Bağış Yap

Amount :
Other : USD

12 Haziran 2013 Çarşamba

AHMED KİHTÜ


AHMED KİHTÛ;
Hindistan'ın büyük velîlerinden. Dehli'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1445 (H.
849) senesinde vefât etti.
Çocukluğu Dehli'de geçti. Çocuklarla oynarken, büyük bir kasırga onu alıp Ecmîr
yakınlarında Kihtû köyüne bıraktı. Orada Bâbâ İshak Magribî adında büyük bir âlim, kâmil
bir evliyâ vardı. Ebû Midyen Magribî hazretlerinin yolundaydı. Bâbâ İshak, onu terbiyesine
aldı. İlim öğretip feyz verdi. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde yetiştirdi. Kemâl mertebesine
çıkarıp, icâzet ve hilâfet verdi. İnsanlara İslamiyeti anlatmak ve İslâmiyete uymaları
husûsunda rehberlik yapmakla vazîfelendirdi.
Ahmed Kihtû, Dehli'de diğer âlimlerden de ilim öğrendi. Hâncihân Câmiinde nefsini terbiye
için çetin riyâzetler çekti. Kuru kepek ekmeği yedi. Bâbâ İshak'ın vefâtından sonra tekrar
çileye girdi. Kırk günde, kırk hurma yedi. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereyi
ziyâret etti. Âlemin sığınağı Server-i âlem Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellemi
ziyâretle şereflenip, pek çok müjdelere kavuştu. Bir çok âlim ve evliyânın ders ve
sohbetlerinde bulundu.
Hindistan'a dönüşünde, Batı Hindistan'da Gücerât'a uğradı. Kendisini sevenlerden, Sultan
Zafer Han (Birinci Muzaffer), Gücerât pâdişâhı idi. Onu Dehli'de iken tanımış birbirlerini
Allahü telânın rızâsı için sevmişlerdi. Sultan, Allahü teâlânın bu sevgili kulunun feyzinden,
ülkesinin bereketlenmesini arzu etti. Gücerât'ta kalması için yalvardı. O da, Ahmedabat
yakınlarında Serkeç kasabasında yerleşmek arzusunda olduğunu söyleyip, sultânı sevindirdi.
Serkeç'te yerleşip, insanlara İslâmiyeti anlattı, dînin emirlerine uymalarını sağladı. Bütün feyz
kapılarını, zâhir ve bâtın bereketlerini orada saçtı. Bölge halkı, onun saçtığı feyz ve nûrlarla,
Allah yoluna bağlılıkta, birbirlerine karşı sevgi ve muhabbette çok yüksek derecelere ulaştı.
Güneş altında olgunlaşan meyveler gibi, insanlar da onun nûrlarıyla olgunlaştı.
Dergâhında devamlı yemek verirdi. Her gelen yer, doyar, Allahü teâlâya şükredip kalkardı.
Ne kadar kalabalık olsa farketmezdi. Vefâtından sonra, aynı sofra, türbesinde sevenlerine
açıktı. Vâliler, sultanlar, kumandanlar, oraya gelip askerleriyle birlikte yemek yerler, onun
yüksek feyzinden istifâde ederlerdi. Dehli sultânı, Fîrûz Şâhın da ona muhabbet ve bağlılığı
vardı. Birbirlerini çok severlerdi. Ahmed Kihtû, ona nasîhat eder, duâlarında her zaman Fîrûz
Şâhı zikrederdi.
Tîmûr Hanın Hindistan seferi esnâsında, Dehli'deydi. Dehli işgâl edilmeden on beş gün önce,
Allahü teâlânın izniyle şehrin işgâlini haber verdi. Sevenleri, hocalarının tavsiyesi üzerine
şehri terkedip, Cavnpûr şehrine gittiler. Ahmed Kihtû ise; "Biz halka tâbiyiz." buyurup, diğer
insanlarla berâber Dehli'de kaldı. Sonunda Tîmûr Hanın askerleri şehri işgâl ettiler. Birçok
kimseyi esir ettiler. Esirler arasında Ahmed Kihtû hazretleri de vardı. Kapatıldıkları yere,
gâibden sıcak ekmek gelirdi. Askerler bu hâle hayret edip, onun hâlinden Tîmûr Hanı
haberdâr ettiler. Tîmûr Han, onu ziyâret edip serbest bıraktırdı. Çok hürmet edip, duâsına
mazhar oldu.
Ahmed Kihtû hicrî dokuzuncu asrın başlarında vefât edip, Ahmedabat yakınlarında Serkeç
kasabasına defnedildi. Kabri herkes tarafından ziyâret edilip, feyz menbâı olarak bilindi.
Onun hayâtını ve mübârek sözlerini talebelerinden Mahmûd bin Saîd İrcî, Tuhfet-ül-Mecalis
adlı eserinde toplayıp yazdı. Bu eser, Melfûzât-ı Ahmed-i Magribî diye de tanınmaktadır.
Ahmed Kihtû, anlatır:
Bu fakîr, Mekke'ye gidip hac yaptıktan sonra, Medîne'yi ziyârete gittim. Hâncihân Câmii
imâmı ve Şeyh Tâceddîn Serkeşî ve bir kişi daha berâberimde idi. Resûlullah'ın mescidine
gelince, arkadaşlar; "Bir şeyler yiyelim." dediler. Ben; "Biz, Resûl-i ekremin misâfiriyiz."
dedim. Onlar gidip yemek yediler, geldiler. Yatsı namazında bir yerdeydik. Namazdan sonra
onlar yattılar. Bu fakîr, tesbîh çekiyordum. Âniden bir şahıs gelip, yüksek sesle; "Hazret-i
Mustafa'nın misafiri kimdir?" diye seslendi. Bir başkası olacağını düşündüm. İki-üç defâ
tekrar edince, beni çağırdığını anladım. Kalkıp, o şahsın yanına gittim. Elinde bir tabak vardı.
"Peygamber efendimiz gönderdi." dedi. Bana bir mikdâr hurma verdi. O hurmaların tadı ve
lezzeti, anlatılmaya gelmez.
Bir gün Dehli'de Hancihân Câmiinde meşgûldüm. Çok riyâzet ve mücâhedeler çektim. Kutb-i
zaman Bendegî Mahdûm-i Cihâniyân Seyyid Celâleddîn Buhârî'ye; "Sâlih bir genç, Hâncihân
Mescidinde meşgûldür, çok riyâzet ve mücâhede çekiyor." demişler. O büyük zât, bu fakîrle
görüşmek istediler. Câmiye yaklaştıklarında, bir derviş bana gelip; "Mahdûm Cihâniyân
sizinle görüşmeye geliyor." dedi. Hemen kalkıp, dışarı çıktım. Mescidin kapısına gelince,
tahtırevanına baktım. Hizmetçileri bu dervişi gördüler. Haber verdiler. Hemen indi. Yanlarına
yaklaştım. Beni kucakladı. Göğsünü göğsümün üzerine koyup, bir zaman göğsünü göğsüme
sürdü. Sonra dudağını kulağıma yaklaştırıp, üç defâ; "Ey genç, senden dost kokusu geliyor."
dedi. Allah'a emânet eyledi ve; "İyi vakitlerinde, hoş hâllerinde bizi hatırlamayı unutma!"
buyurdu ve tahtırevana oturup gitti.
Yine kendisi anlatır:
Bu fakîr, on iki yıl, yalınayak, arkadaşsız, ibriksiz yolculuk ettim. Vardığım her şehir ve
kasabanın da mescidlerinde kaldım. Hak teâlâ, bu fakîri ihtilâm âfetinden korudu. Yatsının
abdesti ile sabah namazını kılardım. Seferde çoğu zaman oruç tutar, riyâzet çekerdim. Sefer
sıkıntılarını o kadar çektim ki, beyâna sığmaz. Gerçi seferde meşakkat ve zorluk vardır, ama
bâtın huzûru ve rahatlığı da çoktur.
Bir gün üstâdım Bâbâ Ciyû'nun sohbetindeydim. Benim cömertliğimin çokluğundan
bahsedildi. Bâbâ Ciyû; "Bâbâ Ahmed çok cömertlik yapıyor, bir gün dilenir duruma
düşmesin." buyurdu. "Bâbâ'nın bereketidir, benim elim hep yukarıda olur, hiç uzanmaz."
dedim. Bâbâ Ciyû da; "Allahü teâlâdan Bâbâ Ahmed'in elinin hep yukarıda olmasını
istiyoruz. İnsanlar ona el açsınlar." buyurduktan sonra şu beyti söyledi:
Himmetin yüksek olsun, Allahü teâlâ,
Yüksek himmete fadlını saçar.
Sonra; "Ey İnsanoğlu! İnfâk et!" yâni insanlara mal, para ver, hadîs-i şerîfini okudu. Sonra
meâlen; "Hayır işlerden kendiniz için önceden ne gönderirseniz, Allah katında sevâbınızı
bulursunuz." buyurulan, Bekara sûresi yüz onuncu âyet-i kerîmesini okudu.
Buyurdu ki: "Allah dostlarının meclisine gelmek kolay, selâmetle çıkmak zordur."
#5/.)"&:1*,$9-1&;$+3$/<$)7
Tuhfet-ül-Mecâlis'in yazarı eserinde şöyle anlatmıştır:
Hâncihân Câmiinde, Ahmed Kihtû, bu fakîri yanına çağırıp; "Nereden geliyorsun? Bizi
nereden tanıyorsun ve hakkımızda ne biliyorsun?" diye sordu. "Ben Şeyh Nûr'un talebesiyim.
Pendûh'den geldim. Bundan önce de Dehli'ye gelmiştim." dedim. Alış-verişi bitirip, Pendûh'e
dönünce, Şeyh Nûr bana; "Dehli'de kimleri, hangi âlimleri gördün?" diye sordu. Gördüklerimi
arz ettim. "Şeyh Ahmed Kihtû'yu gördün mü?" buyurdu. Sustum. "Madem ki onu görmedin,
boşuna Dehli'ye gitmişsin!" buyurdu. Bu sözü işitince, kararım kalmadı. Hazırlanıp Dehli'ye
geldim. Hazretin huzurlarına varıp; "Bugün hocamın işâreti ile elinizi öpmeye geldim."
dedim. O da Şeyh Nûr'u kasdederek; "O bizi görmemiştir. Biz de onu görmüş değiliz. Ama o
bu dervişin, Allah katında mertebesini keşf ve kerâmetle anlamıştır." buyurdu.
1) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.156-162
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.248
3) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.289
4) Nüzhet-ül-Havâtır; c.8, s.13
5) Persian Literature; c.2, s.952

AHMED İBNİ KEMÂL


AHMED İBNİ KEMÂL;
Osmanlı âlim ve velîlerinin en meşhûrlarından. Büyük devlet ve ilim adamı. Asıl ismi Ahmed
Şemseddîn'dir. Dedesi Kemâl Paşaya nisbetle "İbn-i Kemâl" veya "Kemâl Paşazâde" diye
tanınmıştır.
Ahmed Şemseddîn 1468 (H.873) yılında Tokat'ta doğdu. Bâzı kaynaklarda ise Edirne'de
doğduğu rivâyet edilmektedir. Babası Süleymân Çelebi, devrinin tanınmış
kumandanlarındandı. Amasya ve Tokat sancakbeyliklerinde bulunan Süleymân Çelebi 1530
yılında İstanbul'da vefât etti. Annesi ise Fâtih Sultan Mehmed devri âlimlerinden İbn-i
Küpeli'nin kızıdır. Ayrıca annesi büyük âlim Yûsuf Sinânüddîn Efendi ile de akrabâdır.
Baba tarafından asker, anne tarafından ise ilim ile meşgûl olan bir âileye mensup bulunan
İbn-i Kemâl, küçük yaştan îtibâren âilesinin nezâretinde iyi bir tahsil ve terbiye gördü. Daha
sonra baba mesleği olan askerlik yolunu seçti. Altı-bölük sipahisi olarak Sultan İkinci
Bâyezîd Hanın seferlerine katıldı.
Ancak bu sırada karşılaştığı bir hâdise onun hayâtını, geleceğe yönelik plânlarını tamamen
değiştirerek baba mesleği olan askerliği bırakmasına ve ilmiye sınıfına geçmesine sebeb oldu.
Kendisi bu olayı şöyle nakletmektedir:
Sultan İkinci Bâyezîd Han ile bir sefere çıkmıştık. O zaman vezîr, Halîl Paşanın oğlu İbrâhim
Paşaydı. Şanlı, değerli bir vezirdi. Ahmed ibni Evrenos adında bir de kumandan vardı.
Kumandanlardan hiçbiri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı. Ben ise,
vezîrin ve bu kumandanın huzûrunda ayakta, esas vaziyette dururdum. Bir defâsında, eski
elbiseler giyinmiş biri geldi. Bu, kumandanlardan da yüksek yere oturdu ve kimse ona mâni
olmadı. Buna hayret ettim. Arkadaşlarımdan birine, kumandandan da yüksek yere oturan bu
zâtın kim olduğunu sordum. "Filibe Medresesi müderrisi, âlim bir zattır. İsmi MollaLütfi'dir."
dedi. "Ne kadar maaş alır." dedim. "Otuz dirhem." dedi. "Makâmı bu kadar yüksek olan bu
kumandandan yukarı nasıl oturur?" dedim. "Âlimler, ilimlerinden dolayı tâzim ve takdîr
olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa, bu kumandan ve vezîr buna râzı olmazlar." dedi.
Düşündüm, "Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır gayret edersem, şu âlim gibi
olurum." dedim ve ilim tahsîl etmeye niyet ettim.
Nitekim İbn-i Kemâl ordu ile Edirne'ye dönünce bu düşüncesini tatbik mevkıine koydu.
Askerlikten ayrılarak ilim tahsîline başladı. Bu sırada Molla Lütfi, Edirne'deki Dârü'l-hadîs'e
tâyin edilmişti. İbn-i Kemâl bir müddet onun derslerine devâm etti. Kendisinden
Şerhu'l-Metali' ve haşiyelerini okudu. Arkadaşları arasında zekâsı, kavrayış kabiliyeti ve
yeteneği ile temâyüz etti. Kısa sürede ilimde yüksek makamlara kavuştu. Daha sonra Kestelli
Muslihiddîn Mustafa Efendi, Hatîbzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi ve Muârifzâde
Sinânüddîn Yûsuf Efendilerden usûl ve tefsîr dersleri alarak tahsîlini tamamladı.
İlim adamlarına fevkalâde hürmet gösteren ve onları teşvik eden İkinci Bâyezîd Han, İbn-i
Kemâl'in bilgi ve istidâd yönünden sâhib olduğu değerleri duyunca kendisini Edirne'de Taşlık
Medresesine tâyin etti. Ayrıca İdris-i Bitlisî'nin Farsça yazdığı Heşt Behişt adlı Osmanlı
târihine benzer Türkçe bir Osmanlı Târihi yazmasını istedi ve bu iş için kendisine otuz bin
akçe ihsân eyledi.
İbn-i Kemâl 1511 yılında günlük kırk akçe ile Üsküp'teki İshak Paşa Medresesine nakl edildi.
Bir yıl kadar sonra Edirne'deki Halebiye Medresesine tâyin edildi. Bu sırada Osmanlı Devleti
içerisinde şehzâdeler kavgası kızışmıştı. Doğuda Şâh İsmâil, Osmanlı Devletinin bütünlüğünü
tehdîd ediyordu. Ahmed ibni Kemâl hazretleri bu nâzik devrede devlet idâresi ve siyâset
hakkında görüşlerini ortaya koyarak devlet adamlarının dikkatini çekti. Onun bu görüşleri
şöyle özetlenebilir:
1. Saltanat ve mevkı Allahü teâlânın takdiri ile olur. Allah vergisidir.
2. Ordunun görevi memleketi korumak ve gerekirse ölümlerin en güzeli ve en şereflisi olan
gazâda ölmektir. (Nitekim şiirinde de;
"Ölümden kurtuluş yoktur cihânda
O derdi çekmez olmaz ins-ü canda
Kişinin ömri çünkim âhir ola
Yeg olur kim gazâ yolunda öle"
demek sûretiyle Allahü teâlânın dînini yaymak için çarpışırken ölmenin ehemmiyetini çok
güzel anlatmaktadır.)
3. İdâreci güzel silâh kullanacak ve tedbir sâhibi olacaktır.
4. Düşmanı hor ve küçük görmemeli ve plânlı olmalıdır.
5. Siyâset yâni idâre çok mukaddes bir vazîfedir. Herkes bunu yapamaz. Bâzı kâbiliyetler
doğuştan veya irsî olarak verilmiştir.
6. Bir memlekette bir idâreci bulunmalı o da âdil, ihsânı bol, affedici, büyüğüne hürmetli ve
saygılı olmalıdır.
7. İdâreci, adamı elde etmeyi bilmeli, tehlikeleri işâret edip, onları ne yolla avlarsa
avlayabilmelidir.
8. İdâreci kiminle harb ve kiminle sulh yapacağını iyi bilmelidir.
Ahmed ibni Kemâl, İslâm dînini yaymak, düşmanın vatana el uzatmasına mâni olmak ve
adâleti ayakta tutabilmek için devlet başkanının bu hasletlere sahib olmasını şart koşmaktadır.
Ayrıca o dâimâ devlet politikasını, devlet-millet bütünlüğünü önde tutmakta ve bunu kimde
görüyorsa onu desteklemektedir. Nitekim o, Bâyezîd Hanın oğlu Selîm lehine tahttan ferâgatı
üzerine diğer kardeşlere karşılık Selîm'i destekledi.
Yavuz Sultan Selîm Han 1512'de Osmanlı tahtına oturup iç işlerini yoluna koyduktan sonra,
kıvılcımları Irak ve Horasan'a yayılmış olan şiânın fitne ateşini söndürme plânına koyuldu.
Bunun için de devrin ilim adamlarını yardıma çağırdı. İbn-i Kemâl, İdrîs-i Bitlîsî, Zenbilli Ali
Cemâlî ve daha nice ilim adamları bu göreve koştular. Dîvânda harb için tereddüd edenler
vardı. Mesele fazla oyalamaya gelmemeliydi. Bu durumda İbn-i Kemâl şu fetvâyı verdi:
"Her türlü hamd ve senâ, kudret ve kerem sâhibi yüce Allah'a olsun. Selâtü selâm da doğru
yolu gösteren hazret-i Muhammed aleyhisselâma ve O'na tâbi olanlara olsun.
Haberlerde geldiğine göre, aşırı şiâya bağlı bir grup, Ehl-i sünnet vel-cemâat yolunda olan
müslümanların memleketlerinin pekçoğunu işgâl ettiler. Oralarda kendi bâtıl yolları ile
görüşlerini yaydılar. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osmân hakkında küfr, fenâ
sözler söylediler. Bunların halîfeliklerini inkâr ettiler. İlim erbâbına ve ictihâd yapan
müctehidlere hakâretler savurdular. Onların başında bulunan Şah İsmâil'in tâkib ettiği aşırı şiâ
yolunu tutulacak en kolay ve doğru yol zannettiler. Onlara göre Şah dinde sınırsız bir yetkiye
sahiptir. Onun dinde helâl kıldığı helâl, haram kıldığı haramdır. Meselâ Şah içkiyi helâl
kılmıştır, öyle ise içki helâldir... Netice olarak onların kötülükleri ve küfürleri sayılamayacak
kadar çoktur.
Buna göre bizim, onların küfür ve irtidâdlarında (İslâmiyetten ayrıldıklarında) aslâ şüphemiz
yoktur. Ülkeleri Dârü'l-harbdir. Erkekleri ve kadınları ile evlenmek câiz değildir. Bunlar
hakkında verilecek hüküm, dinden dönenler hakkında verilecek hüküm ile aynıdır.
Erkeklerden bu sapık yolu bırakıp müslüman olanlar serbesttir. Kabul etmezlerse hakları
kılıçtır, öldürülürler. Savaşa gücü, kudreti olan müslümanların bu cihâda katılmaları farzdır."
Böylece bütün müslümânların dikkati çekildi ve gafletten uyanmaları gerektiği belirtildi.
Ayrıca İbn-i Kemâl, Şah İsmâil'in Ehl-i sünnetten olan Akkoyunlu, Gürganlı ve Dulkadirli
devletlerinin ahâlisine yaptığı zulüm ve mezâlimi şiirleri ile yaydıktan sonra; "Ama Allah
onun insanlara yaptığını yanına koymadı. Bu ejderhayı yutmaya bir asâ ve o firavunu nehre
batıran bir Mûsâ yarattı." diyerek Selîm Hanı övdü, onun peşinden yürünmesini tavsiye etti.
Haberler ululardan naklolunur
Her Firavun'a bir Mûsâ bulunur.
vecizesi bu görüşünü ifâde etmektedir.
İbn-i Kemâl Paşanın bu verimli çalışmaları ve ilminin derecesi Yavuz Sultan Selîm'in
dikkatini çekti. Kendisini çok seven Yavuz, Çaldıran seferinden dönüşte onu Edirne
kâdılığına getirdi. Çok geçmeden de Anadolu kâdıaskeri oldu.
Bu sırada Yavuz, Şah İsmâil'den sonra onların destekçisi olan Mısır Memlûklularına yöneldi.
Sefere çıkarken çok sevdiği İbn-i Kemâl hazretlerini de yanına aldı. 1516'dan 1519'a kadar üç
yıl süren seferde onu yanından hiç ayırmadı.
Mısır dönüşü yolculuk sırasında bir ara İbn-i Kemâl hazretlerinin atının ayağından sıçrayan
çamurlar, Yavuz Sultan Selîm Hanın kaftanını kirletmişti. Pâdişâhın kaftanına çamur
sıçrayınca, İbn-i Kemâl mahcûb olup, atını geriye çekerek ne yapacağını şaşırdı. Ancak
Yavuz Sultan Selîm Han ona dönerek:
"Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için süstür, şereftir. Vasiyet
ediyorum, bu çamurlu kaftanım, ben vefât ettikten sonra kabrimin üzerine örtülsün." dedi. Bu
vasiyet, vefâtından sonra yerine getirildi. Bu hâdiseyi hatırlatan o kaftan, şimdi de Yavuz
Sultan Selîm Hanın kabri üzerinde, bir câmekân içinde, târihî bir hâtıra olarak durmaktadır.
Şam'a geldikleri sırada Yavuz Sultan Selîm'e, büyük evliyâ Muhyiddîn Arabî'ye bir türbe
yaptırılması için fetvâ verdi. Pâdişâh bu fetvâ üzerine Muhyiddîn Arabî hazretleri adına bir
câmi, türbe ve imâret yaptırdı.
Mısır seferinden döndükten sonra Yavuz, bu değerli ilim adamının bâzı işlerle uğraşmasını
hoş görmeyerek onu Edirne'deki Dârü'l-hadîs medresesine yeniden tâyin etti (1519).
Pâdişâhın gâyesi onun ilim adamı yetiştirmesini temin etmekti. Nitekim adam yetiştirmek
ideâli Osmanlıda çok mühim olup şöyle söylene gelmiştir.
Mesacidü meabidi ko âdem yap
Kâbe yapmakcadur âdem yapmak
Taş ağaç kaydı ne lâzım şâhım
Yaraşır şahlara âdem yapmak.
(Mescid ve mâbedleri bırak da insan yetiştir. Bir insan yetiştirmek Kâbe yapmak gibidir. Taş
ve ağaç düşüncesi ile oyalanmak şahlara yakışmaz. Onlara yakışan adam yetiştirmektir.)
Ancak kısa bir müddet sonra dostu ve pâdişâhı Sultan Selîm Hanın vefâtı, devrin yıkılmaz ve
eşsiz ilim adamı İbn-i Kemâl hazretlerini çok üzdü.
Yavuz Sultan Selîm'in vefâtından sonra İbn-i Kemâl hazretleri bir müddet daha medresede
talebe yetiştirmeye devâm etti. 1526'da Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendinin vefâtı üzerine
Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından bu göreve getirildi. Şeyhülislâmlık makâmına
gelince işleri daha çok ağırlaştı. İlmi ile o kadar büyük bir şöhret kazanmıştı ki, zamânındaki
birçok âlim bâzı meselelerde ona başvururlardı. Hattâ bir kısım ulemâ, yazmış olduğu eserleri
tashîh ve kontrol maksadıyla ona gönderirlerdi. On altıncı asrın ilk yarısında, Osmanlı
kültürünün en büyük mümessili olarak görülmektedir. Ahlâkı güzel, edebi mükemmel, zekâsı
ve aklı kuvvetli, ifâdesi açık ve vecîz olan Kemâlpaşazâde, iki dünyâ faydalarını bilen ve
bildiren, pek nâdir simâlardan biriydi. Cinnîlere de fetvâ verirdi. Bunun için
"Müfti-yüs-sekaleyn" (İnsan ve cinlerin müftüsü) adı ile meşhûr oldu. Büyük bir âlim olduğu
gibi, güçlü bir târihçi, değerli bir edîb, kuvvetli bir şâirdi. Tasavvufta da ileri derece sâhibiydi.
Büyük velîlerin teveccühünü kazanmıştı. Şeyhülislâmlık makâmında bulunduğu sürede,
dâhili ve hârici, din ve mezheb düşmanlarına karşı ilmiyle ve yazdığı kitaplarıyla mücadele
etti. İbn-i Kemâl hazretleri Yavuz Sultan Selîm'i olduğu gibi Kânûnî SultanSüleymân'ı da
Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevîlere karşı mücadeleye teşvik etti. Pâdişâhın Şâh Tahmasb'a
gönderdiği mektupları, bizzât kaleme alan o idi.
Bir gün İranlı hıristiyan âlim Molla Kâbız İstanbul'a gelerek Îsâ aleyhisselâmın Muhammed
aleyhisselâmdan daha üstün olduğunu yaymaya başladı. Bunun üzerine derhal tutuklanan
Molla Kâbız Dîvâna (Osmanlılarda önemli devlet meselelerinin görüşüldüğü yer) çıkarıldı.
Molla Kâbız inandığı fikirleri dîvânda Rumeli kazaskeri Fenârizâde Muhyiddîn Çelebi ile
Anadolu kazaskeri Kâdirî Çelebi huzûrunda tekrarladı. Kazaskerler de hiddetlenerek onun
katlini emrettiler. Ancak Molla Kâbız fikirlerini açıklarken Kur'ân ve hadîsten misaller
veriyor, belli bir fikir silsilesi içerisinde iddiasını delillendiriyordu. Bu durum karşısında
vezîriâzam İbrâhim Paşa devreye girerek Molla Kâbız'ın ilmen susturulmasını istedi.
Kazaskerler ise Kâbız'ı iknâ edip inandığı fikirden döndüremediler. Böylece Molla Kâbız'ın
karşısında ilmî bir üstünlük sağlanamadı. Bu sebeple dîvân tatil edildi ve Molla Kâbız serbest
bırakıldı.
Öte yandan duruşmayı kafes arkasından tâkib eden Kânûnî Sultan Süleymân sonuçtan hiç
memnûn kalmadı. Fevkalâde hiddetlenen sultan, vezîriâzam İbrâhim Paşayı çağırarak; "Bir
mülhidin dîvâna gelerek hazret-i Îsâ'nın, hazret-i Peygamberden üstün olduğunu beyân
ettiğini, neden cevabının verilemeyip hakkından gelinemediğini sordu. Vezîriâzam ise
kazaskerlerin Kâbız'ın iddialarını ilmen çürütemedikleri için sonucun böyle olduğunu
bildirdi. Bunun üzerine pâdişâh müftü ile İstanbul kâdısının hazır bulunacağı dîvânda dâvâya
yeniden bakılmasını istedi.
O zaman müftü, yâni şeyhülislâm mevkıinde bulunan İbn-i Kemâl hazretleri ertesi gün dîvâna
dâvet edildi. Molla Kâbız iddiâlarını söyleyince, İbn-i Kemâl bunları âyet ve hadîslere
dayanarak çürüttü. Kâbız hiçbir şey söyleyemedi. Bunun üzerine kendisine, iddialarının yanlış
olduğu ortaya çıktığına göre bu inancından vazgeçmesi teklif edildi. İddiâsında ısrar edince
katline hükmedilerek îdâm edildi.
İbn-i Kemâl hazretleri durmadan geceli gündüzlü devlet-i ebed müddet için çalıştı. Din için,
devlet için, halk için gayret etti. Eşsiz ve sayısız ilmî eserler verdi. Nihâyet 16 Nisan 1534
(H.2 Şevval 940)'te kendi deyimi ile son sefer olan âhiret yolculuğuna çıktı.
Cümle halk ehl-i sefer âlem müsâfirhânedir.
Bir mukîm âdem bulunmaz hayme-i eflâkde.
Cenâzesi Fâtih Câmiinde büyük bir kalabalık tarafından kılınıp Edirnekapı dışındaki Mehmed
Çelebi zâviyesine defnedildi. Mezarına "Hazâ makam-ı Ahmed=İşte bu Ahmed'in
makâmıdır!" yazıldığı gibi, kefenine de "Hiye âhirü'l-libâs= İşte bu son elbisedir" ibaresi
yazıldı.
Vefât edeceği sırada söylediği; "Yâ Ehad, neccinâ mimma nehâf=Ey bir olan Allah'ım! Bizi
korktuğumuzdan kurtar!" sözlerinin ebced hesabına göre ölüm târihini gösterdiği sonradan
anlaşılmıştır.
Ahmed İbn-i Kemal hazretlerinin herkese öğüt ve nasîhat niteliğinde darb-ı mesel hâlini almış
kıt'a ve beyitleri vardır.
"Kısmetindir gezdiren yer yer seni,
Arş'a çıksan, âkıbet yer yer seni.
Her ki gayrın yolunda kazdı kuyu,
Kendi düştü kuyuya yüzü koyu."
"Hemişe çok yanılır söyleyen çok
Ki söyler bulduğun dilde kemik yok."
"Kıl iyilik suya at, bile balık
Balık bilmezse bilir anı Halık."
"Ululuk kişiye Hak'tan atadur,
Küçük görmek uluları hatâdur."
"Sakla kurt enciğin derin oysun,
Besle kargayı gözlerin oysun."
"Kişinün kadri eldeyken bilinmez,
Yerinde gevhere rağbet kılınmaz."
"Kuru yaş ile âdem baş olmaz,
Kişiden iş sorulur yaş sorulmaz."
bunlardan bazılarıdır.
Duyup savt-i ilâhîden sehergâh
Sadâ-yı âyet-i tûlû ilâllah
Uyup bilmezleriyle nefs-i şâma
Hatâlar itmişüz estagfirullah
dörtlüğü ise tövbe husûsunda söylenmiştir.
#$'&<(%"3('(&<"6:(!
Yavuz Sultan Selîm Han Mısır'ı tamâmiyle Osmanlı mülkü yaptıktan sonra, bir müddet daha
idârî teşkilâtı yerleştirmek üzere, burada kaldı. Bu sırada devlet adamları ve askerler asıl
vatanları Anadolu'ya, diyâr-ı Rum'a hasret kalıp dönmeyi arzu etmişlerdi. Fakat bu arzularını
Pâdişâha söyleyememişlerdi. İleri gelenlerden bâzıları, İbn-i Kemâl Paşaya durumu anlattılar.
Çünkü Yavuz Sultan Selîm Han onu çok severdi. Ona dediler ki: "Ne zamâna kadar bu
diyâr-ı gurbette hasret çekeceğiz? Bu durumu Pâdişâh hazretlerine bir arz edip, gitmeye
meylettiremez misiniz?"
Bir gün Ahmed ibni Kemâl, Yavuz Sultan Selîm Han ile gezintiye çıktılar. Konuşmalar
arasında Pâdişâh; "Ortalıkta ne sözler var, durum nasıl?" diye sordu. Kemâl Paşazâde bu
soruyu fırsat bilip derhal konuyu ele aldı ve dedi ki: "Pâdişâhım! Yolda gelirken askerlerin
Nil'de davarlarını suluyorlardı. O askerlerden birinin şu türküyü söylediğini duydum.
"Nemüz kaldı bizüm mülk-i Arab'da,
Nice bir dururuz Şâm ü Haleb'de,
Cihan halkı kamu ayş ü tarabda,
Gel ahî gidelüm Rûm illerine."
(Nemiz kaldı bizim bu Arab diyarında, Şam'da ve Haleb'de niçin dururuz? Cihan halkı hep
şenlik içinde yaşamakta, gel kardeş, Rum diyarına, Anadolu'ya gidelim.)
Bu şiir, Yavuz Sultan Selîm Hanın çok hoşuna gidip; "Bundan sonra burada durmamızı
gerektiren işler de kalmadı, döneriz." diyerek, İstanbul'a döneceğini bildirdi. Bundan bir gün
sonra, Yavuz Sultan Selîm Hana Kâbe'nin anahtarı ve diğer mukaddes emânetler teslim edildi
ve İstanbul'a dönmek için ordusuyla yola çıktı.
Yolculukta bir sohbet sırasında söz Ahmed ibni Kemâl hazretlerinin hocası Molla Lütfi'den
ve onun öldürülme sebebinden açılmıştı. Yavuz Sultan Selîm Han, ona:
"Tokatlı Molla Lütfi hocanız imiş. İlmi, irfânı yüksek, değerli, dört başı mâmur bir ilim
adamı iken katline sebeb ne oldu." diye sordu. Kemâl Paşazâde:
"Hocam hased-i akrân belâsına uğradı. Tam bir âlim, kâmil, müteheccid (gece uyanıp namaz
kılan), sâlih, dindâr bir kişi iken, düşmanı çoğalıp hased ettiler ve katline sebeb oldular."
dedi. Bu habere fevkalâde üzülen Sultan:
"Molla Lütfi ilminin ve vakarının yanında şaka yapmayı çok seven biri imiş. Bâzan öyle
şakalar yaparmış ki, işitenler şaka değil, gerçek zannederlermiş. Siz de üstadınız gibi öyle
şakalar yapmaz mısınız ki gerçek zannedilsin?" deyince, İbn-i Kemâl hazretleri hemen şu
cevabı verdi:
"Biz geçen gün sıramızı savdık. Şimdi sıra Pâdişâhımız hazretlerindedir." Bu söz üzerine bir
müddet düşünen Yavuz Sultan Selîm:
"Yoksa o geçenki gün yeniçeriler ağzından söylenen kıt'a da öyle bir şaka mıydı? Yeniçeriler
ağzından söylenen o sözler sizin sözünüz müydü?" diye sorunca da İbn-i Kemâl:
"Evet, doğrusu Pâdişâhımızın buyurdukları gibidir." dedi. O espiriyi çok beğenen Pâdişâh,
İbn-i Kemâl hazretlerine ihsânlarda bulundu.
1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.381
2) Meşâhir-ül-İslâm; c.4, s.1550
3) Hadîkatü'l-Cevâmi'; c.1, s.180
4) Osmanlı Târih ve Müverrihleri; s.19
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.219
6) Türk Târihinde ve Kültüründe Tokat Sempozyumu; s.500/598

11 Haziran 2013 Salı

AHMED KÂRAZÎ DİYÂRIBEKRÎ


AHMED KÂRAZÎ DİYÂRIBEKRÎ;
On dokuzuncu yüzyılda Anadolu'da yetişen evliyâdan. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin
halîfelerinden Şeyh Muhammed Hânî'nin talebesidir. İsmi, Ahmed olup, Kârazî ve
Diyârıbekrî nisbeleriyle bilinir. Diyarbakır'a bağlı Kâraz'da doğdu ve orada vefât etti. Doğum
ve vefât târihleri bilinmemektedir.
Küçük yaştan îtibâren zamânının usûlüne göre ilim tahsîl eden Ahmed Kârazî ilmî yönden
kendini yetiştirdi. Tasavvufa karşı büyük alâka duydu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin
halîfelerinden Şeyh Hâlid-i Cezerî'nin sohbetlerinde bulundu. Onun terbiyesinde yetişti.
Birçok mânevî derecelere kavuştu. Bu sırada hocası Hâlid-i Cezerî vefât ederek Cezîre
(Cizre) taraflarında Bâsır denilen yerde defn edildi. Onun yerine geçen dâmadı Şeyh Sâlih,
Hâlid-i Cezerî'nin talebelerine şöyle bir mektup yazdı: "Hemen herkesin Bâsıra'ya, Şeyh
Hâlid'in kabrini ziyârete gelmesi gerekir. Her kim gelmeyecek olursa, bu tarîkattan
kovulmuştur."
Şeyh Sâlih'in mektubunda bildirdiği husûsa karşı çıkan, Şeyh Hâlid'in talebeleri bir araya
geldiler. Bunlar arasında Ahmed Kârazî de vardı. Bu talebeler Şeyh Sâlih'in bu isteğini ve
düşündüklerini bir mektup yazarak Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden
Muhammed Hânî'ye bildirdiler. Bunun üzerine Şeyh Muhammed Hânî, Şeyh Sâlih'e mektup
yazıp, anlatılan işlerden kendisini şiddetle sakındırdı. Böyle bir şeyi yapmamasını istedi ve bu
işin dînî yönden mahzûrlarını anlattı. Yaptığı işin yanlış olduğunu anlayan Şeyh Sâlih
fikrinden vaz geçti.
Bu hâdiseden sonra memleketinden ayrılan Ahmed Kârazî Şam'a giderek Muhammed Hânî'ye
talebe oldu. Onun bereketli sohbetlerinde bulunarak ilim ve feyzinden istifâde etti. Hocasının
iltifât ve ihsânlarına kavuştu. Kısa zaman içinde tasavvuf yolunda ilerleyip kemâle, olgunluğa
ulaştı. Muhammed Hânî hazretleri ona hilafet verdi. Daha önce ayrılmış olduğu vatanına yâni
Diyarbakır taraflarına, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak ve onların dünyâ ve
âhirette kurtuluşlarına vesîle olmakla vazîfeli olarak gönderdi. Memleketine dönen Şeyh
Ahmed Kârazî Nakşibendiyye yolunun Hâlidiyye kolunun yayılması için gayret sarf etti.
Sohbetlerine uzaktan yakından gelen insanlar onun ilim ve feyzinden istifâde ettiler. Pekçok
kimse onun vasıtasıyla saâdet yoluna kavuştu.
İlmiyle amel eden fazîlet sâhibi bir velî olan Ahmed Kârazî'nin birçok kerâmetleri görüldü.
Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle geçiren, tek gâyesi Allahü teâlânın rızâsına
kavuşmak olan Ahmed Kârazî memleketinde vefât etti.
1) Hadâik-ul-Verdiye; s.273

AHMED KÂDİRÎ


AHMED KÂDİRÎ;
Şam velîlerinden. İsmi, Ahmed, babasının ismi Süleymân'dır. Nisbetleri Kâdirî, Dımeşkî'dir.
1514 (H.920) senesinde Dımeşk'de (Şam'da) doğdu. 1596 (H.1005) senesi Ramazân-ı şerîf
ayında Dımeşk'de vefât etti. Emevî Câmiinde büyük bir kalabalık tarafından cenâze namazı
kılındı. Emîr Seyfeddîn Medresesinin bahçesine defnedildi.
Ahmed Kâdirî, ilk tahsîlini velî bir zât olan babasının yanında yaptı. Ahlâkı ve huyu çok
güzeldi. Açık kerâmetleri görüldü. Herkesten hürmet ve saygı görürdü. Tasavvufta üstün
derecedeydi. Sözleri hoş ve güzeldi. Ömrünü nefsi ile mücâdele ederek geçirdi. Çok ibâdet
ederdi. Bedrüddîn Gazzî'nin hadîs derslerinde kemâle geldi. Baba ve dedeleri, âlim, ârif ve
evliyâdandı. Babasının vefâtından sonra, yerine geçip, insanlara ilim ve edeb öğretmekle
meşgûl oldu. Önceleri Dımeşk'ın Şelâha mahallesinde ikâmet etti. Sonra Emîr Seyfeddîn
Kılıç Medresesine yerleşti. Medreseyi tâmir ettirdi. Bahçesine bir sebil yaptırdı. Sebilin
kitâbesinde; "Bu sebil Ahmed'indir. Hiçbir şey Allahü teâlâya gizli değildir. Âfiyetle bu
sudan iç, şifâ olsun." yazılıdır.
Ahmed Kâdirî, medresede fakir talebelerin kalmaları için birçok odalar yaptırdı. Ayrıca ders
okuttu. Talebelere, ilim ve edeb öğretti. Cumâ günleri, Emevî Câmiinde ders halkası kurardu.
İnsanların arasını bulmaya, iyi geçinmelerine sebeb olmaya çok önem verirdi. Şöhreti her yere
yayıldı. Devlet adamları ziyâretine gelip duâsını alırlardı. Herkese iyi muâmele ederdi.
Önceki âlimlerin söz ve hâllerini anlatırdı. Kendisine gelenlere ikrâm eder, fakirlere yemek
yedirirdi. Keşf ve kerâmetleri çok görüldü.
Bir gün Şam beldesi sorumlusu olan Hüsrev Paşayı ziyârete gitti ve; "Bugün başınıza birşey
gelmesinden korkarım. Yerinizden kat'iyyen ayrılmayınız!" buyurdu. Hüsrev Paşa buna
ehemmiyet vermeyip, o gün dışarı çıktı. Atına binip bir tarafa yöneldi. Çok hızlı giden atı, bir
anda tökezledi. Üzerindeki Hüsrev Paşa, bir kaya üzerine düşüp, bir tarafı kırıldı. Baygın bir
durumda evine getirdiler. Uzun zaman tedâvî gördü ve iyileşti. Bir daha âlimlerin sözlerinden
ve îkazlarından çıkmamağa dikkat etti.
Ahmed Kâdirî, kaybolan bir şeyin bulunması için, şu duâyı okurdu: "Allahümme yâ mu'tî min
gayri talebin ve yâ Râzıkan min gayri sebebin redde aleyye mâ zehebe."
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.331
2) Hulâsat-ül-Eser; c.1. s.207
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.166

10 Haziran 2013 Pazartesi

AHMED İZZET EFENDİ


AHMED İZZET EFENDİ;
Çal müftüsü. Millî mücâdele mücâhidlerinden. Denizli'nin Çal ilçesine bağlı Süller köyünde
doğdu. 1952 (H.1372) yılında vefât etti.
Küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline başladı. Önce köyünde, sonra da Denizli'de ilim tahsîline
devâm etti. Bu yıllara dâir hayâtı hakkında fazla mâlumat yoktur. Onun hakkında bilinenler
daha çok Anadolu'nun işgâli yıllarına âittir.
14 Mayıs 1919'da İzmir'in işgâli ile memleketin acılar içine düştüğü yıllarda Ahmed İzzet
Efendi Çal'da müftü olarak vazîfe yapmaktaydı. Halkın ne yapacağını şaşırdığı o karanlık
günlerde pekçok defâ Çarşı Câmii şerîfinde, hükûmet önündeki meydanda dînî nutuklar
söyledi. Halkı mukâvemete teşvik etti. Kendisine gelenleri ümitsizliğe kapılmadan
teşkilâtlanmaya sevketti.
Kaymakam Fazlı Güleç ise; "Müftü Efendi, şer'an üzerine düşen vazîfeyi yapmıştır. Bu bâbta
benim de hakk-ı kelâmım vardır. Beni dinlerseniz ordularımız dağılmış, silâhı elinden
alınmıştır. Askerlerimiz cepheleri bırakmıştır. Bu sebeple Müftü Efendinin söylediklerini
yapmak, düşmanı gazaplandırmaktan, neticede ise onların ayakları altında perişân olmaktan
başka bir işe yaramayacaktır." diye ona karşı çıkıyordu.
Bunlara karşılık Ahmed İzzet Efendi kendi ifâdesiyle sözlerini şöyle nakletmektedir:
Gözlerimiz görerek, bedenimizde can varken, kendimizi ve mukaddesatımızı düşmanın yed-i
habîsine, kirli eline terk ve vatana ayak basmalarına tahammül edemeyeceğimizi, behemehal
müdâfaa tertibâtı almamız lâzım geldiğini, silâhsız ve vâsıtasız da olsa düşmana karşı
koymaklığımızı, evvela bizleri sonra evlâd-ü iyalimizi şehîd etmeden memleketimize düşman
giremeyeceğini, hattâ hepimizi şehîd etseler bile, Allahü teâlânın izni olmadan düşmanın bu
topraklara ayak basmasının mümkün olamayacağını söyledim.
Ancak fikir birliği tam hâsıl olmadığı için bu hareket bir müddet için netîcesiz kaldı. Ahmed
İzzet Efendi kendi köyü olan Süller'e gitti. Bu sıradaki hâlini ise şöyle anlatmaktadır: Bir
müddet köyümde kaldım. Burada kendi kendimi hesâba çektim. Kalbim bana; "Bu bapta sen
haklısın, ısrar et, cenâb-ı Hakk'ın vâdi yerini bulacaktır." diyordu.
Ahmed İzzet Efendi bundan sonra fiilen düşmana karşı koyma hareketine katıldı. Önce Ali
Kurt köyüne gitti. Burada 25-30 kişilik bir çeteye sâhib olan Dede Efe'yi düşman üzerine
harekete geçmeye iknâ etti. Buradan Denizli'ye geldi. Müftü Ahmed Hulûsi Efendiyi görerek
kendisine fikirlerini anlattı. Ahmed Hulûsi Efendi çok memnun olarak kendisini tebrik etti.
Sonra mutasarrıf Fâik Öztırak'la görüştü. Faik Beyin; "Çâresiz vaziyetteyiz. Böyle bir
durumda bir kaymakam, bir mutasarrıf ve bir vâli ne yapabilir?" sözleri üzerine fevkalâde
celallenen Ahmed İzzet Efendi; "Fâik Bey! Kaymakamlık, mutasarrıflık ve vâlilik, milletle
kâimdir. Millet cayır cayır yanmaya başladı. Biz buna seyirci kalamayız. Ne yapacaksanız
yapınız. Ben kudretim nisbetinde bu uğurda bir vazîfe almaya geldim." cevâbını verdi.
Ahmed İzzet Efendi bundan sonra düzenli birlikler kuruluncaya kadar teşkil ettiği milis
kuvvetleriyle bizzat savaşlara katıldı. Ahmed Hulûsi Efendi ve Demirci Mehmed Efe ile
birlikte hareket etti. Yunanlılara ağır kayıplar verdirdi. Elinde tüfek olduğu hâlde birliklerinin
en önünde çarpışmalara iştirak etti. Namaz vakitlerinde emrindekilere namazı kıldırıyor sonra
yine en önde ileri atılıyordu. Bu hâli ile bölge halkının gönlünde taht kurdu. Yediden yetmişe
herkesin sevgisini, saygısını kazandı.
Bu savaş esnâsında Ahmed İzzet Efendinin köyü de yağma ve tahrib edilenler arasındaydı.
Köyü basan işgâl birlikleri Ahmed İzzet Efendiyi aramışlar, bulamayınca evleri ve
değirmenlerini ateşe vermişlerdi. İşgâlin kalkmasından sonra mahallî hükümet Ahmed İzzet
Efendinin zararını on bin altın olarak tespit etti. Bu vakâyı haber aldığı zaman Ahmed İzzet
Efendi şöyle demiştir: "Bu kadar serveti ve hattâ cânı fedâ etmeden dâvâyı tahakkuk ettirmek
ve Allahü teâlâya tam kulluk etmiş olmak mümkün değildir. Önemli olan vatan ve
milletimizin, nâmus ve mukaddesâtımızın kurtulmuş olmasıdır."
Ahmed İzzet Efendi, Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra ömrünü büyük bir tevâzu ve
ferâgat hissi içinde yaşayarak geçirdi. Muhitinin ve çevresinin fakir insanlarına karşı bütün
varlığını sarfederek hizmete koştu. Yardımlarıyla birçok kâbiliyetli gencin, okuyup
yetişmesini sağladı. 1952 yılında ebedî âleme göçtü.
1) Sarıklı Mücâhidler; s.183-191
2) Millî Mücâdelede Denizli, Isparta ve Burdur Sancakları; s.67,91,92,124

AHMED KÂBİLÎ


AHMED KÂBİLÎ;
Hindistan'da yetişen evliyâdan. Nesli hazret-i Ömer'e dayanır. Doğum târihi bilinmemektedir.
Hayâtı hakkında fazla bir bilgi yoktur. 1624 (H.1034) senesinde vefât etti. Kabri Serhend
şehrindedir. Büyük velî Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin sohbet ve derslerinde kemâle
erdi. Nakşibendiyye, Kâdiriyye ve Çeştiyye tarîkatlerinde yetişip, insanlara rehberlik etme
husûsunda icâzet, diploma aldı. Serhend'de ikâmet edip, insanlara Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını anlattı.
Birgün, Şeyh Fasîhuddîn, Serhend'e gitmişti. Ahmed Kâbilî ile görüştüğü sırada hatırından
şöyle geçti:
"Eğer Şeyh Ahmed insanların anlattıkları gibi, kerâmet sâhibi, evliyâdan bir zât ise şu üç
şeyin cevâbını verir: 1) İnsanların onun hakkında söylediklerinin doğru olup olmadığını, 2)
İşittim ki, Bâkî-billah onun hocasıdır ve Bâki-billah, hocasından insanları irşâd için icâzet
almamıştır. Doğru mu, değil mi? 3) Hâce Mahmûd hakkındaki düşünceleri nedir?"
O, bunları hatırından geçirdikten bir süre sonra Ahmed Kâbilî ona tetkik etmek üzere bir
kitap verdi. Kitabın hepsini süratle karıştırıp, gözden geçirdikten sonra ona; "Bunda uygun
olmayan bir şey gördün mü?" diye sordu. Şeyh Fasîhuddîn; "Hayır, uygun olmayan hiçbir şey
görmedim. Burada yazılanların hepsi doğrudur." dedi. Bunun üzerine; "O halde biliniz ki,
hakkımda söylenilenlerin esası budur. Geri kalanı iftiradır." buyurdu. Bir müddet sonra şöyle
anlattı:
"Birgün Hâce Mahmûd bir ara buraya geldiğinde şöyle konuştu: "Hâce Bâki, kendi
hocasından insanları irşâd için açık bir icâzet almamıştır. Çünkü bir gün Hâce Emkenegî
karpuz yiyorlardı. Karpuzu dilim dilim keserek orada bulunanlara ve talebelerine veriyorlardı.
Fakat Hâce Bâki-billah'a vermediler. Orada bulunanlar; "Hâce Bâki de burada bulunduğu
hâlde hocamız ona niçin vermedi?" diye konuştular. Bunun üzerine Hâce Emkenegî; "Biz
karpuzu ona bütün verdik." buyurdu. Hâce Bâki-billah hocasının bu sözünden, kendisine
irşâd için icâzet verdiği mânâsını çıkardı." Ben ise ona; "İş sizin anlattığınız gibi değildir.
Çünkü biz ne hocamız Hâce Bâki'den ne de başkalarından böyle bir şey işitmedik. Bizim
duyduğumuz ise şöyle: "Hocamız Hâce Bâki'ye, hocası irşâd için izin verince; "Efendim, bu
iş benim elimden gelmez. Bu yükü ben kaldıramam." dedi. Hâce Emkenegî; "Biz sana bu
hususta icâzet, izin verdik. Artık senin bu işi yapman lâzımdır." buyurdu." Bu esnâda orada
bulunan birkaç kişi; "O mecliste biz de vardık. Hâce Emkenegî, Hâce Bâki'ye irşâd için
icâzet, izin verdiler." deyince, Hâce Mahmûd; "Öyleyse biz yanlış işitmişiz." dedi. Bu
hâdiseden sonra Hâce Mahmûd'un talebeleri bana îtimâd ettiler ve inandılar. Fakat Hâce
Mahmûd bize inanmadı." Ahmed Kâbilî, hatırından geçen üç şeyin cevâbını verince, Şeyh
Fasîhüddîn ona gönülden inananlardan oldu ve; "İnsanların onun hakkında söyledikleri, yalan
ve iftirâdan başka bir şey değildir." dedi.
1) Makâmât-ı Ahyâr; s. 36
2) Sefînet-ül-Evliyâ; s.197

BU ÇEŞMEDEN MÜSLÜMANLARIN SU İÇMESİ YASAKTIR


BU ÇEŞMEDEN MÜSLÜMANLARIN SU İÇMESİ YASAKTIR.!
(İbretlik Bir Hikaye. Aslına Değil, Faslına Bakın.)
Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş:
“Her kula helâl, Müslüman’a haram!.”
Bursa başkent, tabii ortalık karışmış, bu nasıl fitnedir diye.
Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça Kadı Efendinin huzûruna getirilmiş. Kadı Efendi:
- “Nedir gerekçen?.” diye sormuş. Adam:
- “Bir tek Sultan’a derim.” diye cevap verince, ortalık yine karışmış.
Söz Sultan’a gitmiş ve adam saraya götürülmüş. Padişah da meraklanırmış:
- “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın,hem de her kula helâl, Müslüman’a haram yazarsın?.”
Adam, başı önünde konuşur:
- “Delilim vardır, lâkin ispat ister.”
- “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?.”
- “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultânım.”
- “Yani?!.”-
“Sultânım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak.”
Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Mûsevîler, “ne oluyor, bu ne zulüm?. Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim.” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş. Bir hafta dolunca, adam:
- “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler
- “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş.
Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar. din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine. Sultan:
- “Bitti mi? demiş adama.
- “Sultânım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.
- “Şimdi nedir isteğin?”
- “Efendim, pâyitahtımız Bursa’nın en sevilen âlimini alınız minberinden.”
Adamın dediğini yapmışlar, Ulucâmi imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler. Ama bir ALLAH’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz?. Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış. Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok!.Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta tutuklanan koca âlim için:
- “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik.”
- “Kim bilir ne suç etti de tevkif edildi!.”
- “Vah vaah!. Acırım arkasında kıldığım namazlara.”
- “Sorma, sorma.”
Padişah, Kadı Efendi ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:
- “Peki, ne olacak şimdi?. Adam:
- “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.”
“Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş:
- “Ey büyük Sultânım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?.”
Sultan acı acı tebessüm etmiş:
- “Hava bile haram, hava bile!.” demiş.''

9 Haziran 2013 Pazar

BU AKŞAM HİNDİSTAN'DA

BU AKŞAM HİNDİSTAN'DA

Hz. Süleyman'ın sarayına kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere, hayati bir mesele için Hz. Süleyman'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman (a.s) benzi sararmış, korkudan titreyen adama sorar:
- Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana...
Adam telaş içinde:
- Bu sabah karşıma Azrail (a.s) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı..
- Peki ne yapmamı istiyorsun?"
Adam yalvarır:
- Ey canlar koruyucusu, mazlumlar sığınağı Süleyman! Sen her şeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş senin emrinde. Rüzgarına emret de beni buradan ta Hindistan'a iletsin. O zaman Azrail (a.s) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!
Hz. Süleyman, adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve:
- Bu adamı hemen al. Hindistan'a bırak!" emrini verir. Rüzgar bu... Bir eser, bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan'da uzak bir adaya götürür.
Öğleye doğru Hz. Süleyman, divanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail (a.s.) da topluluğun içine karışmış, divanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır:
- Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?" der.
Azrail (a.s) cevap verir:
- Ey dünyanın ulu sultanı! Ben, o adama öfkeyle,hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (cc) bana emretmişti ki:
- "Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan'da al!" Ben de bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan'da olamaz. Bu nasıl iştir, diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi.

Osman Nuri, Mesnevi Bahçesinden Bir Testi Su

Böyle Yemek Pişirirler

Böyle Yemek Pişirirler

Bir gün ikindi vakti yanına bir misâfir geldi. Tencerede bir parça et vardı. Eti pişirip misâfire ikrâm edeyim diye düşündü. Fakat, yemeği hazırlamak için de misâfirin yanından ayrılamadı.
Nihâyet akşam vakti oldu. Namazlarını kıldılar. Kendisi de, misâfiri de oruçlu idiler. Nihâyet evde bulunan bir kuru ekmek ve bir mikdar suyu misâfire ikrâm için hazırladı. Sonra, etin bulunduğu tencerenin Allahü teâlânın izni ile kaynadığını ve yemeğin çok güzel piştiğini gördü. Misâfire ikrâm ile iftarı birlikte yaptılar.
Misâfir;
-Hayâtımda bu kadar lezzetli bir yemek yemedim, deyince,
Râbia-tül Adeviyye;
-Her hâlinde Allahü teâlâyı hatırlıyan ve sâdece O'nun rızâsını istiyenlere işte böyle yemek pişirirler, buyurdu.

AHMED BİN İSHAK


AHMED BİN İSHAK;
Şâfiî mezhebi âlimlerinden. Fıkıh ve hadîs âlimlerinin ve evliyânın büyüklerindendir. İsmi,
Ahmed bin İshak bin Eyyûb bin Yezîd bin Abdurrahmân bin Nûh en-Nişâbûrî'dir. Sıbgî (veya
Dubaî) adı ile meşhûr olmuştur. Künyesi, Ebû Bekr'dir. İmâm-ı Süyûtî, onun soyunun Bekr
bin Vâil ve Rebîa bin Nizâr bin Mea'd bin Adnân'a kadar ulaştığını bildirdi. 871 (H.258)
senesinde doğdu. Nişâbûr halkındandır. İlim öğrenmek için Horasan, Bağdat, Basra, Mekke
ve daha başka yerleri dolaştı. 57 sene Nişâbûr'da ikâmet etti. 953 (H.342) senesinde vefât etti.
Meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden olan Ahmed bin İshak, Fadl bin Muhammed eş-Şa'rânî,
İsmâil bin Kuteybe, Yâkûb bin Yûsuf el-Kazvînî, Muhammed bin Eyyûb, Bağdat'ta Hâris bin
Ebî Üsâme ve İsmâil el-Kâdî, Basra'da Hişâm bin Ali, Mekke'de Ali bin Abdülazîz ve daha
birçok âlimden ilim öğrendi ve hadîs-i şerîf dersleri aldı. Kendisinden de Ebû Ali el-Hâfız,
Ebû Bekr el-İsmâilî, Ebû Ahmed el-Hâkim, Ebû Abdullah el-Hâkim, Muhammed bin İbrâhim
el-Cürcânî ve daha pek çok âlim ilim tahsil etti ve hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundular.
Ahmed bin İshak, ilim öğrenmek ve öğretmek için çok yer dolaştı. Hadîs-i şerîfte derin, fıkıh
ilminde derecesi yüksek, elli sene fetvâ veren, âbid (çok ibâdet eden), sâlih, aklı ve görüşü
kuvvetli bir âlimdir. Hadîs, fıkıh ve akâid (kelâm) ilminde, bir çok meseleyi içine alan
kitaplar yazdı. İnsanlar, kendinden ve eserlerinden çok istifâde ettiler.
Muhammed bin Hamdûn şöyle anlatıyor: Ebû Bekr bin İshak ile senelerce sohbet ettim.
seferde olsun veya olmasın, hiçbir zaman gece namazını terkettiğini görmedim.
Hakîm en-Nişâbûrî şöyle bildiriyor: "Aklı ve re'yi (görüşü) darb-ı mesel olmuştur.
Fetvâlarında şüpheli hiçbir şeye rastlanmadı. İlmine kitapları delîldir. Çok güzel namaz
kılardı. Ezân ile ikâmet arasında çok duâ eder, sonra ağlardı."
Yine Hakîm şöyle anlatıyor: Sıbgî'ye, İbn-i Abbâs'dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîften suâl
ettiler. İki kişi Resûlullah efendimiz ile namaz kıldı. Resûlullah onlara; "Abdestinizi iâde
ediniz!" buyurdular. İki kişi sebebini sorduklarında, Resûlullah efendimiz; "Falan kişiyi
gıybet ettiniz." buyurdular. Sıbgî bu konuda; "O iki kişiye abdestin emredilmesi,
mâsiyetlerine keffâret ve günahlarının temizlenmesi içindi. Zîrâ Resûlullah efendimiz;
"Abdest hatâları giderir." buyurdular.
Kendisi şöyle anlatıyor: Fedâîl kitabını yazmağa başladığım zaman, şöyle bir rüyâ gördüm:
Bahçeli bir evde bulunuyordum. Bahçeye çıkmak istedim. O sırada hazret-i Ebû Bekr
göründü. Benimle kucaklaştı. Yüzümü öptü ve bana duâ etti. Kitabı bitirince şöyle bir rüyâ
daha gördüm: Bir evin önünde bulunuyordum. Evden, Resûlullah efendimiz ile yanında
hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman veya hazret-i Ali (r.anhüm) göründüler.
Hepsinin dört kişi olduklarını iyi hatırlıyorum. Yaklaşıp Resûlullah efendimize selâm verdim.
Selâmımı aldılar. Sonra hazret-i Ebû Bekr'e yaklaştım. Gözlerimin arasından öptü ve; "Allahü
teâlâ sana, Peygamberi ve bizim tarafımızdan hayırlı karşılıklar versin!" buyurdu. Sonra
yüzüğümü parmağımdan çıkarıp, Resûlullah efendimizin mübârek parmağına taktım. Sonra
diğer zâtların parmaklarına da taktım. Sonra: "Yâ Resûlallah! Bu yüzüğün bereketi büyük
oldu. Zîrâ parmaklarınıza takıldı." dedim. O sırada uyandım.
Yazmış olduğu eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) Kitâb-ül Esmâ ves-Sıfât, 2) Kitâb-ül-Îmân vel-Kader, 3) Kitâbü
Fedâil-il-Hulefâ-il-Erbe'a.
1) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.3, s.9
2) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.361
3) El-A'lâm; c.1, s.95
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.160
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.365

AHMED BİN İDRİS


AHMED BİN İDRÎS;
İdrîsiyye tarîkatının kurucusu. Evliyânın büyüklerindendir. İsmi Ahmed bin İdris Hasenî,
künyesi Ebü'l-Abbas'dır. Hazret-i Hasan soyundan yâni şerîflerdendir. 1758 (H.1172)'de
Fas'ın Atlantik sâhilindeki Arâiş bölgesinde bulunan Meysûr'da doğdu. 1837 (H. 1253)'de
Yemen'in Subye köyünde vefât etti.
Ahmed bin İdrîs; uzun boylu, beyaz yüzlü, ince yapılı, zarîf, iri gözlü bir zâttı. Fas'ta pek çok
hocadan ilim tahsîl etti. İlimde üstün bir dereceye yükseldi. Hocalarının icâzet, yetki vermesi
üzerine dersler vermeye başladı.
Ahmed bin İdrîs'in, Şenkît âlimlerinden Allâme Müceydirî isminde bir hocası vardı. Bu zât
zaman zaman Fas'a gelirdi. Fas'ta ikâmeti esnâsında, Ahmed bin İdrîs onun yanına gider, bâzı
hadîs-i şerîf ve fıkıh kitaplarını mütâlaa ederdi. Bir gün Müceydirî yine Fas'a geldi. Ders
okuttu. Bâzı kitaplar tamamlanmadı. Şenkît'e döneceği zaman Ahmed bin İdrîs ona;
"Efendim! İzin verirseniz zât-ı âliniz ile birlikte geleyim. Geri kalan okuyamadığım yerleri
okumuş olurum." dedi. Müceydirî o zaman; "Hocamdan senin için izin alıncaya kadar sabret.
O zaman olur." buyurdu. Ahmed bin İdrîs hayretle; "Efendim siz büyük bir âlimsiniz. Bu
hâlinizle hocanız mı var?" dedi. Müceydirî de; "Evet, hocam Abdülvehhâb Tâzî'dir."
buyurdu. Ahmed bin İdrîs, söylenen bu zâtın büyük bir âlimin hocası olabileceğine çok şaştı.
Çünkü onu kendi hâlinde, zikr ehli, yaşından dolayı hürmet gören bir zât bilirdi. Aradan az
bir zaman geçtikten sonra Müceydirî; "Hocam sizin benimle Şenkît'e gitmenize izin vermedi.
Onu bana getir, buyurdu." dedi.
Berâberce Abdülvehhâb Tâzî'nin huzûruna gittiler. Ahmed bin İdrîs o zaman onun görünüş
vakar ve hallerinden velî bir zât olduğunu anladı. Huzûrunda edeble durdu. Abdülvehhâb
Tâzî ona; "Nerede o boşa geçen günlerin." buyurup, ders okuttuğu zamanlarını hatırlattı.
Daha sonra da kendisine tasavvuf yolunun edebini öğretti. Ahmed bin İdrîs bundan sonra
talebe olup her gün sohbetinde bulunmaya başladı.
Bir süre sonra, huzurundayken Abdülvehhâb Tâzî; "Şimdi hocan Müceydirî vefât etti."
buyurdu. Ahmed bin İdrîs; "Nereden anladınız efendim?" diye sorduğunda Abdülvehhâb;
"Falan zamanda Şenkît'den bir kâfile çıktı. O onun vefât haberini getirir." buyurdu. Dediği
gibi gelen kâfile Müceydirî'nin vefât haberini getirdi.
Ahmed bin İdrîs, Abdülvehhâb Tâzî hazretlerinin sohbetleri ve tasarrufları ile Magrib'de
yetişen âlim ve velîlerin en büyüklerinden oldu. Çok kerâmetleri görüldü. Onun en büyük
kerâmeti uyanık hâlde iken de Resûlullah efendimizi görmesi ve O'ndan şifâhen salevât-ı
şerîfeleri öğrenmesiydi. Kendisi şöyle anlatır:
Bir defâsında Resûlullah efendimizi gördüm. Yanında Hızır aleyhisselâm da vardı.
Peygamber efendimiz Hızır aleyhisselâma, bana Şâziliyye yolunun dersini (edebini)
öğretmesini emrettiler. O da bana Resûlullah'ın huzûrunda nasıl olunacağını öğrettiler. Daha
sonra Peygamber efendimiz, Hızır aleyhisselâma sevâbı daha çok olan zikir, salevât ve
istigfârları öğretmesini buyurdu. O zaman Hızır aleyhisselâm; "Onlar hangileridir yâ
Resûlallah?" diye suâl etti. Peygamber efendimiz; "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah
fî külli lemhatin ve nefesin adede mâ vese'ahü ilmüllah..." diye üç defâ, sonra da;
"Külillâhümme innî es'elüke bi nûr-i vechillah-il-azîm." sonra da; "Estagfirullah el-azîm
el-kerîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm Gaffâr-üz-zünûb. Yâ zel-celâli vel-ikrâm."
diye buyurdular. Sonra da Peygamber efendimiz bana; "Ey Ahmed! Yer ve göğün hazînelerini
sana verdim. O da bu zikir, salevât ve istigfârdır." buyurdular. Çok iltifât ve teveccühlere
mazhar oldum.
İnsanlar her taraftan gelip sohbetine katılıyorlardı. Âlimler ve fazîlet sâhipleri devamlı olarak
dersini tâkib ederlerdi. İlim ve irfandaki şöhreti her yere yayıldı. 1798 senesinde Mısır'a,
oradan da Mekke-i mükerremeye gitti. Otuz sene kadar orada ikâmet etti. Medîne-i
münevvere ve Taif'te bulundu. Bulunduğu yerde, derslerine devâm eden insanlara ilim ve
edeb öğretti. Onlara dünyâ ve âhiret saâdetinin yolunu gösterdi. Daha sonra Yemen'e gitti.
Zebîd, Maha ve meşhûr bir köy olan Subye'de ikâmet etti.
Ahmed bin İdrîs, Yemen'in Zebîd şehrine geldiğinde, Zebîd müftüsü Seyyid Abdürrahmân ve
şehrin ileri gelen âlimleri, sabah akşam onun kurduğu ilim meclisine gidip gelmeye
başladılar. Sohbetini dinleyip, çeşitli meseleler sordular. Ahmed bin İdrîs, sorulan sorulara,
gönüllere ferahlık verecek şekilde cevaplar verdi. Seyyid Abdürrahmân ile iki âlim arkadaşı,
onu imtihan etmek üzere aralarında anlaşıp, tefsîr ve hadîs ilminden zor sorular tesbit edip bir
kâğıda yazdılar. "Eğer suâllerimize cevap verirse, onun büyük olduğunu anlarız." dediler.
Sonunda Ahmed bin İdrîs'in ilim meclislerine gittiler. Ahmed bin İdrîs onları karşıladı ve o
daha bir şey söylemeden, Seyyid Abdürrahmân'a; "Yanındaki suâller yazılı kâğıdı çıkar.
Birinci suâl falanın, ikinci suâl senindir." buyurarak, herbirine hiç zorlanmadan birbirinden
güzel ve akılları hayrette bırakan cevaplar verdi. Hepsi onun keşfine şaştılar. Sanki Ahmed
bin İdrîs soruları hazırlarken yanlarında bulunmuştu. O zaman onun fazîlet ehli, Allahü
teâlânın velî bir kulu olduğunu anladılar ve ona teslim oldular.
Bir gün meclisine, başlarında reisleri Kâdı Hasan Ahmed olduğu hâlde bir kısım âlim geldi.
Ahmed bin İdrîs'e çeşitli ilimlerde çeşitli meseleler sordular. O da her birine akla hayâle
gelmeyen çok güzel cevaplar verdi. Daha sonra o âlimler meclisten ayrıldılar ve Ahmed bin
İdrîs'in sözlerini beğendiklerini ifâde ettikten sonra; "Lâkin biz bu konuda falan âlimin
sözünü tercih ediyorduk." dediler. Reisleri Kâdı Hasan onlara; "Gelin hep birlikte duâ edelim
ve Allahü teâlâ Ahmed bin İdrîs'in söylediklerinin mi yoksa falan âlimin dediklerinin mi hak
olduğunu bize bildirsin." dedi. Hepsi kabûl edip, Allahü teâlâya duâ ettiler. O gece içlerinden
biri, rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. İhtilaf ettikleri meseleleri arzedip; "Yâ
Resûlallah! Falan âlimin sözlerine tâbi olayım mı?" diye sordu. Resûlullah da; "Onun
sözlerinden Kitâba ve sünnetime uyan sözlerine tâbi ol." buyurup sözlerinden hangilerine
uyacağını tek tek saydı. Daha sonra da; "Yâ Resûlallah Seyyid Ahmed İdrîs hakkında ne
buyurursunuz? Onun dediğine tâbi olayım mı?" dedi. O zaman Resûlullah efendimiz;
"Sübhânallah. O benim sünnetime uygun konuşur. Ona tâbi ol." buyurdu. O âlim sevinçle
uyandı. Gidip diğer arkadaşlarına rüyâsındakileri anlattı. Hep birlikte Ahmed bin İdrîs'e gidip
rüyâyı anlattılar. O zaman Ahmed bin İdrîs; "Sizin için hakîkatı ortaya çıkaran Allahü teâlâya
hamd ederim." buyurdu.
Ahmed bin İdrîs hazretleri gittiği yerlerde yüzlerce talebe yetiştirdi. Bu talebelerini dünyânın
her tarafına göndererek asrının hidâyet güneşi oldu. Bir çok âlim onun üstünlüğünü
bildirdiler. Talebelerinin en büyüklerinden olan Şeyh İbrâhim Reşid, hocası hakkında şöyle
demektedir:
"Hocamın ilim meclislerinde bulundum. Her gün, biri sabah namazından sonra öğleye kadar,
diğeri ikindiden sonra olmak üzere iki meclis teşekkül ederdi. Hocam âyet-i kerîmelerdeki
esrâr ve incelikleri anlatır, akılları hayrette bırakırdı. Âlimler, müftüler, eşrâf ve pek çok
kimse dersini dinlerdi. Bâzan kısa bir âyet-i kerîmenin tefsîri günlerce sürerdi. Hocam; "Nûh
aleyhisselâmın ömrü kadar ömrüm olsa, bu âyet-i kerîmenin tefsîrini yine bitiremem."
buyururdu."
İbrâhim Reşid hazretleri hocası Ahmed bin İdrîs hazretlerinin pekçok kerâmetini de
anlatmıştır. Nakleder ki:
"Sudan'da idim. Daha o zamanlar babam, Kâdı Sâlih Reşîdî'nin terbiye ve himâyesinde idi.
Büyük kardeşim benim yanıma gelip, gördüğü bir rüyâyı anlattı: "Vefât eden hanımımı
rüyâmda gördüm. Ona; Allahü teâlâ sana ne muâmele yaptı? diye sordum. O da; Allahü teâlâ
biz mevtâları bir yere topladı ve bize, siz sevdiğim bir zât olan Ahmed bin İdrîs'in zamânında
yaşadınız. Onun sebebi ile sizleri magfiret ettim, buyurdu, dedi." Biz o zamanlar Sudan
topraklarında, Ahmed bin İdrîs de Yemen'deydi. Aramızda uzun mesâfeler vardı. Üstelik biz
kendisini tanımıyor ve ona talebe de olmuş değildik. Sâdece ismini duymuştuk. Çok sonraları
kendilerini tanımak ve talebesi olmakla şereflendik. O zaman bu rüyâyı kendilerine arzettim.
Mahcûbiyetle; doğrudur, buyurdu."
Talebeleri anlatırlar: Hocam ve birkaç kişi, bir gün Magrib sokaklarından birinde yürürken,
sultânın adamlarının, bir mazlûmu yakalayıp, ellerini kollarını bağlayarak götürdüğünü
gördük. Mazlumun kurtulması mümkün değildi. Hocam Ahmed bin İdrîs bize dönüp; "Sizde
bunun kurtuluşu için bir yol var mıdır?" diye sordu. Biz de olmadığını söyledik. O zaman;
"Şimdi Allahü teâlâ bakalım ne gösterecek." buyurdu ve sultânın adamlarına dönüp;
"Bağlarını çözünüz." buyurdu. O esnâda o adamcağızın ellerindeki ve boynundaki bağlar
çözülüp yere düştü. Sultânın adamları öteye beriye dağıldılar. Mazlum da böylece kurtulmuş
oldu.
Talebelerinden biri şöyle anlatır: Mekke-i mükerremede hac farîzasını edâ ettikten sonra,
şiddetli bir hastalığa tutuldum. İhtiyâcımı görecek kadar bile ayağa kalkamıyordum. Bu hâl
üzere öleceğimden çok korktum. O hâlde Allahü teâlâya duâ edip, Ahmed bin İdrîs'in
rûhâniyetinden yardım istedim. O anda uyudum. Karşımda Ahmed bin İdrîs'i gördüm. Ben bir
divanda sırt üstü yatıyordum. O yanımda durdu. Bana; "Senin ilâcın Zemzem suyu ve
ameliyat." buyurdu. Tâkatim hiç yoktu. Beni ameliyat etti. Çok terledim. Hattâ divandan
yerlere terler damladı. O esnâda uyandım. Kendimi yokladığımda bir dinçlik hissettim. Ayağa
kalkıp yürümeye başladım. Hocamın bereketiyle şifâ buldum.
Günler sonra tekrar hastalandım. Tekrar hocamı vesîle ederek yardım istedim. Rüyâmda onu
yüksek bir mekânda, büyük bir çadır içinde tek başına oturur gördüm. Selâm verdim. Bana;
"Otur." buyurdu. Huzûrunda oturunca: "Sen ölümden korkuyorsun değil mi?" buyurdu. "Evet
efendim." dedim. Bir kâğıt alıp üzerine iki satır hâlinde, birinci satıra, ömrün seksen seneye
ulaşmadan ölmezsin, ikinci satıra da inşâallah âriflerden bir zât olursun, diye yazdı. Sonra o
kâğıdı bana verdi ve; "Oku." buyurdu. Ben de okudum. Bu hususta Allahü teâlâya şükrettim.
Sonra da Resûlullah efendimizi göremediğimi hatırlayıp, görmekle şereflenmek istediğimi
arzettim. O zaman; "Otur, görmene yardımcı olayım." buyurdu. O esnâda karşımda sırasıyla;
hazret-i Ali, hazret-i Osman, hazret-i Ömer, hazret-i Ebû Bekr ile Peygamber efendimizi
gördüm. Sonra uyandım. Gördüğüm rüyâ sebebiyle çok sevinçliydim. Sonra Mekke-i
mükerremeden Yemen'e gittim. Subye şehrinde hocam Ahmed bin İdrîs'e kavuştum. Birinci
günün gecesi, rüyâmda nûrlara gark olduğumu gördüm. Nûrun çokluğu sebebiyle kendimden
geçtim. Uyandığımda vücûdum titriyordu. Daha sonra hocamdan İdrîsiyye yolunun edebini
öğrendim. Bana: "Bizim yolumuza giren, yüce maksada kavuşur. Allahü teâlâyı tanır."
buyurdu.
Ahmed bin İdrîs bir kısım talebelerine bir yere gitmelerini emretti. İçlerinden birini de, sünnet
üzere, emîr, başkan yaptı. Onlar da yola çıktılar. Cidde'ye yaklaştıklarında azıksız ve parasız
kaldılar. Onların emîri gece rüyâsında Ahmed bin İdrîs'i gördü. Ahmed bin İdrîs kendisine bir
mektup verip; "Bunu al, Allahü teâlânın izniyle yoluna devâm et." buyurdu. O da alıp cebine
koydu. Sabahleyin emîr olan kişi rüyâsını hatırlayıp arkadaşlarına anlattı. Elini de cebine
soktu. Oradan bir mektup çıkardı. Mektubun üzerinde zorluk ve sıkıntı zamanlarında okunup
da faydası görülen "Rabbi yessir velâ tüassir Rabbi temmim bilhayr. Yâ Kerîm" duâsı
yazılıydı. Hepsi buna çok sevindiler. Sonra okuyup yollarına devâm ettiler. Hiçbir sıkıntı
görmeyip arzu ettikleri her şeye kavuştular.
Talebelerinden biri anlatır: Birgün Medîne-i münevverede bir yerde oturmuştuk. O esnâda
başımızın üzerinde bir grup kuş uçmaya başladı. Hâl sâhibi bir arkadaş; "Bu kuşları
hocamızın ismini söyleyerek çağırsak, hepsi yanımıza gelirler." dedi. Öyle söylediler.
Kuşların tamâmı orada bulunanların ellerine kondular.
Ahmed bin İdrîs bir gün katırına binerken, üzengi demiri kırılıverdi. Hizmetçisine emredip,
onu tâmir için demirciye gönderdi. Demirci o parçayı yumuşaması için ateşe attı. Bir müddet
ateşte kaldıktan sonra demiri çıkardı. Demire, ateşin hiç tesir etmediğini gördü. Ne yaptı ise
de bir fayda etmedi. Hizmetçi gidip durumu Ahmed bin İdrîs'e anlattı. O da; "Ben, Allahü
teâlânın zaîf bir kuluyum. Allahü teâlâ bana komşu olandan ateşin yakıcılığını kaldırdı. Şu
mübârek beldelerdeki komşularım elbette kurtulurlar." buyurdu. O mecliste onun yakınında
olanların bir fayda görmeyeceğine inanan biri vardı. Bu hâdiseden ibret alıp, ona yakın
olanların kurtulacağını anladı ve komşu hukûkunu öğrenmiş oldu.
İbrâhim Reşîd, bir arkadaşından şöyle anlattı: Seyahate çıkmıştım. Bir çölde mahsur kaldım.
Hava çok sıcaktı. Güneş her tarafı kavuruyordu. Açlık ve susuzluktan öleceğimi anladım.
Çâresizlikle yol kenarındaki bir ağaca yaslandım. Orada kendim için bir yer hazırladım ve;
"Herhâlde burası kabrim olacak." dedim. Sonra Hocam Ahmed bin İdrîs'in şu sözünü
hatırladım:
"Bizim bir talebemiz garbta olsa, biz de şarkta olsak ve bizden yardım istese, yardımına
koşarız."
Bu hâlimle ona sığınıp yardım istedim. Ağaç kenarında sırt üstü yatmış ve yüzümü elbisemin
bir parçasıyla örtmüştüm. O esnâda bir ses duydum. Yüzümü açtım. Ağacın bir dalında, bir
torbada iki çörek ve bir karpuz gördüm. Kendi kendime hayâl görüyorum deyip, örtüyü
yüzüme çektim. Bu yerde bana kim ekmek ve karpuz verecekti. Ölüme iyice yaklaştığımı
anladım. O zaman içimden; "Gördüğüm hakîkat olmasın?" diye geçti. Tekrar örtüyü açtım.
Karpuz ve çörekler olduğu gibi duruyordu. Derhal kalkıp torbayı aldım. Çörekler fırından
yeni çıkmış gibiydi. Karpuz serin ve tatlıydı. Çörekleri ve karpuzu yedim. Doydum ve
karpuzun suyuyla, suya kandım. Yeniden güç kuvvet bularak yoluma devâm edip
memleketime vardım.
Ahmed bin İdrîs'in talebelerinden biri, Mekke-i mükerremede vefât etti. Onu Muallâ
kabristanlığına defnettiler. Defin esnâsında orada bulunan keşf sâhibi bir talebe, Azrâil
aleyhisselâmın Cennet'ten bir yaygı ve büyük kandiller getirdiğini ve kabri göz alabildiğine
genişlettiğini gördü. Bu hâle gıpta edip; "Keşke, öldüğümde benim için de Rabbim böyle bir
ikrâmda bulunsa." dedi. O zaman Azrâil aleyhisselâm; "Sizden herbiriniz, Allahü teâlânın
sevgili kulu olan hocanız Ahmed bin İdrîs'in devamlı okumuş olduğu salevât-ı şerîfeler
bereketiyle böyle ikrâm ve ihsânlara kavuşacaksınız." buyurdu. O büyük salevât da şöyledir:
"Allahümme innî es'elüke bi nûri vechillahil azîm. Ellezî melee erkân'el azîm bi kadri
azameti zâtillahil azîm fî külli lemhatin ve nefesin adede mâfî ilmillahil azîm salâten
dâimeten bi devâmillahil azîm, Ta'zîmen li hakkıke yâ Mevlânâ yâ Muhammed yâ zel hulukil
azîm ve sellim aleyhi ve alâ âlihî mislü zâlike vecma' beynî ve beynehû kemâ Cema'te
beyner'rûh-ı ven-nefsi zâhiren ve bâtınen yakazaten ve menâmen. Vec'alhü yâ Rabbi rûhan
lezzâtî min cemî'il vücûhi fid-dünyâ kablel âhira yâ Azîm."
Subye'de dokuz sene Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara öğretmekle meşgul olan
Ahmed bin İdris hazretleri 1837 senesinde vefât etti. Aynı yerde defnedilmiş olup kabri
ziyâret mahallidir.
Ahmed bin İdrîs hazretleri yüzlerce talebe yetiştirdi. İçlerinden birçoğu zamânın büyük
âlimlerinden oldular. Yetiştirdiği âlimlerden bâzıları: Zebîd müftüsü Seyyid Abdürrahmân
bin Süleymân Ehdel, Medîne-i münevverede zamânının büyük hadîs âlimi Şeyh Muhammed
Âbid Sindî, din ve fen âlimi Muhammed Senûsî, Magrib evliyâsından Şeyh Arabî Derkâvî,
Seyyid Ebi'l-Abbâs Ahmed Tîcânî, Şeyh Muhammed Meczûb Sevâskinî, Şeyh İbrâhim
Reşîd'dir.
Ahmed bin İdrîs'in yazdığı eserlerin bâzıları şunlardır: 1) Risâlet-ül-Esâs, 2)
Risâlet-ül-Kavâ'id, 3) Rûh-üs-Sünne, 4) El-Ikd-ün-nefîs fî Nazm-i Cevâhir-it-Tedrîs, 5)
Es-Sülûk, 6) Kitâb-ül-Ahzâb, 7) Kimyâ-ül-Yakîn.
D1<A%&&#$%$)$&&#")"&&;1+$%$)7
Bir gün Ahmed bin İdrîs, Fas şehrinin kapısına gelmişti. O esnâda sultânın adamlarının, gelen
geçen fakirlerin sebze ve meyvelerinden, haksız yere vergi aldıklarını gördü. Fakir fukarâ
çâresizlikle; "İnşâallah Allahü teâlâ bize bir yardımcı gönderir." diyorlardı. O zaman Ahmed
bin İdrîs, hiçbir menfaat gözetmeden, sâdece Allahü teâlânın rızâsı için duruma müdâhale
edip, yanlarına vardı ve; "İçinizden cesur birisini bana getirin." buyurdular. Ortaya birisi çıktı.
Ona; "Şimdi sen sultânın yanına git. Ona müslüman fakirlere yapılan bu zulmü kaldırmasını
söyle ve; bunda senin için hayır vardır. Eğer böyle yapmaz isen başına geleceklere râzı ol! de.
Yalnız benim ismimi söyleme diye tembih etti. O kişi de sultana gidip onun söylediklerinin
aynısını iletti. Sultan bunları duyunca başını öne eğip bir müddet düşündü. Daha sonra başını
kaldırıp; "Seni kim gönderdi?" diye sordu. O haberci de; "Bunu söyleyemem zîrâ bana ismini
gizli tutmamı söyledi." dedi. Sultan; "İsmini söyle, istediğin her şeyi vereceğim ve malları
alınan fakirlerin mallarını iâde edeceğim. Yalnız benim de bir isteğim var. Bâzı kabîleler
bana isyân ettiler. Onları itâat altına almak için bir ordu hazırladım. Onların ıslâhı ancak
itâatim altına girmeleriyledir." dedi. Haberci gidip durumu Ahmed bin İdrîs'e anlattı. O,
haberciyi tekrar gönderdi ve sultâna; "İstediğin olacak duâ ediyoruz." dediğini bildirmesini
söyledi. Çok geçmeden, âsîler Ahmed bin İdrîs hazretlerinin duâsıyla sultâna itâat ettiler. Her
taraf huzûra kavuştu.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.158
2) El-A'lâm; c.1, s.95
3) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.341
4) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.186
5) Îzâh-ul-Meknûn; c.2, s.111,263,396
6) Sefînetü'l-Evliyâ; c.1, s.249
7) Sufi Orders in İslâm; s.117-121
8) Tıbyânu Vesâili'l-Hakâyık; c.1, s.66

8 Haziran 2013 Cumartesi

Böceğin Rızkı

Böceğin Rızkı

Hazret-i Süleymân (a.s.) bir gün, deniz kenârında oturmuşlar idi. Bir karıncanın geldiğini gördü. Ağzında bir yeşil yaprak tutardı. Deniz kenârına ulaşdı. Sudan bir kurbağa çıkdı. O yaprağı karıncadan alıp, denize döndü. Karınca geri döndü.
Karıncadan sordular ki,
- Bunun hikmeti nedir.
Karınca cevâb verdi ki,
-Bu deryânın ortasında, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir taş halk etmişdir. O taşın içinde bir böcek halk etmişdir. Beni onun rızkına sebeb etmişdir. Ben her gün o nesneyi, ona yetecek kadar rızkı getiririm. Deniz kenârına ulaşdırırım. Allahü teâlâ hazretlerinin, kurbağa sûretinde yaratdığı bir meleği o rızkı benden alır, o böceğe verir. O böcek, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile, fasîh dil ile söyler ki;
-Sübhânallah ki, beni halk etdi, deniz ortasında ve taş arasında bana mekân verdi. Benim rızkımı unutmadı. İlâhî, ümmet-i Muhammedi ümîdsiz etme!

Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı

Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı?

Hep hikmetli konuşan Lokman Hekim’in derisi siyah, dudakları da kalınmış. Değerli sözlerini duyarak hayranı olan biri bir gün bakmış ki hayalinde büyüttüğü Lokman, siyah yüzlü, kalın dudaklı biri. Şaşkınlıkla yüzüne bakarken Lokman Hekim, adamın içinden geçenleri sezmiş olacak ki, şöyle çıkışmış:
– Birader, neden öyle şaşkın bakıyorsun? Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı?
Sonra da ilave etmiş.
– Bak, demiş, benim ne yüzümün siyahlığında, ne de dudaklarımın kalınlığında bir tesirim vardır. Onları Yaratan öyle yaratmış, öylesine uygun görmüş. Benim tercihim değil...
Evet, insanların yüz güzelliği, yahut da çirkinliğiyle kendilerine bir pay çıkarmaları son derece yanlıştır. Ne güzellikte bir etkisi vardır, ne de çirkinlikte. Her ikisini de yaratan ve layık gören Allâh-ü azimüşşandır. İnsan kendi iradesiyle kazandığından sorumludur.

Kaynak: Yeni aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları

AHMED BİN İBRÂHİM EL-VÂSITÎ


AHMED BİN İBRÂHİM EL-VÂSITÎ;
Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Ahmed bin İbrâhim bin Abdurrahmân bin Mes'ûd
bin Ömer el-Vâsıtîdir. 1258 (H.657) senesinde Vâsıt şehrinin doğusunda bulunan Fânus
köyünde doğdu. 1311 (H.711)'de Dımeşk'da (Şam) vefât etti. Kâsiyûn Dağının eteğinde
defnedildi. Şeyh-ül-Hızâmiyye el-Vâsıtî diye meşhur oldu. İlim öğrenmek için pekçok şehri
dolaştı. Birçok defâ Mekke-i mükerremeye gidip hac yaptı. Bu yolculukları esnâsında fıkıh,
hadîs ve siyer âlimlerinden birçok zât ile karşılaştı. Onlardan ilim öğrendi. Mısır'a sonra da
Şam'a gitti.
Allahü teâlâ ona, daha küçük yaşta iken hakkı, doğruyu öğrenmeyi ve muhabbeti, sevgiyi
nasîb etti. Bid'atten ve sapık yolda bulunanlardan nefret ederdi. Vâsıt'ta, Şeyh İzzeddîn
el-Fârûtî ve diğer fıkıh âlimleri ile sık sık bir araya gelir, onlarla Şâfiî fıkhından bâzı şeyleri
okurdu. Fıkıh ve hadîs ilimlerinde pek çok şey öğrendi. Sonra Bağdat'a geldi. Orada fıkıh
âlimlerinden bir tâife ile sohbet etti. Hacca giderek, Mekke'de âlimlerden bir cemâatle
görüştü. Oradan Mısır'a gelerek, bir müddet Kâhire'de ikâmet etti. Günlerini fıkıh âlimleri
arasında geçirdi. Buna rağmen kalbinde bir boşluk hissediyordu. İskenderiyye'de Şâziliyye
tarîkatına mensup kimselerle buluştu. Onların yanında, aradığı mârifet nûrlarına ve
latîfelerine kavuştu. Kalbinde muhabbet ve bu yola sülûk edip girmek arzusu çoğaldı. Onların
tarîkatına girmekle ve gösterdikleri yolda bulunmakla iktifâ etti, yetindi. Sonra Şam'a geldi ve
"Siyer-i Nebî" ilmi üzerinde çok mütâlaada bulundu. İbn-i İshak'ın Siyer'ine İbn-i Hişam'ın
yaptığı şerhi çok okudu. Onu hülâsa edip kısalttı. Aynı zamanda, hadîs, sünnet ve eserlere
(sahâbe haberlerine) âit kitapları mütâlaa etti. Sünnet-i seniyyeye sarılmaya, usûl ve fürû'
bilgilerini öğrenip yazmaya ehemmiyet verdi. Karşılaştığı ve daha önce aralarında bulunduğu
bid'at ehline, îtikâdı bozuk olanlara karşı reddiyeler, cevap olan eserler yazmaya başladı. Bu
sapıklardan bâzıları o kadar ileri gitmişlerdi ki, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymayı bile
terkedip, farzları yapmıyorlar ve utanıp sıkılmadan haram işliyorlardı. Hanbelî mezhebinde
olan müslümanları bu bid'atlerden korumak için Hanbelî mezhebine geçti ve sonra bu
mezhebe âit eserleri okutmaya ve yaymaya başladı. Şeyh Mecdüddîn-i Harrânî hazretlerinin
Kâfî adındaki eserini çok okurdu. Onun bu eserini bir cilt hâlinde El-Belâga adı ile muhtasar
olarak yazdı.
Ahmed-i Vâsıtî, tasavvufu öğrenmek ve bu yola bağlanmak isteyenlerin en çok faydalandığı
kimselerden birisi olup, eserleri de çok faydalıydı. Tasavvuf ve hadîs ehlinden çok kimseler,
ondan faydalanmışlardı. Hattâ bid'at ehlinden, Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolundan
ayrılan birçok kimseler, bunun eserlerini okuyarak bozuk îtikâdlarından ayrılmışlardı.
Berzâlî, Mu'cem'inde ondan bahsederek diyor ki:
"O, sâlih ve mârifet ehli bir zâttı. Çok ibâdet ederdi. Dünyâlık şeylerden kesilmiş olup, dünyâ
ehli ile bulunmaktan çok sıkılırdı. Kimseden bir şey kabûl etmezdi. Tasavvuf ilmi hakkındaki
sözleri ve yazıları gâyet doğru ve sağlamdı. O, Allahü teâlânın yoluna dâvet eden büyük bir
zâttı. Çeşitli eserleri yazarak, satıp geçimini temin ederdi. Tasavvufa dâir ve bid'at ehline
cevap teşkil eden birçok risâleler yazdı. Sünnet-i seniyye ile Selef-i sâlihînin, Eshâb-ı kirâm,
Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden olan âlimlerin gösterdiği Ehl-i sünnet ve cemâat yoluna dâvet eden
yüksek bir âlimdi. Sıfat-ı zâtiyye hakkında, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru îtikâdı
bildirdi. Peygamber efendimiz ve Eshâbı nasıl bildirdi ise, öyle açıkladı. Onun sohbetlerinde
bulunan kimseler çok faydalandılar. Dımeşk'ta onun gösterdiği yolda bulunan ve onun gibi
olan bir âlimi tanımıyorum."
Zehebî ve Berzâlî buyurdular ki:
"Bizim üstadlarımızdan, hocalarımızdan birçok kimseler ve diğer âlimler ondan hadîs-i şerîf
dinledi. Çeşitli ilimlerde mütehassıs bir âlimdi. Eserlerindeki ibâreler sağlam ve çok güzeldir.
Anlayışı kuvvetli, hattı, yazısı gâyet güzeldi. Vakitlerini zikir, ibâdet, eser yazmak, mütâlaada
bulunmak ve tefekkürle geçirirdi. Allahü teâlânın sevgi ve muhabbetine kavuşmuştu.
Tecelliyât-ı ilâhiyyenin ve envar-ı kalbiyyenin zevklerine kavuşan bir umman gibiydi.
İnsanlardan uzak yaşar, sevdikleriyle ve istifâde etmek isteyenlerle görüşürdü."
Eserlerinin başlıcaları şunlardır:
1) İrşâd-ül-Müslimîn li Tarîkati Şeyh-il-Müttekîn: Basılmış bir eserdir. 2) Şerhu
Menâzil-is-Sâirîn: Tamamlayamamıştır. 3) El-Belâga Vel-İknâ fî Halli Şühbeti
Mes'elet-is-Simâ' Fil-Fıkh: Kâfî kitabının muhtasarıdır. 4) Medhalü Ehl-il-Fıkhı
vel-Lisâni ilâ Meydan-il-Muhabbeti vel-İrfân. 5) Miftâhu Tarîk-ıl-Muhibbîn ve
Bâb-ül-Ünsi bi-Rabbil-âlemîn.
1) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile; c.2, s.358
2) Ed-Dürer-ül-Kâmine; c.1, s.91
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.6, s.24
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.139
5) El-A'lâm; c.1, s.86
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.353
7) Brockelman; Sup.1, s.203

AHMED BİN İBRÂHİM MESÛHÎ


AHMED BİN İBRÂHİM MESÛHÎ;
Bağdat'ta yetişen evliyânın meşhûrlarındandır. Künyesi Ebü'l-Esrâr veya Ebû Ali'dir. Lakabı
Ümmüddîn'dir. Bağdat ile Basra arasında bir yer olan "Mesûh"a nisbetle Mesûhî nisbesiyle
meşhurdur. Doğum târihi bilinmemektedir. 893 (H.280) senesinde vefât etti. Kabri
Mesûh'dadır. Tasavvufta yetişmiş üstün hâller ve kerâmetler sâhibi bir evliyâydı. Evliyânın
meşhurlarındanSırrî Sekâtî ile sohbet etmiştir. Sırrî Sekâtî'den ve HasanMesûhî'den bâzı
sözler nakletmiştir.
Bir defâsında hacca gitmek üzere yola çıkmıştı. Yanında ayakkabısı, bir yemek kabı ve ihramı
vardı. Herkes yanına su aldığı hâlde o almamıştı. Bağdat'tan yola çıkarken içtiği bir bardak su
ile çölü aşarak Mekke'ye ulaştı.
Kimseden bir şey istemez, yolda bir şey yemez ve içmezdi. Elinde bulunanı da fakirlere
sadaka olarak verirdi.
Buyurdu ki: "Kime istemeden helâl bir şey verilir de muhtaç olduğu hâlde kabûl etmezse,
Allahü teâlâ o kimseyi almadığı şeyin benzerini istemeye muhtaç eder."
1) Nefehât-ül-Üns; s.95
2) Nefehât-ül-Üns (Osmanlıca); s.146
3) Tabakât-ı Ensârî; s.214
4) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.211
5) Sıfat-us-Safve; c.2, s.275
6) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.57

7 Haziran 2013 Cuma

Boşa Yorulmuş

Boşa Yorulmuş

Râbia-tül Adeviyye, bir gece, evinde geç vakitlere kadar namaz kılarken hasırın üzerinde uyuya kaldı. Bu arada evine bir hırsız girdi. Her tarafı aradı, çalacak bir şey bulamadı.
Giderken;
"Girmişken boş çıkmayayım" diyerek, Râbia hazretlerinin dışarıda giydiği örtüsünü aldı. Evden çıkarken yolunu şaşırdı, kapıyı bulamadı. Geri dönüp örtüyü aldığı yere bıraktı. Bu sefer rahatlıkla kapıyı buldu. Kapıyı bulunca tekrar geri dönüp, örtüyü aldı. Fakat yine kapıyı bulamadı. Bu hâl yedi defa tekrarlandı.
Yedinci defâ tekrar örtüyü eline alınca şöyle bir ses duydu:
"Ey kişi kendini yorma. O yıllardır kendini bize ısmarladı. Şeytanın ona yaklaşma gücü yok iken, hırsızın onun örtüsüne yaklaşması mümkün müdür? Git, yorulma, boşuna uğraşma. O uyuyorsa da dostu uyanıktır ve onu korumaktadır."
Bu hâdiseden korkup dışarı fırlayan hırsız, tövbe edip bu kötü huyundan vazgeçti.

Bişr-i Hafî Hazretleri

Bişr-i Hafî Hazretleri

Nefeslerin buhar olup savrulduğu ilik donduran bir kış günü. Gün doğalı çok olmuştur ama genç adam yeni yeni doğrulur. Gözlerinde bir ağırlık vardır, şakakları zonklar. Hep öyle olur, eğlence ile geçen gecenin sabahı mahmurluk basar ve kulakları uğuldar. Karnı tok, sırtı pektir ama huzursuzdur. O sıra kapı çalınır. Hizmetçi koşup açar. Soğuk hava içeri girer köşeleri dolanır. Kapıdaki adam kadife yumuşaklığında bir sesle sorar ama duvarlar yankı yapar:
-Bu ev kimin?
-Merv reislerinden Haris Abdurrahman'ın.
-Kendileri yoklar mı?
-Yok ama oğlu var.
-Bişr mi?
-Evet.
-Peki o hür müdür, kul mudur?
-Elbette hürdür.
-Hür olduğu belli, çünkü kul gibi yaşamıyor.
-Anlayamadım?
-Sen bu kadarını söyle, o anlar.
Bişr fırlar ama meçhul ihtiyar yok olmuştur. Acaba adı menkıbelerde geçen Hızır aleyhisselam o mudur?
Genç adam tutulur kalır. Bir an oyun ve eğlence ile geçen gecelerinden iğrenir. Kendine yeni bir istikamet çizecektir ancaaak.
Ancak çevresi onu, ona bırakmaz. Öyle ya hem böylesine zengin hem bu kadar cömert arkadaş kolay bulunmaz. 'Yoldaşını bırakmak delikanlılığa sığmaz' der, eteğine yapışırlar. Koluna girer, meyhanelere sürüklerler. Yine o mâlum geceler, defler, kadehler, dümbelekler...
Ama Bişr eski Bişr değildir. Ayakları işrethaneleri dolaşsa da gönlü hakikatleri arar.
Bir gece ama şakır şakır yağmur yağan bir gece evine dönmektedir. Çamur içindeki bir kâğıt dikkatini çeker. Üzerinde besmeleyi görünce yerden alır. Çamurlarını siler, öper, koklar. Eve gelince gül yağları ile siler duvara asar. O gece Merv âlimleri rüyalarında Bişr'i görürler ki onların bile özlediği manevi ikramlar içindedir.
Rabbinden haber var
Ulema Bişri arar, sorar, mâlum yerlerde bulurlar. Onu dışarı çıkarırlar. Rengi sapsarıdır. Korkuyla sorar.
-Siz burada... Hayrola?
-Sana Rabbimizden haber var.
-Biliyorum, bana çok kızıyor.
-Aksine seni çok seviyor.
-Ama nasıl olur?
-Sen dün gece çamurdan bir kâğıt buldun mu?
-Buldum.
-Yerden aldın mı?
-Aldım.
-Öpüp kokladın mı.
-Kokladım?
-Güzel kokular sürüp duvara astın mı?
-Astım.
-İşte Allahü teâlâ da ismini temizlediğin gibi seni temizledi ve o kâğıda hürmet ettiğin için adını aziz kıldı.
Bişr son kez meyhaneye girer, arkadaşlarıyla vedalaşır. O anı hatırlamak için hayatı boyunca yalınayak dolanır çünkü tevbe ettiğinde ayakları çıplaktır. İşte bu yüzden adı 'Hafi' (yalınayaklı) kalır.
Nereden nereye
O günden sonra ilim peşinde koşar. Önce dayısının medresesinde okur. Sonra Mekke, Kûfe, Basra ve Şam'a gider.
Çok alim tanır, çok kitap okur, ilim meclislerine katılır, ezber yapar, notlar tutar. Nitekim Bağdat'a gelir. Fudayl bin İyad, Muafa bin İmran ve İmam-ı Malik ile birlikte bulunur. Maruf-i Kerhi Hazretleri ile dost ve sırdaş olur. Nurlu dergâhına birçok genç gelir gider ki Sırriy-i Sekati bunlardan biridir. Ahmed bin Hanbel, Bişr-i Hafi Hazretlerine karşı çok hürmetkârdır. Talebeleri sorarlar:
-Efendim hadiste eşiniz benzeriniz yok, fıkıhta müctehidsiniz. Bişr gibi bir dervişin kapısında ne arıyorsunuz?
-Evet hadis ve fıkhı ondan iyi bilirim ama o kalp ilimlerinde hepimizden iyidir.
Birgün askerler bir mahkûmu meydana çıkarırlar. Suçu ağır olmalıdır. O kadar çok kırbaç vururlar ki derileri yarılır. Etlerinden sızım sızım kan sızar. Lâkin genç bir kere bile sesini çıkarmaz. Muhafızlar kan ter içinde kalır, nefeslenmek için dururlar. Bişr gence sokulup sorar:
-Biliyor musun tahammülüne hayran kaldım.
-Nasıl ağlayıp bağırabilirim ki. Kalabalığın içinde sevdiğim kız var ve şu an beni görüyor.
-İyi ama Allah-ü teâlâ seni her an görüyor. Onun edebini gözetmeyi hiç düşünmedin mi?
Genç öyle bir 'Allah' der ki kendinden geçer. Yüzlerce kırbaca direnen vücut bu aşka tâkat getiremez. Muhafızlar yanına koştuğunda çoktan can vermiştir.
Hoca hekim olunca
Bişr-i Hafi her hadiseden hikmet alır. Mesela Abadan civarlarında bir saralı görür ki, toprağa düşmüş çırpınmaktadır. Yanına varınca cüzzamlı ve kör olduğunu farkeder. Yaralarına üşüşen karıncalar etlerini koparmaktadırlar. Başını kucağına alıp su verir. Genç kendine gelince 'sen de kimsin?' diye sızlanır, 'hem Rabbimle arama niye girdin?'
Aslında Bişr-i Hafi mükemmel bir tabibdir. Bitkileri ve baharatları çok iyi tanır ve onları ustalıkla kullanır. Otlardan köklerden mi yoksa dualarının bereketiyle mi bilinmez Allahü teâlâ onun hastalarına şifa dağıtır.
Bir gün evine girerken tefekküre dalar. 'Bağdat'ta bunca insan var. Kimi Yahudi, kimi Hıristiyan. Ben ne yaptım ki bu devlete kavuştum? Onlar neyi yapmadılar ki mahrum kaldılar?' Böyle düşünürken sabah ezanları okunmaya başlar ki o hâlâ eşiktedir.
Bişr-i Hafi ölümüne doğru birisinden ödünç gömlek alır ve kendi gömleğini bir fakire bağışlar. Hasılı ardından bir gömlek bile bırakmaz. O Bağdat'a geldikten sonra hayvanlar yerleri kirletmezler çünkü mübareğin yalınayak dolaştığını bilirler. Bağdatlılar hayvanların eskiye döndüklerini farkedince 'Eyvah' derler, 'Bişr-i Hafi ölmüş olmalı'
Bişr-i Hafi buyurdular ki
* İki şeyden kaçın: 'Çok yemekten ve çok konuşmaktan'
* Dünyada aziz olmak isteyen diline sahip olsun. Şahitlik yapmasın, imam olmasın, ziyafetlere katılmasın.
* Sabır Allah-ü teala'yı kullara şikayet etmemektir.
* İnsanlar arasında tanınmak isteyen ahiretin tadını alamaz.
* Şöhreti seven Allah'tan korkmaz.
* Övülmekten hoşlanmak ahmaklıktır.
* Sabır susmaktır. Konuşan, susandan daha fazla vera sahibi olamaz.
* Kötü insanlarla arkadaşlık yapan iyi kimselere sui zan eder.
* Dün öldü, yarın doğmadı, bugün can çekişiyor. Sen bu anı değerlendir.
* Topal bir karınca düşünün. Bir buğday için saatlerce uğraşır, didinir, tam yuvasının ağzına getirir ki taneyi kuş kapar. Ölüm kuşu da böyledir. Kimse dünyadaki emeline kavuşamaz.

Kaynak: Huzura Doğru

AHMED BİN HÜSEYİN AYDERÜSİ


AHMED BİN HÜSEYİN AYDERÛSÎ;
Arabistan Yarımadasının Hadramût bölgesinde yetişen velîlerden. İsmi Ahmed bin Hüseyin
bin Abdullah'tır. Ayderûsî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Doğum târihi bilinmemektedir.
Terîm'de doğdu. 1560 (H.968) senesinde Terîm'de vefât etti. Kabri Zenbil kabristanındadır.
Asîl, temiz ve âlim bir âileye mensûb olan Ahmed bin Hüseyin Ayderûsî küçük yaşta ilim
öğrenmeye başladı. Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Babasının ve amcası Şeyh bin Abdullah'ın
sohbetlerinde bulunup istifâde etti. Allâme Muhammed bin Ömer Bahrâk ve Seyyid Ömer bin
Abdullah Bâşibân, İmâmü'l-Ârifîn Muhammed bin Alevî ve İmâm-ı Ahmed, Fakih Ömer bin
Abdullah Mahreme gibi âlimlerden ilim öğrendi. Fıkıh, hadîs, tasavvuf ilimlerinde yüksek
derece sâhibi oldu. Pekçok âlim ve evliyâdan icâzet, diploma aldı ve hırka giydi. Yâni
insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhiret seâdetine
kavuşmaları husûsunda gayret etti. Evliyâullahın büyüklerinden pekçok kimse onun
büyüklüğünü tasdik etti. Tasavvuf yolunda ders aldığı hocaları ona talebe yetiştirmek ve
insanlara hak yolu anlatmak husûsunda hilâfet verdiler. Pekçok kimse onun ilim ve sohbet
meclislerine gelerek istifâde etti. Yaptığı vâz ve nasîhatleriyle, insanların dünyâda ve âhirette
kurtulmalarına vesîle oldu. Birçok risâle ve kitaplar yazdı. Talebelerinin çok faydalandığı
Kitâbü'l-İrşâd bu eserlerdendir. Babasının hayâtını ve babasının hocalarının hal tercümelerini
anlatan Kitâb fî Ahbâri Vâlidihî adlı eseri yazdı.
Ahmed bin Hüseyin bin Abdullah el-Ayderûsî ilim ve fazîlet yönüyle yüksek derece ve güzel
ahlâk sâhibiydi. Devlet adamları kendisine çok iltifât ederlerdi. Mal ve mevkıini
müslümanların hizmetine vermişti. İlmiyle amel eden âlimlere çok ikrâm ve ihsânlarda
bulunurdu. Fakir, yetim ve kimsesizlere elinde olanları tasadduk edip verirdi. Talebelerini
yetiştirmek ve terbiye etmek husûsunda özel ihtisâs sâhibiydi. Onları tatlı dil ve güler yüzle
terbiye ederdi.
Şeyh Sâlih Ömer binZeyd şöyle nakl eder: "Memleketimden, kendime saâdet yolunu
gösterecek bir rehber aramak üzere çıktım. Terîm'e vardığım zaman beni Şeyh Ahmed bin
Hüseyin Ayderûsî'ye götürdüler. O zâtın hizmetinde bulundum, bir müddet sohbetinde kalıp
istifâde ettim. Beni kendine o derece bağladığından başkasına gidecek hâlim kalmadı. Hocam
devamlı zikir ile meşgûl olur. Bâzan zikrin verdiği hal sebebiyle kendinden geçerdi.
Çoğu kere "Allah." dediği zaman elindeki tesbih tanelerinden her biri dört parçaya bölünürdü.
O parçalardan birisi bir kimseye isâbet ederse ona elem verirdi. Huzûrunda bulunanlar kırılan
parçaları toplarlar, yaraların tedâvîsi için kullanırlardı.
Ahmed bin Hüseyin bin Abdullah Ayderûsî'nin pek çok kerâmeti meşhûr olmuştu.
SeyyidAhmed bin Şeyhu'l-Ayderûs babasını ziyâret için Hindistan yolculuğuna çıkacağı
sırada Ahmed bin HüseyinAyderûsî'ye vedâ için gelince, söz arasında kızı Fâtıma'nın ismi
geçti. Ahmed bin Hüseyin Ayderûsî ona; "Bu senin zevcendir." buyurdu. Halbuki Fâtıma
Hâtun bir başkasıyla evliydi. Ahmed bin Şeyh Ayderûs Hindistan'a gidip babasını ziyâret etti
ve Terîm'e döndü. Kocası vefât etmiş olan Fâtıma Hâtunla evlendi. Böylece Ahmed bin
HüseyinAyderûsî'nin kerâmeti ortaya çıktı.
Sâlih ve velî bir zât olan Ahmed bin Abdülkavî, hacca gitmediği halde Ahmed bin
HüseyinAyderûsî'yi Arafat'ta vakfeye durmuş, Beytullah'ı tavâf ve Safâ ile Merve arasında
sa'y eder görmüştü.
Talebelerinden Sa'îd bin Sâlim bin Şevvaf hocasına; "Benim ölümümün memleketimde
olmasını temennî ediyorum." dedi. Ahmed bin HüseyinAyderûsî talebesine buyurdu ki: "Sen
Mişkâs adı verilen mahaldeki Verdetü Mesic'de vefât edeceksin." O talebesi denilen yerde
vefât etti.
Ahmed bin Hüseyin bin Abdullah el-Ayderûsî çok ibâdet ederdi.Birisinin hasta olduğunu
işitince hemen ziyâretine giderdi. Kendisinden bir şey istemeye gelenin ihtiyacını derhâl
karşılardı. Dedesi Şeyh Abdullah Ayderûsî'yi sık sık ziyâret eder, onun huzûrunda ve
hizmetinde çok kalırdı. İnsanlara güzel muâmelede bulunur, yaptığı her işte Allahü teâlânın
rızâsını kazanmaya çalışırdı. Tasavvuf yolunda yüksek derece sâhibi olup, keşf ve kerâmet
sâhibiydi.
Bu üstün hâlleri ömrünün sonuna kadar devâm etti. 1560 (H.968) senesinde Cemâziyel evvel
ayının yedinci gününde Terîm'de vefât etti. Zenbil kabristanında defn edildi.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.329
2) Nûr-us-Safîr; s.244
3) Meşre-ur-Revî; c.2, s.57

AHMED HULÛSİ EFENDİ


AHMED HULÛSİ EFENDİ;
Denizli müftüsü ve Millî Mücâdelenin ilk bayraktârı. 1861 (H.1278) yılında Denizli'de
doğdu. 1931'de vefât etti.
Dedesi Veli ve babası Osman efendiler de müftü ve müderris idiler. Tahsîlini Denizli Kayalık
Müftüler Medresesinde yaptı. Babasından icâzet aldı. Bundan sonra medresede dersler
vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı. Sonra Denizli Müftülüğüne getirildi. Bu görevde iken
Türkiye'nin paylaşılmasını ihtivâ eden Mondros Mütârekesi imzâlanmıştı. Şubat 1919'da
Paris'te bir araya gelen Îtilâf devletleri temsilcileri Balıkesir, Aydın ve İzmir'i Yunanistan'a
vermeyi kararlaştırdılar. Bu gelişmeler üzerine Nûreddîn Paşa, bölge ileri gelenleri ve din
adamları liderliğinde, İzmir Müdâfaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak Cemiyeti adı altında bir
teşkilât kurdu. Bir kongre toplanmasını kararlaştıran cemiyet, Balıkesir, Aydın ve Denizli
livâlarından delege gönderilmesini istedi. Denizli'den gönderilen delegeler arasında Ahmed
Hulûsi Efendi de bulunuyordu. Kongreye İzmir vâli ve kolordu komutanı Nûreddîn Paşa
başkanlık etmiş ve ilhak tahakkuk ettiği takdirde mukâvemet edebilmek için teşkilât
kurulması kararlaştırılmıştı. Paşa, İzmir'in Yunanistan'a verilmesi hâlinde silâhlı bir
müdâfaaya kalkışılacağını söylediği sırada Ahmed Hulûsi Efendi büyük bir uzak görüşlülükle
kendisine şöyle demişti:
"Paşa! İstanbul işgâl altındadır. İşgâl kuvvetleri İstanbul hükûmeti üzerinde tazyiklerde
bulunarak sizi terfian veya memuriyetinizi nakil sûretiyle İzmir'den uzaklaştırırlar. Çünkü
buradaki hıristiyan unsurlar işgâl kuvvetleriyle temas hâlindedirler. Sizin burada fiilî
mukâvemet için girişeceğiniz her hareketi onlara bildirirler. Onlar da hükûmete tesir ederek,
bu teşebbüsü netîcesiz bırakırlar. Bakınız Rum papazlarından metropolit Hrisostomos daha
şimdiden bu şehrin fahrî vâlisi gibi hareket etmeye başlamış ve Yunan işgâlinin hazırlıklarına
girişmiş bulunmaktadır."
Ahmed Hulûsi Efendinin söyledikleri çok geçmeden gerçekleşti. Nûreddîn Paşa azledilerek
yerine vâliliğe Kambur İzzet, kumandanlığa da emekli paşalardan Nâdir Paşa tâyin edildi.
Ahmed Hulûsi Efendi ise, İzmir Redd-i İlhak Kongresinden döndükten sonra memleketin
elîm bir âkıbete sürüklenmekte olduğunu görerek derhâl yoğun bir teşkilâtlanma çalışmasına
girişti.Onun bu faâliyetlerini Denizli mutasarrıfı Fâik Bey (Öztırak) şöyle anlatmaktadır:
Ahmed Hulûsi Efendi, benimle çok uzun ve mahrem görüşmelerde bulundu. Denizli
sancağının kazaları olan Acıpayam, Buldan, Sarayköy, Tavas ve Çal'da bilhassa müftüler ve
müderrislerle eşrâfın rehberlik ettiği heyetlerin teşkîlini temin ettiğini söyleyip, artık
mukadder olan Yunan işgâli önünde neler yapılması îcâb ettiğinin şimdiden düşünülüp
lüzumlu tedbirlerin alınmasını teklif ve tavsiye etti. Bugün daha iyi anlıyorum ki, müftü
efendinin sözlerinde hiç bir imkânın gerçekleşmesi şartı yoktu. Yapılması gereken vatanın
istiklâli ve haysiyeti îcâbıydı. İlmi, irfânı, ahlâkı ile muhitin hürmet duyduğu muhterem
şahsiyeti, sancağın her tarafında sevilen ve sayılan adamdı. Ahmed Hulûsi Efendi çok zor
şartlar altında vazîfeye çağırdığı kimseleri meziyet ve husûsiyetleriyle çok iyi takdir ederek
tâyin ve tespit etmişti. O müstesnâ günlerin bendeki en derin intibaı şudur: Çok güç şartlar
altında girişilecek hizmetlere lâyık mânevî rehberler bulur ve onların telkinleri kalp ve
vicdanlarda ümit izleri meydana getirebilirse elde edilemeyecek güzel netîceler, ufukların
ardında demektir. Ben Ahmed Hulûsî Efendinin mübeccel ve muhterem varlığında bu ebedî
hakîkatın en muhteşem misâlini görmüşümdür."
Bu arada beklenen fecî âkıbet gerçekleşti. İzmir 15 Mayıs 1919 Perşembe sabahı Yunanlılar
tarafından işgâl edildi. Acı haber Denizli'ye ulaştığı zaman irkilmeyen, ümitsizlikle
yıkılmayan tek insan Ahmed Hulûsi Efendiydi. Çünkü o, mukadder sonucu biliyor, din, vatan
ve nâmus için neler yapılması gerektiğini düşünmüş bulunuyordu. İzmir'in işgâli üzerine ilk iş
olarak Denizli'de bir protesto mitingi tertipledi. Müftülük dâiresinin yakınındaki bir câmide
bulunan Sancak-ı şerîfi asılı bulunduğu yerden tekbirler ve salât ü selâmlar ile indirdi.
Etrafında şehrin ileri gelen şeyh ve imâmları olduğu hâlde câminin etrâfında bekleşen
kalabalığın önüne geçti. Kalabalık Belediye Meydanına doğru yürümeye başladı. Tekbir
seslerini işiten halk, işini gücünü bırakarak Belediye Meydanına koşuyordu. Müftü Hulûsi
Efendi meydanı doldurmuş bulunan Denizlililere hitâben ağlamaklı bir sesle şöyle konuştu:
"Hemşehrilerim!.. Karşımıza çıkarılan düşman daha dünkü uşaklarımızdır. Biz onlara mağlûb
da olmadık. Bu düşman her kim olursa olsun Türk'ün ve Müslümanlığın son müstakil yurdu
olan topraklarımızı da elimizden almak istiyor. Bizler şimdiye kadar esir yaşamadık ve
yaşayamayız. Silâhımız yoksa sapan taşıyla düşmana karşı çıkmak ve onu tepelemek her Türk
ve Müslümana farz-ı ayndır. Fetvâ veriyorum. Silâh azlığı veya çokluğu mühim değildir.
Birçok ülkelere hükmetmiş Fâtihlerin torunlarıyız."
Sözü sık sık tekbirlerle kesilen ve son derece heyecanlı geçen miting, Denizli halkının
düşmana mukâvemet için hazır bulunduğunu ve şehrin muhterem müftüsü Ahmed Hulûsi
Efendinin emir ve direktiflerine uyacaklarını göstermişti. Fakat Ahmed Hulûsi Efendi yalnız
Denizli için değil, bütün civar, vilâyet ve kazâları da içine alan bir millî mukâvemet hareketi
meydana getirmek istiyordu. Bu sûretle Aydın ve Nazilli'ye emin adamlarından birkaçını
göndererek onlarla temasa geçti. Müftü Efendinin faâliyetlerini yakından tâkib eden Denizli
Rumları ise; "Onun sarığını başına dolayacağız." diye haber göndermekteydiler. Ancak
kahraman Denizli müftüsü bu tehditlerden korkacak ve din ve nâmus müdâfaasından geri
duracak bir kimse değildi. Bizzât kendisi Dinar'a ve Afyonkarahisar'a gitti. Bu bölgelerdeki
diğer müftü, vâiz ve müderrislerle temasa geçerek silahlı çeteler teşkil edip, ilerleyen Yunan
kıtaları karşısında bir mukâvemet cephesi meydana getirmek husûsunda onları harekete
geçirdi. Bu bölgede efeler, yedek subaylar, mütekaid (emekli) subaylar ve halktan herkes
mahallî müftülerin idâre ettiği teşkilâta kaydolunarak kısa zamanda harbe hazır vaziyete
getirildiler.
Hazırlıklarını tamamlayan Hulûsi Efendi, Yunanlıların Nazilli'ye girmeleri üzerine emrindeki
kuvvetle derhal harekete geçti. Nazilli'de bulunan Yunan kumandanı üç-beş bin kişilik bir
kuvvetin üzerine geldiğini haber alınca derhal mevziini terkederek Aydın istikâmetine
çekildi. Müftü Hulûsi Efendi kumandasındaki milis kuvvetleri Nazilli'yi kolaylıkla ele
geçirdiler. Fakat burada durmayarak Aydın'a doğru gerilemiş bulunan Yunan kuvvetlerinin
takibine başladılar. Nazilli'de ve yol boyunca uğranılan her köyde toplanan halka, heyecanlı
nutuklar îrâd eden Müftü Efendinin emrindeki kalabalık gittikçe artıyordu. Bu nûr yüzlü din
adamına karşı herkes büyük hürmet, îtimâd ve muhabbet besliyordu.
Ahmed Hulûsi Efendi bu gayret, şevk ve inançla Aydın'ı Yunanlılardan geri almaya muvaffak
oldu. Bundan sonra artan kuvvetlerin idâresi işini kumandanlık vasıfları iyi bilinen Demirci
Mehmed Efeye bıraktı. Ancak bu sırada toparlanan Yunanlılar büyük kuvvetlerle gelerek
Aydın'ı tekrar işgâl ile büyük katliamlarda bulundular.
Bundan sonra bölgede tam bir ölüm kalım mücâdelesi başladı. Ahmed Hulûsi Efendi bizzât
bir nefer gibi çarpışmalara katıldı. Verdiği vâzlarla da topladığı gönüllülerle milis
kuvvetlerini devamlı destekledi. Böylece Denizli bölgesinde Yunan ilerleyişine set çekti. Bu
müdâfaa hattı olmasaydı. Ankara'nın, düzenli askerî birliklerin kurulmasını sağlayamadan
Yunan birliklerinin eline geçmesi işten bile değildi.
Ahmed Hulûsi Efendi Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra gelişen siyâsî olaylara
karışmamış ve geri kalan ömrünü Allahü teâlâya tâat ve ibâdetle geçirmiş, gençlere dîn-i
İslâmı öğretmeye çalışmıştır. 22 Kasım 1931'de yetmiş yaşının içinde fâni hayâta vedâ etti.
Denizli kabristanındaki kabrinin sağ cephesinde "Millî mücâdelenin ilk alemdârı Denizli
Müftüsü Ahmed Hulûsi Efendi burada medfûndur" diye yazılıdır. Ahmed Hulûsi Efendi'nin
beş oğlu ve bir kızı vardı. Soyadı kânununun çıkmasından sonra âile "Müftüler" soyadını
almıştır.
1) Sarıklı Mücâhidler; s.173-183
2) Millî Mücâdelede Denizli, Isparta ve Burdur Sancakları; s.63-65,82-90,151-152
3) Sarıklı Bir Mücâhid (Târih Mecmuâsı; sayı-9); s.12-13

6 Haziran 2013 Perşembe

BİR KESE ALTIN

BİR KESE ALTIN
Süfyân-ı Sevrî hazretleri son anlarını yaşıyordu. Yastığının altından bir kese çıkardı. İçinde altınlar vardı. Yanındaki dostlarına, 'Bunu sadâka olarak dağıtın' buyurdu.
Dostları bu hâli hayretle karşıladılar ve:'Allah Allah!Süfyân-ı Sevrî dünya malına ehemmiyet vermez, yanında dünyalık bulundurmazdı. Bu kadar parayı saklamanın sebebi ne ola ki?'diye birbirlerine sordular.
Süfyân-ı Sevrî hazretleri onların şaşkınlığını görünce, durumu şöyle izah etti:
'Bu para ile, ben, dinimi korudum. Şeytanımı ve nefsimi susturdum. Nefis ve şeytan ne zaman bana,'Giyecek bir şeyin yok. Bunlar için dünyaya çalış, dünyalık kazan diye vesvese vermeye çalışsalar onlara bu altınları gösterir, başımdan kovardım, Bu altınları onlara karşı silah olarak kullanırdım.'
Altınlar dağıtıldıktan sonra, Süfyân-ı Sevrî hazretleri de vefat etti.

Alıntı: Fazilet Takvimi 1997

BİR İNSANI TANIMA YOLLARI NELERDİR

BİR İNSANI TANIMA YOLLARI NELERDİR?

'Bir adam Hz. Ömer (r.a.)'in yanında bir hususta şâhitlikte bulunmuştu. Ömer ibnü'l-Hattâb hazretleri ona,
' Ben seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir, dedi.
Orada bulunanlardan birisi,
' Ben onu tanıyorum, deyince Hz. ömer,
' Nasıl bilirsin? diye sordu. O da,
' Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum, cevabını verdi.
Hz. Ömer (r.a.) tekrar sordu:
' Gecesini gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur?
' Hayır, diye cevap verdi adam.
Hz. Ömer (r.a.) sormaya devam etti:
' İnsanın takvâsını ortaya koyan, muâmelesidir. Bu adam, alış'veriş yaptığın bir kimse midir?
Adam tekrar,
' Hayır, dedi.
Hz. Ömer (r.a.) bu defa;
' Bununla, insanın ahlâkının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkân veren bir yolculuk yaptın mı? diye sordu.
Adam bu soruya da,
' Hayır, cevabını verince, Hz. Ömer (r.a.),
' Sen onu tanımıyorsun, dedi ve sonra da adama dönerek,
' Git, seni tanıyan birini getir, buyurdu.'
Demek ki bir insanı iyi tanıyabilmek, doğruluk ve dürüstlüğünden emin olabilmek için; onunla, ya yakın komşuluk yapacaksın veya alış-verişte bulunacaksın yahut da beraber yolculuk edeceksin... Aksi takdirde, yani bu ölçülerden hiçbirisi ile tartmadığın bir kişi hakkında, müsbet veya menfî yönde şahâdette bulunmayacaksın. Zira bu demektir ki, sen onu tanımıyorsun.

Alıntı: Fazilet Takvimi, 2001

AHMED HİLMİ EFENDİ


AHMED HİLMİ EFENDİ;
Osmanlı Devletinin son devresinde yetişen âlim ve evliyâdan. İsmi Ahmed bin Muhammed
bin İsmâil'dir. Ankara'da doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. İlim ve fazîlet
sâhibi bir zât olarak yetişti. Asrın fazîletlilerinden el-Hâc Ahmed Hilmi adıyla tanındı. 1916
(H.1335) senesi Muharreminin (12 Teşrîn-i Sânî) Pazar günü İzmit'te vefât etti. Sultan Orhan
Câmii civârındaki Bağçeşme kabristanına defnedildi.
Ahmed Hilmi Efendi, ilim ve edeb üzere yetişip, Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî
hazretlerinin talebeleri arasına girdi. Hocasından tasavvuf yollarından Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî hazretlerinin insanları yetiştirmedeki terbiye usûlü olan Hâlidiyye kolundan icâzet
(diploma) aldı. Sonra İzmit'te Fevziye, Taşıçılarbaşı ve Yeni Cumâ câmilerinde imâm ve
hatiplik yaptı. Bu vazîfesi sırasında haftanın salı ve cumâ günleri yatsı namazından sonra
Hatm-i hâcegân gibi hayırlı işlerle meşgûl oldu. Çok kimseyi Allahü teâlâyı anmaya ve
hatırlamaya alıştırdı. Onların gönüllerinin toplanmasına çalıştı. Bilâhare çıkan dedikodular
yüzünden Kastamonu taraflarına gönderildi. Orada ikâmete (kalmaya) memur edildi.
Ahmed Hilmi Efendi orada Müslümanların dinlerini korumaları için lâzım olan bilgileri
öğrenmelerine dâir Muhibbü'l-Fıkh li Hıfzı'd-Dîn ismindeki eserini hazırlayıp neşretti. Daha
sonraları İzmit'e döndü. Vakitlerini medresede ders ve talebe yetiştirmekle ve ibâdetle geçirdi.
Vefât haberi zamânın İkdâm Gazetesi'nin 15 Muharrem 1916 Pazar günkü nüshasında irtihal
başlığı altında şöyle yayınlandı:
"İzmit'te Gâzi Süleymân Paşa Medresesi Müderrisi Hulefâ-i Nakşibendiyye-i Hâlidiyyeden ve
Fudalâ-yı asrdan Ankaralı Hacı Ahmed Hilmi Efendi irtihal-i bekâ eylemiştir. Mevlâ-yı
müteal rahmet eyleye. İzmit'te Orhan Câmii civârındaki Kal'a kabristanına defnedilecektir."
Ahmed Hilmi Efendi kitabını yazma sebebini şöyle anlatır:
Kastamonu vilâyetinde ikâmete memur olduğum günlerden birinde sâlih bir zâta misafir
oldum. O esnâda bana anlattı: Onun sevdiklerinden biri hasta olmuş. Tedâvî için bir tabîb
getirmişler. O tabîb misâfir olduğum zâta; "Bir hasta için bir köye gitmiştim. Orada ihtiyar bir
adama peygamber ve kitabınızın ismi nedir diye sordum. O ihtiyar cevap veremeyip sükût
etti. Sonra ben o adama, peygamberimin ismi Îsâ, kitâbımın ismi İncîl'dir. Bak ben biliyorum
sen bilmiyorsun, dedim." diye anlatmış.
Bu anlatılan gayretime dokundu. İnsanlara nasîhat olarak vâzda ve dışarıda hoca efendilere
işin önemini, vehâmetini söylemişsem de, içimdeki ateş dinmedi. Bir zaman Devrekâne
nâhiyesinde Tevfikiyye Medresesinde ders okuturken ihlâs sâhibi bir zât bu eseri
hazırlamamızı istedi. Allahü teâlâya tevekkül ederek yazmaya başladım ve bu eser meydana
geldi.
İmâm ve Hatip efendilere tavsiye ve ricâ ederim ki, cumâ günü ve cemiyetlerde
(toplantılarda) ilmihâle dâir bilgiler okumalı, yalnız sıbyanlar (çocuklar) ile yetinmeyip, cumâ
namazından evvel Dürri Yektâ Şerhi ve İmâm-ı Birgivî'nin Vasiyyetnâme'si ve bunun
şerhlerinden edinmeli ve ahâliye (müslümanlara) okumalıdır.
Ahmed Hilmi Efendi yine şöyle anlatır:
Peygamber efendimiz; "Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir." buyurdu. Dînin emir ve
yasaklarını bildirmede âlimler vâristir. Peygamberler dîni, diyâneti insanlara bildirip
açıklamakta neler çektiler. Fakat ilâhî emir ve dînî vazîfeyi bildirmekten geri durmadılar.
İnsanlar ise onlara bu tebliğ ettikleri, bildirdikleri şey sebebiyle düşman olurlardı.
Peygamberler cenâb-ı Hakk'a tevekkül edip (sığınıp, güvenip) onlardan korkmadılar. Bizler
ise dünyâ geçimini düşünüp ararız. Onu da tamam elde edemeyiz. Bâzımız dünyâda ve
âhirette perişan olur gider. Dîni öğretmede tamâmen peygamberlerin yolunda olsaydık dünyâ
ve âhiretimiz mâmur olurdu. Yavrularımız dinlerini tam öğrenemiyorlar. Yardıma muhtaçlar.
Rabbimizin; "Allahü teâlânın dînine yardım ederseniz Allahü teâlâ da size yardım eder"
(Muhammed sûresi: 7) buyurduğunu duymuşsunuzdur.
*10<$&&*"!+(%&&;1%41!+$%
Ahmed Hilmi Efendi buyurdu ki:
Mümin mümine yardım ve muâvenete borçlu gibidir. İşini âlimlerin bildirdiği şekilde yap. Bu
zamanda fetvâ, takvâ aranmaz deme. Bu nefs ve şeytanın aldatmasıdır. İslâmiyette güçlük ve
zorluk yoktur. Eski ümmetlerde olan güç ve ağır teklifler bu ümmetten kalkmıştır.
Ne çâre ki din kayrılmaz. İş âlimlere sorulmaz. Âdet ne ise ona bakılır. Nefs ne isterse o
yapılır. Yine de müslümanlık dâvâsına kalkılır. Heyhat uzak böylelerine müslümanlık.
Komşu hakkında şöyle bildirdi:
Hazret-i Enes, Peygamber efendimizden rivâyet etti ki: "Kişinin îmânı doğru olmadıkça, kalbi
doğru olmaz. Dili doğru olmadıkça kalbi doğru olmaz. Mümin, komşusunun lisanından
(dilinden) emin olmadıkça Cennet'e giremez."
Îmânı tâzelemek husûsunda buyurdu ki:
Her gün tecdîd-i îmân (îmânı yenilemek) müstehaptır. "Yâ Rabbî! Eğer benden unutarak ve
yanlışlıkla ve bilerek küfür ve şirk ve günâh ve her ne meydana gelmiş ise ben onların
hepsinden dönüp vazgeçtim, pişman oldum. Bir dahi yapmamaya söz verdim. İslâm dînini
kabûl ettim. Peygamber efendimiz hazretleri senin tarafından her ne getirdi ise inandım, kabûl
ettim. Dilim ile söyledim kalbim ile tasdîk ettim. Hepsi haktır, doğrudur ve gerçektir. Eğer
söz ve işlerim dîne aykırı ise ondan da pişman oldum. Vaz geçtim." demeli ve Âmentü
duâsını okumalıdır.
1) Muhibbü'l-Fıkh li Hıfz-id-Dîn; s.3
2) Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî; s.163