Bağış Yap

Amount :
Other : USD

18 Haziran 2013 Salı

Delinen Kırbalar


Delinen Kırbalar

Ebûl Vefa hazretlerinin küçük ama çok sevimli bir oğlu vardır. Çocuk iyidir hoşdur da bir ara sakalara takar. Mahalle sucusunun yolunu bekler, çuvaldız ile kırbaları deler. Kimbilir, belki de fıskiye gibi akan sular hoşuna gider. Aslında saka şaka götüren biri değildir. Bunu yapan bir başka çocuk olsa, çoktan ensesine yemiştir şamarı. Zira delinen kırba dikilemez, ancak boğumlanarak bağlanır ki, koca kırba gitti demektir yarı yarıya.
Saka bir sabreder, iki sabreder, bakar olmuyor, tutar eteğini, çıkar huzura. 'Affınıza sığınıyorum ama' der, 'Vaziyet böyleyken böyle!'

Ebûl Vefa hazretleri çok şaşırır. Kırbaların parasını fazlasıyla öder. Sucudan ağlaya, yalvara helallik diler. Saka bir hoş olur. 'Keşke eşiğine sultanların baş koyduğu veliyi üzmeseydim' der. Pişman, mahçup dergâhı terkeder.
Ebûl Vefa hazretleri çocuğa hiçbir şey demez. Hemen hanımını bulur. 'Aman hatun, iyi düşün'der, 'biz bir hata yaptık ama nerede?'

O gün tırnaklarını saçlarına geçirir, adeta beyinlerini kanatırlar. Uykuyu dağıtırlar. Hanımı sabaha karşı 'Tamam!' der, 'Galiba buldum!'
-Anlat hele?
-Çocuğumuza hamileydim. Kız kardeşim bir yere uğrayacak olmalıydı sepetini bırakmıştı bize. Zerzavat arasından bir limon parladı. Canım nasıl çekti anlatamam. Kardeşimi biliyorsun. Bir şey istemiye gör, canını verir. Limonun lâfını etsem, mutlaka bize bırakacak, kendi limonsuz dönecekti evine. Aklıma başka bir yol geldi. Limonu iğneyle deldim, bir damla emdim. Nefsimi körlettim. Ama unuttum gitti. Hata bende, limonunu deldiğimi söylemeliydim ona.
-Aman kalk bacına gidelim.
-Bu saatte mi?
-Evet bu saatte!
-Ne diyeceğiz?
-Helallik dileyeceğiz.

Sonrasını tahmin ediyorsunuzdur. Çocuk bu huyu kendiliğinden bırakır, dost olur sakaya.


Kaynak:Huzura Doğru

AHMED NECİBİ


AHMED NECİBÎ;
Endülüs'te yetişen büyük velîlerden. İşbiliye'de doğdu. Doğum ve vefât târihi belli değildir.
İsmi Ahmed, babasının ismi Ebû Bekr'dir. Künyesi Ebü'l-Abbâs'dır. İpek dokumacılığı
yaptığı için Harrâr lakabı ile meşhûr oldu.
Ahmed Necibî, tahsil çağı gelince İşbiliye'de İbn-i Âs isimli zâtın derslerini tâkib etti. Ona
hizmette çok îtinâ ve gayret gösterirdi. Bu zâtın yanında büyük âlim ve velî Câfer
Endülüsî'nin ismini duyuncaya kadar kaldı. Câfer Endülüsî'nin yanına gitmek üzere bir grup
ile yola çıktı. Endülüs'e vardıklarında yanındakiler, Peygamberlik iddiasında bulunan
İbn-ül-Mer'e ismindeki şahsı önce ziyâret etmek istediler. Ahmed Necibî; "Ben, Ebû Ahmed
Câfer için geldim. Oraya gitmem." dedi. Bunun üzerine arkadaşları ona tâbi olup, o zâtın
yanına gittiler. Ebû Ahmed Câfer'in bulunduğu yer çok kalabalıktı. Ayrıca hizmet ile vazîfeli
bâzı kimseler vardı. Bir vazîfeli, Ahmed Necibî ve berâberindekileri Şeyh Câfer Endülüsî'nin
huzûruna götürdü. Ebû Ahmed Câfer onlara baktı ve; "Çocuk hocaya defteri temiz olarak
gelirse, hoca ona bir şey yazar. Fakat defteri yazılı ise hoca onun için bir şey yazmak istese
nereye yazsın. Onun için böyle gelen defteri karalanmış geri döner." buyurduktan sonra tekrar
onlara baktı ve; "Aynı sudan içenin mizacı, tabiatı bozulmaktan, değişmekten kurtulur. Çeşitli
sulardan içenlerin mizacı ise bozulmaktan, değişmekten kurtulamaz." buyurdu. Bu sözü ile
memleketlerinden çıkarken, kendisini ziyâret niyetiyle çıktıkları hâlde, daha sonra Endülüs'e
geldiklerinde, peygamberlik iddiâsında bulunan o şahsı ziyâret etmek istediklerine işâret etti.
Ahmed Necibî bu sözler üzerine, onların durumuna düşmekten muhâfaza ettiği için Allahü
teâlâya şükretti. Sonra, Ebû Ahmed Câfer hizmet ile vazîfeli bir kişiyi çağırarak, Ahmed
Necibî'yi talebelerinin olduğu yere götürmesini, diğerlerini ise geri göndermesini istedi.
Ahmed Necibî'ye de; "Ey Ebü'l-Abbâs! Siz memleketinizden çıktığınızdan îtibâren Allahü
teâlâ bizi sizin durumunuzdan haberdâr etti. Sizden her birinizin ne hâlde geldiğini
biliyorduk." buyurdu.
Ebû Ahmed Câfer'in talebeleri bir gün Ahmed Necibî'yi de aralarına alarak toplandılar. Fakat
bu toplantı hocalarının emrine muhalif bir şekilde olmuştu. Bir süre sonra devletin güvenlik
kuvvetleri onları yakalayıp götürmeye başladı. Şehirde onların yakalanmalarını duymayan
kalmamıştı. Her taraf bu haberle çalkalanıyordu. Bu fitneye talebelerin emre aykırı şekilde
toplanmaları sebeb olmuştu. Bu sırada Ahmed Necibî'ye yeşil elbiseli bir zât; "Kendini
kurtar." dedi. O da doğruca şehrin câmisine gitti. Bu sırada arkadaşlarına yardım etmeden,
kendisini kurtardığı için büyük bir mahcûbiyet içerisinde iken, hocasının bir hizmetçisi
yanına gelip, onu Ebû Ahmed Câfer'in huzûruna götürdü. Diğer arkadaşları da oradaydı.
Hocaları, Ahmed Necibî'yi işâret ederek; "Niçin bunun gibi yapmadınız." diye sordu. Sonra
hocalarının huzurlarından ayrıldılar. İki gün sonra hocası Ahmed Necibî'yi huzûruna çağırıp,
ona teveccühle mânen yüksek derecelere kavuşturduktan sonra icâzet, diploma verdi ve
memleketine gönderdi.
Ahmed Necibî, hocasının huzûrundan ayrılıp, memleketine döndü. Allahü teâlânın izni ile
mânâ âlemini görüyordu.
Ahmed Necibî, İşbiliye'de bir müddet kaldıktan sonra, Mısır'a gitmek için yola çıktı. Mısır'da
iken büyük bir kıtlık ve vebâ olmuştu. Ahmed Necibî, yolda giderken açlıktan süt
çocuklarının öldüklerini gördü. "Yâ Rabbî! Bu hâl çok acı." diye niyâzda bulundu. Bunun
üzerine; "Ey kulum! Sana bir zarar verdim mi?" diye bir ses işitti. "Hayır!" cevabını verince;
"Bu hale îtirâz etme. Ölen çocuklar veled-i zinâdır. Halktan ölenler ise, benim emirlerime
uymayıp yasaklarımdan sakınmayanlardır. Bunun için onları cezâlandırdım. Bu hususta
kalbinde bir sıkıntı keder olmasın." dedi ve ses kayboldu. Bunun üzerine halkın o hâli
sebebiyle üzüntüden kurtuldu.
Yine Mısır'da bulunduğu sırada, ibâdet ve zikir ile meşgûl olurdu. Geceleri Cebcîne denilen
kabristâna giderdi. Bu sırada Allahü teâlâ ona, kabirdekilerin hâllerini gösterirdi. Azap
içerisinde olanlar ile, nîmet ve mükâfât içerisinde bulunanları görürdü.
Ebü'l-Abbâs hazretleri Mısır'da vefât etti. Birçok Sahâbe ve Tâbiîn kabirlerinin bulunduğu
Benî Kende kabristânına defnedildi.
Ahmed Necibî bir gün İşbiliye'de iken rahatsızlandı. Sırt üstü uzandığında, âniden yeşil,
beyaz ve kırmızı renkte büyük kuşlar gördü. Hepsinin kanatları bir anda inip kalkıyordu. Yine
bâzı şahıslar gördü. Ellerinde hediyelerle dolu tabaklar vardı. O anda hâtırına tabaklardaki
hediyelerin ölüm hediyeleri olduğu geldi. O şahıslardan birisi ona; "Henüz senin vaktin
gelmedi. Bunlar, vakti gelmiş müminlere âit hediyelerdir." dedi. Kayboluncaya kadar onları
seyretti.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.300

AHMED NAMIKİ CAMİ


AHMED NAMIKİ CAMİ
Horasan'ın büyük velîlerinden. İsmi Ahmed bin Ali Nâmıkî Câmî, künyesi Ebü'l-Hasan'dır.
Eshâb-ı kirâmdan Cerîr bin Abdullah'ın (r.anh) soyundandır. Horasan'ın Nâmık köyünde 1049
(H.441) senesinde doğdu. Sonradan Câm kasabasına yerleşti. Bu yüzden Nâmıkî ve Câmî
nisbeleri ile tanındı.
Ahmed Câmî hazretleri ümmîydi. Yâni okula gitmemişti. Yirmi iki yaşında iken tövbe etmek
nasîb oldu. O yaşa kadar arkadaşları ile zevk ü sefâ içinde yiyip içerdi. Bir gün içki getirmek
sırası ona geldi. Bulundukları yerde kırk küp içkileri vardı. İçki almak için gidip baktığında
hiç birinde şarap bulamadı. Şaşırıp kaldı. Sonra merkebi ile şarap için bağa gitti. Oradaki
şarapları merkebe yükledi. Merkep yürümemekte inâd ediyordu. Hayvanı şiddetle dövmeye
başladı, sonra âniden; "Ahmed niçin bu hayvanı incitirsin? Onu biz yürütmüyoruz. Biz irâde
etmeden yürümeyeceğini bilmiyor musun? Arkadaşların özrünü kabûl etmezse, biz kabûl
ederiz." diye bir ses işitti. Hemen yere kapandı ve; "Yâ Rabbî! Tövbe ettim. Bundan sonra hiç
şarap içmeyeceğim. Emreyle merkep yürüsün. O insanlara mahcûb olmayayım. " dedi.
Merkeb yürümeye başladı. Arkadaşlarının yanına varıp şarabı önlerine koyduğunda, ona sen
de iç dediler. "Ben tövbe ettim." dedi. Fakat içirmek için ısrâr ettiler. Âniden kulağına yine
bir ses geldi; "Yâ Ahmed! Ellerinden al, iç ve içtiğin bardaktan onlara da içir." diyordu.
Hemen alıp içti, şarap bal şerbeti olmuştu. Allahü teâlânın kudreti ile şarap şerbete
çevrilmişti. Orada bulunanlara da tattırdı, hepsi tövbe ettiler ve dağıldılar. Sonra dağa çıktı,
uzun müddet insanlardan uzak durdu. İbâdet ve nefs terbiyesi ile meşgûl oldu. Seneler sonra
bir gün kalbine; "Ahmed! Hak yoluna böyle mi giderler? Kavminden senin üzerinde hakları
olan birçok insanı bıraktın." düşüncesi geldi. İnsanların arasına döndü ve eline bir odun alıp,
evvelki şarap küplerini kırmaya başladı. Köyün muhtarına onu şikâyet edip; "Ahmed delirdi.
Şarap küplerini parçalıyor." dediler. Muhtar, bir adam gönderip onu evden çıkardı ve atların
bulunduğu ahırda hapsetti. O da ahırın bir köşesine oturdu. Ellerini başına koyup;
"Katır, şarap küpüyle hiç durmadan dönüyor,
Ey gönül! Allah için sen de gel bir defâ dön."
beytini okudu. Bu sözlerini işiten ahırdaki atlar, önlerindeki otları yemeyi bırakıp, başlarını
duvarlara vurmaya başladılar. Gözlerinden yaşlar akıttılar. Atların bakıcıları bu hâli görüp
muhtara haber verdiler. Muhtar gelip onu serbest bıraktı ve özür diledi.
Yine dağa dönüp gitti. Nice yıllar orada kalıp, ibâdet ve tâat ile meşgûl oldu. Artık okuyup
yazmaya başladı. Kur'ân-ı kerîm ile diğer temel dînî kitapları, din büyüklerinin hayâtını
devamlı okuyordu. Bir taraftan da bâzı kimselerin üzerinde hakları olduğunu düşünüyordu.
Acaba onları nasıl ödeyecekti. Bu düşünceler içindeyken, kalbine şöyle bir nidâ geldi:
"Ahmed! Sen, insanı Allahü teâlâya kavuşturan yolda iyi gidiyorsun. Allahü teâlânın lütfuna
ve keremine olan tevekkülün sebebiyle, senden alacaklı olanların borcunu, O, nihâyetsiz
hazînesinden fazlasıyla öder. Gerçekte rızıkların hakîkî sâhibi de odur..."
Bundan sonra Allahü teâlâ, nihâyetsiz ihsân hazînesinden onun üzerinde hakları bulunanların
ve ona muhabbeti olanların her birine, her gün bir batman (7.692 kg) buğday verirdi. Şöyle ki,
alacaklılar her sabah o bir batman buğdayı sandıklarında bulurlardı. Bu buğday, o gün
evdekilerin hepsine yeterdi. Hattâ misâfirleri gelse, onlara da yetip artardı. Bir zaman sonra,
ona verilen mânevî bir işâret üzerine tekrar insanlar arasına döndü ve doğru yolu göstermeye
başladı. Sirac-üs-Sâirîn kitabını yazdığı âna kadar 80 bin kişi elinde tövbe etti.
Ahmed Câmî'nin oğullarından Zâhirüddîn Îsâ, babasının elinde 600 bin kişinin tövbe ederek
doğru yolu bulduklarını bildirmiştir.
Kendisine sordular ki: "Biz geçmiş velîlerin kitaplarını, kerâmetlerini okuyor ve âlimlerden
dinliyoruz. Ama sizde meydana gelen haller çok azında görülmüştür. Bunun sebeb-i hikmeti
nedir?" Buyurdu ki: "Velîlerin çektiği bütün sıkıntıları çektik. Allahü teâlâ onlara ayrı ayrı
verdiği kerâmetleri, ihsân ederek, Ahmed'e hepsini verdi. Her dört yüz yılda, bir Ahmed'e
böyle ihsânlarda bulunur ve bu ihsânları da herkes görür."
Nitekim Ahmed Câmî'den dört yüz sene sonra gelen İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî
Ahmed Fârûkî hazretlerine de Allahü teâlâ böyle ikrâmlar, hattâ daha büyük makamlar ihsân
eylemiştir. Bu, Allahü tealânın husûsî bir ihsânıdır, dilediğine nasîb eder. O'nun ihsânı
boldur.
Ebû Saîd Ebü'l-Hayr hazretlerinin, ibâdet ederken giydiği bir hırkası vardı. Hattâ, bu hırkanın
hazret-i Ebû Bekr'e âit olduğu, elden ele, ona kadar geldiği de söylenirdi. Ahmed Nâmıkî
hazretlerine hırkayı ulaştırması için, Ebû Saîd'e mânevî bir işâret gelmişti. Ebû Saîd'in oğlu
Ebû Tâhir hazretleri, babasında bulunan bu mübârek hırkayı taşımak selâhiyetinin kendisine
verilmesini arzu ediyordu. Ebû Saîd keşf yoluyla oğlunun bu düşüncesini anlayıp; "Sizin
istediğiniz bu selâhiyeti başkasına verdiler." buyurdu. Orada bulunanlar bu sözlerle ne demek
istediğini anlayamadılar. Sonra oğlu Ebû Tâhir'e vasiyet edip; "Benim vefâtımdan yıllar
sonra, uzun boylu, şöyle şöyle şekilde, adı Ahmed olan bir genç hânekâhın kapısından girip
gelir. Sen de o zaman, talebelerin içerisinde benim yerimde oturmuş olursun. Bu hırkayı
muhakkak ona teslim eyle!" buyurdu.
Ebû Saîd vefât edip aradan uzun yıllar geçince, Ebû Tâhir bir gece rüyâsında, babası Ebû
Saîd'in dostlarıyla birlikte, acele ile bir yere gittiklerini gördü ve nereye gittiklerini sordu. Ebû
Saîd; "Sen de gel! Evliyânın kutbu geliyor." buyurdu. O da acele etmek istedi, fakat
uyanıverdi. Ertesi gün Ebû Tâhir, talebelerin içerisinde babasının yerinde oturmuştu.
Babasının târif ettiği şekilde bir genç içeri girdi. Ebû Tâhir geleni hemen tanıdı. Ona çok izzet
ve ikrâmlarda bulundu. Çok hürmet gösterdi. Babasının emânet ettiği hırkayı çok seviyor,
bunu başkasına teslim etmenin kendisine çok zor geleceğini düşünüyordu. Bu sırada, gelen
genç (Ahmed Câmî); "Ey efendim! Emânete riâyet lâzımdır." deyince, Ebû Tâhir buna
sevinip kalktı, Ebû Saîd'in kendi elleriyle astığı yerden hırkayı alıp, gelen gencin sırtına
giydirdi. Ahmed Câmî hazretlerine gelinceye kadar, evliyâdan 22 kişinin bu hırkayı giydikleri
bildirilmiştir.
Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretleri uzun riyâzetler ve mücâhedelerden nefsin isteklerini
yapmayıp istemediklerini yaparak insanlar arasına dönüp, bir yandan onlara İslâmiyeti
anlatırken, diğer taraftan yüzlerce eser yazdı. Âlimlerin herbirisi bu kitapları çok beğendi.
Çok yüksek velîydi. Bütün mahlûkâta karşı çok merhametli ve çok cömertti. Herkese maddî
ve mânevî iyilik ederdi. Sıkıntısı olanlar kendisine mürâcaat ederlerdi.
Büyüklerden HâceEbü'l-Kâsım isminde biri vardı. Malı da, hayrı da çoktu. Dâimâ âlimlerin
ve velîlerin hizmetlerinde bulunurdu. Geçmiş evliyânın kabirlerini ziyâret eder, mübârek
rûhâniyetlerinden feyz alırdı. Hikmet-i ilâhî başına öyle bir hâl geldi ki, bütün malı elinden
çıktı. Muhtaç bir hâle düştü. Kime gideceğini bilemiyor, kimseden bir şey isteyemiyordu.
Yaşlı ve zayıf olduğu için, çalışıp kazanması da mümkün değildi.
Bir gün sıkıntılı şekilde câmide oturuyordu. Yaşlı bir zât içeri girip iki rekat namaz kıldı.
Sonra bir köşede sıkıntılı ve üzüntülü bir hâlde oturan Ebü'l-Kâsım'ın yanına gelip selâm
verdi. Nûr yüzlü ve çok heybetli biriydi. Heybeti Ebü'l-Kâsım'ı kaplamıştı. Selâma cevap
verdi. Gelen zât; "Niçin sıkıntılı oturuyorsunuz?" dedi. O da, içinde bulunduğu durumu
anlattı. Gelen zât; "Ahmed bin Ali'yi (Ahmed Câmî'yi tanır mısın?" dedi. Ebü'l-Kâsım; "Evet.
Eski dostumdur." dedi. O zât; "Onun yanına git. O, kerâmet sâhibi bir kimsedir. Senin
derdine dermân olur." dedi. Ebü'l-Kâsım, ertesi gün Ahmed Câmî hazretlerinin yanına gitti.
Selâm verdi. Ahmed Câmî selâmını alıp; "Ne haldesin?" buyurdu. O da hâlini anlattı. Ahmed
Câmî buyurdu ki: "Kaç gündür seni düşünüyordum. Başına bir iş gelmiş olabileceğini tahmin
etmiştim. Fakat sen hiç üzülme. İnşâallah, Allahü teâlâ işini kolaylaştırır. Bir çâresi bulunur.
Biz de duâ edelim."
Ahmed Câmî hazretlerinin bu güzel sözleri, Hâce Ebü'l-Kâsım'ı rahatlatmıştı. Ertesi gün
tekrar Ahmed Câmî'nin huzûruna geldi. Ahmed Câmî onu görür görmez; "Allahü teâlâ senin
işini kolaylaştırdı. Senin bir günlük ihtiyacın ne kadardır?" diye sordu. O da, bir günlük
ihtiyâcına yetecek altın mikdârını söyledi. Ahmed Câmî hazretleri; "Senin ihtiyâcını şu taşa
havâle eylediler. Her gün gelir ihtiyâcın kadar altını oradan alırsın." buyurdu.
HâceEbü'l-Kâsım; "Peki efendim." deyip teşekkür etti ve o taşın yanına gitti. Taşın altında bir
mikdâr altın vardı. Onu aldı sonra, Ahmed Câmî'nin huzûruna gidip; "Efendim! Mâlûmunuz
olduğu gibi ben ihtiyarım. Çocuklarım da var. Ben öldükten sonra onların hâlleri nice olur?"
dedi. Bunun üzerine; "Hıyânet etmemek şartı ile, oğullarından hangisi gelirse, o altını alır."
buyurdu.
Hâce Ebü'l-Kâsım, her gün gider ihtiyacı kadar altını alırdı. Bu hal, vefâtına kadar devâm etti.
Vefât ettikten sonra uzun yıllar oğulları gelip oradan altın aldılar. İçlerinden biri hıyânet
edinceye kadar böyle devâm etti. Biri hıyânet edince bir daha o taşın altında altın bulamadılar.
Bir zamanlar, Ahmed Câmî hazretleri Herat'a gitmek istedi. Bu haber tellâllar vâsıtasıyla
Herat ve civarında yayıldı. Genç-ihtiyar bütün halk sokaklara döküldü. Herkes, kendisini
görmekle şereflenmek, mübârek sözlerini duyabilmek arzusuyla yanıyordu. Bir taht yaptırarak
onun üstünde oturmasını ve tahtı da omuzlarında taşımak istediklerini bildirdiler. Kabûl
etmedi fakat çok ısrâr edilince çâresizlikten kabûl etti. O zamanda bulunan en büyük
velîlerden dört kişi, tahtın kollarından tuttular. Böylece bir saat kadar gittiler. "Tahtı yere
koyunuz. Size bâzı söyleyeceklerim var." buyurdu. İndirdiler. "İrade nedir, bilir misiniz?"
diye sordu. "Siz buyurunuz." dediler. "İrâde, söz dinlemektir." buyurdu. "Öyledir." dediler. "O
halde siz atlarınıza bininiz, tahtı da diğerleri taşısınlar. Biz de sizinle aynı hizâda bulunmuş
oluruz." buyurdu. Bu teklifi kabûl edip, tahtı başkalarına verdiler. Herkes bereketlenmek için
tahtı birkaç adım taşıdı, sonra sırayla diğerleri alırdı. Fakat insan çokluğundan herkese sıra
gelmedi. Şehre geldikleri zaman, Şeyh-ül-İslâm Abdullah-i Ensârî hazretlerinin konağına
indiler.
Herat şehrinde Abdullah zâhid isminde bir zat vardı. Senenin oruç tutması câiz olmayan beş
günü hâriç, otuz senedir bütün sene boyunca oruç tutardı. Herkes tarafından tanınır, sözleri
kıymetli olup, dinlenirdi. Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretlerinin Herat'a geldiğini haber alıp,
hanımına; "Elbisemi getir. Üstad Ahmed hazretlerinin büyük velî olduğunu söylüyorlar. O
gelmiş. Bakalım hâli nasıldır?" dedi. Hanımı dedi ki: "Eğer onu denemek, imtihan etmek için
gidiyorsan sakın gitme, çünkü o senin zannettiğin gibi değildir. Eğer sohbetinde bulunmak,
sözlerinden istifâde etmek niyetin varsa, git ve ne derse riâyet eyle. Eğer söylediklerine
uymazsan ziyân edersin." Zâhid kızıp; "Haydi elbisemi getir! Sen böyle şeyleri bilmezsin."
dedi.
Elbisesini giyip, Ahmed Câmî'nin huzûruna gelip, selâm verdi. Ahmed Câmî selâmını aldı
ve; "Bize selâm vermeye niyet ettiğin zaman, hanımının sana ne söylediğini hatırlıyor
muydun? Söz dinler misin?" buyurdu. Zâhid; "Söylenilen söz doğru olduktan sonra niçin
tutmayayım, niçin söz dinlemeyeyim." dedi. Bunun üzerine Ahmed Câmî buyurdu ki:
"Geri dön. Falan mahalleye git. Muhammed Kassab-ı Mervezî'nin dükkânında, kenarda
çengelde asılı olan kuzu etini satın al. Bakkaldan da biraz pekmez ve yağ al. Kendi elinle
evine götür. Çünkü hadîs-i şerîfte; "Bir kimse kendi ihtiyâcını kendi taşırsa, kibirden uzak
olur." buyruldu. Eti pişir, tatlıyı da yanına alıp, hanımınla berâber ye. Sonra gusül eyle. Sonra,
bu zamâna kadar isteyip de elde edemediğin bir şey varsa, gel Ahmed Câmî'ye talebe ol.
Onun sözünden hiç çıkma!" buyurdu.
Zâhid, bana yapamayacağım şeyleri söylüyor. Ben otuz senedir gündüz bir şey yemiyorum
ki... diye düşündü. Bunun üzerine Ahmed Câmî hazretleri; "Zâhid, neler düşünüyorsun?
Haydi! Bunlar kolaydır. Korkma!Eğer bunları yapmak sana çok zor geliyorsa Hâce
Ahmed'den (kendisinden) yardım iste!" buyurdu.
Zâhid kalktı ve Ahmed Câmî hazretlerinin söylediklerini yerine getirdi. Eti pişirdiler. Tatlı
yaptılar ve yediler. Hamama gidip gusledince, şehrin dört duvarı arasında bulunan şeyler
kendisine keşf olunmaya, onları görmeye başladı. Sonra Ahmed Câmî'nin yanına geldi.
Ahmed Câmî kendisine; "Ahmed'in bunda kabahati yoktur. Eğer şehrin dört duvarı içinde
olan şeylerin keşfini değil de, dünyânın dört bucağı arasında bulunan şeylerin keşfini
isteseydin, elbette o da verilirdi." buyurdu.
Bir gün Herat'ta bulunan bâzı âlimler, Ahmed Câmî hazretlerine geldiler. Aralarında sohbet
ederlerken, söz mârifet ve tevhîd konusuna gelince Ahmed Câmî; "Siz mârifet ve tevhîd
hakkındaki sözleri taklid ile söylüyorsunuz." buyurdu. Onlar; "Nasıl olur. Bizim her birimizin
zihninde, Allahü teâlânın varlığına binlerce delîl vardır. Siz ise bizim bunları taklid ile
söylediğimizi söylüyorsunuz." dediler. Onlara; "Eğer her biriniz on bin delîl hıfzetse, yine
mukallidsiniz." buyurdu. "Bize bu sözünüzün doğru olduğunu isbât edebilir misiniz?" dediler.
O da, hizmetçiye bir leğen ve üç tâne inci getirmesini emretti. Ahmed Câmî incileri leğendeki
suyun içine bıraktı ve; "Her kim sözünde sâdık ise, leğenin yanına gelip
Bismillâhirrahmânirrahîm dese, bu üç inci tanesi bir tâne olur." buyurdu. Onlar; "Bu şaşılacak
bir şeydir." dediler. Ahmed Câmî; "Siz deyiniz! Sıra bana gelince ben de söyleyeceğim."
buyurdu. Onlar, sıra ile dediler. İncilerde herhangi bir değişiklik olmadı. Sıra kendisine
gelince, leğen üzerine gelerek; "Bismillâhirrahmânirrahîm." dedi. Üç inci, leğen üzerinde
yuvarlanmaya başladı. "Allahü teâlânın izni ile durunuz!" deyince inciler durdu. Birbirine
karıştı ve deliksiz tek bir inci oldu. Hepsi hayret ettiler.
Ahmed Câmî hazretlerinin bir zaman canı zerdâli istedi. Nefsine; "Bir yıl oruç tutarsan
zerdâli veririm." dedi. Nefsi bunu kabûl etti. Bir yıl oruç tuttu. Bir yıl, tamam olunca nefsi
seslenip; "Ben hizmetimi bitirdim. Sen de verdiğin sözü yerine getir!" diyordu. Babadan
miras kalan bir bağı vardı. Oraya gitti. Bağda bir hayvan öldürülmüş ve karnı deşilmişti.
Mîdesinde çiğnenmeden yutulan zerdâliler vardı. Onlardan bir tane alıp temizledi. Nefsi
feryad edip; "Senin bana vermeyi söz verdiğin zerdâli böyle hayvan mîdesinden çıkarılan
zerdâli değildi." dedi. "Bu da zerdâlidir. Eğer îtirâz edersen, bunu da vermem." dedi. Nefsi
kabûl etmedi. "Tek bana bunu verme! Başka bir şey istemem." dedi. Sonra birkaç tâne
zerdâliyi daldan kopararak eline aldı. Dostu Ebû Tâhir'in yanına varınca, zerdâlileri önüne
koydu. "Ahmed! Bize vakıf zerdâlisi mi getirdin?" dedi. "Vakıf değildir. Kendi ağacımdan,
kendi elimle toplayıp getirdim." dedi. "Vakıf zerdâlisi getiriyorsun, sâhibiyim diye bize
veriyorsun, bizi görmüyor sanıyorsun." dedi. Edepsizlik olmasın diye sustu. İçinden de
Allahü teâlâya münâcaat edip; "Yâ Rabbî! Sen de biliyorsun ki, bu zerdâlileri, babamdan
bana mîras kalan bağdaki kendi ağacımdan alıp getirdim. O ise vakıf zerdâlisi olduğunu
söylüyor. Bu işin doğrusunu onun kalbine ilhâm eyle!" dedi. Biraz sonra Ebû Tâhir oğlunu
çağırıp; "Git, kendi süründen bir koyun getirip kes. Açlık Ahmed'in başına ve beynine
vurmuş, ne söylediğini bilmiyor. Vakıf zerdâlisini, kendi malı sanıyor. Çorba ve et
pişirsinler." dedi.
Çorba ve eti pişirip getirdiler. Ahmed Câmî'nin gönlüne, bu etten ve çorbadan yememek
geldi. Çünkü helâl değildi. Sâdece kuru ekmek yedi. Ebû Tâhir; "Niçin yemiyorsun?" diye
sorunca; "Böyle hoşuma gidiyor." dedi. Isrâr etti. Bunun üzerine kalbine gelen ilhâmı anlattı.
Oğlunu çağırıp, koyunu nereden getirdiğini sordu. Oğlu; "Sürü uzak gitmişti. Siz acele
istediğiniz için, eti falan kasaptan aldım." dedi. Kasabı çağırıp sordular. "Bu koyunu bekçi
haksız olarak bir yerden almış. Bana getirdi. Ben de kestim. Yarısını bekçi alıp gitti. Diğer
yarısını da, oğlunuz gelince ona sattım." dedi.
Bu hal anlaşılınca, Ebû Tâhir başını önüne eğdi. Ahmed Câmî de kalkıp yakında bulunan
mağaraya gitti. Orada ona bir ağlama hâli geldi. "Yâ Rabbî! O etin durumunu ona gösterdin.
Zerdâlinin de durumunu ona ihsân eyle." diye münâcaatta bulundu. Bu sırada Ebû Tâhir
mağaraya geldi. Arkasından Hızır aleyhisselâm geldi ve; "Ey Ebû Tâhir! Ahmed'in malına
vakıf dersin. Şüpheli ete helâl dersin. Bunu kimden öğrendin? Ahmed'in mertebesi çok
yüksektir." buyurdu. Ebû Tâhir o zaman meseleyi anlamış oldu.
Ahmed Nâmıkî Câmî, bir nehrin kenarında oturmuş bir talebesine tasavvuf yolunda, Allahü
teâlânın sevdiklerine ne kadar lütuf yapmış olduğundan bahsediyordu. Bu sırada nehri
gösterip; "Eğer Allahü teâlânın dostları, sevdikleri, işâret edip, ey su! Geri dön ve yukarı
doğru ak! deseler, geri dönüp yukarı doğru akar." buyurması ve işâret etmesiyle su gerisin
geri akmaya başladı.
Bir gün bir dağın eteğinde oturmuş talebelerine ders anlatıyordu. Yanına birisi gelip abdest
almak için su istedi. Ahmed-i Nâmıkî Câmî; "Falan yerde çeşme var. Oraya git, abdest al."
buyurdu. O şahıs çeşmenin olduğu yeri bilmiyordu. Bunun üzerine Ahmed Nâmıkî parmağı
ile; "İşte şurasıdır." diye işâret etti. O anda târif ettiği yerdeki çeşme Allahü teâlânın izni ile
yerinden kalkıp, havaya yükseldi ve bir mikdâr havada kaldı. O şahıs da gidip abdest aldı.
Orada bulunanlar, buna şahid oldular.
Ebü'l-Hasan Salah isimli bir zât gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Dört halîfesi
sağ tarafında, Ahmed-i Câmî hazretleri sol tarafında oturuyordu. Resûlullah efendimiz
Eshâb-ı kirâm ile konuşuyordu. Konuşmaları bitince, Ebü'l-Hasan selâm verip huzûra
yaklaşarak; "Yâ Resûlallah! Bugün kendisine uyulacak zât kimdir? Kime uymak lazımdır."
diye sordu. Resûlullah efendimiz, Ahmed-i Nâmıkî Câmî'yi işâret ederek; "Ehl-i sünnet
vel-cemâat, Ehl-i sünnet vel-cemâat, Ehl-i sünnet vel-cemâat." buyurdular. Ehl-i sünnet
vel-cemâat ile Ahmed Nâmıkî'yi kasdetmişlerdi.
Ahmed-i Nâmıkî Câmî'yi sevenlerden birisi bir gün; "Ahmed Nâmıkî hazretlerinin yanına
gideyim, mübârek eliyle ağzıma bir lokma koysun." diye aklından geçirdi. Bu zât ile Ahmed
Nâmıkî Câmî'nin bulunduğu yer arasında üç günlük mesafe vardı. Yola çıkıp, Ahmed Nâmıkî
Câmî'nin yanına vardı. O sırada sofra hazırdı. O zâtı da sofraya buyur ettiler. Ahmed-i
Nâmıkî eline bir lokma aldı ve o zâtın kulağına; "Senin istediğin bu ise, işte lokma." deyip,
ağzına koydu.
Mukrî Mehmed isimli bir zât bir gün Ahmed-i Nâmıkî'ye gidip; "Hiç bir şeyim yok, çalışıp
kazanacak halde de değilim. Hem çok zayıfım. Babama söyle de bana servetinden bir şeyler
versin." dedi. Ahmed Câmî; "Ey Mukrî! Gönlü böyle şeylere bağlamamalı. İnsan kanâatkâr
olmalı." buyurdu. Buna rağmen o; "Nasıl kanâatkâr olayım ki?" dedi. Ahmed Câmî; "Az veya
çok bir şeyin de mi yok?" diye sorunca; "Hiçbir şeyim yok." dedi. Bunun üzerine Ahmed
Câmî; "Sen önce falanca yere sakladığın altınlarını harca bakalım. Ondan sonra Allahü teâlâ
sana başkasını ihsân eder." buyurdu. Mukrî Mehmed; "Hangi altından bahsediyorsunuz ve ne
kadar?" diye sorunca, Ahmed Câmî parmağı ile on sekiz dinara kadar saydı. "On sekiz buçuk
dinarı da gördüm." buyurdu. Bu durum karşısında o zât mahcûb oldu ve yaptığına tövbe etti.
Ahmed Nâmıkî 1142 (H.536) senesi Ocak ayında vefât etti. Meşhed ile Herat arasındaki
yolun tam ortasında Türbei Câmî bahçesine defnedildi.
Ahmed Nâmıkî Câmî'nin vefâtından bir süre sonra bir harb çıktı. Bu harpte Kâdı İmâdüddîn
Vâsıtî isimli bir zât yaralanmıştı. Yaralı hâlde bir medresede kalıyordu. Talebelerinin çoğu
dağılmış, yanında birkaç kişi kalmıştı. Medresede, yalnız, garip, kimsesiz bir halde kalıyordu.
Durumu epeyce ağırlaşmıştı. Kendisini tedavî edecek kimse de yoktu. Çok sıkıntılı bir
durumdaydı. Bu hâlde iken bir gece bulunduğu odada bir nûr göründü. Ne olduğunu
bilmiyordu. Birisi gelip, elini onun başına koydu. O anda çok ferahladı. Ona; "Siz kimsiniz,
sizi tanıyor muyum." diye sordu. O zât; "Ben Ahmed-i Nâmık-i Câmî'yim." dedi. Bunun
üzerine onu tanıyıp; "Ey efendim!Bak ne hâldeyim. Âciz, kimsesiz ve bîçâreyim." dedi.
Ahmed Nâmıkî; "Ben senin yaralarını tedâvî için geldim." buyurdu ve elini yaraları üzerine
koydu. Dokunduğu yer iyileşiyordu. Uyandığında elli kadar yaradan hiç eser yoktu.
Ahmed Nâmıkî Câmî'ye Ehl-i sünnet vel-cemâat olmanın şartlarını sorduklarında şöyle
buyurdu:
Ehl-i sünnet ve cemâatten olmanın şartları hakkında çok meseleler vardır. Bu meseleleri
bilmek, namazı, orucu, haccı bilmek gibi farzdır. Bunlar öyle farzdır ki, îtikâd doğru olup da,
namazda, oruçta ve diğer ibâdetlerde bir noksanlık olursa ve bu noksanlık kasden olmazsa
affedilebilir. (Eğer affolunmazsa, insan Cehennem'e girse bile, sonunda yine kurtulur.) Fakat,
Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdında bir sarsıntı olursa, bid'at sâhibi olunmuş olur.
Ve bid'at sâhibini de Allahü teâlâ affetmez. İtikâdda bid'at sâhibi olan bir kimseye azap vâcib
olur. Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdına sarılmak ve bid'atten çok sakınmak lâzımdır. Bu
sözlerimizin senetlerini de bildirelim ki, söylediklerimiz boş söz zannedilmesin.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
"Allahü teâlâ, halîfelerime rahmet etsin." Denildi ki: "Yâ Resûlallah! Sizin halîfeleriniz
kimlerdir?" "Sünnetimi ihyâ edenler ve onu Allahü teâlânın kullarına öğretenlerdir." buyurdu.
Yine buyurdu ki: "Yâ Ebâ Hüreyre! Sen insanlara benim sünnetimi öğret ki, kıyâmet gününde
senin için parlak bir nûr olsun. Önce ve sonra gelenler sana gıpta etsin." Yine buyurdu ki:
"Ben insanlarla, onlar "Lâ ilâhe illallah" diyene kadar savaşmakla emrolundum. İnsanlar bunu
(Kelime-i tevhîdi) söyleyince, benden kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Ancak
İslâmiyetten doğan haklar bundan müstesnâdır. Onların hesapları ise (kalblerindekini bilen)
Allahü teâlâya âittir." Yine buyurdu ki: "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunların
yalnız biri Cennet'e girecek, ötekilerin hepsi Cehennem'e gidecektir." Yine buyurdu ki:
"Şefâatim, Kelime-i şehâdeti ihlâs ile söyleyen, dili kalbini, kalbi de dilini tasdîk eden kimse
içindir."
Bu tür haberler çoktur. Daha fazlasını söylersek söz uzar. Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân
etmiş olan mümin ve îtikâdı düzgün bir kimseye bu anlattıklarımız yeter. Eğer buna îmânı
yoksa, onun sünnet ve cemâat ile zâten alâkası yoktur. Biliniz ki, Ehl-i sünnet ve cemâatin
meseleleri, alâmetleri çoktur. Ama onun esası ve kâidesi on meseleye dayanır. Bu on
meseleyi mutlaka bilmek lâzımdır.
Ebü'l-Hasan bin Ali'nin bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz buyurdular ki: "Sünnet
ve cemâat üzere olana, Allahü teâlâ her bir gün için, bin nebî sevâbı yazar ve her bir gün için,
ona Cennet'te bir şehir binâ eder. Kaldırdığı ve koyduğu her adım için ona on iyilik yazar.
Cemâat ile namaz kılana, her bir rekati için bir şehid ecri (sevâbı) yazar."
Eshâb-ı kirâm, (aleyhimürrıdvân) dediler ki: "Yâ Resûlallah! Bir kişinin sünnet ve cemâat,
üzere olduğu ne zaman (ne ile) bilinir?" buyurdular ki:
"Şu on haslet kendisinde mevcut ise (o kişinin Ehl-i sünnet ve cemâat üzere olduğu) bilinir:
1) Cemâati terk etmez, 2) Eshâbımı söz ile kötülemez, sövmez. 3) Bu ümmete (müslüman
ümmete) kılıçla karşı çıkmaz. Kılıç çekmez. 4) Kaderi tekzîb etmez (kadere inanır), 5)
Îmânda şüphe etmez, 6) Allahü teâlânın dîninde münâzaa (îtirâz, münâkaşa) etmez, 7) Ehl-i
kıble olarak ölen kimsenin cenâze namazını kılmayı terk etmez, 8) Tevhîd ehli bir kimseye
günahı sebebi ile (büyük bir günah işlese bile) kâfir demez, 9) Seferde ve hazerde (mukim ve
yolcu iken) mest üzerine meshi terk etmez, 10) İyi veya günahkâr olan imâmın arkasında
namaz kılar ve cemâati terk etmez. Bu hasletlerden birisini terkeden, sünnet ve cemâati
terketmiş olur."
Gerek hadîs-i şerîfler ile bildirilen, gerek din imâmlarımız tarafından Ehl-i sünnetin şiârı
olarak, Selef-i sâlihînden bize ulaşan bu on haslete sâhip kimsenin, Ehl-i sünnet ve cemâatten
olduğu anlaşılır. "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" diyen kimsenin, erkek olsun
kadın olsun, iyi olsun kötü olsun, mümin olduğu kabûl edilir. Ona kız verilir ve onunla
evlenilir. Ona müminlerden mîrâs düşer. Onun mîrâsı da müminlere düşer. Ona müminlere
âit hükümler tatbik edilir. Vefât ettiği zaman cenâze namazı kılınır. Müminlerin kabristanına
defn olunur. Eğer Kelime-i şehâdeti kalbi ile de tasdîk ederek gönülden söyleyip ve bu hal
üzere Allahü teâlâya kavuşmuş ise, onun yeri Cennet'tir. Eğer kalpten söylememiş ise,
münâfık olur. Zâhire göre şehâdet söylediği için, onu müminlerin ahkâmına tâbi tutarlar. Eğer
nifak üzere Allahü teâlânın huzûruna varırsa, onun yeri dereke-i esfel (Cehennem'in en aşağı
derecesi) olur. Şöyle ki, Nisâ sûresinin 145. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Muhakkak ki
münâfıklar, Cehennem'in en aşağı tabakasındadırlar (Cehennem'in dibindedirler)..." buyruldu.
Kelime-i şehâdeti söyleyen bir kimseye, töhmet (suçlama) ve taassub (husûmet) ile, mümin
değildir, demek için kimseye müsâade verilmemiştir. Nitekim Nisâ sûresinin 94. âyet-i
kerîmesinde meâlen; "...Size İslâm selâmı veren kimseye, dünyâ hayâtının geçici nîmet ve
menfaatine göz dikerek sen mümin değilsin demeyin..." buyruldu. Öyle ki, Kelime-i şehâdet
söyleyenlerin hepsini mümin kabûl etmelidir. Büyük günahları varsa, bu sebeple kendilerine
küfür ve nifak damgasını vurmamalıdır. Kendi îmânında ve onların îmânında şüphe
etmemelidir. Çünkü Allahü teâlâ, günâhkârları mümin olarak isimlendirdi ve Nûr sûresi 31.
âyet-i kerîmesinde meâlen; "....Ey müminler! Hepiniz Allahü teâlâya tövbe ediniz ki, dünyâ
ve âhiret saâdetine kavuşasınız!" buyurdu. Âsîlere tövbeyi emreden, olanların îmânını kabûl
eden Allahü teâlâya muhâlefet etmek uygun değildir. Allahü teâlânın bu emrinde şüphe etmek
ve bunu reddetmek de aslâ câiz değildir. Müminlerin sözünü ve şehâdetini reddetmek ve
onları yalancı zannetmek de hiç uygun değildir. Çünkü ateşperest, putperest, yahûdî gibi
küfür, şirk ve dalâlet ehli bir kimseden bu Kelime-i şehâdeti işiten bir mümin bunu işittiğine
dâir şâhidlik ederse, bütün İslâm kâdıları, o kimsenin müslüman olduğuna hükmederler."
İyi bir arkadaşın nasıl olacağını anlatırken buyurdu ki:
Tanıştığınız, görüştüğünüz, berâber olduğunuz kimsenin iyi arkadaş mı, kötü arkadaş mı
olduğunu anlamakta dikkat edilecek husus ve ölçü şöyledir: Gördüğünüz, görüştüğünüz,
berâber olduğunuz, birlikte oturup, kalktığınız kimse, sizin Allahü teâlâyı hatırlamanızı ve
unutmamanızı, O'nu dil ve gönül ile anmanızı sağlıyor, bunu tâzeliyor ve kalbinizi uyanık
tutuyorsa, işte o iyi arkadaştır. Ama berâber olduğunuz kimse, Allah korusun cenâb-ı Hakkı
ve O'nun zikrini size unutturuyorsa, gerçekten bil ki, o kimse kötü arkadaştır. Ondan
sakınmak elbette çok lâzımdır. (Ondan, yırtıcı arslandan kaçar gibi hattâ daha çok kaçmalıdır.
Çünkü arslanın yapacağı, olsa olsa canını almaktır. Arslan insanın canını alabilir, onu
öldürebilir. Fakat îmânına zarar veremez. Kötü arkadaş ise, insanın hem îmânının ve hem de
canının gitmesine, onun ebedî felaketine sebeb olur. İyi bir arkadaş, iki cihân için de büyük
saâdettir. Maksada çabuk ulaşmayı sağlar. İnsanlar birlikte yaşarlar ve arkadaşsız olamazlar.
Babamız olan Âdem aleyhisselâm, en güzel yer olan Cennet'te bulunduğu hâlde, kendisine
insan olarak bir arkadaş gerektiğini hissetti ve bunu istedi. Onun sol kaburga kemiğinden
hazret-i Havvâ vâlidemiz yaratıldı.
İyi arkadaşa sâhip olunca, çok hamd etmeli ve hep iyi kimselerle beraber bulunmalıdır ki,
kıyâmette pişmanlık çekilmesin. Kur'ân-ı kerîmde bu hâl bildirilmektedir. İnsana ulaşan her
felâket, kötü arkadaş sebebiyle gelir. Ondan çok uzak durmalıdır. Arkadaşın iyiliği veya
kötülüğü, mutlaka asıl, neseb, akrabâlık gibi sebeplere bağlı değildir. Eshâb-ı Kehf'e yakın
olup, onlardan ayrılmayan Kıtmîr isimli köpek, Kur'ân-ı kerîmde onlarla berâber zikrolundu.
İyi arkadaş, insanı derekelerden (aşağılıklardan) derecelere (yüksekliklere) ulaştırır. Kötü
arkadaş ise, bunun tersini yapar.
Herkes ile arkadaş olma! Konuştuğun kimselerin akıl ve anlayışlarına uygun konuş. Tekebbür
etme, kibirlenme! Sırrını kimseye söyleme! Herkesin sözüne aldanma! İnsanların sözlerine
değil, işlerine bak! Kendi kendisine faydası olmayan kimseden çok sakınmalıdır. Nerede
kaldı ki, onun başkasına faydası olsun. Kötü bir kimse ile arkadaş olan iyi bir kimse, eğer onu
kendisine çevirip iyi yapabilirse ne âlâ, eğer bunu yapamaz, kendisi de ona benzer ve onun
gibi olursa, o zaman çok fenâdır.
Ahmed Câmî buyurdu ki:
"Tövbe, müslüman olsun olmasın, her akıllı kimsenin ihtiyâcı olan bir şeydir. Bir iş yapan ve
onun kötü olduğunu gören herkesin pişman olup, tövbe etmesi vâcib olur. Tövbe etmezse
kendine zulüm etmiş olur."
"Üzerine farz olan ilimlerden bir meseleyi öğrenmek insana, bütün dünyâdaki kazançların
hepsinden yapacağı ve ele geçireceği altın ve gümüşlerinden daha iyi ve üstündür. Tövbe
eden ve etmeyen herkese, ilim öğrenmekten daha iyi hiçbir şey yoktur. İşlerin hepsi ilim ile
doğru olur ve ilimsiz hiçbir iş yapılmaz."
"Tasavvuf büyükleri, öyle zâtlardır ki, günahkâr, serserî, hırsız, bid'at sâhibi, yolunu şaşırmış
v.s. kimseleri kendilerine benzetir, düzeltirler. Bu Allah adamlarının, kendilerine has güzel
koku ve renkleri olur. O kokuyu ve rengi tadan, onlara benzer."
"Kendi zan ve kafasına göre davranarak, başkalarını düzeltmeye çalışmak, çoğu zaman fayda
yerine zarar hâsıl edebilir. Bunun için çok dikkatli ve uyanık olmalı, bir kimsenin saâdetine
vesîle olayım derken, o kimsenin -hattâ kendinin bile felâketine sebep olmamalıdır."
Ahmed Câmî hazretlerinin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Üns-üt-Tâbiîn; (Fârisî olup
Tahran'da basıldı.) 2) Sirac-üs-Sâirîn, 3) Ravdat-ül-Müznibîn ve Cennet-ül-Müştakîn,
4) Bihâr-ül-Hakîka, 5) Es-Sırr-ül-Mektûm, 6) Misbâh-ül-Ervâh, 7) Miftâh-ün-Necât (Bu
kitap Farsçadır ve İhlâs Vakfı tarafından neşredilmiştir). 8) Dîvân.
Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretleri, Herat'ta bulunduğu sırada bir gün Abdullah-i Ensârî'nin
konağına dâvet ettiler. Ahmed Câmî'nin hizmetçisi, yola çıkmaları için ayakkabılarını önüne
koydu. Ahmed Câmî hazretleri; "Bir saat beklememiz îcâb ediyor. Bir iş var." buyurdu.
Beklediler. Bir saat sonra, bir Türkmen, hanımı ve yanlarında 12 yaşlarındaki oğulları ile
geldiler. Çocuğun babası; "Efendim! Allahü teâlâ bize çok mal verdi. Bundan başka
çocuğumuz yoktur. Bu da âmâ olup gözleri görmemektedir. Her tarafı gezdirdik.
Gitmediğimiz yer, varmadığımız doktor kalmadı. Fakat hiçbirisi çare bulamadı. Biz, siz
Allahü teâlâya her ne duâ ederseniz cenâb-ı Hakkın lutfedip kabûl ettiğini biliyoruz. Eğer,
çocuğumuzun göz nûruna kavuşması için duâ ederseniz çok bahtiyar oluruz. Tek gözleri
açılsın, îcâb ederse bütün malımızı fedâ etmeye hazırız. İhsân ederseniz, lutfederseniz çok
seviniriz. Eğer bu arzumuz yerine gelmezse, üzüntümüzden mahvoluruz." dedi.
Ahmed Câmî hazretleri bu sözleri dinledikten sonra; "Nasıl olur? Ölüleri diriltmek, cild
hastasını iyi etmek Îsâ aleyhisselâmın mûcizesi idi. Bu hâlde Ahmed kim olur ki, bu
hastalığın tedâvisini benden istiyorsunuz?" buyurdu. Sonra ayağa kalkıp yürümeye başladı.
Biraz sonra; "Biz ederiz biz." dedi. Orada bulunan herkes bu sözü işittiler. Fakat bir şey
anlayamadılar. Bundan sonra hemen geri dönüp bir yere oturdu ve; "O çocukcağızı bana
getirin." buyurdu. Getirdiler. İki mübârek başparmağını çocuğun iki gözüne sürüp; "Azîz ve
celîl olan Allahü teâlânın izni ile açılın." buyurunca, çocuğun gözleri görür oldu. Bundan
sonra orada bulunan ileri gelenler dediler ki: "Efendim, birinci defâ, ölüleri diriltmek ve cild
hastalarını iyi etmek mûcizesi Îsâ aleyhisselâma âittir. Kendiniz için, bu yolda Ahmed kim
olur ki? dediniz. Daha sonra da, biz ederiz biz, dediniz. Bu iki sözünüz arasındaki irtibâtı
anlayamadık. İzâh buyurur musunuz?" Bunun üzerine Ahmed Câmî hazretleri; "Evvelki söz
kendime âitti. Bundan başkasını diyemezdim. Ama sonradan bana şöyle ilhâm ettiler: Ey
Ahmed! Ölüleri, Îsâ aleyhisselâm mı diriltti? Dilsizleri ve cild hastalarını o mu iyi etti? Biz
ederiz biz. Geri dön. O çocuğun gözlerinin açılması için seni sebep kıldık. Bu söz kalbime
öyle ilhâm olundu ki, ağzımdan da çıkıverdi. O söz ve fiillerin hepsi Allahü teâlâdan idi.
Ahmed'i (beni) sâdece vâsıta kıldı." buyurdular.
Ahmed-i Nâmık-ı Câmî vefât ettikten üç gün sonra Kâdı Alâeddîn Mervezî Câm kasabasına
gelmişti. Ahmed Nâmık hazretlerinin vefâtını öğrenince; "Ben ondan hadîs-i şerîf dinlemeye
gelmiştim. Çünkü, onun sahîh hadîs-i şerîfler ile sahîh olmayanları birbirinden ayırabildiğini
duydum. Yazık, ben onun huzûrunda bulunmaya ona hizmet etmeye kavuşamadım." diyerek
üzüldü. O sırada Ahmed Nâmıkî Câmî'nin yerinde oğullarından Burhâneddîn Nasr
bulunuyordu. O, Kâdı Alâeddîn'i ağırladı. Kâdı Alâeddîn, her gün bir-iki defâ Ahmed
Nâmık'ın kabrine gidip, orada ağlıyordu.
Yine birgün kabrin ayak ucunda oturmuştu. Bu sırada uykuya daldı ve uzun müddet öyle
kaldı. Burhâneddîn Nasr üç kişiyi ona kimsenin dokunmaması için vazîfelendirdi. Kâdı
Alâeddîn uyanınca, Şeyh Burhâneddîn'in kütüphânesinde bulunan hadîs-i şerîf râvilerini
(rivâyet edenleri) anlatan Esânid isimli kitabı yanında buldu. Ağlayarak dergâha geldi.
Burhâneddîn Nasr'a rüyâsını anlatmak istediğinde o rüyâdan haberim var demek isteyerek;
"Anlatmana gerek yok." dedi. Bunun üzerine oradakilere rüyâsını şöyle anlattı:
Ahmed-i Nâmıkî'nin kabri başına oturmuştum. Kendi kendime; "Ne olaydı da onunla
görüşebilseydim. Birkaç hadîs-i şerîf dinleseydim. Bu fırsatı kaçırdım." diye düşünerek hem
üzülüyor hem de ağlıyordum. Bu sırada bana bir ağırlık gelip, uyudum. Rüyâmda Ahmed-i
Nâmıkî hazretlerini gördüm. Yüksek bir yerde oturmuştu. Yanına gidip, selâm verdim. Bana
iltifât etti. O sırada oğlu Burhâneddîn Nasr yanımıza geldi. Ona; "Ey Nasr!Git Esânid isimli
kitabı getir." dedi. O, kitabı getirince huzûrunda ondan pekçok hadîs okudum. Sahîh değildir
dediklerine işâret koyuyordum. Okuma işi bitince; "Ben bunların gerçekten sahîh olmadığını
nereden bileyim." dedim. Bunun üzerine bana; "Ben bunları sana söylerken, o sırada
Resûlullah efendimizi görüyordum. Sahîh olmadığını işâret buyurduklarını sana
söylüyordum, sen de işâretliyordun." buyurdu. Sonra; "Efendim! Esânid kitabını bana
lutfetseniz bizim için büyük devlet olur." dedim. Ahmed-i Nâmıkî; "Ey Nasr! Esânid'i Kâdıya
ver. Bizden ona yâdigâr olsun. Bize de duâ eder." buyurdu. Uykudan uyandığımda; Esânid
kitabını içindeki hadîs-i şerîflerden sahîh olmayanları işâret edilmiş olarak yanımda buldum."
Ahmed Nâmıkî Câmî, ümmîydi gerçi fakat,
Kitap yazıp herkese, ederdi çok nasihat.
Tövbe etmek hakkında, buyurdu: "Ey insanlar,
Büyük bir hazînedir, günahlara istigfâr.
Hak teâlâ buyurdu: "Tövbe edin hepiniz,
Ancak tövbe etmekle, kurtulabilirsiniz."
Benim tövbe edecek, bir hâlim yoktur demek,
Müslümana yakışan, bir söz olmasa gerek.
Şöyle ki, rağbet etse, bir insan bu dünyâya,
O, her bir nefesinde, her an girer günaha.
Zîrâ Peygamberimiz, şöyle buyurmuşlardır:
"Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır."
Bir saatte, bin nefes, insan alıp veriyor,
Bu, yirmi dört saatte, yirmi dört bin oluyor.
İşte bu nefesleri, kul alırsa gafletle,
Yâni sarılmış ise, dünyâya muhabbetle.
Ve bir günah işleyip, üzülmüyorsa şâyet,
Onun her nefesine, yazılır bir mâsiyet.
Bir günde yirmi dört bin, günah eder bu ise,
Demek ki tövbe etmek, ne kadar lâzım bize.
Eğer tövbe edersek, şartlarına uyarak,
Günahları sevaba, çevirir cenâb-ı Hak.
İstiğfârın üç şartı, vardır ki onlar şudur:
Birincisi, günaha, gönülden pişman olur.
İkincisi, Allaha, tövbe eder diliyle,
Üçüncüsü, o işi, terk eder bedeniyle.
Kul, böyle hâlisâne, tövbe ederse şâyet,
Hak teâlâ o kulu, eder af ve mağfiret.
Yerdeki hayvanâtla, göklerdeki melekler,
Onun iyiliğine, her an duâ ederler.
Tövbeyi, sırf günahta, lâzım bilme kendine,
İbâdet yapınca da, lâzımdır tövbe yine.
İbâdeti beğenmek, olur gurur ve kibir,
Bu dahî günah olup, tövbeyi gerektirir.
İslâma hizmetini, bilirse kendisinden,
Hemen tövbe istiğfâr, lâzım olur peşinden.
Bir âlim, kendisini, gayriden bilse iyi,
Bu da bir günah olup, gerektirir tövbeyi.
İnsan her adımını, atarken bile hattâ,
"Günah işlerim" diye, titremeli âdetâ.
Köle, efendisine, hizmette etse kusûr,
Ona, mükâfat değil, elbette cezâ olur.
Kul da, Rabbine karşı, bir kusûr işlemekten,
Korkmalı, titremeli, Cehennem'e düşmekten.
Hâlis kul, bu korkuyla, geçirir günlerini,
Îdâma mahkûm olmuş, biri görür kendini.
İşlediği günahlar, hâtırından çıkmaz hiç,
Bunun ızdırabıyle, bulamaz huzûr, sevinç
Azâba yakalanmak, korku endişesiyle,
Geceleri kalkarak ağlar hep göz yaşıyle.
Günahım af olmazsa, ne olur hâlim acep?
Diye düşünerekten, göz yaşları döker hep.
O kulun bu hâline, gıpta eder melekler,
Öğünür onun ile, basıp geçtiği yerler,
Oturup kalkar ise, bir toprak üzerine,
Diğer yerlere karşı, öğünür o da yine.
Bir su veya dereden, geçtiğinde, o sular,
Ederler onun için, her an tövbe istiğfâr."
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.321
2) Kâmûs-ül-A'lâm; c.1, s.797
3) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.189
4) Nefehât-ül-Üns; s.392
5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.980
6) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.122
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.68
8) Makâmat-ı Ahmed-i Nâmık-ı Câmî (Süleymâniye Kütüphânesi Nâfiz Paşa Kısmı No: 399)
9) Sefînet-ül-Evliyâ; s.168
10) Riyâd-ül-Ârifîn; s.51
11) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.243
12) Heft İklîm; No. 667

17 Haziran 2013 Pazartesi

Delik Kova


Delik Kova
Bir zamanlar efendisinin evine her gün nehirden su taşıyan bir köle vardı. Köle boynunda taşıdığı bir sopanın iki ucuna birer kova asar, bu kovaları nehirden aldığı su ile doldurur ve eve getirirdi.
Ancak kovalardan birisi birkaç yerinden delinmiş eski bir kovaydı. Dolayısıyla, nehirde ağzına kadar doldurulan suyun ancak yarısını tutabilirdi eve kadar. Diğeri ise yep yeni ve sağlam bir kovaydı. Suyu hiç sızdırmadan taşırdı. Tam iki yıl bu böylece devam etti. Sucu köle nehirde iki tam kova dolduruyor, efendisinin evine geldiğinde ise geriye sadece bir buçuk kova su kalıyordu.
Deliksiz kova bu başarısıyla gurur duyuyor ve ?Ben işimi tam görüyorum? diyerek böbürleniyordu. Zavallı delik kova kusurundan dolayı utanıyor ve kendisinden beklenenin sadece yarısını yapabildiği için hep üzülüyordu. İki yıl boyunca deliğinden su sızdırmayı içine sindiremediği için, bir gün dile gelip nehir kenarında sucuya şöyle dedi:
-Ey sucu insan! Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum.
-Niye ki? diye sordu sucu.
-Neden utanıyorsun?
-İki yıl boyunca, yan tarafımdaki çatlaklar yüzünden sular akıp gitti ve yükümün sadece yarısını efendinin evine götürebildim. Benim kusurum nedeniyle sen de gayretlerinin karşılığını tam alamıyorsun.

Sucu eski delik kovaya acıdı ve şefkatli bir sesle şöyle dedi:
-Efendinin evine dönerken, yol kenarındaki çiçeklere bir dikkat et istersen.
Gerçekten de, tepeye çıkarken, delik kova yol kenarındaki enfes yaban çiçeklerini gördü ve bu onu birazcık neşelendirdi. Ama yolun sonunda yine kederlendi, çünkü yükünün yarısını yine çatlaklardan akıtmıştı. Bu başarısızlığından ötürü sucudan yine özür diledi. Sucu kovaya şöyle dedi:
-Yolun sadece senin tarafında çiçekler açtığını, diğer tarafında hiç çiçek olmadığını farketmedin mi? Bu neden böyle biliyor musun? Ben senin delik olduğunu baştan beri biliyordum ve bundan faydalanmak istedim. Senin tarafındaki yol kenarına çiçek tohumları ektim. Ve her gün dereden dönerken onları sen suladın. İki yıl boyunca bu güzel çiçeklerle efendimin masasını süsleyebildiysem, bu senin sayende oldu. Senin sayende, efendimin odası böylesine güzelleşti.
İlham Öyküleri - Murat Çiftkaya

Deli Hafız


Deli Hafız
Fatih dersiamlarından biri, münasebeti olmayan bir müeseseye, münasip olmadığı halde ders verdiği için, ariflerden "Deli Hafız" namıyla maruf bir zat, kendisine, yaptığı işin ihanet olduğunu, emaneti ehlinin gayriye verildiğini ihtar edersede hoca kabul etmez ve biraz kırılır.

Ertesi sabah erken, hocanın kapısını çalan hafız, pencereden kendisine bakan ve özür dileyecek zanneden sözde alim kişiye şöyle der:
-Dün size söylemeye unutmuştum; onun için geldim. Bugün sana, sade bu deli Hafız kafir, diyor. Bundan elli-altmış sene sonra herkes kafir diyecek" der ve döner.

Emaneti ehline vermeli...

Hatıratım, Ali Erol

AHMED NAHLÂVÎ


AHMED NAHLÂVÎ;
Şam evliyâsından. İsmi Ahmed, babasının ismi Murâd'dır. Nisbeti Nahlâvî ve Dımeşkî'dir.
1670 (H. 1081) senesinde doğdu. Küçük yaşta âilesini kaybeden Nahlâvî anneannesinin
yanında yetişti. 1744 (H.1157) senesi Temmuz ayının yirmi sekizinde Salı günü vefât etti.
Şam Hâtuniyye Medresesinin bahçesine defnedildi. Kabri ziyaret mahallidir.
Nahlâvî tahsil çağına geldiğinde ilk olarak Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi.
Mektebe gidip gelirken, edeb ve terbiyesinin güzelliği ve derslerine çok gayretli çalışmasıyla
dikkat çekmeye başladı. Emsâl ve akranından ileri geçti. Küçük yaşta, büyüklük, üstünlük
hâlleri kendisinde görülmeye başladı. On yaşında iken, diğer çocuklar gibi koşup oynamaz,
bir kenarda sessizce oturup, başını önüne eğerek tefekkür ederdi. Fıkıh ilmini Şeyh Ahmed
Düsûkî'den okudu. Şam'da Nûriyye ve Hâtuniyye medreselerine devâm etti. Bir müddet ev
işleri ile meşgûl oldu. Bu arada ibâdetlere devâm etmeyi ihmâl etmedi.
Bir gün zeytin toplamak üzere, merdivenle zeytin ağacına çıkıyordu. O sırada kendisini,
evliyânın, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde bulunmaya teşvik eden bâzı sesler duymaya
başladı. Bunun üzerine tasavvuf yolunda bulunmak arzu ve isteği belirdi. Bütün varlığı ile bu
yola yöneldi. Dünyâlık olarak ne varsa, hepsini Allahü teâlânın rızâsı için ihtiyaç sâhiplerine
dağıttı ve cezbeye kapılarak, sahrâlara düştü. Zaman zaman Bab-üs-sagîr denilen yere gidip,
orada ellerini açarak Allahü teâlâya duâ ederdi.
Kardeşi Şeyh Muhammed birgün eve geldiğinde, kardeşi Ahmed'i evde bulamadı. Nerede
olduğunu sordu. Bir müddet önce çıkıp Sâlihiyye mahallesine doğru gittiğini söylediler.
Hemen o tarafa gitti. Çok aradı ise de izini bulamadı. Yedi gün sonra Şeyh Muhammed'e bir
kimse gelerek, kardeşi Ahmed'in Sâlihiyye'de bir yerde olduğunu söyledi. Süratle oraya gitti.
Târif edilen yerde, bir dağ eteğinde durduğunu gördü. Aç ve bitkin bir halde idi. "Ey Ahmed!
Neredesin?" diye sordu. Bunun üzerine; "Bâzı büyük zâtlar beni alıp Bağdat'a, Allahü
teâlânın ism-i şerîfinin zikredildiği bir meclise götürdüler." dedi. Devamla; "Beni yalnız bir
yere bırakıp; burada zikirle meşgûl ol! dediler. Daha sonra bir kimse şerbet getirerek, içmemi
söyledi. İçtim. Sonra beni buraya (Şam'a) getirdiler." dedi. Ondan bunları dinledikten sonra;
"Haydi kalk. Eve gidelim." dedi. Gitmek istemedi. Fakat zorla kabûl ettirip bir hayvana
bindirdi. O da bindi. Bâb-üs-Serâyâ denilen yere geldiklerinde, evliyânın büyüklerinden Şeyh
Halîl ile karşılaştılar. O büyük zâtı görünce iki kardeşi de bir cezbe aldı ve ikisi de hayvandan
düştüler. Ahmed Nahlâvî bundan sonra, o zâtın talebesi oldu.
Tasavvuf yolunda kendisini mânevî yönden terbiye edip, bu yolda yetiştirecek ve kâbiliyeti
nisbetinde yüksek makamlara kavuşmasına vesîle olacak bir rehbere de kavuştuktan sonra, bu
yolda ilerleyen Ahmed Nahlâvî, yüksek dereceler sâhibi oldu. Üstünlüğü her tarafa yayıldı.
Etrafta onun yüksekliği konuşulur oldu.
Ahmed Nahlâvî'nin Sâlihiyye, Meydân ve Bâb-ı Tûmâ mahallelerinde oturan üç talebesi
birgün bir araya gelmişlerdi. Onlardan birisi, neşe ve sürûr ile ve diğerlerine güzel bir haber
vermek için; "Elhamdülillah dün akşam hocamız bize teşrif etti ve bizde kaldı." dedi.
Talebelerin ikincisi dedi ki: "Hayır. Hocamız dün akşam benim yanımdaydı." Bunları hayretle
dinleyen üçüncü talebe; "Sizin ikinizin söylediği de doğru değil, Çünkü dün akşam hocamız
benim yanımdaydı." dedi. Bundan sonra her üçü de yemin ederek kendi sözlerinin doğru
olduğunu iddiâ etti. Bunun üzerine talebelerin hepsi, bu hâlin hocalarının bir kerâmeti
olduğunu, evliyânın, Allahü teâlânın izni ile bir anda çeşitli yerlerde görülebileceğini, buna
benzer menkıbelerin başka büyük zâtlardan da nakledildiğini, hepsinin söylediklerinin doğru
olduğunu anladılar.
Ahmed Nahlâvî talebeleriyle birlikte Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyârete
gitmişti. Ziyâretten sonra Ahmed Nahlâvî kabrin yanına oturdu. Bu sırada talebelerinden
birisi, elinde, büyükçe ve yuvarlak bir taş getirerek Ahmed Nahlâvî'nin önüne koydu ve; "Ey
Efendim! Şu taş altın olmuş olsa, bizler onunla ihtiyaçlarımızı karşılar, rahat ederdik." dedi.
Ahmed Nahlâvî taşa bakarak; "Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, bir taşa nazar etseler, o
taş altın olur." buyurdu. O taş o anda Allahü teâlânın izni ile altın oluverdi. Sonra taşı getiren
talebeye; "Onu al götür." buyurdu. Talebe almak istedi ise de yerinden kımıldatamadı. Bunun
üzerine Nahlâvî tekrar nazar edince altın tekrar taş oldu. Bundan sonra o talebe taşı rahatça
alıp götürdü. Talebeleri bu hâlden anladılar ki, büyükler Allahü teâlânın izni ile taşın altın
olmasına vesîle olurlar. Bununla berâber böyle şeylere kıymet ve îtibâr etmezler. İnsanların,
böyle hâlleri ile değil, İslâmiyete tam uymaları ile kıymet kazanacaklarını bildirirler.
Nahlâvî hazretleri, bâzı kimselerle Şeyh Hayât bin Îsâ Harrânî'nin ziyâretine gitti. Birkaç gece
orada kaldıktan sonra içlerinden Abdürrahmân Galsâ isimli bir zât sabah namazının vakti
girdi zannıyla oradakilere namaz kıldıracağı sırada, Nahlâvî başını kaldırıp, daha fecrin
girmediğini, sabah namazının kılınamayacağını söyledi. Buna rağmen bâzıları namaz kılıp
yola çıktı. Fakat yolda fecrin ancak iki saat sonra doğduğuna şâhid oldular. Bunun üzerine bir
nehrin kenarında konaklayıp, sabah namazlarını kıldılar.
Ahmed Nahlâvî Allahü teâlâyı tanıyan âriflerin meşhûrlarındandı. Allahü teâlâdan çok
korkardı. Bu korku, Allahü teâlâya olan muhabbetinin çokluğundan hâsıl olan bir korkuydu.
Allahü teâlânın aşkı ile âdetâ kendinden geçmiş hâlde bulunurdu. Keşf, müşâhede, irfân ve
hârikalar sâhibi, olgun ve yüksek bir velîydi. İnsanların ona olan inançları çok kuvvetli olup,
onun için "Şam'ın bereketi" ismini kullanırlardı. Büyüklüğünü, üstünlüğünü gizlerdi. Hâlleri
ve tavırları çok garîb idi. Kendi hâllerini öyle örter, gizlerdi ki, onu tanımayan bir kimse ilk
gördüğünde, onun tasavvuf hâllerinden habersiz, gaflet içinde bir kimse olduğunu zannederdi.
Bununla berâber üstünlüğünü anlayanlar pek fazlaydı. İnsanlardan pekçok kimse, sohbetine
gelir, onunla bereketlenmek, ondan istifâde etmek arzusuyla yanıp yakılırlardı.
Talebelerinin önde gelenlerinden Muhammed Câferî, bir mukaddime, beş fasıl ve bir de
hâtime üzerine tertib ettiği ve; Tabîb-ul-Müdâvî bi Menâkıb-iş-Şeyh Ahmed Nahlâvî ismini
verdiği kitabında, Ahmed Nahlâvî'nin hâllerini, kerâmetlerini, uzun uzun anlatarak,
okuyanların istifâdesine sunmuştur.
!$3<1&)1%1:1&B,1D1?$)$&#$,31'
Vezîr Süleymân Paşa, Nahlâvî'nin bulunduğu yere vazifeli gelmişti. Bunu haber alan Nahlâvî,
talebeleri ile birlikte vezîrin ziyâretine gitti. Vezîr, onların kendisini ziyârete geldiklerini
duyunca, çok memnun oldu ve bizzat kendisi karşıladı. Çok ikrâmda bulundu. Bir müddet
oturup sohbet ettikten sonra vezîr burada işinin bittiğini bildirerek ayrılmak için Nahlâvî'den
izin istedi. O da, nereye gideceğini sordu. Vezîr, sultânın fermânı olduğunu, emredilen yere
gideceğini ve bâzı işlerinin bulunduğunu söyleyince, Ahmed Nahlâvî vezîre; "...Hiç kimse
yarın ne kazanacağını (başına ne geleceğini) bilmez. Hiç kimse hangi yerde öleceğini de
bilmez..." (Lokman sûresi:34) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Nahlâvî ve talebeleri
dergâha döndükten on beş gün sonra vezîrin vefât ettiği ve Şam'da Bâb-üs-sagîr denilen yerde
defnedildiği haberi geldi.
1) Silk-üd-Dürer; c.1, s.199
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.277

AHMED MÜRŞİDÎ EFENDİ


AHMED MÜRŞİDÎ EFENDİ;
Anadolu velîlerinden. İsmi, Ahmed Mürşidî'dir. Diyarbakır'da doğdu. Doğum târihi belli
değildir. Kaynaklarda hayatı hakkında fazla bilgiye rastlanmamıştır. Küçük yaşta ilim
tahsiline başlayan Ahmed Mürşidî Efendi, Birecikli Ebû Bekr Efendiden tasavvuf yolunu
öğrendi. Tahsilinin sonunda hilâfet aldı.
Ahmed Mürşidî Efendi, Diyarbakır'da çok talebe yetiştirdi ve insanlara doğru yolu göstermek
için vâz ve nasihatlarda bulundu. Bir gün şöyle vâz etti:
"Ey insanoğlu! Bil ki o sakladığın mallar senin değil hepsi emânettir. Bir gün sen âhirete
göçersin onlar burada kalır. Oraya bir kefenden başka bir şey götüremezsin. Bir gün
biriktirdiğin malları mîrasçılarına bırakıp gidersin. Bütün mal ve mülkün elinden gidip, o
benim malım mülküm dediğin şeyler, yeni sâhiplerinin eline geçer. Her topladığın malın
hesâbını yarın kıyâmet gününde vereceksin. Bu hâlinle kıyâmet günü hâlin ne olacak? Sana
söylenecek en tesirli söz şu olsa gerek: "Sen bu geçici dünyâyı bâkî mi sandın? Hâlbuki
bunların hepsi fânî idi. Çok mal toplayanlar yarın kıyâmet gününde hepsinin hesâbını
vereceklerdir. Birçok soru ve suâlden sonra malının helâl olduğu anlaşılan kimse kurtulur.
Haram ise, elbette azâb ederler. Helâl malın zekâtı sorulur. Eğer hesâbı kolay verirsen
kurtulursun.
Ey bu fânî mülkün rağbetlisi olan insan! Kalbini durmadan, uzun uzun, bitmez tükenmez
emellerle dolduruyorsun. Aklın varsa ihtiyâcından fazlasına heveslenme. Bu fânî âlemde
kimse bâkî kalmaz. Şimdi elinde tuttuğun için, sâhibi olduğunu sandığın şeylerin hiçbirisi
aslında senin değildir. Bir gün bu yerden elbette ayrılacaksın. Topladıklarının hiçbiri bu
dünyâdan seninle berâber gitmez. Mezara bir kefenle girersin. O gözünden bile kıskandığın
malının sefâsını mîrasçıların sürer. Çoğu zaman seni rahmetle anmak akıllarına bile gelmez.
Bu fânî dünyânın malına îtibâr etme. İyi kimselerin yolunda yürü. Malın varsa bile, sakın ona
muhabbet eyleme. Sana emânet olan mallara benim deme, gaflet gösterme. Bilirsin ki bu fânî
âlem bir misâfirhânedir. Bir an önce yolculuk hazırlığı yapmayan divânedir. Bu dünyânın
değişmez âdeti şudur: "Gelen gider konan ise göçer. Çünkü yakında sen de bu dünyâdan
gideceksin. Gönül vermen boşuna, çabuk unutursun. Birisi ile çok dostluk edip ona iyice
alışırsan, ayrılması da çok güç olur. Kim, bu yer benim dedi ise, sonunda o yer onu yedi."
Ahmed Mürşidî Efendi, kendisini doğru yoldan ayırmaması, günahlarını affetmesi, ayıp ve
kusurlarını gizlemesi için sık sık Allahü teâlâya duâ ederdi. Bu duâlarından biri şöyledir:
"Yâ Rabbî! Bizi kötü huylardan koru. Bize, işlerimizi ihlâs ve içtenlikle yapmayı nasîb eyle.
Yâ Rabbî! Bize ihlâs ile amel etmeyi nasîb kıl! Yâ Rabbî! Sen ayıplarımızı gizleyicisin,
kulların günahlarını bağışlayacak da sensin. Çeşitli suçları ile Ahmed kapına geldi. Bütün
sevâbı, senin vahdâniyetini, birliğini bilmesinden ibârettir. O senin sevgili Habîbinin
sallallahü aleyhi ve sellem ümmetindendir. Bütün gece ve gündüz isteği rahmetinle
Cennet'indir. Ettiğim isyanlara pişman olarak sana sığınıp umut kapına geldim. Ey yüceler
yücesi Rabbim! Sen bizi kapından ayırma.
Yâ Rabbî! Bize doğru yolu göster. Sen kerîmsin. Kötü hallerden bizi selim kıl. Nefsimize
ruhsat verme. Akıl ile selâmete erelim. Dâimâ alçak gönüllü olmamızı nasîb eyle! Âmin."
Ahmed Mürşidî Efendi, 1760 (H.1174) senesinde Diyarbakır'da vefât etti. Şehre bir saat
uzaklıktaki Ali Pınarı köyü ile şehir arasına defnedildi. Ahmed Mürşidî Efendinin yazdığı
Ahmediyye isimli eser çok meşhûrdur. Bu eserin Ahmed Bîcan hazretlerine âid olduğu
sanılmışsa da Ahmed Bîcan'la Ahmediyye'nin hiç bir ilgisi yoktur ve bu daha çok Türkçe
manzum bir fıkıh kitâbıdır. Ahmed Mürşidî'nin ayrıca Yûsuf ve Züleyha ile Mevlid-i Nebî
adlı manzum eserleri de vardır.
",(%&61%$%E&61%$%&",(%
Bir gün talebeleri ile sohbet ederken, bir talebesinin nasîhat istemesi üzerine ona şöyle
buyurdu:
"Aslâ dünyâ malına meyletme. Ancak kimseye el açmayacak kadar malın olsun yeter. Bilmez
misin her işin hayırlısı ortasıdır. Dünyâ âhiretin tarlasıdır. Sen bu âleme para ve mal toplamak
için gelmedin. İyi ameller yapmak için geldin. Kimseye el açmayacak ve yetecek kadar mal
kazandıktan sonra, vaktini Hak teâlâya ibâdet ederek geçir. Ondan sonra yat ve istirâhat et.
Unutma, nefsinin de sende hakkı vardır. Topladığın o mal ve mülk senin değil
mîrasçılarınındır. Senin rızkın, ancak âlemlerin rızk vericisi olan Allahü teâlâ tarafından sana
yemen içmen için verilenden ibârettir.
Malım mülküm yok deme. Olmadı diye gam çekme. Bu benim mülkümdür diyene, bir gün
ecel gelir. Bu sûrette o malın sâhibi olduğuna dâir iddâsı yalan olur. Bu yalan dünyâ, dâimâ
insanlara gaflet gömleği giydirir. Bu fânî mülkü elimizden alır. Kendini ona sâhip sanacak bir
yalancı müşteri bulur. O da ölür, yerine başkası çıkar. Dünyânın âdeti böyledir. Verir alır, alır
verir.
Sakın kapına gelen fakirleri boş çevirme. Bir şeyin varsa, gizleyip yok deme. Verdiğin
sadakayı da öğünme vâsıtası yapma. Sağ elinin verdiği sadakayı sol elin bilmesin. Cömertlik
tâcını giymek istiyorsan, Allahü teâlânın aç ve muhtaç kullarını kollamalısın. Allahü teâlânın
huzûrunda makbûl olmak istersen, herkes için hayır dile, insanları şefkatle sev. Kimsenin
işliyeceği hayra mâni olma. Ne kadar iyilik etsen, yaptıklarını sayma. En küçük hayır ve şer
amel defterine yazılır. İhlâsla, içtenlikle ve riyâdan uzak işlediğin bir amelin olsa, Allahü
teâlâ onu amel defterine dağlar kadar büyük olarak geçirtir. İyilik ettiğin kimseye yaptığını
başa kakıcı olma. İyilik ettiğin kimseden sana minnet beslemesini istersen, yaptığın iyiliğin
bir kıymeti kalmaz. Bana iyi desinler diye yapılan iyilikler riyâ eseridir."
1) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.37
2) Ahmediyye
3) Tezkire-i Şu'arâyı Âmid
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.268

16 Haziran 2013 Pazar

Dağ başına mı, şehir içine mi


Dağ başına mı, şehir içine mi?..
İki kardeştiler. Biri köyde çobanlık yapmayı tercih ederek diyordu ki: Bu zamanda şehre gitmek, oranın günahlı hayatına karışmak çok kötü. İyisi mi, ben köyün çobanlığını yapayım, günahlardan uzak kalayım.
Diğeri ise şehre gitti. Bir mahallede küçük bir tamir kulübesi açıp başladı ayakkabı tamirine.
Çoban dağda koyunları, keçileri otlatıyor, hiçbir namazını kaçırmıyor, hiçbir şekilde de nâmahreme nazar etmiyordu. Bütün gün ormanın sessizliği içinde zikirle, fikirle, şükürle yaşayıp gidiyordu.
Bu sebeple de manen bir hayli ilerledi, kerametlere mazhar oldu.
Düşünüyordu ki, kardeşi şehirde bir sürü günah ve nâmahreme nazar ile manen sukût ediyor...
Bir ara ona acıyarak ziyaretinde bulunmayı düşündü. Otlattığı koyunlarından bir miktar süt sağıp bir bez torbaya doldurarak ağzını bağlayıp şehrin yolunu tuttu.
Sora sora bir mahalledeki eskici kulübesinde kardeşini buldu.
Torbadaki sütünü duvardaki bir çiviye asıp oturarak hal hatır sormaya başladı. Bu sırada bir hanım geldi, ayakkabısını çıkarıp topuğunu gösterdi. Kardeşi baktı. Tamir edebileceğini söyledi. Hanım çıplak ayakla beklemeye başladı. Kadın az sonra ayakkabısını giyip giderken ormanda görmediğini gören çobanın zihnindeki temizlik de gitmeye yöneldi. İşte o sırada yukarıdan bir şeyler dökülmeye başladı. Başlarını kaldırıp yukarıya baktıklarında bunun süt damlası olduğunu anladılar. Meğer o anda torbadaki süt de damlamaya başlamış.
Eskici kardeş şöyle bir baktı ve söylendi:
- İnsanlardan kaçarak dağ başında veli olmak kolay şey. Bütün mesele işte bu insanların içinde veli olabilmekte. Anladın mı şimdi farkı?
Çoban başını sallayarak cevap verdi:
- Sen haklısın şehirli kardeşim. Demek senin manen yükselmene mani bu gibi manzaralar. Bunun için düşüş var sende.
Eskici cevap verdi:
- Nereden bildin bende düşüş olduğunu?
- Baksana, bir anda düştüm senin yanında. Sen ise her gün bunlarla yüz yüze, göz gözesin. Düşmemen mümkün mü?
Eskici cevap verdi:
- İşte ben de onu söylüyorum sana. Asıl mesele bunların içinde kendini muhafaza etmektedir. Rabb'ime şükürler olsun ben kendimi şimdiye kadar muhafaza ettim, bundan sonra da muhafaza ederim, inşaallah.
Çoban buna itiraz etti.
- Beni bir anda makamımdan düşüren manzara seni her gün neden düşürmesin? Sen çoktan düşmüşsün de haberin bile yok.
Eskici buna bir cevap vermek istiyordu. Bunun için şehadet parmağını ağzına götürüp dilinin ucuyla ıslattıktan sonra doğruca torbanın süt akan yerine Bismillah diyerek bastırdı. Bir de baktılar ki, şıp şıp diye akan süt anında kesildi.
Birbirlerine bakıştılar. Bir anlık sessizliği yine çobanın feryadı bozdu. Kucakladığı kardeşine şöyle diyordu:
- Sen haklıymışsın şehirli kardeşim! Asıl mesele, dağ başına kaçmak değil, insanlar içine girmek, onların arasında durumunu muhafaza etmekmiş.
Siz ne dersiniz bu olaya? Dağ başına mı gitmeli, yoksa şehir içinde mi muhafaza olmalı?
Ahmed Şahin
Zaman Gazetesi

CİMRİLİĞİN BU KADARINA PES


 CİMRİLİĞİN BU KADARINA PES!  

   Resûlüllüh (s.a.v.) bir adam gelerek:
- Yâ Resûlüllüa! Falanca komşum, hurma saplarını benim bahçeme koyuyor. Bana eziyet veriyor, dedi.
   Allah Resûlü o zâtı çağırarak, ona:
- Filancanın bahçesine koyduğun hurma saplarını bana sat, teklifini yaptı. Adam:
- Olmaz dedi. Allah Resûlü:
- Öyle ise bana hediye et onları, dedi. Adam bu teklife de:
- Olmaz dedi. Allah Resûlü son bir teklifte bulundu:
- Peki, cennette karşılığı verilmek şartı ile onları bana ver! Adam, bu son derece câzip teklife de:
- Olmaz, karşılığını verince, Allah Resûlü, şöyle söylemekten kendini alamadı:
- Selâm vermekten kaçınan kimse dışında, (bu güne kadar) senden daha cimrî bir kimseyi görmedim.

Alıntı: Fazilet Takvimi 1997

AHMED BİN MÛSÂ EL-ACÎL


AHMED BİN MÛSÂ EL-ACÎL;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Mûsâ bin Ali bin Ömer bin Acîl, künyesi
Ebü'l-Abbâs'tır. İbn-i Acîl diye de bilinir. Yemen'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir.
1291 (H.690) senesi Rebîulevvel ayının yirmi beşinci günü Yemen'de Beyt-i fakih denilen
yerde vefât etti. Cenâzesi yıkanırken çok parlak bir nûr görüldü. Kabri ziyâret mahallidir.
Ahmed bin Acîl küçüklüğünde çocukların oyunlarına hiç karışmazdı. Kendisinde büyüklük
alâmetleri görüldü. Önce amcası Fakîh İbrâhim'den, sonra başka âlimlerden ilim ve edeb
öğrendi. İlim öğrenmeye başlayınca sabahleyin erkenden evden çıkar, gittiği yerlerde ilim ve
ibâdetle meşgûl olur ve eve yatsı namazından sonra dönerdi. Günlerinin ekserisini oruçlu
geçirirdi. Bâzı günler eve geldiğinde ev halkı onun farkına varmaz ancak gece yatsıdan sonra
görürlerdi.
Ahmed bin Mûsâ fıkıh, hadîs, nahiv, gramer ferâiz (mîrâs bilgileri) ilimleri yanında tasavvuf
kalb bilgilerinde de yükselip evliyânın büyükleri arasına girdi. Zamânının büyükleri onu
peygamberler içinde Yahyâ aleyhisselâma benzetmişlerdir.
Bir gün Ahmed bin Acîl hazretlerine Cebel beldesinden biri geldi bir topluluk içinde çeşitli
ilimlere dâir meseleler sordu. Ahmed bin Acîl hazretleri suâllerin bir kısmını cevaplandırıp,
bir kısmına cevap vermedi. Sükût etti. Soran kişi bunları bilmediğini sandı. Oradaki topluluk
birer ikişer dağılıp kimse kalmayınca Ahmed bin Mûsâ hazretleri odasına çekildi.
Hizmetçisine soru soran kişinin yanına getirilmesini emretti. Odaya girince; "Kardeşim bu
sorularının cevabını herkes anlayamaz. Zihinler karışır. Fitne çıkar. Şimdi sana îzâh edeyim."
buyurdu ve teker teker îzâh etti. Soru sâhibi gerçeği anlayıp kötü zannına tövbe edip af diledi.
Ahmed bin Acîl hazretleri insanlardan çok hürmet ve îtibâr gördü. Devlet adamları gelir
ziyâret eder meselelerini sorup duâsını alırlardı. Lâkin o makam sâhiplerinin yanına gitmez
mühim bir iş çıkınca mektup yazarak, yapacakları işleri bildirir, hayırlı ve doğru işlere teşvik
ederdi.
Bir defâsında Sultan Muzaffer haber gönderip, Fakîh İsmâil Hadramî, Fakih Muhammed
Hermel ve Ahmed bin Acîl hazretlerini sarayına dâvet etti. Maksadı onlardan birini kâdıların,
hâkimlerin başkanı yapmaktı. Haber Fakih İsmâil ve İbn-ü Hermel'e ulaşınca bunlar acele
hazırlanıp yola çıktılar. Giderken Ahmed bin Acîl hazretlerine de uğradılar. Onu da
berâberlerinde götürmek istediler. Ahmed bin Acîl hazretleri; "Sultana mı gidiyorsunuz?"
deyince, "Evet." dediler. Ahmed bin Acîl hazretleri; "Benim kanâatim, haberi işitince böyle
yapmayıp yerinizde kalmanız, hizmetlerinize devâm etmenizdi. Mâdemki yola çıkmışsınız
gittiğinizde Sultâna benden bahsetmeyiniz. Şâyet konu açılıp mecbur kalırsanız; o kendi
hâlinde yaşayan biridir. Eğer zorlarsanız bu diyârdan Habeşistan'a gider, deyiniz." buyurdu.
Onlar varınca öyle yaptılar. Sultan da onun hâlini anlayıp daha çok takdîr etti.
Ahmed bin Acîl hazretleri her sene hacca giderdi. Hac yolculuğunda, hiç bir eşkıyâ ve
düşman, kendisinin bulunduğu kâfileye hücûm edip zarar vermezdi. Eğer zarar vermek istese,
cezâlarını çok çabuk görürlerdi.
Ahmed bin Acîl hazretleri yine bir kâfile ile hacca gitti ve âdeti üzere Mekke-i
mükerremeden, Resûlullah efendimizi ziyâret için, Medîne-i münevvere yoluna koyuldu.
Medîne'ye yaklaştıklarında bir eşkıyâ grubu ile karşılaştı. Kâfilede herkes korktu ve telâşa
düştü. Ahmed bin Acîl hazretleri sessiz olarak bir yerde edeble durdu. Kâfiledeki Ali bin
Yağnem adındaki zât, Ahmed bin Acîl hazretlerinin yanına gelerek, böyle sakin beklemesinin
sebebini sordu. O da; "Ey Ali! Allahü teâlâya ve O'nun Resûlüne karşı edeb lâzımdır." deyip
Medîne cihetini gösterdi. Daha sonra da kâfilenin ilerlemeyip konaklamasını istedi. Herkes
bineklerinden indi. Orada bir gün bir gece beklediler. Haydutlar bu beklemeyi fırsat bilip,
yağma etmek için kâfileye daha çok yaklaştılar. İkinci gün güneş doğunca, Medîne tarafından
hızla askerî bir kuvvet geldi ve eşkıyâyı kıskıvrak yakaladı. Kâfiledekiler, bu yardıma çok
sevindiler ve bizim bu durumumuzdan nasıl haberdâr oldunuz diye sordular. Onlar da; "Dün
Medîne'de, öğle vakti bir ses duyduk. Şöyle diyordu: Eşkıyâ, Ahmed bin Acîl'in bulunduğu
kâfileye hücûm edecek, hazırlanın, hazırlanın! Medîne vâlisinin emri ile hareket ettik."
dediler. Kâfilede bulunanlar, bu vaktin, Ahmed el-Yemenî'nin; "Edeb lâzım." dediği vakit
olduğunu anladılar.
İmâm-ı Yâfiî anlatır:
Yemenli birisinin elinde bir ur çıkmıştı. Birçok beldeleri ve birçok kimseleri dolaştı. Şifâ
bulması için dolaştığı yerlerde gerekli ilaçları kullandıktan sonra, o yerin büyüklerinden duâ
istedi. Fakat rahatsızlığı geçmedi. En sonunda Ahmed el-Yemenî hazretlerine gelerek,
elindeki bu rahatsızlığın geçmesi için duâ istedi. O da; "La havle velâ kuvvete illâ billâh, getir
bakalım elini." dedi ve eliyle mesh edip bir bezle sardı. Sargıyı memleketine dönünceye kadar
açmamasını tenbih etti. Yemenli oradan ayrıldı ve arkadaşlarıyla birlikte yola koyuldular. Yol
üzerinde bir köye uğrayıp alış-veriş yaptılar. Elinde ur olan Yemenli, sarılı olan sağ elinin
sargısını unutarak açtı ve yemek yedi. Bir de baktı ki, elindeki yaradan hiçbir eser kalmamıştı
ve diğeri gibi sapasağlamdı.
Ahmed bin Acîl hazretleri bir gün saralı bir hastanın yanına geldi. Ona Yûnus sûresi elli
dokuzuncu âyet-i kerîmesini okudu. Hastaya musallat olan cin büyük bir çığlık koparıp ondan
ayrıldı. Ahmed el-Yemenî hayatta olduğu müddetçe o cin bir daha geri gelmedi. Ne zaman ki
Ahmed el-Yemenî vefât etti, cin tekrar ona musallat oldu. Ahmed el-Yemenî'nin talebeleri o
hastanın yanına gidip, aynı şekilde hocalarının okuduğu âyet-i kerîmeyi okudular. O zaman
cin güldü ve; âyet bu âyettir. Lâkin okuyan, önce okuyan kişi değil deyip, ondan ayrılmadı.
Ahmed bin Acîl hazretleri, bir gece herkes uykuda iken, abdest almak için elinde bir kova ile
dışarı çıktı. Kovayı kuyuya sarkıtıp su çekmek istedi. Kuyunun durumu îtibâriyle zorlandı. O
esnâda birisi geldi ve kolaylıkla kovayı çekti, sonra ona; "Size yardım için gönderildim."
diyerek kayboldu.
Ahmed bin Acîl hazretlerinin kerâmetleri pekçoktur. Kâbe'yi ziyârete gittiğinde, her tarafı nûr
kaplar, Kâbe'nin nûru ziyadeleşirdi. İnsanlar etrafına toplanıp kalabalık ederlerdi.
Hac için Irak'tan biri Mekke-i mükerremeye gelmişti. Bu zât Şeyh Ahmed Rıfâî hazretlerinin
türbesi yakınında otururdu. Mekke'de Ahmed Acîl hazretlerini gördü. İnsanlar etrafına
toplanmışlardı. Çok şaşırdı. Büyük bir izdiham vardı. Memleketine döndüğünde Ahmed Rıfâî
hazretlerinin makâmına hizmet eden birisi ondan gördüğü şeylerden sordu. O da Ahmed Acîl
hazretlerini söyleyince Sâhib-i Makam olan zât; "O zamânın kutbudur." diye onun
üstünlüğünü haber verdi.
Ahmed bin Acîl hazretleri ömrü boyunca dünyâ malına hiç rağbet etmedi. İbâdetle meşgûl
olur, bunun yanında ilim öğretip talebe yetiştirmekten geri durmazdı. Vefâtına kadar bu hâl
üzere yaşadı. Vefâtından az önce öğle namazını ayakta kıldı. Sevdiklerinden bâzılarına
âhirette şefâat edeceğine dâir bir şeyler yazmak için kâğıt-kalem istedi. İstedikleri
getirildiğinde besmeleyi yazdı. Sonra kelime-i şehâdet getirip son nefesi Allah, Allah demek
oldu. Ahmed bin Acîl hazretleri gasl edileceği sırada her tarafı kaplayan bir nûr görüldü.
Ahmed bin Acîl hazretlerinin yedi oğlu vardı. Bunlar Muhammed, İbrâhim, Mûsâ, Ebû Bekr,
İsmâil, Îsâ ve Yahyâ olup hepsi sâlih kimselerdi. Hepsi Allahü teâlâya ibâdetle meşgûl olup,
insanlara faydalı olmaya çalıştılar.
161+&&B-,1:$%
Büyük âlim Cemâleddîn el-Esnevî anlatır:
Hicrî 1280 senesi Şâbân ayının yirmi biriydi. Gece rüyâmda boşlukta bir topluluk gördüm.
Yerden insanlar ona doğru koşuyorlardı. Ben bunların kim olduğunu sordum. "Resûlullah
efendimizin topluluğu." dediler. Hemen oraya koştum. Resûlullah efendimizi gördüm. Bir
yere oturmuşlar, sağında ve solunda iki zât vardı. Mübârek ayak ucunda da birisi, dizleri
üzerine oturmuş ve elindeki bir kitaptan Resûlullah efendimize okuyordu. Ben, Resûlullah'ın
mübârek elini öptüm. Resûl-i ekrem bana hafifçe duâ ettiler. Geri çekildim ve oraya
gelenlerle birlikte durdum. Orada bulunanlardan birisine, Resûlullah'ın yanında oturanların
kim olduğunu sordum. O da; "Resûlullah'ın sağında oturan hazret-i Ebû Bekr, solunda oturan
hazret-i Ömer, önünde diz çöküp oturmuş olan zât da Ahmed bin Mûsâ el-Acîl'dir." dedi. Ben
hayretle; "Yüksek dereceye çıkmış." dedim. O kişi; "Evet, öyledir." dediği an uyandım.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.312
2) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.2, s.189
3) Brockelman; Sup.1, s.461
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.78
5) Tabakât-ül-Havâs; s.13,17

AHMED BİN MUHAMMED HÂNÎ EL-ESREM


AHMED BİN MUHAMMED HÂNÎ EL-ESREM;
Hadîs hâfızı, büyük velî ve âlimlerden. Künyesi Ebû Bekr'dir. 873 (H.260) târihinden sonra
vefât etti. Ahmed bin Hanbel'in talebesidir. Ondan çok meseleler nakletti. Bunları
mevzularına göre yazdı. Affân bin Müslim, Muâviye bin Amr, Süleymân bin Harb, Ebû Velîd
et-Tayâlisî, Nuaym bin Hammâd, Ebû Tevbe Rebî' bin Nâfî' gibi âlimlerin derslerini dinledi.
Ondan da Nesâî, Mûsâ bin Hârûn, İbn-i Sa'îd, Ali bin Ebû Tâhir el-Kazvînî, Ömer bin
Muhammed bin Îsâ el-Cevherî gibi âlimler de rivâyette bulundular.
Bekr el-Hilâl diyor ki: "O, hadîs ilminde hâfız, kıymetli ve yüksek bir âlimdir. Zamânın
büyük âlimlerinden, Âsım bin Ali, Bağdat'a gelmişti. Kendisinden istifâde edebileceği bir
âlim aradı. Ahmed bin Muhammed el-Esrem'le görüştü. Onun ilmini beğendi ve çok takdir
etti."
Ebû Kâsım bin Cîlî dedi ki: "Yanımıza birisi geldi. Namazla ilgili, İbn-i Ebî Şeybe'nin
kitabında bulunmayan bilgileri bana yazacak bir âlim arıyorum." dedi. Biz kendisine; "Ebû
Bekr el-Esrem'den başka bunu yapacak birisini bilmiyoruz." dedik. Sonra, Ebû Bekir
el-Esrem'e kâğıt verildi. Namazla ilgili altı yüz sayfa yazdı. İbn-i Ebî Şeybe'nin kitabı ile
karşılaştırdığımızda, yazdıklarının hiçbirisi onda yoktu."
Yahya bin Maîn ve başka âlimler; "O, çok zeki ve meseleler üzerinde dikkatli bir âlimdir."
dediler.
Buyurdu ki:
"Hocam Ahmed bin Hanbel'in, meclisten kalktığı zaman "Sübhânekellahümme ve
bihamdike" dediğini işitir, devâmını anlayamazdım. Sadece dudaklarının hareketini
görürdüm. Fakat zannediyorum, mecliste yapılan hatâlara keffâret olması için Resûlullah
efendimizden rivayet edilen şu mübârek sözleri söylüyordu:
Sübhânekellahümme ve bihamdike, eşhedü enlâ ilâhe illâ ente, estagfirüke ve etûbu ileyk."
Ahmed el-Esrem sohbetlerinde büyüklerden bahseder, insanların istifade etmesi için nakiller
yapardı. Şöyle nakletmiştir:
Abdullah ibni Mes'ûd buyurdu: Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine tâbi olunuz.
Resûlullah efendimizin zamânında ve onun dört halîfesi zamanlarında bulunmayıp, dinde
sonradan meydana çıkarılan ve ibâdet olarak yapılan, her türlü söz, iş ve usûl olan bid'atleri
yapmayınız. Her bid'at, dalâlet ve sapıklıktır.
İbn-i Ömer: "İnsanlar güzel görse bile, her bid'at dalâlettir."
Ebû Mûsâ: "Allahü teâlânın ilim verdiği kimse, onu, insanlara öğretsin. Fakat, bilmediği şeyi
söylemekten sakınsın. Yoksa, kendisini ilgilendirmeyen bir şeye karışmış olur, dinden çıkar."
İbn-i Mesûd: "Sizden birine, bilmediği bir şey sorulduğu zaman, bilmediğini îtiraf etsin,
utanmasın."
"Kişiye bilmediği sorulunca, Allahü teâlâ bilir demesi, ilimdendir."
Rebî bin Haysem: "Kişi bilmediği halde bu haramdır, bu men edilmiştir demekten sakınsın. O
zaman Allahü teâlâ ona, yalan söyledin, buyurur."
İbn-i Abbâs: "Dosdoğru ol. Bid'attan ve bid'atçı olmaktan çok sakın."
Şa'bî radıyallahü anh: "Bilmiyorum demek, ilmin yarısıdır." buyurmuşlardır.
Ahmed bin Muhammed Hânî el-Esrem'in sünnetlerle ilgili çok kıymetli bir kitâbı vardır. Bu
eser, onun hadîs ilmindeki yüksek derecesini gösterir. Ayrıca Ilel-ül-hadîs ve Nâsıh-ül-Hadîs
Mensûhuhu isimli eserleri de vardır.
$*+$-"4&&!":"%&&!5)./3",(:(%
Ahmed bin Muhammed Hânî hazretleri bir zâta yazdığı mektupta şöyle demiştir:
"Allahü teâlâ bizi ve sizi her türlü tehlikeden, her çeşit şüpheden muhâfaza buyursun. Yine
bize ve size, geçen büyüklerimizin ve âlimlerimizin yolunda gitmek nasîb eylesin. Dâimâ
Allahü teâlânın nîmetleri içerisindeyiz. Allahü teâlâdan, bu nîmetlerini daha da artırmasını,
rızâsına kavuşmamız için bize yardımını dileriz. Fazla sözde fitne vardır. Sükûtta genişlik ve
rahatlık vardır. Kişi ihtiyâcına göre konuşmalıdır.
Âlimin ölümü, büyük bir musîbettir. Şeytan ve onun yardımcıları, Allahü teâlânın ve
müslümanların düşmanlarıdır. Şeytan ve yardımcıları, müslümanlar için birçok fitneler
hazırlarlar. Maksatlarına erişebilmek için âlimlerin yok olmasını beklerler. Çünkü, âlim,
onların bâtıl işlerine ve yardımcılarına mâni olmaktadır.
Bir kısım insanlar, şöhrete yapıştılar. Kendilerinden bahsedilmeyi arzu ettiler. Halbuki
onlardan önce de işledikleri bid'atlerle şöhrete kavuşanlar oldu. Fakat, hayır yolunda, doğru
yolda tâbi olmak; şer, kötü işlerde başkan olmaktan daha hayırlıdır."
1) Târih-i Bağdâd; c.5, s.110
2) Tezkiret-ül-Huffâz; c.2, s.570
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.141
4) Tabakât-ı Hanâbile; c.1, s.66
5) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.2, s.167
6) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.405
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.87
8) El-A'lâm; c.1, s.205

15 Haziran 2013 Cumartesi

Cennet Komşusu


Cennet Komşusu

Vaktiyle padişahlardan biri şehri dolaşmaya çıkmıştı. Tanınmamak için kıyafetini değiştirmiş, yanına da bir kölesini almıştı. Halkın kendi yönetimi hakkında neler düşündüğünü öğrenmek istemisti.
Mevsim kıştı. Soğuk her yeri kasıp kovuruyordu.
Yolu bir mescide düştü.
İki yoksul bir köşede titreyerek oturuyordu. Gidecek başka yerleri yoktu.
Onların ne konuştuklarını merak eden padişah yanlarına sokuldu.
Fakirlerden şakacı olanı soğuktan şikayet ediyordu:
- Yarın cennete gittiğimizde bizim padişahı oraya sokmayacağım! Cennetin duvarına yaklaştığını görürsem, pabucumu çıkarıp kafasına vuracağım.
Öteki merakla sordu:
- Onu niçin cennete sokmayacakmışsın?
- Tabii sokmam. Biz burada soğuktan donarken o sarayında keyif sürsün. Bizim halimizden haberdar olmasın. Sonra da kalkıp cennette bana komşu olsun. Ben öyle komşuyu istemem arkadaş, dedi.
Gülüstüler.
Padisah kölesine:
- Bu mescidi ve adamları unutma! dedi.
Saraya dönünce mescide adamlarını yolladı. İki fakiri alıp saraya getirdiler.
Zavallılar başımıza neler gelecek diye korkuyla bekleşirken onları dayalı, döşeli bir odaya yerleştirdiler.
- Burada yeyip, içip yatacak, padişahımıza dua edeceksiniz. Cennette size komşu olmasına karşı çıkmıyacaksınız, dediler.
Padişah ne iyi kalpli imiş, değil mi? Peygamberimiz yoksula yardım edenleri şöyle övmüştür:
"Bir mü'mini dünya dertlerinden kurtaranı, Allah, ahiret dertlerinden kurtarır.

Cehaletin tek ilâcı sormak


Cehaletin tek ilâcı sormak...
Câbir radıyallahü anh anlatıyor: Arkadaşlarımla beraber sefere çıkmıştık. İçimizden birinin başına taş isabet etti ve başını yaralayıp kemiğini kırdı. Sonra aynı adam uykuda ihtilâm olduğu için, arkadaşlarına:
- Teyemmüm edebilir miyim, bu hususta benim için ruhsat buluyor musunuz? diye sordu.
Arkadaşları da:
- Hayır, su mevcut oldukça teyemmüme ruhsat yoktur, diye cevap verdiler. Bunun üzerine o şahıs gusül abdesti aldı ve açık vaziyetteki yaradan içeriye giren suyun tesiri ile vefat etti. Peygamber aleyhisselâmın huzuruna geldiğimiz zaman, kendisine hadiseyi naklettiler.
Bunun üzerine Resûlüllah aleyhisselâm:
- Adamı öldürmüşler, Allah onları öldürsün, buyurdu.
Ve «Bilmiyorlarsa sorsaydılar ya; cehaletin ilâcı sormaktır, o adama teyemmüm etmek kâfi gelirdi. Yarasına da bir bez parçası koyar, üzerine mesheder ve vücudunun diğer yerlerini de yıkardı» diye ilâve etti (Ebû Davud)

AHMED BİN MUHAMMED


AHMED BİN MUHAMMED;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Muhammed bin Kısbet-il-Halebî el-Kâdirî'dir.
Doğum ve vefât târihi kaynaklarda belirtilmemektedir. Mustafa El-Bekrî,
Es-Suyûf-ul-Haddâd isimli eserinde, Ahmed bin Muhammed'in 1710 (H.1122) senesinde
Şam'a geldiğini bildirmektedir. Buradan anlaşıldığı üzere Ahmed bin Muhammed, on
sekizinci asrın ilk çeyreğinde vefât etmiştir.
Şeyh Mustafa El-Bekrî şöyle anlatır:
Görüştüğüm büyüklerden birisi de Şeyh Ahmed bin Muhammed'dir. O yalnızlığı, insanlardan
uzak kalmayı ve devamlı Allahü teâlâ ile berâber olmayı isterdi. 1710 senesinde Şam'a geldi.
Bir grup cemâat ile ziyaretine gittim. Bu sırada elim kalem tutardı. Bâzı kasîdelerim ve
mensûr yazılarım vardı. Bana dönerek; "Allahü teâlâ bir kimseye gerek nazm gerekse nesir
yazma kâbiliyeti verdiği zaman, o kimsenin bunlardan dolayı büyüklenmemesi, kalbini
bunlarla meşgûl etmemesi gerekir. Böyle hâller ve düşünceler meydana gelirse, onları
yakmalı ve parçalamalıdır. Çünkü Allahü teâlânın katında, daha yüksek derecede ve kıymette
olanları vardır." buyurdu. Bu sözleri duyduktan sonra müsâade alıp huzurdan ayrıldım.
Yazdığım kasîdeleri ve tertib ettiğim yazıların hepsini parça parça ettim. Bu sohbetten çok
istifâde ettim. Bu sohbet bana yetti, sonra bir daha Ahmed bin Muhammed hazretlerinin
huzûruna kavuşmak nasîb olmadı. Çünkü insanların arasına çıkmıyordu.
Ahmed bin Muhammed aklî ve naklî ilimlerde çok yüksek derecelere kavuşmuştu.
Konuşurken mânevî hâller içine girer, bu hâli açıkca görülürdü. Onun yanına devamlı gidip
gelen fazîlet sâhibi bir zât şöyle anlattı:
Bir gün onun yanındaydım. Konuşmalarında Arapça gramer hatâları yapıyordu. O zaman
kendi kendime; "Herhâlde Şeyh Efendi Arapçayı iyi bilmiyor, onun için böyle hatâlar
yapıyor." diye düşündüm. Bu sırada bana dönüp; "Allahü teâlâ Ecrûmiyye kitâbının
müellifine rahmet eylesin." buyurdu. O zâtın hayâtı hakkında bâzı şeyler anlattı. Sonra; "Ben
Ecrûmiyye'yi, nahiv âlimlerinin bildirdiği şekilde şerhettim." buyurup, nahiv ilmine dâir ince
bir meseleden bahsetti. Ben onun nahiv ilmine dâir bu îzahlarını dinleyince hayretler
içerisinde kaldım.
Bir başka zaman onun huzûruna gitmiştim. O sırada; "Ey efendim! Niçin namazdan alıkoyan
düşünceler insanın hâtırına geliyor? Bu hususta ne dersiniz?" diye sordum. "İnsan, namaz
kılarken Allahü teâlâdan gâfil olmazsa, ne türlü olursa olsun, kalbine gelen düşünceler yok
olur." buyurdu.
Bir kere de dünyevî bir ihtiyaç için onun yanına gitmiştim. Yanına vardığımda; "Senin şöyle
bir ihtiyâcın var. İki veya üç gün sonra giderilecek." buyurdu. Dediği gibi üç gün sonra
ihtiyâcım giderildi.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.338
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.54-265

AHMED BİN MEVDÛD ÇEŞTÎ


AHMED BİN MEVDÛD ÇEŞTÎ;
Hindistan evliyâsının büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Mevdûd bin Yûsuf el-Çeştî'dir. 1113
(H.507) senesinde Hindistan'ın Çeşt beldesinde doğdu. 1181 (H.577)'de Çeşt'te vefât etti.
Kabri oradadır. Evliyânın meşhûrlarından Hâce Mevdûd Çeştî hazretlerinin oğludur.
Babasının ders ve sohbetlerinde yetişip kemale erdi. Evliyâlıkta üstün derecelere yükseldi.
Babası onu kendine halîfe, vekil tâyin etti. Babasının vefâtından sonra, talebeleri
yetiştirmekle vakitlerini geçirdi. Herkese karşı şefkatli ve merhametliydi. İstisnâsız bütün
insanlara karşı iyilik etmek, onlara İslamiyeti tanıtmak, doğru olarak anlatmak için çırpınırdı.
Herkes tarafından sevilir, kendisine hürmet edilirdi.
Yaşayışının her safhasında İslâmiyete tam uyan Ahmed bin Mevdûd Çeştî hazretleri, ömrünü
İslamiyete hizmetle geçirdi. Eshâb-ı kirâmın Peygamber efendimizden naklen bildirdiği Ehl-i
sünnet îtikâdını ve din bilgilerini yaydı. İnsanların bu doğru îtikâdı ve din bilgilerini
öğrenmeleri ve öğrendiklerini seve seve uymaları için gayret sarfetti. Her evliyâ gibi o da,
içinde yaşadığı topluma bir mürâcaat kaynağı oldu. Kendisi ise Allahü teâlânın ve Peygamber
efendimizin muhabbetine gark olmuştu.
Bir sene hac mevsimi yaklaşırken, Ahmed-i Çeştî hazretleri, bir gece rüyâsında Fahr-i kâinât
efendimizi gördü. Kendisine; "Ey Ahmed! Biz sana müştâkız, âşıkız." buyurdu. Sabah
olunca, Ahmed bin Mevdûd hazretleri, kendisine en yakın üç kıymetli dostu ile yola çıkıp,
Mekke-i mükerremeye vardı. Hac vazîfesini yaptıktan sonra, Peygamber efendimizin
mübârek kabr-i şerîflerini ziyâret için Medîne-i münevvereye gitti. Peygamber efendimize
olan aşkından dolayı, oradan ayrılamadı. Devamlı ibâdet, tâat ve Allahü teâlâyı zikretmek ve
Resûlullah efendimize salevât-ı şerîfe getirmekle meşgûl oldu. Altı ay orada kaldı. Ahmed
bin Mevdûd hazretlerinin hâlini anlayamayan bâzı kimseler, onu Ravda-i mutahhera
etrâfından uzaklaştırmak istediler. Bu sırada Ravda-i mütahheradan şöyle bir ses duyuldu ki:
"Sakın bu kimseyi incitmeyiniz!O, bize müştâk ve cân atanlardandır. Biz de ona müştâkız."
diyordu. Orada bulunanların hepsi bu sözü duydular.
Hâce Ahmed bin Mevdûd hazretleri, daha sonra Resûlullah efendimizin mânevî müsâade ve
işâretleri ile Bağdât'a dönüp, evliyânın büyüklerinden Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretlerinin
hânegâhına geldi. Şihâbüddîn hazretleri ona çok izzet ve ikrâmda bulunup, hürmet etti.
Bağdât'ta halîfe ile görüştü. Halîfe kendisini dâvet ile, çok iltifât edip, ikrâmlarda bulundu. O
da, halîfeye çok güzel öğütler, hoşa giden nasihatlar ile Allahü teâlânın emirlerini yerine
getirmenin fazîletini, insanlara hizmet etmenin kıymetini anlattı. Bütün nasihat ve tavsiyeleri
kabûl edildi. Gideceği zaman, halîfe kendisine pek çok hediye arzetti ise de, onun hatırı için
az bir mikdârını kabûl etti. Bunları da şehrin dışına çıkınca fakirlere verdi. Kendisi ise,
Horasan'a gidip, orada insanlara İslâmiyeti, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı.
1) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.368
2) Hadîkat-ül-Evliyâ (2. kısım); s.152
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.22
4) Sefînet-ül-Evliyâ; s.91

14 Haziran 2013 Cuma

Cafer-i Sadık İle Rafizi


Cafer-i Sadık İle Rafizi
Kûfede bir râfizî var idi. Adı Abdülmecîd bin Abdülgaffâr idi. Ca'fer-i Sâdık 'kuddîse sirrûh' hazretlerinin hûzuruna vardı ve. aralarında şu konuşma geçti
- Esselâmü aleyke yâ Resûlullahın torunu. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden sonra en üstün olan kimdir?
- Ebû Bekr-i Sıddîkdır 'r.a'.
- Böyle olduğunu nereden biliyorsun.
- Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri ona, Resûlullahdan sonra, ikinci buyurdu. Üçüncüleri Allahü teâlâ olan iki kişiden, ikincisi olmak kadar şeref olamaz
- Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh', Resûlullah 's.a.v.' hazretlerinin döşeğinde, kâfirlerden korkmadan yatmadı mı?
- Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlullah hazretleri ile mağaraya girmedi mi?
- Eğer korkmasa idi, girmezdi. Allahü teâlâ Resûlullaha haber verdi ki, Ebû Bekre korkma, dedi.
- Onun korkusu, ondan idi ki, kâfirler onların nerede olduğu hakkında bir haber duyup, gelirler. Resûl-i ekremi üzerler. Görmezmisiniz Ebû Bekr-i Sıddîk, kendi ayağını, mağarada bir deliğe koydu. Hattâ yılan onu kaç def'a ısırdı. O acıya katlandı. Ayağını kaldırmadı. Resûlullahı uyandırmamak için, hiç ses de çıkarmadı. Kendinden korksaydı, zehrlenerek, cânını Resûle fedâ etmezdi.
- Mâide sûresinde, (Rükû'da iken sadaka verirler) meâlindeki 58.âyet-i kerîme ile medh olunan Alîdir.
- Bu âyetden önce, bir âyet-i kerîme vardır ki tahsîs rakamı ondan ziyâdedir. O Sıddîk şânındadır. (Allahü teâlâ, mürtedler ile cihâd eden bir kavm getirir. Allahü teâlâ bunları sever) meâlindeki âyet-i kerîme, Ebû Bekr Sıddîk içindir ve dahâ çok yükseltmekdedir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin, öbür âleme göçmelerinden sonra, arablar, dedi ki, biz nemâz kılarız. Ammâ zekât vermeyiz. Ebû Bekr 'r.a.' buyurdu ki, Resûlullah hazretlerine edâ etdikleri zekât malından bir deve dizinin bağını vermeseler ve ondan eksik verseler, ben onlar ile toprak ve kum sayısınca olsalar da muhârebe ederim.
- Yâ Ca'fer. Hazret-i Alînin şânı için, meâl-i şerîfi, (Mallarını, gece-gündüz, gizli ve gözönünde verenler) olan Bekara sûresinin 274.âyeti gelmemiş mi?
- (Sûre-i Velleyl), Ebû Bekr-i Sıddîkın şânında nâzil olmuşdur. Şânını çok yükseltmekdedir. Zîrâ Ebû Bekr-i Sıddîk kırkbin altın verdi. Kendisine bırakmadı. Bir kilime sarındı. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki, Allahü teâlâ buyurdu ki, ben Ebû Bekrden râzıyım. O benden râzı mıdır? Ebû Bekr-i Sıddîk, ben Allahü teâlâdan râzıyım, râzıyım, râzıyım, dedi.
- Meâli şerîfi (Hâcılara su vermeği ve Mescid-i Harâmı binâ etmeği, îmân etmekle ve Allah yolunda cihâd etmekle bir mi tutuyorsunuz. Hâyır, böyle değildir) olan Tevbe sûresinin 20.âyet-i kerîmesi hazret-i Alînin şânını bildirmek için nâzil olmadı mı?
- Meâl-i şerîfi (Mekkenin fethinden önce, sadaka verip, cihâd eden ile, fethden sonra veren ve cihâd eden bir değildir. Önce olanın derecesi dahâ yüksekdir) olan Hadîd sûresinin 10.âyet-i kerîmesi ile Ebû Bekr-i Sıddîk medh olunuyor. Ebû Bekrin muhârebe etmesi önce idi ki, Ebû Cehl, Resûlullah hazretlerine vurmak istedi. Ebû Bekr-i Sıddîk, Ebû Cehle mâni' oldu.
- Alî, hiç kâfir olmadı.
- Öyledir, lâkin, Allahü tebâreke ve teâlâ hiç kimsenin, îmânını, Ebû Bekrin îmânı gibi medh etmedi. Meâl-i şerîfi (Muhâcir ve Ensârın önce gelenlerinden Allahü teâlâ râzıdır. Onlara Cennetde sonsuz ni'metler vardır) olan Tevbe sûresi 31. âyetinde ve meâl-i şerîfi (Doğru haber ile gelen ve Ona inanan için Cennetde istedikleri herşey vardır) olan Zümer sûresi 33. âyetinde, Allahü teâlâ, Ebû Bekr-i Sıddîkın 'radıyallahü teâlâ anh' îmânını medh etmekdedir. Her ne vakt ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' vahy ile bir haber verse idi, kureyş, yalan söylüyorsun derdi. Ebû Bekr-i Sıddîk hemen yetişip, doğru söylüyorsun yâ Resûlallah, derdi.
- Meâl-i şerîfi (Uhud gazâsında, şeytâna uyup, dağılanlar) olan İmrân sûresi 155.âyetinde, Allahü teâlâ şikâyet etmiyor mu?
- Âyet-i kerîmenin sonunu oku. Meâlen (Onların bu kusûrlarını afv etdim) buyuruyor.
- Hazret-i Alînin dostluğu farzdır. Kur'ân-ı azîmüşşânda, Şûrâ sûresinde, 23.âyetinde meâlen (Size islâmiyyeti bildirdiğim ve Cenneti müjdelediğim için, bir karşılık beklemiyorum. Yalnız yakınım olanları seviniz) buyuruldu ki, bunlar, Alî, Fâtıma, Hasen ve Hüseyindir.
- Ebû Bekre 'radıyallahü teâlâ anh' düâ etmek ve Onu sevmek farzdır. Allahü teâlâ, Haşr sûresinde 10.âyetinde meâlen (Muhâcirlerden ve Ensârdan sonra, kıyâmete kadar gelen mü'minler, yâ Rabbî! Bizi afv et ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi  afv et derler) buyuruyor. Hüseynî tefsîrinde diyor ki; (Âlimler buyurdu ki, Eshâb-ı kirâmdan 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în' birini sevmiyen kimse, bu âyetde bildirilen mü'minlerden olmaz. Bu düâdan mahrûm olur).
- Resûlullah 's.a.v.' (Hasen ve Hüseyn, Cennet gençlerinin üstünüdür. Babaları dahâ üstündür) buyurmadı mı?
- Ebû Bekr-i Sıddîk hakkında bundan iyisini buyurdu. Babam Muhammed Bâkırdan işitdim. Ceddim İmâm-ı Alî 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, Resûlullahın 's.a.v.' huzûrunda idim. Başka kimse yok idi. Ebû Bekr ile Ömer 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în' geldi. Server-i âlem ve Seyyid-i veledi âdem 's.a.v.': (Yâ Alî! Bu ikisi, Peygamberlerden başka, Cennet erkeklerinin en üstünüdür.)
- Yâ Ca'fer! Âişe mi üstündür. Fâtıma mı üstündür?
- Âişe 'r.a.' Resûlullah hazretlerinin zevcesi idi. Onunla berâber olur. Fâtıma 'r.a.' hazret-i Alînin zevcesi idi. Onunla berâber olur. Allahü teâlâ hazretlerinin gadabı ve la'neti o râfizî ve mübtedi' üzerine olsun ki, Resûlullah 's.a.v.' hazretlerinin, mü'minlerin annesi olan ezvâc-ı tâhirâtına 'rıdvânullahi teâlâ aleyhinnâ ecma'în' ta'n eyler.
- Âişe Alî ile muhârebe etdi. Cennete girer mi?
- Allahü teâlâ Ahzâb sûresi, 53.ayetinde meâlen; (Resûlullahı incitmeyiniz. Ondan sonra, zevcelerini nikâh ile hiç almayınız. Bunların ikisi de büyük günâhdır.) buyuruyor. Beydâvî ve Hüseynî tefsîrlerinde diyor ki, bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, Resûlullah 's.a.v.' vefât etdikden sonra da, ona saygı göstermek için, zevcelerine saygı lâzımdır.
- Ebû Bekrin hilâfetini, Kur'ân-ı azîmüşşânda bana göstermeğe kâdir misin?
- Gösteririm. Hem Kur'ân-ı kerîmde, hem Tevrâtda ve hem de İncîlde gösterebilirim. Kur'ân-ı kerîmde olan şudur: En'âm sûresi 165.âyetinde meâlen; (Allahü teâlâ sizi yeryüzünde halîfe yapdı) buyuruldu. Nûr sûresi 55.âyetinde meâlen; (Îmân eden ve emrlerimi yapanlarınızı, yeryüzüne hâkim kılacağımı söz veriyorum. İsrâîloğullarını halîfe yapdığım gibi, sizi de birbiriniz ardı-sıra halîfe yapacağım) buyuruldu. Beydâvî ve Hüseynî diyor ki, bu âyet-i kerîme gaybdan haber verip, Kur'ân-ı kerîmin, Allahü teâlânın kelâmı olduğunu ve dört halîfesinin 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în' meşrû; haklı olduğunu göstermekdedir.
Tevrâtda ve İncîlde, Feth sûresinin son âyetinde meâlen, (Resûlullah ve onunla birlikde olanlar, birbirlerini her zemân ve çok severler ve her zemân kâfirlere düşmân olurlar!) bütün Eshâb bildirilmekde ve Ebû Bekrin şerefine işâret edilmekdedir. Bu âyetin sonunda meâlen, (Eshâbının misâlleri Tevrâtda ve İncîlde bildirildi) buyuruyor. Babam, ceddim Alî bin Ebî Tâlibden 'r.a.' ve onun da Resûlullah hazretlerinden bildirdiği hadîs-i şerîfde,
(Allahü teâlâ, hiçbir Peygamberine vermediği kerâmetleri bana verir. Kıyâmetde mezârdan önce kalkarım. Allahü teâlâ dört halîfeni çağır, buyurur. Onlar kimdir, yâ Rabbî, derim. Ebû Bekrdir, buyurur. Yer yarılıp, herkesden önce Ebû Bekr mezârdan çıkar. Sonra Ömer, sonra Osmân, sonra Alî kalkar) buyuruldu. Peygamberimiz 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu: Ben yer şak olup, dışarı gelenlerin evveli olurum. Allahü teâlâ bana kerâmetlerden verir. O nesne ki benden önce Nebîlerin bir ferdine vermemişdir. Sonra Allahü teâlâ buyurur. Yâ Muhammed, yakın getir o halîfeleri ki, senden sonra geldiler. Ben dedim, onlar kimlerdir. Buyurur, Ebû Bekr-i Sıddîk. Benden sonra yer şak olup, Ebû Bekr kabrden dışarı gelenlerin evveli olur. İki hulle giydirirler. Tâ gelip, Arş önünde durur. Ve hesâbın az görürler. Ve arş önünde ayak üzerine dururlar. Ondan bir münâdî seslenir; Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' nerededir. Onu getirirler. Cerâhetden kan revân olduğu hâlde gelir. Diye ki, yâ Ömer, bunu sana kim etmişdir. Mugîre bin Şûbenin kölesi yapmışdır, der. Ona da buyururlar. Arş önünde durur. Hesâbını görürler. İki yeşil hulle giydirirler. Sonra Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini getirirler. Damarlarından kan revân olduğu hâlde gelir. Derler ki, bunu sana kim yapdı. Der ki, filân yapdı. Arş önünde durmasını buyururlar. Hesâbı da kolay olur. İki yeşil hulle giydirirler.
- Yâ Ca'fer, bunlar Kur'ân-ı azîmde var mıdır.
- Evet, okumadın mı, Allahü teâlâ onlardan haber verdi. (Peygamberler ve bunların şâhidleri, hesâb için getirilir!) buyuruldu. [Zümer sûresi 69.cu âyet-i kerîmesi meâli]. Yâhud şehîdleri getirilir, denildi. Ya'nî Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Alîyi 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' getirirler.
- Yâ Ca'fer! Bu zemâna kadar ben onları sevmiyor idim. Şimdi pişmân oldum. Eğer tevbe edersem, Allahü teâlâ kabûl edermi?
Ca'fer-i Sâdık 'kuddise sirrehül'azîz' buyurdu ki,
Çabuk tevbe et ki, se'âdetin alâmeti olsun. Eğer, Allahü teâlâ korusun, o i'tikâd üzere dünyâdan gitmiş olsaydın, senin dînin boşa giderdi.

Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin