Bağış Yap

Amount :
Other : USD

17 Haziran 2013 Pazartesi

AHMED MÜRŞİDÎ EFENDİ


AHMED MÜRŞİDÎ EFENDİ;
Anadolu velîlerinden. İsmi, Ahmed Mürşidî'dir. Diyarbakır'da doğdu. Doğum târihi belli
değildir. Kaynaklarda hayatı hakkında fazla bilgiye rastlanmamıştır. Küçük yaşta ilim
tahsiline başlayan Ahmed Mürşidî Efendi, Birecikli Ebû Bekr Efendiden tasavvuf yolunu
öğrendi. Tahsilinin sonunda hilâfet aldı.
Ahmed Mürşidî Efendi, Diyarbakır'da çok talebe yetiştirdi ve insanlara doğru yolu göstermek
için vâz ve nasihatlarda bulundu. Bir gün şöyle vâz etti:
"Ey insanoğlu! Bil ki o sakladığın mallar senin değil hepsi emânettir. Bir gün sen âhirete
göçersin onlar burada kalır. Oraya bir kefenden başka bir şey götüremezsin. Bir gün
biriktirdiğin malları mîrasçılarına bırakıp gidersin. Bütün mal ve mülkün elinden gidip, o
benim malım mülküm dediğin şeyler, yeni sâhiplerinin eline geçer. Her topladığın malın
hesâbını yarın kıyâmet gününde vereceksin. Bu hâlinle kıyâmet günü hâlin ne olacak? Sana
söylenecek en tesirli söz şu olsa gerek: "Sen bu geçici dünyâyı bâkî mi sandın? Hâlbuki
bunların hepsi fânî idi. Çok mal toplayanlar yarın kıyâmet gününde hepsinin hesâbını
vereceklerdir. Birçok soru ve suâlden sonra malının helâl olduğu anlaşılan kimse kurtulur.
Haram ise, elbette azâb ederler. Helâl malın zekâtı sorulur. Eğer hesâbı kolay verirsen
kurtulursun.
Ey bu fânî mülkün rağbetlisi olan insan! Kalbini durmadan, uzun uzun, bitmez tükenmez
emellerle dolduruyorsun. Aklın varsa ihtiyâcından fazlasına heveslenme. Bu fânî âlemde
kimse bâkî kalmaz. Şimdi elinde tuttuğun için, sâhibi olduğunu sandığın şeylerin hiçbirisi
aslında senin değildir. Bir gün bu yerden elbette ayrılacaksın. Topladıklarının hiçbiri bu
dünyâdan seninle berâber gitmez. Mezara bir kefenle girersin. O gözünden bile kıskandığın
malının sefâsını mîrasçıların sürer. Çoğu zaman seni rahmetle anmak akıllarına bile gelmez.
Bu fânî dünyânın malına îtibâr etme. İyi kimselerin yolunda yürü. Malın varsa bile, sakın ona
muhabbet eyleme. Sana emânet olan mallara benim deme, gaflet gösterme. Bilirsin ki bu fânî
âlem bir misâfirhânedir. Bir an önce yolculuk hazırlığı yapmayan divânedir. Bu dünyânın
değişmez âdeti şudur: "Gelen gider konan ise göçer. Çünkü yakında sen de bu dünyâdan
gideceksin. Gönül vermen boşuna, çabuk unutursun. Birisi ile çok dostluk edip ona iyice
alışırsan, ayrılması da çok güç olur. Kim, bu yer benim dedi ise, sonunda o yer onu yedi."
Ahmed Mürşidî Efendi, kendisini doğru yoldan ayırmaması, günahlarını affetmesi, ayıp ve
kusurlarını gizlemesi için sık sık Allahü teâlâya duâ ederdi. Bu duâlarından biri şöyledir:
"Yâ Rabbî! Bizi kötü huylardan koru. Bize, işlerimizi ihlâs ve içtenlikle yapmayı nasîb eyle.
Yâ Rabbî! Bize ihlâs ile amel etmeyi nasîb kıl! Yâ Rabbî! Sen ayıplarımızı gizleyicisin,
kulların günahlarını bağışlayacak da sensin. Çeşitli suçları ile Ahmed kapına geldi. Bütün
sevâbı, senin vahdâniyetini, birliğini bilmesinden ibârettir. O senin sevgili Habîbinin
sallallahü aleyhi ve sellem ümmetindendir. Bütün gece ve gündüz isteği rahmetinle
Cennet'indir. Ettiğim isyanlara pişman olarak sana sığınıp umut kapına geldim. Ey yüceler
yücesi Rabbim! Sen bizi kapından ayırma.
Yâ Rabbî! Bize doğru yolu göster. Sen kerîmsin. Kötü hallerden bizi selim kıl. Nefsimize
ruhsat verme. Akıl ile selâmete erelim. Dâimâ alçak gönüllü olmamızı nasîb eyle! Âmin."
Ahmed Mürşidî Efendi, 1760 (H.1174) senesinde Diyarbakır'da vefât etti. Şehre bir saat
uzaklıktaki Ali Pınarı köyü ile şehir arasına defnedildi. Ahmed Mürşidî Efendinin yazdığı
Ahmediyye isimli eser çok meşhûrdur. Bu eserin Ahmed Bîcan hazretlerine âid olduğu
sanılmışsa da Ahmed Bîcan'la Ahmediyye'nin hiç bir ilgisi yoktur ve bu daha çok Türkçe
manzum bir fıkıh kitâbıdır. Ahmed Mürşidî'nin ayrıca Yûsuf ve Züleyha ile Mevlid-i Nebî
adlı manzum eserleri de vardır.
",(%&61%$%E&61%$%&",(%
Bir gün talebeleri ile sohbet ederken, bir talebesinin nasîhat istemesi üzerine ona şöyle
buyurdu:
"Aslâ dünyâ malına meyletme. Ancak kimseye el açmayacak kadar malın olsun yeter. Bilmez
misin her işin hayırlısı ortasıdır. Dünyâ âhiretin tarlasıdır. Sen bu âleme para ve mal toplamak
için gelmedin. İyi ameller yapmak için geldin. Kimseye el açmayacak ve yetecek kadar mal
kazandıktan sonra, vaktini Hak teâlâya ibâdet ederek geçir. Ondan sonra yat ve istirâhat et.
Unutma, nefsinin de sende hakkı vardır. Topladığın o mal ve mülk senin değil
mîrasçılarınındır. Senin rızkın, ancak âlemlerin rızk vericisi olan Allahü teâlâ tarafından sana
yemen içmen için verilenden ibârettir.
Malım mülküm yok deme. Olmadı diye gam çekme. Bu benim mülkümdür diyene, bir gün
ecel gelir. Bu sûrette o malın sâhibi olduğuna dâir iddâsı yalan olur. Bu yalan dünyâ, dâimâ
insanlara gaflet gömleği giydirir. Bu fânî mülkü elimizden alır. Kendini ona sâhip sanacak bir
yalancı müşteri bulur. O da ölür, yerine başkası çıkar. Dünyânın âdeti böyledir. Verir alır, alır
verir.
Sakın kapına gelen fakirleri boş çevirme. Bir şeyin varsa, gizleyip yok deme. Verdiğin
sadakayı da öğünme vâsıtası yapma. Sağ elinin verdiği sadakayı sol elin bilmesin. Cömertlik
tâcını giymek istiyorsan, Allahü teâlânın aç ve muhtaç kullarını kollamalısın. Allahü teâlânın
huzûrunda makbûl olmak istersen, herkes için hayır dile, insanları şefkatle sev. Kimsenin
işliyeceği hayra mâni olma. Ne kadar iyilik etsen, yaptıklarını sayma. En küçük hayır ve şer
amel defterine yazılır. İhlâsla, içtenlikle ve riyâdan uzak işlediğin bir amelin olsa, Allahü
teâlâ onu amel defterine dağlar kadar büyük olarak geçirtir. İyilik ettiğin kimseye yaptığını
başa kakıcı olma. İyilik ettiğin kimseden sana minnet beslemesini istersen, yaptığın iyiliğin
bir kıymeti kalmaz. Bana iyi desinler diye yapılan iyilikler riyâ eseridir."
1) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.37
2) Ahmediyye
3) Tezkire-i Şu'arâyı Âmid
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.268

16 Haziran 2013 Pazar

Dağ başına mı, şehir içine mi


Dağ başına mı, şehir içine mi?..
İki kardeştiler. Biri köyde çobanlık yapmayı tercih ederek diyordu ki: Bu zamanda şehre gitmek, oranın günahlı hayatına karışmak çok kötü. İyisi mi, ben köyün çobanlığını yapayım, günahlardan uzak kalayım.
Diğeri ise şehre gitti. Bir mahallede küçük bir tamir kulübesi açıp başladı ayakkabı tamirine.
Çoban dağda koyunları, keçileri otlatıyor, hiçbir namazını kaçırmıyor, hiçbir şekilde de nâmahreme nazar etmiyordu. Bütün gün ormanın sessizliği içinde zikirle, fikirle, şükürle yaşayıp gidiyordu.
Bu sebeple de manen bir hayli ilerledi, kerametlere mazhar oldu.
Düşünüyordu ki, kardeşi şehirde bir sürü günah ve nâmahreme nazar ile manen sukût ediyor...
Bir ara ona acıyarak ziyaretinde bulunmayı düşündü. Otlattığı koyunlarından bir miktar süt sağıp bir bez torbaya doldurarak ağzını bağlayıp şehrin yolunu tuttu.
Sora sora bir mahalledeki eskici kulübesinde kardeşini buldu.
Torbadaki sütünü duvardaki bir çiviye asıp oturarak hal hatır sormaya başladı. Bu sırada bir hanım geldi, ayakkabısını çıkarıp topuğunu gösterdi. Kardeşi baktı. Tamir edebileceğini söyledi. Hanım çıplak ayakla beklemeye başladı. Kadın az sonra ayakkabısını giyip giderken ormanda görmediğini gören çobanın zihnindeki temizlik de gitmeye yöneldi. İşte o sırada yukarıdan bir şeyler dökülmeye başladı. Başlarını kaldırıp yukarıya baktıklarında bunun süt damlası olduğunu anladılar. Meğer o anda torbadaki süt de damlamaya başlamış.
Eskici kardeş şöyle bir baktı ve söylendi:
- İnsanlardan kaçarak dağ başında veli olmak kolay şey. Bütün mesele işte bu insanların içinde veli olabilmekte. Anladın mı şimdi farkı?
Çoban başını sallayarak cevap verdi:
- Sen haklısın şehirli kardeşim. Demek senin manen yükselmene mani bu gibi manzaralar. Bunun için düşüş var sende.
Eskici cevap verdi:
- Nereden bildin bende düşüş olduğunu?
- Baksana, bir anda düştüm senin yanında. Sen ise her gün bunlarla yüz yüze, göz gözesin. Düşmemen mümkün mü?
Eskici cevap verdi:
- İşte ben de onu söylüyorum sana. Asıl mesele bunların içinde kendini muhafaza etmektedir. Rabb'ime şükürler olsun ben kendimi şimdiye kadar muhafaza ettim, bundan sonra da muhafaza ederim, inşaallah.
Çoban buna itiraz etti.
- Beni bir anda makamımdan düşüren manzara seni her gün neden düşürmesin? Sen çoktan düşmüşsün de haberin bile yok.
Eskici buna bir cevap vermek istiyordu. Bunun için şehadet parmağını ağzına götürüp dilinin ucuyla ıslattıktan sonra doğruca torbanın süt akan yerine Bismillah diyerek bastırdı. Bir de baktılar ki, şıp şıp diye akan süt anında kesildi.
Birbirlerine bakıştılar. Bir anlık sessizliği yine çobanın feryadı bozdu. Kucakladığı kardeşine şöyle diyordu:
- Sen haklıymışsın şehirli kardeşim! Asıl mesele, dağ başına kaçmak değil, insanlar içine girmek, onların arasında durumunu muhafaza etmekmiş.
Siz ne dersiniz bu olaya? Dağ başına mı gitmeli, yoksa şehir içinde mi muhafaza olmalı?
Ahmed Şahin
Zaman Gazetesi

CİMRİLİĞİN BU KADARINA PES


 CİMRİLİĞİN BU KADARINA PES!  

   Resûlüllüh (s.a.v.) bir adam gelerek:
- Yâ Resûlüllüa! Falanca komşum, hurma saplarını benim bahçeme koyuyor. Bana eziyet veriyor, dedi.
   Allah Resûlü o zâtı çağırarak, ona:
- Filancanın bahçesine koyduğun hurma saplarını bana sat, teklifini yaptı. Adam:
- Olmaz dedi. Allah Resûlü:
- Öyle ise bana hediye et onları, dedi. Adam bu teklife de:
- Olmaz dedi. Allah Resûlü son bir teklifte bulundu:
- Peki, cennette karşılığı verilmek şartı ile onları bana ver! Adam, bu son derece câzip teklife de:
- Olmaz, karşılığını verince, Allah Resûlü, şöyle söylemekten kendini alamadı:
- Selâm vermekten kaçınan kimse dışında, (bu güne kadar) senden daha cimrî bir kimseyi görmedim.

Alıntı: Fazilet Takvimi 1997

AHMED BİN MÛSÂ EL-ACÎL


AHMED BİN MÛSÂ EL-ACÎL;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Mûsâ bin Ali bin Ömer bin Acîl, künyesi
Ebü'l-Abbâs'tır. İbn-i Acîl diye de bilinir. Yemen'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir.
1291 (H.690) senesi Rebîulevvel ayının yirmi beşinci günü Yemen'de Beyt-i fakih denilen
yerde vefât etti. Cenâzesi yıkanırken çok parlak bir nûr görüldü. Kabri ziyâret mahallidir.
Ahmed bin Acîl küçüklüğünde çocukların oyunlarına hiç karışmazdı. Kendisinde büyüklük
alâmetleri görüldü. Önce amcası Fakîh İbrâhim'den, sonra başka âlimlerden ilim ve edeb
öğrendi. İlim öğrenmeye başlayınca sabahleyin erkenden evden çıkar, gittiği yerlerde ilim ve
ibâdetle meşgûl olur ve eve yatsı namazından sonra dönerdi. Günlerinin ekserisini oruçlu
geçirirdi. Bâzı günler eve geldiğinde ev halkı onun farkına varmaz ancak gece yatsıdan sonra
görürlerdi.
Ahmed bin Mûsâ fıkıh, hadîs, nahiv, gramer ferâiz (mîrâs bilgileri) ilimleri yanında tasavvuf
kalb bilgilerinde de yükselip evliyânın büyükleri arasına girdi. Zamânının büyükleri onu
peygamberler içinde Yahyâ aleyhisselâma benzetmişlerdir.
Bir gün Ahmed bin Acîl hazretlerine Cebel beldesinden biri geldi bir topluluk içinde çeşitli
ilimlere dâir meseleler sordu. Ahmed bin Acîl hazretleri suâllerin bir kısmını cevaplandırıp,
bir kısmına cevap vermedi. Sükût etti. Soran kişi bunları bilmediğini sandı. Oradaki topluluk
birer ikişer dağılıp kimse kalmayınca Ahmed bin Mûsâ hazretleri odasına çekildi.
Hizmetçisine soru soran kişinin yanına getirilmesini emretti. Odaya girince; "Kardeşim bu
sorularının cevabını herkes anlayamaz. Zihinler karışır. Fitne çıkar. Şimdi sana îzâh edeyim."
buyurdu ve teker teker îzâh etti. Soru sâhibi gerçeği anlayıp kötü zannına tövbe edip af diledi.
Ahmed bin Acîl hazretleri insanlardan çok hürmet ve îtibâr gördü. Devlet adamları gelir
ziyâret eder meselelerini sorup duâsını alırlardı. Lâkin o makam sâhiplerinin yanına gitmez
mühim bir iş çıkınca mektup yazarak, yapacakları işleri bildirir, hayırlı ve doğru işlere teşvik
ederdi.
Bir defâsında Sultan Muzaffer haber gönderip, Fakîh İsmâil Hadramî, Fakih Muhammed
Hermel ve Ahmed bin Acîl hazretlerini sarayına dâvet etti. Maksadı onlardan birini kâdıların,
hâkimlerin başkanı yapmaktı. Haber Fakih İsmâil ve İbn-ü Hermel'e ulaşınca bunlar acele
hazırlanıp yola çıktılar. Giderken Ahmed bin Acîl hazretlerine de uğradılar. Onu da
berâberlerinde götürmek istediler. Ahmed bin Acîl hazretleri; "Sultana mı gidiyorsunuz?"
deyince, "Evet." dediler. Ahmed bin Acîl hazretleri; "Benim kanâatim, haberi işitince böyle
yapmayıp yerinizde kalmanız, hizmetlerinize devâm etmenizdi. Mâdemki yola çıkmışsınız
gittiğinizde Sultâna benden bahsetmeyiniz. Şâyet konu açılıp mecbur kalırsanız; o kendi
hâlinde yaşayan biridir. Eğer zorlarsanız bu diyârdan Habeşistan'a gider, deyiniz." buyurdu.
Onlar varınca öyle yaptılar. Sultan da onun hâlini anlayıp daha çok takdîr etti.
Ahmed bin Acîl hazretleri her sene hacca giderdi. Hac yolculuğunda, hiç bir eşkıyâ ve
düşman, kendisinin bulunduğu kâfileye hücûm edip zarar vermezdi. Eğer zarar vermek istese,
cezâlarını çok çabuk görürlerdi.
Ahmed bin Acîl hazretleri yine bir kâfile ile hacca gitti ve âdeti üzere Mekke-i
mükerremeden, Resûlullah efendimizi ziyâret için, Medîne-i münevvere yoluna koyuldu.
Medîne'ye yaklaştıklarında bir eşkıyâ grubu ile karşılaştı. Kâfilede herkes korktu ve telâşa
düştü. Ahmed bin Acîl hazretleri sessiz olarak bir yerde edeble durdu. Kâfiledeki Ali bin
Yağnem adındaki zât, Ahmed bin Acîl hazretlerinin yanına gelerek, böyle sakin beklemesinin
sebebini sordu. O da; "Ey Ali! Allahü teâlâya ve O'nun Resûlüne karşı edeb lâzımdır." deyip
Medîne cihetini gösterdi. Daha sonra da kâfilenin ilerlemeyip konaklamasını istedi. Herkes
bineklerinden indi. Orada bir gün bir gece beklediler. Haydutlar bu beklemeyi fırsat bilip,
yağma etmek için kâfileye daha çok yaklaştılar. İkinci gün güneş doğunca, Medîne tarafından
hızla askerî bir kuvvet geldi ve eşkıyâyı kıskıvrak yakaladı. Kâfiledekiler, bu yardıma çok
sevindiler ve bizim bu durumumuzdan nasıl haberdâr oldunuz diye sordular. Onlar da; "Dün
Medîne'de, öğle vakti bir ses duyduk. Şöyle diyordu: Eşkıyâ, Ahmed bin Acîl'in bulunduğu
kâfileye hücûm edecek, hazırlanın, hazırlanın! Medîne vâlisinin emri ile hareket ettik."
dediler. Kâfilede bulunanlar, bu vaktin, Ahmed el-Yemenî'nin; "Edeb lâzım." dediği vakit
olduğunu anladılar.
İmâm-ı Yâfiî anlatır:
Yemenli birisinin elinde bir ur çıkmıştı. Birçok beldeleri ve birçok kimseleri dolaştı. Şifâ
bulması için dolaştığı yerlerde gerekli ilaçları kullandıktan sonra, o yerin büyüklerinden duâ
istedi. Fakat rahatsızlığı geçmedi. En sonunda Ahmed el-Yemenî hazretlerine gelerek,
elindeki bu rahatsızlığın geçmesi için duâ istedi. O da; "La havle velâ kuvvete illâ billâh, getir
bakalım elini." dedi ve eliyle mesh edip bir bezle sardı. Sargıyı memleketine dönünceye kadar
açmamasını tenbih etti. Yemenli oradan ayrıldı ve arkadaşlarıyla birlikte yola koyuldular. Yol
üzerinde bir köye uğrayıp alış-veriş yaptılar. Elinde ur olan Yemenli, sarılı olan sağ elinin
sargısını unutarak açtı ve yemek yedi. Bir de baktı ki, elindeki yaradan hiçbir eser kalmamıştı
ve diğeri gibi sapasağlamdı.
Ahmed bin Acîl hazretleri bir gün saralı bir hastanın yanına geldi. Ona Yûnus sûresi elli
dokuzuncu âyet-i kerîmesini okudu. Hastaya musallat olan cin büyük bir çığlık koparıp ondan
ayrıldı. Ahmed el-Yemenî hayatta olduğu müddetçe o cin bir daha geri gelmedi. Ne zaman ki
Ahmed el-Yemenî vefât etti, cin tekrar ona musallat oldu. Ahmed el-Yemenî'nin talebeleri o
hastanın yanına gidip, aynı şekilde hocalarının okuduğu âyet-i kerîmeyi okudular. O zaman
cin güldü ve; âyet bu âyettir. Lâkin okuyan, önce okuyan kişi değil deyip, ondan ayrılmadı.
Ahmed bin Acîl hazretleri, bir gece herkes uykuda iken, abdest almak için elinde bir kova ile
dışarı çıktı. Kovayı kuyuya sarkıtıp su çekmek istedi. Kuyunun durumu îtibâriyle zorlandı. O
esnâda birisi geldi ve kolaylıkla kovayı çekti, sonra ona; "Size yardım için gönderildim."
diyerek kayboldu.
Ahmed bin Acîl hazretlerinin kerâmetleri pekçoktur. Kâbe'yi ziyârete gittiğinde, her tarafı nûr
kaplar, Kâbe'nin nûru ziyadeleşirdi. İnsanlar etrafına toplanıp kalabalık ederlerdi.
Hac için Irak'tan biri Mekke-i mükerremeye gelmişti. Bu zât Şeyh Ahmed Rıfâî hazretlerinin
türbesi yakınında otururdu. Mekke'de Ahmed Acîl hazretlerini gördü. İnsanlar etrafına
toplanmışlardı. Çok şaşırdı. Büyük bir izdiham vardı. Memleketine döndüğünde Ahmed Rıfâî
hazretlerinin makâmına hizmet eden birisi ondan gördüğü şeylerden sordu. O da Ahmed Acîl
hazretlerini söyleyince Sâhib-i Makam olan zât; "O zamânın kutbudur." diye onun
üstünlüğünü haber verdi.
Ahmed bin Acîl hazretleri ömrü boyunca dünyâ malına hiç rağbet etmedi. İbâdetle meşgûl
olur, bunun yanında ilim öğretip talebe yetiştirmekten geri durmazdı. Vefâtına kadar bu hâl
üzere yaşadı. Vefâtından az önce öğle namazını ayakta kıldı. Sevdiklerinden bâzılarına
âhirette şefâat edeceğine dâir bir şeyler yazmak için kâğıt-kalem istedi. İstedikleri
getirildiğinde besmeleyi yazdı. Sonra kelime-i şehâdet getirip son nefesi Allah, Allah demek
oldu. Ahmed bin Acîl hazretleri gasl edileceği sırada her tarafı kaplayan bir nûr görüldü.
Ahmed bin Acîl hazretlerinin yedi oğlu vardı. Bunlar Muhammed, İbrâhim, Mûsâ, Ebû Bekr,
İsmâil, Îsâ ve Yahyâ olup hepsi sâlih kimselerdi. Hepsi Allahü teâlâya ibâdetle meşgûl olup,
insanlara faydalı olmaya çalıştılar.
161+&&B-,1:$%
Büyük âlim Cemâleddîn el-Esnevî anlatır:
Hicrî 1280 senesi Şâbân ayının yirmi biriydi. Gece rüyâmda boşlukta bir topluluk gördüm.
Yerden insanlar ona doğru koşuyorlardı. Ben bunların kim olduğunu sordum. "Resûlullah
efendimizin topluluğu." dediler. Hemen oraya koştum. Resûlullah efendimizi gördüm. Bir
yere oturmuşlar, sağında ve solunda iki zât vardı. Mübârek ayak ucunda da birisi, dizleri
üzerine oturmuş ve elindeki bir kitaptan Resûlullah efendimize okuyordu. Ben, Resûlullah'ın
mübârek elini öptüm. Resûl-i ekrem bana hafifçe duâ ettiler. Geri çekildim ve oraya
gelenlerle birlikte durdum. Orada bulunanlardan birisine, Resûlullah'ın yanında oturanların
kim olduğunu sordum. O da; "Resûlullah'ın sağında oturan hazret-i Ebû Bekr, solunda oturan
hazret-i Ömer, önünde diz çöküp oturmuş olan zât da Ahmed bin Mûsâ el-Acîl'dir." dedi. Ben
hayretle; "Yüksek dereceye çıkmış." dedim. O kişi; "Evet, öyledir." dediği an uyandım.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.312
2) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.2, s.189
3) Brockelman; Sup.1, s.461
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.78
5) Tabakât-ül-Havâs; s.13,17

AHMED BİN MUHAMMED HÂNÎ EL-ESREM


AHMED BİN MUHAMMED HÂNÎ EL-ESREM;
Hadîs hâfızı, büyük velî ve âlimlerden. Künyesi Ebû Bekr'dir. 873 (H.260) târihinden sonra
vefât etti. Ahmed bin Hanbel'in talebesidir. Ondan çok meseleler nakletti. Bunları
mevzularına göre yazdı. Affân bin Müslim, Muâviye bin Amr, Süleymân bin Harb, Ebû Velîd
et-Tayâlisî, Nuaym bin Hammâd, Ebû Tevbe Rebî' bin Nâfî' gibi âlimlerin derslerini dinledi.
Ondan da Nesâî, Mûsâ bin Hârûn, İbn-i Sa'îd, Ali bin Ebû Tâhir el-Kazvînî, Ömer bin
Muhammed bin Îsâ el-Cevherî gibi âlimler de rivâyette bulundular.
Bekr el-Hilâl diyor ki: "O, hadîs ilminde hâfız, kıymetli ve yüksek bir âlimdir. Zamânın
büyük âlimlerinden, Âsım bin Ali, Bağdat'a gelmişti. Kendisinden istifâde edebileceği bir
âlim aradı. Ahmed bin Muhammed el-Esrem'le görüştü. Onun ilmini beğendi ve çok takdir
etti."
Ebû Kâsım bin Cîlî dedi ki: "Yanımıza birisi geldi. Namazla ilgili, İbn-i Ebî Şeybe'nin
kitabında bulunmayan bilgileri bana yazacak bir âlim arıyorum." dedi. Biz kendisine; "Ebû
Bekr el-Esrem'den başka bunu yapacak birisini bilmiyoruz." dedik. Sonra, Ebû Bekir
el-Esrem'e kâğıt verildi. Namazla ilgili altı yüz sayfa yazdı. İbn-i Ebî Şeybe'nin kitabı ile
karşılaştırdığımızda, yazdıklarının hiçbirisi onda yoktu."
Yahya bin Maîn ve başka âlimler; "O, çok zeki ve meseleler üzerinde dikkatli bir âlimdir."
dediler.
Buyurdu ki:
"Hocam Ahmed bin Hanbel'in, meclisten kalktığı zaman "Sübhânekellahümme ve
bihamdike" dediğini işitir, devâmını anlayamazdım. Sadece dudaklarının hareketini
görürdüm. Fakat zannediyorum, mecliste yapılan hatâlara keffâret olması için Resûlullah
efendimizden rivayet edilen şu mübârek sözleri söylüyordu:
Sübhânekellahümme ve bihamdike, eşhedü enlâ ilâhe illâ ente, estagfirüke ve etûbu ileyk."
Ahmed el-Esrem sohbetlerinde büyüklerden bahseder, insanların istifade etmesi için nakiller
yapardı. Şöyle nakletmiştir:
Abdullah ibni Mes'ûd buyurdu: Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine tâbi olunuz.
Resûlullah efendimizin zamânında ve onun dört halîfesi zamanlarında bulunmayıp, dinde
sonradan meydana çıkarılan ve ibâdet olarak yapılan, her türlü söz, iş ve usûl olan bid'atleri
yapmayınız. Her bid'at, dalâlet ve sapıklıktır.
İbn-i Ömer: "İnsanlar güzel görse bile, her bid'at dalâlettir."
Ebû Mûsâ: "Allahü teâlânın ilim verdiği kimse, onu, insanlara öğretsin. Fakat, bilmediği şeyi
söylemekten sakınsın. Yoksa, kendisini ilgilendirmeyen bir şeye karışmış olur, dinden çıkar."
İbn-i Mesûd: "Sizden birine, bilmediği bir şey sorulduğu zaman, bilmediğini îtiraf etsin,
utanmasın."
"Kişiye bilmediği sorulunca, Allahü teâlâ bilir demesi, ilimdendir."
Rebî bin Haysem: "Kişi bilmediği halde bu haramdır, bu men edilmiştir demekten sakınsın. O
zaman Allahü teâlâ ona, yalan söyledin, buyurur."
İbn-i Abbâs: "Dosdoğru ol. Bid'attan ve bid'atçı olmaktan çok sakın."
Şa'bî radıyallahü anh: "Bilmiyorum demek, ilmin yarısıdır." buyurmuşlardır.
Ahmed bin Muhammed Hânî el-Esrem'in sünnetlerle ilgili çok kıymetli bir kitâbı vardır. Bu
eser, onun hadîs ilmindeki yüksek derecesini gösterir. Ayrıca Ilel-ül-hadîs ve Nâsıh-ül-Hadîs
Mensûhuhu isimli eserleri de vardır.
$*+$-"4&&!":"%&&!5)./3",(:(%
Ahmed bin Muhammed Hânî hazretleri bir zâta yazdığı mektupta şöyle demiştir:
"Allahü teâlâ bizi ve sizi her türlü tehlikeden, her çeşit şüpheden muhâfaza buyursun. Yine
bize ve size, geçen büyüklerimizin ve âlimlerimizin yolunda gitmek nasîb eylesin. Dâimâ
Allahü teâlânın nîmetleri içerisindeyiz. Allahü teâlâdan, bu nîmetlerini daha da artırmasını,
rızâsına kavuşmamız için bize yardımını dileriz. Fazla sözde fitne vardır. Sükûtta genişlik ve
rahatlık vardır. Kişi ihtiyâcına göre konuşmalıdır.
Âlimin ölümü, büyük bir musîbettir. Şeytan ve onun yardımcıları, Allahü teâlânın ve
müslümanların düşmanlarıdır. Şeytan ve yardımcıları, müslümanlar için birçok fitneler
hazırlarlar. Maksatlarına erişebilmek için âlimlerin yok olmasını beklerler. Çünkü, âlim,
onların bâtıl işlerine ve yardımcılarına mâni olmaktadır.
Bir kısım insanlar, şöhrete yapıştılar. Kendilerinden bahsedilmeyi arzu ettiler. Halbuki
onlardan önce de işledikleri bid'atlerle şöhrete kavuşanlar oldu. Fakat, hayır yolunda, doğru
yolda tâbi olmak; şer, kötü işlerde başkan olmaktan daha hayırlıdır."
1) Târih-i Bağdâd; c.5, s.110
2) Tezkiret-ül-Huffâz; c.2, s.570
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.141
4) Tabakât-ı Hanâbile; c.1, s.66
5) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.2, s.167
6) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.405
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.87
8) El-A'lâm; c.1, s.205

15 Haziran 2013 Cumartesi

Cennet Komşusu


Cennet Komşusu

Vaktiyle padişahlardan biri şehri dolaşmaya çıkmıştı. Tanınmamak için kıyafetini değiştirmiş, yanına da bir kölesini almıştı. Halkın kendi yönetimi hakkında neler düşündüğünü öğrenmek istemisti.
Mevsim kıştı. Soğuk her yeri kasıp kovuruyordu.
Yolu bir mescide düştü.
İki yoksul bir köşede titreyerek oturuyordu. Gidecek başka yerleri yoktu.
Onların ne konuştuklarını merak eden padişah yanlarına sokuldu.
Fakirlerden şakacı olanı soğuktan şikayet ediyordu:
- Yarın cennete gittiğimizde bizim padişahı oraya sokmayacağım! Cennetin duvarına yaklaştığını görürsem, pabucumu çıkarıp kafasına vuracağım.
Öteki merakla sordu:
- Onu niçin cennete sokmayacakmışsın?
- Tabii sokmam. Biz burada soğuktan donarken o sarayında keyif sürsün. Bizim halimizden haberdar olmasın. Sonra da kalkıp cennette bana komşu olsun. Ben öyle komşuyu istemem arkadaş, dedi.
Gülüstüler.
Padisah kölesine:
- Bu mescidi ve adamları unutma! dedi.
Saraya dönünce mescide adamlarını yolladı. İki fakiri alıp saraya getirdiler.
Zavallılar başımıza neler gelecek diye korkuyla bekleşirken onları dayalı, döşeli bir odaya yerleştirdiler.
- Burada yeyip, içip yatacak, padişahımıza dua edeceksiniz. Cennette size komşu olmasına karşı çıkmıyacaksınız, dediler.
Padişah ne iyi kalpli imiş, değil mi? Peygamberimiz yoksula yardım edenleri şöyle övmüştür:
"Bir mü'mini dünya dertlerinden kurtaranı, Allah, ahiret dertlerinden kurtarır.

Cehaletin tek ilâcı sormak


Cehaletin tek ilâcı sormak...
Câbir radıyallahü anh anlatıyor: Arkadaşlarımla beraber sefere çıkmıştık. İçimizden birinin başına taş isabet etti ve başını yaralayıp kemiğini kırdı. Sonra aynı adam uykuda ihtilâm olduğu için, arkadaşlarına:
- Teyemmüm edebilir miyim, bu hususta benim için ruhsat buluyor musunuz? diye sordu.
Arkadaşları da:
- Hayır, su mevcut oldukça teyemmüme ruhsat yoktur, diye cevap verdiler. Bunun üzerine o şahıs gusül abdesti aldı ve açık vaziyetteki yaradan içeriye giren suyun tesiri ile vefat etti. Peygamber aleyhisselâmın huzuruna geldiğimiz zaman, kendisine hadiseyi naklettiler.
Bunun üzerine Resûlüllah aleyhisselâm:
- Adamı öldürmüşler, Allah onları öldürsün, buyurdu.
Ve «Bilmiyorlarsa sorsaydılar ya; cehaletin ilâcı sormaktır, o adama teyemmüm etmek kâfi gelirdi. Yarasına da bir bez parçası koyar, üzerine mesheder ve vücudunun diğer yerlerini de yıkardı» diye ilâve etti (Ebû Davud)

AHMED BİN MUHAMMED


AHMED BİN MUHAMMED;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Muhammed bin Kısbet-il-Halebî el-Kâdirî'dir.
Doğum ve vefât târihi kaynaklarda belirtilmemektedir. Mustafa El-Bekrî,
Es-Suyûf-ul-Haddâd isimli eserinde, Ahmed bin Muhammed'in 1710 (H.1122) senesinde
Şam'a geldiğini bildirmektedir. Buradan anlaşıldığı üzere Ahmed bin Muhammed, on
sekizinci asrın ilk çeyreğinde vefât etmiştir.
Şeyh Mustafa El-Bekrî şöyle anlatır:
Görüştüğüm büyüklerden birisi de Şeyh Ahmed bin Muhammed'dir. O yalnızlığı, insanlardan
uzak kalmayı ve devamlı Allahü teâlâ ile berâber olmayı isterdi. 1710 senesinde Şam'a geldi.
Bir grup cemâat ile ziyaretine gittim. Bu sırada elim kalem tutardı. Bâzı kasîdelerim ve
mensûr yazılarım vardı. Bana dönerek; "Allahü teâlâ bir kimseye gerek nazm gerekse nesir
yazma kâbiliyeti verdiği zaman, o kimsenin bunlardan dolayı büyüklenmemesi, kalbini
bunlarla meşgûl etmemesi gerekir. Böyle hâller ve düşünceler meydana gelirse, onları
yakmalı ve parçalamalıdır. Çünkü Allahü teâlânın katında, daha yüksek derecede ve kıymette
olanları vardır." buyurdu. Bu sözleri duyduktan sonra müsâade alıp huzurdan ayrıldım.
Yazdığım kasîdeleri ve tertib ettiğim yazıların hepsini parça parça ettim. Bu sohbetten çok
istifâde ettim. Bu sohbet bana yetti, sonra bir daha Ahmed bin Muhammed hazretlerinin
huzûruna kavuşmak nasîb olmadı. Çünkü insanların arasına çıkmıyordu.
Ahmed bin Muhammed aklî ve naklî ilimlerde çok yüksek derecelere kavuşmuştu.
Konuşurken mânevî hâller içine girer, bu hâli açıkca görülürdü. Onun yanına devamlı gidip
gelen fazîlet sâhibi bir zât şöyle anlattı:
Bir gün onun yanındaydım. Konuşmalarında Arapça gramer hatâları yapıyordu. O zaman
kendi kendime; "Herhâlde Şeyh Efendi Arapçayı iyi bilmiyor, onun için böyle hatâlar
yapıyor." diye düşündüm. Bu sırada bana dönüp; "Allahü teâlâ Ecrûmiyye kitâbının
müellifine rahmet eylesin." buyurdu. O zâtın hayâtı hakkında bâzı şeyler anlattı. Sonra; "Ben
Ecrûmiyye'yi, nahiv âlimlerinin bildirdiği şekilde şerhettim." buyurup, nahiv ilmine dâir ince
bir meseleden bahsetti. Ben onun nahiv ilmine dâir bu îzahlarını dinleyince hayretler
içerisinde kaldım.
Bir başka zaman onun huzûruna gitmiştim. O sırada; "Ey efendim! Niçin namazdan alıkoyan
düşünceler insanın hâtırına geliyor? Bu hususta ne dersiniz?" diye sordum. "İnsan, namaz
kılarken Allahü teâlâdan gâfil olmazsa, ne türlü olursa olsun, kalbine gelen düşünceler yok
olur." buyurdu.
Bir kere de dünyevî bir ihtiyaç için onun yanına gitmiştim. Yanına vardığımda; "Senin şöyle
bir ihtiyâcın var. İki veya üç gün sonra giderilecek." buyurdu. Dediği gibi üç gün sonra
ihtiyâcım giderildi.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.338
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.54-265

AHMED BİN MEVDÛD ÇEŞTÎ


AHMED BİN MEVDÛD ÇEŞTÎ;
Hindistan evliyâsının büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Mevdûd bin Yûsuf el-Çeştî'dir. 1113
(H.507) senesinde Hindistan'ın Çeşt beldesinde doğdu. 1181 (H.577)'de Çeşt'te vefât etti.
Kabri oradadır. Evliyânın meşhûrlarından Hâce Mevdûd Çeştî hazretlerinin oğludur.
Babasının ders ve sohbetlerinde yetişip kemale erdi. Evliyâlıkta üstün derecelere yükseldi.
Babası onu kendine halîfe, vekil tâyin etti. Babasının vefâtından sonra, talebeleri
yetiştirmekle vakitlerini geçirdi. Herkese karşı şefkatli ve merhametliydi. İstisnâsız bütün
insanlara karşı iyilik etmek, onlara İslamiyeti tanıtmak, doğru olarak anlatmak için çırpınırdı.
Herkes tarafından sevilir, kendisine hürmet edilirdi.
Yaşayışının her safhasında İslâmiyete tam uyan Ahmed bin Mevdûd Çeştî hazretleri, ömrünü
İslamiyete hizmetle geçirdi. Eshâb-ı kirâmın Peygamber efendimizden naklen bildirdiği Ehl-i
sünnet îtikâdını ve din bilgilerini yaydı. İnsanların bu doğru îtikâdı ve din bilgilerini
öğrenmeleri ve öğrendiklerini seve seve uymaları için gayret sarfetti. Her evliyâ gibi o da,
içinde yaşadığı topluma bir mürâcaat kaynağı oldu. Kendisi ise Allahü teâlânın ve Peygamber
efendimizin muhabbetine gark olmuştu.
Bir sene hac mevsimi yaklaşırken, Ahmed-i Çeştî hazretleri, bir gece rüyâsında Fahr-i kâinât
efendimizi gördü. Kendisine; "Ey Ahmed! Biz sana müştâkız, âşıkız." buyurdu. Sabah
olunca, Ahmed bin Mevdûd hazretleri, kendisine en yakın üç kıymetli dostu ile yola çıkıp,
Mekke-i mükerremeye vardı. Hac vazîfesini yaptıktan sonra, Peygamber efendimizin
mübârek kabr-i şerîflerini ziyâret için Medîne-i münevvereye gitti. Peygamber efendimize
olan aşkından dolayı, oradan ayrılamadı. Devamlı ibâdet, tâat ve Allahü teâlâyı zikretmek ve
Resûlullah efendimize salevât-ı şerîfe getirmekle meşgûl oldu. Altı ay orada kaldı. Ahmed
bin Mevdûd hazretlerinin hâlini anlayamayan bâzı kimseler, onu Ravda-i mutahhera
etrâfından uzaklaştırmak istediler. Bu sırada Ravda-i mütahheradan şöyle bir ses duyuldu ki:
"Sakın bu kimseyi incitmeyiniz!O, bize müştâk ve cân atanlardandır. Biz de ona müştâkız."
diyordu. Orada bulunanların hepsi bu sözü duydular.
Hâce Ahmed bin Mevdûd hazretleri, daha sonra Resûlullah efendimizin mânevî müsâade ve
işâretleri ile Bağdât'a dönüp, evliyânın büyüklerinden Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretlerinin
hânegâhına geldi. Şihâbüddîn hazretleri ona çok izzet ve ikrâmda bulunup, hürmet etti.
Bağdât'ta halîfe ile görüştü. Halîfe kendisini dâvet ile, çok iltifât edip, ikrâmlarda bulundu. O
da, halîfeye çok güzel öğütler, hoşa giden nasihatlar ile Allahü teâlânın emirlerini yerine
getirmenin fazîletini, insanlara hizmet etmenin kıymetini anlattı. Bütün nasihat ve tavsiyeleri
kabûl edildi. Gideceği zaman, halîfe kendisine pek çok hediye arzetti ise de, onun hatırı için
az bir mikdârını kabûl etti. Bunları da şehrin dışına çıkınca fakirlere verdi. Kendisi ise,
Horasan'a gidip, orada insanlara İslâmiyeti, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı.
1) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.368
2) Hadîkat-ül-Evliyâ (2. kısım); s.152
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.22
4) Sefînet-ül-Evliyâ; s.91

14 Haziran 2013 Cuma

Cafer-i Sadık İle Rafizi


Cafer-i Sadık İle Rafizi
Kûfede bir râfizî var idi. Adı Abdülmecîd bin Abdülgaffâr idi. Ca'fer-i Sâdık 'kuddîse sirrûh' hazretlerinin hûzuruna vardı ve. aralarında şu konuşma geçti
- Esselâmü aleyke yâ Resûlullahın torunu. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden sonra en üstün olan kimdir?
- Ebû Bekr-i Sıddîkdır 'r.a'.
- Böyle olduğunu nereden biliyorsun.
- Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri ona, Resûlullahdan sonra, ikinci buyurdu. Üçüncüleri Allahü teâlâ olan iki kişiden, ikincisi olmak kadar şeref olamaz
- Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh', Resûlullah 's.a.v.' hazretlerinin döşeğinde, kâfirlerden korkmadan yatmadı mı?
- Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlullah hazretleri ile mağaraya girmedi mi?
- Eğer korkmasa idi, girmezdi. Allahü teâlâ Resûlullaha haber verdi ki, Ebû Bekre korkma, dedi.
- Onun korkusu, ondan idi ki, kâfirler onların nerede olduğu hakkında bir haber duyup, gelirler. Resûl-i ekremi üzerler. Görmezmisiniz Ebû Bekr-i Sıddîk, kendi ayağını, mağarada bir deliğe koydu. Hattâ yılan onu kaç def'a ısırdı. O acıya katlandı. Ayağını kaldırmadı. Resûlullahı uyandırmamak için, hiç ses de çıkarmadı. Kendinden korksaydı, zehrlenerek, cânını Resûle fedâ etmezdi.
- Mâide sûresinde, (Rükû'da iken sadaka verirler) meâlindeki 58.âyet-i kerîme ile medh olunan Alîdir.
- Bu âyetden önce, bir âyet-i kerîme vardır ki tahsîs rakamı ondan ziyâdedir. O Sıddîk şânındadır. (Allahü teâlâ, mürtedler ile cihâd eden bir kavm getirir. Allahü teâlâ bunları sever) meâlindeki âyet-i kerîme, Ebû Bekr Sıddîk içindir ve dahâ çok yükseltmekdedir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin, öbür âleme göçmelerinden sonra, arablar, dedi ki, biz nemâz kılarız. Ammâ zekât vermeyiz. Ebû Bekr 'r.a.' buyurdu ki, Resûlullah hazretlerine edâ etdikleri zekât malından bir deve dizinin bağını vermeseler ve ondan eksik verseler, ben onlar ile toprak ve kum sayısınca olsalar da muhârebe ederim.
- Yâ Ca'fer. Hazret-i Alînin şânı için, meâl-i şerîfi, (Mallarını, gece-gündüz, gizli ve gözönünde verenler) olan Bekara sûresinin 274.âyeti gelmemiş mi?
- (Sûre-i Velleyl), Ebû Bekr-i Sıddîkın şânında nâzil olmuşdur. Şânını çok yükseltmekdedir. Zîrâ Ebû Bekr-i Sıddîk kırkbin altın verdi. Kendisine bırakmadı. Bir kilime sarındı. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki, Allahü teâlâ buyurdu ki, ben Ebû Bekrden râzıyım. O benden râzı mıdır? Ebû Bekr-i Sıddîk, ben Allahü teâlâdan râzıyım, râzıyım, râzıyım, dedi.
- Meâli şerîfi (Hâcılara su vermeği ve Mescid-i Harâmı binâ etmeği, îmân etmekle ve Allah yolunda cihâd etmekle bir mi tutuyorsunuz. Hâyır, böyle değildir) olan Tevbe sûresinin 20.âyet-i kerîmesi hazret-i Alînin şânını bildirmek için nâzil olmadı mı?
- Meâl-i şerîfi (Mekkenin fethinden önce, sadaka verip, cihâd eden ile, fethden sonra veren ve cihâd eden bir değildir. Önce olanın derecesi dahâ yüksekdir) olan Hadîd sûresinin 10.âyet-i kerîmesi ile Ebû Bekr-i Sıddîk medh olunuyor. Ebû Bekrin muhârebe etmesi önce idi ki, Ebû Cehl, Resûlullah hazretlerine vurmak istedi. Ebû Bekr-i Sıddîk, Ebû Cehle mâni' oldu.
- Alî, hiç kâfir olmadı.
- Öyledir, lâkin, Allahü tebâreke ve teâlâ hiç kimsenin, îmânını, Ebû Bekrin îmânı gibi medh etmedi. Meâl-i şerîfi (Muhâcir ve Ensârın önce gelenlerinden Allahü teâlâ râzıdır. Onlara Cennetde sonsuz ni'metler vardır) olan Tevbe sûresi 31. âyetinde ve meâl-i şerîfi (Doğru haber ile gelen ve Ona inanan için Cennetde istedikleri herşey vardır) olan Zümer sûresi 33. âyetinde, Allahü teâlâ, Ebû Bekr-i Sıddîkın 'radıyallahü teâlâ anh' îmânını medh etmekdedir. Her ne vakt ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' vahy ile bir haber verse idi, kureyş, yalan söylüyorsun derdi. Ebû Bekr-i Sıddîk hemen yetişip, doğru söylüyorsun yâ Resûlallah, derdi.
- Meâl-i şerîfi (Uhud gazâsında, şeytâna uyup, dağılanlar) olan İmrân sûresi 155.âyetinde, Allahü teâlâ şikâyet etmiyor mu?
- Âyet-i kerîmenin sonunu oku. Meâlen (Onların bu kusûrlarını afv etdim) buyuruyor.
- Hazret-i Alînin dostluğu farzdır. Kur'ân-ı azîmüşşânda, Şûrâ sûresinde, 23.âyetinde meâlen (Size islâmiyyeti bildirdiğim ve Cenneti müjdelediğim için, bir karşılık beklemiyorum. Yalnız yakınım olanları seviniz) buyuruldu ki, bunlar, Alî, Fâtıma, Hasen ve Hüseyindir.
- Ebû Bekre 'radıyallahü teâlâ anh' düâ etmek ve Onu sevmek farzdır. Allahü teâlâ, Haşr sûresinde 10.âyetinde meâlen (Muhâcirlerden ve Ensârdan sonra, kıyâmete kadar gelen mü'minler, yâ Rabbî! Bizi afv et ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi  afv et derler) buyuruyor. Hüseynî tefsîrinde diyor ki; (Âlimler buyurdu ki, Eshâb-ı kirâmdan 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în' birini sevmiyen kimse, bu âyetde bildirilen mü'minlerden olmaz. Bu düâdan mahrûm olur).
- Resûlullah 's.a.v.' (Hasen ve Hüseyn, Cennet gençlerinin üstünüdür. Babaları dahâ üstündür) buyurmadı mı?
- Ebû Bekr-i Sıddîk hakkında bundan iyisini buyurdu. Babam Muhammed Bâkırdan işitdim. Ceddim İmâm-ı Alî 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, Resûlullahın 's.a.v.' huzûrunda idim. Başka kimse yok idi. Ebû Bekr ile Ömer 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în' geldi. Server-i âlem ve Seyyid-i veledi âdem 's.a.v.': (Yâ Alî! Bu ikisi, Peygamberlerden başka, Cennet erkeklerinin en üstünüdür.)
- Yâ Ca'fer! Âişe mi üstündür. Fâtıma mı üstündür?
- Âişe 'r.a.' Resûlullah hazretlerinin zevcesi idi. Onunla berâber olur. Fâtıma 'r.a.' hazret-i Alînin zevcesi idi. Onunla berâber olur. Allahü teâlâ hazretlerinin gadabı ve la'neti o râfizî ve mübtedi' üzerine olsun ki, Resûlullah 's.a.v.' hazretlerinin, mü'minlerin annesi olan ezvâc-ı tâhirâtına 'rıdvânullahi teâlâ aleyhinnâ ecma'în' ta'n eyler.
- Âişe Alî ile muhârebe etdi. Cennete girer mi?
- Allahü teâlâ Ahzâb sûresi, 53.ayetinde meâlen; (Resûlullahı incitmeyiniz. Ondan sonra, zevcelerini nikâh ile hiç almayınız. Bunların ikisi de büyük günâhdır.) buyuruyor. Beydâvî ve Hüseynî tefsîrlerinde diyor ki, bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, Resûlullah 's.a.v.' vefât etdikden sonra da, ona saygı göstermek için, zevcelerine saygı lâzımdır.
- Ebû Bekrin hilâfetini, Kur'ân-ı azîmüşşânda bana göstermeğe kâdir misin?
- Gösteririm. Hem Kur'ân-ı kerîmde, hem Tevrâtda ve hem de İncîlde gösterebilirim. Kur'ân-ı kerîmde olan şudur: En'âm sûresi 165.âyetinde meâlen; (Allahü teâlâ sizi yeryüzünde halîfe yapdı) buyuruldu. Nûr sûresi 55.âyetinde meâlen; (Îmân eden ve emrlerimi yapanlarınızı, yeryüzüne hâkim kılacağımı söz veriyorum. İsrâîloğullarını halîfe yapdığım gibi, sizi de birbiriniz ardı-sıra halîfe yapacağım) buyuruldu. Beydâvî ve Hüseynî diyor ki, bu âyet-i kerîme gaybdan haber verip, Kur'ân-ı kerîmin, Allahü teâlânın kelâmı olduğunu ve dört halîfesinin 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în' meşrû; haklı olduğunu göstermekdedir.
Tevrâtda ve İncîlde, Feth sûresinin son âyetinde meâlen, (Resûlullah ve onunla birlikde olanlar, birbirlerini her zemân ve çok severler ve her zemân kâfirlere düşmân olurlar!) bütün Eshâb bildirilmekde ve Ebû Bekrin şerefine işâret edilmekdedir. Bu âyetin sonunda meâlen, (Eshâbının misâlleri Tevrâtda ve İncîlde bildirildi) buyuruyor. Babam, ceddim Alî bin Ebî Tâlibden 'r.a.' ve onun da Resûlullah hazretlerinden bildirdiği hadîs-i şerîfde,
(Allahü teâlâ, hiçbir Peygamberine vermediği kerâmetleri bana verir. Kıyâmetde mezârdan önce kalkarım. Allahü teâlâ dört halîfeni çağır, buyurur. Onlar kimdir, yâ Rabbî, derim. Ebû Bekrdir, buyurur. Yer yarılıp, herkesden önce Ebû Bekr mezârdan çıkar. Sonra Ömer, sonra Osmân, sonra Alî kalkar) buyuruldu. Peygamberimiz 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu: Ben yer şak olup, dışarı gelenlerin evveli olurum. Allahü teâlâ bana kerâmetlerden verir. O nesne ki benden önce Nebîlerin bir ferdine vermemişdir. Sonra Allahü teâlâ buyurur. Yâ Muhammed, yakın getir o halîfeleri ki, senden sonra geldiler. Ben dedim, onlar kimlerdir. Buyurur, Ebû Bekr-i Sıddîk. Benden sonra yer şak olup, Ebû Bekr kabrden dışarı gelenlerin evveli olur. İki hulle giydirirler. Tâ gelip, Arş önünde durur. Ve hesâbın az görürler. Ve arş önünde ayak üzerine dururlar. Ondan bir münâdî seslenir; Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' nerededir. Onu getirirler. Cerâhetden kan revân olduğu hâlde gelir. Diye ki, yâ Ömer, bunu sana kim etmişdir. Mugîre bin Şûbenin kölesi yapmışdır, der. Ona da buyururlar. Arş önünde durur. Hesâbını görürler. İki yeşil hulle giydirirler. Sonra Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini getirirler. Damarlarından kan revân olduğu hâlde gelir. Derler ki, bunu sana kim yapdı. Der ki, filân yapdı. Arş önünde durmasını buyururlar. Hesâbı da kolay olur. İki yeşil hulle giydirirler.
- Yâ Ca'fer, bunlar Kur'ân-ı azîmde var mıdır.
- Evet, okumadın mı, Allahü teâlâ onlardan haber verdi. (Peygamberler ve bunların şâhidleri, hesâb için getirilir!) buyuruldu. [Zümer sûresi 69.cu âyet-i kerîmesi meâli]. Yâhud şehîdleri getirilir, denildi. Ya'nî Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Alîyi 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' getirirler.
- Yâ Ca'fer! Bu zemâna kadar ben onları sevmiyor idim. Şimdi pişmân oldum. Eğer tevbe edersem, Allahü teâlâ kabûl edermi?
Ca'fer-i Sâdık 'kuddise sirrehül'azîz' buyurdu ki,
Çabuk tevbe et ki, se'âdetin alâmeti olsun. Eğer, Allahü teâlâ korusun, o i'tikâd üzere dünyâdan gitmiş olsaydın, senin dînin boşa giderdi.

Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin

Cebrail (a.s.)'ın Hocası


Cebrail (a.s.)'ın Hocası
Birgün Server-i Enbiyâ 's.a.v.' mescidde oturmuş idi. Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Sultân-ı Enbiyâ, hazret-i Cebrâîl ile söyleşirdi. Eshâb-ı kirâm mescide gelip, Seyyid-i kâinâtı meşgûl görüp, bildiler ki, hazret-i Cebrâîl ile söyleşir. Sükût edip, oturdular. O sırada hazret-i Alî 'r.a.' içeri girip, selâm verip, yerine oturdu. Hazret-i Osmân 'r.a.' gelip, selâm verip, yerine oturdu. Sonra Ebû Bekr 'r.a.' gelip selâm verdikde, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı Enbiyâ hazretleri de ayak üzerine kalkdı. Eshâb-ı kirâm, Server-i kâinâtı ayak üzere kalkdığını görüp, hepsi ayağa kalkıp, hayret etdiler. Zîrâ Fahr-i âlem, Eshâb-ı güzînden kimseye ayak üzerine kalkmamışdır. Sonra bu husûsu, hazret-i Resûl-i ekremden sordular.
Buyurdular ki:
- Ebû Bekr-i Sıddîk mescide girip, selâm verdiği zemân, Cebrâîl aleyhisselâm Ebû Bekr-i Sıddîka ta'zîm için ayak üzerine kalkdı. Ben de ayak üzerine kalkdım. Sonra, yâ kardeşim Cebrâîl, Ebû Bekre ne için ta'zîm etdiniz, diye sordum.
Dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Ebû Bekre ta'zîm bana vâcibdir. Zîrâ Ebû Bekr benim hocamdır. Ben sordum,
- Neden dolayı hocandır.
Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki:
- Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Hak Sübhânehü ve teâlâ, Âdem aleyhisselâtü vesselâmı yaratdığı zemân, meleklere, hazret-i Âdeme secde ediniz, diye emr etdi. Benim hâtırıma geldi ki, secde etmiyeyim. Ben ondan efdalim. Zîrâ ki, o balçıkdan yaratılmışdır, dedim. Bunun üzerine olmağa niyyet eyledim. O zemân ki, Ebû Bekrin rûhu arş altında nûrdan bir köşk içinde idi. Köşkün kapısı açıldı, Ebû Bekrin rûhu çıkdı.
Bana dedi ki,
- Yâ Cebrâîl secde eyle. Sakın muhâlefet etme. Bunu üç kerre tekrârladı. Arkama üç kerre eliyle vurdu. O sırada kalbimden kibr ve enâniyyet ve inâd gitdi. Âdeme secde eyledim. Benden kibr ve enâniyyet, iblîse intikâl edip, Âdeme secde etmedi. Ebedî tard edilip, mel'ûn oldu ve ben de ebedî se'âdete kavuşdum. Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Ebû Bekr bu şeklde bana hoca olmuşdur, dedi.

Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin

AHMED BİN MESRÛK


AHMED BİN MESRÛK;
Büyük velîlerden. İsmi Ahmed bin Muhammed, künyesi Ebü'l-Abbâs nisbesi et-Tûsî'dir. İbn-i
Mesrûk diye meşhurdur. Tûs'ta doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Bağdât'ta yaşadı. 910
(H.298) senesi Safer ayında vefât etti. Kabr-i şerîfi Bağdât'ta Bâb-ü Harb mezarlığındadır.
Ahmed bin Mesrûk ilim tahsîli için Rey ve Horasan civârını dolaştı. Bağdât'a yerleşti.
Cüneyd-i Bağdâdî, Sırrî-yi Sekatî, Ahmed bin Mesrûk, Hâris el-Muhâsibî, Muhammed bin
Mansur, Muhammed el-Bürülânî ile diğer velîlerin sohbetlerinde yetişip olgunlaştı. Ebû Ali
Rodbârî'nin hocası olup Muhammed bin Bekkâr, Şeybân bin Ferrûh ve Ahmed bin Hanbel
hazretlerinden hadîs-i şerîf rivayetinde bulundu. Cafer el-Huldî ve İbn-i Ubeyd el-Askerî de
kendisinden rivâyette bulundular.
Ahmed bin Mesrûk; haramlardan ve şüphelilerden sakınmakta, hattâ şüpheli olmak
korkusuyla mübahların çoğunu terk etmekte, çok ibâdet yapmakta eşi az görülen
insanlardandı. Haftada sadece bir kaç defa yer içerdi. Cumâ günleri dinlediği vâzların
etkisiyle kendinden geçer yemeden içmeden kesilirdi. Her halinde Allahü teâlânın rızâsını
düşünür, O'nun için olmayan sevgiyi öldürücü zehir bilirdi. Talebelerine; "Bir kimse Allahü
teâlâdan başkasına gönül verirse, O'ndan başkasında neşe bulursa, bu neşeleri dertler ocağı
olur. Kim, Allahü teâlânın beğenmediği şeylere yakın olursa, bu yakınlıkların hepsi sıkıntıya
dönüşür." derdi.
Ahmed bin Mesrûk insanların haklarına çok saygı gösterirdi. Sebebi sorulunca; "Müminlerin
hakkına saygı, Allahü teâlânın hakkına saygıdandır." buyururdu. Çok misâfirperverdi.
Misâfirlerine devamlı hizmetten zevk alırdı. Bir misâfiri bunun sebebini sordu. O da;
"Misâfirlik üç gündür. Bundan fazla kalırsan bana ikrâmda bulunmuş olursun." buyurdu.
"Tevekkül nedir?" diye sorduklarında; "Tevekkül, kalbin Allahü teâlâya güvenmesi,
aleyhinde olanı bırakıp, lehinde olan ile meşgûl olmasıdır." buyurdu. Ömrünü boş yere
tüketenleri görünce üzülürdü. Bunlara nasihat olarak; "Ömür çok değerli sermayedir. Ne
yazık ki insanoğlunun çoğu bu sermayeyi boş yere tüketir. Gençlik yıllarımda dinçtim.
Zorluklar beni yıldırmazdı. Ama artık ihtiyarlık devremi yaşıyorum. Geçmişte boşa
geçirdiğim zamanlarıma üzülüyor, o günleri arıyor, ama bulamıyorum." derdi.
Ahmed bin Mesrûk hazretleri sohbetine; "İnsan, terbiyesini rabbinden almalı." diyerek söze
başlar sonunda da; "Edebini Rabbinden alanı hiçbir şey mağlûb edemez." derdi. "Bir kimse
kendini kurtarmak için aklını kullanmasını bilmezse aklı o kimseyi helâke götürür." sözü
ağzından düşmezdi. İnsanları gafletten sakındırır; "Gafletin sebebi cahilliktir." buyururdu.
Kendisine; "Aklımıza uygun olmayan düşünceler geliyor ne yapalım?" denildi. "Kim, Allahü
teâlâdan korkarak kalbine gelen uygunsuz düşüncelerden korunmaya çalışırsa, Allahü teâlâ da
o kimsenin uzuvlarını, bu türlü işleri yapmaktan korur, muhâfaza eder." buyurdu.
Ahmed bin Mesrûk, hal ve firâset sâhibi olup gördüğü kimsenin hal ve niyetini sezerdi.
Kendisi anlatır: Bir zaman bize, şeyh kılıklı, konuşması düzgün biri geldi. Bu tatlı ifâdesiyle,
bize tasavvuf yolunu anlatmaya başladı, konuşurken, söz arasında; "Hepiniz kalbine gelen
düşünceyi bana anlatsın." dedi. Benim hatırıma o ihtiyarın yahûdî olduğu geldi. Fakat bu
durumu söyleyip söylememeyi, yanımda bulunan birine sordum. O böyle konuşanın yahûdî
olacağını tahmin etmediği için uygun görmedi. Lâkin benim bu düşüncem, gittikçe
kuvvetleniyordu. Ne olursa olsun, bu düşüncemi kendisine söyleyeyim dedim. Dedim ki: "Siz
hatırımıza gelen düşünceyi söylememizi istiyorsunuz. Benim kalbime sizin yahûdî olduğunuz
düşüncesi geldi." Bunu işitince başını önüne eğip, bir mikdâr bekledikten sonra doğrularak;
"Doğru söylüyorsun." dedi ve Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. "Hak olan din
İslâmiyettir." dedi.
Kendisine mârifet ve muhabbetten sordular; "Mârifet, Allahü teâlâyı tanımak, O'nu düşünüp
tövbe, pişman olmakla, muhabbet ise Allahü teâlâya aşırı sevgi duymak ve sevgilinin
irâdesine kusursuz teslim olmak ve emirlerine uymakla ele geçer." buyurdu.
Bir gün sohbette kıyâmette en şiddetli azâb görecek olanları anlatırken şu hadîs-i şerîfleri
okudu.
"Kıyâmette azâbı en şiddetli olanlar, peygamberlere söğenlerdir. Sonra Eshâb-ı kirâma
söğenler ve sonra müslümanlara söğenlerdir."
"İnsanları Hak teâlâdan alıkoyanlar istedikleri ibâdeti yapsınlar. Allahü teâlâ onları
bağışlamayacaktır. İnsanların Allahü teâlâya kavuşmasına vesile olanları da Allahü teâlâ
bağışlayacaktır."
İnsanları, Cenâb-ı hakkın kendilerine verdiği nîmetlerden başkalarını da istifâde ettirmeye
teşvik eder, Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfini okurdu: "Allahü teâlâ bâzı kullarına
bâzı nîmetleri ihsân etmiştir. Şâyet bu kullar, verilen nîmetlerle, başkalarını da
faydalandırırsa, bu nîmetler onlarda kalır. Eğer çevresindekileri bu nîmetten mahrûm
ederlerse, verilen nîmetler onlardan alınıp başkalarına verilir."
Ahmed bin Mesrûk hazretlerine semâ', kasîde dinlemek, söylemek hakkında soruldu.
Buyurdu ki: "Hali sağlam, ilimde âlim, içi ve dışı îtibâriyle doğru istikamet sâhibi olmayanın
semâ' dinlemesi doğru olmaz. Bizim gibilere ise bağırmak, çağırmak, dönmek hiç uygun
değildir. Çünkü bizim kalplerimiz henüz ibâdetlerle ülfet, dostluk hâlinde değildir. Kendimizi
ibâdete zorla sevk ediyoruz. Nefsimizi başı boş bırakırsak bizi felaketten felakete sürükler."
Sık sık: "Bâtıl olan şeye çok bakmak, kalbden Hakkın mârifetini giderir."
"Dünyâdan uzaklaşmak, takvâ sahiblerine, haramlardan uzaklaşanlara kolay gelir."
"Müminin kalbi Allahü teâlânın zikri ile kuvvetlenir." buyururdu.
Ahmed bin Mesrûk hazretlerinin Cüz'ül Kanâa isminde bir eseri olduğu rivâyet edilmektedir.
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.213
2) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.237
3) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.141
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.227
5) Târihi Bağdâd; c.5, s.100
6) Risâle-i Kuşeyrî; s.121
7) Sıfat-us-Safve; c.4, s.104
8) Tabakât-ül Kübrâ; c.1, s.109
9) Mir'at-ül-Cinân; c.2, s.231
10) Nefehât-ül-Üns; s.90
11) El-Muntazam; c.6, s.98
12) Netâicu Efkâr-il-Kudsiyye; c.1, s.169
13) Ravd-ur-Reyyahîn; s.101,142
14) Tearrûf; s.7
15) Tabakât-ı Ensârî; s.202
16) Hazînet-ül Asfiyâ; c.2, s.174
17) Keşf-ül Mahcûb; s.249-250
18) Nesâyim-ül Mehabbe; s.54
19) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; s.252
20) Hediyyet-ül Ârifîn; c.1 s.56
21) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.85

AHMED MEKKÎ EFENDİ


AHMED MEKKÎ EFENDİ;
Âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin büyük oğlu. Annesi büyük velî,
kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M.Reşid Arvâsî'nin kızı
Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van'ın Başkale kazâsında doğdu. 1967 (H.1387)
yılında vefât etti.
Küçük yaştan îtibâren fazîletli babalarından ve amcası Seyyid Tâhâ Efendiden ilim tahsîline
başladı. Medrese tahsîlini bitirdikten sonra yine babasından zâhirî ilimlerin inceliklerini
alarak icâzetle şereflendi. Yüksek teveccühlerine ve himmetlerine mazhar olarak evliyâlık
yolunda kemâl mertebelere ulaştı.
Ahmed Mekkî Efendi, din ilimlerindeki bu üstün derecesine rağmen son derece edeb ve
tevâzu sâhibi idi. Bu hâli ile kendisini diğer insanlardan gizlerdi. Görünüşte
herhangi bir kimse gibi insanlar arasında bulunur, ancak gerçekte, devamlı cenâb-ı
Hak ile olurdu.
Ahmed Mekkî Efendi uzun yıllar Üsküdar ve Kadıköy müftülüklerinde bulunup, sağlam
fetvâlar verdi. Bu vazîfeleri sırasında temiz ruhlu yüzlerce genci ilim ve fazîletle süsledi.
Cenâb-ı Hak, İstanbul halkını bu feyz ve bereket kaynağından yıllarca faydalandırdı. İlim
öğretmek için ekseri zamanlarda talebelerine kendisi giderdi. Şâyet talebesi okumak
istemezse, tatlı dili ile onu iknâ edip okuturdu. Bu işleri sırf cenâb-ı Hakk'ın rızâsı için yapar,
hiç bir karşılık beklemezdi.
Yakınlarından birisi çocuklarını küçük yaşta okumaları için Ahmed Mekkî Efendiye
gönderdi. Bir müddet sonra çocuklar derse girmekte gevşek davrandılar. Nasihat da fayda
vermedi. Bu husûsu Mekkî Efendiye arz ettiğinde buyurdu ki: "Onlara her ders için para
vereceğini vâd et. Her gün benden dersini okuduğuna dâir imzâlı kâğıt getirene şu kadar para
vereceğini söyle." O yakını dediği gibi yapınca, çocuklar derslere severek geldiler ve çok
şeyler öğrendiler. Küçük yaştaki çocukları bu yolla okutmanın kolay ve faydalı olduğu
anlaşılmış oldu.
Cumartesi ve Pazar günleri öğleden sonra Fâtih Câmiinde vâz verirdi. Bu vâzlarında Beydâvî
Tefsîri'ni şerhleri ile birlikte, baştan sonuna kadar dinleyenlere anlatıp îzâh etti. Bu şekilde
başlayıp bitirmek babalarından sonra bir de kendilerine nasîb oldu. Ahmed Mekkî Efendi
kendisine suâl sormaya gelenlere, Ehl-i sünnetin gözbebeği İslâm âlimlerinin eserlerine
bakmadan cevap vermezdi. Hattâ bâzan aynı suâli sormak için değişik zamanlarda farklı
kimseler geldiğinde, hepsinde de; "Hele bir kitaba bakalım." der ve kitaptan okuyarak
cevâbını verirdi.
Çok cömert idi. Gece-gündüz kapısı sevenlerine, gelenlerine açıktı. Misâfirlerine karşı her
zaman ikrâm edilecek bir şeyler de bulurdu. Kendisi de çağırılan, dâvet edilen yere gider ve
gittiği yerlerde büyüklerin hallerinden, yaşayışlarından bahsederdi. Müftülük yaptığı
zamanlarda din görevlilerine dâimâ şefkatli davranır, hal ve hatırlarını sorup gönüllerini
alırdı. Maddî durumu iyi olmayanlara elinden geldiği kadar yardımcı olurdu. Bu sebeple
emrinde çalışanlar onu bir müftü olarak değil, şefkatli bir baba gibi görürlerdi. Bir gün genç
bir müezzin askere giderken vedâ maksadıyla yanına geldi. Ahmed Mekkî Efendi, ona duâ
ederek; "Evlâdım gidince adresini bana bildir." diye tenbih etti. Müezzin, asker olduktan
sonra, Ahmed Mekkî Efendiye bir mektup göndererek adresini bildirdi. Bir ay kadar sonra
komutanı kendisini arayarak İstanbul'dan parası geldiğini ve almasını istedi. Müezzin çok
şaşırmıştı. Çünkü İstanbul'dan kendisine para gönderecek hiç kimsesi yoktu. Sonra parayı
gönderen zâtın, Ahmed Mekkî hazretleri olduğunu öğrendi.
Dînî ilimleri öğrenip hâfızlığa çalışan bir genç, Üsküdar Müftülüğünde imâmlık imtihânı
açıldığını işitti. Fakir ve garipti. İmtihan günü müftülüğe gittiğinde mürâcaat edenlerin çok
kalabalık olduğunu gördü."Bana burada iş vermezler. Elbiselerim eski, yaşım küçük,
tecrübem de yok." diye düşünerek tam geri dönmeye karar vermişti ki, o sırada müftülüğün
kapısı açıldı ve dışarıya çıkan bir kişi gerilerden onu çağırarak; "Oğlum sakın imtihana
girmeden gitme." dedi ve içeri girdi. Genç bu işte bir hayır var deyip imtihana girdi ve
kazandı. Sonra bu zâtın müftü Ahmed Mekkî Efendi olduğunu öğrendi.
Ahmed Mekkî Efendi âlimlere karşı fevkalâde hürmetkâr idi. Talebelerinden birisi şöyle
nakletmektedir:
Bir gün hocamla birlikte başka bir talebenin evine gidiyorduk. Orada ders vereceklerdi.
Akşam ezânı da okunmak üzereydi. Bir köşe başına geldiğimizde sokağa adım atacağı sırada
durdu. Daha sonra yolunu değiştirerek başka bir sokaktan ve daha çok dolaştıktan sonra
talebenin evine vardık. Ben hâlâ yolu niçin uzattığımızı anlayamamıştım. Bu hâlimi anlayarak
dedi ki: "Evlâdım o sokakta büyük bir âlim zât oturuyordu. Bu ilim sâhibinin evinin önünden
geçerken kendisinin hal ve hâtırını sormadan geçmemiz uygun olmazdı. Kapısını çalsaydık,
bu defâ da dar vakitte kendisini sıkıntıya sokmuş olacaktık. Bu ise hiç uygun düşmeyecekti."
O zaman anladım ki, Ahmed Mekkî Efendi, ilim sâhibine olan edebinden kapısının önünden
geçmemişti.
Devamlı abdestli olurdu. Dünyâ malına, mülküne değer vermezdi. Bâzı sevdiklerine sık sık
şu sözü tekrar ederdi:
"Mâla mülke olma mağrûr, deme var mı ben gibi?
Bir muhâlif yel eser, savrulur harman gibi."
Yakınlarından birisi şöyle anlatmaktadır: Merhameti o kadar çoktu ki, kendisine el açanları
bir defâ olsun geri çevirmezdi. Kalp kırmaktan böylesine sakınan bir kimseyi bizim aklımız
anlamaktan âcizdi. Nitekim bir gün müftülükte birlikte oturuyorduk. Orta yaşlı bir adam içeri
girdi. Müftü Efendiye dönerek; "Efendim bir ay önce Kars'tan gelmiştim. Fakat iş bulamadım.
Beş parasız kaldım. Memleketime döneceğim ama bilet almaya param kalmadı. Otobüs
kalkmak üzere, ne olur bir bilet parası veriniz." diyerek yalvardı. Ahmed Mekkî Efendi
adama acıyıp istediği parayı derhal verdi. Akşamleyin Müftü Efendi ile berâber dönüyorduk.
Vapura bindiğimizde baktık ki, gündüz yol parası alan adam orada oturuyor. Ben gâyet
sinirlenmiştim, ancak belli etmiyordum. Müftü Efendi ise bana dönerek; "Bu kimse bugün
bize yalan söylemiş. Şimdi beni görürse utanır, mahcûb olur. Onun için gel, bizi görmesin."
diyerek onun görmeyeceği bir tarafa gittik.
Ahmed Mekkî Efendi 71 yaşında iken 1967 (H.1387)'de âhirete irtihâl eyledi. Son sözü
"Elhamdülillah." oldu. Cenâze namazına binlerce kişi katıldı. O zamâna kadar İstanbul böyle
bir cemâati az görmüştü. Edirnekapı kabristanlığına defnedildi.
Mekkî Efendinin Süheyl, Behâeddîn, Medenî, Hikmet ve Zâhide isminde beş çocuğu vardı.
Bunlardan Süheyl ve Behâeddîn efendiler babalarının sağlığında vefât etmişlerdir.
Ahmed Mekkî Efendinin kabri üç yıl kadar sonra çevre yolu yapılması sebebiyle Ankara,
Bağlum'a babalarının yanına nakledildi. Bu üç sene içinde cesedi aynen duruyordu. Kefeninin
de kabre konduğu gündeki gibi bozulmamış olduğu görüldü.
1?1%&@2$'$&#(%"!3"'<")
Ahmed Mekkî Efendinin çok sevdiği bir kereste tüccârı vardı. Bir gün maddî bakımdan
sıkışınca fâize girdi. Mekkî Efendi ona fâizden hayır gelmeyeceğini söylediyse de devâm etti.
Zenginleştikçe fâize bulaşması da artıyordu. Bir müddet sonra Ahmed Mekkî Efendi o tüccârı
tanıyan birini görerek; "Eğer fâizi bırakmazsa dükkanı yanacak." diye haber gönderdi. Fakat
haberci başka yerlere uğradığından iki gün gecikti. Oraya vardığında o kişinin kereste
dükkanının yandığı haberini aldı. "Ben geç kalmasaydım, belki bu olmazdı." diyerek çok
üzüldü.
1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.1, s.127
2) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; c.1, s.290-291

13 Haziran 2013 Perşembe

Cami ve Kilise

Cami ve Kilise
Hazreti Fatih İstanbul'u fethettikten sonra, Avrupada fütuhata devam ediyordu. Bir seferinde Sırbistan hududuna gelmiş ve Sırbistan'ın fethi artık an meselesi idi. Sırp Kralı Brankoviç bir yanda Macaristan bir yanda da Türkler olduğu için arada zor durumda kalmıştı. Her iki büyük devletten birine sığınmak, ondan yardım istemek düşüncesiyle, her iki tarafa da elçiler gönderdi.
"Sırbistan elinize geçer ve burayı fethederseniz nasıl muamele edeceksiniz?" diye fikirlerini öğrenmek istedi.
Sırplılar ortodoks mezhebine mensup olduklarından, katolik Macar Kralı Hünyad tarafından şu cevabı aldı:
-Eğer Sırbistan bizim elimize geçer ve biz oraları istilâ edersek, bütün Sırplıları katolik edinceye kadar mücadele ederiz ve bütün kiliseleri yıkar, yerlerine katolik kilisesi inşa ederiz...
Fatih Sultan Mehmet Hazretlerine giden elçi şu cevapla dönmüştü:
-Biz Sırbistan'ı alırsak, İslâmiyetin Allah indinde tek din olduğunu ilân ederiz. Ve bu arada hiç kimseyi, kendi dininden dönmeye zorlamayız. İsteyen eski dininin icabı olan kiliseye gider, isteyen Allah indinde tek din olan İslâmiyeti seçer, dünya ve ahiret selâmetine kavuşur.
Yeni Şafak

BUNLARDAN HANGİSİ ŞEHİTTİR

BUNLARDAN HANGİSİ ŞEHİTTİR?
Emîr Timur rahmetullahi aleyh, Halep Şehri'ni zaptederken, pekçok Müslüman kanı akmıştı. Savaştan sonra din adamlarını toplayarak sordu:
'Muhârebe esnasında sizden ve bizden epeyce adam öldü, dedi. Söyleyin bakalım bunlardan hangisi şehittir?
ve bir Allah (c.c) dostu ayağa kalkarak şöyle der::
'Sizden ve bizden olması bir şey değiştirmez; kim Allâh'ın ism-i Celîl'ini yüceltmek için mücâdele ve mukâbele etmişse, o şehittir.

AHMED KUSEYRÎ


AHMED KUSEYRÎ;
Evliyânın meşhûrlarından. İsmi Ahmed bin Abdurrahmân Kuseyrî'dir. Doğum târihi
bilinmemektedir. 1549 (H.956) senesinde Hatay'da vefât etti. Türbesi Şenköy'de ziyâret
mahallidir. Aynı âileden on yedi zâtın kabri de bu türbededir. Aslen Suriye Selçuklularından
olup, soyu Eshâb-ı kirâmdan Peygamber efendimizin amcası hazret-iAbbâs'a dayandığı
rivâyet edilmiştir. Babası Şeyh Abdurrahmân 1464 senesinde Hatay'a yerleşmiş, Ahmed
Kuseyrî burada doğmuştur. İlim ehli, tasavvuf erbâbı ve insanlara rehberlik eden bir âileye
mensuptur. Dedesi Şeyh Süleymân ve babası Şeyh Abdurrahmân, Şâfiî mezhebinden ve
Halvetî tarîkatındandılar. Tekkeleri Yayladağı'nı Lazkiye'ye bağlayan eski kara yolu
üzerindeki Hırbe çiftliğindeydi. Hanyolu köyünde Şeyh Dâvûd ve Hatay'da Şeyh Ali adında
iki amcası vardı. Her ikisi de âlim ve fâzıl kimselerdi.
Ahmed Kuseyrî ilk temel din bilgilerini ve Kur'ân-ı kerîm okumayı babasından öğrendi. Daha
sonra amcası Şeyh Dâvûd'dan Arabî, akâid, fıkıh ve tefsîr okudu. Bu tahsîli sırasında büyük
İslâm âlimlerinden İmâm-ı Gazâlî ve Muhyiddîn Arabî hazretlerinin eserlerini okudu. Diğer
amcası Şeyh Ali'den de ders alıp genç yaşta tasavvuf ilminde ve hâllerinde yetişti. Babası
1520 senesinde talebeleri huzûrunda ona Halvetî tarîkatından icâzet verip, hırkasını giydirdi.
Bu icâzetin verilmesinden beş sene sonra babası vefât etti. İrşâd, rehberlik vazîfesini devâm
ettirdi. Sohbetlerine ve derslerine pekçok kimse gelip istifâde ederdi. Halep'te Zekeriyyâ
aleyhisselâm Câmiinde verdiği vâzlar ve hutbeleri büyük bir alâka ile dinlenirdi. 1545
senesinde Halep'te Ferhat Paşa ile görüştü. Ferhat Paşa onun ilimde ve yaşayışta üstünlüğünü
görerek hürmet ve ikramda bulundu. Kendisine Osmanlı Devleti adına bir ferman takdim edip
müsellimlik verdi. Halep'ten tekrar Şeyh köyüne dönüp, Hatay'da Ehl-i sünnet îtikâdını yayıp
zararlı akımların ve kötü alışkanlıkların kaldırılması için büyük mücâdeleler verdi ve üstün
hizmetler yaptı.
Kânûnî Sultan Süleymân Han onu İstanbul'a dâvet etti. İstanbul'a gidip pâdişâhın meşhûr
dîvân sohbetlerinde bulundu. Pâdişâh hürmet ve ikrâm gösterdi. Rütbeler ve nişanlar verdi.
Osmanlı Devleti adına yaşadığı Hatay bölgesinin en yetkililerinden ve özellikle Kuseyr
mıntıkasının efendisi oldu. Kendisine zeâmet olarak, şimdiki Fenk köyü, Harbiye'deki Kızlar
değirmeni ve çiftlikler verildi.Dergâhı gariblerin, yolcuların, fakir ve misafirlerin sığındığı bir
yerdi. Talebelerine son derece şefkatli davranırdı. Osmanlı Devletine sadâkatı ve hizmeti ile
çok takdir toplamıştır. Türbesinde bir Osmanlı sancağı, sorguç ve tuğ târihî bir hâtıra olarak
durmaktadır.
Ahmed Kuseyrî tahsîli sırasında bir gün ders bitince köyüne gitmek istedi. Ancak hava da
sisli ve yağışlıydı. Bu yüzden amcası gitmesine râzı olmadı. Fakat o gitmekte ısrar edince,
geçeceği Kuseyr Dağlarında yırtıcı hayvanlar bulunduğundan dikkatli olması için onu uyardı.
Ahmed Kuseyrî yola çıktıktan sonra amcası, içi bir türlü rahat etmediğinden peşine düşüp
uzaktan gizlice onu tâkib etti. Bir ara ağaçlık bir vâdide onu gözden kaybetti. Sonra baktı ki
bir kurdun sırtına binmiş neşeyle köyüne doğru yol almakta. Hayretle bakakaldı. O vâdinin
ismi Kurdderesi olarak kalmıştır. Amcası onun bu hâlini Ahmed Kuseyrî'nin babası Şeyh
Abdurrahmân'a anlatıp; "Ona öğretecek ilmim kalmadı, başka bir hocaya gitsin." diyerek
onun üstünlüğünü, daha küçük yaşta kemâle erip, kerâmet sahibi olduğunu ifâde etti.
Babası onu Hatay'a diğer amcası Şeyh Ali'nin derslerine gönderdi. Diğer talebelerle birlikte
bir müddet ders aldı. İmtihanlar sırasında ise çevrede gezmeye, kuş avlamaya çıktı.
Medresedeki talebeler isimlerini okudukça sırayla imtihana giriyorlardı. Bu sırada Ahmed
Kuseyrî medreseden çok uzak yerlerde idi. Sırası gelip ismi okununca bir anda medreseye
geldi. Hocaları onun bu kerâmetini görerek çok şaşırdılar. Sorulan sorulara doğru ve en kısa
cevabı vererek hep başarı ile geçti.
Kânûnî Sultan Süleymân onu İstanbul'a dâvet edince, hizmetçisi ile yola çıktı. Hizmetçisine;
"Sen benden önce git, konaklayacağımız hanlarda yer ayırt, ben yetişirim." dedi. Hizmetçi yol
boyunca önce gidip hangi hana vardıysa, Ahmed Kuseyrî hazretlerini orada buluyordu.
Hizmetçi onu yürürken görmediğini, kerâmetiyle uzun mesâfeleri kısa zamanda katettiğini
anlatmıştır.
Ahmed Kuseyrî hazretleri Hatay'da pekçok talebe yetiştirmiş, insanların İslâmiyeti
öğrenmelerine, İslâm ahlâkının yayılmasına hizmet etmiştir. Ayrıca yollar, medreseler,
mescidler ve çeşmeler yaptırmıştır. Altınözü civârındaki Kuseyr Çayı üzerinde hâlen faâl
hâlde olan köprü onun yaptırdığı bir hayır eseridir.
<$'1&#$%&132)1+$3&6"%
Bir gün dilenci kılığında birisi tarafından Ahmed Kuseyrî'nin evinin kapısı çalınır. Kim
olduğu sorulunca, Ahmed Kuseyrî'yi görmek istediğini söyler. Evde olmadığı bildirilince;
"Size bir emânetim var." diyerek bir dağarcık, bir torba ve küçük bir çıkını bırakıp almalarını
söyleyerek ayrılıp gider. Giderken de; "Sonra uğrarım." der. Ahmed Kuseyrî hazretleri geç
vakit eve gelir. Hanımı da kapıya gelen ziyâretçiden ve bıraktıklarından bahsetmeyi unutur.
Gece yarısı mutfaktan sesler işiterek gidip bakarlar. Bırakılan küçük kaptan kazanlar
dolduracak kadar bal taşıyor. Torbadaki bir avuç darı çuvallar dolduracak kadar artıyor.
Çıkından ise çil çil altınlar taşıp yerlere dökülüyor. Ahmed Kuseyrî; "Nedir bu hâller?" diye
sorunca hanımı şaşkın ve hayretler içinde; "Bilmiyorum." der; "Bugün bize gelen oldu mu?"
diye sorar. Hanımı hatırlayıp; "Evet bir ihtiyar geldi. Sizi sordu. Sonra uğrarım diyerek
bunları bıraktı. Bereketlenip taşan bu şeyler ona âittir." dedi. Ahmed Kuseyrî hazretleri bir an
düşünüp; "Bu gelen Hızır aleyhisselâm mıydı yoksa?" deyince, bırakılan kaplardaki artmalar
ve taşmalar durdu. Böylece Hızır aleyhisselâmın bereketine kavuştular.
1) Hatay Evliyâları; s.45

AHMED KUDDÛSİ


AHMED KUDDÛSÎ;
Anadolu velîlerinin büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Hâcı İbrâhim'dir. 1769 (H.1183) senesi
Rabî'ul-evvel ayının on birinci gecesi, Niğde'nin Bor kazâsında doğdu.
Büyük bir velî olan babası, rüyâsında üç ay gördü. Ortadaki ay diğer aylardan daha büyük ve
parlaktı. Bu rüyânın tâbirinde kendisinin üç oğlu olacağını ve ortanca oğlunun büyük bir velî
ve âlim olacağını anladı. Ahmed Kuddûsî, bu sâdık rüyânın zuhûr ettiğini Dîvan'ında şöyle
anlatır:
Rüyâda hem görmüş peder, üç ay semâda hoş kamu,
Ortadaki ayda çoğimiş behcet-ı nûr-u ziyâ.
Ana demişler: Bil, bu ay, oğlun ana rahmindeki,
Halk-ı cihânın ekserin irşâda olısar sezâ.
Ona muhabbet eyleyen âşıkları Mevlâ sever,
Bulmaz felâh kim ki ider ise ana buğz u cefâ.
Telkîn-i zikr eyle ona ersin makâma küççiken,
Hem eyle telkin ki, hemen zikr eylesin ol dâimâ.
Vakt-ı sabavette bana Tevhîdi telkîn eyledi,
Der idi: Kuddûsî! Verdim icâzeti ben sana.
Ahmed Kuddûsî, küçük yaşta babasından ders almaya başladı. Ahrâriyye yolunun edebini
babasından öğrendi. Babasının; "Oğlum her zaman Allahü teâlâyı zikr et, benim sağlığımda
boş şeylerle uğraşmaktan uzak dur." nasîhatine uyarak onun tarîkat hakkındaki tavsiyelerine
harfiyyen riayet edip gece gündüz şevkle çalıştı, bütün amelleri gönülden yaptı. Kısa zamanda
velîlik basamaklarında yükseldi.
Ahmed Kuddûsî, o zaman medreselerde okutulan ilimleri öğrenmek için de uzun müddet
medrese tahsîli gördü. 1786 senesinde babası vefât edince, ilâhî bir işâret üzerine Turhal'a
gitti. Turhal'daki Turhal Şeyhi denilen zâtın sohbetlerinde bulunarak kemâle erdi. Oradan bir
arkadaşı ile ayrılıp Erzincan'a geldi. Sert geçen kış mevsimi yüzünden Erzincan'da birkaç ay
kaldı. Yaz gelince, Erzincan'dan ayrılarak, önce Şam'a oradan da Mısır'a vardı. Daha sonra
hac farîzasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitti. Bu ilk Hicaz seferinde Hira ve
Uhud dağında, hazret-i Hamza ve Uhud harbinin diğer şehîdlerinin medfûn, gömülü
bulunduğu sahada ve dağın kayalıkları arasındaki mağaralarda uzun günler uzlette kendi
başına kaldı. Mescid-i Nebî çevresinde riyâzetler çekti. Resûlullah efendimizin lütuf ve
hitaplarına kavuşarak, üstün derecelere yükseltildi. Bu sırada; "Anadolu'ya git, orada evlen.
Senin için üstün derece ve makamlar, âile kadrosu içinde hâsıl olacaktır." îkâz ve işâreti
üzerine, bir sonraki sene tekrar hacc ederek Bor'a döndü. Bu müddet içerisinde, Resûlullah
efendimizin yüksek himmetlerine nâil olduğunu bir şiirde şöyle ifâde eder:
Dâvet etti köyüne çünkü bizi ol şâhımız,
Pes icâbet eyledik bugün açıldı râhımız.
Etti tâlim hem bize seyr-i sülûkin tarzını,
Pîşvâ-yı sâlikîn olan Resûlullahımız.
Doldu ışk-u-cezbe dil iklimine deryâ misâl,
Bu sebeple mürtefî' oldu begâyet râhımız.
Bakmanız hışm u hakâretle bize ey zâhidân,
Dost yanında mu'teber hor görünen gümrâhımız.
Yanarız ışk oduna Kuddûsîyâ leyl ü nehâr,
Kıldı âlem halkını âciz figân ü âhımız.
Ahmed Kuddûsî, ilki 1807 ve 1810 senelerinde olan Osmanlı-Rus savaşlarına katıldı.
Böylece sünnete uyarak, nefsini ıslâh etmek için yaptığı halvet, yalnızlık çile ve riyâzetleri
yâni cihâd-ı asgarı cihâd-ı ekberle, yâni nefsle yaptığı savaşlarla da tamamladı.
Bir süre Anadolu'da kalan Kuddûsî hazretleri tekrar Hicaz'a gitti. Uzun müddet Mekke ve
Medîne arasındaki ıssız çöllerde, dağlarda nefsini tezkiyeye, safiyyete ulaştırmak için çektiği
çileler, onun derecesini bir kat daha yükseltti. Bu sırada günlük yiyeceği, her gün belli saatte
kendiliğinden gelen bir ceylanın verdiği süttü. Hicaz'da geçen günlerini Dîvân'ında şöyle
anlatır:
Çıktım vatandan gittim Hicaz'a,
Dağ u çöl bana gülîzâr oldu.
Yalınız yayan râh'a azm itdim,
Köşküm sarayım kûhisâr oldu.
Vahşî âhûlar gibi insandan,
Kaçmak bana bir hoşça kâr oldu.
Susuz azıksız ulu dağlarda,
Rûz u şeb rızkım tatlı nâr oldu.
Görmedim açlık hem susuzluk hiç,
Her ne istersem çün o vâr oldu.
Tevhîd ile bu devleti buldum,
Çok diyen ânı bahtiyâr oldu.
Düşdü Kuddûsî dâmına ışkın,
İstemez çıkmak hoş şikâr oldu.
Ahmed Kuddûsî, Hicaz'dan Bor'a döndükten sonra, birçok din düşmanının düşmanlıkları
sebebiyle, on üç yıl kadar evinde inziva hayâtı yaşadı. Bu arada, bir gün Cumâ vaktinden önce
bir tanıdığı, misâfir olarak evine geldi. Cumâ vakti yaklaştığı hâlde Ahmed Kuddûsî hiçbir
acelecilik göstermedi. O zât Cumâya gitmek için izin istedi. Ahmed Kuddûsî; "Biraz daha
beklesen iyi olacaktı. Namazdan sonra seni beklerim." buyurarak misâfirini uğurladı.
Cumâdan sonra biraz gecikerek gelen misâfir zât, yemekle berâber tâze hurma ve o mevsimde
Bor'da olmayan tâze sebzeler ikrâm edilince, çok şaşırdı ve; "Efendim, hurma ve sebzeler
buranın olamaz. Siz Cumâyı nerede kıldınız?" diye sorunca, Kuddûsî hazretleri; "Evlâdım söz
dinleyip, biraz daha beklesen, ihlâsının karşılığını görecek, bizimle birlikte sen de Cumâyı
Kâbe-i muazzamada kılacaktın." buyurdu.
O devrin ileri gelenlerinden makam sâhibi biri, bir sohbette; "Zamânımızın büyük velîsi kim
ise onunla görüşmek istiyorum." diye yakınlarına sorar. Bunun üzerine orada Kuddûsî
hazretlerini tanıyan biri; "Zamânımızın büyük velîsi Ahmed Kuddûsî'dir." deyince, kendisini
İstanbul'a dâvet ederler. Ahmed Kuddûsî, İstanbul'a gelip huzûra girince, orada bulunan
kimseler, onun taşralı kıyâfeti ile huzûra girmesini pek beğenmeyip, yukardan bakıcı bir tavır
takınırlar. Ahmed Kuddûsî sohbet sırasında hiç konuşmaz. O makam sâhibi kimse; "Şeyh
efendi! Siz de bir beyân buyursanız." deyince; "Efendim! Bendeniz ilmi olmayan bir kişiyim.
Huzûrunuzda konuşmaya hayâ ederim. Ancak emrinize uyarak başımdan geçen bir hâdiseyi
anlatayım." diyerek şu hikâyeyi anlatır:
"Bir gün bendeniz Sarayburnu'nda sahil boyunca gezerken, çok güzel bir hanım sandala bindi.
Gönlümü cezbeden bu güzelin peşinden başka bir sandala binerek, onu tâkib ettim. Üsküdar
iskelesinde karaya çıkıp, falan sokaktaki büyük bahçeli konağa giren bu hanımı bir daha
göremedimse de aslâ unutmadım. Gönlüm onun hicrânı ile rahatsızdır efendim."
O makam sâhibi kimse, bu hikâyeyi duyar duymaz, yanında bulunanların hepsini dışarı
çıkararak, Ahmed Kuddûsî'ye; "Efendi, anlattığınız benim halen içinde yaşadığım elemli
hâlimin ifâdesiydi. Şu anda ise o dertten kurtuldum. O hanım gönlümden silindi." dedi. Sonra
Kuddûsî hazretlerine görülmemiş ihsânda bulundu.
Yine bir gün sultan, huzûrunda bulunanlara; "Şu avucumda gizlediğim şeyi tahmin etmenizi
istiyorum." dedi. Herkes bir şey söylediyse de kimse bilemedi. Bir köşede oturan Ahmed
Kuddûsî'ye; "Siz de bir tahminde bulunun." dediler. Ahmed Kuddûsî de; "Yedi iklim ve yedi
deryâyı gezdim. Bir balığı, yavrusunu arar gördüm." dedi. Meğerse pâdişâhın avucunda küçük
bir balık varmış. Bunun üzerine Ahmed Kuddûsî'ye tâzim ve ikrâmda bulunularak, sarayda
kalması teklif edildi. Fakat o; "Ben âciz bir kulum, burada kalsam dünyâ imtihânından berât
edemem." buyurdu ve kalmayı kabûl etmedi.
Bir süre İstanbul'da kalan Ahmed Kuddûsî, Bor'a döndü. Bor'da iken birgün sultan, Bor'a iki
memur gönderip, onun durumunu öğrenmek istedi. Gelen memurlar onu bahçesini bellerken
buldular. Ahmed Kuddûsî hazretleri onlar daha bir şey söylemeden; "Siz İstanbul'dan
geldiniz. Bizim bir şeye ihtiyacımız yok." buyurdu. Onlar; "Pâdişâhımız bizi vazifeli
gönderdi. Size tahsîsât bağlayacağız." dediler. Ahmed Kuddûsî onlara; "Açın eteğinizi"
diyerek her ikisinin eteğine birer kürek toprak döktü. İki memur bu toprakların altın olduğuna
şâhid oldular. Bu sefer Ahmed Kuddûsî; "Eteklerinizdekileri dökün." deyince hemen yere
döktüler. Bu defâ toprakların yılan-çiyan olduğuna şâhid oldular. Ahmed Kuddûsî;
"Evlâtlarım! Allahü teâlânın keremi ile bizim pâdişâhımızın tahsîsatına ihtiyâcımız yoksa da,
fukarâ ve âcizlere dağıtmak için bırakın." diyerek bu tahsîsâtı bir müddet alıp yoksullara
dağıttı.
Ahmed Kuddûsî, bir gün Konya'ya giderek, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret
etmek istedi. Türbenin önüne vardığı zaman, türbedâr kapıları kilitleyip gidiyordu. Türbedâra
türbeyi açması için ricâlar edip çok yalvardı. Fakat türbedâr; "Akşam oldu, açma müsâdesi
yoktur." diyerek kesin bir şekilde reddetti. Bunun üzerine Ahmed Kuddûsî şu medhiyeyi
okumaya başladı;
Sensin velîler şâhı,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Affet şu ben gümrâhı,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Bed-kâr-u-âvâreyim,
Pür-zenb ü bî-çâreyim,
Âsî yüzü kâreyim,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Gâyet azîmdir câhın,
Mahbûbısın Allah'ın,
Dâr-ül-emân dergâhın,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Sen şol ulu sultânsın,
Ki server-i merdânsın,
Hem ma'den-i irfânsın,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Çün tıfl iken ey Sultân,
Eflâki etdin seyrân,
Oldu melâik hayrân,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Muhtâcınam in'âm et,
Mihmânınam ikrâm et,
İhsânını itmâm et,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Kapunda çok muhtâcân,
Erer murâda her ân,
Devrinde sürer devrân,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Bencileyin yok gümrah,
Lâkin dedim eyvallah,
Geldim sana şey'en lillah,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Âriflerin sultânı,
Dertlilerin dermânı,
Kuddûsî'nin cânânı,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Son dörtlüğü söylediği anda, kapılar kendiliğinden açıldı. Ahmed Kuddûsî, türbedârın şaşkın
bakışlarından habersiz, ziyâretini yaparak oradan ayrıldı. Ertesi gün bu hâdiseyi duyan
Mevlevî şeyhleri ile bir kısım ulemâ; "Bu mutlakâ Bor'lu Kuddûsî'dir." dediler.
Medîne-i münevverede saatçılık yapmakta olan Ali Osman isimli İzmirli bir Türk vardı. Bu
zât Medîne-i münevvereye hicret ettikten bir müddet sonra, mesleği olan işi yapmak üzere bir
dükkân açmak için izin almaya çalıştı. Uzun süre bunu sağlayamadı. Parası bitti. Bir gece
Allahü teâlâya iltica ile yalvardı. O gece rüyâsında esmer, kır sakallı, uzunca boylu bir zât;
"Evladım, resmî dâireye girdiğinde sağ tarafında gördüğün şu üçüncü şahsa mürâcaat et.
Gerisine karışma buyurdu. Ali Osman Efendi sabahleyin doğruca denilen şahsın yanına gitti.
O şahıs, Ali Osman Efendi'ye; "Seni Kuddûsî hazretleri mi gönderdi? Git hemen dükkânını
aç, işine başla." dedi. Ali Osman hemen gidip dükkânı izin almış gibi açtı. O şahıs izin
belgesini sonradan gönderdi. Bir müddet sonra rüyâsında aynı zâtı gördü. O zât; "Oğlum bana
Kuddûsî derler. Cebine bir hediye koydum, onu al ve amel et." dedi. Ali Osman Efendi
uyandığında cebinde Kuddûsî hazretlerinin şu şiirinin yazılmış olduğu kâğıdı buldu:
Ey rahmeti bol pâdişâh,
Cürmüm ile geldim sana,
Ben eyledim hadsiz günâh,
Cürmüm ile geldim sana.
Hadden tecâvüz eyledim,
Deryâ-yı zenbi boyladım,
Ma'lûm sana ki neyledim,
Cürmüm ile geldim sana.
Senden utanmayup hemân.
Ettim hatâ gizlü ayân,
Urma yüzüme el-emân,
Cürmüm ile geldim sana.
Aslım çü bi katre menî,
Halk eyledin andan benî,
Aslım denî, fer'îm denî,
Cürmüm ile geldim sana.
Gerçi kesel fısk-ü-fücûr,
Ayb-ı-zelel çok hem kusûr,
Lâkin senin adın Gafûr,
Cürmüm ile geldim sana.
Zenbim ile doldu cihân,
Sana ayân zâhir nihân,
Ey lutfü bî-had Müste'ân,
Cürmüm ile geldim sana.
Adın senin Gaffâr iken,
Ayb örtücü Settâr iken,
Kime gidem sen vâr iken,
Cürmüm ile geldim sana.
Hiç sana kulluk etmedim,
Rah-ı rızâna gitmedim,
Hem buyruğunu tutmadım,
Cürmüm ile geldim sana.
Bin kerre bin ol pâdişâh,
Etsem dahî böyle günâh,
Lâ-taknetû yeter penâh,
Cürmüm ile geldim sana.
İsyânda Kuddûsî şedîd,
Kullukda bir battal pelîd,
Der kesmeyip senden ümîd,
Cürmüm ile geldim sana.
Ali Osman Efendi, o günden sonra bu şiiri okumadan işine gitmedi ve verilen vazifeleri
devamlı yaptı.
Ahmed Kuddûsî hazretleri, gerek şiirlerinde, gerekse mektup ve sâir yazılarında, hak
yolundaki tehlikelere dikkatleri çekerek, bu yoldaki sâdıklarla, sapıkların hâl ve durumlarını
tekrar tekrar anlatmaktadır. Ehl-i dünyâ ile mülhid ve dinsize yaklaşmamayı, câhil ve inatçı
sofulardan kaçınmayı, küfür ehli ile münâfıklardan şiddetle sakınmayı, hased, kin, istihzâ ve
nemîme, dedi-kodu ehlinden uzaklaşıp onlarla berâber olmamayı tavsiye ederek, şöyle
buyurmaktadır:
Nâr-ı ışk ile yanup kül olmayan nâdân'a yuf,
Ölmeden evvel ölüp dirilmeyen bî-cân'a yuf.
Kadrini uşşâk-ı Hakk'ın bilmeyüp ta'n eyleyen,
Bed-kelâmu bed-likâ vü bed-nefes hayvâna yuf.
Zu'm eder ki özi yahşı tâgiyândır ehl-i ışk,
Yuf o tâgî'nin özine ettiği tuğyâna yuf.
Mü'minin budur nişânı ki seve mü'minleri,
Ehli, îmâna adâvet eyleyen düşmana yuf.
Söyleyup elfâz-ı küfr-i güldürür nâs-ı müdâm,
Dinleyüp ânın kelamın gülüşen yârâna yuf.
Ger gazâb eylersen kalmaz anda aslâ akl-u-dîn,
Bî-vefâ vü akl u hem bî-dîn ü bî-îmâna yuf.
Kârıdır gamz u nemîme kizb ü sebb ü ifk'ü zem,
Hak içinde fitne îkâz edici fettâna yuf.
Öğredirler anı hassad şeyhe dahl eyle deyu
Öğreden hassade hem şeyhine taş atana yuf.
Îtirâzı cenâb-ı Hakka hem Cebrâile,
Şeyhime etmez mi ya ol âsî-i Rahmân'a yuf.
Asdıkâ'yı fırka fırka eyleyûb iblîs kişi,
Ara yerde ceng-i gavga buğz-u-kin koyana yuf.
Nan-ı nîmet ıyş u sohbet hakkının isyân edip,
Şol kuduz hayvan gibi her gördüğün kapana yuf.
Çün âyân oldu bu yüzden, dostumuz düşmanımız,
Bize dostluk gösterip gizlü adû olana yuf.
İsteyen bizim rızâmız varmasun hiç yanına,
Bize rağmen ol sefîhin yanına varana yuf.
Etmeniz anınla ülfet, ey bizim ahbâbımız,
Pes dedik ol münkire yuf, hem ana uyana yuf.
Hâsılı anda vefâ yok, n'eyleriz lâkin ana,
Taş verüp Kuddûsî'ye ur deyü'ben salana yuf.
Yine birçok şiirinde Allahü teâlânın rızâsını taleb etmeyi, mal, mevkî, şöhret ile dünyâya ve
maddeye âit her şeyin sevgisini kalbden çıkarmayı tavsiye etmekte, kalbde yerleşmiş sevgisi
olmayan; mal, mülk, makam ve mevkînin de bir mahzuru olmadığını belirtmektedir. Ahmed
Kuddûsî, İslâmı tek bir bütün olarak görür. İslâmiyete uyanı ve İslâmın yüceliğini anlatmak
için, devrindeki sağlam idârecilerle pâdişahları birçok defâ methetmiş ve onlara itâatı tavsiye
etmiştir. Müslümanların eğer fitneye uyup, din ve devletine ihânet etmezse, yer ve gök
ehlinden duâ ve yardım alacaklarını, şâyet din ve devletine ihânet ederlerse zulüm ve belâlara
uğrayacaklarını belirterek şöyle buyurmaktadır:
Zulm eylemez nâsa zerrece Hudâ,
Lâyık olduk geldi bize bu şifâ,
Amele göredir herkese cezâ,
Taksîr iden lâ-büd cezâsın bulur.
Kalbinden adâlet merhamet gitti,
Pâdişâhı bize musallat etti,
Emr-i Hallâk ile halkı incitti,
Anlamayan onu kul itti sanır.
Uzattın kat'et sözün Kuddûsî,
Uyandırmak kasdın pend idip nâsî,
Vir nefsine öğüt ey kalbi kâsî,
Gözsüzleri nice edebilir kör.
Ahmed Kuddûsî, farz, vâcib ve sünnet olan ilimleri bilip, kendisine kâfi olanını öğrendikten
sonra, ilmi ile amel ederek, Allahü teâlâyı anmaya devâm etmeyi bütün eserlerinde
tekrarlamaktadır. Baş olmak, dünyâlık elde etmek veyâ halkı başına toplayıp, onların hürmet
ve hizmetlerini celbetmenin, insanı şeytana oyuncak edeceğini tekrar tekrar anlatan Ahmed
Kuddûsî; Azâzil'i (şeytanı), Bel'âm bin Baûrâ'yı, Bersisa'yı ve sahâbeden iken dünyâlıklara
mağlûb olan Sa'lebe'yi anlatmaktadır. Allahü teâlâya kulluğu, Allahü teâlânın emri için
yapmayı, yeterince ilim ve bilgiyi kazanıp farz-ı ayn olan bilgileri edinmeyi, bu şartların
kazanılmasından sonra da ihlâs ile zikir, fikir ve şükür ibâdetlerini gücü yettiği nisbette yerine
getirmeyi tavsiye etmektedir.
Ahmed Kuddûsî, Kuddûsî mahlasını almasını şöyle anlatmaktadır.
Ben, daha doğmadan önce ana karnında iken, Kuddûs Kuddûs diye Allahü teâlâyı zikr
ediyormuşum. Birgün annem babama bu durumu söyleyince, babam; "Kimseye söyleme bu
oğlumuz kemâl sâhibi olur inşâallah." demiş.
Ahmed Kuddûsî bu durumu şu şiirinde de anlatır:
Kuddûs'a mensûb olmuşam,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Hem O'na meczûb olmuşam,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Bil ana rahminde beni,
Ki etmişem takdîs O'nu,
Anam işitmiştir bunu,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
On ikiye erdi yaşım,
Aşk oldu yâr u yoldaşım,
Takdîs-i Hakk idi işim,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Yiğirmide ettim hereb,
Gezdim Hicâz'ı, Şam'ı heb,
Kuddûs'e çektim çün nasab,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Şevkiyle oldum bî karar,
İçimde ışık odu yanar,
Kuddûs'e etmişem firâr,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Çektim sivâsından eli,
Buldum O'na giden yolu,
Varsun desün münkir, deli!
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Yetmiş, dahî üç oldu sin,
Hayran bana hep ins ü cin,
Kuddûs'e kalbim mutma'în,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Tedbîr-i dünyâ bilmezsem,
Arzû-yı Cennet kılmazsam,
Ağyâra mensûb olmazsam,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Kuddûsî'yi cezb etti ol,
İster O'na her dem vusûl,
Der bilmeyip iz'an usûl,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
1849 (H. 1265) senesi Cemâzilâhır ayında Bor'da vefât etti. Vasiyeti üzerine Eski Mezarlık'a
defnedildi. Aynı gün köylünün biri kırılan saban demirini tamir ettirmek üzere Bor'a
geldiğinde çok kalabalık bir cemâatın cenâze namazına hazırlandığını görünce, abdestini
tazeleyerek cenâze namazını kılar. Hemen işine dönmek niyetinde olduğundan, yakındaki bir
demirci dükkanına girerek, tamir etmesi için saban demirini ustaya verir. Demirci, ocağa
koyduğu demirin bir türlü kızarmadığını, saatlerce uğraştığı halde dövülecek hale gelmediğini
görünce şaşkın bir halde düşünceye dalar. Bu sırada yakın bir tanıdığı dükkana girer. Demirci
durumu ona anlatır. O da köylüye; "Sen nerelisin, bu demiri nereden getirdin?" diye sorar.
Köylü; "Ben filan köydenim. Bu demir, dün çift sürerken bir kayaya takılıp kırıldı. Tamir
ettirmek için bugün buraya getirdim. Şehre girdiğimde eşini görmediğim bir cemâata
katılarak cenaze namazını kıldıktan sonra doğru bu dükkana geldim." deyince o kişi; "Senin,
adını sormadan namazına iştirâk ettiğin büyük evliyâ, âşık-ı Hak Şeyh Ahmed Kuddûsî
hazretleriydi. Allahü teâlâ, değil onun namazını kılanı, o cenâzede hazır olan âlet ve edevâtı
da ateşten muhâfaza etmiştir." der. Îmân sâhibi olan bu köylü, yeni bir saban alıp köyüne
döner.
Son yıllarda mezarlıkları şehir dışına nakletme hususundaki genel bir karar üzerine, Ahmed
Kuddûsî hazretlerinin kabri bugünkü kabristandaki ziyaretgâh olan yerine nakledildi. Bu nakil
esnâsında halk karşı çıkmış ise de, devrin kaymakamı, belediye başkanı ve jandarma
komutanı olaya müdâhale ederek, Ahmed Kuddûsî hazretlerinin kabrine karşı hoş olmayan
bâzı sözler sarfedip, edep dışı davranışta bulundular. Hepsi bir belâya mâruz kaldılar. Kabr-i
şerîfi yıkmaya kimse râzı olmayınca hapishaneden getirilen mahkûmlar, kabri yıktı. Bu
esnâda orada olan jandarma komutanı kabrin taşına tekme vurarak kazın diye emir verdiği
anda yere düşerek beni kurtarın diye bağıra bağıra öldü. Kabri açtıklarında, Ahmed Kuddûsî
hazretlerinin kefeninin bembeyaz duruyor olduğunu gördüler. O anda kabirden çok güzel bir
koku etrafa yayıldı. Yine o gün hava çok sıcak iken, semâ âniden bulutlanarak yağmur
çiseleyip serinlik ve ferahlık hâsıl oldu. Ahmed Kuddûsî hazretlerinin nâşı yeni kefene
sarılarak bugünkü kabrine nakledildi.
Taşlanmayınca
Velî olmaz kişi taşlanmayınca,
Sivâ endişesi boşlanmayınca.
Kemâle iremez sâlik dirîgâ,
Bu aşkın oduna haşlanmayınca.
Söğütte hiç biter mi tatlu elma,
Yarılup, sarılup aşlanmayınca.
Yiyemez körpe kuzu dürlü otu,
Büyüyüp gün-be-gün dişlenmeyince.
Ne denlü aklı olsa da, kişinin,
Okumaz hocaya başlanmayınca.
Dahî başlanmağıla âlim olmaz,
Çalışup dersine düşlenmeyince.
Sabî, bâliğ, hemen âkil olur mu,
Nice yıllar geçüp yaşlanmayınca?
Amel çokluğuna yok îtibâr hiç,
Kulundan, Hâlıkı, hoşlanmayınca.
Bu Kuddûsîleyin sen olma tenbel,
Vücûd bulmaz bir iş, işlenmeyince.
Kuddûsî Divânı'ndan
Ahmed Kuddûsî'nin eserleri şunlardır: 1) Dîvân-ı Kuddûsî, 2) Külliyât-ı Kuddûsî Efendi:
Bu külliyât, şu eserlerden meydana gelmiştir: Dîvân, Pendnâme, Vasiyetnâme, İcâzetnâme,
Nesâyih-ı Ahmed Kuddûsî, Hazînet-ül-Esrâr ve Ganîmet-ül-Ebrâr, Medâyıh Risâlesi,
Muhtasar Tıbb-ı Nebevî, Mektuplar, Çeşitli konularda Arabça risâleler.
!1@1)$3$&)$;:1&#1'$):1)&-"0()
Ahmed Kuddûsî hazretlerinin vasiyetnâmesi şöyledir:
Ey evlâdım, eşim, akrabâ-ı taallukatım! Size vasiyet ederim ki: Allahü teâlâya ve Resûlüne
sallallahü aleyhi ve sellem itâat edesiniz, benim için ağlamayasınız. Gece vefât edersem, gasl
edip sabah nmazının akabinde birkaç komşu ile cenâze namazımı kılıp, Eski Mezâr'da uygun
bir yere defnedin. Halka zahmet olmasın. Beni medhetmeyin. Zîrâ kabirde bu söylenilen
sıfatlar sende var mıydı diye melekler sorarlarmış. Hemen duâ ve istigfâr edin. Kur'ân-ı kerîm
ve tevhîd okuyup, rûhuma hediye edersiniz. Nasîhat kitaplarımı okuyup, nasîhat alasınız.
İnşâallah bana ve size faydalı olur. Beni seven talebelerim; evlâdıma nasîhat, hüsn-i nazar ve
terbiye etsinler. Nasîhatta esrâr ve çok faydalar vardır. Zikr ederken Allahü teâlânın emrine
yapışmak niyeti ile etmelidir.
Kefenimi Niğde bezinden yapın. Cesedime ve kefenime yazı yazmayın. Kabristanda tegannî
ile Kur'ân-ı kerîm okuyarak, oradaki müslümanları bıktırmayın. Allahü teâlâ benden râzı olur
ise, tegannîsiz üç İhlâs-ı şerîf yeter. Allah korusun râzı olmaz ise her biriniz bir hatm-i şerîf
okusanız fayda vermez.
İlmi, tâliplerine ve fukarânın sâlihlerine verin. Dostlarınızın ne kadar kusurları çok olursa da,
onlara muhabbet besleyin ve ihsân edin. Dervişlerin İslâm dînine uymayanlarından uzaklaşın.
Ekseri sihir ve simyâ kullanarak herkesi aldatıp, mürşid-i kâmiliz derler. Kıyâmet,
yeryüzünde âlim var iken kopmayıp, câhil üzerine ve Allahü teâlânın ism-i şerîfini bilip
söylemeyen kimselerin üzerine kopacakdır. Siz bu durum karşısında mağrur olup, nefsin
hevâsına tâbi ve Allahü teâlânın mekrinden emîn olmayasınız. İblis ve emsâlini düşünesiniz.
Sâlih amel işledikten sonra hamd ve şükür etmeli. Beşeriyet sebebiyle günâh sâdır olur ise
hemenn istigfâr etmeli, Allahü teâlânın rahmetinden ümîd kesmemeli. Bu vasiyetnâmemi
mümin kardeşlere gösteresiniz.
B,>3&6"%
Cem' eyleme bu cîfe-i murdârı ölüm var,
Kenz etme sakın dirhem-ü-dînarı ölüm var.
Şeddâd ile Nemrûd'u ölüm neyledi fikr et,
Mahv oldu kamu asker-ü câhları ölüm var.
Kârun ile Fir'avn'ı düşün var ise aklın,
Kurtaramadı kenzleri anları ölüm var,
Zikr eylese çok ölümü insan uyanır hemân,
Der nefsine hiç işleme evzârı ölüm var.
Kuddûs-i miskîn sözünü tut, sana der ki,
Hak isteyelim neydelim ağyârı ölüm var.
Kuddûsî Divânı'ndan
1) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.150
2) Sicilli Osmânî; c.4, s.58
3) Kuddûsî Dîvânı

12 Haziran 2013 Çarşamba

Bugün Param Yok

Bugün Param Yok
Allah dostlarından....
Bir gün Karaköy'e geçmek üzere kayıkçılara:
- Bugün param yok, Allah için beni karşıya kim geçirir? teklifinde bulunur. Ses çıkmaz. Az sonra biri :
- Ben diye talip olur ve götürür.
O günün gecesi o kayıkçı, rüyasında kıyamet kopmuş, mizan kurulmuş, herkes amellerine göre muamele olunurken, şaşkın, sıratı geçmekkorkusu ve düşünenlerin dehşeti içinde iken ona bir el uzanıp selamete götürür.
Kayıkçı:
- Siz kimsiniz? Bu badireden beni kurtardınız, diye sual edince:
- Ben iki cihan serverinin mağara arkadaşı Ebu Bekir Sıddıyk'ım. evlatlarımıza hizmet eli uzatanlara, imdad elimiz böyle ulaşır, buyururlar.

Hatıratım, Ali Erol

Bu Kadın Defnedilemez

Bu Kadın Defnedilemez
Ebu Hanife’nin meclisine gelen biri şöyle bir suâl sordu:
– Hamile bir kadın doğum sırasında vefat etti. Onu yıkamak üzere tahtanın üzerine koyduklarında karnındaki çocuğun yaşadığı anlaşıldı. Bu kadın böylece defnedilecek mi, yoksa bekletilecek mi? Kadın şu anda yıkama tahtası üzerinde beklemektedir. Mecliste hazır bulunanlar birbirlerine bakıştılar. Bazıları:
– Bu kadın defnedilemez. Ancak bekletilir. Ola ki bekleme sırasında çocuk dünyaya gele, dediler.
Bazıları da:
– Cenaze bekletilmez. Efendimizin hadisi vardır, cenazenizi bir an önce toprağa verin, buyurdu, dediler. Böyle söylenmesine rağmen yine de gözler Ebu Hanife Hazretleri’ndeydi. O, söylenenleri dikkatle dinledikten sonra fikrini açıkladı:
– Bu cenaze, ne defnedilir, ne de çocuğun doğması için bekletilir?
Dinleyenler şaşırdılar.
– Ne yapılır öyleyse? Geride başka ihtimal mi var sanki?
Evet, Hazret-i İmam’a göre asıl ihtimal geridedir ve olması gerekeni şöyle dile getirmiştir:
– Bu hamile kadının karnı ameliyatla açılır, çocuğu alınır, sonra defnedilir!
Dinleyenler hep birden bu görüşe iştirak ettiler. Doktor geldi. Hamile kadının karnı yarılıp çocuk sağ olarak çıkarıldı. Sonra defnedildi, çocuk bakıma alındı.
Daha sonra ne oldu biliyor musunuz? Bu çocuk büyüdü, sıhhatli ve akıllı bir çocuk olup, Ebu Hanife’nin ilminden, irşadından istifade etti. Ebu Hanife’nin gösterdiği fıkhî çare ile hayata gelişinden dolayı halk ona Ebu Hanife’nin oğlu adını takmıştı.

Kaynak: Yeni aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları

AHMED KİHTÜ


AHMED KİHTÛ;
Hindistan'ın büyük velîlerinden. Dehli'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1445 (H.
849) senesinde vefât etti.
Çocukluğu Dehli'de geçti. Çocuklarla oynarken, büyük bir kasırga onu alıp Ecmîr
yakınlarında Kihtû köyüne bıraktı. Orada Bâbâ İshak Magribî adında büyük bir âlim, kâmil
bir evliyâ vardı. Ebû Midyen Magribî hazretlerinin yolundaydı. Bâbâ İshak, onu terbiyesine
aldı. İlim öğretip feyz verdi. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde yetiştirdi. Kemâl mertebesine
çıkarıp, icâzet ve hilâfet verdi. İnsanlara İslamiyeti anlatmak ve İslâmiyete uymaları
husûsunda rehberlik yapmakla vazîfelendirdi.
Ahmed Kihtû, Dehli'de diğer âlimlerden de ilim öğrendi. Hâncihân Câmiinde nefsini terbiye
için çetin riyâzetler çekti. Kuru kepek ekmeği yedi. Bâbâ İshak'ın vefâtından sonra tekrar
çileye girdi. Kırk günde, kırk hurma yedi. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereyi
ziyâret etti. Âlemin sığınağı Server-i âlem Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellemi
ziyâretle şereflenip, pek çok müjdelere kavuştu. Bir çok âlim ve evliyânın ders ve
sohbetlerinde bulundu.
Hindistan'a dönüşünde, Batı Hindistan'da Gücerât'a uğradı. Kendisini sevenlerden, Sultan
Zafer Han (Birinci Muzaffer), Gücerât pâdişâhı idi. Onu Dehli'de iken tanımış birbirlerini
Allahü telânın rızâsı için sevmişlerdi. Sultan, Allahü teâlânın bu sevgili kulunun feyzinden,
ülkesinin bereketlenmesini arzu etti. Gücerât'ta kalması için yalvardı. O da, Ahmedabat
yakınlarında Serkeç kasabasında yerleşmek arzusunda olduğunu söyleyip, sultânı sevindirdi.
Serkeç'te yerleşip, insanlara İslâmiyeti anlattı, dînin emirlerine uymalarını sağladı. Bütün feyz
kapılarını, zâhir ve bâtın bereketlerini orada saçtı. Bölge halkı, onun saçtığı feyz ve nûrlarla,
Allah yoluna bağlılıkta, birbirlerine karşı sevgi ve muhabbette çok yüksek derecelere ulaştı.
Güneş altında olgunlaşan meyveler gibi, insanlar da onun nûrlarıyla olgunlaştı.
Dergâhında devamlı yemek verirdi. Her gelen yer, doyar, Allahü teâlâya şükredip kalkardı.
Ne kadar kalabalık olsa farketmezdi. Vefâtından sonra, aynı sofra, türbesinde sevenlerine
açıktı. Vâliler, sultanlar, kumandanlar, oraya gelip askerleriyle birlikte yemek yerler, onun
yüksek feyzinden istifâde ederlerdi. Dehli sultânı, Fîrûz Şâhın da ona muhabbet ve bağlılığı
vardı. Birbirlerini çok severlerdi. Ahmed Kihtû, ona nasîhat eder, duâlarında her zaman Fîrûz
Şâhı zikrederdi.
Tîmûr Hanın Hindistan seferi esnâsında, Dehli'deydi. Dehli işgâl edilmeden on beş gün önce,
Allahü teâlânın izniyle şehrin işgâlini haber verdi. Sevenleri, hocalarının tavsiyesi üzerine
şehri terkedip, Cavnpûr şehrine gittiler. Ahmed Kihtû ise; "Biz halka tâbiyiz." buyurup, diğer
insanlarla berâber Dehli'de kaldı. Sonunda Tîmûr Hanın askerleri şehri işgâl ettiler. Birçok
kimseyi esir ettiler. Esirler arasında Ahmed Kihtû hazretleri de vardı. Kapatıldıkları yere,
gâibden sıcak ekmek gelirdi. Askerler bu hâle hayret edip, onun hâlinden Tîmûr Hanı
haberdâr ettiler. Tîmûr Han, onu ziyâret edip serbest bıraktırdı. Çok hürmet edip, duâsına
mazhar oldu.
Ahmed Kihtû hicrî dokuzuncu asrın başlarında vefât edip, Ahmedabat yakınlarında Serkeç
kasabasına defnedildi. Kabri herkes tarafından ziyâret edilip, feyz menbâı olarak bilindi.
Onun hayâtını ve mübârek sözlerini talebelerinden Mahmûd bin Saîd İrcî, Tuhfet-ül-Mecalis
adlı eserinde toplayıp yazdı. Bu eser, Melfûzât-ı Ahmed-i Magribî diye de tanınmaktadır.
Ahmed Kihtû, anlatır:
Bu fakîr, Mekke'ye gidip hac yaptıktan sonra, Medîne'yi ziyârete gittim. Hâncihân Câmii
imâmı ve Şeyh Tâceddîn Serkeşî ve bir kişi daha berâberimde idi. Resûlullah'ın mescidine
gelince, arkadaşlar; "Bir şeyler yiyelim." dediler. Ben; "Biz, Resûl-i ekremin misâfiriyiz."
dedim. Onlar gidip yemek yediler, geldiler. Yatsı namazında bir yerdeydik. Namazdan sonra
onlar yattılar. Bu fakîr, tesbîh çekiyordum. Âniden bir şahıs gelip, yüksek sesle; "Hazret-i
Mustafa'nın misafiri kimdir?" diye seslendi. Bir başkası olacağını düşündüm. İki-üç defâ
tekrar edince, beni çağırdığını anladım. Kalkıp, o şahsın yanına gittim. Elinde bir tabak vardı.
"Peygamber efendimiz gönderdi." dedi. Bana bir mikdâr hurma verdi. O hurmaların tadı ve
lezzeti, anlatılmaya gelmez.
Bir gün Dehli'de Hancihân Câmiinde meşgûldüm. Çok riyâzet ve mücâhedeler çektim. Kutb-i
zaman Bendegî Mahdûm-i Cihâniyân Seyyid Celâleddîn Buhârî'ye; "Sâlih bir genç, Hâncihân
Mescidinde meşgûldür, çok riyâzet ve mücâhede çekiyor." demişler. O büyük zât, bu fakîrle
görüşmek istediler. Câmiye yaklaştıklarında, bir derviş bana gelip; "Mahdûm Cihâniyân
sizinle görüşmeye geliyor." dedi. Hemen kalkıp, dışarı çıktım. Mescidin kapısına gelince,
tahtırevanına baktım. Hizmetçileri bu dervişi gördüler. Haber verdiler. Hemen indi. Yanlarına
yaklaştım. Beni kucakladı. Göğsünü göğsümün üzerine koyup, bir zaman göğsünü göğsüme
sürdü. Sonra dudağını kulağıma yaklaştırıp, üç defâ; "Ey genç, senden dost kokusu geliyor."
dedi. Allah'a emânet eyledi ve; "İyi vakitlerinde, hoş hâllerinde bizi hatırlamayı unutma!"
buyurdu ve tahtırevana oturup gitti.
Yine kendisi anlatır:
Bu fakîr, on iki yıl, yalınayak, arkadaşsız, ibriksiz yolculuk ettim. Vardığım her şehir ve
kasabanın da mescidlerinde kaldım. Hak teâlâ, bu fakîri ihtilâm âfetinden korudu. Yatsının
abdesti ile sabah namazını kılardım. Seferde çoğu zaman oruç tutar, riyâzet çekerdim. Sefer
sıkıntılarını o kadar çektim ki, beyâna sığmaz. Gerçi seferde meşakkat ve zorluk vardır, ama
bâtın huzûru ve rahatlığı da çoktur.
Bir gün üstâdım Bâbâ Ciyû'nun sohbetindeydim. Benim cömertliğimin çokluğundan
bahsedildi. Bâbâ Ciyû; "Bâbâ Ahmed çok cömertlik yapıyor, bir gün dilenir duruma
düşmesin." buyurdu. "Bâbâ'nın bereketidir, benim elim hep yukarıda olur, hiç uzanmaz."
dedim. Bâbâ Ciyû da; "Allahü teâlâdan Bâbâ Ahmed'in elinin hep yukarıda olmasını
istiyoruz. İnsanlar ona el açsınlar." buyurduktan sonra şu beyti söyledi:
Himmetin yüksek olsun, Allahü teâlâ,
Yüksek himmete fadlını saçar.
Sonra; "Ey İnsanoğlu! İnfâk et!" yâni insanlara mal, para ver, hadîs-i şerîfini okudu. Sonra
meâlen; "Hayır işlerden kendiniz için önceden ne gönderirseniz, Allah katında sevâbınızı
bulursunuz." buyurulan, Bekara sûresi yüz onuncu âyet-i kerîmesini okudu.
Buyurdu ki: "Allah dostlarının meclisine gelmek kolay, selâmetle çıkmak zordur."
#5/.)"&:1*,$9-1&;$+3$/<$)7
Tuhfet-ül-Mecâlis'in yazarı eserinde şöyle anlatmıştır:
Hâncihân Câmiinde, Ahmed Kihtû, bu fakîri yanına çağırıp; "Nereden geliyorsun? Bizi
nereden tanıyorsun ve hakkımızda ne biliyorsun?" diye sordu. "Ben Şeyh Nûr'un talebesiyim.
Pendûh'den geldim. Bundan önce de Dehli'ye gelmiştim." dedim. Alış-verişi bitirip, Pendûh'e
dönünce, Şeyh Nûr bana; "Dehli'de kimleri, hangi âlimleri gördün?" diye sordu. Gördüklerimi
arz ettim. "Şeyh Ahmed Kihtû'yu gördün mü?" buyurdu. Sustum. "Madem ki onu görmedin,
boşuna Dehli'ye gitmişsin!" buyurdu. Bu sözü işitince, kararım kalmadı. Hazırlanıp Dehli'ye
geldim. Hazretin huzurlarına varıp; "Bugün hocamın işâreti ile elinizi öpmeye geldim."
dedim. O da Şeyh Nûr'u kasdederek; "O bizi görmemiştir. Biz de onu görmüş değiliz. Ama o
bu dervişin, Allah katında mertebesini keşf ve kerâmetle anlamıştır." buyurdu.
1) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.156-162
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.248
3) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.289
4) Nüzhet-ül-Havâtır; c.8, s.13
5) Persian Literature; c.2, s.952