Bağış Yap

Amount :
Other : USD

27 Mayıs 2013 Pazartesi

AMEŞ VE KARISI

AMEŞ VE KARISI

İmam-ı Azam Ebu Hanife rh.a.'in arkadaşlarından, o dönemin hadis ve kıraat âlimlerinden Süleyman A'meş, bir gece evinde eşiyle tartışmış ve hanımını biraz incitmişti. Buna rağmen tartışmadan hemen sonra hanımıyla tekrar konuşmak istemiş, ama hanımı kocasına kırgın olduğu için, adamın sözlerini cevapsız bırakmıştı.
Adam öfkeyle:
-Niçin bana cevap vermi yorsun? diye hanımını bağırıp, azarladı. Fakat bir cevap alamadı.
A'meş'in kızı babasına:
-Bu gece olmasa da, yarın sabah konuşur seninle, dediyse de adamın öfkesi dinmedi:
-Eğer bu gece benimle konuşmazsa, benden kesin boş olsun, dedi.
Kızcağız da annesini konuşması için ikna etmeye çalıştı. Ama annesi inat etti, konuşmamakta direndi.Karısının konuşmamakta kararlı olduğunu gören A'meş'in ise az önce öfkeyle ettiği yeminin ciddiyeti aklına geldi, söylediğine pişman oldu. Eşiyle boş olmaktan kurtulmak için care düşünmeye başladı. Gecenin bir yarısında giyinip evden cıktı. Doğru Ebu Hanife Hazretlerinin evine gitti. Ebu Hanife onu içeri alıp derdini sordu. A'meş karısıyla olan hadiseyi anlattı, dert yandı:
-Bu kadın bu tavrıyla benden kurtulup kaçmak istiyor. Beni sıkıntıya sokmasından korkuyorum. Kendisi çocukların annesidir. Onu boş olmaktan kurtarıp beni rahatlatacak bir care var mı? diye sordu.
Ebu Hanife:
-Üzme kendini. Allah'ın izniyle bir care bulunur, dedi.
Ebu Hanife, A'meş'in oturduğu yerdeki mescidin müezzinine haber gönderip yanına çağırdı. Bu gece sabah ezanını henüz vakti girmeden okumasını tenbihledi. A'meş de evine dönüp, ezanı beklemeye başladı. Daha sabah olmadan okunan ezanı duyan A'meş'in hanımı, sabah oldu da boşanması gerçekleşti zannederek konuştu:
-Oh be! dedi. Senden kurtuldum, kötü huylu herif!
A'meş ise kıs kıs gülerek cevap verdi:
-Henüz sabah olmadı. Sen de konuşup yeminimi bozdun. Bize çare gösterenden Allah razı olsun.

Yusuf Yavuz
Semerkand dergisinden alınmıştır.

Altın Top

Altın Top

Zengin bir ailenin fakir bir komşusu varmış. Evlerindeki saadetin dalgalanmaları, zengin ailenin duvarlarını aşarak kulaklarına kadar ulaşırmış. Akşam olunca , fakir ailenin evindeki gülme ve saadeti duyunca zengin komşu gıpta edermiş. bir gün karısına demiş ki:
- Biz bu kadar zengin olduğumuz halde neden neşemiz yok? Sen yarın fakir komşunun hanımından sor bakalım, saadetlerinin sebebi ne ise, biz de onlar gibi saadete nail olmaya çalışalım.
Kadın sabah olunca fakir komşuyu ziyarete giderek, konuşma sırasında evlerindeki saadetin sebebinden sual açmış, fakir komşunun hanımı demiş ki:
- Bizim küçük bir altın topumuz var. Akşam olunca ben efendime o da bana altın topu atarak oynar eğleniriz.
Akşam olunca zenginin karısı meseleyi kocasına nakletmiş. Adam ertesi gün bir kuyumcuya giderek altın bir top sipariş etmiş. Topu aldığı günün akşamı karısı ile karşı karşıya oturup, altın topu birbirlerine atmaya başlamışlarsa da, hayal ettikleri neşe bir türlü doğmamış... Hatta madeni topun ağırlığı sebebeiyle canları yanmış; sert atışlar yüzünden topun isabet ettiği vücutları, yer yer morarmış. Sabah olur olmaz zenginin karısı, alelacele fakirin ailesinden sual etti:
- Biz senin dediğin altın topu yaptırdık, fakat neşelenemedik, dedi. Fakir komşu:
- A komşum, o bildiğin gibi top değil. Sarı saçlı masum bakışlı bir yavrumuz var. biz ona "altın top" diyoruz. akşam olunca kah benim kucağıma, kah babasına koşar ve bizi eğlendirir. Onunla meşgul olurken yorgunluğumuzu unutur, neşeleniriz, cevabını verdi.

Binaya konulan harç, nasıl tuğlaları birbirine kaynaştırır ise, evlat da karı ve kocayı birbirine bağlar.
İslam'da Kadın ve Aile, Mehmed Emre, Bedir Yayınevi, 1979, 6. Baskı

AHMED CÂHİDÎ EFENDİ

AHMED CÂHİDÎ EFENDİ;
Halvetiyye tarîkatından Câhidiyye kolunun kurucusu. Evliyâ sultan. Edirneli olduğu bilindiği
hâlde doğumu ve âilesi hakkında bilgi yoktur. 1659 (H.1070)'da Çanakkale'nin Kilidü'l-Bahr
köyünde vefât etti.
Ahmed Câhidî'nin gençliği Edirne'de geçti. Küçük yaştan îtibâren yüksek bir ilim muhitinin
içerisinde bulundu. Kısa sürede din ve fen ilimlerinde yetişti. Aynı zamanda Cemâliye ve
Uşşakiye tekkelerinde dersler alarak şeyhlik makâmına yükseldi.
Ahmed Câhidî Efendi bundan sonra Ehl-i sünnet îtikâdını yaymak, İslamiyetin emir ve
yasaklarını bildirmek ve talebe yetiştirmek üzere Çanakkale'nin Kilidü'l-Bahr köyüne geldi.
Burada müttekî, Allah'tan korkan takvâ sâhibi, her işinde Allahü teâlânın emirlerini gözeten
ve sâlihâ bir hanım olan Kerîme Hâtunla evlendi. Âdem Efendi adında bir oğulları oldu.
Ahmed Câhidî hazretleri çok cömert ve vakar sâhibi idi. Gece-gündüz Kur'ân-ı kerîm okurdu.
Âlimlerden haberleri doğru olarak naklederdi. Allah korkusundan çok gözyaşı dökerdi.
Dünyânın parlaklığına ve malına îtibâr etmezdi. Bu hâlleri sebebiyle kısa zamanda çevresinde
tanındı ve herkes tarafından sevildi. Talebeleri çoğaldı. Kilidü'l-Bahr'de asıl tanınması ise şu
hâdiseye dayanır:
Bir gün Ahmed Câhidî Efendi, Çanakkale'ye geçmek için Kilidü'l-Bahr iskelesine geldi.
Parası olmadığı için zamânın kayıkçıları kendisini kayığa almadılar. Üzgün bir hâlde dönüp
evine geldi. Kendisini gören hanımı Kerîme Hâtun niçin gitmediğini sordu. Câhidî
hazretlerinin kayığa alınmadığını söylemesi üzerine de; "Al şu seccadeyi de bin üzerine,
Çanakkale'ye geç-gel." dedi. Bu şekilde Çanakkale'ye geçen Câhidî Efendiyi gören kayıkçılar
şaşırıp kaldılar. Böylece onun büyük bir velî olduğunu anladılar.
Talebelerinden birisinin sohbet esnâsında kalbin ne şekilde terbiye edileceğine dâir sorduğu
suâle Ahmed Câhidî hazretleri şu cevâbı verdi:
"Tarîkatlarda asıl olan kalbin çeşitli hastalıklarından temizlenerek şifâ bulmasını temin
etmek, onu güzel sıfatlarla süslemektir. Allahü teâlâyayaklaşmanın yolları tövbe, nefsini
hesâba çekme, yaptığı işlerden gurura kapılmama ve ümitli olmak gibi kalbî makamlarla,
doğruluk, samîmiyet, ihlâs, sabır gibi güzel hasletlerdir. Tasavvuf yolunda yürüyen kimse bu
vasıflarıyla cenâb-ı Hakk'a yaklaşırsa, mârifet ehlinden olur ve bu sûretle en yüksek
derecelere kavuşur."
Ahmed Cahidî hazretleri bir soru üzerine de tarîkatlerde esas olan zikri dört madde halinde
özetledi.
1. Dilin zikri: Kalpten kötülüklerin izale edilmesini sağlayacak olan cenâb-ı Hakk'ın anılması.
2. Kalbin zikri: Allahü teâlâyı kalpten tefekkür etmek, düşünmek ve O'nun kalbe nazar
ettiğini bilmek.
3. Nefsin zikri: Harf ve ses yerine his ve hayâl ile içten, kalpten Allah'ı anmak.
4. Rûhun zikri: Cenâb-ı Hakk'ın kâinâtta tecellî eden, güzel sıfatlarının netîcesine bakarak
O'nu tefekkür etmek, düşünmektir.
Bu zikir çeşitleri kişiyi kemâl mertebesine ulaştırmak için en kuvvetli yoldur. Bunlar tarîkatta
zikir çeşitlerinin özetidir. Gayrisi teferruâttan ibârettir."
Ve talebelerine; "Lâ ilâhe illallah, diyerek kalbinizin pasını siliniz." dedikten sonra, şu şiiri
söylerdi:
Her kelâmın âlâsı, Lâ ilâhe illallah
Cümle varın mevlâsı, Lâ ilahe illallah
Cümle derdin dermânı, koma dilinden anı
Müminlerin îmânı, Lâ ilâhe illallah
Tâliblerin şükrüdür, kalplerinin fikridir
Dillerinin zikridir, Lâ ilâhe illallah.
Devrin Osmanlı sultanı Dördüncü Mehmed Han rüyâsında Ahmed Câhidî hazretlerini gördü.
Bunun üzerine derhâl Kilidü'l-Bahr'e gelerek onu ziyâret etti. Sohbeti ile şereflenerek duâsına
mazhar oldu. Ahmed Efendi, Sultanın hiç bir maddî ikramını kabûl etmedi. Dördüncü
Mehmed Han bunun üzerine Ahmed Câhidî hazretlerine "Sultan" ünvânını verdi. Bundan
sonra Evliyâ Sultan ve Ahmed Câhidî Sultan diye de anıldı.
1659 (H.1070)'da vefât eden Ahmed Câhidî Kilidü'l-Bahr'de zevcesi Kerîme Hâtun'un
medfun bulunduğu türbeye defnedildi. Kendisinden 17 yıl önce vefât eden oğlu Âdem
Efendinin kabri ise türbenin dışında güney taraftadır. Câhidî Sultan, vefâtının üzerinden üç
asırdan fazla bir zaman geçmesine rağmen hâlâ gönüllerde yaşamakta kabri ziyâret olunarak
mânevî istifâdelere kavuşulmaktadır.
Ahmed Câhidî Efendinin Dîvân ve Kitâbu'n-Nasîha adlı iki eseri Osmanlıca yazma hâlinde
İstanbul Süleymâniye Kütüphânesinde mevcuttur.
Bir teferrüç eyledim bakdım cihânın yüzüne
Her neye baktım ise ibret göründü gözüme
Âkil isen can kulağın aç, nazar kıl sözüme
Bir değirmendir bu dünyâ, öğüdür bir gün bizi
Câhidî geç bu hayâlden, bakma dünyâ mâlına
Zehr olur her kim sunarsa elin anın balına
Âkil isen kıl seyâhat, git Resûlün yoluna
Bir değirmendir bu dünyâ, öğüdür bir gün bizi.
1) Ahmed Câhidî Efendi (Ramazan Eren, İstanbul, 1984); s.5-39
2) Evliyânın Dilinden; s.480
3) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.53
4) Kitâb-ün-Nasîha (Süleymâniye Kütüphânesi; İbrâhim Efendi Kısmı, No:350)

AHMED BİCAN

AHMED BÎCÂN;
On beşinci yüzyılda Gelibolu'da yetişen velîlerden.Yazıcızâde lakabıyla tanınmıştır. Babası
âlim bir zât olan ve kâtiplik yapan Sâlih Efendi, ağabeyi ise meşhur âlim Yazıcızâde
Muhammed Efendidir. Doğum târihi belli değildir. Eserinde yer alan "Hak teâlâ hazretleri,
miskîn Ahmed-i Bîcân'ı, deniz kenarında, gâziler şehrinde Gelibolu'da yarattı." ifâdesinden
onun Gelibolu'da doğduğu anlaşılmaktadır.
Babası Yazıcı Sâlih Efendi, bâzı rivâyetlere göre, Ankara veya Bolu civârında devlet
hizmetlerinde kâtiplik yapmıştır. 1408'de tamamladığı, Anadolu'da astroloji sâhasında ilk
Türkçe manzum eser olan Şemsiyye'sini Ankara'da İskender bin Hacı Paşaya ithâf etmiştir.
Sonra Gelibolu'ya gelip yerleşmiştir.
Ahmed-i Bîcân küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Zamânın ilimlerini tahsil etti. Arapça ve
Farsçayı çok güzel öğrendi. Zâhirî ilimlerdeki tahsîlini tamamladıktan sonra ağabeyi
Muhammed Bîcân ile birlikte mânevî ilimlerde de yükselmek istiyor, kendilerini irşâd
edecek, doğru yolun mânevî zevklerini tattıracak bir evliyâ arıyorlardı.
İki kardeş arayış içinde iken, devrin büyük velîsi Hâcı Bayram-ı Velî hazretleri misafir
olduğu Edirne'den ayrılarak yanındakilerle birlikte Ankara'ya gitmek için yola çıkmıştı. Epey
yol aldıktan sonra, yanındakiler Gelibolu'ya yaklaştıklarında yolu şaşırdıklarını anlayıp,
telaşlandılar. Hâcı Bayram-ı Velî durumu fark edince; "Evlatlarım! Devâm ediniz. Belki
orada bekleyenlerimiz vardır." dedi. Gelibolu'ya vardıktan sonra, Hâcı Bayram Velî odasında
dinlendiği sırada, huzûruna girmek için Muhammed ve Ahmed Bîcan kardeşler izin istediler
ve içeri girip selâm verdiler. Kendilerini tanıtmak istediklerinde Hâcı Bayram-ı Velî; "Biz
sevdiklerimizi daha iyi tanırız." dedi. Onlara muhabbet nazarları ile bakıp duâ etti, sonra;
"Yağ ve kandil hazırmış, bize yalnız kibriti yakmak kalmış." buyurdu.
Ahmed-i Bîcân ve ağabeyi, Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerinin huzûrunda mânevî ilimlerde
yükseldikten sonra Bayramiye tarîkatına göre insanları terbiye etmeye başladılar. Bayramiye
esaslarından olan devamlı oruç tutup çile çıkardıkları, aşk ve muhabbet çokluğundan
yemeden içmeden kesildikleri için Bîcân lakabını aldılar. Eserinde geçen; "Elhamdülillah ki
Gelibolu'da nice kez kâfir ile cenk idüp gazalar idüp dururuz. Gâh kâfir bize geldi. Gâh biz
kâfire varup dururuz." sözünden birçok savaşlara katıldığı anlaşılmaktadır. Ahmed Bîcan
böylece sünnete uyarak, nefsini ıslâh için yaptığı halvet, yalnızlık, çile ve riyâzetleri yâni
Cihâd-ı ekberi yâni büyük cihadı cihad-ı asgarla, küçük cihadla tamamladı.
Ahmed Bîcân hazretleri bir vâzında şöyle buyurdu:
"Dünyâ, çok gün geçirmiş fitneli ve nazlı bir ihtiyara benzer. O, dışını gençler gibi giyecekler
ile süsleyip, halk arasında naz eder. Böylece insanlar da onun tuzağına düşer. Dünyâ zâlim bir
padişah gibidir. Halka bazı şeyler bağışlarsa da dostluğu yoktur. Hepsini öldürmek ister.
Akıllı kimseler kışın ihtiyâcını yazdan hazırlar. Ölümün hazırlığını da diri iken yaparlar.
Dünyâ, içi cevherler ile dolu bir denize benzer. Kimileri ondan cevher çıkarır. Bâzıları da
boğulur. Sözün kısası, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur; "Dünyâ fitne
ve belâdır. Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi dünyâyı sevmek ve mal
toplamaktır."
Ahmed-i Bîcân hazretleri insanlara doğru yolu göstermeye devam ederken bir gün Ağabeyi
Muhammed Bîcân'a; "Ağabey! İlim ve irfanın ziyâdedir. Tek arzum ve sizden dileğim,
yâdigâr bir eser yazmanız ve bunun her yerde okunmasıdır. Dünyâ geçici, günlerin ise hiç
vefâsı yok." dedi. Muhammed Bîcân hazretleri onun bu isteği üzerine Megârib-üz Zeman adlı
eserini yazdı. Bir süre sonra Muhammed Bîcân, kardeşine gelerek; "Kardeşim Ahmed! Bizi
memnun etmek istersen Megârib-üz-Zaman'ı Türkçeye tercüme et. Güzel üslûbun ile herkes
istifâde etsin." dedi. Bunun üzerine Ahmed-i Bîcân hazretleri eseri Envâr-ül-Âşıkîn ismiyle
tercüme etti.
Talebelerine bir sohbet esnasında buyurdu ki:
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: "Ey îmân edenler! Din uğrundaki
eziyetlere sabredin ve düşmanlarınızla olan savaşlarda üstün gelmek için sabır yarışı yapın.
Sınır boylarında cihad için nöbet bekleşin ve Allah'tan korkun ki, felah bulasınız." (Âl-i
İmrân sûresi: 200). "Sabrediniz." buyurması, belâlara sabretmeye işârettir. Bu, halk yâni avam
içindir. "Nöbet bekleşin" buyurması, günah işlemeyi terk etmeye işârettir. Bu, havâs içindir.
"Sabır yarışı yapınız" buyurması, İbâdet yapmaya katlanmaya işârettir. Bu da seçilmişlerin
seçilmişlerine mahsustur. Bunun için, kişinin rahatlığı yakînde, şerefi tevâzuda, saâdeti,
kurtuluşu İslâmdadır. İsmeti, günahsız olması Allahü teâlâya güvenmekte, akıllılığı dinde,
gayreti dünyâyı terk etmektedir. Helakı günah işlemeye cüret etmekte, pişmanlığı uyumakta,
şekâveti cehâlettedir. Saâdeti ilimdedir. Olgunluğu aşktadır. Güzel yaşaması sabırdadır.
Sabır; halkın içinde nefsânî arzuları terk etmek, yapmamaktır. Eğer dünyânın bütün belâları
onun üzerine gelse "Âh" bile demeyen; vefâdan, cefâdan, acıdan, zenginlikten ve her çeşit
nîmetten dolayı değişmeyen, mağrûr olmayan ve bunlar karşısında hep aynı kalan kimse
sabırlıdır. Bilakis o, kendini bela mancınığına kor ve kazâ denizine atar. Sonundan hiç endişe
etmez. Vesselâm.
Ahmed-i Bîcan hazretleri Gelibolu'da vefât etmiştir. Kaynaklarda vefât târihi ihtilaflı olup,
1453 (H.857) veya 1455 (H.859) olarak kaydedilmiştir. Ahmed-i Bîcân birçok eser yazmıştır.
Eserlerinde son derece sade bir dil ve anlaşılması kolay ve akıcı bir üslûb kullanmıştır.
Genellikle babasının ve ağabeyinin yazdıkları Arapça eserleri Türkçeye tercüme ve şerh
etmiştir. Başlıca eserleri şunlardır:
1. Envar-ül-Âşıkîn: Dört-beş asırdan beri okuna gelmiş, çok sevilip, benimsenen bir eseridir.
Eser 1451 senesinde tamamlanmıştır. Eserin çeşitli yazma nüshaları olduğu gibi, pekçok
baskısı da yapılmıştır.
Envâr-ül-Âşıkîn kitabının tertibi, ana hatlarıyla beş bölümdür. İçinde şunlar yer almıştır:
Varlıkların tertib ve nizâmı, Âdem aleyhisselâmın yaratılışı, peygamberler ve kıssaları, ilâhî
kitaplar, dünyâ ile ilgili fazîletler, kıyâmet alâmetleri, Kur'ân-ı kerîm, mahşer, sırat, Cennet,
Cehennem, melekler, hûrîler, gılmanlar, cennetliklerin makamları ve Cennet nîmetleri.
2. Dürr-i Meknûn: Bu eserini, insanların, Allahü teâlânın kudretini ve azametini bilmeleri
için, onlara bunu anlatmak gâyesi ile yazdığını belirtmiştir. Bu eser, on sekiz bölümdür.
Gökler, Arş, Kürsî, Cehennem, ay, yıldızlar, güneş, yeryüzü, ilim, hendese (geometri),
iklimler, dağlar, denizler, şehirler, mescidler, Süleymân aleyhisselâmın tahtı ve saltanatı,
Belkıs'ın saltanatı ve ömürleri, helâke uğrayan beldeler, otlar, yemişler, sûretler ve kıyâmet
alâmetleri anlatılır.
3. Müntehâ Tercümesi: Bu eser, Kitâb-ül-Müntehâ el-Müştehâ alel Füsûs adlı eserin
şerhinin Türkçeye tercümesidir. Eserin aslı Muhyiddîn Arabî hazretlerinin Füsûs-ül-Hikem
adlı eseridir. Bunu, Ahmed-i Bîcân'ın ağabeyi Yazıcızâde Muhammed şerhetmiştir. Arapça
olan bu şerhi de Ahmed Bîcân Türkçeye tercüme etmiştir. Eser otuz bölümdür.
Peygamberlerin aleyhimüsselâm makamları, kıssalar, mîrâc, gazâ etmek, Muhammed
aleyhisselâmın gazâları, şehîdlerin namazının kılınışı, kıyâmet alâmetleri, Cennet, Cehennem,
nebîler, velîler, güneşe göre vakit bulmak, haftanın günleri, çeşitli sûrelerin tefsîri,
Peygamber efendimizin vefâtı, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i
Ali, hazret-i Fâtıma, hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin'in vefâtları, Peygamberimizin
mübarek zevceleri gibi konular yeralmıştır.
4. Rûh-ul-Ervah: Peygamberlerin aleyhimüsselâm kıssalarından bahseden bir eserdir.
5. Bostân-ul-Hakâyık: Bu eseri babasının yazdığı Şemsiyye adlı eserin nazım şeklinde
tercümesidir. Bâzı bölümlerini yeniden ele almıştır.
6. Acâib-ül-Mahlûkât: Bu eseri, Zekeriyyâ Kazvînî'nin Acâib-ül-Mahlûkât adlı eserini ana
kaynak tutarak hazırlamıştır. Kendi zamânına kadar yazılmış olan coğrafya, kozmoğrafya ve
biyoloji kitaplarından faydalanmıştır. Ay, yıldızlar, göklerdeki melekler, Azrâil aleyhisselâm,
günler, aylar, rüzgârlar, denizler, deniz canavarları ve denizdeki mahlûkât, çeşmeler,
mâdenler, nebatlar, insan âzâları, cinler, yiyecekler, kuşlar, haşerât gibi daha pek çok şeyden
bahsetmektedir. Coğrafya ile ilgili olan eserin Türkçede ilk defâ olduğu kayıtlı ise de aynı
eser daha önce Rükneddîn Ahmed tarafından tercüme edilmiştir.
Ahmed-i Bîcân bir gün, Gelibolu'nun en büyük câmisinde vâz veriyordu. Herkes huşû içinde
söylenenleri dinliyordu.
"Kardeşlerim! İnsanı Rabbinden uzaklaştıran perdelerin en büyüğü, kalbi öldürmek,
karartmaktır. Kalbin ölmesine kararmasına sebep de dünyayı sevmektir. Bir hadîs-i kutsîde
buyruldu ki:"Ey Âdemoğlu! Kanâat et zengin ol. Hasedi terket, râhat ol! Dünyâyı terket, dînin
halis olsun."
Kim gıybeti terkederse, Allahü teâlâya karşı olan sevgisi çoğalır. Kim az ve doğru konuşursa,
aklı tam olur. Kim aza kanâat ederse, gerçekten Allahü teâlânın ahdine inanmış olur. Kim
dünyâ için kaygılanırsa Allahü teâlâdan uzaklaşır."
Ahmed-i Bîcân hazretleri vâz ettiği kürsüden bir ara başını kaldırdı. Câminin giriş kapısında
ağabeyini gördü. Ayakta bekliyor ve kendisine tebessüm ediyordu. İçeri girip bir yere
oturmamasına hayret etmişti. Sonra mânevî bir huzurla vâzına devâm etti. Ağabeyinin bu
şekilde beklemesi bir türlü aklından çıkmıyordu.
Akşam annesi ile sohbet ederken bu aklından çıkmayan şeyin sebebini öğrenmek istedi ve;
"Anneciğim! Bugün dikkatimi çeken bir şey oldu. Vâz ederken ağabeyim câmi kapısında
durmuş, bana bakıyor ve tebessüm ediyordu. Ama içeri girip oturmadı. Sebebini ondan bir
suâl eylesen." dedi. Evlâdını kıramayan anne ertesi gün büyük oğlu Muhammed Bîcân'a
giderek sohbet arasında kardeşinin vâzı arasında niçin câmiye girmediğini sordu. O da;
"Kardeşim âlim, ârif biridir. Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerini görünce bir başka Ahmed oldu.
Sözleri hikmet dolu. Gönülleri alan, ruhları cezbeden bir üslûbu var. İlminden, irfânından
istifâde edenlerin sayısı belli değil. Ben de mübârek sözlerini dinlemek için gitmiştim.
Meleklerin kanatlarını sererek vâzını dinlediklerini gördüm. Basmamak için içeriye
girmedim." dedi.
Bu duruma çok sevinen annesi, eve dönerek durumu küçük oğlu Ahmed-i Bîcân'a anlattı.
Ahmed Bîcân sevineceği yerde durgunlaştı. Bunu fark eden annesi sebebini sorunca;
"Ağabeyim melekleri gördüğü hâlde ben niçin göremiyorum, acabâ sebebi nedir?" dedi.
Annesi hiç beklemediği bu soru karşısında şaşırdı. Ahmed-i Bîcân hazretleri sonra ilâve etti;
"Anneciğim bunun sebebini senin bilmen lâzım. Biraz düşün bulacaksın." dedi.
Annesi bir süre düşündükten sonra yaşlı gözlerle oğluna; "Sen henüz süt emme çağında idin.
Namaza durmuştum. O esnada komşularımdan bir hanım geldi. Sen ağlamaya başladın.
Selâm vermeme de az kalmıştı. Kadıncağız ağlamayasın diye seni emzirmeye başladı. Selâmı
vermemle birlikte mâni oldumsa da sen bir kaç yudum almıştın. Sonra sordum hanım
abdestsiz imiş. Ben seni hiç abdestsiz emzirmedim. Her halde sebebi odur." dedi. Ahmed
Bîcân; "Doğru söyledin." dedi.
1) Şakâyik-i Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); sh.128
2)Keşf-üz-Zünûn; c.2, s.1746
3) Nefehât-ül-Üns; s.691
4) Envâr-ul-Âşıkîn
5) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.16

26 Mayıs 2013 Pazar

Allah'tan Kork, Mührümü Bozma

"ALLAH’TAN KORK, MÜHRÜMÜ BOZMA!"

Geçmiş ümmetlerde gurbete çalışmaya giden üç arkadaş, bir ara yoğun bir yağmura mâruz kalınca yol kenarındaki bir mağaraya sığınırlar. Ne var ki, karşı dağdan, düşen yıldırım sebebiyle kopup yuvarlanan bir taş gelir, içinde bulundukları mağaranın kapısına sıkışıp kalır.
İçeride bulunan üç arkadaş korkup düşünmeye başlarlar. Nasıl çıkacaklar kapanmış olan mağaradan? Biri der ki: Bu belâdan kurtulmamızın bir çâresi olabilir. O da, Rabbimizin rızâsı için yapmış olduğumuz iyilikler. Gelin bunları şefaatçı yapıp buradan kurtulmayı Rabbimizden dileyelim.
Bu sebeple biri der ki:
– Ey Rabbim! Ben yanında işçi çalıştıran biriydim. Bir gün, çalışan işçim akşam yevmiyesini almaya gelmedi. Ben de onun parasını onun adına ayırıp çalıştırdım. Seneler sonra gelince parasını kazancıyla birlikte verdim. Şaşırdı, almak istemedi. Sonra ciddi olduğumu anlayınca yevmiyesini kazancıyla alıp sevinerek gitti. Bunu sadece senin rızân için yaptım. Eğer senin yanında makbul oldu ise, bunun hürmetine şu kayayı, çıkacağımız yerden uzaklaştır!
Bu dua üzerine kaya yerinden kımıldar, ama çıkılacak kadar yer açılmaz.
İkincisi de şöyle der
– Ey Rabbim! Ben annesine çok hizmet eden biriyim. Bir gece annem su istemiş, ben de koşup dışarıdan su getirmiştim, baktım annem uyumaktadır. Karşısında uyanıncaya kadar bekledim. Gece yarısı uyandığında beni karşısında bekler halde görünce çok memnun olup duâ etmişti. Bunun hürmetine bu belâdan bizi kurtar.
Kaya biraz daha kımıldar, ama yine kurtulmaya yeterli değildir.
Üçüncü olarak da son arkadaşları şöyle duâ eder:
– Ey Rabbim! Memleketimizde kıtlık olmuş, bir çok âile açlık belâsına mâruz kalmıştı. Benim durumum ise iyi idi. Bir gün komşum kızı yanıma gelip açlıktan ölüm tehlikesi geçirmekte olan âilesi için benden yiyecek birşeyler istemiş, ben de ona kendisini bana teslim etmesi halinde istediğini verebileceğimi söylemiştim. Başka çâresinin kalmadığını anlayan kızcağız, nihayet isteğime râzı olmuş, birlikte tenha yere gittiğimizde birden şu ikazda bulunmuştu:
– Ey elinde imkân olan adam! Allah’dan kork, benim iffet mührümü nikâhsız bozmaktan hicap duy! Bu mühür, ancak nikâhla bozulur, başka değil!
Bu beklenmedik ikazdan korkup titremeye başladım. Kendimi mâsum bir kızın namus mührünü bozan iffetsiz durumuna düşürmekten utandım ve dedim ki:
– Haydi gel, istediğin kadar yiyecek al, mührünü muhafaza ederek iffetinle yaşa.
Böylece ona istediğini verdim ve mührünü bozmadım. Bunu senin rızân için yaptım. Eğer kabul edildi ise, şu kayayı kapımızdan uzaklaştır da çıkıp kurtulalım.
Bir de baktılar ki, sıkışmış kaya paldır küldür yuvarlanıp gitti, kurtulup dışarı çıktılar.
Evet, işte iffetsizlerin yersizliğini söylemek istedikleri kızlık işaretinin hadisteki adı mühürdür.

Kaynak: Yeni aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları

Alın Teri

Alın Teri
İmam Kazım (a.s) kendi tarlasında çalışmakla meşguldü. Fazla faaliyet İmamdın bütün vücundan terler akıtmıştı bu arada Ali ibni Ebi Hamza-i Bata ini geldi imamın yanına, ve o manzarayı görünce:
- Kurban olayım, niçin bu işi başkalarına bırak mıyorsun? diye sordu.
- Niçin başkalarına bırakayım? Halbuki benden daha üstün kişiler bile, daima bu gibi işlerle meşgul olmuşlardır.
- Allah'ın elçisi, Emirülmü'minin ve bütün ecdadım. Esasen tarlada çalışmak ve ziraatla meşgul olmak Peygamberlerin, peygamber vasilerinin ve Allah'ın seçkin kullarının başta gelen, en önemli adetlerinden biridir.
Bihar ul-Envar

AHMED BERKÎ


AHMED BERKÎ;
Afganistan'da yetişen velîlerden. Berk kasabasından olduğu için Berkî nisbetiyle tanındı.
Doğum târihi bilinmemektedir. Evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî
Serhendî hazretlerinin, önde gelen talebelerindendir. Halîfesi, vekîli olmakla şereflenmiştir.
Zamanının büyük evliyâsındandı. 1617 (H.1026) senesinde memleketinde vefât etti.
Ahmed Berkî, aslında âile olarak Kabil ile Kandehâr arasında bulunan Vâd kasabasındandır.
Babası, buradan Berk'e hicret edip Kankrit beldesine yerleşti. Ahmed Berkî burada yetişti ve
tefsîr, hadîs, fıkıh gibi yüksek din bilgilerini ve zamânın fen ilimlerini öğrenerek büyük bir
âlim oldu.
Ahmed Berkî ilim öğretmekle meşgûlken tanıdıklarından ve hemşehrilerinden bir tüccar
Hindistan'a gitmiş evliyânın en büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetlerini
dinlemişti. Dönüşünde de İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin insanları hak yola sevk eden kıymetli
mektuplarından getirmişti. Ahmed Berkî bununla görüşünceHindistan'ın büyük âlim ve
evliyâlarını sordu. O da İmâm-ı Rabbânî hazretlerini medh etti ve; "Sözlerinden bir kısmını
yanımda getirdim." dedi. Ahmed Berkî büyük bir merakla mektupları alıp zevkle okudu. Bu
sözleri söyleyenin dirâyet ve üstünlüğünü anlayıp hemen Hindistan'a gitti.
Ahmed Berkî, İmâm-ı Rabânî hazretlerine kavuşunca, talebesi olmakla şereflenmek
istediğini, bunu kabûl buyurmasını istirhâm etti. Hazret-i İmâm onun kalbinin tercümanı olan
bu isteklerini kabûl etti. Ona husûsî teveccühlerde bulunarak kalbinden Allahü teâlâdan başka
her şeyi, dünyâ sevgisini, günah lekelerini temizleyip; ilim ve hikmetle, mânevî ilim, iyilik,
bereket ve faydalarla doldurup, yüksek derecelere kavuşturarak evliyâlıkta yüksek
mertebelere çıkardı. Mevlânâ Ahmed Berkî de, hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek
huzur ve hizmetlerinde, ihlâsla edeb üzere, hizmet etti.
Edebleri gözetmesi, yaptığı hizmetlerin kabûlü sebebi ile, hazret-i İmâm'ın husûsî tasarruf ve
inâyetlerine, kavuştu. Huzurlarında kaldığı bir hafta içinde kemâl ve evliyâlık derecelerine
ulaştı. Tasavvufu, mânevî ilimleri anlatmak üzere hocasından icâzet, diploma alınca
memleketine dönmesine izin verildi. Emre uyarak, irşâd, insanlara doğru yolu göstermekle
meşgûl oldu.
Ahmed Berkî hazretleri dönüşünden sonra zaman zaman hocasına kendi ile yetiştirdiği
talebelerinin hâllerini yazarak nasîhatlarını istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de bu çok
sevdiği talebesine kıymetli mektuplar göndererek istediklerini yerine getirdi. Bir mektubu
şöyledir:
Allahü teâlâya hamd ve Resûlullah'a salât ve selâm ederim. Size de iyi duâlar eylerim. Şeyh
Hasan ve arkadaşları iki mektubunuzu getirdi. Bizleri çok sevindirdi. Bir sayfasında Hâce
Uveys'in halleri yazılıydı. İkinci sayfasında, kabûl edilip edilmediğinizi soruyorsunuz. Bunu
okuyunca, sizin hâlinizi araştırdım. Oradaki insanların size doğru koştukları ve size
sığındıkları göründü. Sizi, oradaki insanların saâdete kavuşmaları için vâsıta yaptıkları ve o
yerleri size bağladıkları anlaşıldı. Bunun için, Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun! Bu
görüşümüzü, rüyâ, hülyâ, sanmayınız! Rüyâ ve hülyâ şüpheli olur. İkisine de güvenilmez.
Bizim yazdıklarımızı gözle görülür, elle tutulur gibi sağlam biliniz! Sizin bu nîmete
kavuşmanız, İslâmiyet bilgilerini öğretmekle ve fıkıh hükümlerini yaymakla olmuştur.
Oralara cehâlet yerleşmiş ve bid'atler yayılmıştı. Allahü teâlâ, sevdiklerinin sevgisini size
ihsân etti. İslâmiyeti yaymaya sizi vesîle kıldı. Öyle ise, din bilgilerini öğretmeye ve fıkıh
ahkâmını yaymaya, elinizden geldiği kadar çalışınız. Bu ikisi bütün saâdetlerin başı,
yükselmenin vâsıtası ve kurtuluşun sebebidir. Çok uğraşınız! Din adamı olarak ortaya
çıkınız!Oradakilere emr-i mârûf ve nehy-i münker yaparak, doğru yolu gösteriniz! Allahü
teâlâ, Müzzemmil sûresinin 19. âyetinde meâlen; "Rabbinin rızasına kavuşmak isteyen için,
bu elbette bir nasîhattir." buyurdu.
Kalp ile zikr yapmak için size izin verilmişti. Buna çalışmanız da, ahkâm-ı şer'iyyeye
yapışmanız ve nefs-i emmârenin azgınlığını gidermeniz için yardımcı olur. Bu vazîfenizi de,
elden bırakmayınız. Kendi hâllerinizi ve sevdiklerinizi ve sevdiklerinizin hâllerini
bilmediğiniz için üzülmeyiniz. Hâlleri bilmemek, hiçbir şey ele geçirmemek olacağını
sanmayınız! Sevdiklerinizin hâlleri, sizin yüksekliğinizin aynalarıdır. Sizin hâlleriniz onlara
ışık salmakta ve görünmektedir. (Gece karanlıkta taşların aydınlanması, ışık kaynağı
sâyesinde olur. Işık kaynağı olmazsa, taşlarda hiçbir şey görülmez.)
Şeyh Hasan, sizi durduran direklerden biridir. Sizin kıymetli yardımcınızdır. Eğer
Mâverâünnehr veya Hindistan'a gitmek isterseniz orada yerinizi tutacak Şeyh Hasan'dır. Ona
elinizden gelen yardımı yapınız. Onu gözetiniz! Onun, zarûrî olan din bilgilerini, bir an önce
öğrenip bitirmesi için, çok uğraşınız! Onun da Hindistan'a gelmesi, hem onun için, hem de
sizin için çok faydalı olur. Allahü teâlâ bizi ve sizi millet-i İslâmın doğru yolunda
bulundursun, "alâ sâhibihisselâtü vesselâm".
Ahmed Berkî hazretleri ömrünü insanlara hizmetle, hak yolu göstermekle geçirdi. Hocasının
maddî mânevî yardımlarına kavuştu. Bir defâsında memleketi civârındaki hindular isyân
etmiş etrâfa zarar vermeye başlamışlar, bilhassa kendisini ve talebelerini hedef almışlardı.
Başlarındaki Ahdad çok zulüm ediyordu. Bu duruma çok sıkılan Ahmed Berkî hocasına,
yardım dileyen bir mektup yazdı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de bu çok sevdiği talebesine:
"Sizin memleketiniz, onun şer ve zararından mahfûz kalacaktır. Hiç üzülmeyiniz." diye
yazdılar. Gerçekten öyle oldu. Bulundukları yerin etrafındaki köyler ve kasabalar yağma ve
talan edildikleri hâlde, onların olduğu yere bir zarar olmadı.
Bir defâsında İmâm-ı Rabbânî hazretleri Yûsuf-i Berkî'ye gönderdikleri bir mektupta Ahmed
Berkî hakkında şöyle yazmışlardır:
"Onun o memlekette bulunması, büyük bir nîmettir. Sizin kavuştuğunuzu haber verdiğiniz
hâle, Mevlânâ Ahmed Berkî çoktan kavuşmuştur. Bilsin veya bilmesin bu böyledir. Bu fakire
göre, o memleketin medarı, kutbu Mevlânâ'dır. Orada bulunanların bunu nasıl
anlayamadıklarına hayret ediyorum. Bu fakirin bildiğine göre, Mevlânâ'nın büyüklüğü, güneş
gibi meydandadır."
Ahmed Berkî hocasının nasihatları doğrultusunda hizmet edip insanların dünyâ ve âhiret
saâdetine kavuşmalarına çalıştı. Çok talebe yetiştirdi.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri gönderdikleri son mektubunda; "Eğer sefere çıkacak olursanız
Şeyh Hasan'ı yerinize vekil bırakırsınız." buyurmuştu. Mektubun gelişinden birkaç gün sonra
Ahmed Berkî vefât etti. Vefâtı İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bildirildi. Ahmed Berkî'nin
rûhuna Fâtiha okudular. Vefât haberini getiren Osman Ekberâbâd gayr-i ihtiyârî ağladı.
Üzüntüsünün çokluğundan yere yıkıldı. Oradaki insanlar engel olmaya çalıştılar. İmâm-ı
Rabbânî; "Ona mâni olmayın, göklerdekiler ve yerdekiler Ahmed Berkî'nin vefâtına
ağlıyorlar. Kardeşi ağlasa ne olur, niye men edilsin." buyurdular. Bâzı eshâb, bu sözden
hayret ettiler. İmâm-ı Rabbânî buyurdu ki: "Ahmed Berkî, insanların kendisini tanımadığı ve
kendinin de kendini bilmediği evliyâdan idi."
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Ahmed Berkî'nin vefâtı üzerine, oğullarına yazdıkları mektupta
şöyle buyurdular:
"Mevlânâ'nın bu zamanda, mübârek varlığı müslümanlar için, Allahü teâlânın nîmetlerinden
bir nîmet, rahmetlerinden bir rahmetti. Yâ Rabbî, bizi onun ecrinden mahrûm eyleme."
1) Hadarât-ül-Kuds; s.351
2) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî; s.336
3) Zübdet-ül-Makâmât; s.368

AHMED BEHLÜL


AHMED BEHLÜL;
Mısır evliyâsından. Doğum târihi ve yeri belli değildir. Hayâtı hakkında fazla bir bilgi yoktur.
Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Ahmed Behlül hazretleri, zamânında Mısır'da bulunan
büyük âlimlerin derslerine devâm ederek yetişti. Devrinin ileri gelen âlimlerinden oldu.
Kendisinden meşhur âlim Abdülvehhâb-ı Şa'râni ilim öğrenmiştir.
Ahmed Behlül hazretleri, kerâmetler sâhibi, olgun ve yüksek bir zâttı. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî,
Ahmed Behlül'ün huzûrunda bir kitabı okuyup ezberliyordu. Bir gün Ahmed Behlül
talebesine Minhâc kitabını okuyup ezberlemesini söyledi ve; "Minhâc kitabı sana kâfi gelir.
Diğeri ile uğraşmana gerek yok, izin de yok." buyurdu. Bundan sonra Abdülvehhâb-ı Şa'rânî
Minhac'ı okudu. Daha önce okuduğu kitabı okumak istedi ise de bir kelime bile
ezberleyemedi.
Kalbinde dünyâ düşünceleri bulunmayan, devamlı ibâdet ve tâat ile meşgul olan Ahmed
Behlül, tanınmaktan, meşhur olup parmak ile gösterilmekten hoşlanmaz, böyle şeyleri
istemezdi. Vefâtından önce şöyle vasiyet etti:
"Beni, Karafe kabristanının yakınındaki yola defnedin. Kabrimin üstüne sanduka ve türbe
yapmayın. Böyle şeyler, benim kabirde rahat etmeme mâni olur. Bırakın kabrim sâde olsun,
üzerimde hayvanlar gezinsin."
O sırada orada bulunan talebelerinden biri; "Efendim! Sizin için Bâtiha Câmii avlusunda bir
kabir hazırladık. Oraya defnedeceğiz." deyince Ahmed Behlül hazretleri;
"Cenâzemi oraya taşımaya gücünüz yeterse, öyle yapın." buyurdu.
Ahmed Behlül hazretleri 1521 (H.928) senesinde Kahire'de vefât etti. Cenazesini defnetmeye
götürmek istediklerinde, tabutu Bâtiha Câmiine doğru götüremediler. O tarafa doğru gitmek
istediklerinde, tabut çok ağırlaşıyor, hareket ettiremiyorlardı. Kendisinin daha önce bildirdiği
şekilde Karafe kabristanının yakınındaki yola doğru götürmek istediklerinde tabut hafifledi ve
rahatça götürdüler. Bu hâlin onun bir kerâmeti olduğu anlaşıldı.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.325
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.2, s.145
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.216

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Aradaki Fark

Aradaki Fark
Hazret-i Ömer 'r.a.' anlatıyor:
- Bir gün Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bize, askeri donatmak için, sadaka getirin diye, emr etdiler. Benim malımın çok olduğu bir zemân idi. Gönlümden geçdi ki, her zemânda, kardeşim Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' sadaka husûsunda hepimizden fazla sadaka verirdi. Ammâ bu def'a ben ondan fazla vereyim diye, malımın yarısını götürdüm.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki,
- Yâ Ömer! Ev halkına ne alıkoydun.
Dedim ki,
- Yâ Resûlallah! Yarısını alıkoydum. Bu sırada Ebû Bekr 'radıyallahü anh' cümle malını getirip, koydu. Hazret-i Fahr-i Enbiyâ buyurdu ki,
- Yâ Ebâ Bekr!Ev halkına ne alıkoydun?
Ebû Bekr,
- Yâ Resûlallah! Ehlime Allahü teâlâyı ve Resûlünü alıkoydum, deyince,
- İkinizin arasındaki fark, cevâbınız arasında olan fark gibidir, buyurdular.
Ondan sonra, Ebû Bekr-i Sıddîkın her bir işde, önüne geçme ümmidimi kesdim.

Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin

Ahsen-ül Kasas

Ahsen-ül Kasas
Başlıkta okuduğumuz terkip, 'Kıssaların en güzeli' demektir. Bu tâbir, Kur'ân-ı Kerim'de, Hz. Yûsuf aleyhisselâmın kıssası için kullanılmıştır. Bu kıssayı, ya bir tefsirden, veya onunla alâkalı bir kitaptan okumanızı tavsiye ederiz.
Bildiğimiz sebeplerle Kenan diyarından Mısır'a getirilen Hz. Yûsuf, Yâkup aleyhisselâmın oğludur. Dedesi Hz. İshak, büyük dedesi de Hz. İbrâhim'dir. Hepsi de şirke karşı tevhîdi, küfre karşı îmânı tebliğ etmiş, Allâh'ın nûrunu kalplere nakşetmek için mücâdele etmişlerdir.
Böylesine muazzez, mukaddes ve müberrâ bir nesilden gelen Hz. Yûsuf, aristokrat bir hayat içinde yüzen Mısır saraylarında; hayâ, edep ve terbiye âbidesi olarak insanlara örnek olmuş, aslâ gayr-i meşrû tekliflere iltifat etmemişti. Hatta ahlâksızca yapılan îmâ ve baskılara karşı Cenâb-ı Hakka, bunlardan kurtarması için yalvarıp, 'Zindan, bunların beni dâvet ettiği şeyden iyidir Rabbim, dedi.' (S. Yûsuf, 33)
Sonra, Aziz ve arkadaşları, Hz. Yûsuf (a.s.)'un mâsûmiyetini isbat eden bütün o kat'î delilleri görmelerine rağmen, halkın dedi-kodusunu kesmek için onu zindana attılar. Hatta onunla beraber, biri hükümdârın sâkîsi, diğeri de ekmekçisi olmak üzere iki delikanlı daha hapse atıldı. Onlar, hükamdarı zehirlemeye teşebbüs etmek suçuyla itham olunuyorlardı.
Bunlardan biri,
' Ben rüyamda kendimi şarap için üzüm sıkıyor gördüm, dedi.
Öbürü ise;
' Ben de rüyamda kendimi başımda ekmek götürüyor, kuşlar da gagalayıp yiyor gördüm, dedi. Bize bunların tâbirini haber ver; çünkü biz seni, iyilik edenlerden görüyoruz, dediler.
Dahhak rahımehullah hazretlerine;
' Yûsuf aleyhisselâmın iyiliği ne idi? diye sorulduğunda, şöyle cevap verdi:
' O, dâima iyiliği tercih eder, bütün hâl ve hareketlerinde güzel ahlâkını gösterirdi: Zindandaki hastaları ziyaret eder, mahzunlara dost ve arkadaş olup onları tesellî eder, yeri dar olanlara genişlik sağlar, muhtaç olanlara yardım toplayıp verirdi. (Devamı yarın)
Yûsuf aleyhisselâm delikanlılara dedi ki:
' Size rüyanızda rızık olarak yiyecek bir şey gelecek oldu mu, ben muhakkak onun ne olduğunu, daha size gelmezden evvel rüyanızı tâbir eder, haber veririm.
Dikkat edilirse, Yûsuf aleyhisselâm onları, kendisine sorulanlara cevap vermezden evvel, tevhîde dâvet ve doğru yola irşad etmek istiyor. Bu dâvet ve tâbirinde doğruluğuna delâlet etmek üzere de, gaybden haber verme mûcizesini anlatıyor. Zira bütün peygamberlerin, peygamber olduklarını isbat için mûcize göstermeleri gerekir.
Yûsuf aleyhisselâm konuşmasına devam ederek şöyle diyor:
' Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben, Allâh'a inanmayan, âhireti de inkâr eden bir kavmin dînini terk ettim. Atalarım İbrâhim, İshak ve Yâkub'un dînine uydum. Allâh'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bizim için doğru olmaz. Bu tevhid, bize ve bütün insanlara Allâh'ın bir lûtfudur; fakat, insanların çoğu buna mukabil şükretmezler.
Ey Benim zindan arkadaşlarım, düşünün bir kere; darma dağınık birçok rabler mi iyi, yoksa her şeyi hükmü altında tutan ve kahredici olan bir tek Allah mı?
Sizin onu bırakıp taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları kuru, mânâsız ve boş isimlerden başkası değildir. Allah, onların gerçekliği hakkında hiçbir delil indirmemiş, onlara hiçbir güç vermemiştir. Hüküm, yalnız Allâh'ındır. O, yalnız kendisine ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Ey zindan arkadaşlarım, rüyalarınıza gelince; biriniz efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılıp tepesinden kuşlar yiyecektir. İşte hakkında fetvâ istemekte olduğunuz mes'ele, böylece olup bitmiştir.
Bundan sonra Yûsuf aleyhisselâm, bu iki delikanlıdan, kurtulacağını bildiği kimseye yani sâkîye dedi ki:
' Beni efendinin yanında an, benden bahset.
Fakat şeytan, efendisine onu anlatmayı unutturdu. Bu yüzden Yûsuf aleyhisselâm, daha nice yıllar zindanda kaldı. (S. Yûsuf, 35-42)
Yani Hz. Yûsuf, Allah'tan başkasından yardım istediği için, beş yıllık mahpusluktan sonra, yedi yıl daha hapiste kaldı. Zira böyle bir istek ümmetten herhangi bir fert için gayet normal olmakla birlikte, bir peygamber için münasip değildi.
Onun zindanda kaldığı 12 sene âyet-i kerimedeki 'üzkürnî ınde rabbik' kavl-i keriminin harflerinin miktarına müsâvidir. Bu 12 adedinde daha başka acâib sırlar da vardır:
Burçlar, aylar on ikidir. 'Lâ ilâhe illallah' ve 'Muhammedün Resûlüllah'ın asılları da on ikişer harftir.
Kezâ Yâkup aleyhisselâmın oğulları da 12 idi. (Rûhu'l-Beyan)
Yûsuf aleyhisselâm, Mısır'ın iktisadî bakımdan en kritik bir devresinde yani yedi sene süren kıtlık yıllarında hazînenin başına geçmiş ve önceden aldığı tedbirlerle ülkeyi bir bâdireden kurtarmıştır.
Hz. Yûsuf, bu güzel hizmeti yapmayı, bizzat kendisi tercih etmiştir. İlk bakışta, peygamberlik makamında bulunan bir zâtın Mısır Hükümdârı'nın emrinde (bugünkü tâbirle) Mâliye Bakanlığı yapması garip karşılanabilir; fakat, insanlığa iktisadî yönden bir hizmet verirken, kazandığı sevgi-saygı ve hüsn-i zanla en müessir bir şekilde İslâm'ı tebliğ, telkin ve tâlim etmesi, kısacası o milleti maddî-mânevî tehlikelerden beraberce kurtarması, ibret ve ders alınacak bir husustur.
Onun içindir ki, Kur'ân-ı Hakîm'de Yûsuf aleyhisselâmın kıssasına, kıssaların en güzeli mânâsında, 'Ahsenü'l-Kasas' tâbir edilmiştir.


Alıntı: Fazilet Takvimi, 2000, Haziran

AHMED-İ BEDEVÎ


AHMED-İ BEDEVÎ;
Mısır evliyâsından. İsmi Ahmed olup babasının adı Ali'dir. Nesebi Peygamber efendimize
ulaşır. Künyesi Ebü'l-Fityan ve Ebü'l-Abbas, lakabı ise Şihabüddîn'dir. Seyyid-i Bedevî diye
tanınır. Annesinin ismi Fatma binti Muhammed'dir. 1200 (H.596)'de Fas'ta doğdu. Ahmed
Bedevî hazretleri altı yaşlarında iken babasına rüyâsında; "Yâ Ali! Bu beldeleri bırak.
Mekke'ye taşın, orada yaşa. Bunda birçok hikmetler vardır." dendi. Bu mânevî işâret üzerine
âilesi ile birlikte 1206 senesinde Fas'tan yola çıktı. Dört sene süren uzun yolculuk sırasında
yolda herkesten, yardım, hürmet ve ikrâm gördüler. Mekke'ye yerleştikten bir müddet sonra
babası vefat etti ve Bab-ı Mualla'ya defnedildi.
Ahmed-i Bedevî hazretleri küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Kur'ân-ı kerîmi ezberledi.
Önceleri, çok cesûr, atılgan bir mîzâca sahipti. Çok iyi ata binerdi. Kendisine ezâ eden olursa
onlara karşılık verirdi. Bunun için Attâb diye tanındı.
Bir gün Kabe-i muazzamanın kenârında bir yerde uyuduğu sırada rüyâsında gizliden bir ses
Ahmed-i Bedevî'ye; "Uykudan uyan! Allahü teâlânın bir olduğunu zikret." diyordu. Kalkıp
abdest aldı. İki rekat namaz kılıp, Allahü teâlâyı zikretti. Sonra tekrar yatıp uyudu. Rüyâsında
önceki sesi tekrar duydu. Ona; "Kalk Allahü teâlânın bir olduğunu zikret, uyuma! Yüksek
derecelere kavuşmak isteyen uyuyamaz!Ne bir şey yiyebilir, ne de bir şey içebilir. Dâimâ,
oruç tutmak ve geceleyin herkes uykuda iken namaz kılmak sûretiyle nefsinle mücâdele et.
Kalk böyle yap! Sana, yüksek haller ve dereceler verilecek." diyordu. Rüyânın tesiriyle
uyanan Ahmed-i Bedevî, hemen rüyâsını yaş, ilim ve derece bakımından yüksek olan
ağabeyine anlattı. O da; "Sırrını gizli tut! Söylenilenlere uygun yaşa!" dedi. Ahmed-i Bedevî
bu nasihatlere uyarak, gayret gösterdi, Allahü teâlânın izni ve ihsânı ile nice güzel hâl ve
yüksek derecelere kavuştu.
Ahmed-i Bedevî kendisini ilme ve ibâdete verdi. İnsanlarla alâkasını azalttı ve konuşmayı
terk etti. Bir şey söylemesi îcâb edince bunu işâretle anlatırdı. Üst üste gördüğü rüyâ üzerine
Irak'a gitti. Orada; Ahmed Rıfâî, Abdülkâdir-i Geylânî, Hallâc-ı Mansûr, Sırrî-yi Sekatî,
Ma'rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi evliyânın kabirlerini ziyaret etti. 1236 senesinde,
rüyâsında Mısır'ın Tanta şehrine gitmesi işâret olundu ve yola çıktı. Kahire'ye geldiğinde
Mısır sultânı, onu, askeri ile birlikte karşıladı ve husûsî misafirhânesinde ağırladı. Kendisine
çok hürmet etti. Sonradan o da talebelerinden oldu.
Bu sırada Mısır'ın Tanta şehrinde bulunan bir çok âlim ve evliyâ arasında en meşhûrlarından
olan HasanSaîg ve Seyyid Sâlim Magribî hazretleri, Seyyid Ahmed-i Bedevî'nin Tanta
şehrine teşrif edeceğini ve yolda olduğunu haber alınca, Tanta'dan ayrılıp başka bir beldeye
yerleştiler. Sebebi suâl edildiğinde; "Kasabanın asıl sâhibi geliyor. Onun bulunduğu yerde
bulunmak bize yakışmaz. Bizim yapacağımız olsa olsa ona talebe olmaktır. Ona yakın
bulunmakla, ona karşı edepte ve hizmette kusûr etmekten korkuyoruz." dediler.
Ahmed-i Bedevî hazretleri, zamanla herkes tarafından tanındı. Her tarafta meşhûr oldu. Hak
âşıkları her taraftan yanına koşarak, huzûru ve sohbeti ile şereflenmek için can atarlardı.
Tanınan, büyük bilinen âlimler bile gelip kendisine talebe oldular.
Ahmed-i Bedevî devamlı zikir ve murâkabe hâlindeydi. Her an Allahü teâlâyı düşünür, bir an
hatırından çıkarmazdı. Hiç evlenmedi. Evlenmesini teklif edenlere; "Beni kendi hâlime
bırakınız. Cennet hûrîlerinden başka biri ile evlenmemeye azmettim." derdi. Dünyâ malının,
onun kalbinde yeri yoktu. Üzerine giydiği elbise ve başına sardığı sarık, eskiyip
kullanılmayacak hâle gelmedikçe yenisini almazdı. Devamlı oruç tutardı. İftâr ve sahurda
birer zeytin ile nefsini körlettiği ve buna kırk gün devâm ettiği rivâyet edilir.
Uzun boylu, buğday benizli, kolları uzun, bacakları etli, pazuları iri olup, gâyet heybetli idi.
Sağ yanağında bir ve sol yanağında iki beni vardı. Burnunun orta yeri bir parça yüksek olup,
iki yanında birer tâne ben vardı. Yüzü büyükçe ve gözleri sürmeliydi.
Seyyid Ahmed-i Bedevî her an Allahü teâlâyı düşünür, O'nun muhabbetinin ve heybetinin
tesiri ile kendinden geçmiş olarak gözlerini semâya diker, gece gündüz öyle kalırdı. Kırk gün
ve daha ziyâde bir şey yiyip içmez ve uyumazdı. Gözlerinin karası, bir ateş koru halindeydi.
Bir gün Ahmed-i Bedevî'nin gözlerinde bir şişkinlik hâsıl oldu. Tedâvi için oradaki bir
çocuktan yumurta istedi. Çocuk; "Elinizdeki yeşil değneği verir misiniz?" deyince, Seyyid
Ahmed-i Bedevî de verdi. Çocuk, annesine giderek; "Dışarıda bir kimse var, gözü ağrıyor,
tedâvi için benden bir yumurta istedi ve bu değneği verdi." dedi. Annesi; "Şimdi, evimizde
yumurta yoktur." dedi. Çocuk gidip durumu Ahmed-i Bedevî'ye bildirdi. O da; "Git, falan
yerde vardır." buyurdu. Çocuk oraya gidince, orasını yumurta ile dolu buldu. İçinden bir tek
yumurta alıp getirdi. Çocuk o günden sonra Ahmed-i Bedevî'ye talebe oldu. Yanından
ayrılmadı ve büyük evliyâdan oldu. Bu zât Abdül'âl idi.
Annesi, Abdül'âl'i yeni doğduğu bir sırada kundağa sarılı olarak, boğaların yemliğine
bırakmıştı. O sırada içeri giren bir boğa, alışkın olduğu yemlikte yiyebileceği bir şeyler
ararken, boynuzu, Abdül'âl'in kundak bağına takıldı. Boğanın boynuzuna asılı olarak sallanan
çocuğun düşmesi ve ölmesi an meselesiydi. İnsanlar heyecanla, boğanın etrâfında toplandıkça
boğa daha da hırçınlaşıyor, yanına kimseyi yanaştırmıyordu. Tam o anda, gâipten bir el
uzanıp çocuğu aldı. İnsanlar rahatladılar. Fakat çocuğu kurtaran eli tanıyamadılar.
Aradan seneler geçip, Ahmed-i Bedevî hazretleri Mısır'a gelince ve Abdül'âl kendisine talebe
olup yanından ayrılmayınca, Abdül'âl'in annesi, Seyyid hazretlerine sitem eder oldu. Ahmed-i
Bedevî hazretleri, ona haber gönderip; "Küçükken boğanın boynuzundan almakla, dünyâ
hayâtının devâmına vesîle olduğumuz için sevinmişti. Şimdi de, âhirette kurtulması için
gayret ediyoruz. Niye üzülüyor ki? Sevinse daha iyi ederdi." dedi. Kadın bu haberi alınca,
çocuğunu kurtaran elin sâhibinin o olduğunu anladı. Bundan sonra kendisi de, Seyyid
hazretlerine çok muhabbet etti.
Ahmed-i Bedevî talebelerinden Abdül'âl'e ve Abdülmecîd'e bilhassa alâka ve ihtimâm
gösterirdi. Bunlardan Abdülmecîd birgün dayanamayıp hocasının yüzünü görmek istedi ve
mübârek yüzünü hiç göremediğini, görmemeye dayanamadığını, bu sebeple yüzünden
örtüsünü açmasını taleb etti. Seyyid de; "Ey Abdülmecîd! Beni görmeye dayanamazsın.
Senin, benim gözlerime bir bakman canına mâl olur. Bir bakış, bir can mukâbilindedir."
buyurdu. O da; "Ey efendim! Yeter ki mübârek yüzünüzü göreyim de, ölürsem öleyim. Zararı
yok. Çünkü artık dayanamıyorum." dedi. Bunun üzerine Seyyid hazretleri örtüsünü kaldırdı.
Abdülmecîd, Ahmed-i Bedevî'nin cemâlini görür görmez yere düştü. Rûhunu teslim etti.
Sâlih Abdül'âl ise, hocasının vefâtına kadar yaşadı ve hocasının vekîli olup talebelere feyz
vermek ve onları yetiştirmek vazîfesini aldı.
Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretleri, talebelerini teveccühle terbiye eder ve konuşmazdı.
Halîfesi Abdül'âl, dışarıdan, câhil, mânevî terbiyeden mahrûm, gâfil bir kimseyi Seyyidin
huzûruna getirince, Seyyid hazretleri hemen bir kerre nazar buyurmakla, o kimse, mânevî
hâller ve yüksek dereceler ile dolmuş olurdu. Sonra Seyyid Bedevî Abdül'âl'e; "Söyle, o
kimse falan beldede sakin olup yerleşsin! Oradaki insanlara faydalı olsun!" buyururdu. Onun,
talebeleri terbiye etmesi, yetiştirmesi, bu şekilde idi. Bir bakışla, uzun yıllar zahmet ve
meşakkat çekmekle elde edilen derecelere bir anda yükseltirdi.
Ahmed-i Bedevî, umûmiyetle evinin damında bulunur, orada ibâdet ve tâatle meşgûl olurdu.
Bunun için ona talebe olanlara "Sütûhî" veya "Eshâb-ı sath" denirdi. Bu sebeple Seyyid
Ahmed-i Bedevî, Seyyid Ahmed-i Sütûhî diye de tanındı.
Bir adam omuzunda süt dolu kap ile Ahmed-i Bedevî hazretlerinin yanından geçerken,
Ahmed-i Bedevî, parmağı ile kabı işâret eder etmez, kap yere düşüp süt tamâmen döküldü.
Bu hâle canı sıkılan adam, yere dökülen süte bakınca, içinde şişmiş bir yılan gördü. Bu hâli
farkedince çok sevindi. Çünkü, kendisi ve çocukları, muhakkak bir ölümden kurtulmuşlardı.
Bu lütfundan dolayı Allahü teâlâya hamd ve Ahmed-i Bedevî hazretlerine teşekkür etti.
Ahmed-i Bedevî hazretlerini sevenlerden Şeyh Rekîn isminde bir zât vardı. Seyyid Bedevî bir
gün bu zâtı yanına çağırıp kendisine; "Ey Rekîn! Bana ileride büyük bir kıtlık olacağı ilhâm
olundu. Bunun için sen, bol mikdârda buğday alıp muhafaza et! Kıtlık zamânında insanlar
senin biriktireceğin buğdaydan pekçok istifâde ederler. Buğday temin edebilmek için uzak
memleketlere gitmek zahmetinden kurtulmuş olurlar. O zaman sen, elinde bulunan buğdayı
insanlardan ihtiyâcı olanlara, Resûlullah'ın hürmeti için ikrâm ve ihsân olmak üzere çok ucuz
fiyata sat!" buyurdu. O da; "Peki efendim." diyerek hocasının elini öptü ve oradan ayrıldı. O
sıralarda buğday gâyet ucuz ve her tarafta bol miktârda mevcuttu. Elinde bulunan bütün
parasını buğdaya yatırdı. Daha da ileri giderek âile ve akrabâsından izin alıp ellerinde bulunan
zînet eşyâları ile de buğday satın aldı. Biriktirdiği bol mikdârdaki buğdayı mahzenlerde
muhafaza etti.
Bu sırada, o bölgenin vâlisi Tanta'ya gelmişti. Bir yere çadırını kurup yerleşti. Atları için yem
istedi. Rekîn'den başkasında da buğday yoktu. Vâlinin adamlarının gelerek, kendisinden
buğday isteyeceklerinden korkup, Ahmed-i Bedevî hazretlerinin yanına gitti ve durumu
kendisine arzetti. O da, hiç üzülüp endişe etmemesini, kendisinden buğday istedikleri zaman
kamh-ı zerî (buğday tâneleri, kırıntıları) bulunduğunu, başka bir şey bulunmadığını
söylemesini tenbih etti.Nihayet vâlinin adamları gelip, kendisinden buğday istediler. O da
anbarında, kamh-ı zerî'den başka birşey bulunmadığını bildirdi. Adamlar anbarın anahtarını
alıp anbara girdiklerinde, hakîkaten, kamh-ı zerî denen kırıntılardan başka bir şey
göremediler. Dönüp gittiler ve Rekîn'e de herhangi bir zarar yapmadılar. O da gidip bu
durumu Ahmed-i Bedevî'ye arzedince; "Sana bir zarar yapamadıkları için Allahü teâlâya
şükret, yalnız O'na hamd-ü senâda bulun." buyurdu.
Bir zaman sonra, buğday fiyatları son derece pahalandı ve yakın yerlerde bulunamaz oldu.
İnsanlar, ihtiyaçları olan buğdayı bulabilmek için uzak memleketlere gitmek ve çok yüksek
fiyat ödemek mecbûriyetinde kaldılar. Rekîn, Ahmed-i Bedevî'ye gelerek bu durumu arzetti.
O da; "Elindeki buğdayı insanlara sat! Fakat onlara karşı müsâmahalı davran, ucuza sat!
Allahü teâlâ katında bunun sevâbı pek fazladır." buyurdu. Rekîn mahzenlerini açtı. Çok ucuz
fiyattan buğday satmaya başladı. Fiyatı çok düşük tutmasına rağmen çok fazla kâr etti.
Yakınlarından aldığı zînet eşyâlarını fazlasıyla kendilerine iâde etti. Âilesine, gerdanlık,
çeşitli ve güzel elbiseler ve zînet eşyâları aldı. Fakirlere, muhtaçlara pekçok ikrâmlarda
bulundu. Herkes kendisine yaptıkları sebebiyle çok duâ etti. Bundan sonra hacca ve
Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmeye niyet etti. Bu niyetini Seyyid-i Bedevî
hazretlerine arz edince, izin verdi. Hazret-i Rekîn, yol hazırlıklarına başladı. Hazırlıklarını
tamamlayıp, yola çıkacağı zaman, Ahmed-i Bedevî'nin huzûruna vardı. Ahmed-i Bedevî;
"Allahü tealâya tevekkül ederek yola çık!" buyurdu. Rekîn orada, Ahmed-i Bedevî'ye ait olan
ve kullanılmayan bir aba gördü. Bereketlenmek için yanında bulundurmak niyetiyle bu abayı
hocasından istedi. O da abayı verebileceğini fakat yolda kaybedip, bunun için de çok
üzüleceğinden endişe ettiğini bildirdi. Fakat Rekîn, o anda bu inceliği anlayamayıp, abayı
yanında bulundurmak arzusunda olduğunu söyledi ve nihâyet abayı alarak yola çıktı.
Hac vazîfesini îfâ edip geri dönerken, Akabe denilen yerde, abayı hatırladı. Eşyâları arasında
aradı koyduğu yerde yoktu. Ararken abayı develerin ayaklarının altında, necâsete bulaşmış
olarak gördü. Hemen alarak, güzelce yıkadı ve kuruması için bir yere serdi. Başka ihtiyaçları
ile meşgûl olurken, abayı kaybetti. Ne kadar aradı ise, abadan hiçbir haber alamadı. Üzüntü
içinde, Mısır'a Ahmed-i Bedevî hazretlerinin bulunduğu beldeye geldi. Kaybettiği abadan
daha güzel ve daha pahalı bir aba satın alıp, bunu hocasının yanına götürdü. Bir de ne görsün.
Yolda kaybettiği aba, hocasının odasında duruyordu. Hayretler içinde abaya bakarken, Seyyid
Bedevî, kendisine; "Ey Rekîn! Teaccüp etme! Sen onu yıkayıp serdikten sonra, ben, onun
kaybolmasında endişe edip aldım ve buradaki yerine koydum." buyurdu.
Ekseri büyük âlimlere olduğu gibi, bu büyük zâta da karşı çıkanlar, büyüklüğünü inkâr
edenler oldu. Fakat, hepsi başlarına gelen çeşitli belâlar ve sıkıntılar sebebiyle cezâlarını
gördü. Bunlardan çoğu hatâlarını anlayıp, tövbe ederek talebelerinden oldular. Meselâ,
Vech-ül-kamer adında bir kimse vardı. Seyyid hazretlerinin herkes tarafından çok sevildiğini
çekemezdi. Dil uzatırdı. Az bir zaman sonra suçlu bulunup îdâm edildi.
Şâfiî mezhebinin büyük âlimlerinden ve Seyyid Ahmed-i Bedevî'nin zamânında yaşamış olan
İbn-üd-Dakîk, Abdülazîz Dîrînî'ye haber gönderip; "İnsanlar, Seyyid Ahmed-i Bedevî ile çok
meşgûl oluyorlar ve onu çok seviyorlar. Ona şu meseleleri sor! Eğer bilebilirse, tam bir velî
olduğunu anlarız." dedi. Abdülazîz Dîrînî de, Ahmed-i Bedevî'ye o suâlleri sordu. O da; "Bu
suâllerin cevâbı Kitâb-üş-Şecere'de vardır ve şöyle şöyledir." buyurup, hepsinin cevâbını tek
tek verdi. Kitaba baktıklarında söylediklerinin aynen olduğunu gördüler. Bundan
sonraİbn-üd-Dakîk'in ve Abdülazîz Dîrînî'nin Seyyid hazretleri hakkında şüpheleri kalmadı.
Muhabbetleri çok arttı. Kendilerine, Ahmed-i Bedevî hazretlerinden suâl edildiğinde, diğer
âlimler gibi bunlar da; "Seyyid Ahmed-i Bedevî, sâhili görülmeyen bir hakîkat ve irfan
denizidir." derlerdi.
Mısır'da Kâdı'l-kudat olan Takıyyüddîn isminde bir zât vardı. Ahmed-i Bedevî hazretlerinin
büyük bir velî olduğunu biliyordu. Fakat, buna Seyyid hazretleri hakkında uygunsuz sözler
söylemişlerdi. Bu da yakından ve iyice anlamak için Seyyid hazretlerinin yanına geldi. Sohbet
esnâsında bir ara Seyyid hazretlerine; "Sizin hakkınızda bana, uygun olmayan haberler geldi.
Cemâate gelmediğiniz, hattâ namazı kılmadığınız oluyormuş. Bu, Resûlullah efendimizin
sünnetine aykırıdır ve bu hâl, sâlihlerin hâli değildir." dedi. Buna üzülen Ahmed-i Bedevî;
"Sus! Yoksa uçarsın." deyip, Takıyyüddîn'e sert bir nazarla baktı. Nazarın şiddeti ile
kendinden geçenTakıyyüddîn bir anda kendisini uçsuz bucaksız bir sahrâda buldu. Kendi
kendisini çok ayıplayarak ve kendi kendine çok kızarak; "Hey ahmak ve aptal kişi! Allahü
teâlânın dostlarında, evliyâsında kusur ve kabahat aramak senin ne haddine! Bu ıssız sahrâda
kimsenin bulunmadığı bu yerde senin hâlin ne olacak?" diyordu. Ağlayarak, sızlayarak,
Allahü teâlânın rahmet ve magfiretine sığınarak "Lâ havle.." okuyordu.
Bu sırada çok uzaklardan bir kimse göründü. Gâyet heybetliydi. Takıyyüddîn, bu ıssız
sahrâda bir insan ile karşılaşmanın sevinciyle ve kendisine yardımcı olur ümidiyle, o
kimsenin yaklaşmasını heyecânla bekledi. Gelen kimse yaklaşınca, koşarak ellerine sarıldı ve
ağlayarak kendisine yardımcı olmasını istedi. O heybetli kimse; "Söyle bakalım. Derdin
nedir?" dedi.Seyyid Ahmed-i Bedevî ile arasında olan hâdiseyi anlatınca, gelen kimse çok
hayret etti ve; "Hakîkaten sen, tehlikeli bir iş yapmışsın ve çok tehlikeli bir hâle düşmüşsün.
Sen buranın Mısır'a olan uzaklığı ne kadardır, bilir misin?" dedi. Takıyyüddîn; "Ben buraları
hiç tanımıyorum. Mısır'dan ne kadar uzakta olduğunu da bilemiyorum." deyince, gelen kimse;
"Mısır ile buranın arası altmış günlük mesâfedir." dedi. Bunun üzerine Takıyyüddîn'in
çâresizliği ve korkusu daha da arttı. Kendi kendine; "Allahü teâlânın rızâsı için beni bu
müşkül durumdan kurtaracak birisi yok mudur?" diye söylendi. Buralarda ölüp gideceğini
düşünerek; "İnnâlillah..." okuyordu. Sonra yine o heybetli zâta yalvararak; "Allahü teâlânın
rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Sen bana yardımcı olamaz mısın?" dedi. O da; "Hiç
korkma! İnşâallah selâmete erersin." dedi ve eliyle işâret ederek çok uzaklarda görülen bir
kubbeyi gösterdi. "O kubbeyi görebiliyor musun?" dedi. Takıyyüddîn; "Evet." deyince, o
kimse; "İşte, senin kendisine uygunsuz sözler söylediğin Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretleri,
ikindi namazını cemâatla orada kılar. Sen şimdi, haline tövbe istigfâr ederek oraya git! İkindi
namazı vaktine yetiş. Orada cemâatle namazını kıl! Namazdan sonra Seyyid hazretlerinin
elini öp, özür dile! O, inşâallah seni affeder ve Allahü teâlânın izni ile seni memleketine
ulaştırır." dedi.
Takıyyüddîn, bu zâta teşekkür ederek ayrıldı ve süratle o kubbenin bulunduğu yere gitti.
Oraya varınca çok güzel bir câmi olduğunu gördü. İkindi namazı vakti olmak üzere idi.
Abdest aldı. İçeriye girip oturdu. Biraz sonra hiç tanımadığı garib kimseler câmide
toplanmaya başladı. Nihayet Seyyid hazretleri de geldi. Oradaki cemâate imâm oldu. İkindi
namazını kıldılar. Namazdan sonra, Seyyid hazretlerinin eline sarılıp, özür dilemeye
hazırlanırken Ahmed-i Bedevî; "Hızır aleyhisselâmın yardımı, yol göstermesi olmasaydı çok
zor durumda kalmıştın değil mi?" buyurdu.
Bu kerâmet karşısında eski hâline daha çok pişmân olan ve kendi kendine daha çok
kızanTakıyyüddîn; "Efendim! Ben hâlime tövbe ettim. Sizden çok özür diliyorum. Özrümü
kabûl ediniz ve beni affediniz!" dedi. Seyyid hazretleri özrünü kabûl etti, sırtını sıvazladı.
"Bir daha böyle düşünceleri kalbine getirme! Şimdi evine dön! Çocukların seni bekliyorlar."
buyurdu. Takıyyüddîn; "Hay hay efendim! Bundan sonra hiçbir sözünüze ve hâlinize îtirâz
etmeyeceğim. Allahü teâlânın evliyâsında kusur ve kabâhat aramayacağım." dedi. Sonra bir
anda kendisini Mısır'da evinin önünde buldu. Bu hâlin tesirinden uzun müddet kurtulamadı.
Talebesi Abdül'âl'ın, tövbe-i nasûhun ne olduğunu sorması üzerine şöyle buyurdu:
"Tövbenin hakikati, geçmiş günahlara pişman olmak, gelecekte olacağa istigfâr etmek, affını
istemektir. İşlenen günâha tamamen pişman ve bîzâr olmak, bir daha o günahı işlememeye
cânu gönülden azmetmek ve bu çeşit bir tövbe ile kalbi temizlemekten ibârettir.
Sâdık kimsenin kim olduğu sorulduğunda:
"Sâdık o kimsedir ki; Allahü teâlânın hükmünden râzı olduktan sonra Allahü teâlânın
emirlerini yerine getirip Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uyan, başkasından bir
şey istemeyip verilirse şükreden, verilmezse sabreden kimsedir." buyurdu.
Ahmed-i Bedevî 1276 (H.675) senesinde Mısır'ın Tanta şehrinde vefat etti. Kabr-i şerîfi
üzerine yapılan türbede her sene düzenlenen toplantılarda Mevlid-i şerîf ve Kur'ân-ı kerîm
okunması âdet oldu. Ahmed Bedevî hazretlerinin kerâmetleri vefâtından sonra da devam etti.
Ahmed-i Bedevî hazretlerinin medfûn bulunduğu Tanta şehri yakınında bulunan Garbiyye
şehrinin vâlisi, Ahmed-i Bedevî'nin büyüklüğüne inanmazdı. Bu sebeple, her sene Seyyid
hazretlerinin türbesinde düzenlenmekte olan mevlid toplantılarına Garbiyye ahâlisinden
katılmak isteyenlere de mâni olur, gitmelerine müsâade etmezdi. Bu hâli haber alan
Muhammed Şenavî hazretleri o şehre gidip vâli ile görüştü. Böyle yapmasının çok mahzurlu
olduğunu, Seyyid hazretlerinin çok büyük evliyâ olduğunu anlatıp, kendisine çok nasîhat etti.
Vâli, nasîhatleri kabûl etmedi. Eski haline de devâm etti. Bu hale çok üzülen Muhammed
Şenâvî, bu durumu mânevî olarak, Seyyid Ahmed-i Bedevî'ye arzetti. O anda; "Sabret! O,
yakında cezâsını bulur." diye bir ses duyuldu.
Az zaman sonra vâlinin yüzünde bir yara çıktı. O vâli, dudaklarını ve dilini de kaplayan bu
yara sebebiyle, zelîl ve hakîr hâle düştü. Böylece, evliyâya düşman olmanın cezâsını dünyâda
iken çekmeye başladı. Bir müddet sonra öldü.
Mısır'da Ebü'l-Gays bin Ketîle isminde âlim bir kimse vardı. Bir gün yolu, Ahmed-i Bedevî
hazretlerinin medfûn bulunduğu beldeye düştü. Oradaki insanların, Seyyid hazretlerine çok
büyük ihtimâm, hürmet gösterdiklerini görünce; "Siz de fazla yapıyorsunuz. Ona lüzûmundan
fazla ihtimâm gösteriyorsunuz!" dedi. Orada bulunanlardan biri; "Sen ne diyorsun. O çok
büyük bir velîdir." dedi. Ahmed-i Bedevî hazretlerinin büyüklüğünü anlayamamış olan adam,
bu söze daha da içerledi. Fakat cevap vermedi. Bu kimse misafir olduğu için kendisine yemek
getirdiler. Yemekte kızartılmış bir balık vardı. Ebü'l-Gays yemek yerken boğazına bir kılçık
takıldı. Saatlerce uğraştılarsa da çıkartamadılar. Nice tanınmış doktorlar çağırdılar, onlar da
çıkaramadılar. Artık yemekten, içmekten kesilmişti. Yataklara düştü. Her geçen gün ızdırâbı
şiddetleniyor, hiçbir şey de yapamıyordu. Ölecek duruma gelmişti. Nihâyet aradan uzun bir
süre geçtikten sonra, son çâre olarak Ahmed-iBedevî hazretlerinin kabrini ziyâret edip,
rûhâniyetinden yardım istemeyi düşündü. Yakınları bunu Seyyid hazretlerinin kabrine
götürdüler. Kabrin yanında oturup, kendisine dil uzattığı için pişmân olmuş bir kalp ile ve
Seyyid hazretlerinin rûhuna hediye etmek niyetiyle Yâsîn-i şerif okurken, kendisine bir
aksırma hâli geldi. Doktorların uğraşarak çıkaramadıkları kılçık, orada bir aksırma ile
çıkıverdi. O kadar rahatladı ki, sevincinden ne diyeceğini bilemedi. "Ya Seyyid Ahmed-i
Bedevî! Sizin çok yüksek bir velî olduğunuzu şimdi anladım. Ben sizin hakkınızda çok
uygunsuz düşünüyormuşum. Sizin büyüklüğünüzü inkâr etmenin ne kadar yanlış olduğunu ve
böyle düşünmenin ne büyük haksızlık olduğunu şimdi çok güzel anladım. Eski
düşüncelerimden dolayı Allahü teâlâya tövbe ediyorum." dedi.
Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin doğum ve vefâtının sene-i devriyelerinde ve başka
zamanlarda, insanların bu zâta çok alâka muhabbet göstermelerinden rahatsız olan ve Seyyid
hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden, kendini beğenmiş bir kimse vardı. Bu bozuk
düşüncelerinde çok ileri gittiği bir gün idi. Yine Seyyid hazretlerine buğz eder hâlde iken,
hafızasında ve kalbinde îmân ve mârifete âit ne varsa hepsinin bir anda silindiğini hissetti. Ne
olduğunu anlayamamıştı. Ne yapacağını şaşırdı. Bu hâlinin, Seyyid hazretlerine olan îtirâzın
bir cezâsı olabileceğini düşündü. Seyyid hazretlerinin kabrine gitti. Rûhâniyetinden imdâd
istedi. Tövbe ettiğini, affedilmesini ricâ etti. Seyyid'in kabrinden bir ses; "Bir daha inkâr ve
îtirâza dönmemek şartıyla." diyordu. Adam; "Peki." deyip kabûl etti. Bundan sonra, îmân ve
mârifete ait bildiklerinin tekrar kendisine verilmiş olduğunu hissetti ve sözünü tuttu.
Ahmed-i Bedevî hazretlerinin, rûhu için okunan mevlid-i şerîf için toplanılmıştı. Mecliste o
zamâna kadar görülmemiş bâzı velîler de vardı. Onlara devamlı bu toplantılara katılan bir zât;
"Siz nereden geliyorsunuz?" diye sordu. Hindistan'dan geldiklerini söylediler. Arkasından;
"Bu kadar uzak yoldan tâ buralara kadar gelmenizin sebebi nedir? Ticâret falan mı
yapıyorsunuz?" dedi. Onlar; "Hayır. Biz sâdeceAhmed-i Bedevî hazretlerini ziyâret etmek ve
mevlidinde bulunmak için geldik." dediler. "Peki Hindistan buraya çok uzaktır. Bu kadar
uzun yolu ne kadar zamanda aldınız?" deyince de; "Salı günü Hindistan'dan yola çıktık.
Çarşamba gecesini Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin huzûrunda geçirdik.
Perşembe gecesinde Bağdat'ta Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî'nin huzûrunda idik. Bu gece de
(yâni cumâ gecesi) işte buradayız (Mısır'ın Tanta şehrinde Seyyid-iBedevî hazretlerinin
huzûrundayız)." cevâbını verdiler. Onlar anlattıkça soru soran zât hayret içinde kaldı. Bunun
üzerine; "Niçin şaşıyorsunuz? Allahü tealânın evliyâsı için bütün dünyâ bir adımlık yoldur."
dediler.
Bir seferinde HâceHalebî adında birisi, yanında kumaş cinsinden mallar olduğu hâlde,
mevlidde hazır bulunmak üzere Ahmed-i Bedevî hazretlerinin türbelerine doğru yola çıktı.
Seyahat esnâsında yedi atlı önüne geçip, mallarını almak istediler. HâceHalebî, o anda Seyyid
Ahmed-i Bedevî hazretlerinin rûhâniyetinden yardım istedi. Sözü henüz bitmeden, beyaz atlı
ve gözlerinden başka bir yeri görünmeyen heybetli ve cesûr biri gelerek haydutları kovaladı.
Hâce Halebî gelen zâtı tanıdığını ve onun Ahmed-i Bedevî olduğunu söyledi.
Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin türbesinin kubbesinde, Resûlullah efendimizin mübârek
ayak izlerinin bulunduğu bir taş vardı. Bu kıymetli taş, kubbeye öyle sanatkârâne
yerleştirilmişti ki, türbeye girenler, önce bu taşı görürler, sonra da Seyyid hazretlerini ziyâret
ederlerdi. Bâzı kimseler, bu taşın alınarak müzeye konmasını ve burada bırakılmamasını
söylediler. Zamânın idarecilerini de iknâ edip, taşı alıp müzeye nakletmek için teşebbüse
geçtiler. Fakat ne kadar uğraştılarsa, taşı yerinden ayırmak mümkün olmadı. Bu hâlin, Seyyid
hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu, taşı yerinden kımıldatamayacaklarını anlayıp, bu işten
vazgeçtiler.
Ahmed-i Bedevî hazretlerinin Salevât, Vesâyâ, El-İhbâr fî Halli Elfâz-ı Gâyet-ül-İhtisâr ve
başka eserleri vardır.
!B+>,>!&&-"0")"&&$-$,$!&1+7
Ahmed-i Bedevî hazretleri talebesine şöyle vasiyette bulundu:
"Ey Abdül'âl! Dünyâ sevgisinden sakın. Zîrâ sirke saf balı bozduğu gibi dünyâ sevgisi de
sâlih ve iyi amellerini bozar. Yetimlere, şefkat, çıplaklara elbise giydirmekle merhamet, açları
doyurmakla himâye, garipleri zayıfları ikrâm ile korumak âdetin olsun. Bu işlerin Allahü teâlâ
katında kaybolmaz.
Ey Abdül'âl! Zikre, Allahü teâlâyı anıp, hatırlamaya devâm et. Bir an bile Allahü teâlâdan
gâfil olma, O'nu unutma. Gece kıldığın bir rekat namaz, gündüz kıldığın bin rekatdan daha
üstündür. Allahü teâlâyı zikretmek kalp ile olur, sâdece dil ile olmaz. Allahü teâlâyı hâzır bir
kalp ile an! Allahü teâlâdan gâfil olmaktan sakın! Çünkü, bu gaflet kalbi katılaştırır. Sabır,
Allahü teâlânın hükmüne rızâ göstermektir. O'nun hükmüne rızâ göstermek ve emrine teslim
olmak demek, nîmete kavuştuğunda sevinip ferahlık duyduğu gibi, musîbet ve sıkıntı
geldiğinde de aynı sevinç ve ferahlığı duyabilmek demektir. Nitekim Allahü teâlâ, Bekara
sûresinin 155. âyet-i kerîmesinde meâlen, Peygamber efendimize hitâben; "(Ey habîbim!
Musîbet ve ezâya) sabredenlere (lütûf ve ihsânlarımı) müjdele!" buyuruyor. Zühd sâhibi
olmak, dünyâya düşkün olmamak demek; dünyevî arzu ve istekleri terk etmek sûretiyle, nefse
muhâlefet etmek demektir. Harama düşmek korkusundan dolayı, yetmiş tâne helâli terk
etmektir. Tefekkür etmenin hakîkati, Allahü tealânın yarattıkları hakkında düşünmek, fakat
Allahü teâlânın zâtı hakkında düşünmemektir.
Ey Abdül'âl! Allahü teâlânın kullarından birine bir musîbet gelse, bunun için sakın sevinme!
Gıybet ve dedi-kodu yapma! İnsanlar arasında söz taşıma! Sana eziyet vereni, zulmedeni
affet! Kötülük yapana iyilik et! Sana vermeyene ver.
Ey Abdül'âl! Dervişliğin, talebeliğin şartları; kötü iş ve sözlerden sakınmak, harama
bakmamak, iffetli olmak, her zaman Allah korkusuna sâhib olmak, Allahü teâlânın emirlerine
uygun yaşamak, Allahü tealâyı hiç unutmamak, âhirette başa gelecekleri düşünerek hep
uyanık ve dikkatli olmaktır.
Ey Abdül'âl! Yolumuz, Kur'ân-ı kerîme ve Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine,
bildirdiklerine uymak, doğruluk, verdiği sözü yerine getirmek üzerine kuruludur. Âlimler
yanında dilini, insanların ileri gelenleri yanında gözünü, hocanın huzûrunda kalbini muhâfaza
et. Edep ve vakâr üzere ol.
Ey Abdül'âl! İlmi olmayan kimsenin dünyâda da âhirette de hiçbir kıymeti yoktur. Hilmi,
yumuşaklığı olmayan kimseye, ilmi fayda vermez. Allahü teâlânın kullarına şefkat etmeyen
kimseye, Allahü teâlâ katında şefâat yoktur. Sabırlı olmayan kimseye, işlerinde selâmet
yoktur. Takvâsı, Allahü teâlâdan korkması, haramlardan sakınması olmayan kimsenin, Allahü
teâlâ indinde hiçbir kıymeti yoktur. Bu altı hasletten nasîbi olmayan kimsenin, Cennet'te yeri
yoktur.
$3:2+&&-2&&<1--$:&&#1:16=
Sâlim isminde bir kimse küffâr memleketlerinden birinde esirdi. Başında bir nöbetçi asker
vardı. Bu asker, müslümanların, Seyyid-i Bedevî'yi çok sevdiklerini, sıkıntıda kalınca
rûhundan yardım istediklerini ve Allahü teâlânın izni ile böyle insanların imdâdına yetiştiğini
duymuştu. Bunun için o zâtın Seyyid hazretlerinden yardım talebinde bulunmasından
korkuyordu. Ona sık sık; "Eğer senin, yâ Ahmed Bedevî! dediğini işitirsem, çok eziyet,
işkence ederim." diye tehdit ederdi. Bir gün bu korkusundan dolayı onu büyük bir sandık
içine koydu. Kapağını kilitledi. Kendisi de sandığın üzerine yattı. Geceleyin Sâlim Efendi
Seyyid Bedevî'den yardım isteyip; "İmdât yâ Seyyid AhmedBedevî hazretleri! Bana yardım
ediniz!" dedi. SeyyidAhmed hazretleri geldi. Sandığı, üzerinde yatan askerle berâber alıp
götürdü. Bir anda kendilerini bilmedikleri bir yerde buldular. Orada Sâlim Efendiyi sandıktan
çıkardı ve gözden kayboldu. Etraflarında toplananlara, olanları anlattılar. Onlar; "Burası
Kayravan'dır. Geldiğiniz yer ile arası çok uzaktır." dediler. O asker de bu hâl karşısında çok
şaşırdı ve müslüman oldu. Seyyid hazretlerinin kabrini ziyâret için berâberce Mısır'a gittiler."
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.309
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.183
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.345
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.314
5) El-A'lâm; c.1, s.175
6) Îzâh-ül-Meknûn; c.2, s.644
7) Hüsn-ül-Muhâdara; c.1, s.521
8) Kâmûs-ül-A'lâm; c.1, s.787, c.2, s.1257
9) Hadîkat-ül-Evliyâ (son kısım); s.1
10) Tabakât-ül-Evliyâ; s.422
11) Tuhfet-ür-Râgıb; s.65
12) Tam İlmihâl Seâdet-iEbediyye; s.980
13) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.120
14) Mir'ât-ül-Harameyn (Mir'at-ı Medîne); s.1049
15) Kıyâmet ve Âhiret; s.128
16) Menâkıb-ı Ahmed-i Bedevî (Süleymâniye Kütüphânesi, Hasan Hüsnü Paşa Kısmı,
No:587)
17) Dürr-ül-Mahzum (Süleymâniye Kütüphânesi, Tahir Ağa Kısmı, No:421)

AHMED BÂBÂ TENBEKTÎ


AHMED BÂBÂ TENBEKTÎ;
Fas'ın büyük velîlerinden ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ahmed olup babasının ismi
Ahmed'dir. "Bâbâ" diye bilinir. 1554 (H.963) senesinde, Fas'ta bulunan Tenbekt'de doğdu.
1623 (H.1032)de yine aynı yerde vefât etti.
Küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. İlk öğrenimini tamamladıktan sonra, bâzı temel kitapları
ezberledi. Amcası Ebû Bekr Şeyh Sâlih'den nahiv ilmini öğrendi. Allâme Muhammed Beyden
tefsîr, hadîs, fıkıh, usûl ve Arabî ilimleri tahsîl edip, tasavvuf ilmini ve inceliklerini öğrendi.
Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yükseldi. Uzun müddet onun sohbetinde ve terbiyesinde kalıp,
mânevî feyz alıp yükseldi. Bu arada babasından hadîs-i şerîf dinleyip, mantık okudu. Kuşeyrî
Risâlesi ile Harîrî'nin Makamât'ını babası okuttu. Akranları arasında tanınıp şöhret buldu.
Fas sultanlarından Mahmûd bin Nasr, 1593 senesinde Tenbekt'i işgâl edince, Ahmed Bâbâ'yı
esir edip Merâkeş'e götürdü ve hapsetti. İki sene esir kaldıktan sonra, 1595 senesinde serbest
bırakıldı. Esâretten sonra Merâkeş'de bulunan Şûrefâ Câmiinde birçok kimselere ilim
öğretmekle meşgûl oldu.
Şöhreti daha da yaygınlaşan Ahmed Bâbâ, Merâkeş'de Sultan Mansûr vefât edinceye kadar
kaldı. Sultan vefât ettikten sonra, oğlu Zeydân memleketine dönmek üzere izin verdi.
Memleketi olan Tenbekt'e dönüp orada da ilim öğretmekle meşgûl oldu.
Ahmed Bâbâ Tenbektî, Merâkeş'te bulunduğu sırada, büyük zâtların, evliyânın ve âlimlerin
kabirlerini sık sık ziyâret ederdi. Özellikle Ebü'l-Abbâs Sebtî'nin kabrini, beş yüz defâdan
fazla ziyâret ettiği rivâyet edilir. Ebü'l-Abbâs Sebtî'nin kabrini ziyâret etmek için gittiği
zaman, olmasını istediği bir hususu kâğıt üzerine yazar, kâğıdı kabrinin üzerine koyardı. O
zâtı vesîle ederek Allahü teâlâya duâ eder; "Bu kâğıtta yazılı husûsun berâetini (hakkımda
hayırlı mı hayırsız mı olduğu husûsuna işâret edilmesini) istiyorum." der ve uygun cevâbı alıp
dönerdi. Bu ziyâretleri esnâsında başka kimseler de bulunup verilen cevâba şâhid olurlardı.
Cumâ günü olduğu zaman, kabristanlara gider, kimlere ait olduğu bilinmeyen kabirleri
ziyâretle kabirdeki kimselerin rûhuna Kur'ân-ı kerîm okur, duâ ederdi.
Ahmed Bâbâ Tenbektî, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derece ve irfân sâhibi, ilmiyle âmil,
bir zattı. Fazîletli, mütevâzi ve bildiğini öğretmekten zevk duyan bu âlimden pek çok kimse
zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrenip yükseldi. Bu yüzden onun evi ilim ve irfân meclisiydi.
Ebû Abdullah Muhammed bin Yâkub el-Merâkeşî onun hakkında şöyle demektedir:
"Ahmed Bâbâ, ilmiyle amel eden âlim, zekî, ileri görüşlü ve firâset sâhibi, fıkıh, hadîs, tefsîr,
usûl ve târih ilimlerinde yüksekti. Kendisine gelen kimselerin işlerine yardımcı olurdu. İlim
öğrenme ve öğretmeden geri durmadı. Aklî ve naklî ilimlere dâir birçok eser yazmıştı. Batıda
ondan daha doğru sözlü, isbatlı ve iknâ edici konuşan, ilim yolunda ilerlemiş bir kimse
görmedim."
Âlim, fâzıl, güzel ahlâk ve tevâzu sâhibi olan Bâbâ Ahmed Tenbektî'nin, fıkıh, tefsîr, hadîs
ilimlerine dâir kırktan fazla eseri vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1)
Hâşiyet-ül-Muhtasar-il-Halîl fil-Fürû', 2) Tenbîh-ül-Vakıf alâ Niyyet-il Hâlif, 3)
Ta'lîkun alâ Evâil-il-Elfiye, 4) Neyl-ül-Emel fî Tafsîl-in-Niyyeti alel-Amel, 5)
En-Nüket-ül-Müstecâde fî İlhâk-il-Fâili bil-Mübtedei fî Şart-il-İfâde, 6) El-Hadîsu
vet-Te'nîs fil-İhticâci bi İbn-i İdrîs, 7) Celb-ün-Ni'met ve Def'un-Nikmet fî
Mücânibet-iz-Zulmet, 8) El-Matlabu vel-Ma'râb fî A'zam-i Esmâ-ir-Rabb, 9) Tertîbühü
Câmi'ul-Mi'yâr, 10) Tezyîl-üd-Dîbâc, 11) Ed-Dürr-ün-Nazîr, 12) Hamâil-üz-Zehr, 13)
Neşr-ul-Abîr, 14) Dürer-ül-Vişâh bi-Fevâid-in-Nikâh, 15) Şerh-us-Südûr ve Tenvîr-ül
Kalbi bi-Beyânî Magfireti lil-Cenâb-ın-Nebevî min-ez-Zenb, 16) Şerh-us-Suğrâ
lis-Sünûsî, 17) Kifâyet-ül-Muhtac li-Ma'rifeti mâ Leyse fid-Dîbâc.
1) Hülâsat-ül-Eser; c.1, s.170,172
2) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.155,156
3) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.145
4) Ta'rîf-ul-Halef; c.1, s.16,25
5) Brockelmann; Gal: 2, s.618, Supp: 2, s.715
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.157

24 Mayıs 2013 Cuma

AHMED BİN ÂSIM ANTÂKÎ


AHMED BİN ÂSIM ANTÂKÎ;
Evliyânın meşhûrlarından. İsmi Ahmed bin Âsım, künyesi, Ebû Ali ve Ebû Abdullah'tır.
Antakya'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Âilesi Antakya eşrâfından îtibâr edilen
kimselerdi. 853 (H.239) senesinde vefât etti.
Ahmed bin Âsım Antâkî'nin gençliği ilim tahsili ile geçti. Zâhirî ilimlerde olduğu gibi bâtınî
(kalb) ilimlerinde de yüksek derecelere yükseldi. Ebû Süleymân-ı Dârânî'nin sohbetlerinde
kemâle geldi. Tebe-i tâbiîn neslinden olup, Fudayl bin Iyâd ve Hâris-i Muhâsibî gibi
zamânının en büyük velîleri ile görüştü. Bişr-i Hafî ve Sırrî-yi Sekatî'nin akranlarındandır.
Ahmed bin Ebi'l-Havârî'nin üstâdı kabul edilir.
Ahmed bin Âsım hazretleri keskin firâset sâhibiydi. Ebû Süleymân-ı Dârânî onun için
"kalplerin avcısı" buyurmuştur. Yâni kalp hastalıkları ve tedâvileri ile ilgili tesirli ve çok
mânâlı sözleri vardır.
Kendisinden nasihat isteyenlere buyurdu ki:
"Ey kardeşlerim! En faydalı korku, insanı günahlardan, Allahü teâlânın beğenmediği
şeylerden alıkoyan, âhiret işlerinin elden çıkması ile üzüntüye sevkeden; kalan ömrü ve son
nefesindeki durumu hakkında düşünmeye sevkeden korkudur. En faydalı ümit, sâlih amel
yapmayı kolaylaştırandır. Hak olan iş, insanlara adâletle muâmele, insanın kendisi için
istemediğini başkaları için de istememesi, kendisinden aşağıda olanın hak olan sözünü kabûl
etmesidir. En faydalı, doğru söz, Allahü teâlânın rızâsı için nefsinin ayıplarını kabûl ve tasdik
etmektir. En faydalı ihlâs, riyâdan ve gösterişten kurtulmaktır. En faydalı hayâ, hoşuna giden
bir şeyi Allahü teâlâdan isteyip, sonra da O'nun rızâsına uygun olmayan işi yapmamaktır. En
faydalı şükür, yapılan günahları Allahü teâlânın setredip (gizleyip) hiçbir kuluna
bildirmediğini, bilmektir.
En faydalı zenginlik, fakirlik ve fakirlik korkusunu gideren şeydir. En güzel fakirlik,
sabredip, durumundan şikâyette bulunmadan, sebeblere yapışıp, elinden geldiği kadar çalışıp,
Allahü teâlâdan gelen herşeye rızâ ve hoşnutluk göstermektir. En üstün sebât ve azim,
fırsatlar doğup, herkesin gaflet içerisinde bulunduğu, dünyâ işlerine dalıp, âhireti unuttuğu
zaman, gevşekliği, sonra yaparım demeyi bırakıp, dünya ve âhirete yarar işler yapmaktır. En
kıymetli sabır, nefsin arzu ve isteklerine karşı çıkarken, tahammüllü ve dayanıklı olmak, bu
hususta en ufak bir fütur ve gevşeklik, âcizlik göstermemektir.
En değerli amel, yapıldığında zarar getirmeyen ve Allahü teâlânın katında kabûl olandır. En
güzel vekar ve ağırbaşlılık, meseleleri enine, boyuna, son noktasına kadar düşünüp, üzerinde
durmaktır. Bu, yapılan işin ne derecede fayda sağlıyacağını, herhangi bir zararın doğup
doğmayacağını bilmeyi temîn eder. Böyle yapan kimse, günahlardan kendisini koruduğu gibi,
kıyamet gününde kendisine gıpta edilen, imrenilen kimselerden olur.
En faydalı tevâzu, kibri ve gadabı (kızmayı) giderenidir. En kıymetli söz, hakka uygun
olanıdır. En zararlı söz, konuşulmaması daha hayırlı olanıdır. En lüzumlu olan şey, Allahü
teâlânın emrettiği farzları, ana-babayı, çoluk çocuğunu gözetip, onların geçimlerini temin
edip, Allahü teâlânın emirlerini öğretip kulluk vazîfelerini yerine getirmelerini sağlamaktır.
En faydalı ilim, cehâleti, kötülükleri giderip, Allahü teâlânın büyüklüğünü ve yüce kudretini
anlamaya, böylece O'na kulluğun bir vazîfesi olduğunu öğretip, âhirete hazırlanmaya vesile
olanıdır. En üstün cihad (mücâdele, savaş) hakkı kabûl etmeye alıştırabilmek için, nefsle
yapılan mücâdeledir.
En tehlikeli düşman, sana en yakın ve en gizlisi, fakat düşmanlığı en çok olanıdır. Bu
düşman, diğer bütün düşmanları da sana karşı teşvik eder. İşte bu düşman, kalbi devamlı kötü
vesveseleriyle meşgûl eden şeytandır. İnsanı onun şerrinden ancak Allahü teâlâ muhâfaza
buyurur. "İnsanın günahından korkması tâat (Allahü teâlânın beğendiği bir şey), korkmaması
ise mâsiyet günahtır)."
Müslümanlar tekrar: "Ey Allahü teâlânın velî kulu en güzel hasletlere nasıl kavuşabiliriz?"
diye sorunca cevâben şöyle buyurdu:
"Onun için; Allahü teâlâya, onun ve nefsin şerrinden koruması için devamlı yalvarmalıdır. En
tehlikeli günah, kişinin Allahü teâlâ ve Resûlünün bildirdiği şekilde değil de, kendi kafasına
göre, böyle yaparsam, Allahü teâlâ benden râzı olur deyip, Allah ve Resûlünün emirlerine
muhalif olan bir işi yapmasıdır. Bu bakımdan Resûlullah'ın bildirdiği şekilde ibâdet ve tâatte
bulunmak lâzımdır. Bu da İslâmiyeti öğrenmekle mümkündür. Dînini lâzım olduğu kadar
öğrenmeyen kimse, dînî vazîfelerini yaparken kendi kafasına göre dînini yaşamaktan
kurtulamaz. Bu ise, insanı, huzûr-ı ilâhide mes'ûl olmaya götürür.
Nefsin kötülüklerine, mâni olmak, onun arzu ve isteklerini yerine getirmeme ve bunlarla
mücâdele husûsunda Allahü teâlâdan yardım istemeli, Azâbından korkarak, sevâbını ve
mükâfatını umarak, muhtaç olduğunu düşünerek, O'nu hatırlamalıdır."
Ahmed bin Âsım Antâkî hazretlerine; "İstişâre (danışma) husûsunda ne dersin?" dedikleri
zaman; "Emin, îtimâd edebilecek kimseden başkasına güvenme!" cevâbını vermiştir.
"İstişarede söylenen söz, nasîhat hakkında ne tavsiye buyurursunuz?" diye sorulunca:
"Söyleyeceğiniz sözü önce kendi nefsinize tatbik edin, bu takdirde, durumunuz ne olur? Onu
göz önüne alın, ondan sonra, söyleyeceğinizi söyleyin ve tavsiyenizi yapın. Böyle yaparsanız,
doğruyu ve isâbetli olanı bulmanız mümkün olup, kendinizi yanlış söylemekten koruyup,
herkes yanında güvenilen ve îtimâd edilen, görüş sâhibi bir kimse olursunuz." buyurdu.
"İnsanların arasına karışıp, onlarla berâber olmak hususunda ne buyurursunuz?" denilince:
"Eğer akıllı, her yönüyle güvenilebilen, din ve dünya işlerinde sağlam birini bulabilirsen
onunla berâber ol ve arkadaşlık yap. Böyle olmayanlardan, arslandan kaçar gibi kaç."
demiştir.
"Allahü teâlâya kendisiyle yakın olabileceğimiz en üstün şey nedir?" diye sordular:
"Kibir, riyâ, haset (çekememezlik), gıybet, kin, kızma, dünyâya düşkünlük, uzun emel sâhibi
olmak gibi, insanın içine dâir günahları (kalp hastalıklarını) terk etmektir." buyurdu.
Bunun üzerine:
"İnsanın içine ait günahlarının, dışına ait günahlardan üstün olması nasıl olur?" diye
sorduklarında:
"Çünkü, bâtına ait günahlar terkedilince, zâhirî (dış) günâhlar kendiliğinden kaybolur."
buyurdu.
"En şiddetli günah nedir?" diye soruldu:
"Bir mâsiyetin (günahın) mâsiyet (günah) olduğunu bilmemektir."
"Bundan daha kötüsü nedir?" diye soruldu:
"Mâsiyet olan bir şeyi, tâatı, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği bir şey olarak bilmektir.
Onun için dînî bilgileri lâzım olduğu kadar mutlaka bilmek lâzımdır." buyurdu.
"Günah işlendiğinde, yapılacak en faydalı iş nedir?" denildiğinde:
"Bir kimse bir günahı yapıp, sonra onu gözünün önüne getirip, ölünceye kadar, ben Rabbimin
emrine niçin karşı geldim, niçin bu günâhı işledim? diye pişman olup, bir daha, öyle bir
günaha dönmemesidir." buyurdu. İşte bu, tövbe-i nasûh, yâni bir daha günaha dönmemek
üzere yapılan tövbedir.
"Allahü teâlânın beğendiği işlerle meşgûl olan kimsenin sakınması gereken nedir?" dendi:
"Yaptığı sâlih amelleri gözünde büyüterek bir hayli ibâdet yaptığını, ibâdet ve tâat husûsunda
durumunun iyi olduğunu düşünerek, günahlarını unutmaktan sakınması gerekir. Çünkü
bunda, amellerinin onu şımartması ve işlediği günahların azâbından emin olması vardır.
Böyle bir durum ise tehlikelidir." buyurdu.
Kendisine; "İnsanlara musallat olan kötülükler nelerdir?" dendikte şöyle cevap verdi:
"İnsanın, kendisini alâkadâr etmeyen şeyleri terkedip, kendisini ilgilendiren işlerle meşgûl
olması gerekir."
Buyurdu ki:
"Tâat ehli, üzerlerinden bir gün bir gece geçtiği zaman, tâat üzere geçip geçmediği husûsunda
kendilerini kontrol ederler. Eğer, Allahü teâlânın rızâsına uygun geçmiş ise, sevinirler.
Âzâlarını, sâlih ameller yapmaları için zorlarlar. Dünyâ düşüncesini kalblerinden boşaltırlar.
Uzun emel sâhibi olmazlar. Ecellerini yakın görürler. Dünyâ hırsını kalplerinden
uzaklaştırırlar. Âhiret düşüncesi onların gönüllerini kaplamıştır. Âhirete, basîretli, gerçekten
gören bir gözle bakarlar. Sanki, âhireti görmüş gibi hazırlanırlar. Temiz, hâlis ve sâlih
amellerle, Allahü teâlâya yaklaşmaya çalışırlar. Yaşayışlarında Allahü teâlâ ve Resûlünün
emrettiği istikâmet (doğruluk) üzere olurlar. Takvâları arttıkça dünyâda yaptıkları ibâdet ve
tâatlerin tadını daha fazla duyarlar. Allah korkusundan göz yaşları dökerler. İbâdetlerini kırık
ve mahzûn bir kalp ile yaparlar. Onlar, âhiret gamıyla gamlanmışlardır. Fazla ve boş söz
konuşmazlar. Allahü teâlâyı anmaktan lezzet duyarlar. Bedenleri dünyâda fakat, kalbleri
Allahü teâlâ iledir."
"Âfiyet (sıhhat ve iyi durum) büyük bir nîmettir. Emeli, arzu ve istekleri kısa yapmak
lâzımdır. Makam, mevkı kapmak için yarış etmek gibi hırs yoktur. İnsanın, hevâ ve
arzularına uyması, kendisine büyük bir zulümdür. Farzları yapmak gibi tâat yoktur. Günahı
küçük görmek gibi musîbet yoktur."
"İnsanın en kötü işlerinden birisi gıybet etmesidir. Bu yüzden, dünyâ ve âhirette zarara uğrar.
Hattâ o yüzden ona buğzedilir. Melekler ondan uzaklaşır. Şeytanlar sevinir. Gıybet, amelleri
boşa çıkarır. Herkes yanında sevgisini kaybeder. Değeri kalmaz. Gıybet ile nemime (söz
taşımak), birbirine yakındır. İkisi de aynı şeyden doğar. İkisi de taşkınlık ve azgınlıktır. Azgın
olmayan kimse bunlarla uğraşmaz. Söz taşıyan, kâtil gibidir. Gıybet eden ise, leş yiyen
gibidir. Azgın kimse kibirlidir. İnsan nefsini bu hastalıklara kaptırınca, iftirâ günahına da
girer. Böylece gıybet, kişinin nefsini temize çıkarmak istemesinden ve kendisini
beğenmesinden doğar. Gıybetten, en büyük belâdan kaçar gibi kaçmak lazımdır. Çünkü o
Kur'ân-ı kerîmde haram kılınmıştır."
"Kalbin selâmeti nedir. Kalbimizi mânevî hastalıklardan korumak için ne yapalım?"
denildikte de şu veciz ve tesirli sözlerini söyleyiverdi:
"Kalbin mânevî hastalıklardan muhâfazası için şunlara dikkat etmek lazımdır: 1. Ahlâkı güzel
olanlarla oturmak, 2. Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm etmek, 3. Fazla yemek yememek,
4.Gece namazlarına devâm etmek, 5. Seher vaktinde Allahü teâlâya yalvarmak, istiğfâr etmek
(Allahü teâlâdan af ve mağfiretini istemek)."
*"!&<B'&:1&;"%$#&5,:.
Ahmed bin Âsım Antâkî buyurdu ki:
"Ben öyle bir zamâna yetiştim ki, o vakit İslâm, başlangıcındaki gibi garib oldu. Hak söz de
garib oldu. Bir âlim özlenip yanına gidildiği zaman, o, hürmeti seven, başkan olma arzusu ile
dolup taşan, gönlünü dünyâya kaptırmış olarak görülür oldu. Âbid (çok ibâdet eden) birisine
gidildiği zaman, ibâdet bilgilerini bilmeyen, büyük düşman şeytan tarafından mağlub edilmiş
birisi olarak bulunur oldu. Diğer insanların durumu zâten mâlûmdur. Evet, insanlar
dünyâlarına mağlûb olmuşlar, arzu ve isteklerine uymuşlar, kendilerini beğenir duruma
düşmüşler, dünyâlıkları için cimri, dinleri için çok tâvizkâr ve müsamahakâr olmuşlar, Allahü
teâlânın emirlerini yerine getirmekte gevşeklik göstermişlerdir. Başlarına gelen musîbetlerden
dolayı, kazâyı zemme(kötülemeye) kalkışmışlar, şehvetlerine dalarak, dünyâda huzursuz
olmuşlar, kalpleri taş gibi katılaşmış. Niçin yaratıldıklarını unutmuşlardır. Halbuki, bu
dünyâya Allahü teâlâya kulluk için geldiler. Bu dünyâ bir imtihân yeridir. Evet, insanlar
Allahü teâlâya tevekkülü, Allahü teâlâya güvenip dayanmayı da bırakmışlar. Altın ve gümüş
peşine düşmüşler. Onlar meclislerde toplantılarda, süslü sözlerle konuşmaya çalışırlar. Gadap
(hiddet) zamânı kibirli bir edâ ile bağırıp, çağırırlar.
Şimdi, kendi zamânınıza bakın. İnsanlar nasıl? Ey basîret sâhipleri! İbret alınız. Ey Allahü
teâlâya îmân eden akıl sâhipleri!Allahü teâlâya şükür vazifesini yapmayıp, arzu ve isteklerini
tercih edenler, mes'ûl olacaklar, kıyâmet gününde mâzeret beyan edemeyeceklerdir. Allahü
teâlâdan gelen nîmetleri çok görünüz; "Yâ Rabbi bol bol verdin." deyiniz ki şükür etmeniz
mümkün olsun. Nefsinize fırsat vermemek, affa kavuşmak için, yaptığınız ibâdet ve tâatı az
görünüz. İhlâslı amel yapabilmek için gafletten çok sakınıp, uyanık olunuz."
3>3$)&&)"<(,&&5,.%C
Evliyâ-yı kirâmın, meşhur olanlarından,
Şu güzel sözleriyle, vâz ederdi her zaman:
Mümin önce okuyup, tam öğrenir dînini,
Sonra da buna göre, düzeltir her hâlini.
Günah işlerse eğer, üzülür, kalbi yanar,
Çıkarmaz hatırından, tâ ölünceye kadar.
"Ben Rabbime nasıl da, karşı geldim?" diyerek,
Pişman olur ve ağlar, göz yaşları dökerek.
İyi bir iş yaparsa, kusurlu, noksan bulur,
Hatırlamaz onu hiç, zîrâ hemen unutur.
Her gün akşam olunca, der ki kendi kendine:
"Bu gün hangi tâati, yapabildin Rabbine?"
Çeker ki gün ve gece, kendisini hesâba,
Düşmesin âhirette, Cehennem'e, azâba.
Dünyâ düşüncesini, kalbinden söküp atar,
Âhirette azâbdan, kurtulmaya yol arar.
Gönlünden tamam olarak, atar uzun emeli,
Zîrâ iyi bilir ki, çok yakındır eceli.
Bu yalancı dünyâya, aslâ etmez iltifat,
Dünyâya çalışsa da, kalbine sokmaz fakat.
Zîrâ onun kalbinde, vardır Allah sevgisi,
Bir kalpte, iki zıd'dan, bulunmaz her ikisi.
Dünyâ muhabbetini, kalbine soksa biri,
Sanki temiz odaya devirmiştir çöpleri.
Hâlis mümin odur ki, ödü kopar günahtan,
Hatâ yaparım diye, hayâ eder Allah'tan.
Kırık, mahzun kalp ile, yapar ibâdetini,
Sonra da istiğfâra, muhtaç bulur hepsini.
Âhiret derdi ile, dertlenmiştir. O hepten,
Bütün yaptıklarına tövbe eder o kalpten.
Rabbini anmak ona, her şeyden tatlı gelir,
Bedeni insanlarla, kalbi Allah iledir.
Dediler ki: "Efendim, mümine yakışmıyan,
Kötü işleri dahi, ediniz bize beyân."
Buyurdu ki: "İnsanın, hevâ ve hevesine,
Uyarak iş yapması, zulümdür kendisine.
İşlediği günahı, küçük görse o şâyet,
Olamaz onun için, bundan büyük felâket.
İnsanların düştüğü, korkunç hastalıkların,
Biri de, gıybetini, yapmaktır insanların.
Gıybet iki cihanda, felâkete sebeptir
Milletleri içerden, kemiren bir âfettir.
Kendisini beğenen, kimseler yapar bunu,
Tatmin eder böylece, nefsinin arzusunu.
Ey akıl sâhipleri! Düşünün, ibret alın!
Henüz ecel gelmeden, ölüme hazırlanın.
Siz günah işlerseniz, bu dünyâda gülerek,
Yanarsınız orada, âh-ü figân ederek.
Ateş deyip geçmeyin, düşünün üzerinde,
Tutun parmağınızı, bir kibrit alevinde.
Öyleyse üstünüzden, atın da bu gafleti,
Görün artık gelecek, o korkunç âkibeti.
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.9, s.280,297.
2) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.2
3) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.83
4) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.137
5) Sıfat-us-Safve; c.4, s.352
6) El-Bidâye ve'n-Nihâye; c.10, s.318
7) Risâle-i Kuşeyrî; s.100
8) Keşf-ül-Mahcûb; s.228
9) Nefehât-ül-Üns; s.134
10) Kevâkib-üd-Düriyye; c.1, s.197
11) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.56
12) Şerh-i Tearrûf; s.108
13) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.257
14) Tabakât-ı Ensâri; s.107

AHMED AMİŞ EFENDİ


AHMED AMİŞ EFENDİ;
Fâtih Sultan Mehmed Han türbedârlarından ve Şa'bâniyye tarîkatının son devir şeyhlerinden.
İsmi, Ahmed Amiş olup, Türbedâr veya Türbedar Ahmed Efendi isimleriyle de tanınır. 1807
(H.1222) de Tuna vilâyetine bağlı Tırnova'da doğdu. 1920 (H.1338) de İstanbul'da vefât etti.
Kabri Fâtih Câmii yanındaki kabristandadır.
Doğum yeri olan Tırnova'da ilk tahsîlini gören Ahmed Amiş Efendi medrese tahsîlini de
orada tamamladı. On dört yaşında tasavvufa alâka duydu. Bir şeyhe bağlanmak arzusuyla
Sâdık Efendi adlı bir zâta başvurdu. Sâdık Efendi onun bu konudaki yüksek arzusunu
anlamasına rağmen, tasavvuf yoluna girme zamânının gelmediğini belirtti. Bu hususta;
"Yavrum! Sen şimdi git. Sonra seni soyu temiz birisi gelip bulacak ve irşad (rehberlik)
edecektir." dedi. Bu söz üzerine ilim öğrenmeye devâm eden Ahmed Amiş Efendi yirmi
yaşına geldiği zaman Şa'bâniyye yolunun İbrâhimiyye veya Kuşadaviyye kolunun kurucusu
Kuşadalı İbrâhim Efendinin Tırnova'ya nâib olarak gönderdiği Ömer Halvetî'ye intisâb edip,
talebe oldu. Senelerce Ömer Halvetî'nin ilim meclislerinde ve sohbetinde bulunup tasavvuf
yolunda ilerledi. 1846 senesinde irşâda yâni insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp,
talebe yetiştirmeye mezun oldu. 1853 Osmanlı-Rus yâni Kırım harbine tabur imâmı olarak
katıldı ve harpte üstün hizmetler gördü.
Harpten sonra memleketine döndü. Bir ara gördüğü bir rüyâ üzerine hocası Ömer Halvetî'nin
izniyle İstanbul'a geldi. Kuşadalı İbrâhim Efendinin vefâtından sonra onun yerine geçen
İstanbul-Fâtih Zeyrek civârındaki Çinili Hamamın sâhibi Muhammed Tevfik Bosnevî Efendi
ile görüşüp sohbetinde bulundu. Sonra tekrar Tırnova'ya dönerek bir hamam kirâladı ve
Muhammed Tevfik Bosnevî gibi o da hamam işletmeye başladı. Bu sırada ayrıca Sıbyan
Mektebi hocalığı da yapan Ahmed Amiş Efendi, Muhammed Tevfik Bosnevî'nin 1866
senesinde vefâtı üzerine tekrar İstanbul'a geldi. Muhammed Tevfik Bosnevî'nin önde gelen
müridlerinden Üsküdarlı Hoca Ali Efendi, Rıfat Efendi, Üsküdar'da Nalçacı Dergâhı Şeyhi
Mustafa Enver Bey, Kaşkar hükümeti temsilcisi Yâkub Han ve Fâtih türbedârıNiğdeli Bekîr
Efendi ile sohbetlerde bulundu. Bir müddet sonra Tırnova'ya döndü, talebe yetiştirmek ve
insanlara vâz ü nasihat etmekle meşgûl oldu. Üsküp'te Seyyid Muhammed Nûr-ül-Arabî ile
görüştü. Muhammed Nûr-ül-Arabî'den icâzet aldı. 1877 senesinde Tuna vilâyetinin
Osmanlılar elinden çıkması üzerine tekrar İstanbul'a geldi. Niğdeli Bekir Efendiden Fâtih
türbedarlığını devraldı ve "Fâtih Türbedârı" ünvanıyla anıldı. Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn
Efendiden Nakşibendiyye yolundan icâzetli olan Ahmed Amiş Efendi tasavvufta mücâhede
yolunu değil de sohbet ve telkin yolunu tercih etti. Kendisine tâbi olanlardan İslâmiyetin
emirlerine uyup yasaklarından kaçındıktan sonra sadece sohbet ve muhabbet yolunu
seçmelerini istedi. Çile ve riyâzet yolunu tercih etmedi.
Ahmed Amiş Efendi bu hususda diyor ki:
"Mücâhedâtın, tasavvufî perhizlerin bir kısmını Kuşadalı kaldırmıştı. Geri kalanını da ben
kaldırdım."
Kendine tâbi olanlara sık sık şu tavsiyelerde bulunur; "İstiğfar edin, salevât okuyun, Kur'ân-ı
kerîm okuyun, her şeyi Kur'ân'da bulursunuz." derdi. Bu sözleri doğrultusundaki yaşayışı
sebebiyle, mensûb olduğu tarîkatın pîri Kuşadalı İbrâhim Efendi gibi tekkeye ve merâsime
îtibâr etmemiştir. Kırk seneyi aşan irşâd faâliyeti sırasında tâliplere Halvetî ve seyrek olarak
da Nakşibendî icâzetnâmesi vermiştir.
Ömrünün sonuna kadar mensûb olduğu Şa'bâniyye yolunun şeyhliğini ve Fâtih Sultan
Mehmed Hanın türbedârlığını yürüten Ahmed Amiş Efendinin müridleri ve yakınları
arasında, Bursalı Mehmed Tâhir Efendi, Müderris Babanzâde Ahmed Naîm Bey, Ahmed
Avni Konuk, Hüseyin Avni Konukman, İsmâil Fenni Ertuğrul, Abdülazîz Mecdî (Tolun)
Efendi gibi kimseler yer aldı. Yaklaşık 113 yaşında iken dâmâdı Ahmed Naîm Beyin İstanbul
Şehzâdebaşı'ndaki evinde 9 Mayıs 1920 (H.1338) târihinde vefât etti. Cenâze namazını
talebelerinden Abdülazîz Mecdî Efendi kıldırdı. Senelerce türbedârlığını yaptığı Fâtih Sultan
Mehmed Hanın türbesi yanındaki kabristana defnedildi. Vefâtına talebelerinden Evranoszâde
Sâmi Bey; "Gitti gülzâr-ı Cemale pîr-i efrad-ı Cihân (1388)." mısra'ı ile târih düşürdü. Ayrıca
Evranoszâde Sâmi Bey tarafından mezar taşına bir manzûme yazılmıştır.
Ahmed Amiş Efendi eser bırakmamıştır. Abdülbâki Gölpınarlı, Ahmed Avni Konuk'un
Ahmed Amiş Efendinin sohbetlerinde tuttuğu notların kendisinde olduğunu kaydetmektedir.
Kendisinden sonra yerine baş halîfesi olan Kayserili Mehmed Tevfik Efendiyi postnişin
bıraktı.
Şa'bâniyye ve Halvetiyye yollarının son devir temsilcilerinden olan Ahmed Amiş Efendi,
sohbet yoluyla talebe yetiştirmeye çalıştı. Sohbetleri esnasında kısa ve özlü sözlerle
talebelerini îkaz eder, onların istikâmet üzere Peygamber efendimiz ile Eshâbının yolunda
olmalarını isterdi.
Talebelerinden birisi müridin yâni talebenin şeyhe (hocaya) olan ihtiyâcını sorunca; "Dağı
dağ, taşı taş gördükçe şeyhe muhtaçsın. Bu böyle olsun, şu şöyle olsundan kurtuluncaya
kadar, şeyhe muhtaçsın." demiştir.
Rızk ile ilgili olarak soru soran birine de; "En âlâ rızık mânevî rızıktır. Dünyâda eşini
bulamaz, işini bilemezsen rahat edemezsin." demişti.
Ahmed Amiş Efendi sohbetine gelenlerle tatlı tatlı konuştuktan sonra, onun hakkında duâ
eder ve bâzı müjdeler verirdi. Evranoszâde Sâmi Bey o zaman Rüşdiye öğretmeni olan
Şerâfettin Yaltkaya'yı, Ahmed Amiş Efendinin sohbetine getirdi. Fakat iki saat müddetle
oturdukları halde AhmedAmiş Efendi sessiz durup hiç konuşmadı. Evranoszâde Sâmi Bey,
Amiş Efendinin böyle gelenlere duâ edip bâzı müjdeler verdiğini bildiği için bu durumu
merak etti. O gün hiç konuşmadan Amiş Efendinin yanından ayrıldılar. Evranoszâde Sâmi
Bey ertesi gün tek başına Amiş Efendinin yanına gitti ve; "Efendim Şerâfettin için bir müjde
vermediniz sebebi nedir?" diye sordu. Ahmed Amiş Efendi, biraz durakladıktan sonra; "O
(yâni Şerâfettin Yaltkaya) bulunduğu mesleğin en yükseğine çıkar." dedi. Hakikaten
Şerâfettin Yaltkaya zamanla yükselip profesör ve Diyânet İşleri Reisi oldu. Fakat İslâm dînine
hizmet edeceği yerde pek çok zarar verdi. Bu yüzden, icraatını bilenler tarafından Telefüddîn
Haltkaya adı ile anıldı.
Edirnekapı dışında kabri bulunan Bekir Niğdevî'nin kabri yanında Amiş Efendinin
talebelerinden Hilmi Bey'in kabri vardır. Hilmi Bey Çanakkale Savaşında Fransız zırhlısını
Boğaz'ın sularına gömen meşhur askerdir. Gümüşsuyu Askerî Hastanesi Baştabibliğinden
emekli albay Doktor Hamdi Hızlan Bey, Ahmed Amiş Efendiden naklen anlatıyor:
Siz harbin fecâatini bilmezsiniz. Ben Rus (Kırım) harbinde yaralıları sırtımda taşıdım. Harbin
fecâatini yakînen bilirim. Sakın harbi temenni etmeyin.
Ahmed Amiş Efendinin halîfe olarak bıraktığı talebeleri şunlardır:
1. Kayserili Mehmed Tevfik Efendi. Bu zât Amiş Efendiden sonra Şa'bâniyye tarîkatının
Kuşadaviyye (İbrâhimiyye) kolunun şeyhliğini yürütmüş, emâneti Maraşlı Ahmed Tâhir
Efendiye bırakarak vefât etmiştir. 2. Abdülazîz Mecdî (Tolun) Efendi. 3. Evranoszâde
Süleymân Sâmi Bey. 4. Trablus Nâib-i SultanıŞemseddîn Paşa.
1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.4, s.110
2) Balıkesirli Abdülazîz Mecdî Tolun (Osman Ergin)
3) Muhammed Tevfik Bosnevî; s.18-28

Ağızdaki Taşın Hikmeti

Ağızdaki Taşın Hikmeti

Birgün hazret-i Ebû Bekr 'r.a.', hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin 's.a.v.' huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken;
Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.
Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.' buyurdu ki:
- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.

Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin