadından süâl edilince, buyurdu ki:
"Beş vakit namazını kılan, efendisine (kocasına) itâat eden, her işinde Allahü teâlânın rızâsını
gözeten, insanları gıybetle çekiştirip dedi-kodu yapmaktan, koğuculuktan dilini koruyan,
kanâat sâhibi olup dünyâ malına meyletmeyen ve musîbetlere karşı sabreden bir kadın,
hakîkaten çok iyi bir kadındır."
Ahmed bin Harb hazretlerinden büyük hadîs mütehassısı İmâm-ı Nesâî rivâyette
bulunmuştur.
Ahmed bin Harb hazretlerinin Kitâb-üz-Zühd, Kitâb-üd-Duâ, Kitâb-ül-Kesb, Kitâb-ül-
Hikmeti vel-Menâsik isimli eserleri vardır.
Gıybet hakkında sorulduğunda:
"Bana kim düşmanlık yapıyor, kim beni gıybet ediyor ve hakkımda kötü söylüyor, keşke
bilsem de ona altın ve gümüş göndersem. Benim işimde çalışarak kazandığı sevapları benim
defterime geçirdiğine göre benim paramdan harcasın." buyurdu.
Gönlü dünyâya bağlamamak hakkında da; "Dünyânın sizi kandırıp evvelkileri düşürdüğü
belâya sizi de düşürmemesi için izzet ve celâl sâhibi Allahü teâlâdan gücünüz yettiği kadar
korkun. Bildiğinizle amel edin ve dikkatli olun." buyurdu.
B,>3:1)&;2@$,&5,3"
Ahmed bin Harb hazretleri tesirli sözler söyleyerek kalbleri nûrlandırırdı. Bir sohbetinde
buyurdu ki:
Yeryüzü iki sınıf kimseye çok hayret eder. Birisi, ölümden gâfil olarak, yatağını, karyolasını
süsleyip uykuya yatandır. Yeryüzü kendi hâl lisanı ile o kimseye; "Ey insan! Şu nâzik
bedenin, yataksız olarak arada bir perde bulunmadan, bende uzun müddet kalacak ve
çürüyecek. Bunu niçin düşünmüyorsun?" Yeryüzünün kendisine hayret ettiği ikinci kimse de,
ufak bir arâzi parçası yüzünden kardeşi ile hasım olan kimsedir. Yeryüzü, kendi hâl lisanı ile
o kimseye; "Ey insan! Münâkaşasını yaptığınız bu yerin sizden önceki sâhiplerinin nerede
olduklarını hiç düşündünüz mü?" der.
1) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.80
2) Mu'cem-ul-Müellifîn; c.1, s.188
3) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.218
4) Riyâd-un-Nâsıhîn; s.15

AHMED BİN HANBEL


AHMED BİN HANBEL;
Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî
mezhebinin imâmı. Künyesi, Ebû Abdullah'tır. 780 (H.164) senesinde Bağdat'ta doğdu. Aslen
Basralıdır. Babasının ismi Muhammed bin Hanbel'dir. Dedesi Hanbel bin Helâl, Basra'dan
Horasan'a yerleşmiş ve Emevî Devletinde Serahs şehri vâliliği yapmıştır. Babası asker
(subay) idi. Ahmed bin Hanbel'in âilesi, annesi ona hâmile iken, Merv'den Bağdat'a göçmüş
ve o Bağdât'ta doğmuştur. Soy îtibâriyle, anne ve babası tarafından Arap asıllıdır. Nesebi,
İslâmiyetten önce ve sonra Araplar arasında meşhûr bir kabîle olan Şeyban kabîlesine
dayanır. Bu kabîle Adnan kabîlesinden gelen Rebîa'nın bir kolu olup, Nizar kabîlesinde
Peygamber efendimizin soyu ile birleşir.
Ahmed bin Hanbel'in babası, daha o çok küçük yaşta iken, vefât etti. Otuz yaşında vefât eden
babasından, önemli bir mîrâs da kalmadı. Onun yetişmesi ile annesi ilgilendi. Küçük yaşta,
ilim tahsiline başladı. Bu sırada Bağdat önemli bir ilim merkeziydi. Burada hadîs ve kırâat
âlimleri, tasavvufta yetişmiş büyük zâtlar ile diğer ilimlerde yetişmiş kıymetli âlimler
bulunuyordu. Önce Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Bundan sonra lügat, hadîs, fıkıh, Sahâbî ve
Tâbiîn rivâyetlerini öğrendi.
Ahmed bin Hanbel, emsâli arasında ciddiyeti, takvâsı, sabrı, metânet ve tahammülü ile
meşhûr oldu. Bu hâli, henüz 15-16 yaşlarında iken temas kurduğu âlimlerin dikkatini çekti.
Heysem bin Cemil onun hakkında, daha o sırada şöyle dedi:
"Bu çocuk yaşarsa, zamânındakilerin ilimde hucceti, rehberi olacaktır."
Henüz 15 yaşlarında İmâm-ı A'zâmın talebesi olan Ebû Yûsuf'tan fıkıh ve hadîs dersi aldı.
Bundan sonra da üç sene Huşeym'in derslerine devâm ederek ondan hadîs-i şerîf dinledi.
Bundan başka Bağdat'ta bulunan meşhûr âlimlerden de ders aldı.
7 yıl Bağdat'ta ilim öğrenen Ahmed bin Hanbel daha sonra ilim tahsili için seyahatlere
başladı. Önce Basra'ya, bir yıl sonra da, Hicaz'a gitti. Böylece Kûfe, Basra, Mekke-i
mükerreme, Medîne-i münevvere, Şam ve el-Cezîre'ye giderek hadîs ilmini öğrendi. Hadîs
râvilerini bizzât görerek, onlardan hadîs-i şerîf dinledi. Basra ve Hicaz'a beşer defâ seyahat
yaptı. Hicaz'a yaptığı ilk seyâhatinde, fıkıh ilminde hocası olan, İmâm-ı Şâfiî ile görüştü. Bu
görüşme Mekke'de Mescid-i Harâm'da oldu. İkinci defa ise, Bağdat'ta buluştular.
Ahmed bin Hanbel, ilk hac seferini 830 senesinde yaptı. Daha sonra birkaç defâ daha hacca
gitti. Bu hac seferlerinden birinde yolunu şaşırdı. Yolda yaşlı bir köylü gördü. Gidip ona yolu
sordu. Köylü gür bir sesle; "Ey Ahmed! Sen kim oluyorsun ki, Allahü teâlânın evine
(Beytullah'a) gidiyorsun! Allahü teâlâ oraya gitmene râzı olmayınca, elbette ki yolunu
şaşırırsın!" dedi. Bunun üzerine Ahmed bin Hanbel; "Ya Rabbî! Senin köşelerde, kenarlarda
sakladığın, halkın gözünden örttüğün böyle kulların da varmış." deyince o zât; "Ne
zannediyorsun Ahmed, ne zannediyorsun? Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, eğer Allahü
teâlâdan isteseler, bütün gökler ve yerler onun hürmetine altın olur." dedi. O anda toprak ve
dağlar altın oldu. Ahmed bin Hanbel kendinden geçerek düştü. Daha sonra o zâtın göstermesi
ile yolunu buldu.
Hac seferlerinden birinde, hac yaptıktan sonra bir müddet, mücâvir olarak Mekke'de kaldı. Bu
zaman zarfında hadîs-i şerîf öğrenme faâliyetlerini sürdürdü. Sonra Yemen'in San'a şehrinde
bulunan meşhûr hadîs âlimi Abdürrezzâk bin Hemmam'dan hadîs-i şerîf öğrenmek için
San'a'ya gitti. İlim öğrenmek için çıktığı bu yolculukta çok sıkıntı çekti. Yolda yiyeceği bitti.
Parası da olmadığı için, San'a şehrine varıncaya kadar, nakliyecilerin yanında ücretle hamallık
yaptı. Ticâret ve kazanç için elverişli olmayan San'a'da iki sene kalıp, sıkıntılara katlandı.
Abdürrezzâk bin Hemmam'dan hadîs-i şerîf dinledi. Böylece İmâm-ı Zührî ve İbn-i Müseyyib
yoluyla rivâyet edilen, birçok hadîs-i şerîfi işitip öğrendi.
Ahmed bin Hanbel, ilim öğrenmek için pekçok İslâm beldesini dolaştı ve bu uğurda pekçok
meşakkate katlandı. Kitap çantalarını sırtında taşırdı. Bir seferinde onu tanıyan biri,
ezberlediği hadîs-i şerîfin ve yazdığı notlarının çokluğunu görerek; "Bir Kûfe'ye, bir Basra'ya
gidiyorsun! Ne zamana kadar böyle devam edeceksin?" deyince, Ahmed bin Hanbel hazretleri
"Hokka ve kalem ile mezara kadar..." diyerek cevap verdi.
Ahmed bin Hanbel'in kuvvetli hâfızasının yanında dikkati çeken bir vasfı da, işittiği bütün
hadîs-i şerîfleri yazmaya çok önem vermesiydi. Yaşadığı devir, ilmin tedvin edilip toplandığı
ve kısımlara ayrılıp, yazıldığı bir devirdi. Fıkıh ve lügat ilmi derlenmiş, hadîs ilmi
derlenmekte, yazılan hadîs-i şerîfler toplanmakta idi.
Ahmed bin Hanbel, böyle bir zamanda din ilimlerini öğrenip, bilhassa tefsîr, hadîs ve fıkıh
ilimlerinde yüksek seviyeye ulaştı. Daha sonra Bağdat'a döndü ve ilmini yayıp, insanlara çok
faydalı oldu.
Ahmed bin Hanbel hazretleri, ders ve fetvâ verme işine, kırk yaşında başladı. Bundan sonra
hadîs rivâyetinde ve fetvâda başvurulan önemli bir kaynak oldu.
İki çeşit ders halkası (meclisi) vardı. Biri, talebelerine verdiği muntazam dersler, diğeri, hem
talebelerinin, hem de halktan isteyenlerin katıldığı derslerdi. Onun ilim meclisine pekçok
kimse katılırdı. Bâzı rivayetlere göre, dersini dinleyenlerin sayısı beş bini bulmuştur. Ahmed
bin Hanbel'den ders alıp, ilim öğrenen talebenin çokluğu, ondan hadîs-i şerîf rivâyet edenlerin
ve fıkhî meseleler nakledenlerin çok sayıda olmasından da anlaşılmaktadır. Onun meclisine
gelip, derslerini dinleyenlerin bir kısmı, sâdece ondaki üstün hâllere ve yüksek ahlâka hayran
kaldıklarından sohbetine katıldılar. Böylece bir kısmı hem ilmini hem ahlâkını alırken, bir
kısmı da onun yaşayaşına göre yaşamak, onu tanımak, ahlâk ve edeb husûsunda yaptığı vâz
ve nasihatten istifâde etmek için huzûruna geldiler.
Ahmed bin Hanbel'in meclisinde, derslerinde vekar, ciddiyet, tevâzu ve gönül huzûru
hâkimdi. Dinleyenlere ve katılanlara saâdet vesilesi olan derslerini, ikindiden sonra Bağdat'ta
büyük bir mescidde verirdi.
Ders meclisine dâimâ kitaplarıyla, yazıp kaydettikleri ile çıkardı. Çok kuvvetli bir hâfızaya
sâhip olmasına rağmen, hadîs-i şerîf rivayet ederken, yine de yazdıklarına bakardı. Kitabından
okur, talebelere yazdırırdı. Derslerinde hadîs-i şerîf rivâyetinden başka, bir de fıkhî meseleler
hakkında verdiği cevaplar yer almaktaydı. Ondan ders alıp, ilimde yetişenlerin sayısı 900
civarındadır.
Ahmed bin Hanbel rahmetullahi aleyh mezheb sâhibi bir âlimdir. Mezhebi, İslamiyette Ehl-i
sünnet îtikâdı üzere olan dört hak mezhebden biri olup, ismine nisbetle Hanbelî mezhebi
denir. Daha çok Şam, Bağdat ve Mısır'da yayılmıştır. Dört hak mezheb, müslümanlar için
rahmet ve kolaylıktır. Nitekim Peygamber efendimiz; "Ümmetimin (müctehidlerinin)
mezheplere ayrılması rahmettir." buyurmuştur.
Allahü teâlâya olan bağlılığı sebebiyle son derece tevâzu sâhibiydi. İnsanlara yardım etmeyi
severdi. Herkesin derdine derman olmaya çalışırdı. Yoksulları korurdu. Son derece halîm
selîm, yumuşak huyluydu. Aceleci değildi. Çok alçak gönüllüydü. Ağır başlı ve vakarlıydı.
Câmiye gittiği zaman ön safa geçmeye çalışmazdı. Mecliste nerede yer bulursa oraya
otururdu.
Ahmed bin Hanbel çok ibâdet ederdi. Her gece Kur'ân-ı kerîmin yedide birini okur, her yedi
günde bir hatmederdi. Yatsı namazını kılınca biraz istirahat eder, sonra kalkıp sabaha kadar
ibâdet ve tâatla meşgûl olurdu. Gece namazını hiç bırakmazdı. Halka dâimâ kolaylık yollarını
gösterir, ağır vazîfeleri yüklemezdi. Acıktığı zaman bir şey bulamazsa, kimseden yiyecek
istemez ve rahatsız etmezdi. Çoğu zaman ekmeğine sirke katık olurdu. Yolda yürürken, hızlı
adımlarla yürürdü. Onu daha çok, mescidde, cenâze namazında ve hasta ziyâretinde
görürlerdi. Giydiği elbiseyi en ucuz kumaştan yaptırırdı. Çok kere az şey yer; "Ölecek kimse
için bunlar çok bile." derdi.
Allahü teâlâdan korkması, verâ ve takvâsı çoktu. Fakir bir hayat yaşadı. Haram şüphesi olan
şeyi reddederdi. Haram mala sâhib olmaktansa, onu almamayı tercih ederdi. Borç karşılığı bir
malı alacaklıya rehin bıraktı. Parayı bulunca alacaklıya gidip borcunu verdi. Rehin bıraktığı
malı alacağı zaman alacaklı olan iki mal gösterip, rehin bıraktığının hangisi olduğunu kesin
bilmediğinden; "Bunlardan birini seç, ikisi de aynı." dedi. Fakat Ahmed bin Hanbel rehin
bıraktığı malın hangisi olduğunu bilemediği için kendi malı yerine başkasının malını almış
olurum korkusu ile ikisini de bıraktı, almadı. Başkasının hakkı geçer diye kendi hakkından
vazgeçti.
Ahmed bin Hanbel, Peygamber efendimizin sünnetine son derece bağlıydı; "Hiç bir hadîs-i
şerîf yazmadım ki, onunla amel etmeyeyim." buyururdu.
Ahmed bin Hanbel talebeliği sırasında bir grup kimseyle bir su kenarında bulunuyordu. Onlar
soyunup, suya girdiler. Ahmed bin Hanbel ise, Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfine
uyarak soyunmadı: "Kim Allah'a ve âhiret gününe îmân ediyorsa, hamama (avret yerlerini
örtmeden) girmesin." O gece rüyâsında bir kimse ona; "Ey Ahmed! Sana müjdeler olsun! Zîrâ
Allahü teâlâ, Resûlullah'ın sünnetine uyduğun için seni bağışladı. Seni imâm kıldı. İnsanlar
sana tâbi olurlar." dedi. "Siz kimsiniz?" diye sorunca o zât; "Cebrâil'im." cevâbını verdi.
Ehl-i sünnet îtikâdından aslâ tâviz vermezdi. Bağdat'ta Mu'tezile fırkası mensupları;"Kur'ân-ı
kerîm mahlûktur." diyerek, bu yanlış îtikâdlarına Abbâsî halîfesi Me'mûn'u da inandırdılar.
Bunu kabûl etmesi için, Ahmed bin Hanbel hazretlerini de zorlayıp, Me'mûn vâsıtasıyla bu
hususta baskı ve işkence yaptılar ve 28 ay hapsettiler. Bütün bunlara rağmen O; "Kur'ân-ı
kerîm, Allahü teâlânın kelâmıdır. Mahlûk değildir." dedi. Bu sırada kendisine İmâm-ı Şâfiî
Mısır'dan mektup göndermişti. Okuyunca ağladı. Sebebi sorulunca; "Rüyâsında Resûlullah
efendimizi görmüş, Ahmed bin Hanbel'e mektup ile benden selâm yaz ve de ki, Kur'ân-ı
kerîmin mahlûk olup olmadığı kendisinden sorulacak. Cevâb vermesin buyurmuş." dedi.
Bir gün Ahmed bin Hanbel hazretleri bir cemâatle berâber oturuyordu. İçeriye bir zât girip;
"Ahmed bin Hanbel kimdir?" dedi. Orada bulunanlar susup bekledi. "Ahmed bin Hanbel
benim, ne istiyorsun?" dedi. Gelen zât şöyle anlattı:
Dört yüz fersah uzaktan geliyorum. Cumâ gecesi uyumuştum. Rüyâmda biri gelip bana;
"Ahmed bin Hanbel'i biliyor musun?" dedi. "Hayır tanımıyorum." dedim. "Bağdat'a git, onu
sor ve bulunca, Hızır aleyhisselâm sana selâm söyledi de. Semâvâttaki, gökteki melekler
ondan râzıdır. Çünkü o, nefsine aslâ uymadı, Allahü teâlâya itâat husûsunda çok sabırlı
davrandı." dedi.
Ahmed bin Hanbel; "Mâşâallah, lâ havle velâ kuvvete illâ billah." dedi. Sonra o zâta; "Başka
bir söyleyeceğin ve ihtiyâcın var mı?" dedi. "Hayır sâdece bunun için geldim." dedi ve o gün
Bağdat'tan ayrıldı.
Bir kere hadîs âlimleri, Ebû Âsım Dahhak ibni Mahled'in meclisinde toplanmıştı. Onlara;
"Fıkıh öğrenmek istemez misiniz? Halbuki aramızda fıkıh âlimi yok." dedi. Onlar; "Aramızda
bir kişi var." dediler. "Kimdir o?" dedi. "Birazdan gelir." dediler. Biraz sonra Ahmed bin
Hanbel karşıdan göründü. "Karşılayalım." dedi. Oradakiler; "O böyle şeyden hoşlanmaz."
dediler. Gelince, Ebû Âsım onu yanına oturtup, fıkhî meseleler sormaya başladı. Bir suâl
sordu ve cevap aldı. Sormaya devâm ederek, birkaç kere sorup cevap aldı. Sonra da; "Bu
deryâ gibi bir âlimdir." dedi.
Ahmed bin Hanbel'in, yevmiye ile çalışan bir işçisi vardı. Akşam talebesine; "Bu işçiye
ücretinden fazla ver." dedi. Talebe, ücretinden fazla para verdi. İşçi almadı ve gitti. Hazret-i
İmâm; "Arkasından yetiş, şimdi alır." dedi. Dediği gibi, işçi parayı aldı. Hazret-i İmâm'a
sebebi suâl edildiğinde buyurdu ki: "O zaman böyle bir şey aklından geçiyordu... Şimdi ise bu
düşünce onda yok oldu. Alması tevekkülünü bozmayacağı için aldı." Tevekkül nedir diye suâl
ettiler: "Rızkın Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır." buyurdu.
Zamânın meşhûr bir falcısı vardı. Fal baktırmak istiyenler her taraftan gelir kendisini
bulurlardı. Bu şahıs falcılığı meslek hâline getirmişti. Bir ara hastalandı. Yirmi sene
iyileşemedi. Biri ziyâretine gelmişti. Hâlini görünce; "Senin iyileşmenin tek yolu var, o da
zamânımızın en büyük âlimlerinden ve evliyâsından biri olan Ahmed bin Hanbel
hazretlerinin duâ etmesidir." dedi. Bu falcı da annesini gönderip, duâ etmesini istedi. Annesi
Ahmed bin Hanbel'in huzûruna varınca; "Oğlum yirmi senedir hasta yatıyor. İyileşmesi için
sizden duâ istemeye geldim." deyince; "Herkes iyileşmek için oğluna gelirdi. Senin oğlun da,
her şeyi bildiğini zannederdi. Kendi hastalığını tedâvî etmeyip de, seni bana mı gönderdi?"
buyurdu. Kadının defalarca ısrârı karşısında dayanamayıp, falcılığı bırakması şartıyla, duâ
edeceğini söyledi. Hazret-i İmâmın bu sözü üzerine falcılığı bıraktı. Tövbe istigfâr etti ve
sıhhate kavuştu.
Bir gencin, felç olmuş, hasta bir annesi vardı. Bir gün oğluna; "Ey oğlum! Eğer benim rızâmı
almak, beni sevindirmek istersen, İmâm-ı Ahmed'in huzûruna git ve sıhhate kavuşmam için
bana duâ etmesini söyle. Belki Allahü teâlâ beni bu hâle getiren bu hastalıktan kurtarır." dedi.
Genç, İmâm-ı Ahmed'in kapısına geldi ve seslendi. İçerden bir ses; "Kimsin?" dedi.
Cevâbında; "Size muhtâcım, hasta bir annem var, sizden duâ istiyor." dedi. İmâm çok üzüldü.
Kendi kendine; "Beni nereden biliyor?" dedi. Sonra kalktı, abdest aldı, namaza durdu.
İmâmın hizmetçisi o gence; "Sen geri dön, İmâm duâ ediyor." dedi. Genç geri döndü, evin
kapısına geldiği zaman, annesi Allahü teâlânın izniyle tam sıhhate kavuşmuş olarak kalktı ve
oğlunu kapıda karşıladı.
Hazret-i İmâm, Abdullah bin Mübârek hazretlerinin gelmesini ve onunla görüşmeyi çok arzu
ediyordu. Nihâyet bir gün oğlu; "Babacığım! Abdullah bin Mübârek geldi, kapıdadır, sizi
görmek istiyor." dedi. İmâm-ı Ahmed; "İçeri alma!" dedi. Oğlu; "Babacağım, bunda ne
hikmet vardır ki, senelerdir onu görmek arzusu ile yanıyordun, bugün bu saâdet, bu nîmet
kapınıza geldi de içeri almıyorsunuz?" dedi. Ahmed bin Hanbel; "Evet, söylediğin gibidir.
Ama korkarım ki, onu gördükten sonra ayrılığına dayanamam. Onun kokusu için bir ömür
harcadım. Onu ayrılmak olmayan yerde görmek isterim." dedi.
Ahmed bin Hanbel sık sık talebesine buyururdu ki:
"İlim, insanlara, ekmek ve su kadar lâzımdır. İlim, rivâyet, kuru mâlûmât ve bilgi çokluğu
değildir. İlim, faydalı olan ve kendisiyle amel edilen şeydir."
"Kulun kalbini ıslâh etmesi, düzeltmesi için, iyilerle berâber olması kadar faydalı bir şey
yoktur. Yine kulun fasıklarla berâber olup, onların işlerine dikkat ve nazar etmesi kadar
zararlı bir şey yoktur."
"Günahlar îmânı zayıflatır."
"Yemeği, din kardeşleriyle sürûr içinde, fakirlerle ikrâm ve cömertlikle, diğer insanlarla da
mürüvvet içinde yemek lâzımdır."
"Her şey için kerem vardır. Kalbin keremi Halıktan râzı olmak, kadere rızâ göstermektir."
"Sizde olmayan meziyetlerle sizi metheden kimsenin, sizde olmayan kötülüklerle de bir gün
kötüleyeceğini unutmayınız."
"İstediklerini vermediğiniz zaman kızan, kırılan veya küsen arkadaş, gerçek arkadaş değildir."
"Kibir taşıyan kafada, akıla rastlayamazsınız."
"İnsanların ahmak sınıfı, kendilerinin medh edilmesinden hoşlananlarıdır."
"Tevekkül, her şeyi Allah'tan bilmek ve rızkı O'nun verdiğine inanmaktır."
"Tevekkül, bütün işlerinde Allahü teâlâya teslim olmak, başa gelen her şeyi O'ndan bilip
katlanabilmektir."
"İnsana az bir mal yetişir. Çok mal ise kâfi gelmez."
"Bir kimse, sadık bir arkadaşını kaybederse, kendisi için zillettir."
"Hüsn-i zannı olanın hayatı hoş geçer."
"Yalan söylemek, emniyeti giderir."
"Meziyet, fazîlet, ilim ve irfân tamamlığı iledir."
"Ayıplardan uzak arkadaş arayanlar, arkadaşsız kalır."
855 (H.241) senesi Cumâ günü vefât etti. Vefât haberi, bütün Bağdat halkını ağlattı. Cenâze
namazını kılmak üzere çevreden gelenlerle birlikte, binlerce insan toplanmıştı. Bağdatlılar
evlerinin kapısını açıp; "Cenâze namazı için abdest almak isteyen gelsin." diye bağırdılar.
Cenâze namazı kılınınca, kuşlar tabutu üzerinde uçuşup, kendilerini tabuta vurdular. Cenâze
namazında yüz bine yakın kişi bulundu. O gün yâhûdî ve hıristiyanlardan pekçok kimse, bu
hâdiseyi görerek müslüman oldu. Ağlayıp, bağırarak; "Lâ ilâhe illallah." dediler.
Vefâtından sonra Muhammed ibni Huşeyme hazret-i İmâm'ı rüyâsında gördü. "Nereye
gidiyorsun?" dedi. "Cennet'e." dedi. "Allahü teâlâ sana ne muâmele etti?" diye sorunca,
cevâbında; "Allahü teâlâ beni mağfiret etti. Başıma taç giydirdi ve; "Ey Ahmed! Kur'ân-ı
kerîme mahlûk demediğin için, bu nîmetleri sana verdim." buyurdu." dedi.
Ahmed bin Hanbel'in vefât haberini İskenderiye'de iken duyan Muhammed bin Huzeyme, çok
üzülmüştü. Rüyâsında Ahmed bin Hanbel'in salına salına yürüdüğünü görüp kendisine; "Ey
İmâm! Bu böyle ne biçim yürüyüş?" dedi. O da; "Dünyâda Allahü teâlânın dînine hizmet
edenlerin, Cennet'teki yürüyüşleri böyledir." buyurdu. O; "Allahü teâlâ sana nasıl muâmele
etti?" diye sual etti. İmâm hazretleri; "Allahü teâlâ beni affetti, başıma bir taç, ayağıma
altından iki ayakkabı giydirdi ve; "Ey Ahmed! Kur'ân-ı kerîm benim kelâmımdır, diye
inandığın için, bu iltifâtlara kavuştun. Ey İmâm! Süfyân-ı Sevrî'den sana ulaşan duâlar var,
onlarla dünyâda duâ ettiğin gibi, şimdi de duâ et." dedi. Bu emir üzerine; "Ey âlemlerin Rabbi
olan Allah'ım! Bizleri af ve magfiret eyle. Bizlere suâl sorma." diye duâ ettim. Bu duâdan
sonra; "Ey Ahmed! İşte Cennet, gir oraya buyurdu ve ben de Cennet'e girdim." dedi.
Ahmed bin Hanbel'in pek çok eseri vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1) Müsned; 30 bin hadîs-i şerîfi içine almıştır. Matbûdur. 2) Kitâb-üs-Sünne. 3)
Kitâb-üz-Zühd: Matbûdur. 4) Kitâb-üs-Salât. 5) Kitâb-ül-Vera' ve'l-Îmân. 6)
Kitâb-ür-Reddi ale'l- Cehmiyye ve'z-Zenâdıka: Matbûdur. 7) Kitâb-ül-Eşribe: Matbûdur.
8) Kitâb-ül-Mesâil. 9) Cüz-fi Usûl-üs-Sünne. 10) Fadâil-üs-Sahâbe: 2 cilt hâlinde
matbûdur. 11) Er-Reddü A'lâ men-Tenâkua fi'l-Kur'ân. 12) Et-Tefsir. 13) En-Nâsih
ve'l-Mensûh. 14) Et-Târih. 15) Hadîsu Şu'be. 16) Mukaddem ve'l-Muahhar fi'l-Kur'ân.
17) Vücûbât-ül-Kur'ân. 18) Menâsik-ül-Kebîr ve's-Sagîr. 19) El-Cerhu ve't-Ta'dîl. 20)
Kitâb'ül-ilel ve Ma'rifet-ür-Ricâl: Matbûdur.
*"-(%&&5,3"'7
Ahmed bin Hanbel vefât ederken eliyle işâret edip; "Hayır olmaz!" dedi. Oğlu; "Babacığım
bu ne hâldir?" diye sorunca; "Şu an tehlike zamânıdır, duâ ediniz. Şeytan felâket toprağını
başıma saçmak istiyor. Ey Ahmed! Benim elimde can ver, diyor. Ben de; "Hayır olmaz! Hayır
olmaz!" diyorum. Bir nefes kalıncaya kadar tehlike vardır. Şeytanın aldatmasından emîn
olmak yoktur." buyurdu.
<5%.,"%
Ahmed ibni Hanbel'e; "Her gün sabahtan akşama kadar câmide ibâdet edip, Allahü teâlâ
benim rızkımı nereden olsa gönderir, diyen bir kimse nasıl bir adamdır?" diye sorulduğunda;
"Bu kimse câhildir. İslâmiyetten haberi yoktur. Çünkü, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem
buyurdu ki: "Allahü teâlâ benim rızkımı süngümün ucuna koymuştur." Yâni rızkım cihâd ile
gelmektedir." buyurdu.
İhlâs nedir? sorusuna; "Amellerin âfetlerinden kurtulmaktır." Tevekkül nedir? sorusuna;
"Rızkın Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır." cevâbını verdi.
Zühd nedir? sorusuna;"Zühd üç türlüdür; câhilin zühdü, haramları terk etmektir. Âlimlerin
zühdü, helal olanların fazlasından sakınmaktır. Âriflerin zühdü, Allahü teâlâyı unutturan
şeyleri terk etmektir." buyurdu.
Ebû Hafs Ömer bin Sâlih Tarsûsî isimli velî bir zât, Ahmed bin Hanbel'e; "Kalbler ne ile
yumuşar?" diye sordu. Başını eğip biraz düşündükten sonra; "Evlâdım! Helâl yemekle
yumuşar." buyurdu.
Ahmed bin Hanbel hazretlerine bir gün; "Tevekkül nedir?" diye sordular. "İnsanlardan
istemeyi ve onlara yalvarmayı terk etmektir." buyurdu.
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.9, s.161
2) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.1, s.72
3) Târih-i Bağdâd; c.4, s.412
4) Tabakât-ı Hanâbile; c.1, s.4
5) Tezkiret-ül-Huffâz; c.2, s.431
6) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.96
7) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.2, s.96
8) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.290
9) Kâmûs-ul-A'lâm; c.1, s.788
10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.980
11) Vefeyât-ül-A'yân; c.1, s.36
12) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.121, c.7, s.84
13) El-Bidâye ve'n-Nihâye; c.10, s.325
14) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.1, s.195
15) Miftah-us-Seâde; c.2, s.232
16) Hidâyet ül-Müvaffıkîn; s.63
17) Tabakât-ül-Müfessirîn; c.1, s.70
18) Mir'ât-ül-Cinân; c.2, s.132
19) Eshâb-ı Kirâm; s.310
20) Fâideli Bilgiler; s.13,44,73,87,91,143,158
21) Vehhâbîye Nasîhat; s.13,24
22) El-A'lâm; c.1, s.203
23) Sıfât-us-Safve; c.2, s.190
24) Sebîl-ün-Necât; s.25
25) Eşedd-ül-Cihâd; s.7
26) Mukaddimet-ül-Müsned (Zehebî); s.82
27) En-Nücûm-üz-Zâhire; c.2, s.304
28) Menâkıb-ı Ahmed bin Hanbel (İbni Cevzî)
29) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.209
30) En-Na't-ül-Ekmel; s.31

MİRAÇ KANDİLİ


MİRAÇ KANDİLİ GECESİNDE NASIL İBADET EDİLMELİ?

Feyiz ve bereketin coştuğu mübarek gece olan miraç gecesinde neler yapılabilir. Miraç gecesinde nasıl ibadet edilmeli?
Bizzat Peygamber Efendimiz (sas)’in ötelerden, manevi hediyeler getirdiği gecedir Miraç Gecesi. Efendimiz (sas), bu geceyi “Ben Miraç’tan daha güzel bir şey görmüş değilim.” diye tarif ediyor. İlahiyatçılar, bu gecenin namazla taçlandırılması gerektiğini söylüyor.
Bu gece idrak edeceğimiz Miraç Gecesi, Kur’an-ı Kerim’de İsra Suresi’nin ilk ayetinde şöyle anlatılıyor: “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” Miraç Gecesi için Bediüzzaman Hazretleri, ikinci bir Kadir Gecesi hükmünde olduğunu beyan ederek, “Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar.” diyor. Fethullah Gülen Hocaefendi de Miraç’ın esas armağanının namaz olduğunu dile getirerek, “Namaz, her şeyiyle halis bir ibadet ve miraç için yegane vesile, sonra da Allah Resulüne (sas) gökler ötesi seyahatin en son noktasında tevdi edilen İlâhî bir armağandır. Bu armağan içinde herkese kılacağı namazı ölçüsünde bir miraç mukadderdir.” ifadelerini kullanıyor.
Bu gecenin, müminin miracı namazı hatırlattığını kaydeden Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Muhittin Akgül ise bu geceyi idrak edenlerin namazı merkeze almalarını ve kaza namazlarına yönelmelerini tavsiye ediyor. Akgül, “İsra Suresi; ideal insanı, ideal kulu ve ideal toplumu ayakta tutan temel nitelikleri anlatır. Miraç Gecesi Allah’a ortak koşmama ve kulluk, anne babaya karşı güzel davranış, toplumun birbirine karşı vazifelerini ifade eden çalmama, öldürmeme, başkası hakkında kesin kanaat sahibi olmadan herhangi bir bilgiyi başka bir şahsa ulaştırmama, komşuluk hukuku, insanı birbirinden uzaklaştıran kibir, gurur ve emanete saygı gibi ilkeler üzerinde düşünmeli.” diyor.

MİRAÇ KANDİLİNDE OKUNACAK DUA

MİRAC’IN MANEVî HEDİYELERİ
1) Beş vakit farz namaz. İhsan şuuruyla kılınan namazlar, ümmetin miracıdır.
2) “Âmenerrasûlü” diye bilinen âyetler. Bakara Sûresi’nin 285 ve 286. ayetleri.
3) İsra Suresi’nin 22-39. ayetlerinde bahsedilen 12 İslâm prensibi.
4) Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimselerin günahlarının affedileceği ve Cennet’e girecekleri müjdesi.
5) İyi amele niyetlenen kişiye -onu yapamasa bile- bir sevap; eğer yaparsa on sevap yazılacağı, fakat kötü amele niyetlenen kişiye -onu yapmadığı müddetçe- hiçbir günahın yazılmayacağı; ancak işlediği zaman da sadece bir günah yazılacağı müjdesi.
Bir diğer hediye de, Mi’rac Gecesi Allah ile karşılıklı selâmlaşma ve sohbetlerinden bazı sözleri getirmiştir ki Et-Tahiyyâtü diye bütün namazlarda teşehhütte okunuyor. Böylece Miraç’ta Allah ve Resulü arasındaki o kutlu konuşma hatırlanıyor.
BU GECE NASIL DEĞERLENDİRİLEBİLİR?
Kur’ân-ı Kerim okunmalı. Özellikle İsra Sûresi, Necm Sûresi ilk ayetleri ve Bakara Sûresi son ayetleri tefsirleriyle birlikte okunabilir.
Peygamber Efendimiz’e (sas) salât ü selâmlar getirilmeli.
Kaza, nafile namazlar kılınmalı.
Tefekkürde bulunulmalı ve “Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Allah’ın benden istekleri nelerdir?” üzerinde düşünmeli.
Geçmişin muhasebe ve murakabesi yapılmalı.
Günahlara samimi olarak tövbe ve istiğfar edilmeli.
Cevşen, Esma-ül Hüsna ile evrad ü ezkarda bulunulmalı.
Peygamber duaları başta olmak üzere mü’min kardeşlerine ismen dualar etmeli.

4 Haziran 2013 Salı

Bir gencin tövbesi

Bir gencin tövbesi

Allahü teâlâ, peygamberi Musa aleyhisselâma hitap edip
" (Ey Musa! Filân mahallede, bizim dostlarımızdan biri vefât etti. Git onun işini gör. Sen gitmezsen, bizim rahmetimiz onun işini görür) buyurdu.
Hazret-i Musa, emir olunduğu mahalleye gitti.
Oradakilere:
-Bu gece, burada, Allahü teâlânın dostlarından biri vefât etti mi? diye sorunca:
-Ey Allahın peygamberi! Allahü teâlânın dostlarından hiç kimse vefât etmedi. Ama, filân evde zamanını kötülüklerle geçiren fâsık bir genç öldü. Fıskının çokluğundan, hiç kimse onu defnetmeye yanaşmıyor, dediler.
Musa aleyhisselâm:
-Ben onu arıyorum, buyurdu. Gösterdiler.
Hazret-i Musa, o eve girdi. Rahmet meleklerini gördü.Ayakta durup, ellerinde rahmet tabakları olup, Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu saçıyorlardı.Hazret-i Musa, yalvararak münacaat etti:
-Ey Rabbim! sen buyurdun ki, o''Benim dostumdur.'' İnsanlar ise fâsık olduğuna şahitlik ediyorlar. Hikmeti nedir?
Allahü teâlâ:
(Ey Musa! İnsanların onun için fâsık demeleri doğrudur. Ama, günahından haberleri var, tövbesinden haberleri yok. Benim bu kulum, seher vakti, toprağa yuvarlandı ve tövbe etti. Bizim huzurumuza sığındı. Ben ki, Allah'ım! Onun sözünü ve tövbesini kabul ettim. Ona rahmet ettim ki, bu dergâhın ümitsizlik kapısı olmadığı anlaşılsın!) buyurdu.

BİR EV TAPUSU

BİR EV TAPUSU

Meşhur velilerden Habib-i Acemî k.s. zamanında, benzeri görülmemiş şöyle bir hadise yaşanmıştır:
Horasanlı bir adam, evini onbin dirheme satarak, ailesiyle Basra'ya geldi. Oradan hacca gidecekti. Habib-i Acemî'yi buldu ve ondan şöyle bir istekte bulundu:
- Ben eşimle hacca gidiyorum. Şu onbin dirhem parayı al da, Basra'da benim için uygun bir ev alıver.
Horasanlı ve eşi Mekke'ye doğru yola koyuldu. O günlerde ise Basra'da müthiş bir kıtlık ve açlık başgösterdi. Habib-i Acemî Hazretleri ise elindeki emanet parayla gıda maddeleri alıp, sahibinin hayrına muhtaçlara dağıtmak zorunda kaldı. Adamın rızası olmazsa, parasını geri verecekti.
Horasanlı, hac dönüşünde kendisine ev alınıp alınmadığını sordu. Habib-i Acemî dedi ki:
- Rabbimden sana Cennet'te bahçeli bir ev alıverdim!
Adam bu durumu eşine haber verdi. Kadın buna memnun oldu, fakat evin tapusunu da istedi. Horasanlı bu isteği iletince, Habib-i Acemî ona şöyle bir senet yazıp eline verdi:
'Bismillah.. Bu senet, Habib'in Horasanlı için Rabbinden aldığı evin tapusudur. Allahu Tealâ bu evi Horasanlı'ya verecek ve Habib'i de borcundan kurtaracaktır...'
Bu senedi aldıktan sonra adamcağız ancak kırk gün daha yaşadı. Ölmek üzereyken, bu tapu senedinin kefenine konulmasını vasiyet etti. Öyle yaptılar. Bir zaman sonra da kabrinin üzerinde, bir levhaya parlak bir yazıyla yazılmış şöyle bir yazı buldular:
'Habib Ebu Muhammed'in falan Horasanlı için onbin dirheme aldığı evin beratıdır. Rabbi, Habib'in istediği evi Horasanlı'ya verdi ve Habib'i de borcundan kurtardı.'
Habib Hazretleri bu yazıyı alıp okuyunca, levhayı öperek ve ağlayarak dostlarının yanına koştu: 'Bu Rabbimin bana olan beratıdır!' diye sevincini ifade etti.

AHMED HAMMÂMÎ


AHMED HAMMÂMÎ;
Tasavvufda Halvetî yolundan yetişen büyük velîlerden. İsmi, Ahmed bin Ömer Hammâmî
Alvânî Halvetîdir. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 1608 (H.1017) senesinde Halep'te
vefât etti. Makâm-ı Halîl'e bitişik, Şah Velî Türbesi yakınına defnedildi.
Ahmed Hammâmî, Hama'da yetişti. Ebü'l-Vefâ Alvânî'den ilim öğrendi. Sonra, hocasının
kardeşi Şeyh Muhammed'in derslerini dinledi. Hocasının vefâtı üzerine, Hama'dan Halep'e
geldi ve Meşarika mahallesine yerleşti. Sevîkat-i Hâtem mahallesindeki Şeyh Şem'ûn
mescidinde, ilme yeni başlayanlara ders verdi. Elfiye, Şerh-ul-Katr, Nahv, Minhâc okuttu.
Gâyet sâde giyinirdi. Hâlbuki çok kıymetli elbise alma imkânı vardı. Sonra Şeyh
Ebü'l-Cûd'un derslerine devâm etti. Tefsîr okudu. Cumâ günleri, sabah erkenden, güneş
yükselinceye kadar tövbe ve istigfârla meşgûl olurdu. Sonra da cemâatin dert ve sıkıntılarını
dinler, herkese ayrı ayrı cevaplar verirdi.
Bir meclis kurup, insanlara, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını bıkmadan anlattı. Her
sınıftan insan gelerek derslerini dinleyip istifâde ettiler.
Şöyle anlatılır:
"Hocası, Ahmed Hammâmî'ye, mescidin kandillerine yağ koyması için, içinde yağ olan
odanın anahtarlarını vermişti. Ahmed Hammâmî de, kandillerdeki yağ bittikçe, ihtiyaç
mikdârı yağı Besmele ile koyardı. Uzun zaman bu vazîfeyi sürdürdü. Bir gün çekemeyen biri;
"Ahmed bu vazifeyi yapamıyor." diyerek hocasına şikâyette bulundu. Bunu işiten Ahmed
Hammâmî, hocasına gidip, bu vazîfeden affedilmesini arz etti ve odanın anahtarını teslim etti.
Aradan bir hafta geçti. O hasedkâr kişi yağın bittiğini söyledi. Ebü'l-Vefâ; "Sübhânallah!
Bereket Ahmed'in elinde idi. Anahtarlar onda olsaydı, o yağ senelerce yeterdi" buyurdu.
Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Terviyet-ül-Ervâh, 2) A'zeb-ül-Meşârib fîs-Sülûk, 3)
El-Menâkib fit-Tasavvuf, 4) El-Usûl-ül-Alvâniyye, 5) El-Ahlâk-us-Sûfiyye.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.2, s.30
2) Hülâsat-ül-Eser; c.1, s.257
3) El-A'lâm; c.1, s.188
4) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.153
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.165

AHMED BİN HADRAVEYH


AHMED BİN HADRAVEYH;
Evliyânın büyüklerinden. İsmiAhmed bin Hadraveyh bin Muhammed bin Ebî Amr
el-Belhî'dir. Künyesi Ebû Hâmid'dir. Doğum târihi bilinmemekte olup, 854 (H.240) senesinde
Belh'te vefât etti.
Tasavvuf yolunun en yüksek derecesine ulaşmış, fetvâ sâhibi, tarîkatta kâmil, fütüvvette ve
asâlette meşhûr, vilâyette sultan, riyâzette şöhret sâhibi, tasavvuf ehli arasında makbûldü.
Kerâmetler sâhibi yüzlerce talebesi vardı. Önceleri Hâtem-i Es'am'ın talebesiydi. Ebû Turâb
en-Nahşebî ve Ebû Hafs el-Haddâd ile sohbet etmiş, İbrâhim bin Edhem'i görmüştür.
Özellikle fütüvvet; cömertlik, ikram, herkese iyilik etmek husûsundaki sözleriyle meşhûr olan
Ahmed bin Hadraveyh, Belh emîrinin kızı Fâtıma ile evlenmişti. Hanımı Fâtıma da
tasavvufta örnek bir şahsiyetti.
Ahmed bin Hadraveyh hazretleri önce zâhir, sonra bâtın, tasavvuf ilminde ve hâllerinde
yetişip yükseldi. Asker kıyafetinde elbise giyerdi. Sadâkatı ve doğruluğu en büyük lütfun elde
edilmesinde tek çâre olarak gören Ahmed bin Hadraveyh; "Kim, bütün hâllerinde Allahü
teâlânın kendisiyle olmasını istiyorsa, doğruluğa sarılsın" derdi. Ona göre kulun başarıya
ulaşmaması, basîretsizliğinin eseridir. "Yol açık, hak zâhir, belli, dâvette bulunan bilinip
işitilmiştir. Bütün bunlardan sonra şaşırmak, yalnız körlükten ileri gelmektedir." derdi.
Ebû Hafs'a; "Bu yolun büyüğü kimdir?" diye sorulduğunda; "Ahmed bin Hadraveyh'ten
yüksek hikmetli ve hâli ondan doğru kimse görmedim." buyurdu.
Belh emîrinin kızı olan hanımı Fâtıma, tövbe etmiş ve Ahmed bin Hadraveyh'e haber
gönderip, babasından kendisini istemesini söylemişti. Ebû Hâmid Ahmed kabûl etmeyince,
ikinci defâ adam gönderdi ve; "Ben, seni Allah yolunu görmek isteyenlerin yolunu kesici
değil, yol gösterici olmakta herkesten ileri sanıyordum." dedi. Bunun üzerine Ahmed bin
Hadraveyh, Fâtıma'yı babasından istedi. Babası da Ahmed bin Hadraveyh'in bereketlerinden
istifâde için kızını ona verdi. Fâtıma dünyâ işlerini terk etti ve Ahmed bin Hadraveyh'le huzûr
ve sükûn içinde yaşadı.
Menkıbelerinden bâzıları şöyledir:
Bir gün evine hırsız girdi. Her tarafı aradı, fakat götürecek bir şey bulamadı. Eli boş döneceği
zaman Ahmed bin Hadraveyh; "Ey genç! Şu kovayı al su doldur. Abdest al ve namaz kıl. Bu
arada evime belki bir şey gelir, sana veririm. Böylece evimden boş dönmemiş olursun." dedi.
Genç onun emrettiği gibi hareket etti. Sabah olunca zengin birisi Ahmed bin Hadraveyh'e yüz
elli altın getirdi. Ahmed bin Hadraveyh hazretleri bu parayı o gence vererek; "Al bu gece
kıldığın namazlar sebebiyle sana mükafattır." dedi.
Genç onun bu merhamet ve iltifâtı karşısında şaşırdı, hâli de değişti. Sonra; "Yolumu
kaybetmiş, bozuk işlere dalmıştım. Bir gece hayırlı bir iş yapıp Allahü teâlâya ibâdet ettim.
Rabbim de bana böyle ihsânda bulundu." diyerek tövbe edip Ahmed bin Hadraveyh
hazretlerine talebe oldu.
Ahmed bin Hadraveyh hazretleri kendi nefsini muhâsebeye çektiği bir hâdiseyi şöyle
anlatmıştır:
Uzun müddet nefsime muhâlefetle onu kahretmiştim. Bir defâsında bir cemâat cihâd için
gazâya gidiyordu. Bende de gazâ için büyük bir arzu uyanmıştı. Nefsim gazânın sevâbı ile
ilgili hadîs-i şerîfleri bana hatırlatıyordu. Hayret edip, kendi kendime, gâlibâ nefsin bu istekli
hâli bir hîledir! Çünkü nefs seve seve ibâdet ve tâatta bulunmaz! Herhalde devamlı oruç
tuttuğum için nefsin tâkatı kesildi de bu sebeple savaşa gitmemi ve orucumu açmamı istiyor
dedim.
Nefse dedim ki: "Ey nefs gazâ için sefere çıkınca oruca devâm edeceğim." Nefs; "Olur
kabul." deyince şaşırdım ve herhalde ben nefsi geceleri namaz kılmaya mecbûr tutuyorum da
onun için gazâya çıkmamı ve böylece gece namazını bırakacağımı ve rahata kavuşmayı
istiyor diye düşündüm. Nefse gazâda da seni gece uyutmam dedim. "Bu da kabul!" dedi.
Bu cevabına da hayret edip, iyice düşündüm. Sonra herhalde nefs yalnızlıktan usandı da
halkın arasına karışmak istiyor. Bu sebeple diye yorumladım ve nefse; "Konakladığımız her
yerde insanların arasında oturmayacağım. Tenhâ bir kenara çekileceğim." deyince nefsim;
"Onu da kabul ediyorum!" deyince artık onun maksadını anlamaktan âciz kaldım. Allahü
teâlâya sığınıp; "Yâ Rabbî! Beni nefsin hîlesinden haberdâr et ve onun aldatmasından koru.
Sana sığındım." diye yalvarıp duâ ettim.
Bunun üzerine nefs, şöyle dedi: "Benim isteklerime muhâlefet etmekle beni günde yüz defâ
öldürüyorsun, bundan kimsenin haberi yok. Hiç olmazsa gazâda bir kere ölürüm de bunu
bütün cihân halkı duyar. Derler ki, âferin Ahmed Hadraveyh'e, onu, nefsini öldürdüler,
şehîdlik derecesine erdi..."
Nefsin bu cevabı üzerine; "Sübhanallah, bu nefs öyle yaratılmış ki, hayatında da ölümünde de
münâfık! Ne bu dünyâda ne de âhirette müslüman olmak istemiyor! Ben onu tâatte bulunmak
istiyor sanmıştım. Ona zünnâr bağlandığının farkına varmamışım." diyerek, daha çok
muhâlefet ettim.
Bir menkıbesi de şöyledir:
Bir kimse Ahmed bin Hadraveyh hazretlerine gelip; "Fakir ve bitkin bir kimseyim, sıkıntıdan
kurtulmam için bana bir yol gösterir misiniz?" dedi.
Onun bu arzusu üzerine; "Git bütün mesleklerin ve yapılan işlerin isimlerini ayrı ayrı yaz. Bir
torbaya doldur bana getir." dedi.
Fakir kimse söylenilen şeyi yapıp tekrar huzuruna geldi. Yanına gelince, getirdiği torbaya
elini sokup bir kâğıt çıkardı. Kâğıdın üzerinde "vurgunculuk" yazıyordu.
Kâğıdı adama verip; "Senin vurgunculuk yapman gerekiyor." dedi.
Adam önce şaşırdı sonra da; "Madem ki bu zat böyle söyledi, bunu çâresiz yapmam
gerekiyor." dedi. Sonra yolkesen harâmilerin yanına gidip, kendisinin de yol kesip
vurgunculuk yapmak istediğini söyledi. "Kabul! Ancak bir şartımız var ne dersek yapacaksın.
O zaman seni aramıza alırız" dediler.
"Peki bu şartınızı kabul ettim." diyerek onlara katıldı.
Birkaç gün yolkesicilerin arasında kaldı. Bir gün bir kervanın önüne çıkıp, soymak istediler.
Kervanda çok zengin bir tüccar vardı. Bu adamı yakalayıp, aralarına yeni katılan kimseye;
"Bunun başını kes!" dediler.
Bu teklif karşısında şaşırıp durakladı. Kendi kendine; "Şu eşkiyânın reisi haksız yere kan
döküyor. Tüccarı öldüreceğime onu öldüreyim daha iyi olur." diye düşündü.
Eşkiyâ reisi ise ona ısrarla; "Eğer iş yapmak için geldiysen, işin budur bunu yapman lazım.
Yoksa git kendine başka bir iş bul." dedi. Bu sözler üzerine kılıcını çekip eşkıyâ reisinin
başını kesti. Diğer vurguncular reislerinin öldüğünü görünce, kaçıp dağıldılar. Böylece kervan
soyulmaktan kurtuldu. Ölümden ve soyulmaktan kurtulan zengin tüccar, onun yaptığı işten
çok memnun olup, ona pek çok altın ve gümüş verdi. Böylece zengin oldu fakirlikten ve
vurguncu olmaktan kurtuldu.
Ahmed bin Hadraveyh hazretleri fakirlere, garîblere acır, onları himâye ederdi. Onlara yardım
edebilmek için borç alırdı. Vefât edeceği sırada bu sebeple yedi yüz dirhem borcu vardı. Bu
paranın tamamını fakirlere harcamıştı. Ölüm döşeğinde iken alacaklıları vefât etmek üzere
olduğunu haber alarak, altınlarını istemek üzere hemen yanına gittiler. Bütün alacaklılar
başında toplanmıştı. Bu durumu görerek; "Allah'ım benim canımı alıyorsun, fakat şu
kimselerin rehini benim canımdır! Ben onların önünde rehin bulunuyorum. Şimdi güvenilir
bir kefil arıyorlar. Bu borcu öyle birine havâle et ki, bunların alacakları ödensin. Ondan sonra
canımı al!" diye duâ etti.
Daha duâsını bitirir bitirmez kapısı çalındı. Bir zât gelip; "Ahmed bin Hadraveyh'in evi burası
mı?" dedi.
"Evet burasıdır" diye cevap verdiler. Bu sefer:
"Ebû Hâmid Ahmed bin Hadraveyh'den alacağı olanlar dışarı gelsin." diye seslendi.
Alacaklılar bu sesi duyup hemen dışarı çıktılar. Gelen zât herbirinin alacağını ayrı ayrı ödedi.
Borçlar ödenip tamamlanınca Ahmed bin Hadraveyh hazretleri vefât etti.
Birçok eserleri bulunan Ahmed bin Hadraveyh, hayatında düstûr hâline getirdiği "Allah
doğrularla berâberdir" sözünün tecellisine ölüm döşeğinde de kavuşmuştur. Vefâtı sırasında
yanında bulunan Muhammed bin Hâmid şöyle anlatıyor:
Ahmed bin Hadraveyh ölüm döşeğinde iken 95 yaşındaydı. Kendisine bir mesele sorulunca
gözleri yaşardı. "Ey oğlum 95 senedir çaldığım bir kapı vardı. İşte şimdi o kapı bana açılıyor.
Benim için saâdetle mi yoksa bahtsızlıkla mı açılıyor, bilmiyorum. Suâle nasıl cevap
verebilirim?" diye karşılık verdi.
Ahmed bin Hadraveyh hazretleri buyurdu ki:
"Mârifetin hakîkati, Allahü teâlâyı kalb ile sevmek, dil ile anmak ve Allahü teâlâdan başka
her şeyden ümidini kesmektir."
"Gaflet uykusundan daha ağır uyku yoktur. Şehvetten kuvvetli esaret yoktur. Gaflet ağırlığı
olmasaydı. Şehvet gâlip gelmezdi."
"Yoksullara hizmet eden, şu üç şeyle mükâfatlandırılır. Tevâzu, edep güzelliği, cömertlik."
"İnsanların Allahü teâlâya en yakın olanı, güzel huylara en çok sâhip olanıdır."
"Fakirliğindeki izzeti ve dervişliğindeki şerefi gizli tut. Yâni halka ben fakirim diyerek sırrını
açığa vurma. Çünkü fakirlik Allahü teâlânın iyi bir ihsânı ve ikrâmıdır."
"Sabır, fakru zarûrette kalanların azığı, rızâ ise âriflerin mertebesidir."
"Kalp, bir takım kaplardan ibârettir. Allahü teâlânın sevgisiyle dolduğu zaman, nûrun fazlası
diğer uzuvlara yansır. Bâtılla dolduğu zaman da, ondaki karanlık diğer organlara geçer."
"Amellerin en iyisi hangisidir?" sorusuna: "Allahü teâlâdan başkasına iltifât etmekten kendini
korumaktır." diye cevap vermişti.
Birgün yanında "Allahü teâlâya (azâbından rahmetine) sığının." (Zâriyât sûresi: 50)
meâlindeki âyet-i kerîme okunduğunda; "Bu âyet-i kerîme her konuda kaçıp sığınılacak en
hayırlı olanın Allahü teâlâ olduğunu öğretmektedir." dedi.
*"%3")(3&<"3")&5,:.
Ahmed bin Hadraveyh hazretleri gençliğinde bir defâ bir şeyhin dergâhına gitti. Üzerinde eski
elbiseler vardı. Onu gören talebeler kabullenemeyip, hocalarına; "Bu gelen misâfir dergâhın
ehli değil." dediler.
O ise dergâhta bir müddet kaldı. Bir gün dergâhın kuyusundan su çekerken elindeki kovanın
ipi kopup kova kuyuya düştü. Bu sebeple dergâhta vazîfeli olan hizmetkâr ona sitem edip
üzdü. Ahmed bin Hadraveyh hazretleri bu durum karşısında dergâhın şeyhine gidip; "Kova
kuyuya düştü, çıkması için bir Fâtihâ okur musunuz?" diye ricâ etti.
Dergâhın şeyhi; "Bu nasıl bir istek." diye duraklayınca; "Eğer siz okumazsanız izin verin ben
okuyayım." dedi.
Şeyh de izin verdi. Kuyunun başında Fâtihâ sûresini okudu kova birdenbire kuyunun üzerine
çıktı.
Dergâhın şeyhi onun bu ihlâsını görerek sarığını çıkarıp önüne koydu ve derecesinin onun
derecesi yanında çok az bir derece olduğunu ifâde için; "Ey genç! Sen nasıl bir kimsesin ki
benim harmanım senin danen yanında saman oldu" dedi.
Ahmed bin Hadraveyh şeyhin bu sözü üzerine; "Talebelerinize söyleyiniz, misâfire kem
nazarla bakmasınlar. Zaten ben gidiyorum." diyerek, ayrıldı.
!B01!,1%&&:1&&)"<$0,1)31,$
Bir müddet Bistam'da kalan Ahmed bin Hadraveyh hanımı ile oradan ayrılıp, Nişâbur'a gitti.
Nişâbur'da iken Yahyâ bin Muâz-ı Râzî oraya geldi. Gelen bu misâfiri Ahmed bin Hadraveyh
evine dâvet etmek istedi. Hanımına bu zâtın dâvetinde neler yapılmasının gerektiğini sorunca,
Fâtıma şöyle cevap verdi: "Birçok hayvan kesmeli, ayrıca şunlara da ihtiyaç vardır; çokça
şamdanlar, buhûr ve misk alınmalı, bunlara ilâveten birkaç merkep kesmeli." deyince, Ahmed
bin Hadraveyh; "Merkep kesmek de ne oluyor?" diye sordu. Hanımı; "Kerem sâhibi bir
kimse, kerem sâhibi bir kişiyi evine dâvet edip misâfir edince, mahallenin köpekleri de
bundan nasiblerini almalıdır." diye cevap verdi.
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.42
2) Nefehât-ül-Üns; s.119
3) Târih-i Bağdâd; c.4, s.119
4) Tezkiret-ül-Evliyâ; s.382
5) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.95
6) İhyâ-i Ulûmiddîn; c.4, s.601
7) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.103
8) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.11
9) Sıfat-üs-Safve; c.4, s.137
10) Risâle-i Kuşeyrî; s.93
11) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.287
12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.80
13) Şehu't-Tearrûf; c.1, s.98
14) Tezkiret-ül-Evliyâ; s.257

3 Haziran 2013 Pazartesi

Hz. Sa’d Bin Ebi Vakkâs’ın son sözleri


Hz. Sa’d Bin Ebi Vakkâs’ın son sözleri
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve İran’ı fetheden ordunun kumandanıdır. Sağlığında Cennetle müjdelenen on sahabîden biridir. Nebesi hem baba tarafından, hem de anne tarafından Peygamber efendimizle birleşir.
Hazret-i Sa’d, heybetli, orta boyda, esmer tenli, cesur, sözü, özü doğru büyük bir zattı. Çok cömert olup, sadeliği severdi.
Hazret-i Sa’d, Veda Haccı’ndan sonra hastalandığında, Peygamber Efendimiz kendisini ziyarete gelmişti. Sa’d hazretleri hastalığı şiddetlendiğinden duâ almak için Peygamberimize “Yâ Resûlallah siz Medine’ye döneceksiniz de ben burada ölüp dostlarımdan geriye mi kalacağım?” dedi.
Peygamber efendimiz de “Hayır! Sen bizden geri kalamazsın! Burada kalırda Sâlih ameller işlersen, elbette onunla derecan artar, merteben yükselir. Umarım ki: Sen uzun zaman yaşayacaksın! Öyleki senden, bir takım kavimler faydalanacak, bir takımları da mahrum kalacak” dedi. Ve “Yâ Rab! Eshâbımın Mekke’den Medine’ye dönüşünü tamamla!” diyerek duâ etti. Bunun üzerine iyileşti, şifâ buldu. Medine’ye döndü.
Ömrünün sonlarına doğru, gözleri görmez olmuştu. Bu halde iken Mekke’ye gelmişti. Mekke halkı etrafına toplanıp, “Bana duâ et, bana duâ et” deyince hepsine duâ ediyordu. Abdullah bin es-Sâib anlatır: “Ben genç idim, bir ara O’na yaklaştım ve kendimi tanıtmağa çalıştım. Beni tanıdı ve “Ben Mekke’nin en iyi okurlarından birisin” dedi. Ben de “Evet” dedikten sonra bir ara: “Amca senin duân makbul, herkese duâ edip duruyorsun, kendin için duâ etsen de gözlerin acılsa olmaz mı?” dedim. Sa’d gülümseyerek “Oğlum Allahü teâlânın benim hakkımdaki takdiri (gözümün görmemesi), gözümün görmesinden daha güzeldir” buyurdu.
Hayatının sonlarına doğru, Medine’ye yakın Akik denilen yerde hastalandı ve orada 675 yılında vefat etti. Mübarek cesedi Medine-i Münevvere’ye götürüldü. Namazını Medine Valisi Mervan kıldırdı. Son arzusu, “ Bedir Harbinde giymiş olduğum elbisesi ile defnedin” oldu. Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, Cennetle müjdelenen on sahâbiden (aşere-i mübeşşereden) en son vefât edendir.
“Ey Anne, senin yüz canın olsa..”
Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri ilk Müslüman olanların yedincisidir. Annesi oğlunun Müslüman olduğunu duyunca ok sinirlenip, Onu İslâm dîninden döndürebilmek için çeşitli yollara müracaat etti. Oğlu Sa’d’ın kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bildiğinden İslâm dîninden döndürebilmek için;
“Allahın, sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya daima iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen sen değilmisin?” dedi. Hazret-i Sa’d da “Evet” dedi. Bunun üzerine annesi asıl maksadını bildirmek için şöyle söyledi:
“Yâ Sa’d! Vallahi, sen Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helâk oluncaya kadar ağzıma bir şey almayacağım. Sen de bu yüzden anne kâtili olarak insanlarca ayıplanacaksın.”
O güne kadar annesinin her isteğine boyun eğmiş, bir dediğini iki etmemişti. Allahü teâlâ ve Resûlüne bütün kalbiyle inanmış ve bağlanmış olduğundan bu îmân kuvveti üstün geldi, annesinin isteğini kabul etmedi. Annesinin yiyip içmediğini ve bunda inat ettiğini görünce, şöyle dedi:
“Ey Anne, senin yüz canın olsa ve her birini İslâmiyeti bırakmam için versen, ben yine dînimden vaz geçmem. Artık ister ye, ister yeme.”
Annesi Hazret-i Sa’d’ın dînine bağlılığını, îmânındaki sebâtını görünce şaşırdı, çaresiz kaldı. Yemeye ve içmeye tekrar başladı.
Sa’d bin Ebi Vakkas hazretleri ile annesi arasında geçen bu hâdiseden sonra Allahü teâlâ evladın anne ve babaya hangi hallerde tâbi olacağını, hangi hallerde tâbi olmayacağını bildiren Ankebût sûresi, sekizinci âyeti kerimesini göndererek;
“Biz insana, ana ve babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Bununla beraber, hakkında bilgi sahibi olmadığın (ilah tanımadığın) bir şeyi bana ortak koşmak için sana emrederlerse, artık onlara (bu hususta) itaat etme! Dönüşünüz ancak banadır. Ben de yaptığınızı (amellerinizin karşılığını) size vereceğim” buyurdu.
“Anam, babam sana fedâ olsun!”
Hazret-i Sa’d bütün gazâlarda bulundu. Savaşlarda çok kahramanlıklar gösterdi. Uhud Harbinde de, müslümanların sıkışık durumlarında büyük bir metanetle çarpışmış, Peygamberimizin yanından hiç ayrılmayıp, düşmana karşı savaşmıştır.
Hazret-i Sa’d ok atmakta çok maharetliydi. Her attıağı ok isabet ediyordu. İslâmiyette, Allah yolunda ilk ok atan sahâbi olup, okçuların (kemankeşlerin) reisiydi. Uhud Harbinde, 1000’den fazla ok attı. Peygamberimiz tarafından, büyük iltifatlara ve duâlara mazhar oldu.
Peygamberimiz ok atarken Ona, “At ya Sa’d! Anam, babam sana fedâ olsun!” diye duâ etmiş, her ok atışında “İlahî bu senin okundur. Atışını doğrult.” “Allahım sana duâ ettiğinde Sa’d’ın duâsını kabul eyle” diye duâ etmiştir.
Peygamber efendimiz, hayatında “Anam, babam sana fedâ olsun” diye sadece Hazret-i Sa’d için duâ etmiş, bunun dışında hiçbir kimseye böyle duâ etmemiştir.
Hazret-i Âişe anlatır: Resûlullah gazvelerin birinde, geceleyin Medine’ye dönüp geldiğinde “Ne olurdu, sâlih bir kimse beni korumağı üzerine alsaydı!” buyurdu. Birden bir silâh sesi duyduk. “Bu kimdir?” buyurdu. “Benim, Sa’d bin Ebî Vakkas” dedi. Peygamberiniz “Seni buraya hangi şey getirdi” yâni buraya niçin geldin? buyurdu. Hazret-i Sa’d: “İçimden bir ses Resûlullah yalnızdır, korkarım ki, din düşmanları ona bir sıkıntı ve eziyet verirler dedi. Bunun için O’nu korumağa ve hizmetine geldim.” Bunun üzerine Resûlullah ona duâ etti ve uyudu.
Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, Peygamberimize annesi tarafından dayı olurdu. Bunun için Peygamberimiz ona “Bu benim dayımdır. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin” diyerek iltifatlarda bulunurdu.
Resûlullah her namazın ardından; “Allahım, korkaklıktan, cimrilikten sana sığınıyorum. Rezil bir hayata düşmekten, dünyanın ve kabrin imtihanınından sana sığınıyorum.” diye dua ettiğini bildirmiştir. “Duâ kabûl olmak için helâl lokma yiyin” hadis-i şerifini de rivayet etmiştir.
Peygamberimiz Sa’d bin Ebî Vakkas hazretlerine duâsı kabul olması için dua ettiğinden müslümanlar O’nun duasını almaya çalışırlardı. Düşmanlar da, her attığı ok isabet ettiğinden, çok korkarlardı.
Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri buyurdu ki: Hayatımda üç gün ağladım. Bunlardan biri, Resûl-i ekrem’in vefât ettiği zaman, ikincisi Hazret-i Osman’ın şehid edildiği zaman, üçüncüsü de Hakka sığınırken ağladım.” Yine buyurdular ki: “Bir kimse gündüz hatim okursa, melekler ona akşama kadar duâ eder. Gece okursa sabaha kadar duâ eder.”

Bir defa dahâ söyle

Bir defa dahâ söyle

Cebrâîl aleyhisselâm dedi:
- Yâ Rabbel âlemîn! Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin dostluğu Ebû Bekrin gönlünde ne mikdâr ve ne kadar olduğunu bilmek isterim.
Bayram günü idi. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' kıymetli ve gösterişli elbise giymiş ve otuz altınlık bir şal omuzuna almış idi. Cebrâîl aleyhisselâm a'mâ sûretinde gelip, yol üzerinde oturdu. Oraya Ebû Bekr-i Sıddîk geldi. Ona yaklaşdı. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki,
- Allahü tebâreke ve teâlâ afv etsin o kimseyi ki, Muhammed Mustafâ dostluğuna bana birşey versin.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' o sözü işitdi. Mubârek omuzundan şalını çıkarıp, ona verdi.
Buyurdu ki,
- Bir def'a dahâ söyle. Bir def'a dahâ söyledi.
Ebû Bekr-i Sıddîk kaftanını çıkarıp, ona verdi. Dördüncüde, setr-i avretini örten elbiseden başka, bütün elbiselerini ona verdi. Beşincide na'lınını çıkarıp ona verdi. Sonunda artık elbisesi kalmadı. Bilâli 'radıyallahü anh' çağırdı ve Ona buyurdu:
- Yâ Bilâl. Âişenin evine var. Birşey getir.
Bilâl 'radıyallahü teâlâ anh' giderken, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine rast gelip, buyurdular ki,
- Nereye gidersin, yâ Bilâl! Sen mi söylersin, ben mi söyliyeyim.
Bilâl 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ Resûlallah, siz buyurun.
Buyurdular ki:
- Yâ Bilâl! Bil ki, o a'mâ Cebrâîl-i emîndir. Allahü tebâreke ve teâlâ onu bu şeklde gönderdi ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın bana muhabbeti ne kadardır anlasın.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Bilâli bekler idi. Hazret-i Bilâl elbise getirdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk o elbiseyi giydi. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullahın 'sallallahü aleyhi ve sellem' huzûr-ı şerîflerine gelip, dedi ki,
- Yâ Muhammed! Ebû Bekr-i Sıddîkı tecrübe ederdim. Elbiseler benim işime yaramaz. Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem' Cebrâîl aleyhisselâmın getirdiği elbiseleri Ebû Bekr-i Sıddîka getirdi. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh':
- Bir nesneyi ki senin dostluğun uğruna vermiş olayım, artık o bana gerekmez. Nereye uygun bulursanız, oraya tasarruf ediniz, dedi.

Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin

Bir Boşanma Olayı

Bir Boşanma Olayı
Medineli Sabit bin Kays, sahabenin ileri gelenlerindendi. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’e hizmetten asla geri kalmaz, sözünden ise bir an olsun dışarı çıkmazdı. Efendimiz de onu çok severdi. Hatta bir küçük hatası yüzünden aşırı üzüntüye kapılan Sabit’i teselli ederek “Sabit cennetliklerdendir.” buyurmuştu.
İşte bu Sabit’in aile içi bir sıkıntısı vardı. Hanımı Cemile, Sabit’e bir türlü ısınamamış, onu sevememiş, içindeki ilgisizliği yenip de bir gün olsun sevgiyle muhatap olamamıştı.
Cemile bir kadın olarak iç dünyasındaki bu fırtınayı kime anlatabilirdi? Kendisini kim dinlerdi? İslam’da kadın dinlenir miydi? Önceki devirde kadının söz hakkı yoktu çünkü;
Cemile tereddütler içerisinde doğruca Efendimiz (sallallaha aleyhi ve sellem) Hazretleri’nin huzuruna girdi, olanca cesaretini toplayarak kimselere açamadığı iç dünyasını Efendimiz’e açtı.
– Ya Resulallah, dedi, beyimin İslamî yaşayışına diyeceğim yoktur. Ahlakından da şikayetçi değilim. Lakin ben onu bir türlü sevemedim. Bu halimle ona isyan etmekten, isteklerine ters bir karşılık verip kötü bir sonuca düşmekten korkuyorum. Söyleseniz de beni boşasa. O, kendisini sevmeyen bir hanımı zorla nikanı altında tutan adam durumuna girmese, ben de dinime zarar verecek bir itaatsizliğe doğru kaymasam!.
Efendimiz, iç dünyasını bu nitelikte anlatan Cemile’yi tepkiyle değil ilgiyle dinledi. Bir hanımı, sevemediği erkekle bir arada kalmaya mecbur etmeyi zaten münasip de bulmuyordu. Ancak, beyi ne diyecekti? Boşamak istemezse zorla boşayacaksın da denemezdi. Bir de onu dinlemek gerekirdi. Nitekim öyle de yaptı. Cemile’nin duygularını, düşüncelerini aynen Sabit’e aktararak onu da dinledi.
Anlaşılan Sabit, Cemile’yi seviyordu. Ama Cemile’nin kendisini aynı sıcaklıkta sevmediğini, tek taraflı sevginin mutluluk getirmeyeceğini de biliyordu. Nasıl bir çare bulunabilirdi?
Düşünmeye başladı. Gözlerini diktiği sabit noktadan başını kaldırıp dedi ki:
– Ya Resulallah, Cemile’ye nikahta en değerli bahçemi mehir olarak verdim. Bunca değerli serveti verdiğim kadını bir anda nasıl boşayabilirim? Üstelik benim öyle başka bir bahçem de yoktur!
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Sabit’in yaklaşımını öğrenmiş oldu. Cemile’ye bu defa sorusunu şöyle sordu:
– Sabit seni boşayacak olsa, nikah sırasında aldığın değerli mehri iade eder misin? Böylece sen mehrini verip nikah bağından kurtulmuş olursun, Sabit de nikah hakkından vaz geçip bahçesini geri almış olur. İki taraf da bir şey verirken bir şeyleri almış sayılarak karşılıklı mağduriyetlerinizi gidermiş sayılırsınız. Teselli tarafınız bu olur.
Cemile buna hemen razı oldu. Kocasının nikah sırasında kendisine mehir olarak verdiği bahçeyi “Memnuniyetle iade ediyorum.” dedi. Sabit de “Öyle ise ben de nikahını aynı memnuniyetle ona iade ediyor, bu andan itibaren boşamış bulunuyorum, özgürdür.” dedi. Taraflar böylece bir şey verirken bir şey de aldıklarından helalleşerek ayrılmış oldular.
Bu olay üzerine Bakara Suresi’nin 229. ayeti nazil oldu. Ayet-i kerime anlaşmayı iptal etmiyor, hatta ortak aile hayatını sürdürme sevgisi yok olunca, hanımın aldığı mehri verip de nikahını ortadan kaldırmasını meşru görüyor; ancak erkeğin fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda mal istememesini de tavsiye ediyordu.
Bu hadise üzerine fıkıhta hüküm şöyle tespit edildi:
– Kadın ayrılmak istediği beyine bir şeyler vererek kendini boşatabilir! Yeter ki beyi fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda haksız mal isteğinde bulunmasın.

Kaynak: Yeni aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları

AHMED GAZÂLÎ


AHMED GAZÂLÎ;
İran'da yetişen evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimi. İsmi Ahmed, Künyesi Ebü'l-Feth,
lakabı Arif'tir. Babasının ismi Muhammed'dir. Büyük âlim İmâm-ı Gazâlî'nin kardeşidir.
Et-Tûsî ve el-Gazâlî nisbeleri verildi. Ahmed Gazâlî'nin nerede ve ne zamanda doğduğu belli
değildir. 1126 (H.520) senesinde Kazvin'de vefât etti.
Ahmed Gazâlî hazretleri küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Zamânındaki âlimlerin bir çoğu
ile görüştü ve onların sohbetlerinde bulundu. İlim öğrenmek için bir çok memleket dolaştı.
Pek çok tasavvuf ehlini ziyâret edip, hizmetlerinde bulundu. İlim ve fazîlette yüksek
derecelere kavuştu. Irak'a gittiği zaman ilmi ve fazîleti sebebiyle halk, sohbetlerine koştu.
Sonra Bağdât'ta vâz meclisi kuruldu ve sayısı seksen üçe yakın ders meclisinde vâzlar verdi.
Ahmed Gazâlî'nin vâzları gönülleri alıcı ve tesirliydi. Kerâmetler sâhibi, güler yüzlü bir zâttı.
Fıkıh ilmi ile meşgul olmasına rağmen, daha ziyâde insanlara vâz ü nasîhatları ile meşhur
oldu. İmâm-ı Gazâlî hazretlerine vekâleten, bir süre Nizâmiyye Medresesinde ders okuttu.
Ahmed Gazâlî hazretleri vâzlarının birinde Lâ ilâhe illallah lafzının faziletini şöyle anlattı:
Allahü teâlâ hadîs-i kutsî'de; "La ilâhe illallah benim kal'amdır. Kim benim kal'ama girerse,
azâbımdan emîn olur." buyuruyor. Lâ ilâhe illallah Allahü teâlâyı bildiren yüce bir sözdür.
Kim onu kendine kal'a edinirse ebedî saâdeti ve nîmetleri elde eder. Kim bu mübârek,
kelimeyi kendisine kal'a edinmezse, ebedî azâba uğrar. Fakat insanlar Lâ ilâhe illallah
kelimesinden uzaklaştılar. Onlarda sadece dilin kelime-i tevhîdi söylemesi kaldı. Böylece
insanlar sâdece kal'ayı söylemiş oldular. Nasıl ki ateşin ismini söylemek insanı yakmadığı,
suyun ismi insanı boğmadığı, kılıcın ismi insanı kesmediği gibi, kal'anın ismi de insanı
düşmandan korumaz. Bunlar gibi Kelime-i tevhîdin sâdece lafzını söyleyip, mânâsından
haberdâr olmamak da insanı âhiret azâbından korumaz.
Görülmüyor mu, insanlar Lâ ilâhe illallah diyor, fakat nefsinin arzu ve isteklerine, paraya ve
dünyâya tapıyor. Yarın kıyâmet gününde Allahü teâlâ; "Ey kulum! Olmayan şeyi niçin
söylüyorsun?" buyurup, "Yalan söyledin." deyince ne cevap vereceksin. Halbuki sen, dünyâ
malına ve paraya kulluk ediyorsun. Ey insanoğlu! Niçin lezzeti ilâhî yerlerde aramıyorsun?
Halbuki bütün her şey Allahü teâlânın elindedir. O, bütün bu mülklerin sâhibidir. Mülkünde
istediği gibi tasarruf eder. Âlemde, ancak O'nun dilediği ve O'nun irâde ettiği şey olur. Onun
için, O'ndan başkasıyla lezzet alma. Rahmetinden ümit kesme. Çünkü O'nun rahmetinden,
ancak kâfirler ümit keserler.
Lâ ilâhe illallah öyle bir kelimedir ki, Allahü teâlânın vahdâniyetini tanımayı sağlar. Onun
meyvesi, Allahü teâlânın bir olduğunu ikrârdır.
Ey insanoğlu! Allahü teâlâ seni, tevhîdini, birliğini bilmen için yarattı. Âlemdeki her şeyi de,
senin için yarattı. Ve bunlar arasındaki hayvanları, bitkileri sana hizmetçi kıldı. Yer senin
ikâmet etmeni sağlar. Melekler seni muhâfaza eder. Güneş sana ışık verir. Hepsi senin için
yaratılmıştır. Sen, sâdece Allahü teâlâyı bir bilip, O'na kulluk için yaratıldın. Öyleyse bütün
mahlûkât, Allahü teâlânın vahdâniyetini ve bir olduğunu kabûl edip, bunu ikrâr için
yaratılmıştır.
Ey insanoğlu! Allahü teâlâ bütün eşyâyı senin için yarattı. Seni de kendisi için yarattı. Sen ise,
Allahü teâlânın senin için yarattığı şey ile meşgûl oldun, nîmetin sâhibini unuttun. Sana gelen
bağış ve lütuflarından faydalandın. Vereni hatırlamadın. Böylece nîmetin şükrünü edâ
etmedin. Sana verdiği ihsân ve lütuflarının hürmetine riâyet etmedin. Nîmet sâhibine şükür,
O'nun verdiği nîmete şükür etmektir. Bu da, kendisine verdiği nîmetten dolayı O'na senâda
bulunmakla olur.
Ey insanoğlu! Sâdece Allahü teâlâ verir. Öyleyse, sâdece O'nunla meşgûl ol ve O'na yönel,
Bu hâsıl olursa, senin için bütün nîmetler hâsıl olur.
Ey insanoğlu! Allahü teâlâdan başkasına yöneldiğin, onlara iltifât ettiğin müddetçe de Lâ
ilâhe illallah kelimesini söylemeye devâm et. Çünkü o, sendeki iyi olmayan şeyleri yok eder.
Sana övülen iyi hasletleri getirir."
Ahmed Gazâlî hazretleri çok tevâzu sâhibiydi. Sık sık; "Vâz ve nasîhat husûsunda kendimi
ehil görmüyorum. Vâz âlimlerin, ilim nisâbının zekâtıdır. Nisâbı olmayan nasıl ve nereden
zekât verir? Eğri ağacın gölgesi hiç düzgün olur mu?" buyururdu.
Ahmed Gazâlî hazretleri bir müşkille karşılaştığı zaman, rüyâsında Peygamber efendimizi
görür, zor olan meseleyi arz eder bu şekilde işin doğrusunu öğrenirdi.
Talebenin ilim tahsîl ederken ne gibi hususlara dikkat etmesi gerektiği sorulduğunda şöyle
buyurdu:
"İlim isteyen ilk önce nefsini kötü ahlâk ve huylardan temizlemelidir. Çünkü ilim öğrenmek,
kalbi îmar etmekle olur. Âzâların vazîfesi olan namaz, nasıl necâsetten temizlenmeden
olmuyorsa, kalbin ilim ile tâmiri de, ancak kalbi her türlü kötü sıfat ve vasıflardan, fena
huylardan temizledikten sonra olur.
İkinci olarak dünyâ meşgûliyetlerinden alâkayı kesmelidir. Zîrâ dünyâ meşgalesi insanı
ilimden alıkoyar. İnsan bir anda iki şeyle meşgûl olamaz.
Üçüncü olarak hocaya karşı kibirli olmamalı ve ona ukalâlık etmemelidir. Bilhassa hastanın
tabibe teslim olduğu gibi hocaya teslim olmak lazımdır.
Dördüncü olarak ilmin başında ister bu ister öteki dünyâ için olsun âlimlerin ihtilaflarına
kulak asmamalıdır. Çünkü bu zihni zorlar doğru düşünceden uzaklaştırır. Meseleler idrâk
edilmez olur.
Beşinci olarak, insanın okumaktan gâyesi kalbini kötü huylardan temizleyip, fazîletlerle
süslemek, gelecekte ise Allahü teâlâya yakın olmak ve yakınlık mertebesine kavuşmak
olmalıdır. Bilgisiyle; riyaset, servet, makam, düşük adamlarla mücâdele ve akranlarına
üstünlük gâyesi göstermemelidir."
Ahmed Gazâlî kardeşinin yazdığı İhyâ-u Ulûm adlı eserini bir cilde kısaltarak Lübâb-ül-İhyâ
ismini verdi. Ayrıca Sevânih-ul-Uşşak, Zahîre fi İlm-i Basîre, Bevârik-ul-İlm, Et-Tecrid
fî-Tercemet-it-Tevhîd, Sırr-ul-Esrâr ve Teşkîl-ül-Envâr ve Havâss-üt-Tevhîd adlı
eserleri vardır.
2*$%1+&+$D2%1+$
Ahmed Gazâlî hazretleri zamânını hep vâz u nasîhat veya Allahü teâlâya ibâdetle geçirirdi.
İnsanlara sık sık vakitlerini boş geçirmemeleri ile ilgili olarak şöyle nasîhat ederdi. Buyururdu
ki:
Şunu iyi bilin ki, insanlar bu âlemde yolculuk halindedirler. Onların ilk konakları beşik,
sonuncusu ise kabirdir. Hakîkî vatan, ya Cennet veya Cehennem'dir. İnsanın ömrü, sefer
mesâfesini teşkil eder. Yıllar konak yerleri, aylar fersahlar, günler kilometreler, nefesler
metrelerdir. Yapmış olduğu iyilik, tâat ve ibâdetler azığıdır. Ömrünün en kıymetli sermâyesi
vakitleridir. Şehveti ve şehevî arzuları, yolunu kesen eşkıyâdır. Kazancı ve kârı; Cennet'i ve
oradaki ebedî nîmetleri elde etmek, Allahü teâlânın rızâsına ve cemâline mazhar olmaktır.
Zarar ise; Cehennem'de çeşitli azaplara mâruz kalmak, Allahü teâlânın rahmet ve cemâlinden
uzaklaşmaktır.
Kim hesapsız Cennet'e girmek isterse, vakitlerini Allahü teâlânın beğendiği şeylerle geçirsin.
Kim âhirette, hasenât kefesinin ağır gelmesini isterse, vakitlerinin çoğunu ibâdet ve tâatla
geçirsin. Kim sâlih bir amel işler, sonra da günâh işlerse, onun durumu tehlikelidir. Fakat
ümit kesilmiş de değildir. Af, Allahü teâlânın keremindendir. Umulur ki, Allahü teâlâ onu
affeder.
Zannetmeyin ki, güneşin ve ayın seyrinden maksat, sıralı ve düzenli bir hesaptır. Gölgenin,
nûrun ve yıldızların yaratılmasından maksat, sâdece insanların dünyâ işlerinde yardımcı
olmak içindir. Bilakis insanların, vakitlerini ve zamanlarını onlar vâsıtasıyla bilip, âhiret
ticâreti ve tâatlerle meşgûl olmaları içindir. Allahü teâlâ Furkan sûresi altmış ikinci âyet-i
kerîmesinde meâlen; "Düşünüp ibret almak veya şükretmek isteyen kimseler için, gece ile
gündüzü birbiri ardınca geçiren yine O'dur." buyuruyor.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.2, s.147
2) Vefeyât-ül-A'yân; c.1, s.28
3) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.6, s.60
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.60
5) El-Bidâye ven-Nihâye; c.12, s.196
6) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.83
7) Mîzân-ül-İ'tidâl; c.1, s.150
8) Lisân-ül-Mîzân; c.1, s.293
9) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.293
10) Tabakât-ül-Evliyâ; s.102
11) El-A'lâm; c.1, s.214
12) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.230
13) Brockelmann; Gal-1, s.546, Supp-1, s.756
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.35-68

AHMED FEYZÎ EFENDİ


AHMED FEYZÎ EFENDİ;
Son devir Osmanlı din âlimlerinden ve Nakşibendiyye yolu Hâlidiyye kolu mensuplarından.
İsmi, Ahmed Feyzî olup, Leblebicioğlu Ahmed Feyzî Efendi veya Ahmed Feyzî Çorûmî diye
tanınmıştır. Babası Ali Ârif Efendi, dedesi ise Osman Râif Efendidir. 1839 (H.1255)
senesinde Çorum'da doğdu, 1909 (H.1327) senesinde aynı yerde vefât etti.
Asîl ve âlim bir âileye mensûb olan Ahmed Feyzî Efendi, Çorum'un Azap Ahmed
Mahallesinde doğdu. Müftü olan babası Ali Ârif Efendinin terbiyesinde yetişti.
Memleketindeki çeşitli âlimlerden okuyarak tahsîlini tamamladı. İskilipli Arapzâde Mehmed
Emin Efendiden icâzet aldı. Tasavvufa karşı alâka duydu. Nakşibendiyye yolunun Hâlidiyye
koluna intisâb edip kendini tasavvufta da yetiştirdi. Çorum'da Kurtzâde ve Alaybeyoğlu
medreselerinde müderris olarak vazîfe yapıp talebe yetiştirdi. 1851-1884 seneleri arasında
aralıklarla müftülük yaptı. Müslümanların her türlü suâllerine cevaplar verdi. Onlara İslâm
dîninin emir ve yasaklarını anlattı. Ayrıca Şer'iyye Mahkemesinde başkâtiplik ve kâdılık
vazîfelerinde bulundu. Müderrisliği sırasında pek çok talebeye icâzet verip ilim öğretmekle
vazîfelendirdi. Dedesinden ve babasından kalan kitaplarla kendi kitaplarını birleştirerek 6112
ciltlik kitap kolleksiyonu ile Çorum'un ilk müstakil kütüphânesini kurdu. Bu kütüphâne
Cumhûriyet döneminde kurulan Çorum İl Halk Kütüphânesinin nüvesini teşkil etti. Pek
kıymetli eserler de yazan Ahmed Feyzî Efendi, 1909 (H.1327) senesinde Çorum'da vefât etti.
Ahmed Feyzî Efendinin yazdığı eserlerin başlıcaları şunlardır: 1) Feyzü'l-Alî fî Şerhi
Hızbi'n-Nevevî, 2) Feyzü'l-Gaffâr fî Şerhi Vird-i Settâr, 3) Feyzü'l-Mevla fî Şerhi
Devri'l-A'lâ, 4) Feyzü'l-Vâhib fî Necati Ebî Tâlib, 5) El-Fevâidü'l-Feyziyye Şerhu
Risâleti'l-Emîniyye, 6) Risâle fî (Teklifi) Mâlâ Yutâk, 7) Tahkîkât alâ
Mukaddimeti't-Telvîh, 8) El-Fevâidü'l-Feyziyye fî Ahvâl-i Zevcâtî'n-Nebeviyye, 9)
El-Fahfah fî Ma'rifeti's-Silâh, 10) Fevâidül Feyziyye fî Şerhi Risâleti'l-Lâmiyye, 11)
Feyz-i Rabbânî Reddi Bâtıl-ı İranî: Bu eserini şiîliğe reddiye olarak yazmıştır. Feyzullah
Feyzî Efendi Şeyhülislâm Ahmed Mahmûd Efendinin El-Fetâvâ'l-Hamidiyye adlı eserindeki
fetvâların dayanağı olan fıkhî kaynakların tesbiti konusunda da bir eser yazmıştır.
Ahmed Feyzî Efendinin bu eserlerinden bir kısmı Çorum İl Halk Kütüphânesinde mevcuttur.
Ayrıca talebelerinden bâzılarına verdiği icâzetnâmeler de aynı kütüphânede bulunmaktadır.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.2, s.47
2) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.250
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.195

2 Haziran 2013 Pazar

BİR BOSTAN BEKÇİSİ

BİR BOSTAN BEKÇİSİ

Evliyanın büyüklerinden İbrahim bin Edhem k.s. Hazretleri anlatıyor:
Babam Horasan ' Belh hükümdarlarındandı. Bir gün atına binip ava çıkmıştım. Önüme çıkan -tilki veya tavşan- bir hayvanı kovalıyordum. Arkadan bir ses duydum:
- Ey İbrahim, sen bunun için yaratılmadın, bununla emrolunmadın!
Sağa-sola bakındım, fakat kimseyi göremedim. Aynı sesi daha açıktan, sonra da pek yakından yine iki kere duydum. Bu sefer durdum ve dedim ki: Bu bana Allah'tan bir uyarıdır. Vallahi bugünden sonra Rabbime isyankârlık yapmam.
Atımı sürüp babamın bir çobanına geldim. Onun çoban elbisesini aldım, kendi kıymetli elbiselerimi ona bıraktım. Dağları, ovaları aşarak yürüdüm; Irak ülkesine ulaştım. Oralarda günlerce işçi olarak çalıştım. Fakat helal kaygısından hiçbir şey bana huzur vermiyordu.
Bazı olgun kişiler, safi helal kazanç için Şam ve Tarsus tarafına gitmemi tavsiye etmişlerdi. Oralara gittim. Tarsus'ta iken nice günler bostanlarda bekçilik yaptım. Bir gün bostan sahibinin arkadaşları gelmişti. Adam dedi ki:
- Ey bağ bekçisi! Git de narların en iyisinden biraz getir.
Bir miktar nar getirdim. Adam narı kesince, ekşi olduğunu gördü. O zaman dedi ki:
- Sen bunca zamandır bahçemizde bekçisin; meyve ve narlarımızdan da yiyorsun. Tatlıyı ekşiden ayıramıyor musun?
- Vallahi ben meyvelerinizden bir şey yemedim, tatlısını da ekşisinden ayıramam!
Adam şaşkın bir edayla bana şunu söyledi:
- Hayret bir şeysin yahu! Sen İbrahim Edhem olsan, bundan fazla olmazdın.
Ertesi gün bu haber halk arasında yayılıverdi. Meraklı insanlar, gruplar halinde bahçeye akın etti. Gelenlerin çoğaldığını görünce, ben bir yanda saklandım. İnsanlar bahçeye dolarken, aralarından sıyrılıp kaçıverdim...

Besmelenin Fazileti

Besmelenin Fazileti

Saliha bir kadının, münafık ve cahil bir kocası vardı. Bu kadın " Bismillahirrahmanirrahim " diye besmele çekmeden, hiçbir işine başlamazdı. Kocası,onun bu haline kızar, kadıncağıza yapmadığı eziyeti bırakmazdı. O saliha kadın ise, kocasının eza ve cefalarına sabreder ve onun doğru yola gelmesi için Allah'a dua ederdi.
Birgün,kadının kocası iyice öfkelenmişti..Karısına yapacağı eziyet ve kötülük için bir bahane arıyor ve kendi kendine :
" Şuna bir oyun çevireyimde görsün ; bakalım onu rezil olmaktan kim kurtaracak ? " diye söylenip duruyordu. Başkalarına açıkça söyleyemediği inkarcılığı,artık bütün çirkinliğiyle,içinde dolup taşmıştı.
Hanımını çağırdı,ona bir kese altın vererek :
- Bunu iyi sakla !!! diye tenbih etti. Kadında kocasının emri üzerine hemen gitti,besmeleyi çekerek keseyi iyice sakladı. Bu arada kocasıda onu gizlice takip ediyordu. Sonra karısının haberi olmadan keseyi, karısının sakladığı yerden aldı. İçindeki altınları boşaltarak, keseyi derin bir kuyuya attı. Aradan çok geçmeden karısını çağırdı ve :
- Sana verdiğim bir kese altını hemen getir. dedi.
Kadın koştu ; keseyi sakladığı yere,
" Bismillahirrahmanirrahim " diyerek elini uzattı.
Tam o anda, Allahu Tealanın emriyle, kese kadının sakladığı yerde içindeki altınlarla beraber aynen duruyordu. Islanan keseden suları damlıyordu. Kadın kesenin neden ıslak olduğunu anlayamadı ve keseyi kocasına getirdi. Adam içi altınla dolu keseyi görünce çok şaşırdı ve karısının söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu anladı.
Sonra karısına ;
- Sana çok zulmettim,çok canını yaktım,beni affet. diye yalvarmaya başladı. Allah'a tevbe ve istiğfar etti. İbadetlerine bağlı bir insan oldu. O günden sonra dua ve yakarışlarında hep şöyle derdi ;
- Ya Rabbi ! Bana dünyam ve ahiretim için hayırlı, Saliha bir kadını eş olarak verdiğin için,sana hakkıyle şükretmekten acizdim,beni affet Alah'ım...
O saliha kadın ise ;
- Ya Rabbi ! Sana şükürler olsun ki,duamı kabul edip kocamı salihlerden eyledin,diye dua ediyordu.
Bu hikayeden alınacak ibretler ve çıkarılacak hikmetler çoktur.Büyükler demişlerki ; " Sabrın kendisi acıdır,lakin meyvesi tatlıdır."
Kaynak : Ahmed Şihabuddin El-Kalyubi'nin," Dini Hikayeler ", Çeviri : Hüseyin Erdoğan

AHMED EĞRİBOZÎ


AHMED EĞRİBOZÎ;
Büyük âlim ve büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden. İsmi
Ahmed'dir. Eğribozî veya Ağrıbozî nisbeleriyle meşhur olmuştur. Doğum yeri ve tarihi
bilinmemektedir. On dokuzuncu yüzyılda yaşamıştır. İzmir'de vefât etti. Kabri oradadır.
Zamânının usûlüne göre ilim tahsilinde bulunan AhmedEğribozî Nakşibendiyye yolu
büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Kısa zamanda
ilerleyip tasavvuf yolunda yükseldi. Bağdat'ta uzun müddet kalıp sülûkünü yâni tasavvuf
yolculuğunu tamamladı. Bağdat'ta evlendi. Mevlânâ Hâlid hazretleri kendisine insanlara
İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda mutlak icâzet, diploma ve hilâfet verdi.
Uzun müddet Bağdat'ta ikâmet etti. Velî, Allâme Seyyid Ubeydullah Hayderî'den de ders aldı.
Şeyh Muhammed el-Cedîd ve Şeyh Abdülgafûr hazretleriyle birlikte insanları Allahü teâlânın
rızâsına kavuşturan yola dâvet etti, ders okutup talebe yetiştirdi. İslâm dîninin emir ve
yasaklarını anlatmak, onların dünyâ ve âhiret seâdetlerine vesîle olmak üzere İstanbul'a
gönderildi. Mevlânâ Hâlid hazretleri vefât ettikten sonra âile efrâdına yardımcı olmak, onların
ihtiyâçlarını gidermek için Şam'a dâvet edildi. Oradan İzmir'e gelip yerleşti. Nice yıllar
âlimler, talebeler ve halk sohbetlerinde bulunarak ondan feyz aldı.
İlim ve fazîlet sâhibi olan Ahmed Eğribozî, tasavvufda yüksek derece sâhibi olup, mürşid-i
kâmil idi. İzmir'de vefât etti.
1) Hadâikü'l-Verdiyye; s.260
2) Şemsü'ş-Şümûs Tercümesi; s.108
3) Mecd-i Tâlid Tercümesi; s.87

AHMED EFLÂKÎ


AHMED EFLÂKÎ;
On üçüncü ve on dördüncü yüzyıllarda Anadolu'da yaşamış olan âlim ve velîlerden. İsmi,
Şemseddîn Ahmed olup, Ahî Natur'un oğludur. İlm-i nücûm yâni astronomi ve felekiyyât
ilminde meşhûr olduğu için Eflâkî, hocası Ârif Çelebi'ye nisbetle de Ârifî nisbeleriyle
tanınmıştır. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1360 (H.761) senesinde Konya'da vefât
etti. Kabri Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesi civârındadır.
Doğum yeri ve yılı kesin bilinmemekle berâber on üçüncü yüzyılın sonlarında ve Türkistan
taraflarında doğduğu tahmin edilen Ahmed Eflâkî gençliğinde memleketinde iyi bir tahsil
gördü. İlim öğrenmek için birçok seyahatler yaptı. Zamânının önemli ilim merkezlerini
dolaştı. Pek çok âlim ve velî ile görüşüp onların ilim meclisleri ile sohbetlerinde bulundu.
Zamânının birçok ilim dalında söz sâhibi, mütehassıs oldu. O devrin önemli ilim
merkezlerinden Konya'ya geldi. Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin
oğlu Sultan Veled'i ziyâret edip, duâsını aldı. Bedreddîn Tebrizî'den ders aldı. İlm-i nücûmda
yâni astronomide mütehassıs olup "Eflâkî" mahlasıyla anılmaya başlandı. Sirâceddîn
Mesnevîhân, Abdülmü'min Tokâdî ve Nizâmeddîn Erzincânî gibi âlimlerden ders aldı.
Astronomi ile ilgili birçok rasatlar ve gözlemler yaptı. Attârlıkla da meşgûl olan Ahmed
Eflâkî, Sultan Veled'in oğlu Ulu Ârif Çelebi'nin talebesi oldu. Böylece onun mânevî terbiye
ve himâyesine girdi. Ömrünün sonuna kadar sâdık bir talebe olarak hizmette bulundu ve çok
istifâde etti. Hocasına nisbetle Ârifî lakabıyla anıldı. Hocasıyla birlikte bütün Anadolu'yu
gezip ilim ve edep yaydılar.
Bir gün Kayseri'den Sivas'a giderlerken, yolda birisi, kendisine, babasının Saray şehrinde
Özbek Hanın sarayında vefât ettiğini, mîrâs olarak geriye büyük servet bıraktığını ve bu
mîrâsın, oğlu Eflâkî gelinceye kadar muhâfaza edilmesini vasiyet ettiğini bildirdi. Ahmed
Eflâkî Sivas'a gidince bu işle yakından ilgileneceğini, mîrâs kalan mallarla, babasının
kitaplarını almak üzere Saray şehrine gideceğini söyledi. Fakat hocası Ulu Ârif Çelebiden
ayrılmaya dayanamadığı için gidemedi.
İlhanlı hükümdarlarından Olcaytu Hudâbende'yi ziyârete giden hocası Ulu Ârif Çelebi ile
birlikte Konya'dan Âzerbaycan'daki Sultâniye şehrine kadar gitti. Bu yolculuğu sırasında
Kayseri, Sivas, Bayburt, Ahlat ve Tebriz'e, dönüşte de Ladik şehrine uğradı. Bu uzun geziden
sonra, seyahati sırasında insanlara hak ve hakikatı anlatmayı çok seven hocası Ulu Ârif
Çelebi ile birlikte Kütahya'ya gitti. Bu yolculuğunda ağır hastalandı. Hocasının isteği üzerine
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve onun yolundakilerin hayat ve menkıbelerini anlatan
Menâkıbü'l-Ârifîn ve Merâtibü'l-Kâşifîn adlı eserini yazmaya başladı. Hocası Ulu Ârif Çelebi
ona "Şeyh" diye hitab ederek halîfelik verdi. Mesnevî okuması yanında yüksek vilâyet
derecesine ulaştı.
Ulu Ârif Çelebinin 1319 senesinde vefâtından sonra, onun oğlu Âbid Çelebiye intisâb edip
talebesi oldu. Bir müddet Mevlânâ hazretlerinin türbedârlığını yaptı. Eretna Beyin ısrârı
üzerine de uç beylerinin bulunduğu bölgeye giden Âbid Çelebi ile birlikte bulundu. Hocası
Ulu Ârif Çelebinin emri ile tekrar yazmaya başladığı Menâkıbü'l-Ârifîn ve Merâtibü'l-Kâşifîn
adlı eserini bitirdi. Âbid Çelebinin vefâtından sonra da sırasıyla Vâcid, Şehzâde ve Emir Âdil
Çelebilere intisâb edip onların hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Bu arada daha önce yazdığı
menâkıb kitâbını sâdece Menâkıbü'l-Ârifîn adıyla genişletti.
Hayâtını Mevlanâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin yolunu, hayâtını, sevenlerini tanımaya ve
onların yolunda yaşamaya vakf eden Ahmed Eflâkî sık sık menkıbeler anlatıp, Allah
adamlarına karşı olan sevginin artması için çalıştı. Bir defâsında şu menkıbeyi anlattı:
Bir gün Selçuklu Sultanı Alâeddîn Keykûbâd büyük bir toplantı tertib edip Şeyh Bahâeddîn
Veled hazretlerini de saraya dâvet etti. Şehrin bütün âlim, evliyâ ve ileri gelen kimseleri bu
toplantıda hazır bulundular. Bahâeddîn Veled kapıdan içeri girince, Sultan Alâeddîn ayağa
kalkarak onu karşıladı. Saygı göstererek, tahta oturmasını istedi ve; "Ey dînin pâdişâhı! Ben
kulum. Bugünden sonra senin subaşın olmak ve efendimin de sultanlık etmesini istiyorum.
Zîrâ bütün görünen ve görünmeyen sultanlık eskiden beri sizindir." dedi. Bahâeddîn Veled de
ona karşı güzel muâmelede bulunup gözlerinden öptü. Mecliste bulunanlar Sultânın, âlim ve
velî bir zâta böyle muâmelede bulunmasına çok sevinip onu methedici sözler söylediler. Bu
sırada söze başlayan Bahâeddîn Veled hazretleri; "Ey melek huylu, mülk sâhibi hükümdar!
Dünyâ ve âhiret mülkünü kendine mâl ettiğine hiç kuşkusuz emîn ol." buyurdu. Sultan
Alâeddîn şevkle ve sevinerek ayağa kalktı. Bahâeddîn Veled'in müridi, talebesi oldu.
Pâdişâha uyan bütün kumandanlar ve askerler de Bahâeddîn Veled'e talebe oldular. Sultan
Alâeddîn ihtiyâcı olan kimselere sadakalar dağıtılmasını ve ihsânlarda bulunulmasını emretti.
Tasavvufun inceliklerine ve mevlevîliğin sırlarına vâkıf olan, Allahü teâlânın, Resûlullah
efendimizin ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin aşkıyla dolu bir ömür geçiren
Ahmed Eflâkî, Mevlanâ dergâhının hizmetleri yanında, etrafında toplanan insanlara İslâm
dîninin emir ve yasaklarını anlatarak, iki cihân seâdetine kavuşmalarına vesîle oldu. 1360
(H.761) senesi Haziran ayının on altıncı günü Konya'da vefât etti. Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî hazretlerinin türbesinin doğu tarafında defnedildi.
Zamânın geçmesiyle kaybolan ve yapılan istimlâklar sırasında bulunarak Mevlânâ müzesinde
muhâfaza altına alınan mezar taşındaki Arapça kitabının tercümesi şöyledir:
"Büyük âlim, her şeyi gereğince bilip haber veren, zamânın eşsiz, asrının tek âlimi, rahmete
mazhar olmuş, suçları örtülüp, bağışlanmış olan Ârif'e mensûb bulunan Eflâkî yedi yüz altmış
bir senesi Recebinin sonuncu Pazartesi günü, yokluk evinden, varlık yurduna göçtü. Allah
onu rahmetine kavuştursun ve suçlarını bağışlasın."
Ahmed Eflâkî'yi meşhûrlaştıran, asırlardan asırlara, nesillerden nesillere intikâl ederek
anılmasını sağlayan en önemli eseri Menâkıbü'l-Ârifîn'dir. Mevlânâ hakkında yazılan
eserlerin ve Mevlevîliğin kaynaklarının başında gelen, doğu ve batı dillerine çevrilmiş olan
bu eser, o devri gösteren bir aynadır. Sultân-ül-Ulemâ Bahâeddîn Veled, Burhâneddîn
et-Tirmizî, Mevlanâ Celâleddîn-i Rûmî, Şemseddîn-i Tebrîzî, Salâhaddîn-i Zerkûbî, Çelebi
Hüsâmeddîn, Sultan Veled, Celâleddîn Çelebi, Emir Ârif Çelebi, Emir Âbid Çelebi ve onların
oğullarının, halîfelerinin zikir silsilelerini ve menkıbelerini anlatan eser on bölümden
meydana gelmiştir. Mevlânâ ve Mevlevîlik hakkında en önemli ve en eski kaynak olan eserde
Sultân-ül-Ulemâ Bahâeddîn'e, Mevlânâ hazretlerine ve Şemseddîn-i Tebrîzî'ye ait husûsî
bölümler vardır. Eser Anadolu târihinin bilhassa on üç ve on dördüncü yüzyıllardaki toplum
hayâtına, dînî ve medenî yaşayışa yer vermesi bakımından mühim bir kaynaktır.
Ahmed Eflâkî, bu eseri yazmaya, ilk olarak 1318-19senesinde hocası Ulu Ârif Çelebi'nin
emriyle başladı. İlk defâ Menakıbü'l-Ârifîn ve Mekâtibü'l-Kâşifîn adını verdiği bu eserini,
uzun yıllar derlediği yeni bilgileri de ilâve ederek hazırladı. İkinci redaksiyonu 1353
senesinde tamamlandı. Sâdece Menâkıbü'l-Ârifîn adını verdiği bu eserde kendi
müşâhedelerine ait bilgiler bulunduğu gibi, başka şahıs ve kaynaklardan derlediği bilgiler de
vardır. Sâde ve akıcı bir Farsça ile yazılmış olan eser, yazarın anlatma gücünü de ortaya
koymaktadır.
Ahmed Eflâkî'nin bu eserinden başka bilinen dört Türkçe gazeli vardır. Bu onun Türkçe şiir
yazmakta başarılı bir şâir olduğunu göstermektedir.
1) Menâkıbü'l-Ârifîn (Önsözü)
2) Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân; c.3, s.5-9
3) İslâm Târihi Ansiklopedisi; c.4, s.132-133
4) Konya Velîleri; s.93-96

1 Haziran 2013 Cumartesi

BESMELE

BESMELE

Bişr-i Hafi. Evliyânın büyüklerinden. Genç. Günah çukuruna düşmüş yuvarlanıyor yuvarlandıkça batıyor...
Bir gün Gecesini içki masalarında sabahladığı bir gecenin günü. Sarrhoş. Evinin yolunu tutturmuş, gidiyor, gitmeye çalışıyor. Yürüyor. O da ne? Bir kağıt, üstünde Besmele yazılı bir kağıt. İçi cız ediyor. Eğiliyor. Çamurların içinden Besmele yazılı kağıdı alıyor. Hiç Allah'ın ismi yerde olur mu, çamurlar içinde olur mu, bin bir düşünce bin bir ah ediş. Kağıdı öpüyor, çamurlarını siliyor, temizliyor, evine götürüyor, güzel kokulare sürüyor ve eveinin en güzel yerine asıyor.
O gece âlim bir zât bir rüyâ görür. Rüyâda,'' Git, Bişr'e söyle! İsmimi temizlediği gibi onu temizlerim. İsmimi büyük tuttuğu gibi büyültürüm. İsmimi güzel kokulu yaptığı gibi, onu güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, onun ismini dünyada ve âhirette temiz ve güzel eylerim'' denildi.
Bu rüyâ, üç defa tekrar etti. Rüyâ gören kimse, sabah olunca, Bişr-i Hafi'yi arayıp meyhanede buldu. Mühim haberim var diye içeriden çağırdı. Bişr geldiğinde, gelen zâta dedi ki:
-Kimden haber vereceksin?
-Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim. Bunu duyan Bişr, ağlamaya başladı ve sordu:
-Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı yapacak? Rüyâyı sonuna kadar dinleyince arkadaşlarına dönüp şöyle söyledi:
-Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremiyeceksiniz.
O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi. Sebebini soranlara,''Söz verdiğim zaman yalınayaktım, şimdi giymeğe hayâ ederim'' derdi.
Ayakkabı giymediği için kendisine ''Hafi'' (yalınayak)denilmiştir.

Berberin İhlâsı

Berberin İhlâsı

Birisi ona gelir sorar: 'İhlâsı kimden öğrendiniz?'
-Mekke-i Mükerreme'de harçlıksız kalmıştım. Basra'dan para bekliyordum ama gelmemişti. Saçım sakalım çok uzamıştı. Bir berbere girdim
'Peşin peşin söyliyeyim param yok' dedim,
'Allah rızası için saçlarımı düzeltebilir misin?'
Berber o anda mevki sahibi birini traş etmekteydi. Onu bırakıp bana başladı. Adam itiraz etti.
Berber
'Kusura bakmayınız efendim' dedi, 'Sizi ücreti mukabilinde traş ediyorum. Ama bu genç Allah rızası için istedi'
Berber dahasını da yaptı, bana harçlık verdi. Aradan birkaç gün geçti, beklediğim para geldi. Ona bir kese altın götürdüm.
'Asla alamam' dedi, 'İnan Allah'ın rızası, daha değerli'
Meclisine gelenlerden biri mübareği denemek ister. Aklınca zor bir soru hazırlar ve sorar.
Mübarek
'sözle mi cevap verelim' der, 'yoksa halle mi?'
-İkisi de olsun.
-Eğer kendi kendini deneseydin, bizi denemeye lüzum görmezdin. Kalbindeki değişimi de mi farketmedin?
-Peki hâl ile cevabınız nasıl olacak?
-Yüzüne bak anlarsın.
Adam aynayı eline aldığında kendini tanıyamaz, çünkü yüzü simsiyahtır. Üstelik bu yola olan muhabbetinden eser kalmamıştır ki bu tard oldu demektir. Büyükleri incitmek böylesine korkunç bir cürettir işte.
Aradığına bağlı
Adamın biri Cüneyd-i Bağdadi'ye gelip 'Nerede o eski kardeşlikler' der, 'Hani, Allah için sevenler?'
-Eğer sıkıntılarına katlanacak birini arıyorsan bulamazsın ama sıkıntılarına katlanacağın dostlar arıyorsan çoktur.
Cüneyd-i Bağdadi'nin talebelerinden biri şeytanın vesveselerine kapılıp kemâle geldiğini zanneder. Birbirinden cazip rüyalar görmeye başlar ve bunları arkadaşlarına da nakleder. Cüneydi Bağdadi Hazretleri onun durumuna çok üzülür. Talebesinin ayağına kadar gider ve 'Eğer rüyanda seni cennete götürürlerse üç defa 'La havle...' oku' diye tenbih eder. Hakikaten o gece rüyasında onu alıp cennete götürürler. Aklına hocasının sözü gelir. 'La havle...' okuduğu anda kendini çöplükler, pislikler içinde bulur. İçine düştüğü durumu anlar ve tevbe eder. Mübârek, 'Herkese bir mürşid-i Kâmil lâzımdır' der 'aksi halde mel'ûn şeytan musallat olur ve oyuncak eder.'
Talebelerinden biri sorar: 'Hiç ibadet ve tâat yapmadan Allah'ın (Celle Celalüh) lütfuna kavuşmak mümkün müdür?
-Zaten gelen bütün nimetler Allah'ın lütfudur. Bizim gibi acizlerin ibadetlerinden ne olsun.
Son nefes, zor nefes
Mübarek vefat edeceği gün çok korkulu ve üzgündürler. Yüzleri kül gibi olmuş rengi uçmuştur. Talebeleri bu halden çok ürkerler. Hatta içlerinden biri 'Aman efendim' der, 'biz sizin şefaatiniz ile kurtulmayı ümid ediyoruz. Eğer siz bu kadar sıkıntı çekerseniz bizim halimiz nice olur?
-Ey dostlarım yetmiş yıllık ibadetimi kıldan ince bir ipe astılar. Kâh o yana, kâh bu yana sallanıyor ve ben bu esintinin kabul yeli mi, red rüzgârı mı olduğunu bilemiyorum.
Naaşını yıkayan talebesi su ulaştırmak için mübarek gözlerini aralamaya çalışır. Melekler dile gelir, 'Kendini yorma' derler, 'Cüneydin gözü Allah'ın zikri ile kapanmıştır ve onun didarını görmeden açılmaz.'
Talebelerinden biri onu rüyasında görür. Merakla sorar: -Efendim, Allah-ü teâlâ size nasıl muamele etti?
-İlim ve marifet dolu sözlerimin hiçbir faydası olmadı. Sadece gece kıldığım namazlar imdadıma yetişti.
Kaynak: Huzura Doğru

AHMED BİN EBÛ VERD


AHMED BİN EBÛ VERD;
Evliyânın büyüklerinden. KünyesiEbû Hasan'dır. Bağdât'ta doğup, büyümüş ve orada
yetişmiştir. Doğum ve vefât târihleri kesin bilinmiyor. Mîlâdî dokuzuncu asrın ikinci
yarısında vefât ettiği tahmin edilmektedir. Muhammed bin Ebû Verd'in kardeşi olup, ikisi de
zamanlarının meşhûr velîlerindendir. Cüneyd-i Bağdâdî'nin yakınlarından olup, onun, Sırrî-yi
Sekatî'nin, Hâris-i Muhâsibî'nin, Bişr-i Hafî'nin ve Ebü'l-Feth el-Hammâl'in sohbetinde
bulunmuş, tasavvufta yetişip, yükselmiştir.
Buyurdu ki:
"Üç şey vardır ki, bunlar bir velî kulda arttıkça, güzel hâlleri artar:
1. Makâmı yükseldikçe, tevâzusu artar.
2. Malı çoğaldıkça, cömertliği artar.
3. Ömrü uzadıkça, hizmeti artar."
"Velîler, şunlara riâyet sebebiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuştu. Din büyüklerinin
kapısından ayrılmamak, muhâlefeti, karşı gelmeyi terketmek, hizmetlerde mâhir ve gayretli
olmak, musibetlere sabretmek."
"Dünyâyı, onu isteyenlere bırakmak, onlardan ve dünyâdan yüz çevirmek akıllıların işidir."
"Dünyâ sevgisinden ve onun sevgisine tutulanlardan yüz çevirenleri, yerdekiler ve gökdekiler
(melekler) sever."
1) Tabakât-ı Ensârî; s.270
2) Nefehât-ül-Üns; s.129
3) Sıfât-us-Safve; c.2, s.222
4) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.315
5) Nefehât (Osmanlıca); s.178

AHMED BİN EBÜ'L-HAYR EŞ-ŞEMÂHÎ


AHMED BİN EBÜ'L-HAYR EŞ-ŞEMÂHÎ;
Âlim ve evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Ebü'l-Hayr Mensûr eş-Şemâhî es-Sa'dî'dir.
Meşhûr bir kabîle olan Sa'd aşîretine, ayrıca Sa'dî ve Hadramût ehlinden Şemah oğullarına
mensub olmakla Şemâhî diye anılmıştır.
Yemen beldelerinden Zebîd'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Babası Zebîd'de fıkıh
ve hadîs âlimiydi. Ahmed bin Ebü'l Hayr 1328 (H.729) senesi Zebîd'de vefât etti. Bab-ı
Şihâm kabristanlığına defnedildi. Kabrinden gökyüzüne doğru bir nûr yükseldiğini ziyâret
edenler görüp söylemişlerdir.
Ahmed bin Ebü'l-Hayr önce babasından, sonra âlimlerden ilim öğrendi. Hadîs-i şerîf ilminde
üstün bir dereceye yükseldi. Kendisinden de Yemen'in âlimleri istifâde ettiler. Fakîh İbrâhim
Alevî, Ali bin Şeddâd bunlardandır. İlminin fazlalığı yanında, doğru ve güzel hal ve
kerâmetler sâhibi de oldu. Resûlullah efendimiz ile bu yolun âlim ve velîlerine muhabbet ve
bağlılığı çok fazlaydı. İmâm-ı Yâfiî, târihinde konuyla ilgili olarak Ahmed bin Ebü'l-Hayr
hakkında şöyle demektedir: "Sâlihlerden bir zât, rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü.
Yanlarında birisi vardı. Sevgili Peygamberimiz rüyâyı gören kimseye; "Bunu tanıyor musun?"
diye sordu. O da; "Hayır yâ Resûlallah!" dedi. O zaman; "Bu, sünnetime sarılan, yolumdan
ayrılmayan Ahmed bin Ebü'l-Hayr'dır." buyurdu."
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.317
2) Tabakât-ül Havâs; s.27
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.348