Bağış Yap
21 Haziran 2013 Cuma
AHMED RIFAİ
AHMED RIFAİ
Büyük velîlerden. İsmi ve nesebi; Ahmed bin Sultân Ali bin Yahyâ bin Sâbit bin
Ebü'l-Fevâris Hâzım Ali bin Ahmed Murtezâ bin Ali İşbilî bin Rüfâe Hasan bin Mehdi bin
Muhammed bin Hasan bin Ahmed Sâlih bin Mûsâ bin İbrâhim Murtezâ bin Mûsâ Kâzım bin
Câfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin AliZeynel Âbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî
Tâlib'dir (r.anhüm). Peygamber efendimizin soyundan olup seyyiddir. Anne tarafından da
nesebi hazreti Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî'ye dayanır. Bu yüzden kendisine
Ebü'l-Alemeyn, iki sancak sâhibi künyesi verilmiştir. Ebü'l-Abbâs da denir. Benî Rıfâe
kabîlesine mensûb olduğu için Rıfâî nisbeti ile meşhur oldu.
Ahmed Rıfâî hazretleri doğmadan önce dayısı büyük âlim Mensûr Betâihî bir gün rüyâsında
Peygamber efendimizi gördü. Ona; "Ey Mensûr! Kız kardeşin, kırk gün sonra Ahmed isminde
bir çocuk dünyâya getirecek. Bu çocuğu, Aliyyül Kârî Vâsıtî'nin terbiyesine teslim et. Bu zât,
Allah indinde azîzdir. Sakın ihmâl etme." buyurdu. Bu rüyâdan tam kırk gün sonra Ahmed
dünyâya geldi. 1118 (H.512) senesinin Receb ayının ortalarında bir Perşembe günü Betâih'de
doğdu.
Ahmed Rıfâî yedi yaşında iken babası vefât etti. Onu, dayısı Mensûr Betâihî, husûsi bir
ihtimâm ile büyüttü, ilim öğretti. Önce Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Kur'ân-ı kerîm hocası
Abdülmelik Harnutî'dir. Ahmed Rıfâî henüz yedi yaşında iken bir gün Allahü teâlânın zâtına
ve sıfatlarına âit bilgilerde mârifet sâhibi olan hocası Abdülmelik Harnutî'yi ziyârete gitti.
Hocası ona; "Yâ Ahmed! Sana diyeceğim şu şeyleri hâfızanda tut, ezberle ve hiç unutma!"
deyince "Peki efendim." dedi. Abdülmelik Harnutî buyurdu ki: "Başkalarına iltifat edip
gezen, hedefine varamaz ve hakîkate kavuşamaz. Şüpheden kurtulamayanın, dünyevî
düşünenin, nefsî arzularının peşinde olanın; felâha, hidâyete kavuşması düşünülemez. Bir
kimse, kendi kusûrunu, noksanını bilmiyorsa, bütün zamânı da noksan geçer." Bu kıymetli
sözleri hâfızasına nakş etti. Bir yıl bu sözlere göre amel etti. Bir yıl sonunda hocasından yine
nasîhat istediğinde buyurdu ki: "Hakîkî âlimleri, evliyâyı tanıyamamak çok kötüdür. Tabîbin
hasta olması ne fenâ, akıllı kimsenin câhil kalması ne kötüdür."
Ahmed Rıfâî, çocukken bir grup evliyânın yanından geçiyordu. Hepsi ona bakıyorlardı. Birisi;
"Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, bu mübârek ağaç (çocuk) büyümeye başladı.",
ikincisi; "Biraz sonra dallanır.", üçüncüsü; "Kısa zamanda gölgesi etrâfı bürür.", dördüncüsü;
"Çok geçmeden meyve verir ve ay gibi etrâfa ışıklarını salar.", beşincisi; "Yakında, insanlar
onun kerâmetlerini, fevkalâde hâllerini görürler. O, insanların ihtiyaçlarını istediği kimse
olur.", altıncısı; "Pek kısa zamanda şânı pek yücelir.", yedincisi; "Onun talebeleri pek fazla
olur." dediler.
Ahmed Rıfâî'yi, dayısı, bir müddet sonra Vâsıt şehrine, büyük âlimlerden ilim öğrenmek
üzere gönderdi. Vâsıt'a göndermesinin sebebi, rüyâda Peygamberimizin emr-i şerîfleri
olmuştur. İslâm âlimleri umûmiyetle Vâsıt'a gelir, talebelere ders verirlerdi. Büyük âlim
Aliyyül Kârî Vâsıtî hazretleri ve dayısı Ebû Bekr el-Ensârî el-Vâsıtî hazretleri de Vâsıt'ta
bulunuyordu. (Aliyyül Kârî 1182 (H.578)'de vefât etti. 1607 (H. 1016) da ölen Aliyyül Kârî
başkadır ki, bu, hakîkî Ehl-i sünnet âlimlerine dil uzatmıştır.) Ahmed Rıfâî, Aliyyül Kârî ve
İshak Şîrâzî hazretlerinden bütün ilimleri öğrendi. Büyük bir fıkıh, hadîs, tefsîr âlimi ve
tasavvufta zamânının bir tânesi oldu. Allahü teâlânın emirlerini harfiyyen yapar,
yasaklarından büyük bir titizlikle kaçardı. Bildikleriyle amel eder ve başkalarına da tavsiyede
bulunurdu. Bir gün birisi gelip duâ istedi. "Benim şimdi bir günlük nafakam var, onun için
duâm kabûl olmaz. Onu bitirdiğim zaman gel, sana duâ edeyim." buyurdu ve öyle yaptı.
Ahmed Rıfâî hazretleri, namaz kılarken benzi sararır, kendinden geçerdi. Gönlünde
hissettiklerini, zâhirinden takib etmek mümkündü. Fakat heybetinden kimse cesâret edip
soramazdı. Bir gün kendisi; "Namaza kalktığım zaman sanki Allahü teâlâ bana Kahhâr
sıfatıyla tecellî edecek diye korkuyorum." buyurdu.
Seyyid Ahmed Rıfâî; orta boylu, nûr yüzlü, buğday benizliydi. Saçları siyah, sakalı seyrek,
alnı açık ve geniş idi. Gözlerine sürme çeker, tebessüm buyururdu. Güzel konuşmaları ile
kalpleri harekete getirir, sohbetine doyum olmazdı. Kürsüde oturarak konuşurdu. Konuşmaya
başlayınca, sesini uzak ve yakındakiler işitirlerdi. Çevre köydeki kimseler de, aynı şekilde
duyarlardı. İnsanlar evlerinin üzerine çıkar, Seyyid Ahmed Rıfâî, yanlarındaymış gibi
dinlerlerdi. Öyle ki, bütün kelimeleri eksiksiz anlaşılırdı. Hattâ sağırlar, yarım işitenler, onun
sohbetine katıldıkları zaman, Allahü teâlânın ihsâniyle kulakları açılır, söylenilenleri işitirler
ve anlarlardı. Beyaz gömlek giyer, pirinç unundan ekmek yaptırıp yerdi. Misâfirler için
verdiği yemek hâricinde başka bir şey yemezdi. Yemeği soğutarak yer, misâfirsiz iftar
etmezdi. Kendisine âit misâfir konağı, her gün dolup taşar, günde iki öğün yemek çıkardı.
Yolda her rastladığı kimseye, hattâ çocuklara bile selâm verirdi. Hastaların sıhhatlerini
sormak için uzak yollara gitmekten üşenmez, onları ziyâretten zevk alırdı. İhtiyarlara,
âmâlara, sıkıntıda olanlara yardımcı olurdu. Peygamber efendimizin; "Kim, saçı sakalı
ağarmış müslüman bir kimseye ikrâm ederse, Allah da ona ihtiyarladığında hürmet ve
ikrâmda bulunacak kimseleri vazîfelendirir, ona ikrâm ederler." hadîs-i şerîflerinde
bildirildiği gibi hareket etmeyi âdet edinmişti.
Alçak gönüllü olduğundan, hiç bir mecliste baş köşeye geçmez ve seccâde üzerinde
oturmazdı. Daimâ az konuşur ve; "Sükûtla emr olundum." buyururdu. Birçok defâ azamet-i
ilâhiyye tecellisine mazhâr olup, güneşin karşısında buzun eridiği gibi kendisi de bir avuç su
gibi kalıncaya kadar eridiğini hisseder sonra ilâhî rahmet yetişerek eski hâlini bulurdu. Daha
sonra da cemâatine hitâben; "Cenâb-ı Hakkın lütfu olmasa, yanınıza dönemezdim." derdi.
Ahmed Rıfâî hazretlerinin talebelerine bağlılığı çok fazlaydı. Onların arasında bulunmanın,
onlarla sohbet etmenin, büyük sevaplar hâsıl eden ibâdet olduğunu buyurur ve talebelerine de
kendi talebelerine böyle yapmalarını tavsiye ederdi.
Talebeleri ile sohbet ederken insanların kendini beğenmesi ile ilgili bir soru sorulduğunda:
"İlminin fazla, amelinin çok olması ile gurûra kapılan kimse, mârifet sâhibi değildir. Çünkü
şeytan da pek fazla bilgiye sâhipti. Mantık yürütmek sûretiyle, ateşin topraktan daha hayırlı
olduğunu iddiâ etti. Halbuki meleklere hocalık yapıyordu. Sonunda kendi nefsinin üstün
olduğunu söyleyip kibirlendi. Böylece Allahü teâlânın gadabına uğradı ve lânete müstehak
oldu. Ebedî olarak rahmet dergâhından kovuldu. Ey oğlum! Sakın! Çok sakın! İyi
ibâdetlerine, yüksek ilmine aldanma. Çünkü Bel'âm-ı Baûrâ ve Bersisa, en çok ibâdet
edenlerdendiler. Fakat sonunda, nefs ve şeytana uyarak dünyâya bağlandılar. Âhiretlerini
ziyân ettiler. Rezîl rüsvâ oldular.
Ey oğlum! Kalbinde ufak bir leke görürsen, oruç tut. Gitmezse, az konuşmaya bak. Gitmezse,
günahlardan şiddetle kaç. Yine gitmezse, her hâli iyi bilen Allahü teâlâya yalvarmaya,
sızlanmaya başla.
Bilgisizlik ölümdür. Allahü teâlâ ilim verdikçe canlanma başlar. Her bilgi bir vebâldir. Bu
vebâlden kurtulmak amel etmekle mümkün olur. Her amel fayda vermez. Fayda vermesi
Allahü teâlâ için yapılmaya bağlıdır. İhlâs elde edilmedikçe, kurtuluşa erilmez." buyurdu.
Sâlih müslüman ve iyi bir kul nasıl olmalıdır? diye sorulunca, şöyle cevap verdi:
"Sâlih müslümanlar, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğerler, gelen şiddet ve belâlara
sabrederler, aza kanâat ederler. Allahü teâlâdan başkasından korkmazlar ve kimseden bir şey
beklemezler. Ancak Allahü teâlâdan isterler. İnsana, yüksek makamları veren, aşağı düşüren
azîz ve zelîl edenin Allahü teâlâ olduğunu bilirler. Sâlih müslümanlar, Peygamber
efendimizin sünnet-i şerîflerine tam uyarlar. Onların korkusu, son nefes içindir. Onlar, az
konuşurlar. Öfkelerini tutarlar, şehvetlerini yenerler. Nefslerinin arzularını yapmazlar. Allahü
teâlâyı unutturacak bütün engelleri ortadan kaldırarak, hep O'nunla berâber olmaya bakarlar.
Böylece nefslerini alçaltıp, ruhlarını yükseltirler.
Nefse, Allahü teâlânın kazâ ve kaderine rızâ göstermek kadar zor gelen bir şey yoktur.
Çünkü, kadere râzı olmak, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğmek, nefsin isteklerine zıttır.
Nefs bunları istemez. Saâdete kavuşmak, nefsin rızâsını terk edip, Allahü teâlânın rızâsına
koşmakla mümkündür. Saâdete kavuşanlara müjdeler olsun."
Allah adamlarıyla berâber olmayı sever, onların duâlarını almaya çalışırdı. Düşkünleri çok
sever, her zaman onları himâye ederdi. Eli, ayağı olmayan veya cüzzam gibi ağır hasta olan
kimseleri yanına alır, onları bizzat kendi elleriyle yıkar, temizler ve elbiselerindeki yırtıkları
yamardı. Bunlardan haz duyduğunu bildirir, talebelerini de teşvîk ederdi. Acıkmış bir fakîri
görse, gider kendi eliyle yiyecek hazırlar, berâberce yerlerdi. Buyururdu ki: "Bütün evliyâlık
yollarından geçirildim. Fakat fakirlik, başkaları gözünde hakîr olmak ve hastalık gibi Allahü
teâlâya yakın ve daha uygun yol göremedim."
Bir yere gidip de dönerken, yanında hazır bulundurduğu ipine, topladığı odunları bağlardı.
Bunları getirir, şehirde bulunan dul, yetim, fakir, hasta olanlara dağıtırdı. Dünyâ malına hiç
kıymet vermez, onları dîne hizmette kullanırdı. Kendisi için, dünyâlık nâmına hiçbir şey
alıkoymazdı. Bütün malını fakir müslümanlara dağıtırdı.
Büyüklerden biri, Ahmed Rıfâî'ye duâ etmesi için bir hasta getirdi. Hasta birkaç gün kaldığı
hâlde, Ahmed Rıfâî hiçbir şey söylemedi. Bunun üzerine hizmetçisi Yâkûb; "Efendim! Bu
hasta için duâ etmemenizin sebebi nedir?" deyince; "Ey Yâkûb! Cenâb-ı Hakk'ın izzetine
yemîn olsun ki, Allah katında, benim kabûl olunacağı vâd olunan yüz hâcetim vardır.
Şimdiye kadar hiçbirini dilemedim." cevabını verdi. Yâkûb; "Bir tânesi bu biçâreye sarf
edilse nasıl olur?" deyince, Ahmed Rıfâî hazretleri; "Sen benim edebe aykırı hareket eden bir
kimse olmamı mı istiyorsun?" buyurup; "Dikkat ediniz, halk ve emir O'na mahsûstur.
Âlemlerin Rabbi Allah çok yücedir." (A'raf sûresi:54) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu,
sonra; "Ey Yâkûb, aslında fakîr olan bir kişi, bir hâcet istirhâm edip, kabûle mazhâr olduğu
zaman, eski vekar ve şerefinden de bir kademe kaybeder." buyurdu. Hizmetçisi; "Efendim,
namazlardan sonra her zaman duâ ettiğinizi görüyorum." deyince de, Ahmed Rıfâî; "O başka,
bu başkadır. Namazlardan sonra yapılan, ilâhî emre uymak için yapılan kulluk duâsıdır. Bu
ise hâcet duâsıdır ve husûsî şartları vardır." buyurdu. Bu konuşmadan iki gün sonra o hasta
şifâ buldu.
Ahmed Rıfâî'nin talebelerinden ikisi birbirlerini çok severlerdi. Aralarındaki bu yakınlık ve
duydukları mânevî hazdan kendilerinden geçerlerdi. Bir gün böyle bir anda, bir tânesi ellerini
kaldırıp; "Yâ Rabbî! Cehennem'den azâd olduğuma dâir bu âciz kuluna bir belge gönder."
deyiverdi. Öbürü; "Hak teâlânın keremi çoktur, fadl ve ihsânı hududsuzdur." dedi. Böyle
konuşurlarken, âniden gökyüzünden beyaz bir kâğıt indi. Kâğıdı aldılar. İçinde bir yazı
göremediler. Seyyid Ahmed'in önüne geldiler. Hâllerini anlatmayıp, o kâğıdı ona verdiler.
Kâğıda bakınca, Allahü teâlâya secde etti. Secdeden başını kaldırınca; "Allahü teâlâya hamd
olsun ki, eshâbımın Cehennem'den azâd olduğunu, âhiretten önce, dünyâda bana gösterdi."
buyurdu. "Efendim, bu kâğıt beyazdır." dediklerinde; "Kudret eli siyâh ile yazmaz. Bu, nûr ile
yazılmıştır." buyurdu.
Bir gün Seyyid Ahmed Rıfâî'nin huzûruna bir kimse gelip; "Efendim! Abdest almak için
kuyudan su çıkarıyordum. Bir arslan gelip öküzüme saldırdı, parçaladı ve yedi. Şimdi ne
yapayım?" dedi. Ahmed Rıfâî; "O arslanı bana çağırınız. Korkmayınız, ondan size zarar
gelmez." buyurdu. Bir talebesi; "Peki efendim." diyerek arslanı arayıp buldu. Seyyid Ahmed
Rıfâî hazretlerinin çağırdığını söyledi. Arslan geldi. Ahmed Rıfâî'nin huzûrunda yüzünü yere
koydu. Ahmed Rıfâî arslana; "Ey Arslan!Bu fakirin hizmetini gören öküzü niçin yedin?"
buyurdu. Arslan, Allahü teâlânın izniyle dile gelip; "Ey efendim! Ceddin Muhammed
aleyhisselâmın hâtırı için bana gadap edip, bedduâ etmeyiniz. Zîrâ bir haftadır bir şey
yemedim, çok açtım. Çâresiz kaldım, affedeceğinizi ümid ederim." dedi. Ahmed Rıfâî,
arslanın özrünü kabûl etti ve; "Suçunu bir şartla affediyorum. O da, yediğin öküzün yerine bu
fakire hizmet edeceksin." buyurdular. Arslan kabûl edip, o kimsenin hizmetinde bulundu.
Ahmed Rıfâî hazretleri hayvanlara karşı çok merhametli idi. Bir köpek cüzzam hastalığına
yakalanmıştı. Hiç kimse köpeği bu iğrenç hâlinden dolayı kapısına koymadı. Köpek, bu
şekilde kapılardan kovula kovula, Seyyid Ahmed Rıfâî'nin kapısına geldi. Dermansız, yara
bere içindeydi. Köpeğin bu hâlini gören Ahmed Rıfâî, alıp, şehirden dışarı bir yerde ona bir
gölgelik yaptı. Köpeği orada tedâviye başladı. Temizledi, yarasına merhem sürüp karnını
doyurdu. Kırk gün bu şekilde tedâvî gören köpek sıhhate kavuştu. Cüzzamdan eser kalmadı.
Sonra köpeği güzelce yıkayıp şehre getirdi. Kendisine, "Efendim! Bu köpeğe çok ilgi
gösterdiniz, hikmeti nedir?" diye sordular. Onlara; "Kıyâmet günü Rabbimin bana, bu köpeğe
niçin acımadın? Onu uğrattığım bu belâdan niçin kurtarmadın? Aynı belâya seni de
düşürmem ihtimâlini niçin düşünmedin? diye sormasından korktum. Ey insanlar! Kalblerinizi
Allahü teâlânın yarattıklarına karşı merhamet hissiyle doldurunuz. Cenâb-ı Hakkın sizi de
aynı derde müptelâ kılmasından korkunuz." buyurdular.
Bir gün Ahmed Rıfâî'nin paltosunun eteğinde, evin kedisi gelip uyudu. Namaz vakti
geldiğinde kediyi uyandırmaya kıyamadı. Bir müddet onu şefkatle seyretti. Uyanmayacağını
anlayınca kedinin yattığı yeri kesti. O hâliyle kalkıp namaza gitti. Geldiğinde kedi uyanıp
oradan gitmişti. Kesik parçayı paltosuna tekrar dikti. Öyle ki, kesildiği yer hiç belli değildi.
Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerine, sıkıntı içinde dertli, ihtiyâcı olanlar gelirler, ondan duâ
isterlerdi. Ayrıca ihtiyaçlarının karşılanması için kendisine gelenlere, mürekkep kullanmadan,
parmağıyla kâğıda bâzı şeyler yazıp verirdi. Allahü teâlânın izniyle hâcetleri, istekleri hâsıl
olurdu. Bir kimse Seyyid hazretlerine hâcetinin hâsıl olması için geldi. O da parmağıyla
yazdığı bir kâğıdı ona verdi. Aradan bir hayli zaman geçtikten sonra o kimse, tecrübe için
aynı kâğıdı tekrar getirip, Seyyid hazretlerine hâcetini anlatıp; "Efendim! Bu kâğıda bir duâ
yazar mısınız? dedi. O da; "Bu kâğıda daha önce bir kerre yazı yazılmış. Bir daha yazarsak,
yazılar birbirine karışır, okunmaz hâl alır." buyurdular.
Fıkıh âlimlerinden Yûsuf Ebû Zekeriyyâ, Ahmed Rıfâî hazretlerini ziyâret için Ümmü
Ubeyde kasabasına gitti. Seyyid hazretleri, binlerce kişiye câmide vâzü nasîhat veriyordu.
Nasîhat ederken, cemâat arasındaki âlimler, kendisine pekçok suâller sordular. Sorulan
suâller pek zor, anlaşılması ve cevaplarını vermek güçtü. Seyyid hazretleri her sorunun
cevâbını ânında en ince teferruâtına kadar açıklıyordu. Ne kadar sorulduysa, hepsine cevap
verdi. Yûsuf Ebû Zekeriyyâ dayanamayarak, suâl soranlara; "Yeter artık. Ne kadar sorarsanız
sorunuz, hepsine cevap verileceğini anladınız." dedi. Bu söz üzerine Seyyid Ahmed Rıfâî,
tebessüm edip; "Ey Ebû Zekeriyyâ! Dünyâ fânîdir. Bırakınız ben hayatta iken sorsunlar."
buyurdular. "Bu dünyâ fânîdir." buyurduğunda, binlerce cemâat fevkalâde heyecâna kapıldı,
içlerinden beş kişi orada vefât etti. Orada hazır bulunanlar içinden, ibâdetlerini tam yapmayan
binlerce kimse tövbe edip doğru yola geldi.
Haddâdiye köyünde, çocukları doğduktan sonra ölen bir kadın vardı. O kadın; "Eğer doğacak
olan çocuğum yaşarsa, onu Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin hizmetine vereceğim." diye vâd
etti. Aradan zaman geçti, bir kız çocuğu oldu. Fakat çocuk kambur ve topaldı. Çocuk
büyüdüğünde, diğer çocukların alaylarına mâruz kalıyordu. Seyyid Ahmed Rıfâî, bir gün bu
çocuğun köyüne gitti. Halk, kendisini köyün dışında karşıladılar. Bunlar arasında, sakat çocuk
da vardı. Ahmed Rıfâî yaklaşınca, çocuk birden ileri fırlayıp ellerini öptü ve; "Efendim! Siz,
annemin de üstâdısınız. Beni ne olur şu istihzâlardan, alaylardan kurtarınız!" diye yalvardı.
Onun bu yalvarışı Ahmed Rıfâî'ye çok tesir etti ve mübarek gözyaşlarını tutamadı. Başını ve
sırtını okşayıp duâ edince, çocuk şifâya kavuşup, kamburluğu ve topallığı kalmadı. Bunu
gören halk, Ahmed Rıfâî hazretlerine "Şeyh-ül-azca (topal kızın hocası)" lakabını verdiler.
Seyyid Ahmed Rıfâî hazretleri, herkese iyilik eder, kimsenin kalbini kırmaz ve kin tutmazdı.
Hiçbir zaman büyüklük taslamazdı. Çok mütevâzi idi. Bir gün yoldan geçen kendini bilmez
bir grup, Ahmed Rıfâî'ye hakâret etmeye başladılar. Uygun olmayan sözler sarfettiler. Ahmed
Rıfâî onların bu hakâretleri karşısında başını açtı, yerlere yüzünü sürdü, toprağı öptü. Onlara;
"Benim hatâlarımı îkaz edip, hatırlatan büyüklerim, efendilerim! Bu kölenizi bağışlayın."
buyurdu. Sonra o kimselerin ayaklarına kapandı, ellerini öptü ve; "Ne olur, benden râzı
olunuz. Sizler çok yumuşak huylu kimselersiniz. Şüphesiz sizin bu yumuşaklığınız beni bu
hâle getirdi." buyurdu. Bu hâl, o kimseleri âciz bıraktı, ezildiler. Ne yapacaklarını şaşırdılar.
Nihâyet; "Senin gibi sabırlı bir kimse görmedik. Bu kadar hakâret ettiğimiz hâlde, rengin bile
değişmedi, tahammül ettin ve yine tevâzu gösterdin." dediler. Ahmed Rıfâî hazretleri de;
"Bendeki bu hâl, sizin bereket ve himmetiniz sâyesinde olmuştur efendim." buyurdu.
Ahmed Rıfâî hazretleri, bir gün etrafına toplanmış olan yakınlarına; "İçinizde, benim bir
ayıbımı, kusûrumu görüp de söylemeyen var mıdır? Varsa lütfen söyleyiniz." buyurdular.
Oradakilerden biri; "Efendim, ben sizde bir kusûr görüyorum." dedi. Bunu işiten Seyyid
hazretleri hiç üzülmedi, söyleyeni kınamadı ve; "Ey kardeşim! Lütfen kusûrumu söyleyiniz."
buyurdu. O kimse; "Bizim gibi, size lâyık olmayan kimseleri huzûrunuza kabul
buyurmanızdır." deyince, başta Ahmed Rıfâî olmak üzere oradakiler ağlamaya başladılar. Bir
ara Ahmed Rıfâî; "Hepinizden daha aşağı olduğumu biliyorum ve sizlerin hizmetçinizim."
buyurarak onları tesellî edip, tevâzu gösterdiler.
İbrâhim Bestî isminde bir kimse, Ahmed Rıfâî hazretlerini hiç sevmezdi. Hakkında uygun
olmayan çirkin şeyler söylerdi. Bir gün hakâret dolu bir mektup yazıp, birisiyle gönderdi.
Ahmed Rıfâî gelen kimseye, mektubu sesli olarak okumasını söyledi. O kimse, her türlü
iftirânın bulunduğu bu mektubu okuyunca, Seyyid hazretleri, sükûnetle dinlediler ve; "Doğru
söylemiş. Eğer Allahü teâlânın indinde şüpheli bir durumum yoksa, insanların bana ettiği
iftirâlara hiç aldırış etmem." buyurdular ve mektubuna cevap olarak şunları yazdırdılar:
"Muhterem İbrâhim Bestî hazretleri, Allahü teâlâ beni dilediği gibi ve istediği yerde yarattı.
Sizin doğruluğunuza güveniyorum. Hayır duâlarınızdan beni mahrum bırakmamanızı ve
haklarınızı helâl etmenizi yüksek zâtınızdan istirhâm ediyorum." Bu tevâzu dolu mektubu
alan İbrâhim Bestî çok şaşırdı. Yüzünü yerlere sürüp dışarı çıktı gitti. Nereye gittiği ve nerede
olduğu bilinemedi.
Bir kimse Ahmed Rıfâî hazretlerini çekemez, onu hep kötüler, aleyhinde konuşurdu. Onun
yüksek hallerini inkâr eder, hiçbirini kabûl etmezdi. Ahmed Rıfâî hazretlerinin talebelerinden
kimi görse, önceden hazırladığı mektubu eline verip, hocasına götürmesini tenbih ederdi.
Ahmed Rıfâî hazretleri de mektubu açınca, "Ey Mülhid, ey bid'atçı, ey zındık... gibi çok
çirkin şeylerin yazılı olduğunu görürdü. Mektubu getiren talebesine bir mikdâr para verip, o
kimseye götürmesini söyler ve; "Sen benim sevap kazanmama vesîle oluyorsun, cenâb-ı Hak
sana hayırlar ihsân etsin, diye söylediğimi bildiriniz." derdi. Bu kimse, uzun müddet bu
şekilde kötü hakâretlerine ve iftirâlarına devâm etti. Sonunda âciz kaldı. Ahmed Rıfâî'nin
verdiği bu cevaplardan utanmaya başladı. Yaptığı hareketlerden pişman olup, tövbe etti.
Özrünü beyân etmek üzere, af dilemek için, Ahmed Rıfâî'nin huzûruna doğru hareket etti.
Bulunduğu şehre yaklaşınca başını açtı, üzerinden örtüsünü çıkardı, boynuna da bir yular
taktı. Bir kimseye de bu yuları tutup, çeke çeke Seyyid hazretlerinin huzûruna götürmesini
rica etti. Ahmed Rıfâî onu bu hâlde görünce, "Ey kardeşim! Seni bu hâle getiren nedir?" diye
sorunca; "Yaptıklarım." dedi. Seyyid Ahmed; "Ey kardeşim! Yaptığınız sâdece birer
hayırdır." buyurdular. O kimse yaptıklarına pişmân olduğunu bildirerek özür diledi. Özrü
kabûl edilince, Ahmed Rıfâî'nin sâdık talebelerinden oldu.
Devlet ileri gelenleri sık sık mektup yazarak Ahmed Rıfâî'den nasihat isterlerdi. Çünkü onlar
Ahmed Rıfâî'nin büyük âlim ve evliyâ bir zât olduğunu biliyorlardı. Bunlardan biri olan
Abbâsî halîfesi Ebû Ahmed Müstencid Billâh, bir adamını göndererek, Seyyid Ahmed Rıfâî
hazretlerinden nasîhat istedi. Halîfe, Ahmed Rıfâî hazretlerine gönderdiği mektupta şöyle
yazıyordu:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Emîr-ul-mü'minîn'den Seyyid Ahmed Rıfâî'ye! Sizden nasîhat
istiyorum. Çünkü ben, sizin nasîhatlarınıza çok muhtâcım. Bana yapacağınız nasîhatlar çok
faydalı olacak. Allahü teâlânın size ihsân ettiği kıymetli bilgilerden bana yazınız. Çünkü siz,
Allahü teâlânın mânevî lütuflarına mazhar olan bir zâtsınız. Bana ve bütün müslümanlara duâ
ediniz."
Seyyid Ahmed Rıfâî, mektubu okuduktan sonra; "Ne diyeyim! Eğer nasîhate gücüm yetmez
desem, riyâ olur. Eğer gücüm yeter desem, hoş bir şey olmaz. Lâ havle velâ kuvvete illâ
billâhil aliyyil-azîm." dedi. Sonra kâğıt istedi. Talebelerinden Ahmed bin Abdülmuhsin
Tarrî'ye şöyle yazdırdı:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd ü senâlar olsun. Onun Resûlüne salât ve
selâm olsun. Nasîhat isteyen mektubunuz bana ulaştı. Peygamber efendimiz; "Din nasîhattir,
din nasîhattir, din nasîhattir." buyurdu. Eğer bu hadîs-i şerîf olmasaydı, sana bu nasîhati
yapmazdım. Çünkü, senin gibi insanlara nasîhat için iki şart lâzımdır: 1) Nasîhat edenin
ihlâslı olması, 2) Amel etmek şartıyla, din kardeşinin yaptığı nasîhatı kabûl etmek.
Ey müminlerin emîri! Resûlullah'ın sünnetine tâbi olarak, Allahü teâlânın emirlerini nefsinde
yaşar ve Allah'ın emirlerine saygı gösterirsen, insanlar da senin memurlarına saygı gösterirler.
Ey emîr! Bizans Kayserinin ve mecûsî sultanlarının memleketlerindeki kuvvetlerine bakma.
Onlar câhil oldukları için, hakdan uzaklaşıp, dünyâlıklara yöneldiler. Onlar ölünceye kadar
dünyâ muhabbeti ve arzusu ile yaşadılar. Emri altında olanlara, yumuşaklıkla iyi muâmele
etmediler. Onlara güç gelecek işler emrettiler.
Ey müminlerin emîri! Sana gelince; sen, müslümanların malını, canını ve memleketlerini
muhâfaza et. Her işinde Allahü teâlâdan kork. Her hâlinde Peygamber efendimizin emrine uy.
O zaman, Allahü teâlânın himâyesinde, Resûlullah'ın gölgesinde olur, sözü geçerli biri
olursun. Allahü teâlâ meleklerden olan ordularını sana yardımcı gönderir.
Ey müminlerin emîri! Bu dünyâda, yiyecek, içecek ve giyecek şeylerden her gelene dikkat et.
İnsanlara zulm etmekden sakın. Şeytan seni aldatıp zulme yönelttiği zaman, nefsine; "Şâyet
zulmedilen, hapsedilen, kahredilen, iftirâ edilen sen olsaydın, kendin için sultandan ne
isterdin?" diye sor. Kendine nasıl muâmele edilmesini istiyorsan, insanlara öyle muâmele et.
Çünkü sen böyle yaparsan, adâleti ve insanlığın îcâbını yerine getirmiş olursun. Şunu iyi bil
ki senin mülk ve devletin, Allahü teâlânın mülküne göre pek azdır. Sen ve senin mülkün,
Allahü teâlânın mülküdür.
Ey müminlerin emîri! Senin dünyâda nasîbin; seni gölgeleyecek mikdârda gölge, seni örtecek
kadar elbise, seni doyuracak kadar yiyecek, mallarından sana âit olan mikdârdır. Sen, Allahü
teâlânın emirlerine riâyet etmek sûretiyle, O'na karşı olan edebi gözetirsen, Allahü tealânın
lütuf ve ihsânlarına kavuşursun. Allahü teâlânın emrine uymaz, mahlûklarına zarar verirsen,
zâlim olursun.
Ey müminlerin emîri! Şunu iyi bil ki, sultanların ordusu, adâlettir. Bekçileri, yaptıkları
işlerdir. Hâllerini bildiren defterleri ise, emri altında çalışanlar ve arkadaşlarıdır. Bu defterler,
halkın gözü önündedir. Onun için bu defterleri ıslâh et, muhâfazasını sağlam yap, ordunu
kuvvetlendir. Akıllı ve dindar kimselerle berâber ol. Katı kalbli, zâlim ve dalâlette olan, sapık
kimselerden uzak dur. Çünkü böyle kimseler, senin düşmanlarındır. İşlerini, kadınların,
gençlerin ve mürüvvetsiz kimselerin eline verip, onların oyuncağı hâline getirme. Çünkü
onlar işleri karıştırır, kötü bir şekilde sonuçlanmasına yol açarlar.
Bir işi yapmak istediğin zaman, insaflı ve adâletli ol ki, hakkı olmayan birine o işi teslim
etmeyesin. Allahü teâlâyı zikret. Kendini haksızlık yapmaktan uzak tut. Çünkü bulunduğun
makam, hak üzere bulunulacak, hak üzere yürünülecek bir makamdır. Kızdığın zaman affa
sarıl. Çünkü affetmek sûretiyle yapacağın hatâ, cezâ vermek sûretiyle yapacağın hâtadan daha
iyidir.
İşlerinde, dindâr, hikmet ehli, din gayreti bulunan kimseleri seç. Onlar arasından da, tabiat
bakımından güzel, akıl bakımından olgun, görüşü ve konuşması iyi, delîli sağlam olanlarını
seç. Allah ve Resûlünü en iyi bilen kimseleri seç. Adâlet husûsunda, iyi veya kötü, mümin
veya kâfir, herkese eşit muâmele et. Dînin ve din ehlinin, âlimlerin hakkını gözet. Vefât edip
Rabbine kavuştuğun zaman, âkıbetinin iyi olmasına vesîle olacak işleri yap."
Ahmed Rıfâî hazretleri, hayâtını hep dîne hizmet ile geçirirdi. Bid'at sahiplerine öğüt verir
gittikleri yolun bozukluğunu bildirir, kurtuluşlarına vesîle olurdu. Ahmed Rıfâî hazretleri
vefâtına yakın ishale yakalanmıştı. Hastalık bir ay kadar devâm etti. Hizmetçisi; "Efendim!
Hiçbir şey yemediğiniz halde, bu gelenler neredendir?" diye sordu. O da; "Bu gelen ettir.
Dışarı çıkıyor. Artık eridi kalmadı. Yalnız kemiklerimin içindeki ilik kaldı. O da bugün çıkar
biter. Yarın da Allahü teâlâya gitme günüdür." buyurdu. İyice ağırlaştığı zaman hizmetçisi;
"Efendim! Kavuşmak vakti yaklaştı herhalde." deyince; "Evet öyle görünüyor. Hastalığımın
şu son zamânında bâzı hâdiseler cereyân etti. İnsanlar üzerine büyük bir belâ gelmekteydi. Bu
belâlara karşı kendi vücûdumu fedâ edip, bu belânın giderilmesi için, Allahü teâlâya
yalvardım. Allahü teâlâ kabul buyurdu." dedi. Daha sonra mübarek yüzünü toprağa sürmeye
başladı. Yüzü gözü toz toprağa bulanmış bir halde ağlayarak; "Yâ Rabbî! Affet!" Yâ Rabbî!
İnsanların üzerine gelecek olan dert ve belâlar için beni siper yap da, belâlar benim üzerime
yağsın." diye yalvardıktan sonra kelime-i şehâdet getirip; "Dünyâda âhiret için çalışıp yorulan
pişman olmaz, râhata kavuşur. Her hayr işleyenin ameli kendisine sunulacaktır. Her şer, kötü
iş yapanın da ameli kıyâmet gününde önüne çıkacaktır." buyurdu. 1182 senesi Ağustos ayının
23'ünde Perşembe günü (H.578 Cemâziyelevvel ayının 22. Perşembe günü) ikindi vaktinde,
altmış altı yaşında Mısır'da vefât etti.
Cenâze namazını kılmak için çok kalabalık toplandı. Binlerce insan mübarek cenazesini
taşımak için gayret gösterdi. Dedesinin türbesine defn edildi. Mübarek kabr-i şerîfleri her
zaman ziyâretçilerle dolup taşmakta, ziyâret edenler rûhâniyetinden istifâde etmektedirler.
Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin, müminlerin îmânlarının kemâle ermesi için gösterdiği yola
Rıfâîlik adı verildi. Kendisine tamâmen bağlı olan, yolunu bozmayan, yâni her işinde, her
sözünde dînimizin emir ve yasaklarına tâbi olanlara da "Rıfâî" denildi. Fakat, zamanla diğer
tarîkatlar gibi bu yol da bozuldu. Dünyâya düşkün olanlar, dîni dünyâlık arzularına âlet
edenler, Ahmed Rıfâî hazretlerinin isminden istifâdeye çalıştılar. Şeyh ve tarîkatçı olarak
ortaya çıkıp, ağızlarına ateş koymak, ağızlarından alevler çıkarmak, bir yanağına bıçak, şiş
sokup öteki yanağından çıkarmak, sokak ortasında yatarak üzerinden kamyon geçirtmek gibi
işleri yaparak, kerâmet sâhibi olduğunu iddiâ edenler görüldü. Halbuki bunların kerâmet ile
hiçbir alâkası yoktur. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâm zamânında sihirbazların bulunduğunu
haber veriyor ve sihir olduğunu beyân buyuruyor. Bu ve benzeri işleri sihirbazlar da
yapmaktadırlar.
Ahmed Rıfâî, hazretleri sohbetlerinde talebelerine sık sık şöyle nasihat ederdi:
Âlimlere karşı hürmetli olmalı onların huzûrunda edebi muhafaza etmeli ve az konuşmalıdır.
Onların hizmetiyle şereflenmeyi büyük kazanç bilmelidir.
Hayırdan bir şey öğrenirseniz onu insanlara öğretiniz. Böylece bu hayrın meyvelerinden
istifâde edersiniz.
Kıyamet gününe hazırlanın, çünkü gidişiniz Allahü teâlâyadır.
Kulluk esâsının birincisi, nefsi tanımaktır. Halbuki onu tanıyan çok azdır. Onu tanımak şöyle
dursun, varlığını kabûl edenler dahi kıymetli kimseler olarak kabûl edilir. Allahü teâlâ,
nefsten daha ahmak, daha çirkin ve ondan daha pis kokulu bir şey yaratmadı. İrfan sâhipleri
için, ondan daha dar bir zindan düşünülemez. Nefsini tanıyabilen, her tarafı emin olan,
tehlikelerden korunmuş bir kal'aya sığınmış olur. Tanıyamayan, hattâ anlamak istemeyen için
tehlike büyüktür. Onu anlamadıkça, şerrinden kurtulmak mümkün değildir. Onu anlamadan,
mârifet sâhibi olunmaz."
Evliyâya hürmetin nasıl olacağı sorulduğunda buyurdu ki:
"Allahü tealânın evliyâ kullarının üstünlüğünü kabûl etmeli ve onlara çok hürmet
göstermelidir. Çünkü onlara, kıyâmet gününde korku ve hüzün yoktur. Velî olan kimse,
cenâb-ı Hakk'a pek fazla muhabbet besler, îmânları kemâl mertebesindedir ve takvâ
üzeredirler. Allahü teâlâ, evliyâsına zorluk göstermez. Bâzı semâvî kitaplarda; "Benim velî
kullarımdan birine eziyet eden, bana harb ilân etmiş olur." buyrulmaktadır. Cenâb-ı Hak, velî
kullarını korur, onlara eziyet edenlerden intikam alır. Onları sevenleri ise muhafaza eder,
korur. Evliyâ ile berâber olmalı, onları sevmelidir. Onlar hakkında hiçbir zaman kötü söz
sarfetmemeli, sû-i zan etmeyip, hüsn-i zan içinde bulunmalıdır.
Seyyid Ahmed Rıfâî insanların doğru yola kavuşmaları için pek çok eser yazmıştır. Bunlardan
bâzıları şunlardır: 1) El-Burhân-ül-Müeyyed, 2) Şerh-üt-Tenbîh, 3) El-Hikem-ür-Rıfâîye,
4) En-Nizâm-ül-Hasl li Ehl-il-İhtisas, 5) El-Akâid-ür-Rıfâiye.
Seyyid Ahmed Rıfâî, yazdığı eserinde,
Şu şekilde nasîhat, ediyor bir yerinde:
Şu kula şaşarım ki, ölüme inanıyor,
Buna rağmen gülüp de, neşelenebiliyor.
Şuna da şaşarım ki, inanıyor kadere,
Yine de mahzûn olup, boğuluyor kedere.
Ve şuna şaşarım ki, Cehennem vardır diyor,
Yine de fütursuzca, her günahı işliyor.
Şaşarım dünyâ fâni, diyen şu insana ki,
Sarılmıştır dünyâya, ayrılmıyacak sanki.
Yine başka yerinde, buyurdu: Ey insanlar,
Pek çok hayret ettiğim, iki türlü insan var.
Birincisi şudur ki, hep oruçtur gündüzün,
Gece de sabaha dek, tâattadır büsbütün.
Aslâ Hak teâlâya, etmez günah ve isyân,
Yine de görürsün ki, hüzünlüdür o insan.
Uğraşmasına rağmen, hep âhiret işiyle,
Yine ağlar görürsün, onu hep gözyaşıyle.
İkincisi şudur ki, yapmaz hiç tâatini,
Oyun ve eğlenceyle, geçirir her vaktini.
Günahları işler de, sıkılmadan mâlesef,
Yine de bu hâline, üzülüp etmez esef.
Yaşamasına rağmen, İslâmın hâricinde,
Görürsün onu dahî, yine neşe içinde.
Başka bir yerinde de, buyurdu: Ey insanlar,
Sakın siz ilminize, güvenmeyin ki zinhar,
Şeytan, sâhip olduğu, ilminin gurûrundan,
Kovulup, helâk oldu, Allah'ın huzûrundan.
Bir insan, her bir ilmi, bilse de ince ince,
Faydasını göremez, amel eylemeyince.
Bel'âm-ı Bâura da, çok ilim sâhibiydi,
Öyle ilim sâhibi, dünyâda yok gibiydi.
Lâkin kalbi bir mikdâr, meyl edince dünyâya,
Dünyâ ve âhirette, oldu rezîl ve rüsvâ.
Yine obuyurdu ki: Ediniz ilme gayret,
Zîrâ ilim hayattır, ölümdür hem cehâlet.
Ve lâkin her bir ilim, bir vebâldir kul için,
Kurtulunmaz vebâlden, amel eylemeksizin.
İnsan, ameli dahi, yapmalı ki ihlâsla,
İhlâssız amellerden, bir fayda gelmez aslâ.
Yâni bir kul, muhakkak, ilim, amel, ihlâsı,
Temin etmelidir ki, budur işin esâsı.
Yine o buyurdu ki: Sâlih olan müslüman,
Allah'ın takdîrine, boyun eğer her zaman.
Mübtelâ olsa dahi, bir derde ve belâya,
Yine sabır gösterip, isyân etmez Allah'a.
Gâyet iyi bilir ki, kulu azîz ve zelîl,
Eden, yalnız Allah'tır; mevkî, makam, mal değil.
Resûl'ün sünnetine, tâbi olur o ekser,
O, ya hayır konuşur, yâhut da sükût eder.
Onun tek endîşesi, son nefes içindir hep,
Îmân ile, şehîden, ölmeyi eder talep.
Öfkelenmez kat'iyyen, dünyâlık şeyler için,
Ve atmaz tek bir adım, iyi düşünmeksizin..
Nefsine hâkim olup, girmez onun emrine,
Günah, küçük de olsa, işlemez aslâ yine.
Allah'ın rızâsını, almaktır tek gâyesi,
Hep bunu temin için, geçer günü gecesi."
Ahmed Rıfâî hazretleri hacca gitti. Hac dönüşü Medîne-i münevverede Resûl-i ekremin
mübârek türbesini ziyâreti esnâsında şu meâldeki manzûmeyi söyledi:
"Uzaktık, toprağını öpmek için efendim,
Kendim gelemez, vekîl rûhumu gönderirdim.
Şimdi seni ziyâret nîmeti oldu nasîb,
Ver mübârek elini, dudağım öpsün Habîb!"
Şiir bitince, Peygamberimizin kabrinden mübârek elleri göründü. Seyyid Ahmed Rıfâî de, son
derece tâzim ve hürmetle onu öptü. Orada bulunanlar hayretle hâdiseyi gördü. Peygamber
efendimizin mübârek ellerini öptükten sonra, Ravda-i mutahheranın kapılarının eşiklerine
yattı. Ağlayarak, oradaki cemâatın cümlesine; "Üzerime basarak geçiniz." diye yalvardı.
Âlimler başka kapılardan çıkmağa mecbur oldu. Diğer kimseler üzerine basarak kapıdan
çıktılar. Bu kerâmet pek meşhûr olup, dilden dile günümüze kadar gelmiştir.
Ahmed Hanâzirî hazretleri bir gece Ahmed Rıfâî hazretlerinin türbesinde kaldı. Türbedârın
buradaki heybetten uyuyamayacağını söylemesine rağmen Allahü teâlâya tevekkül ederek
yattı. Yatsı namazından sonra türbenin kapısı büyük bir gürültü ile açıldı. Ahmed Hanâzirî
yanına birisinin gelip oturduğunu hissetti ve ona; "Bu gece mübarek bir gecedir. Kur'ân-ı
kerîm okumaz mısın? Beraber okuyalım." deyince Ahmed Hanâzirî; "Peki." dedi. Nahl
sûresinden, Necm sûresine kadar beraberce okudular. Sabahleyin o zat, iki ekmek ile birinin
içinde süt, diğerinin ise bal olan iki kap getirdi. Hanâzirî doyuncaya kadar yedi. O zât bir
anda kayboldu. Türbedar gelince; "Gece hep seni düşündüm, aklım sende kaldı çünkü burada
kimse uyuyamaz." dedi. Ahmed Hanâzirî başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine türbedâr;
"Seninle birlikte Kur'ân-ı kerîm okuyan ve sana yemek getiren büyük âlim Seyyid Ahmed
Rıfâî hazretleridir." dedi.
Ahmed Rıfâî hazretleri buyurdu ki:
Allahü teâlânın sevgili kulları olan velîleri vesîle ederek, cenâb-ı Haktan bir şeyler istenebilir.
Onları vesîle ederek bâzı ihsânlara kavuşulursa, bu yardımları ve ihsânları evliyâdan
bilmemek lâzımdır. İhsânı yapan Allahü teâlâdır. Çünkü velîler, kendiliklerinden bir şey
yapmazlar. Allahü teâlâ onları çok sevdiği için, onların duâ ve hâtırı ile yaratır. Peygamber
efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde buyurdu ki: "Saçları dağınık, kapılardan kovulan öyle
kimseler vardır ki, bir şey için yemin etseler, Allahü teâlâ onları doğrulamak için o şeyi
yaratır." Allahü teâlâ, sevdiği kullarını yalancı çıkarmamak için, yemin ettikleri şeyleri bile
yaratınca, duâlarını elbette kabûl buyurur. Allahü tealâ Mü'min sûresinin altıncı âyetinde
meâlen; "Bana duâ ediniz; duânızı kabûl ederim." buyurdu. Duâların kabûl olması için şartlar
vardır. Bu şartları taşıyan duâ, elbet kabûl olur. Herkes bu şartları bir araya getiremediği için,
duâlar kabûl olmuyor. Bu şartları yerine getiren velîlerin, âlimlerin duâ etmeleri için, onlara
yalvarmak, şirk olmaz. Allahü teâlâ, söylenilenleri, sevdiklerinin rûhlarına işittirir. Onların
hâtırı için istenileni yaratır. Evliyânın rûhlarından yardım istenir. Çünkü, Allahü teâlânın
sevdiği kullarının rûhları, diri iken de, öldükten sonra da, Allahü teâlânın verdiği kuvvet ve
izinle, dirilere yardım ederler. Böyle inanarak evliyâdan yardım istemek, Allahü teâlâdan
başkasına tapınmak olmaz. Allahü teâlâya tapınmak, O'na inanmak, O'ndan istemek olur.
Aklı olan, bunu pek iyi anlar.
1) Mir'ât-ül-Haremeyn; c.3, s.144
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.295
3) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.140
4) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.6, s.23
5) El-Bidâye ven-Nihâye; c.12, s.312
6) Tezkiret-ül-Huffâz; c.4, s.1341
7) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.259
8) Vefeyât-ül-A'yân; c.1, s.171
9) Tuhfet-ur-Râgıb; s.40
10) El-A'lâm; c.1, s.174
11) Sefînet-ül-Evliyâ; c.1, s.190
12) Necm-üs-Sâi fî Kerâmat-i Üstad Rıfâî (Süleymâniye Kütüphânesi, Hasip Efendi Kısmı,
No:423)
13) Umm-ül-Bevahin fî Menâkıb-i Ahmed Rıfâi (Süleymâniye Kütüphânesi, Şehid Ali Paşa
Kısmı, No:1123)
14) Burhân-ül-Müeyyed; s.96-106
15) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.982
16) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.132
17) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.83
20 Haziran 2013 Perşembe
DOĞRULUK
DOĞRULUK
Zalim bir vali vardı. Bu vali bir gün adamlarını göndererek Hasan Basri Hazretleri'ni yakalatmak istedi. O da bir vakit ders verdiği Habib-i Acemi Hazretleri'nin kulübesine gelip saklandı. Valinin adamları geldi ve hışımla:
- Hasan Basri'yi (r.a.) gördün mü? diye sordular.
O gayet sakin:
- Evet, dedi.
- Nerede?
- İşte şu kulübemde...
Adamlar kulübeye daldı, fakat bir türlü Hasan Basri Hazretleri'ni bulamadılar. Dışarı çıkınca tehdit edip:
- Ya şeyh, niçin yalan söylüyorsun? dediler.
- Ben yalan söylemedim, dedi. Siz göremedinizse, benim suçum ne?
Tekrar girdi, aradı, fakat bulamadılar. Onlar gidince, Hasan Basri Hazretleri:
- Ey Habib! Biliyorum ki Rabb'im senin hürmetine beni onlara göstermedi. Fakat yerimi niçin söyledin, hocalık hakkı yok mudur? dedi.
Hazreti Habib mahcub bir şekilde:
- Ey Üstadım! Sizi bulamamaları benim hürmetime değil, doğru söylediğimizdendir. Çünkü bilirsiniz ki, Doğruların yardımcısı Allah'tır. Eğer yalan söyleseydim, sizi de beni de götürürlerdi, dedi.
Tevil yapmaya, bir zalimin elinden bir mazlumu kurtarmak için, yalan söylemeye ruhsatın olduğu yerler olsa bile, efdal olan, eğer Habib-i Acemi Hazretleri gibi bir teslimiyetiniz varsa, doğruyu söylemektir.
KAYNAK: AKAR, Mehmet; Mesel Denizi, Nil Yayınları, İstanbul 2001, s. 149-150
DİRİLEN ÖLÜ
DİRİLEN ÖLÜ
Enes bin Mâlik (R.A.) anlatıyor: 'Gözleri görmeyen yaşlı bir hanımın Saib adında bir genç oğlu vardı. Daha hayatının baharında olan bu delikanlı Medine vebasına yakalanmıştı. Uzun zaman hasta yattı. Bir gün delikanlının ziyaretine gittik. Fakat maalesef biz orada iken delikanlı ruhunu teslim etti. Bizde gözlerini kapadık ve üzerine elbisesini örttük. İçimizden biri annesine:
- Onun için Allah'a dua et. dedi. Annesi:
- Ama o öldü. dedi. Biz:
- Olsun sen yine de dua et. dedik. Bunun üzerine kadın çocuğun ayak ucuna oturdu, ayaklarını tuttu ve:
- Allahım, ben isteyerek sana iman ettim. Senden korktuğum için, putları bıraktım. Arzumla sırf senin için hicret ettim. Allahım, puta tapanları bana güldürme, gücümün yetmeyeceği bu yükü bana yükleme.' diye dua etti.
Alah'a yemin ederim ki, kadın sözünü bitirir bitirmez, çocuk ayaklarını kımıldatmaya başladı. Sonra da yüzünden örtüyü attı. Rasulullah (A.S.) ve annesi vefat edinceye kadar da yaşadı.'
Mustafa Bahadıroğlu Semerkand Dergisi
AHMED RAUFİ
AHMED RAÛFÎ;
İstanbul'da yetişen evliyânın büyüklerinden ve seyyiddir. 1653 (H.1063) senesinde İstanbul'da
doğdu.
Seyyid Ahmed Efendi, asrının büyük âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. İlim tahsîlini
tamamladıktan sonra, Üsküdar Kapı Ağası Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. Bu sırada
tutulduğu bir hâl, onu mürşid-i kâmil aramaya sevketti. Selâmsız semtindeki bir dergâhın
şeyhi olan Ali Efendi ile karşılaşıp, ona talebe oldu. Ali Efendiden tasavvuf yolunun edebini
öğrendikten sonra, Doğancılar'da Koca Sinan Paşa Câmii yakınında bulunan evinde talebe
yetiştirmeye başladı. Sultan Üçüncü Osman kendisini sık sık ziyâret edip duâsını alırdı.
Yetiştirdiği talebelerden bâzıları; Hafız Muhammed Efendi, Şeyh İsmâil Efendi, Şeyh Kirişçi,
Şeyh Arabî İsmâil, Şeyh HasanHalîfe ve Şeyh Süleymân Halîfe'dir.
1757 (H.1171) senesinde Üsküdar'da vefât etti ve Koca Sinan Paşa Câmii bahçesine defn
edildi.
Seyyid Ahmed Efendi Halvetiyye yolunun büyüklerindendir. İlim ve irfân bakımından pek
yüksekti. Şöhretten çok sakınır, uzleti çok severdi. Raûfî mahlası ile şiir ve ilâhîler yazan
Ahmed Raûfî'nin Kurret-ül-Uyûn isimli bir eseri ve bir dîvânı vardır. Dîvânı basılmıştır.
-"&*"-(%&<B-,1&-2*.+&<.<7
Ahmed Raûfî, sohbetlerinde büyüklerden nakille buyururdu ki:
Câbir radıyallahü anhın bildirdiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Zikrin en fazîletlisi lâ ilâhe
illallahdır." Bâzı âlimler, en fazîletli zikrin Lâ ilâhe illallah olduğunu gösteren Kur'ân-ı
kerîmden yetmiş âyet-i kerîme bildirdiler. Çünkü bu mübârek sözde Allahü teâlânın birliği,
ilâhlığın Allahü teâlâya mahsus olduğu, O'ndan başkasının ilâh olamayacağı isbat
edilmektedir. Îmân, bunun mânâsına inanmakla olur. Bu husûsiyetler, başka kelimelerde ve
başka zikirlerde yoktur. Ebü'l-Fadl Cevherî şöyle bildirir: Cennet ehli Cennet'e girdiklerinde,
Cennet nehirlerinin, ağaçlarının ve Cennet içindeki şeylerin hepsinin, lâ ilâhe illallah
dediklerini işitirler. Onların bâzısı bâzısına, bu kelimeden biz dünyâda iken gâfildik, derler.
Mûsâ aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Bana bir kelime öğret ki, seni onunla anayım, yâhut onunla
sana duâ edeyim." dedi. Allahü teâlâ; "Ey Mûsâ! Lâ ilâhe illallah de." buyurdu. Mûsâ
aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Bu kelimeyi bütün kulların söylüyor. Ben bana mahsus bir şey
istiyorum." dedi. Allahü teâlâ; "Ey Mûsâ! Yedi kat gökler, yedi kat yerler, bir kefeye konsa, lâ
ilâhe illallah mübârek sözü bir kefeye konsa bu daha ağır gelir." buyurdu.
Çok konuşmasını, lüzumsuz söz söylemesini sevmezdi. Bu hususla ilgili olarak şunları
naklederdi:
Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Susmak hikmettir. Onu yapan azdır. Hikmet insanı
cehâletten ve sefâhatten koruyan faydalı bir şeydir." İmâm-ı Gazâlî; "Susmaya yapış. Zarûret
mikdârı hâriç." buyurdu. Ebû Bekr kendisini konuşmaktan men etmesi için ağzına taş
koyardı. Dilin tehlikesi büyüktür. Âfeti çoktur. Susmakla bunlardan kurtulunur. Denilmiştir
ki: "Dilin kendisi küçüktür. Fakat yaptığı cürmü büyüktür ve çoktur." Lokman Hakim oğluna
dedi ki: "Konuşmak gümüş ise susmak altındır." Hadîs-i şerîfte; "Allahü teâlâya ve âhiret
gününe inanan ya hayır söylesin yâhut sussun." buyruldu.
1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.5, s.59
2) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.76
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.213
4) Mecâlis (Süleymâniye Kütüphânesi, Halet Efendi Kısmı No: 294)
İstanbul'da yetişen evliyânın büyüklerinden ve seyyiddir. 1653 (H.1063) senesinde İstanbul'da
doğdu.
Seyyid Ahmed Efendi, asrının büyük âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. İlim tahsîlini
tamamladıktan sonra, Üsküdar Kapı Ağası Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. Bu sırada
tutulduğu bir hâl, onu mürşid-i kâmil aramaya sevketti. Selâmsız semtindeki bir dergâhın
şeyhi olan Ali Efendi ile karşılaşıp, ona talebe oldu. Ali Efendiden tasavvuf yolunun edebini
öğrendikten sonra, Doğancılar'da Koca Sinan Paşa Câmii yakınında bulunan evinde talebe
yetiştirmeye başladı. Sultan Üçüncü Osman kendisini sık sık ziyâret edip duâsını alırdı.
Yetiştirdiği talebelerden bâzıları; Hafız Muhammed Efendi, Şeyh İsmâil Efendi, Şeyh Kirişçi,
Şeyh Arabî İsmâil, Şeyh HasanHalîfe ve Şeyh Süleymân Halîfe'dir.
1757 (H.1171) senesinde Üsküdar'da vefât etti ve Koca Sinan Paşa Câmii bahçesine defn
edildi.
Seyyid Ahmed Efendi Halvetiyye yolunun büyüklerindendir. İlim ve irfân bakımından pek
yüksekti. Şöhretten çok sakınır, uzleti çok severdi. Raûfî mahlası ile şiir ve ilâhîler yazan
Ahmed Raûfî'nin Kurret-ül-Uyûn isimli bir eseri ve bir dîvânı vardır. Dîvânı basılmıştır.
Ahmed Raûfî, sohbetlerinde büyüklerden nakille buyururdu ki:
Câbir radıyallahü anhın bildirdiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Zikrin en fazîletlisi lâ ilâhe
illallahdır." Bâzı âlimler, en fazîletli zikrin Lâ ilâhe illallah olduğunu gösteren Kur'ân-ı
kerîmden yetmiş âyet-i kerîme bildirdiler. Çünkü bu mübârek sözde Allahü teâlânın birliği,
ilâhlığın Allahü teâlâya mahsus olduğu, O'ndan başkasının ilâh olamayacağı isbat
edilmektedir. Îmân, bunun mânâsına inanmakla olur. Bu husûsiyetler, başka kelimelerde ve
başka zikirlerde yoktur. Ebü'l-Fadl Cevherî şöyle bildirir: Cennet ehli Cennet'e girdiklerinde,
Cennet nehirlerinin, ağaçlarının ve Cennet içindeki şeylerin hepsinin, lâ ilâhe illallah
dediklerini işitirler. Onların bâzısı bâzısına, bu kelimeden biz dünyâda iken gâfildik, derler.
Mûsâ aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Bana bir kelime öğret ki, seni onunla anayım, yâhut onunla
sana duâ edeyim." dedi. Allahü teâlâ; "Ey Mûsâ! Lâ ilâhe illallah de." buyurdu. Mûsâ
aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Bu kelimeyi bütün kulların söylüyor. Ben bana mahsus bir şey
istiyorum." dedi. Allahü teâlâ; "Ey Mûsâ! Yedi kat gökler, yedi kat yerler, bir kefeye konsa, lâ
ilâhe illallah mübârek sözü bir kefeye konsa bu daha ağır gelir." buyurdu.
Çok konuşmasını, lüzumsuz söz söylemesini sevmezdi. Bu hususla ilgili olarak şunları
naklederdi:
Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Susmak hikmettir. Onu yapan azdır. Hikmet insanı
cehâletten ve sefâhatten koruyan faydalı bir şeydir." İmâm-ı Gazâlî; "Susmaya yapış. Zarûret
mikdârı hâriç." buyurdu. Ebû Bekr kendisini konuşmaktan men etmesi için ağzına taş
koyardı. Dilin tehlikesi büyüktür. Âfeti çoktur. Susmakla bunlardan kurtulunur. Denilmiştir
ki: "Dilin kendisi küçüktür. Fakat yaptığı cürmü büyüktür ve çoktur." Lokman Hakim oğluna
dedi ki: "Konuşmak gümüş ise susmak altındır." Hadîs-i şerîfte; "Allahü teâlâya ve âhiret
gününe inanan ya hayır söylesin yâhut sussun." buyruldu.
1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.5, s.59
2) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.76
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.213
4) Mecâlis (Süleymâniye Kütüphânesi, Halet Efendi Kısmı No: 294)
AHMED BİN ÖMER ZEYLA'İ
AHMED BİN ÖMER ZEYLA'İ
Evliyanın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Ömer Zeyla'î el-Akîlî el-Hâşimî olup künyesi
Ebü'l-Abbâs'dır. Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib'in oğlu Ukayl'ın soyundandır.
Kızıldeniz sâhilindeki Vâdiyi Mûr'daki Mahmûl köyünde doğdu. Doğum târihi
bilinmemektedir. Nefsini terbiye husûsunda herkesten ilerideydi. Çok ibâdet ederdi.
Kendisine âriflerin, Allahü teâlâyı tanıyanların sultanı lakabı verildi. 1307 (H.707) senesi
Kızıldeniz sâhilindeki Luhayye kasabasında vefât etti. Kabri ziyâret mahallidir.
Ahmed bin Ömer, on yedi yaşında kendi köyünden ayrılıp Luhayye kasabasına yerleşti.
Oradaki sâlih zâtlardan ilim ve edeb öğrendi. Uzun zaman bir şey yemez içmez, ibâdetle
meşgul olurdu. Çok ibadet etmesi sebebiyle Allahü teâlâ kalp gözünü açtı. Mânevî derecelere
yükseldi. Evliyâlık makâmı verildi. Kerâmetleri görüldü. İnsanlar dört bir yandan sohbetine
koştular.
Ahmed bin Ömer hazretleri doğum yeri olan Mahmûl ile yerleştiği Luhayye kasabasında birer
dergâh açtı. Hak âşıkları buralarda toplanıp sohbetinde dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşturan
bilgileri öğrendiler.
Yemen'de Huleb Vâdisi insanları Ahmed bin Ömer hazretlerinin sohbetine sık sık devâm
ettiklerinden, bunları çok sever ve ziyâretlerine giderdi. Bu ziyâretlerden dolayı samîmiyetleri
ve birbirlerine sevgileri çok artmıştı. Ahmed bin Ömer, bir keresinde onları ziyârete geldi. O
sırada Huleb Vâdisi halkı, kuraklıktan çok sınkıntıya düşmüşlerdi. Yağmur yağması için duâ
etmesini istediler ve çok yalvardılar. Talebelerinden birisine; "Vâdinin başına git veFakîh
Ahmed sana, Allahü teâlânın izniyle hemen ak diyor, diye söyle!" dedi. Talebe de aynısını
yaptı. O saatten îtibaren Allahü teâlânın bir ihsânı olarak vâdiden sular akmaya başladı.
Bir gün Ahmed bin Ömer hazretlerinin dergâhına birkaç kişi geldi. Beraberlerinde, nezr
ettikleri bir mikdâr altını getirip Ahmed bin Ömer hazretlerinin önüne koydular. Ahmed bin
Ömer hazretleri onları teker teker çevirip baktı sonra üç tanesini ayırıp gelenlerden birine geri
verdi. Daha sonra on altı altını ayırıp diğer birine verdi. Sonra da hizmetçisine emredip
kalanları almasını söyledi. Orada bulunanlar kendisine üç altını geri çevrilen kişiye bunun
sebebini sordular. O da; "Bunlar benim değildir. Bunları yetimleri himâye eden birisi
gönderdi. Ahmed bin Ömer hazretleri Allahü teâlânın izni ile anlayıp ondan bir şey kabul
etmedi. Ona âit altınları benim getirdiklerim arasından ayırdı. Bunlar aynısıyla ona aittirler."
dedi. Oradakiler bu defâ kendisine on altı altın geri verilen kişiye sebebini sordular. O da
şöyle anlattı: "Bunlar Semiyyîn denilen kabîleden birisine âittir. Bunun atı hastalandı. İyi
olursa Ahmed bin Ömer hazretlerine on altı dirhem vermeyi adadı. Neticede atı iyi oldu.
Kabîlesi yağmacılıkla meşhur olduğundan kendisini kabul etmeyeceğinden çekinip benimle
gönderdi. Ben de kendi nezr paramın arasına katıp getirdim. Ahmed bin Ömer hazretleri
altınlar içerisinden onunkileri de ayırıp kabul etmedi. İşte bunlar aynen ona âid olan
altınlardır.
Oradakiler bu velî zâtın kerâmetini anlayıp ona daha çok bağlandılar.
Ahmed bin Ömer hazretleri, oğlu Îsâ doğduğu zaman, önce ağladı, sonra da gülmeye başladı.
Bu durumundan kendisine sorulunca buyurdu ki: "Onun boğularak öleceği bana bildirildi.
Bunun için ağladım. Sonra, onun bir oğlu olacağı ve başlangıcının benim sonum gibi olacağı
bildirildi. Buna da güldüm." Söylediği gibi de oldu. Oğlu Îsâ suda boğuldu. Onun oğlu
Muhammed bin Îsâ ise âlim ve velî oldu. Şöhreti her yere yayıldı.
Ahmed bin Ömer hazretlerinin torunları da ilâhî aşka tutulmuş kimselerdi. Torunlarından
oğlunun oğlu Ahmed bin İbrâhim için dedi ki: "Benim bu oğlum, yüksek bir vecd, aşk-ı ilâhî
hâline sâhip bir kimse olacak ve o vecdin içinde iken vefât edecektir." Bahsettiği bu torunu,
böyle olup, vecd hâlinin en yüksek derecesine ulaştı. İlâhî aşk, kendisini o kadar çok kaplardı
ki, bâzan düşüp bayılırdı. Bir keresinde, ilâhî aşkı terennüm eden bir kasîdenin ilk beytini
duyar duymaz vecde gelip bayıldı. Baktılar ki, vefât etmişti.
Ahmed bin Ömer Zeyla'î'nin birçok eseri vardır. Bunlardan; Semeret-ül-Hakîka ve
Mürşid-ül-Mesâlik ilâ Evdâh-it-Tarîka meşhurdur.
Bir keresinde Luhayye kasabasından Mahmûl'e geldi. Halk etrafına toplanıp kendisine
kuraklıktan şikayet ettiler. O esnâda yanına bir hayvan geldi ve yalvarırcasına bir takım sesler
çıkarmaya başladı. Ahmed bin Ömer hazretleri bu durum karşısında derhâl Mahmûl
mescidine girdi. Allahü teâlâya duâ edip; "Ey Mikâil aleyhisselâm!" diye seslendi. O esnâda
sıcağın harâretine rağmen her taraftan gökyüzünde bulutlar toplanıp bardaktan boşalır gibi
yağmur yağmaya başladı. Kuraklık geçti.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.317
2) Tabakât-ül-Havâs; s.22-24
3) El-A'lâm; c.1, s.186
4) Mu'cem-ul-Müellifîn; c.2, s.31
5) Nüzhet-ül-Celîs; c.2, s.282
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.360
19 Haziran 2013 Çarşamba
Devlet Hazinesi
Devlet Hazinesi
Hazreti Ömer (r.a.). Halife. Bir gece. Makamında. Ashabtan biri ziyaretine gelir. Selam verir. Selamı alınmamıştır. Oturur. Ömer işiyle meşgul. Sahabe bekler. Ömer çalışır. Selam alınmamış, yüzüne bile bakılmamıştır.
İş biter. Ömer mumu söndürür. Bir başka mumu yakar. O anda selamını alır. Konuşmaya başlar.
Sahabe sorar:
- Ya Ömer, niçin hemen selamımı almadın ve niçin bir mumu söndürüp diğer mumu yaktın ve ondan sonra benle konuşmaya başladın?
Hazreti Ömer (r.a.):
- Evvelki mum devletin hazinesinden alınmışdı.O yanarken özel işlerimle meşgul olsaydım Allah indinde mes'ul olurdum. Seninle devlet işi konuşmayacağımız için kendi cebimden almış olduğum mumu yaktım, ondan sonra seninle meşgul olmaya başladım. Sahabenin gözleri yaşarır, ellerini kaldırarak şöyle dua eder:
-Ya Rabbi! Hattab oğlu Ömer'i bizim başımızdan eksik etme!
DERVİŞ İLE TİLKİ
DERVİŞ İLE TİLKİ
Dervişin biri gezerken ayaksız bir tilki gördü, hayrete düştü. 'Nasıl yaşar bu hayvan, ne yer ne içer?' diyerek, Allah'ın lütfuna hayran oldu.
Derken bir arslan çıkageldi, ağzında çakal taşıyordu. Görkemli ve korkunç hayvan avının bir kısmını yedi, doyunca kalanını bırakıp gitti. Tilki artığa doğru sürünerek yaklaştı ve afiyetle yiyip karnını doyurdu.
Tilkinin yiyeceğinin ayağına geldiğini gören Derviş, kendi kendine: 'Bir tilkinin rızkını ayağına gönderen Allah, benimkini neden göndermesin?' diyerek, çalışmasına gerek olmadığını, bir köşeye çekilip oturabileceğini düşündü.
Düşündüğü gibi de yaptı: 'Rızkım Allah'ın görünmeyen hazinesinden gelir, gayret etmem gerekmiyor.' diyerek beklemeye başladı.
Bekledi, bekledi... Ne gelen ne giden... Günler geçip gitti. Derviş zayıfladı, eridi, bir deri bir kemik kaldı. Güçsüz ve bitkin bir haldeyken, bulunduğu mescidin mihrabından bir ses duydu:
'Ey tembel adam!' diyordu ses, 'kendini ayaksız bir tilkiye benzeterek neden miskin miskin oturuyorsun? Kalk! Yırtıcı arslan ol. Başkasının artığına göz dikmeyi bırak. Sana yakışan artık yemek değil, artık bırakmaktır.
Gücüyle arslan gibi olan, başkasından yiyecek bekler mi? Haydi kalk! Kolları sıva. Çalış ve rızkını kazan. Hem kendin ye, hem muhtaçlara yedir.'
Ey genç insan!
'Elimi tutun' diyerek başkasına el uzatma!
Çalışmayan insanın kafasında beyin yoktur. Onların başları kuru bir deriden ibarettir.
Allah'ın kullarına iyilikte bulunan, iki cihanda da iyilik görür.
Yaşlıya yoksula yardım elini uzat!
Allah, başkasının mutluluğu için çalışanın yardımcısıdır.
Şeyh Sadi-i Şirazi
AHMED BİN OSMAN ŞERNUBİ
AHMED BİN OSMAN ŞERNUBİ
On altıncı yüzyılda yaşayan evliyâdan. İsmi Ahmed bin Osman'dır. Künyesi Ebü'l-Abbâs,
lakâbı Şihâbüddîn'dir. Nesebi hazret-i Ali'ye ulaşır. Tarîkat silsilesi ise Şeyh Muhammed
Şehâdî vâsıtasıyla Seyyid İbrâhim Burhâneddîn Düsûkî'ye dayanır. Mısır'ın Şernûb
kasabasında doğduğu için Şernûbî nisbesiyle bilinir. Doğum ve vefât târihleri
bilinmemektedir. Antalya civârında bir yerde vefât etti. Orada defnedildi.
Şernûb'da doğup büyüyen Ahmed bin Osman hazretleri, yedi yaşında koyunları otlatırken,
ilâhî bir cezbeye kapıldı. İçine Allahü teâlânın aşkı düşüp gece-gündüz ibâdetle meşgûl
olmaya başladı. Annesinin vefâtından sonra Mekke-i mükerremeye gitti. Yedi yıl orada kalıp
âlimlerle velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Hac ibâdetini îfâ edip, sevgili
Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Yedi sene müddetle Mekke'de kaldı. Sonra 1538
(H.945) senesinde memleketi olan Şernûb'a döndü. Demenhûr'a giderek ibâdetle meşgûl oldu.
Bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz ona; "Ey Ahmed!
İstanbul'da Şeyh Nûreddîn'e git, ondan tasavvuf ilmini öğren. Zîrâ kendisi bu zamanda
âriflerin reisidir." buyurdu. Bu emir üzerine İstanbul'a giden Ahmed bin Osman Şernûbî
hazretleri Şeyh Nûreddîn'in huzûruna vardı. Evliyâ bir zât olan Şeyh Nûreddîn onu görünce;
"Merhaba ey Peygamber efendimizin emri ile gelen kimse! Merhaba ey derviş oğlu derviş!"
buyurdu.
Şeyh Nûreddîn'in iltifât ve ihsânlarına kavuşan Ahmed bin Osman Şernûbî ona talebe oldu.
Sohbet ve hizmetinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Bir müddet sonra hocası ona
Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatmak husûsunda icazet, diploma ve hilâfet
vererek memleketine gönderdi. İnsanların kurtuluşa ermelerini sağlamak husûsunda gayret
gösterdi. Pekçok kimse onun sohbetlerinde bulunarak istifâde etti. Bir müddet sonra
talebelerinden birkaç kişi ile birlikte İstanbul'a gitmek üzere yola çıktı. Mısır'ın Dimyat
iskelesinden bir gemiye bindi. Günler süren bir yolculuktan sonra Antalya civârında bir yere
çıktılar. Bu sırada ağır hastalığa tutulan Ahmed bin Osman Şernûbî arada on üç gün kadar
iyileşti. Yolculuk esnasında uğradığı köy ve kasabalardaki insanlara vâz ve sohbetleriyle çok
faydalı oldu. Zikir ve ibâdetle meşgûl iken vefât etti. O sabah erkenden vefât ettiği beldedeki
câminin imâmı, Şeyh Ahmed bin Osman Şernûbî'nin vefât ettiği eve giderek; "Vefât eden
Şeyh'in gaslini, yıkamasını ben yapacağım. Çünkü dün gece rüyâmda Fahr-i kâinât efendimiz
böyle emir buyurdu." dedi. Cenazesini yıkayıp namazını kıldıktan sonra, câmi yakınında bir
yere defnettiler.
Kendisi âlim, fazîletli ve güzel ahlâklı bir zât olan Ahmed bin Osman Şernûbî'nin birçok
kerâmetleri de görülmüştü. Pekçok mürîd ve halîfeleri vardı. Bunların en meşhûrları,
zamanının en meşhûr âlim ve velîlerinden Şeyh Nâsırüddîn İbrâhim Lekânî ve Şeyh
Muhammed Bülkînî hazretleriydi. Şernûbî hazretlerinin Tabakat-ı Evliyâ adlı eseri dünyâca
meşhurdur.
1) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; c.1, s.241
AHMED NUBANİ
AHMED NUBANİ
Kudüs'te yetişen büyük velîlerden. İsmi Ahmed bin Abdullah Nûbânî'dir. Evliyânın şâhı
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin neslindendir. Doğum târihi bilinmemektedir.
Güzel hâlleri ve kerâmetleriyle tanındı. 1904 (H.1322) senesi Kudüs yakınındaki Mezra'
köyünde vefât etti.
Ahmed Nûbânî, velî olan bir ana baba ve dede elinde yetişti. Nûbânî âilesinin Kudüs'te şöhret
ve îtibârı çoktu. Büyük dedesi Şeyh Nûbânî evliyânın büyüklerinden ve kerâmetleri görülmüş
bir zâttı. Ahmed Nûbânî de ceddinin güzel ahlâk ve edebi üzere yürüdü. Ümmîydi. Lâkin
bütün ilimlerde kendisine sorulan soruları cevaplandırırdı. Bilhassa tıp ilminde pek mâhirdi.
Yûsuf Nebhânî anlatır:
Bir gün Ahmed Nûbânî hazretleri yanıma gemişti. O esnâda Muhammed Bekrî'den gelen bir
mektubu okuyacaktım. Latîfe olarak ona; "Efendim bilin bakalım bu yazıdaki şiir kime
âittir?" dedim. Lâkin şiiri kendisine okumamıştım. Hemen cevap vermeyip düşündü. Ben de
ona hemen cevap vermesi için ısrar ettim. Bana dönüp; "Bekrî hazretlerine âittir." buyurdu.
"Hangisi?" dedim. "MemleketiMısır, ismi Muhammed Bekrî." buyurdu. Ben Şamlı Mustafa
Bekrî hazretlerini söyleyecek sanmıştım.
Kendisine sorulan hastalıklar için ilâç tavsiye eder, Allahü teâlânın izniyle bu ilaçlar o
hastalığa iyi gelir, hasta şifâ bulurdu. Aynı ilâcı başkası tavsiye etse, şifâsı görülmezdi.
Ahmed Nûbânî hazretleri bir zaman Mescid-i Aksâ'nın tenhâ bir yerinde ibâdetle meşgûl olur,
Allahü teâlânın isimlerini anar, sonra oturduğu yere giderdi. Bir zaman rüyâsında bir nehir
kenarındaki ovada akşam namazını kıldığını gördü. O esnâda bir kuş gelip omuzuna kondu.
Gagasını onun sağ kulağına yaklaştırıp üç defâ; "Sübhanallah-il-Melik-il-hallâk." dedi ve
uçtu. Bundan sonra kendisine gâipten bir haber, bir hastalık için bir ilâç veya bir ihtiyâç için
çâre sorulduğunda bu kuş görülmeden gelir, kulağına eğilip cevâbını söyler; "Bu işi şöyle yap,
bu hastalık için ilâç şöyle." derdi.
Şeyh Muhyiddîn ibni Hac anlatır:
Bir zaman hocam Şeyh Ali Nûreddîn Yeşrûtî'nin yanında idim. O esnâda içeri Ahmed Nûbânî
hazretleri geldi. Bir müddet görüştükten sonra hocam ona; "Ben Havran taraflarında iken
Hızır aleyhisselâm ile görüşmüştüm. Sana selâm söylememi tenbih etti. Onun bu selâmını
size tebliğ ediyorum." dedi, sonra ona çok ikrâm ve hürmette bulundu.
Bir gün birisi huzûruna gelip geçim darlığından şikâyet etti ve vazîfe talebinde bulundu. Ona;
"Yakında şu kadar maaşla sana bir vazîfe çıkar." buyurdu. "Efendim âile efrâdım kalabalık bu
söylediğiniz maaş da bize kâfi gelmez." dedi. Bunun üzerine; "Boşuna yorulma senin nasîbin
bundan ileri gitmez." buyurdu. Üç gün geçmedi, şehrin vâlisi bu muhtaç kişiye haber
gönderip Ahmed Nûbânî hazretlerinin söylediği kadar bir maaşla memur tâyin ettiğini
bildirdi.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.351
18 Haziran 2013 Salı
DELİNİN VELİYE TAVSİYESİ
DELİNİN VELİYE TAVSİYESİ
Bayezid-i Bestamî hazretleri. Büyük velilerden. Bir gün tımarhanenin önünden geçiyor. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüyor:
-Ne yapıyorsun?
Hizmetçi:
-Burası tımarhanedir. Delilere ilâç yapıyorum.
-Benim hastalığıma da bir ilâç tavsiye eder misin?
-Hastalığını söyle.
-Benim hastalığım günah hastalığı... Çok günah işliyorum..
-Ben günah hastalığından anlamam... Ben delilere ilâç hazırlıyorum..
Parmaklığının arasından konuşulanları duyan bir deli,(!) Bayezid-i Bestamî hazretlerine:
-Gel dede, gel! Senin hastalığının çaresini ben söyleyeyim, diye seslendi.
Bayezid-i Bestamî hazretleri, delinin yanına sokularak:
-Söyle bakalım, benim derdime çare nedir? dedi.
Deli(!) şu ilâcı tavsiye etti:
-Tevbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır... Kalb havanında tevhîd tokmağı ile döv, insaf eleğinden geçir, göz yaşıyla yoğur, aşk fırınında pişir... Akşam-sabah bol miktarda ye... O zaman göreceksin senin hastalığından eser kalmaz, dedi.
Bu güzel ilâcı öğrenen Bayezid hazretleri:
-Hey gidi dünya hey! Demek, seni de deli diye buraya getirmişler, deyip oradan ayrıldı.
Bu ilâç, halen günah hastası olanlara tavsiye olunmaya değer bir ilâçtır. Yani bu formülün hükmü hâlâ devam etmektedir.
Delinen Kırbalar
Delinen Kırbalar
Ebûl Vefa hazretlerinin küçük ama çok sevimli bir oğlu vardır. Çocuk iyidir hoşdur da bir ara sakalara takar. Mahalle sucusunun yolunu bekler, çuvaldız ile kırbaları deler. Kimbilir, belki de fıskiye gibi akan sular hoşuna gider. Aslında saka şaka götüren biri değildir. Bunu yapan bir başka çocuk olsa, çoktan ensesine yemiştir şamarı. Zira delinen kırba dikilemez, ancak boğumlanarak bağlanır ki, koca kırba gitti demektir yarı yarıya.
Saka bir sabreder, iki sabreder, bakar olmuyor, tutar eteğini, çıkar huzura. 'Affınıza sığınıyorum ama' der, 'Vaziyet böyleyken böyle!'
Ebûl Vefa hazretleri çok şaşırır. Kırbaların parasını fazlasıyla öder. Sucudan ağlaya, yalvara helallik diler. Saka bir hoş olur. 'Keşke eşiğine sultanların baş koyduğu veliyi üzmeseydim' der. Pişman, mahçup dergâhı terkeder.
Ebûl Vefa hazretleri çocuğa hiçbir şey demez. Hemen hanımını bulur. 'Aman hatun, iyi düşün'der, 'biz bir hata yaptık ama nerede?'
O gün tırnaklarını saçlarına geçirir, adeta beyinlerini kanatırlar. Uykuyu dağıtırlar. Hanımı sabaha karşı 'Tamam!' der, 'Galiba buldum!'
-Anlat hele?
-Çocuğumuza hamileydim. Kız kardeşim bir yere uğrayacak olmalıydı sepetini bırakmıştı bize. Zerzavat arasından bir limon parladı. Canım nasıl çekti anlatamam. Kardeşimi biliyorsun. Bir şey istemiye gör, canını verir. Limonun lâfını etsem, mutlaka bize bırakacak, kendi limonsuz dönecekti evine. Aklıma başka bir yol geldi. Limonu iğneyle deldim, bir damla emdim. Nefsimi körlettim. Ama unuttum gitti. Hata bende, limonunu deldiğimi söylemeliydim ona.
-Aman kalk bacına gidelim.
-Bu saatte mi?
-Evet bu saatte!
-Ne diyeceğiz?
-Helallik dileyeceğiz.
Sonrasını tahmin ediyorsunuzdur. Çocuk bu huyu kendiliğinden bırakır, dost olur sakaya.
Kaynak:Huzura Doğru
AHMED NECİBİ
AHMED NECİBÎ;
Endülüs'te yetişen büyük velîlerden. İşbiliye'de doğdu. Doğum ve vefât târihi belli değildir.
İsmi Ahmed, babasının ismi Ebû Bekr'dir. Künyesi Ebü'l-Abbâs'dır. İpek dokumacılığı
yaptığı için Harrâr lakabı ile meşhûr oldu.
Ahmed Necibî, tahsil çağı gelince İşbiliye'de İbn-i Âs isimli zâtın derslerini tâkib etti. Ona
hizmette çok îtinâ ve gayret gösterirdi. Bu zâtın yanında büyük âlim ve velî Câfer
Endülüsî'nin ismini duyuncaya kadar kaldı. Câfer Endülüsî'nin yanına gitmek üzere bir grup
ile yola çıktı. Endülüs'e vardıklarında yanındakiler, Peygamberlik iddiasında bulunan
İbn-ül-Mer'e ismindeki şahsı önce ziyâret etmek istediler. Ahmed Necibî; "Ben, Ebû Ahmed
Câfer için geldim. Oraya gitmem." dedi. Bunun üzerine arkadaşları ona tâbi olup, o zâtın
yanına gittiler. Ebû Ahmed Câfer'in bulunduğu yer çok kalabalıktı. Ayrıca hizmet ile vazîfeli
bâzı kimseler vardı. Bir vazîfeli, Ahmed Necibî ve berâberindekileri Şeyh Câfer Endülüsî'nin
huzûruna götürdü. Ebû Ahmed Câfer onlara baktı ve; "Çocuk hocaya defteri temiz olarak
gelirse, hoca ona bir şey yazar. Fakat defteri yazılı ise hoca onun için bir şey yazmak istese
nereye yazsın. Onun için böyle gelen defteri karalanmış geri döner." buyurduktan sonra tekrar
onlara baktı ve; "Aynı sudan içenin mizacı, tabiatı bozulmaktan, değişmekten kurtulur. Çeşitli
sulardan içenlerin mizacı ise bozulmaktan, değişmekten kurtulamaz." buyurdu. Bu sözü ile
memleketlerinden çıkarken, kendisini ziyâret niyetiyle çıktıkları hâlde, daha sonra Endülüs'e
geldiklerinde, peygamberlik iddiâsında bulunan o şahsı ziyâret etmek istediklerine işâret etti.
Ahmed Necibî bu sözler üzerine, onların durumuna düşmekten muhâfaza ettiği için Allahü
teâlâya şükretti. Sonra, Ebû Ahmed Câfer hizmet ile vazîfeli bir kişiyi çağırarak, Ahmed
Necibî'yi talebelerinin olduğu yere götürmesini, diğerlerini ise geri göndermesini istedi.
Ahmed Necibî'ye de; "Ey Ebü'l-Abbâs! Siz memleketinizden çıktığınızdan îtibâren Allahü
teâlâ bizi sizin durumunuzdan haberdâr etti. Sizden her birinizin ne hâlde geldiğini
biliyorduk." buyurdu.
Ebû Ahmed Câfer'in talebeleri bir gün Ahmed Necibî'yi de aralarına alarak toplandılar. Fakat
bu toplantı hocalarının emrine muhalif bir şekilde olmuştu. Bir süre sonra devletin güvenlik
kuvvetleri onları yakalayıp götürmeye başladı. Şehirde onların yakalanmalarını duymayan
kalmamıştı. Her taraf bu haberle çalkalanıyordu. Bu fitneye talebelerin emre aykırı şekilde
toplanmaları sebeb olmuştu. Bu sırada Ahmed Necibî'ye yeşil elbiseli bir zât; "Kendini
kurtar." dedi. O da doğruca şehrin câmisine gitti. Bu sırada arkadaşlarına yardım etmeden,
kendisini kurtardığı için büyük bir mahcûbiyet içerisinde iken, hocasının bir hizmetçisi
yanına gelip, onu Ebû Ahmed Câfer'in huzûruna götürdü. Diğer arkadaşları da oradaydı.
Hocaları, Ahmed Necibî'yi işâret ederek; "Niçin bunun gibi yapmadınız." diye sordu. Sonra
hocalarının huzurlarından ayrıldılar. İki gün sonra hocası Ahmed Necibî'yi huzûruna çağırıp,
ona teveccühle mânen yüksek derecelere kavuşturduktan sonra icâzet, diploma verdi ve
memleketine gönderdi.
Ahmed Necibî, hocasının huzûrundan ayrılıp, memleketine döndü. Allahü teâlânın izni ile
mânâ âlemini görüyordu.
Ahmed Necibî, İşbiliye'de bir müddet kaldıktan sonra, Mısır'a gitmek için yola çıktı. Mısır'da
iken büyük bir kıtlık ve vebâ olmuştu. Ahmed Necibî, yolda giderken açlıktan süt
çocuklarının öldüklerini gördü. "Yâ Rabbî! Bu hâl çok acı." diye niyâzda bulundu. Bunun
üzerine; "Ey kulum! Sana bir zarar verdim mi?" diye bir ses işitti. "Hayır!" cevabını verince;
"Bu hale îtirâz etme. Ölen çocuklar veled-i zinâdır. Halktan ölenler ise, benim emirlerime
uymayıp yasaklarımdan sakınmayanlardır. Bunun için onları cezâlandırdım. Bu hususta
kalbinde bir sıkıntı keder olmasın." dedi ve ses kayboldu. Bunun üzerine halkın o hâli
sebebiyle üzüntüden kurtuldu.
Yine Mısır'da bulunduğu sırada, ibâdet ve zikir ile meşgûl olurdu. Geceleri Cebcîne denilen
kabristâna giderdi. Bu sırada Allahü teâlâ ona, kabirdekilerin hâllerini gösterirdi. Azap
içerisinde olanlar ile, nîmet ve mükâfât içerisinde bulunanları görürdü.
Ebü'l-Abbâs hazretleri Mısır'da vefât etti. Birçok Sahâbe ve Tâbiîn kabirlerinin bulunduğu
Benî Kende kabristânına defnedildi.
Ahmed Necibî bir gün İşbiliye'de iken rahatsızlandı. Sırt üstü uzandığında, âniden yeşil,
beyaz ve kırmızı renkte büyük kuşlar gördü. Hepsinin kanatları bir anda inip kalkıyordu. Yine
bâzı şahıslar gördü. Ellerinde hediyelerle dolu tabaklar vardı. O anda hâtırına tabaklardaki
hediyelerin ölüm hediyeleri olduğu geldi. O şahıslardan birisi ona; "Henüz senin vaktin
gelmedi. Bunlar, vakti gelmiş müminlere âit hediyelerdir." dedi. Kayboluncaya kadar onları
seyretti.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.300
AHMED NAMIKİ CAMİ
AHMED NAMIKİ CAMİ
Horasan'ın büyük velîlerinden. İsmi Ahmed bin Ali Nâmıkî Câmî, künyesi Ebü'l-Hasan'dır.
Eshâb-ı kirâmdan Cerîr bin Abdullah'ın (r.anh) soyundandır. Horasan'ın Nâmık köyünde 1049
(H.441) senesinde doğdu. Sonradan Câm kasabasına yerleşti. Bu yüzden Nâmıkî ve Câmî
nisbeleri ile tanındı.
Ahmed Câmî hazretleri ümmîydi. Yâni okula gitmemişti. Yirmi iki yaşında iken tövbe etmek
nasîb oldu. O yaşa kadar arkadaşları ile zevk ü sefâ içinde yiyip içerdi. Bir gün içki getirmek
sırası ona geldi. Bulundukları yerde kırk küp içkileri vardı. İçki almak için gidip baktığında
hiç birinde şarap bulamadı. Şaşırıp kaldı. Sonra merkebi ile şarap için bağa gitti. Oradaki
şarapları merkebe yükledi. Merkep yürümemekte inâd ediyordu. Hayvanı şiddetle dövmeye
başladı, sonra âniden; "Ahmed niçin bu hayvanı incitirsin? Onu biz yürütmüyoruz. Biz irâde
etmeden yürümeyeceğini bilmiyor musun? Arkadaşların özrünü kabûl etmezse, biz kabûl
ederiz." diye bir ses işitti. Hemen yere kapandı ve; "Yâ Rabbî! Tövbe ettim. Bundan sonra hiç
şarap içmeyeceğim. Emreyle merkep yürüsün. O insanlara mahcûb olmayayım. " dedi.
Merkeb yürümeye başladı. Arkadaşlarının yanına varıp şarabı önlerine koyduğunda, ona sen
de iç dediler. "Ben tövbe ettim." dedi. Fakat içirmek için ısrâr ettiler. Âniden kulağına yine
bir ses geldi; "Yâ Ahmed! Ellerinden al, iç ve içtiğin bardaktan onlara da içir." diyordu.
Hemen alıp içti, şarap bal şerbeti olmuştu. Allahü teâlânın kudreti ile şarap şerbete
çevrilmişti. Orada bulunanlara da tattırdı, hepsi tövbe ettiler ve dağıldılar. Sonra dağa çıktı,
uzun müddet insanlardan uzak durdu. İbâdet ve nefs terbiyesi ile meşgûl oldu. Seneler sonra
bir gün kalbine; "Ahmed! Hak yoluna böyle mi giderler? Kavminden senin üzerinde hakları
olan birçok insanı bıraktın." düşüncesi geldi. İnsanların arasına döndü ve eline bir odun alıp,
evvelki şarap küplerini kırmaya başladı. Köyün muhtarına onu şikâyet edip; "Ahmed delirdi.
Şarap küplerini parçalıyor." dediler. Muhtar, bir adam gönderip onu evden çıkardı ve atların
bulunduğu ahırda hapsetti. O da ahırın bir köşesine oturdu. Ellerini başına koyup;
"Katır, şarap küpüyle hiç durmadan dönüyor,
Ey gönül! Allah için sen de gel bir defâ dön."
beytini okudu. Bu sözlerini işiten ahırdaki atlar, önlerindeki otları yemeyi bırakıp, başlarını
duvarlara vurmaya başladılar. Gözlerinden yaşlar akıttılar. Atların bakıcıları bu hâli görüp
muhtara haber verdiler. Muhtar gelip onu serbest bıraktı ve özür diledi.
Yine dağa dönüp gitti. Nice yıllar orada kalıp, ibâdet ve tâat ile meşgûl oldu. Artık okuyup
yazmaya başladı. Kur'ân-ı kerîm ile diğer temel dînî kitapları, din büyüklerinin hayâtını
devamlı okuyordu. Bir taraftan da bâzı kimselerin üzerinde hakları olduğunu düşünüyordu.
Acaba onları nasıl ödeyecekti. Bu düşünceler içindeyken, kalbine şöyle bir nidâ geldi:
"Ahmed! Sen, insanı Allahü teâlâya kavuşturan yolda iyi gidiyorsun. Allahü teâlânın lütfuna
ve keremine olan tevekkülün sebebiyle, senden alacaklı olanların borcunu, O, nihâyetsiz
hazînesinden fazlasıyla öder. Gerçekte rızıkların hakîkî sâhibi de odur..."
Bundan sonra Allahü teâlâ, nihâyetsiz ihsân hazînesinden onun üzerinde hakları bulunanların
ve ona muhabbeti olanların her birine, her gün bir batman (7.692 kg) buğday verirdi. Şöyle ki,
alacaklılar her sabah o bir batman buğdayı sandıklarında bulurlardı. Bu buğday, o gün
evdekilerin hepsine yeterdi. Hattâ misâfirleri gelse, onlara da yetip artardı. Bir zaman sonra,
ona verilen mânevî bir işâret üzerine tekrar insanlar arasına döndü ve doğru yolu göstermeye
başladı. Sirac-üs-Sâirîn kitabını yazdığı âna kadar 80 bin kişi elinde tövbe etti.
Ahmed Câmî'nin oğullarından Zâhirüddîn Îsâ, babasının elinde 600 bin kişinin tövbe ederek
doğru yolu bulduklarını bildirmiştir.
Kendisine sordular ki: "Biz geçmiş velîlerin kitaplarını, kerâmetlerini okuyor ve âlimlerden
dinliyoruz. Ama sizde meydana gelen haller çok azında görülmüştür. Bunun sebeb-i hikmeti
nedir?" Buyurdu ki: "Velîlerin çektiği bütün sıkıntıları çektik. Allahü teâlâ onlara ayrı ayrı
verdiği kerâmetleri, ihsân ederek, Ahmed'e hepsini verdi. Her dört yüz yılda, bir Ahmed'e
böyle ihsânlarda bulunur ve bu ihsânları da herkes görür."
Nitekim Ahmed Câmî'den dört yüz sene sonra gelen İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî
Ahmed Fârûkî hazretlerine de Allahü teâlâ böyle ikrâmlar, hattâ daha büyük makamlar ihsân
eylemiştir. Bu, Allahü tealânın husûsî bir ihsânıdır, dilediğine nasîb eder. O'nun ihsânı
boldur.
Ebû Saîd Ebü'l-Hayr hazretlerinin, ibâdet ederken giydiği bir hırkası vardı. Hattâ, bu hırkanın
hazret-i Ebû Bekr'e âit olduğu, elden ele, ona kadar geldiği de söylenirdi. Ahmed Nâmıkî
hazretlerine hırkayı ulaştırması için, Ebû Saîd'e mânevî bir işâret gelmişti. Ebû Saîd'in oğlu
Ebû Tâhir hazretleri, babasında bulunan bu mübârek hırkayı taşımak selâhiyetinin kendisine
verilmesini arzu ediyordu. Ebû Saîd keşf yoluyla oğlunun bu düşüncesini anlayıp; "Sizin
istediğiniz bu selâhiyeti başkasına verdiler." buyurdu. Orada bulunanlar bu sözlerle ne demek
istediğini anlayamadılar. Sonra oğlu Ebû Tâhir'e vasiyet edip; "Benim vefâtımdan yıllar
sonra, uzun boylu, şöyle şöyle şekilde, adı Ahmed olan bir genç hânekâhın kapısından girip
gelir. Sen de o zaman, talebelerin içerisinde benim yerimde oturmuş olursun. Bu hırkayı
muhakkak ona teslim eyle!" buyurdu.
Ebû Saîd vefât edip aradan uzun yıllar geçince, Ebû Tâhir bir gece rüyâsında, babası Ebû
Saîd'in dostlarıyla birlikte, acele ile bir yere gittiklerini gördü ve nereye gittiklerini sordu. Ebû
Saîd; "Sen de gel! Evliyânın kutbu geliyor." buyurdu. O da acele etmek istedi, fakat
uyanıverdi. Ertesi gün Ebû Tâhir, talebelerin içerisinde babasının yerinde oturmuştu.
Babasının târif ettiği şekilde bir genç içeri girdi. Ebû Tâhir geleni hemen tanıdı. Ona çok izzet
ve ikrâmlarda bulundu. Çok hürmet gösterdi. Babasının emânet ettiği hırkayı çok seviyor,
bunu başkasına teslim etmenin kendisine çok zor geleceğini düşünüyordu. Bu sırada, gelen
genç (Ahmed Câmî); "Ey efendim! Emânete riâyet lâzımdır." deyince, Ebû Tâhir buna
sevinip kalktı, Ebû Saîd'in kendi elleriyle astığı yerden hırkayı alıp, gelen gencin sırtına
giydirdi. Ahmed Câmî hazretlerine gelinceye kadar, evliyâdan 22 kişinin bu hırkayı giydikleri
bildirilmiştir.
Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretleri uzun riyâzetler ve mücâhedelerden nefsin isteklerini
yapmayıp istemediklerini yaparak insanlar arasına dönüp, bir yandan onlara İslâmiyeti
anlatırken, diğer taraftan yüzlerce eser yazdı. Âlimlerin herbirisi bu kitapları çok beğendi.
Çok yüksek velîydi. Bütün mahlûkâta karşı çok merhametli ve çok cömertti. Herkese maddî
ve mânevî iyilik ederdi. Sıkıntısı olanlar kendisine mürâcaat ederlerdi.
Büyüklerden HâceEbü'l-Kâsım isminde biri vardı. Malı da, hayrı da çoktu. Dâimâ âlimlerin
ve velîlerin hizmetlerinde bulunurdu. Geçmiş evliyânın kabirlerini ziyâret eder, mübârek
rûhâniyetlerinden feyz alırdı. Hikmet-i ilâhî başına öyle bir hâl geldi ki, bütün malı elinden
çıktı. Muhtaç bir hâle düştü. Kime gideceğini bilemiyor, kimseden bir şey isteyemiyordu.
Yaşlı ve zayıf olduğu için, çalışıp kazanması da mümkün değildi.
Bir gün sıkıntılı şekilde câmide oturuyordu. Yaşlı bir zât içeri girip iki rekat namaz kıldı.
Sonra bir köşede sıkıntılı ve üzüntülü bir hâlde oturan Ebü'l-Kâsım'ın yanına gelip selâm
verdi. Nûr yüzlü ve çok heybetli biriydi. Heybeti Ebü'l-Kâsım'ı kaplamıştı. Selâma cevap
verdi. Gelen zât; "Niçin sıkıntılı oturuyorsunuz?" dedi. O da, içinde bulunduğu durumu
anlattı. Gelen zât; "Ahmed bin Ali'yi (Ahmed Câmî'yi tanır mısın?" dedi. Ebü'l-Kâsım; "Evet.
Eski dostumdur." dedi. O zât; "Onun yanına git. O, kerâmet sâhibi bir kimsedir. Senin
derdine dermân olur." dedi. Ebü'l-Kâsım, ertesi gün Ahmed Câmî hazretlerinin yanına gitti.
Selâm verdi. Ahmed Câmî selâmını alıp; "Ne haldesin?" buyurdu. O da hâlini anlattı. Ahmed
Câmî buyurdu ki: "Kaç gündür seni düşünüyordum. Başına bir iş gelmiş olabileceğini tahmin
etmiştim. Fakat sen hiç üzülme. İnşâallah, Allahü teâlâ işini kolaylaştırır. Bir çâresi bulunur.
Biz de duâ edelim."
Ahmed Câmî hazretlerinin bu güzel sözleri, Hâce Ebü'l-Kâsım'ı rahatlatmıştı. Ertesi gün
tekrar Ahmed Câmî'nin huzûruna geldi. Ahmed Câmî onu görür görmez; "Allahü teâlâ senin
işini kolaylaştırdı. Senin bir günlük ihtiyacın ne kadardır?" diye sordu. O da, bir günlük
ihtiyâcına yetecek altın mikdârını söyledi. Ahmed Câmî hazretleri; "Senin ihtiyâcını şu taşa
havâle eylediler. Her gün gelir ihtiyâcın kadar altını oradan alırsın." buyurdu.
HâceEbü'l-Kâsım; "Peki efendim." deyip teşekkür etti ve o taşın yanına gitti. Taşın altında bir
mikdâr altın vardı. Onu aldı sonra, Ahmed Câmî'nin huzûruna gidip; "Efendim! Mâlûmunuz
olduğu gibi ben ihtiyarım. Çocuklarım da var. Ben öldükten sonra onların hâlleri nice olur?"
dedi. Bunun üzerine; "Hıyânet etmemek şartı ile, oğullarından hangisi gelirse, o altını alır."
buyurdu.
Hâce Ebü'l-Kâsım, her gün gider ihtiyacı kadar altını alırdı. Bu hal, vefâtına kadar devâm etti.
Vefât ettikten sonra uzun yıllar oğulları gelip oradan altın aldılar. İçlerinden biri hıyânet
edinceye kadar böyle devâm etti. Biri hıyânet edince bir daha o taşın altında altın bulamadılar.
Bir zamanlar, Ahmed Câmî hazretleri Herat'a gitmek istedi. Bu haber tellâllar vâsıtasıyla
Herat ve civarında yayıldı. Genç-ihtiyar bütün halk sokaklara döküldü. Herkes, kendisini
görmekle şereflenmek, mübârek sözlerini duyabilmek arzusuyla yanıyordu. Bir taht yaptırarak
onun üstünde oturmasını ve tahtı da omuzlarında taşımak istediklerini bildirdiler. Kabûl
etmedi fakat çok ısrâr edilince çâresizlikten kabûl etti. O zamanda bulunan en büyük
velîlerden dört kişi, tahtın kollarından tuttular. Böylece bir saat kadar gittiler. "Tahtı yere
koyunuz. Size bâzı söyleyeceklerim var." buyurdu. İndirdiler. "İrade nedir, bilir misiniz?"
diye sordu. "Siz buyurunuz." dediler. "İrâde, söz dinlemektir." buyurdu. "Öyledir." dediler. "O
halde siz atlarınıza bininiz, tahtı da diğerleri taşısınlar. Biz de sizinle aynı hizâda bulunmuş
oluruz." buyurdu. Bu teklifi kabûl edip, tahtı başkalarına verdiler. Herkes bereketlenmek için
tahtı birkaç adım taşıdı, sonra sırayla diğerleri alırdı. Fakat insan çokluğundan herkese sıra
gelmedi. Şehre geldikleri zaman, Şeyh-ül-İslâm Abdullah-i Ensârî hazretlerinin konağına
indiler.
Herat şehrinde Abdullah zâhid isminde bir zat vardı. Senenin oruç tutması câiz olmayan beş
günü hâriç, otuz senedir bütün sene boyunca oruç tutardı. Herkes tarafından tanınır, sözleri
kıymetli olup, dinlenirdi. Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretlerinin Herat'a geldiğini haber alıp,
hanımına; "Elbisemi getir. Üstad Ahmed hazretlerinin büyük velî olduğunu söylüyorlar. O
gelmiş. Bakalım hâli nasıldır?" dedi. Hanımı dedi ki: "Eğer onu denemek, imtihan etmek için
gidiyorsan sakın gitme, çünkü o senin zannettiğin gibi değildir. Eğer sohbetinde bulunmak,
sözlerinden istifâde etmek niyetin varsa, git ve ne derse riâyet eyle. Eğer söylediklerine
uymazsan ziyân edersin." Zâhid kızıp; "Haydi elbisemi getir! Sen böyle şeyleri bilmezsin."
dedi.
Elbisesini giyip, Ahmed Câmî'nin huzûruna gelip, selâm verdi. Ahmed Câmî selâmını aldı
ve; "Bize selâm vermeye niyet ettiğin zaman, hanımının sana ne söylediğini hatırlıyor
muydun? Söz dinler misin?" buyurdu. Zâhid; "Söylenilen söz doğru olduktan sonra niçin
tutmayayım, niçin söz dinlemeyeyim." dedi. Bunun üzerine Ahmed Câmî buyurdu ki:
"Geri dön. Falan mahalleye git. Muhammed Kassab-ı Mervezî'nin dükkânında, kenarda
çengelde asılı olan kuzu etini satın al. Bakkaldan da biraz pekmez ve yağ al. Kendi elinle
evine götür. Çünkü hadîs-i şerîfte; "Bir kimse kendi ihtiyâcını kendi taşırsa, kibirden uzak
olur." buyruldu. Eti pişir, tatlıyı da yanına alıp, hanımınla berâber ye. Sonra gusül eyle. Sonra,
bu zamâna kadar isteyip de elde edemediğin bir şey varsa, gel Ahmed Câmî'ye talebe ol.
Onun sözünden hiç çıkma!" buyurdu.
Zâhid, bana yapamayacağım şeyleri söylüyor. Ben otuz senedir gündüz bir şey yemiyorum
ki... diye düşündü. Bunun üzerine Ahmed Câmî hazretleri; "Zâhid, neler düşünüyorsun?
Haydi! Bunlar kolaydır. Korkma!Eğer bunları yapmak sana çok zor geliyorsa Hâce
Ahmed'den (kendisinden) yardım iste!" buyurdu.
Zâhid kalktı ve Ahmed Câmî hazretlerinin söylediklerini yerine getirdi. Eti pişirdiler. Tatlı
yaptılar ve yediler. Hamama gidip gusledince, şehrin dört duvarı arasında bulunan şeyler
kendisine keşf olunmaya, onları görmeye başladı. Sonra Ahmed Câmî'nin yanına geldi.
Ahmed Câmî kendisine; "Ahmed'in bunda kabahati yoktur. Eğer şehrin dört duvarı içinde
olan şeylerin keşfini değil de, dünyânın dört bucağı arasında bulunan şeylerin keşfini
isteseydin, elbette o da verilirdi." buyurdu.
Bir gün Herat'ta bulunan bâzı âlimler, Ahmed Câmî hazretlerine geldiler. Aralarında sohbet
ederlerken, söz mârifet ve tevhîd konusuna gelince Ahmed Câmî; "Siz mârifet ve tevhîd
hakkındaki sözleri taklid ile söylüyorsunuz." buyurdu. Onlar; "Nasıl olur. Bizim her birimizin
zihninde, Allahü teâlânın varlığına binlerce delîl vardır. Siz ise bizim bunları taklid ile
söylediğimizi söylüyorsunuz." dediler. Onlara; "Eğer her biriniz on bin delîl hıfzetse, yine
mukallidsiniz." buyurdu. "Bize bu sözünüzün doğru olduğunu isbât edebilir misiniz?" dediler.
O da, hizmetçiye bir leğen ve üç tâne inci getirmesini emretti. Ahmed Câmî incileri leğendeki
suyun içine bıraktı ve; "Her kim sözünde sâdık ise, leğenin yanına gelip
Bismillâhirrahmânirrahîm dese, bu üç inci tanesi bir tâne olur." buyurdu. Onlar; "Bu şaşılacak
bir şeydir." dediler. Ahmed Câmî; "Siz deyiniz! Sıra bana gelince ben de söyleyeceğim."
buyurdu. Onlar, sıra ile dediler. İncilerde herhangi bir değişiklik olmadı. Sıra kendisine
gelince, leğen üzerine gelerek; "Bismillâhirrahmânirrahîm." dedi. Üç inci, leğen üzerinde
yuvarlanmaya başladı. "Allahü teâlânın izni ile durunuz!" deyince inciler durdu. Birbirine
karıştı ve deliksiz tek bir inci oldu. Hepsi hayret ettiler.
Ahmed Câmî hazretlerinin bir zaman canı zerdâli istedi. Nefsine; "Bir yıl oruç tutarsan
zerdâli veririm." dedi. Nefsi bunu kabûl etti. Bir yıl oruç tuttu. Bir yıl, tamam olunca nefsi
seslenip; "Ben hizmetimi bitirdim. Sen de verdiğin sözü yerine getir!" diyordu. Babadan
miras kalan bir bağı vardı. Oraya gitti. Bağda bir hayvan öldürülmüş ve karnı deşilmişti.
Mîdesinde çiğnenmeden yutulan zerdâliler vardı. Onlardan bir tane alıp temizledi. Nefsi
feryad edip; "Senin bana vermeyi söz verdiğin zerdâli böyle hayvan mîdesinden çıkarılan
zerdâli değildi." dedi. "Bu da zerdâlidir. Eğer îtirâz edersen, bunu da vermem." dedi. Nefsi
kabûl etmedi. "Tek bana bunu verme! Başka bir şey istemem." dedi. Sonra birkaç tâne
zerdâliyi daldan kopararak eline aldı. Dostu Ebû Tâhir'in yanına varınca, zerdâlileri önüne
koydu. "Ahmed! Bize vakıf zerdâlisi mi getirdin?" dedi. "Vakıf değildir. Kendi ağacımdan,
kendi elimle toplayıp getirdim." dedi. "Vakıf zerdâlisi getiriyorsun, sâhibiyim diye bize
veriyorsun, bizi görmüyor sanıyorsun." dedi. Edepsizlik olmasın diye sustu. İçinden de
Allahü teâlâya münâcaat edip; "Yâ Rabbî! Sen de biliyorsun ki, bu zerdâlileri, babamdan
bana mîras kalan bağdaki kendi ağacımdan alıp getirdim. O ise vakıf zerdâlisi olduğunu
söylüyor. Bu işin doğrusunu onun kalbine ilhâm eyle!" dedi. Biraz sonra Ebû Tâhir oğlunu
çağırıp; "Git, kendi süründen bir koyun getirip kes. Açlık Ahmed'in başına ve beynine
vurmuş, ne söylediğini bilmiyor. Vakıf zerdâlisini, kendi malı sanıyor. Çorba ve et
pişirsinler." dedi.
Çorba ve eti pişirip getirdiler. Ahmed Câmî'nin gönlüne, bu etten ve çorbadan yememek
geldi. Çünkü helâl değildi. Sâdece kuru ekmek yedi. Ebû Tâhir; "Niçin yemiyorsun?" diye
sorunca; "Böyle hoşuma gidiyor." dedi. Isrâr etti. Bunun üzerine kalbine gelen ilhâmı anlattı.
Oğlunu çağırıp, koyunu nereden getirdiğini sordu. Oğlu; "Sürü uzak gitmişti. Siz acele
istediğiniz için, eti falan kasaptan aldım." dedi. Kasabı çağırıp sordular. "Bu koyunu bekçi
haksız olarak bir yerden almış. Bana getirdi. Ben de kestim. Yarısını bekçi alıp gitti. Diğer
yarısını da, oğlunuz gelince ona sattım." dedi.
Bu hal anlaşılınca, Ebû Tâhir başını önüne eğdi. Ahmed Câmî de kalkıp yakında bulunan
mağaraya gitti. Orada ona bir ağlama hâli geldi. "Yâ Rabbî! O etin durumunu ona gösterdin.
Zerdâlinin de durumunu ona ihsân eyle." diye münâcaatta bulundu. Bu sırada Ebû Tâhir
mağaraya geldi. Arkasından Hızır aleyhisselâm geldi ve; "Ey Ebû Tâhir! Ahmed'in malına
vakıf dersin. Şüpheli ete helâl dersin. Bunu kimden öğrendin? Ahmed'in mertebesi çok
yüksektir." buyurdu. Ebû Tâhir o zaman meseleyi anlamış oldu.
Ahmed Nâmıkî Câmî, bir nehrin kenarında oturmuş bir talebesine tasavvuf yolunda, Allahü
teâlânın sevdiklerine ne kadar lütuf yapmış olduğundan bahsediyordu. Bu sırada nehri
gösterip; "Eğer Allahü teâlânın dostları, sevdikleri, işâret edip, ey su! Geri dön ve yukarı
doğru ak! deseler, geri dönüp yukarı doğru akar." buyurması ve işâret etmesiyle su gerisin
geri akmaya başladı.
Bir gün bir dağın eteğinde oturmuş talebelerine ders anlatıyordu. Yanına birisi gelip abdest
almak için su istedi. Ahmed-i Nâmıkî Câmî; "Falan yerde çeşme var. Oraya git, abdest al."
buyurdu. O şahıs çeşmenin olduğu yeri bilmiyordu. Bunun üzerine Ahmed Nâmıkî parmağı
ile; "İşte şurasıdır." diye işâret etti. O anda târif ettiği yerdeki çeşme Allahü teâlânın izni ile
yerinden kalkıp, havaya yükseldi ve bir mikdâr havada kaldı. O şahıs da gidip abdest aldı.
Orada bulunanlar, buna şahid oldular.
Ebü'l-Hasan Salah isimli bir zât gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Dört halîfesi
sağ tarafında, Ahmed-i Câmî hazretleri sol tarafında oturuyordu. Resûlullah efendimiz
Eshâb-ı kirâm ile konuşuyordu. Konuşmaları bitince, Ebü'l-Hasan selâm verip huzûra
yaklaşarak; "Yâ Resûlallah! Bugün kendisine uyulacak zât kimdir? Kime uymak lazımdır."
diye sordu. Resûlullah efendimiz, Ahmed-i Nâmıkî Câmî'yi işâret ederek; "Ehl-i sünnet
vel-cemâat, Ehl-i sünnet vel-cemâat, Ehl-i sünnet vel-cemâat." buyurdular. Ehl-i sünnet
vel-cemâat ile Ahmed Nâmıkî'yi kasdetmişlerdi.
Ahmed-i Nâmıkî Câmî'yi sevenlerden birisi bir gün; "Ahmed Nâmıkî hazretlerinin yanına
gideyim, mübârek eliyle ağzıma bir lokma koysun." diye aklından geçirdi. Bu zât ile Ahmed
Nâmıkî Câmî'nin bulunduğu yer arasında üç günlük mesafe vardı. Yola çıkıp, Ahmed Nâmıkî
Câmî'nin yanına vardı. O sırada sofra hazırdı. O zâtı da sofraya buyur ettiler. Ahmed-i
Nâmıkî eline bir lokma aldı ve o zâtın kulağına; "Senin istediğin bu ise, işte lokma." deyip,
ağzına koydu.
Mukrî Mehmed isimli bir zât bir gün Ahmed-i Nâmıkî'ye gidip; "Hiç bir şeyim yok, çalışıp
kazanacak halde de değilim. Hem çok zayıfım. Babama söyle de bana servetinden bir şeyler
versin." dedi. Ahmed Câmî; "Ey Mukrî! Gönlü böyle şeylere bağlamamalı. İnsan kanâatkâr
olmalı." buyurdu. Buna rağmen o; "Nasıl kanâatkâr olayım ki?" dedi. Ahmed Câmî; "Az veya
çok bir şeyin de mi yok?" diye sorunca; "Hiçbir şeyim yok." dedi. Bunun üzerine Ahmed
Câmî; "Sen önce falanca yere sakladığın altınlarını harca bakalım. Ondan sonra Allahü teâlâ
sana başkasını ihsân eder." buyurdu. Mukrî Mehmed; "Hangi altından bahsediyorsunuz ve ne
kadar?" diye sorunca, Ahmed Câmî parmağı ile on sekiz dinara kadar saydı. "On sekiz buçuk
dinarı da gördüm." buyurdu. Bu durum karşısında o zât mahcûb oldu ve yaptığına tövbe etti.
Ahmed Nâmıkî 1142 (H.536) senesi Ocak ayında vefât etti. Meşhed ile Herat arasındaki
yolun tam ortasında Türbei Câmî bahçesine defnedildi.
Ahmed Nâmıkî Câmî'nin vefâtından bir süre sonra bir harb çıktı. Bu harpte Kâdı İmâdüddîn
Vâsıtî isimli bir zât yaralanmıştı. Yaralı hâlde bir medresede kalıyordu. Talebelerinin çoğu
dağılmış, yanında birkaç kişi kalmıştı. Medresede, yalnız, garip, kimsesiz bir halde kalıyordu.
Durumu epeyce ağırlaşmıştı. Kendisini tedavî edecek kimse de yoktu. Çok sıkıntılı bir
durumdaydı. Bu hâlde iken bir gece bulunduğu odada bir nûr göründü. Ne olduğunu
bilmiyordu. Birisi gelip, elini onun başına koydu. O anda çok ferahladı. Ona; "Siz kimsiniz,
sizi tanıyor muyum." diye sordu. O zât; "Ben Ahmed-i Nâmık-i Câmî'yim." dedi. Bunun
üzerine onu tanıyıp; "Ey efendim!Bak ne hâldeyim. Âciz, kimsesiz ve bîçâreyim." dedi.
Ahmed Nâmıkî; "Ben senin yaralarını tedâvî için geldim." buyurdu ve elini yaraları üzerine
koydu. Dokunduğu yer iyileşiyordu. Uyandığında elli kadar yaradan hiç eser yoktu.
Ahmed Nâmıkî Câmî'ye Ehl-i sünnet vel-cemâat olmanın şartlarını sorduklarında şöyle
buyurdu:
Ehl-i sünnet ve cemâatten olmanın şartları hakkında çok meseleler vardır. Bu meseleleri
bilmek, namazı, orucu, haccı bilmek gibi farzdır. Bunlar öyle farzdır ki, îtikâd doğru olup da,
namazda, oruçta ve diğer ibâdetlerde bir noksanlık olursa ve bu noksanlık kasden olmazsa
affedilebilir. (Eğer affolunmazsa, insan Cehennem'e girse bile, sonunda yine kurtulur.) Fakat,
Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdında bir sarsıntı olursa, bid'at sâhibi olunmuş olur.
Ve bid'at sâhibini de Allahü teâlâ affetmez. İtikâdda bid'at sâhibi olan bir kimseye azap vâcib
olur. Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdına sarılmak ve bid'atten çok sakınmak lâzımdır. Bu
sözlerimizin senetlerini de bildirelim ki, söylediklerimiz boş söz zannedilmesin.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
"Allahü teâlâ, halîfelerime rahmet etsin." Denildi ki: "Yâ Resûlallah! Sizin halîfeleriniz
kimlerdir?" "Sünnetimi ihyâ edenler ve onu Allahü teâlânın kullarına öğretenlerdir." buyurdu.
Yine buyurdu ki: "Yâ Ebâ Hüreyre! Sen insanlara benim sünnetimi öğret ki, kıyâmet gününde
senin için parlak bir nûr olsun. Önce ve sonra gelenler sana gıpta etsin." Yine buyurdu ki:
"Ben insanlarla, onlar "Lâ ilâhe illallah" diyene kadar savaşmakla emrolundum. İnsanlar bunu
(Kelime-i tevhîdi) söyleyince, benden kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Ancak
İslâmiyetten doğan haklar bundan müstesnâdır. Onların hesapları ise (kalblerindekini bilen)
Allahü teâlâya âittir." Yine buyurdu ki: "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunların
yalnız biri Cennet'e girecek, ötekilerin hepsi Cehennem'e gidecektir." Yine buyurdu ki:
"Şefâatim, Kelime-i şehâdeti ihlâs ile söyleyen, dili kalbini, kalbi de dilini tasdîk eden kimse
içindir."
Bu tür haberler çoktur. Daha fazlasını söylersek söz uzar. Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân
etmiş olan mümin ve îtikâdı düzgün bir kimseye bu anlattıklarımız yeter. Eğer buna îmânı
yoksa, onun sünnet ve cemâat ile zâten alâkası yoktur. Biliniz ki, Ehl-i sünnet ve cemâatin
meseleleri, alâmetleri çoktur. Ama onun esası ve kâidesi on meseleye dayanır. Bu on
meseleyi mutlaka bilmek lâzımdır.
Ebü'l-Hasan bin Ali'nin bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz buyurdular ki: "Sünnet
ve cemâat üzere olana, Allahü teâlâ her bir gün için, bin nebî sevâbı yazar ve her bir gün için,
ona Cennet'te bir şehir binâ eder. Kaldırdığı ve koyduğu her adım için ona on iyilik yazar.
Cemâat ile namaz kılana, her bir rekati için bir şehid ecri (sevâbı) yazar."
Eshâb-ı kirâm, (aleyhimürrıdvân) dediler ki: "Yâ Resûlallah! Bir kişinin sünnet ve cemâat,
üzere olduğu ne zaman (ne ile) bilinir?" buyurdular ki:
"Şu on haslet kendisinde mevcut ise (o kişinin Ehl-i sünnet ve cemâat üzere olduğu) bilinir:
1) Cemâati terk etmez, 2) Eshâbımı söz ile kötülemez, sövmez. 3) Bu ümmete (müslüman
ümmete) kılıçla karşı çıkmaz. Kılıç çekmez. 4) Kaderi tekzîb etmez (kadere inanır), 5)
Îmânda şüphe etmez, 6) Allahü teâlânın dîninde münâzaa (îtirâz, münâkaşa) etmez, 7) Ehl-i
kıble olarak ölen kimsenin cenâze namazını kılmayı terk etmez, 8) Tevhîd ehli bir kimseye
günahı sebebi ile (büyük bir günah işlese bile) kâfir demez, 9) Seferde ve hazerde (mukim ve
yolcu iken) mest üzerine meshi terk etmez, 10) İyi veya günahkâr olan imâmın arkasında
namaz kılar ve cemâati terk etmez. Bu hasletlerden birisini terkeden, sünnet ve cemâati
terketmiş olur."
Gerek hadîs-i şerîfler ile bildirilen, gerek din imâmlarımız tarafından Ehl-i sünnetin şiârı
olarak, Selef-i sâlihînden bize ulaşan bu on haslete sâhip kimsenin, Ehl-i sünnet ve cemâatten
olduğu anlaşılır. "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" diyen kimsenin, erkek olsun
kadın olsun, iyi olsun kötü olsun, mümin olduğu kabûl edilir. Ona kız verilir ve onunla
evlenilir. Ona müminlerden mîrâs düşer. Onun mîrâsı da müminlere düşer. Ona müminlere
âit hükümler tatbik edilir. Vefât ettiği zaman cenâze namazı kılınır. Müminlerin kabristanına
defn olunur. Eğer Kelime-i şehâdeti kalbi ile de tasdîk ederek gönülden söyleyip ve bu hal
üzere Allahü teâlâya kavuşmuş ise, onun yeri Cennet'tir. Eğer kalpten söylememiş ise,
münâfık olur. Zâhire göre şehâdet söylediği için, onu müminlerin ahkâmına tâbi tutarlar. Eğer
nifak üzere Allahü teâlânın huzûruna varırsa, onun yeri dereke-i esfel (Cehennem'in en aşağı
derecesi) olur. Şöyle ki, Nisâ sûresinin 145. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Muhakkak ki
münâfıklar, Cehennem'in en aşağı tabakasındadırlar (Cehennem'in dibindedirler)..." buyruldu.
Kelime-i şehâdeti söyleyen bir kimseye, töhmet (suçlama) ve taassub (husûmet) ile, mümin
değildir, demek için kimseye müsâade verilmemiştir. Nitekim Nisâ sûresinin 94. âyet-i
kerîmesinde meâlen; "...Size İslâm selâmı veren kimseye, dünyâ hayâtının geçici nîmet ve
menfaatine göz dikerek sen mümin değilsin demeyin..." buyruldu. Öyle ki, Kelime-i şehâdet
söyleyenlerin hepsini mümin kabûl etmelidir. Büyük günahları varsa, bu sebeple kendilerine
küfür ve nifak damgasını vurmamalıdır. Kendi îmânında ve onların îmânında şüphe
etmemelidir. Çünkü Allahü teâlâ, günâhkârları mümin olarak isimlendirdi ve Nûr sûresi 31.
âyet-i kerîmesinde meâlen; "....Ey müminler! Hepiniz Allahü teâlâya tövbe ediniz ki, dünyâ
ve âhiret saâdetine kavuşasınız!" buyurdu. Âsîlere tövbeyi emreden, olanların îmânını kabûl
eden Allahü teâlâya muhâlefet etmek uygun değildir. Allahü teâlânın bu emrinde şüphe etmek
ve bunu reddetmek de aslâ câiz değildir. Müminlerin sözünü ve şehâdetini reddetmek ve
onları yalancı zannetmek de hiç uygun değildir. Çünkü ateşperest, putperest, yahûdî gibi
küfür, şirk ve dalâlet ehli bir kimseden bu Kelime-i şehâdeti işiten bir mümin bunu işittiğine
dâir şâhidlik ederse, bütün İslâm kâdıları, o kimsenin müslüman olduğuna hükmederler."
İyi bir arkadaşın nasıl olacağını anlatırken buyurdu ki:
Tanıştığınız, görüştüğünüz, berâber olduğunuz kimsenin iyi arkadaş mı, kötü arkadaş mı
olduğunu anlamakta dikkat edilecek husus ve ölçü şöyledir: Gördüğünüz, görüştüğünüz,
berâber olduğunuz, birlikte oturup, kalktığınız kimse, sizin Allahü teâlâyı hatırlamanızı ve
unutmamanızı, O'nu dil ve gönül ile anmanızı sağlıyor, bunu tâzeliyor ve kalbinizi uyanık
tutuyorsa, işte o iyi arkadaştır. Ama berâber olduğunuz kimse, Allah korusun cenâb-ı Hakkı
ve O'nun zikrini size unutturuyorsa, gerçekten bil ki, o kimse kötü arkadaştır. Ondan
sakınmak elbette çok lâzımdır. (Ondan, yırtıcı arslandan kaçar gibi hattâ daha çok kaçmalıdır.
Çünkü arslanın yapacağı, olsa olsa canını almaktır. Arslan insanın canını alabilir, onu
öldürebilir. Fakat îmânına zarar veremez. Kötü arkadaş ise, insanın hem îmânının ve hem de
canının gitmesine, onun ebedî felaketine sebeb olur. İyi bir arkadaş, iki cihân için de büyük
saâdettir. Maksada çabuk ulaşmayı sağlar. İnsanlar birlikte yaşarlar ve arkadaşsız olamazlar.
Babamız olan Âdem aleyhisselâm, en güzel yer olan Cennet'te bulunduğu hâlde, kendisine
insan olarak bir arkadaş gerektiğini hissetti ve bunu istedi. Onun sol kaburga kemiğinden
hazret-i Havvâ vâlidemiz yaratıldı.
İyi arkadaşa sâhip olunca, çok hamd etmeli ve hep iyi kimselerle beraber bulunmalıdır ki,
kıyâmette pişmanlık çekilmesin. Kur'ân-ı kerîmde bu hâl bildirilmektedir. İnsana ulaşan her
felâket, kötü arkadaş sebebiyle gelir. Ondan çok uzak durmalıdır. Arkadaşın iyiliği veya
kötülüğü, mutlaka asıl, neseb, akrabâlık gibi sebeplere bağlı değildir. Eshâb-ı Kehf'e yakın
olup, onlardan ayrılmayan Kıtmîr isimli köpek, Kur'ân-ı kerîmde onlarla berâber zikrolundu.
İyi arkadaş, insanı derekelerden (aşağılıklardan) derecelere (yüksekliklere) ulaştırır. Kötü
arkadaş ise, bunun tersini yapar.
Herkes ile arkadaş olma! Konuştuğun kimselerin akıl ve anlayışlarına uygun konuş. Tekebbür
etme, kibirlenme! Sırrını kimseye söyleme! Herkesin sözüne aldanma! İnsanların sözlerine
değil, işlerine bak! Kendi kendisine faydası olmayan kimseden çok sakınmalıdır. Nerede
kaldı ki, onun başkasına faydası olsun. Kötü bir kimse ile arkadaş olan iyi bir kimse, eğer onu
kendisine çevirip iyi yapabilirse ne âlâ, eğer bunu yapamaz, kendisi de ona benzer ve onun
gibi olursa, o zaman çok fenâdır.
Ahmed Câmî buyurdu ki:
"Tövbe, müslüman olsun olmasın, her akıllı kimsenin ihtiyâcı olan bir şeydir. Bir iş yapan ve
onun kötü olduğunu gören herkesin pişman olup, tövbe etmesi vâcib olur. Tövbe etmezse
kendine zulüm etmiş olur."
"Üzerine farz olan ilimlerden bir meseleyi öğrenmek insana, bütün dünyâdaki kazançların
hepsinden yapacağı ve ele geçireceği altın ve gümüşlerinden daha iyi ve üstündür. Tövbe
eden ve etmeyen herkese, ilim öğrenmekten daha iyi hiçbir şey yoktur. İşlerin hepsi ilim ile
doğru olur ve ilimsiz hiçbir iş yapılmaz."
"Tasavvuf büyükleri, öyle zâtlardır ki, günahkâr, serserî, hırsız, bid'at sâhibi, yolunu şaşırmış
v.s. kimseleri kendilerine benzetir, düzeltirler. Bu Allah adamlarının, kendilerine has güzel
koku ve renkleri olur. O kokuyu ve rengi tadan, onlara benzer."
"Kendi zan ve kafasına göre davranarak, başkalarını düzeltmeye çalışmak, çoğu zaman fayda
yerine zarar hâsıl edebilir. Bunun için çok dikkatli ve uyanık olmalı, bir kimsenin saâdetine
vesîle olayım derken, o kimsenin -hattâ kendinin bile felâketine sebep olmamalıdır."
Ahmed Câmî hazretlerinin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Üns-üt-Tâbiîn; (Fârisî olup
Tahran'da basıldı.) 2) Sirac-üs-Sâirîn, 3) Ravdat-ül-Müznibîn ve Cennet-ül-Müştakîn,
4) Bihâr-ül-Hakîka, 5) Es-Sırr-ül-Mektûm, 6) Misbâh-ül-Ervâh, 7) Miftâh-ün-Necât (Bu
kitap Farsçadır ve İhlâs Vakfı tarafından neşredilmiştir). 8) Dîvân.
Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretleri, Herat'ta bulunduğu sırada bir gün Abdullah-i Ensârî'nin
konağına dâvet ettiler. Ahmed Câmî'nin hizmetçisi, yola çıkmaları için ayakkabılarını önüne
koydu. Ahmed Câmî hazretleri; "Bir saat beklememiz îcâb ediyor. Bir iş var." buyurdu.
Beklediler. Bir saat sonra, bir Türkmen, hanımı ve yanlarında 12 yaşlarındaki oğulları ile
geldiler. Çocuğun babası; "Efendim! Allahü teâlâ bize çok mal verdi. Bundan başka
çocuğumuz yoktur. Bu da âmâ olup gözleri görmemektedir. Her tarafı gezdirdik.
Gitmediğimiz yer, varmadığımız doktor kalmadı. Fakat hiçbirisi çare bulamadı. Biz, siz
Allahü teâlâya her ne duâ ederseniz cenâb-ı Hakkın lutfedip kabûl ettiğini biliyoruz. Eğer,
çocuğumuzun göz nûruna kavuşması için duâ ederseniz çok bahtiyar oluruz. Tek gözleri
açılsın, îcâb ederse bütün malımızı fedâ etmeye hazırız. İhsân ederseniz, lutfederseniz çok
seviniriz. Eğer bu arzumuz yerine gelmezse, üzüntümüzden mahvoluruz." dedi.
Ahmed Câmî hazretleri bu sözleri dinledikten sonra; "Nasıl olur? Ölüleri diriltmek, cild
hastasını iyi etmek Îsâ aleyhisselâmın mûcizesi idi. Bu hâlde Ahmed kim olur ki, bu
hastalığın tedâvisini benden istiyorsunuz?" buyurdu. Sonra ayağa kalkıp yürümeye başladı.
Biraz sonra; "Biz ederiz biz." dedi. Orada bulunan herkes bu sözü işittiler. Fakat bir şey
anlayamadılar. Bundan sonra hemen geri dönüp bir yere oturdu ve; "O çocukcağızı bana
getirin." buyurdu. Getirdiler. İki mübârek başparmağını çocuğun iki gözüne sürüp; "Azîz ve
celîl olan Allahü teâlânın izni ile açılın." buyurunca, çocuğun gözleri görür oldu. Bundan
sonra orada bulunan ileri gelenler dediler ki: "Efendim, birinci defâ, ölüleri diriltmek ve cild
hastalarını iyi etmek mûcizesi Îsâ aleyhisselâma âittir. Kendiniz için, bu yolda Ahmed kim
olur ki? dediniz. Daha sonra da, biz ederiz biz, dediniz. Bu iki sözünüz arasındaki irtibâtı
anlayamadık. İzâh buyurur musunuz?" Bunun üzerine Ahmed Câmî hazretleri; "Evvelki söz
kendime âitti. Bundan başkasını diyemezdim. Ama sonradan bana şöyle ilhâm ettiler: Ey
Ahmed! Ölüleri, Îsâ aleyhisselâm mı diriltti? Dilsizleri ve cild hastalarını o mu iyi etti? Biz
ederiz biz. Geri dön. O çocuğun gözlerinin açılması için seni sebep kıldık. Bu söz kalbime
öyle ilhâm olundu ki, ağzımdan da çıkıverdi. O söz ve fiillerin hepsi Allahü teâlâdan idi.
Ahmed'i (beni) sâdece vâsıta kıldı." buyurdular.
Ahmed-i Nâmık-ı Câmî vefât ettikten üç gün sonra Kâdı Alâeddîn Mervezî Câm kasabasına
gelmişti. Ahmed Nâmık hazretlerinin vefâtını öğrenince; "Ben ondan hadîs-i şerîf dinlemeye
gelmiştim. Çünkü, onun sahîh hadîs-i şerîfler ile sahîh olmayanları birbirinden ayırabildiğini
duydum. Yazık, ben onun huzûrunda bulunmaya ona hizmet etmeye kavuşamadım." diyerek
üzüldü. O sırada Ahmed Nâmıkî Câmî'nin yerinde oğullarından Burhâneddîn Nasr
bulunuyordu. O, Kâdı Alâeddîn'i ağırladı. Kâdı Alâeddîn, her gün bir-iki defâ Ahmed
Nâmık'ın kabrine gidip, orada ağlıyordu.
Yine birgün kabrin ayak ucunda oturmuştu. Bu sırada uykuya daldı ve uzun müddet öyle
kaldı. Burhâneddîn Nasr üç kişiyi ona kimsenin dokunmaması için vazîfelendirdi. Kâdı
Alâeddîn uyanınca, Şeyh Burhâneddîn'in kütüphânesinde bulunan hadîs-i şerîf râvilerini
(rivâyet edenleri) anlatan Esânid isimli kitabı yanında buldu. Ağlayarak dergâha geldi.
Burhâneddîn Nasr'a rüyâsını anlatmak istediğinde o rüyâdan haberim var demek isteyerek;
"Anlatmana gerek yok." dedi. Bunun üzerine oradakilere rüyâsını şöyle anlattı:
Ahmed-i Nâmıkî'nin kabri başına oturmuştum. Kendi kendime; "Ne olaydı da onunla
görüşebilseydim. Birkaç hadîs-i şerîf dinleseydim. Bu fırsatı kaçırdım." diye düşünerek hem
üzülüyor hem de ağlıyordum. Bu sırada bana bir ağırlık gelip, uyudum. Rüyâmda Ahmed-i
Nâmıkî hazretlerini gördüm. Yüksek bir yerde oturmuştu. Yanına gidip, selâm verdim. Bana
iltifât etti. O sırada oğlu Burhâneddîn Nasr yanımıza geldi. Ona; "Ey Nasr!Git Esânid isimli
kitabı getir." dedi. O, kitabı getirince huzûrunda ondan pekçok hadîs okudum. Sahîh değildir
dediklerine işâret koyuyordum. Okuma işi bitince; "Ben bunların gerçekten sahîh olmadığını
nereden bileyim." dedim. Bunun üzerine bana; "Ben bunları sana söylerken, o sırada
Resûlullah efendimizi görüyordum. Sahîh olmadığını işâret buyurduklarını sana
söylüyordum, sen de işâretliyordun." buyurdu. Sonra; "Efendim! Esânid kitabını bana
lutfetseniz bizim için büyük devlet olur." dedim. Ahmed-i Nâmıkî; "Ey Nasr! Esânid'i Kâdıya
ver. Bizden ona yâdigâr olsun. Bize de duâ eder." buyurdu. Uykudan uyandığımda; Esânid
kitabını içindeki hadîs-i şerîflerden sahîh olmayanları işâret edilmiş olarak yanımda buldum."
Ahmed Nâmıkî Câmî, ümmîydi gerçi fakat,
Kitap yazıp herkese, ederdi çok nasihat.
Tövbe etmek hakkında, buyurdu: "Ey insanlar,
Büyük bir hazînedir, günahlara istigfâr.
Hak teâlâ buyurdu: "Tövbe edin hepiniz,
Ancak tövbe etmekle, kurtulabilirsiniz."
Benim tövbe edecek, bir hâlim yoktur demek,
Müslümana yakışan, bir söz olmasa gerek.
Şöyle ki, rağbet etse, bir insan bu dünyâya,
O, her bir nefesinde, her an girer günaha.
Zîrâ Peygamberimiz, şöyle buyurmuşlardır:
"Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır."
Bir saatte, bin nefes, insan alıp veriyor,
Bu, yirmi dört saatte, yirmi dört bin oluyor.
İşte bu nefesleri, kul alırsa gafletle,
Yâni sarılmış ise, dünyâya muhabbetle.
Ve bir günah işleyip, üzülmüyorsa şâyet,
Onun her nefesine, yazılır bir mâsiyet.
Bir günde yirmi dört bin, günah eder bu ise,
Demek ki tövbe etmek, ne kadar lâzım bize.
Eğer tövbe edersek, şartlarına uyarak,
Günahları sevaba, çevirir cenâb-ı Hak.
İstiğfârın üç şartı, vardır ki onlar şudur:
Birincisi, günaha, gönülden pişman olur.
İkincisi, Allaha, tövbe eder diliyle,
Üçüncüsü, o işi, terk eder bedeniyle.
Kul, böyle hâlisâne, tövbe ederse şâyet,
Hak teâlâ o kulu, eder af ve mağfiret.
Yerdeki hayvanâtla, göklerdeki melekler,
Onun iyiliğine, her an duâ ederler.
Tövbeyi, sırf günahta, lâzım bilme kendine,
İbâdet yapınca da, lâzımdır tövbe yine.
İbâdeti beğenmek, olur gurur ve kibir,
Bu dahî günah olup, tövbeyi gerektirir.
İslâma hizmetini, bilirse kendisinden,
Hemen tövbe istiğfâr, lâzım olur peşinden.
Bir âlim, kendisini, gayriden bilse iyi,
Bu da bir günah olup, gerektirir tövbeyi.
İnsan her adımını, atarken bile hattâ,
"Günah işlerim" diye, titremeli âdetâ.
Köle, efendisine, hizmette etse kusûr,
Ona, mükâfat değil, elbette cezâ olur.
Kul da, Rabbine karşı, bir kusûr işlemekten,
Korkmalı, titremeli, Cehennem'e düşmekten.
Hâlis kul, bu korkuyla, geçirir günlerini,
Îdâma mahkûm olmuş, biri görür kendini.
İşlediği günahlar, hâtırından çıkmaz hiç,
Bunun ızdırabıyle, bulamaz huzûr, sevinç
Azâba yakalanmak, korku endişesiyle,
Geceleri kalkarak ağlar hep göz yaşıyle.
Günahım af olmazsa, ne olur hâlim acep?
Diye düşünerekten, göz yaşları döker hep.
O kulun bu hâline, gıpta eder melekler,
Öğünür onun ile, basıp geçtiği yerler,
Oturup kalkar ise, bir toprak üzerine,
Diğer yerlere karşı, öğünür o da yine.
Bir su veya dereden, geçtiğinde, o sular,
Ederler onun için, her an tövbe istiğfâr."
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.321
2) Kâmûs-ül-A'lâm; c.1, s.797
3) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.189
4) Nefehât-ül-Üns; s.392
5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.980
6) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.122
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.68
8) Makâmat-ı Ahmed-i Nâmık-ı Câmî (Süleymâniye Kütüphânesi Nâfiz Paşa Kısmı No: 399)
9) Sefînet-ül-Evliyâ; s.168
10) Riyâd-ül-Ârifîn; s.51
11) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.243
12) Heft İklîm; No. 667
17 Haziran 2013 Pazartesi
Delik Kova
Delik Kova
Bir zamanlar efendisinin evine her gün nehirden su taşıyan bir köle vardı. Köle boynunda taşıdığı bir sopanın iki ucuna birer kova asar, bu kovaları nehirden aldığı su ile doldurur ve eve getirirdi.
Ancak kovalardan birisi birkaç yerinden delinmiş eski bir kovaydı. Dolayısıyla, nehirde ağzına kadar doldurulan suyun ancak yarısını tutabilirdi eve kadar. Diğeri ise yep yeni ve sağlam bir kovaydı. Suyu hiç sızdırmadan taşırdı. Tam iki yıl bu böylece devam etti. Sucu köle nehirde iki tam kova dolduruyor, efendisinin evine geldiğinde ise geriye sadece bir buçuk kova su kalıyordu.
Deliksiz kova bu başarısıyla gurur duyuyor ve ?Ben işimi tam görüyorum? diyerek böbürleniyordu. Zavallı delik kova kusurundan dolayı utanıyor ve kendisinden beklenenin sadece yarısını yapabildiği için hep üzülüyordu. İki yıl boyunca deliğinden su sızdırmayı içine sindiremediği için, bir gün dile gelip nehir kenarında sucuya şöyle dedi:
-Ey sucu insan! Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum.
-Niye ki? diye sordu sucu.
-Neden utanıyorsun?
-İki yıl boyunca, yan tarafımdaki çatlaklar yüzünden sular akıp gitti ve yükümün sadece yarısını efendinin evine götürebildim. Benim kusurum nedeniyle sen de gayretlerinin karşılığını tam alamıyorsun.
Sucu eski delik kovaya acıdı ve şefkatli bir sesle şöyle dedi:
-Efendinin evine dönerken, yol kenarındaki çiçeklere bir dikkat et istersen.
Gerçekten de, tepeye çıkarken, delik kova yol kenarındaki enfes yaban çiçeklerini gördü ve bu onu birazcık neşelendirdi. Ama yolun sonunda yine kederlendi, çünkü yükünün yarısını yine çatlaklardan akıtmıştı. Bu başarısızlığından ötürü sucudan yine özür diledi. Sucu kovaya şöyle dedi:
-Yolun sadece senin tarafında çiçekler açtığını, diğer tarafında hiç çiçek olmadığını farketmedin mi? Bu neden böyle biliyor musun? Ben senin delik olduğunu baştan beri biliyordum ve bundan faydalanmak istedim. Senin tarafındaki yol kenarına çiçek tohumları ektim. Ve her gün dereden dönerken onları sen suladın. İki yıl boyunca bu güzel çiçeklerle efendimin masasını süsleyebildiysem, bu senin sayende oldu. Senin sayende, efendimin odası böylesine güzelleşti.
İlham Öyküleri - Murat Çiftkaya
Deli Hafız
Deli Hafız
Fatih dersiamlarından biri, münasebeti olmayan bir müeseseye, münasip olmadığı halde ders verdiği için, ariflerden "Deli Hafız" namıyla maruf bir zat, kendisine, yaptığı işin ihanet olduğunu, emaneti ehlinin gayriye verildiğini ihtar edersede hoca kabul etmez ve biraz kırılır.
Ertesi sabah erken, hocanın kapısını çalan hafız, pencereden kendisine bakan ve özür dileyecek zanneden sözde alim kişiye şöyle der:
-Dün size söylemeye unutmuştum; onun için geldim. Bugün sana, sade bu deli Hafız kafir, diyor. Bundan elli-altmış sene sonra herkes kafir diyecek" der ve döner.
Emaneti ehline vermeli...
Hatıratım, Ali Erol
AHMED NAHLÂVÎ
AHMED NAHLÂVÎ;
Şam evliyâsından. İsmi Ahmed, babasının ismi Murâd'dır. Nisbeti Nahlâvî ve Dımeşkî'dir.
1670 (H. 1081) senesinde doğdu. Küçük yaşta âilesini kaybeden Nahlâvî anneannesinin
yanında yetişti. 1744 (H.1157) senesi Temmuz ayının yirmi sekizinde Salı günü vefât etti.
Şam Hâtuniyye Medresesinin bahçesine defnedildi. Kabri ziyaret mahallidir.
Nahlâvî tahsil çağına geldiğinde ilk olarak Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi.
Mektebe gidip gelirken, edeb ve terbiyesinin güzelliği ve derslerine çok gayretli çalışmasıyla
dikkat çekmeye başladı. Emsâl ve akranından ileri geçti. Küçük yaşta, büyüklük, üstünlük
hâlleri kendisinde görülmeye başladı. On yaşında iken, diğer çocuklar gibi koşup oynamaz,
bir kenarda sessizce oturup, başını önüne eğerek tefekkür ederdi. Fıkıh ilmini Şeyh Ahmed
Düsûkî'den okudu. Şam'da Nûriyye ve Hâtuniyye medreselerine devâm etti. Bir müddet ev
işleri ile meşgûl oldu. Bu arada ibâdetlere devâm etmeyi ihmâl etmedi.
Bir gün zeytin toplamak üzere, merdivenle zeytin ağacına çıkıyordu. O sırada kendisini,
evliyânın, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde bulunmaya teşvik eden bâzı sesler duymaya
başladı. Bunun üzerine tasavvuf yolunda bulunmak arzu ve isteği belirdi. Bütün varlığı ile bu
yola yöneldi. Dünyâlık olarak ne varsa, hepsini Allahü teâlânın rızâsı için ihtiyaç sâhiplerine
dağıttı ve cezbeye kapılarak, sahrâlara düştü. Zaman zaman Bab-üs-sagîr denilen yere gidip,
orada ellerini açarak Allahü teâlâya duâ ederdi.
Kardeşi Şeyh Muhammed birgün eve geldiğinde, kardeşi Ahmed'i evde bulamadı. Nerede
olduğunu sordu. Bir müddet önce çıkıp Sâlihiyye mahallesine doğru gittiğini söylediler.
Hemen o tarafa gitti. Çok aradı ise de izini bulamadı. Yedi gün sonra Şeyh Muhammed'e bir
kimse gelerek, kardeşi Ahmed'in Sâlihiyye'de bir yerde olduğunu söyledi. Süratle oraya gitti.
Târif edilen yerde, bir dağ eteğinde durduğunu gördü. Aç ve bitkin bir halde idi. "Ey Ahmed!
Neredesin?" diye sordu. Bunun üzerine; "Bâzı büyük zâtlar beni alıp Bağdat'a, Allahü
teâlânın ism-i şerîfinin zikredildiği bir meclise götürdüler." dedi. Devamla; "Beni yalnız bir
yere bırakıp; burada zikirle meşgûl ol! dediler. Daha sonra bir kimse şerbet getirerek, içmemi
söyledi. İçtim. Sonra beni buraya (Şam'a) getirdiler." dedi. Ondan bunları dinledikten sonra;
"Haydi kalk. Eve gidelim." dedi. Gitmek istemedi. Fakat zorla kabûl ettirip bir hayvana
bindirdi. O da bindi. Bâb-üs-Serâyâ denilen yere geldiklerinde, evliyânın büyüklerinden Şeyh
Halîl ile karşılaştılar. O büyük zâtı görünce iki kardeşi de bir cezbe aldı ve ikisi de hayvandan
düştüler. Ahmed Nahlâvî bundan sonra, o zâtın talebesi oldu.
Tasavvuf yolunda kendisini mânevî yönden terbiye edip, bu yolda yetiştirecek ve kâbiliyeti
nisbetinde yüksek makamlara kavuşmasına vesîle olacak bir rehbere de kavuştuktan sonra, bu
yolda ilerleyen Ahmed Nahlâvî, yüksek dereceler sâhibi oldu. Üstünlüğü her tarafa yayıldı.
Etrafta onun yüksekliği konuşulur oldu.
Ahmed Nahlâvî'nin Sâlihiyye, Meydân ve Bâb-ı Tûmâ mahallelerinde oturan üç talebesi
birgün bir araya gelmişlerdi. Onlardan birisi, neşe ve sürûr ile ve diğerlerine güzel bir haber
vermek için; "Elhamdülillah dün akşam hocamız bize teşrif etti ve bizde kaldı." dedi.
Talebelerin ikincisi dedi ki: "Hayır. Hocamız dün akşam benim yanımdaydı." Bunları hayretle
dinleyen üçüncü talebe; "Sizin ikinizin söylediği de doğru değil, Çünkü dün akşam hocamız
benim yanımdaydı." dedi. Bundan sonra her üçü de yemin ederek kendi sözlerinin doğru
olduğunu iddiâ etti. Bunun üzerine talebelerin hepsi, bu hâlin hocalarının bir kerâmeti
olduğunu, evliyânın, Allahü teâlânın izni ile bir anda çeşitli yerlerde görülebileceğini, buna
benzer menkıbelerin başka büyük zâtlardan da nakledildiğini, hepsinin söylediklerinin doğru
olduğunu anladılar.
Ahmed Nahlâvî talebeleriyle birlikte Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyârete
gitmişti. Ziyâretten sonra Ahmed Nahlâvî kabrin yanına oturdu. Bu sırada talebelerinden
birisi, elinde, büyükçe ve yuvarlak bir taş getirerek Ahmed Nahlâvî'nin önüne koydu ve; "Ey
Efendim! Şu taş altın olmuş olsa, bizler onunla ihtiyaçlarımızı karşılar, rahat ederdik." dedi.
Ahmed Nahlâvî taşa bakarak; "Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, bir taşa nazar etseler, o
taş altın olur." buyurdu. O taş o anda Allahü teâlânın izni ile altın oluverdi. Sonra taşı getiren
talebeye; "Onu al götür." buyurdu. Talebe almak istedi ise de yerinden kımıldatamadı. Bunun
üzerine Nahlâvî tekrar nazar edince altın tekrar taş oldu. Bundan sonra o talebe taşı rahatça
alıp götürdü. Talebeleri bu hâlden anladılar ki, büyükler Allahü teâlânın izni ile taşın altın
olmasına vesîle olurlar. Bununla berâber böyle şeylere kıymet ve îtibâr etmezler. İnsanların,
böyle hâlleri ile değil, İslâmiyete tam uymaları ile kıymet kazanacaklarını bildirirler.
Nahlâvî hazretleri, bâzı kimselerle Şeyh Hayât bin Îsâ Harrânî'nin ziyâretine gitti. Birkaç gece
orada kaldıktan sonra içlerinden Abdürrahmân Galsâ isimli bir zât sabah namazının vakti
girdi zannıyla oradakilere namaz kıldıracağı sırada, Nahlâvî başını kaldırıp, daha fecrin
girmediğini, sabah namazının kılınamayacağını söyledi. Buna rağmen bâzıları namaz kılıp
yola çıktı. Fakat yolda fecrin ancak iki saat sonra doğduğuna şâhid oldular. Bunun üzerine bir
nehrin kenarında konaklayıp, sabah namazlarını kıldılar.
Ahmed Nahlâvî Allahü teâlâyı tanıyan âriflerin meşhûrlarındandı. Allahü teâlâdan çok
korkardı. Bu korku, Allahü teâlâya olan muhabbetinin çokluğundan hâsıl olan bir korkuydu.
Allahü teâlânın aşkı ile âdetâ kendinden geçmiş hâlde bulunurdu. Keşf, müşâhede, irfân ve
hârikalar sâhibi, olgun ve yüksek bir velîydi. İnsanların ona olan inançları çok kuvvetli olup,
onun için "Şam'ın bereketi" ismini kullanırlardı. Büyüklüğünü, üstünlüğünü gizlerdi. Hâlleri
ve tavırları çok garîb idi. Kendi hâllerini öyle örter, gizlerdi ki, onu tanımayan bir kimse ilk
gördüğünde, onun tasavvuf hâllerinden habersiz, gaflet içinde bir kimse olduğunu zannederdi.
Bununla berâber üstünlüğünü anlayanlar pek fazlaydı. İnsanlardan pekçok kimse, sohbetine
gelir, onunla bereketlenmek, ondan istifâde etmek arzusuyla yanıp yakılırlardı.
Talebelerinin önde gelenlerinden Muhammed Câferî, bir mukaddime, beş fasıl ve bir de
hâtime üzerine tertib ettiği ve; Tabîb-ul-Müdâvî bi Menâkıb-iş-Şeyh Ahmed Nahlâvî ismini
verdiği kitabında, Ahmed Nahlâvî'nin hâllerini, kerâmetlerini, uzun uzun anlatarak,
okuyanların istifâdesine sunmuştur.
!$3<1&)1%1:1&B,1D1?$)$&#$,31'
Vezîr Süleymân Paşa, Nahlâvî'nin bulunduğu yere vazifeli gelmişti. Bunu haber alan Nahlâvî,
talebeleri ile birlikte vezîrin ziyâretine gitti. Vezîr, onların kendisini ziyârete geldiklerini
duyunca, çok memnun oldu ve bizzat kendisi karşıladı. Çok ikrâmda bulundu. Bir müddet
oturup sohbet ettikten sonra vezîr burada işinin bittiğini bildirerek ayrılmak için Nahlâvî'den
izin istedi. O da, nereye gideceğini sordu. Vezîr, sultânın fermânı olduğunu, emredilen yere
gideceğini ve bâzı işlerinin bulunduğunu söyleyince, Ahmed Nahlâvî vezîre; "...Hiç kimse
yarın ne kazanacağını (başına ne geleceğini) bilmez. Hiç kimse hangi yerde öleceğini de
bilmez..." (Lokman sûresi:34) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Nahlâvî ve talebeleri
dergâha döndükten on beş gün sonra vezîrin vefât ettiği ve Şam'da Bâb-üs-sagîr denilen yerde
defnedildiği haberi geldi.
1) Silk-üd-Dürer; c.1, s.199
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.277
Kaydol:
Yorumlar (Atom)