Bağış Yap

Amount :
Other : USD

28 Haziran 2013 Cuma

AHMED YEKDEST CÜRYANİ


AHMED YEKDEST CÜRYANİ
Evliyânın büyüklerinden. Doğum târihi bilinmemektedir. Muhammed Ma'sûm hazretlerinin
yetiştirdiği yedi bin mürşid-i kâmilden biridir. 1707'de Mekke'de vefât etti.
Ahmed Cüryânî ilk tahsîlini babası Halil Efendi ile mahallin âlimlerinden aldı. 1658 (H.1069)
senesinde ticâret için Cüryân'dan Hindistan'a gidiyordu. Yolda çoluk-çocuğunun tâûn
hastalığından vefât ettiklerini haber aldı. Bu acı haberin etkisinde iken kervan eşkıyâ
baskınına uğradı. Şakîler kervandakilerin bütün mallarını aldılar. Ahmed Cüryânî'nin
mallarını aldıktan sonra sol elini bileğinden kestiler. Kendisine bu sebeple Yekdest, tek elli
denildi.
Ahmed Cüryânî bütün bu sıkıntılara rağmen Rabbini zikrediyor ve sabrediyordu.
Kervandakiler ondaki bu hâllere şaşıp; "Çocukların öldü. Malın mülkün gitti. Kolun kesildi.
Buna rağmen sesin çıkmıyor!" dediklerinde, cevâben; "Ey kardeşlerim! Bize gelen bu belâ ve
sıkıntıların Allahü teâlânın takdîri ile olduğunu bilelim. Nitekim Allahü teâlâ Hadîd sûresi
yirmi ikinci âyetinde meâlen bunu bildirmekte ve; "Ne yerde ve ne de nefislerinizde bir
musîbet başa gelmez ki, biz onu yaratmazdan önce, o bir kitapta (levh-il mahfûz) yazılmış
olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır." buyurmaktadır.
Bu îtibârla dünyânın esâsı mihnet, sıkıntı üzere kurulmuştur. Sıkıntının ise sabretmekten
başka reçetesi, katlanmaktan başka kurtuluş yolu yoktur. Şu üç sabır çok sevgilidir. Bunlar;
tâatte, hakka kullukta, günah işlememekte, belâ ve mihnet ânında sabırdır." buyurdu.
Ahmed Yekdest'e bu sabrı sebebiyle o gece rüyâsında Serhend'e gitmesi tavsiye olundu. Bu
mânevî işâret üzerine Hindistan'ın Serhend şehrine geldi. Orada ikinci bin yılın yenileyicisi
büyük âlim İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu Muhammed Ma'sûm hazretlerini tanıyıp ona
talebe oldu. On bir sene hocasının yanından ayrılmayıp ona hizmetle şereflendi. Hocasının
sevgi ve iltifâtlarına kavuştu. Sohbetlerinin bereketi ile tasavvuf yolunun bütün inceliklerini
öğrendi. Bundan sonra insanlara doğru yolu göstermek üzere Mekke'ye gönderildi. Mekke'de
otuz dokuz sene bu vazîfeyi gördükten sonra orada vefât etti.
Ahmed Yekdest hazretleri bu müddet zarfında pek çok talebe yetiştirdi. Mehmed Emin
Tokâdî, Tatar Ahmed Efendi, Hacı Muzaffer Efendi, Şeyhulislâm Seyyid Mustafa Efendi,
Dördüncü Mehmed Hanın baş çuhâdarı Kahramanağa, Kâdı Ziyâüddîn Efendi,
Rûznâmecibaşı Muhammed Kumul Bey, Muhammed Semerkandî ve Dârüssaâde ağası Beşir
Ağa bunların ileri gelenleridir.
Talebelerinden ve büyük evliyâlardan olan Mehmet Emîn Tokâdî hazretleri anlatır:
"Ahmed Yekdest Cüryânî hazretlerinin hizmetinde, ders ve sohbetlerinde bulundum. 1702
senesinde hocamın izni üzerine İstanbul'a dönüş hazırlığı yaptım. Vedâlaşmak üzere
huzûruna vardığımda; "Mısır üzerinden mi, Şam'dan mı gideceksiniz?" buyurdu. "Efendim
bir arkadaşım var, Şam hacılarıyla dönmeye niyet ettik." dedim. Bunun üzerine; "Otur
bakalım karşıma. Gözlerini yum, bakalım hangi kâfile ile gitmeniz takdir olunmuştur?"
buyurdu. Karşısına geçip gözlerimi yumarak oturunca, birden kendimi Cebel-i Nûr (Hira
Dağı) üzerinde Mekke'ye karşı oturuyor buldum. Dağ üzerinden Mekke'yi seyrediyordum.
Baktım ki, bir kâfile Mekke'den çıkmaya başlayıp Şam tarafına yöneldi. Yol alıp kısa bir
moladan sonra yola devam etti. Bu manzarayı gördüğüm sırada hocam: "Kâfilenin başına
bak." buyurdu. Baktım bir şehir görüldü. "Bu gördüğün şehir Şam'dır. Kâfile Şam'a ulaştı, sen
kâfile içinde var mısın?" buyurdu. "Yokum." dedim. "Yine Mekke'ye bak." buyurunca,
Mekke tarafına baktım. Gördüm ki başka bir kâfile Mekke'den çıkıp ilerledi. Kendimi kâfile
içerisinde tanıdığım bir arkadaşımla beraber gördüm. Paçalarımı sığayıp omuzuma bir tüfek
almışım ve yanımdaki arkadaşla sohbet ederek yol alıyoruz. Ben bu hâli seyrederken hocam;
"Kendini görebildin mi?" buyurunca; "Evet efendim." dedim. "Kâfilenin baş tarafına bak."
buyurunca, baktım. Mısır göründü. Yanımda gördüğüm arkadaşım Mısır'a girmek üzereydi.
Bu sırada; "Aç gözünü." buyurunca açtım ve kendimi huzûrunda oturuyor buldum. "Şimdi git
sana yolculukta arkadaş olmak üzere gördüğün o kişiyi bul, yolculuğunuz Mısır
tarafındandır." buyurdu. Huzûrundan çıkıp Harem-i şerîfe giderken yolda o gördüğüm kişiye
rastladım. Selâm verip elinden tuttum. Berâberce Harem-i şerîfe girip bir kenara çekilerek
sohbet etmeye başladık. Sonra onun da hocamın talebelerinden olduğunu öğrendim. Nihâyet
yolculuğumuz hususunda görüşüp Mısır'a gidecek kâfile yola çıkmadan yol hazırlığımızı
tamamladık. Yolculuğumuzdan bir gün önce hocam Ahmed Yekdest hazretlerinin huzuruna
tekrar gittim. Bu sırada; "İstanbul'a varınca nerede kalacaksın?" buyurdu. "Efendim
malumunuz kendi evim yoktur. Siz nerede kalmamı emrederseniz orada kalayım." dedim.
Bana bir mektup uzatıp; "Al bunu İstanbul'da Hâcegân divân-ı hümâyûndan Hüseyin
Paşazâde Kumul Muhammed Bey vardır. İstanbul'a varınca bu mektubu ona verirsin. Seni
onun sohbetine havâle eyledik. Ne buyurursa ona itâat et, ona teslimiyetin bize teslimiyettir."
buyurdu. Bu sırada öyle bir nazar ve iltifât ettiler ki o ana kadar kavuştuğum derecelerin ve
nîmetlerin binlerce üstünde derecelere kavuştum. O anda nasîb olan müşâhadeler, makamlar
ifâde edilemeyecek kadar fazlaydı. Mektubu aldıktan sonra; "İnşâallah birkaç sene sonra
buraya tekrar gelirsiniz. Fakat bizi bulamazsınız. Bizde olan emanetinizi (yazılı icâzeti)
Medîne-i münevverede bulunan Hâce Abdurrahîm'e verdik. Onunla görüşünce sana teslim
eder." buyurdu.
Ertesi gün kâfile Mısır'a hareket etmek üzere iken tekrar hocamın huzûruna gidip vedâlaştım.
Bana çok duâ edip iki yüz altın harçlık verdi. Sonra vedâlaşmak üzere dost ve arkadaşlarımın
yanına gittim. Beni yolcu etmek ve vedâlaşmak için otuz kişi kadar toplanmıştı. Onlardan da
ayrılırken bana bir anahtar ve bir liste verip; "Bu size hediyemiz olan eşyaların ve paraların
listesi ve içine koyduğumuz kutunun anahtarıdır. Kutuyu size Mısır'da teslim etmek üzere
kervancı başına verdik ve taşıma ücreti de verilmiştir." dediler. Nihayet vedâlaşıp yola çıktık.
Epey bir yolculuktan sonra Mısır'a vardık. Mısır'da kervancı başı; "Efendim bu kutuda size âit
emânetler var, listenizi çıkarıp kontrol edelim ve teslim alınız." dedi. Kontrol edip teslim
aldıktan sonra Mekke'deki dostlarıma verilmek üzere noksansız teslim aldığımı bildiren bir
mektub yazmamı ricâ etti. İstediği yazıyı kervancı başına verdim Bana teslim edilen bu
hediyeler ud, amber gibi güzel kokulardan başka bir kese içinde (o zamânın parasıyla) bin
kuruşluk altın, ayrıca iki bin kuruş değerde çeşitli eşyalar vardı. Bunları kimin hediye ettiği
belli değildi. Ancak listede dostlarınızın size hediyeleridir yazılıydı.
Mısır'a vardıktan sonra Kâhire'de bir kaç ay kaldım. Daha sonra İstanbul'a gitmekte olan bir
kalyona, Yelkenli gemiye binerek kısa zamanda İstanbul'a ulaştım.
İstanbul'a varınca dostlarımdan Aksaray civârında oturan Kafesdâr Abdülbâki Efendinin
evine gittim. Oturup sohbet ettik. O gece orada kaldım, haccımı tebrik ettiler. Hocam Ahmed
Yekdest hazretlerinin emri üzerine Hüseyin Paşazâde Muhammed Efendinin yanına
gidecektim. Evini sorup öğrendim. Bir sabah vakti gidip kaldığı yeri buldum. Binaya girip
yukarı çıkarak hazîne dâiresini sordum. Beni bir odaya dâvet edip, oturttular. Nereden
geldiğimi sorduklarında Mekke'den geldiğimi ve Muhammed Efendiye bir mektup
getirdiğimi söyledim. Hemen Hazînedâr kalkıp dışarı çıktı. Biraz sonra da gelip; "İsminiz
Muhammed Emîn midir?" deyince; "Evet! dedim. "Buyurun." deyip beni Muhammed
Efendinin yanına götürdü. İçeri girince ayağa kalkıp beni kucakladı, gözlerimden öptü; sonra
mektubu verdim. Bana yer gösterip oturmamı söyledi. Mektubu sevinçle alıp okuduktan sonra
hazînedârlarından birini çağırıp; "Emin Efendi kardeşimize kalacağı yeri gösterin." buyurdu.
Hazînedâr bana onun odasının yanında bir oda gösterip; "Buyurun." dedi. Odaya girdiğimizde
gördüm ki oda döşenmiş, hazırlanmıştı. Yanımdaki kişi oradaki malzemeyi bir bir gösterip;
"Burada istirahat edersiniz, efendimizin emridir," diyerek dışarı çıktı.
1711 yılında tekrar hac vazifesi ile Mekke'ye gittiğimde Hocam Ahmed Yekdest hazretleri
vefât etmişti."
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1084
2) Sefînetü'l-Evliyâ; c.2, s.45
3) Ziyâretü'l-Evliyâ; s.163
4) Menâkıb-ı Mehmed Emîn Tokâdî
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.281

AHMED BİN YAHYA EL-CELA


AHMED BİN YAHYA EL-CELA
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Yahyâ el-Celâ, künyesi Ebû Abdullah'tır. İbn-i
Celâ diye de bilinir. Aslen Bağdatlıdır. Doğum târihi bilinmemektedir. Şam'da yaşadı. Babası
Yahyâ el-Celâ da evliyânın büyüklerindendi. Ahmed bin Yahyâ, 918 (H. 306) senesi Receb
ayında Şam'da vefât etti.
Ahmed bin Yahyâ önce babasından ilim ve edeb öğrendi. Zamânın büyük velîlerinden
Zünnûn-i Mısrî ile Ebû Türâb Nahşebî hazretlerinin sohbetlerinde yetişip olgunlaştı.
Cüneyd-i Bağdâdî, Ebü'l-Hasan-ı Nûrî hazretleri ile görüşüp istifâde etti. Evliyâdan Ebû
Abdullah Busrî'nin sohbet arkadaşı oldu.
Ahmed bin Yahyâ, Şam evliyâsının en meşhurlarından olup derin ilmi ve hikmetli sözleri
vardı. Bir taraftan insanların kalblerini mânevî kirlerden temizlerken, diğer yandan ilim
öğretip talebe yetiştirirdi. Ebû Ali Rodbârî, Ebû Bekr Muhammed Dukkî ve Hakim Tirmizî
talebelerinin meşhurlarındandır.
Ahmed bin Yahyâ, tasavvuf yoluna girişi ile ilgili hâtırasını şöyle anlatır:
Anne ve babama; "Beni Allahü teâlâya hibe, hediye ederseniz, hep O'nun yoluna çalışırım."
dedim. Onlar da; "Verdik." dediler. Ben de memleketimi terkettim. Bir zaman sonra, gece
vakti gelip kapıyı çaldım. Babam; "Kimsin?" diye sordu. Ben de; "Oğlunum." deyince; "Ben
oğlumu, Allahü teâlânın yoluna verdim; verdiğimi geri almam." deyip kapıyı yüzüme kapadı.
Ben de geri döndüm çalışmalarıma devâm ettim. Çok şeyler kazandım.
Hak yolda ilerlerken başından geçen ibretli bir hâdiseyi şöyle anlatır:
Birgün güzel yüzlü bir hıristiyan çocuğunu görüp, güzelliğine hayret ettim. Cüneyd hazretleri
bu hâlimi görünce; "Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı her şeyde, hayret nazarıyla bakacak çok şey
vardır. Sen bunun cezâsını yakında görürsün!" buyurdu. Nitekim oradan ayrılır ayrılmaz,
ezberimdeki bütün Kur'ân-ı kerîmi unuttum. Tekrar ezberlemek için senelerce uğraştım.
Tövbe ettim, Allah'a yalvardım. Şimdi, bir şeye ilgi duymaya cüret edemiyorum. Allah'tan
başka bir şeyle Alâkadâr olmayı kendime yakıştıramıyorum.
Ahmed bin Yahyâ hocası Zünnûn-i Mısrî hazretleriyle geçen bir hâtırasını da şöyle anlatır:
Talebelik günlerinde, rehberim Zünnûn-i Mısrî hazretleri ile Mekke'de berâberdik. Günlerce
aç kalıp bir şey yemedik. Birgün Zünnûn, Hira dağına çıkmak için, öğle namazından önce
kalkıp abdest aldı yola çıktı. Ben de peşindeydim. Giderken yol kenarına atılmış tâze muzlar
gördüm. Birkaç tâne alıp, Zünnûn hazretlerine göstermeden kolumun yenine koydum.
Zünnûn hazretleri yanımdan uzaklaşınca da, çıkarıp yemeye başladım. Gözlerimle onu tâkip
ediyordum. Tepeye varıp insanlardan uzaklaşınca bana dönüp; "Yenine koyduğun şeyi çıkar."
dedi. Ben çok mahcûb oldum. Abdest alıp mescide gittik. Öğle, ikindi, akşam ve yatsı
namazlarını kıldık. Yatsıdan bir saat sonra, bir adam elinde bir tepsi yemekle çıkageldi.
Getirip Zünnûn hazretlerinin önüne koydu. Yemesini işaret edip gitti. O, hiç hareketsiz
duruyordu. Bana baktı ve; "Buyur ye!" dedi. Ben de; "Yalnız mı yiyeceğim?" dedim. "Yemeği
sen istedin. Biz talepte bulunmadık. Yemeği isteyen yer." buyurdu. Bunun üzerine, mahcûb
bir şekilde bu yemeği yedim.
Ahmed bin Yahyâ, kazandığının hepsini fakirlere sadaka verirdi. Kuldan bir şey beklemez,
arzusunu yaratana bildirirdi. Birgün kendisine fakirliğin ne demek olduğunu sordular. Hiç
seslenmedi. Bir kenara çekildi, sonra da çekip gitti. Çok geçmeden geri geldi. "Üzerimde bir
mikdâr para vardı. Bu para üzerimde dururken fakirlikten bahsetmeye utandım. Gittim, parayı
mahallemin fakirlerine dağıtıp geldim. Şimdi cevap verebilirim." buyurdu.
Talebelerinden âlim ve velî bir zât olan Muhammed bin Dâvûd Dukkî buyurdu ki: "Gözler;
Irak, Hicaz, Şam ve daha birçok memlekette, Ebû Abdullah bin Celâ'nın benzerini görmedi."
İsmâil bin Nüceyd buyurdu ki: "Dünyâda, zamânında dördüncüsü olmayan üç kişi vardır:
Onlar; Nişâbûr'da Ebû Osman Hîrî, Bağdat'ta Cüneyd, Şam'da Ebû Abdullah bin Celâ'dır."
Derin ilmi, engin mânâlı sözleri vardı. Tasavvufî hâllerden olan hakîkat ve mârifette eşi
yoktu. Zamânında Şam evliyâsının en büyüğü diye bilinirdi.
Ebû Abdullah bin Celâ hazretlerine; "Zâhid kime denir?" diye sorduklarında; "Zâhid,
kendisinin övülmesiyle yerilmesi arasında fark görmeyen kişidir." buyurdu.
Hüsn-i zan hakkında; "Bir kimse gözümün önünde bir hatâ işledikten sonra kaybolup gitse,
onun tövbe ettiğine inanır, hakkında kötü zanda bulunmam." buyurdu.
Bir kimse gelip; "İnsanlarla sohbetin şartı nedir?" diye sordu. "Onlara iyilik etmeden kötülük
etme, Onları sevindirmeden üzme!" buyurdu.
"Bir insan mânevî mânâda nasıl fakîr olur?" suâline; "Ondan geriye hiçbir şey kalmadığı
zaman." diye cevap verdi. "Böyle olduğu nasıl ve ne zaman anlaşılır?" denilince de; "Sol
taraftaki günahları yazan melek, yirmi sene boyunca aleyhinde yazacak bir şey bulamadığı
zaman anlaşılır." buyurdu.
Ahmed bin Celâ buyurdu ki:
"Üstâdım Zünnûn-i Mısrî'yi gördüm, onun sözlerinden hikmet yâni insanların din ve dünyâsı
için faydalı olan şeyler damlıyordu. Sehl'i gördüm, o hikmetten başka bir şey söylemiyordu.
Bişr-i Hafî'yi gördüm, onun da verâsı, haram ve helal olduğu bilinmiyen şüpheli şeylerden
sakınması vardı." "Siz bunlardan hangisine meylediyorsunuz?" diye sordular; "Üstâdımız
Bişr-i Hafî'ye." diye cevap verdi.
Birisi kendisinden müslüman kardeşinin hakkından sordu: "Müslüman kardeşinin hakkını,
aranızdaki dostluk ve muhabbete güvenerek zâyi etmeyin. Zîrâ Allahü teâlâ, her mümine
haklar verdi. Bu hakları ancak Allahü teâlânın hukûkunu yerine getirmeyenler zâyi ederler."
buyurdu.
Yine birgün ona; "Zâhid kime denir?" dediler. "Zâhid; kötülemekten ve övülmekten
alınmayan kimsedir. Zühd ise dünyâyı gözden ve gönülden çıkarıp yok saymaktır." buyurdu.
"Peki âbid kimdir?" dediler. "Farzları vakti girer girmez edâ edip yerine getirendir." buyurdu.
"Muvahhid kimdir?" suâline ise; "İşlerinin hepsini Allah için yapandır." buyurdu.
Rızık hakkında sık sık şöyle derdi: "Rızkını Allah'tan bilmeyip de onun mahlûkundan
beklemek, insanı cenâb-ı Hak'tan uzaklaştırıp, halka muhtâc eder." Sonra da; "Kim gönlünü
mahlûkâta bağlayıp Hakk'a ulaşmak isterse, O'na kavuşamaz. Kim gönlünü Hakk'a bağlar,
O'na ulaşmayı dilerse, arzusuna kavuşur." buyurdu.
Ahmed bin Yahyâ el-Celâ hazretleri hikmetli sözleri ve güzel ahlâkıyla insanlara rehber oldu.
Oğlu anlatır:
"Babam vefât ettiğinde, cenâzesini yıkaması için birisini çağırdık. Yıkamak için yanına vardı,
fakat hemen dışarı çıkıp; "Bu vefât etmemiş!" dedi. Biz yanına vardığımızda bir hareket
göremedik. O kimse korkup gitti. Başka birisini çağırdık. O da korkmuş hâlde çıkıp; "Ben
yanına varınca eliyle beni itti." dedi. Sonra yakın akrabâmızdan sâlih ve hal sâhibi birini
çağırdık. O gelince ona hiçbir şey yapmadı ve rahatça yıkayıp, kefenledi."
Evliyâlık makâmında yüksek derecelere ulaşan Ahmed bin Yahyâ el-Celâ hazretleri bir
zaman Medîne-i münevvereye gitti. Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret edip selâm
verdi. O zaman selâmına cevap sesi işitildi. Sonra; "Yâ Resûlallah! Kabûl edersen bu gece
yanında misâfir kalmak istiyorum." dedi. "Kabûl ettim." diye cevap verildi. Orada
kaldı.Rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Kendisine bir ekmek ikrâm edildi. Bir kısmını
yedikten sonra uyandı. Uyandığında ekmeğin kalanının elinde olduğunu gördü.
1) Risâle-i Kuşeyrî; s.26
2) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.314
3) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.176
4) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.152
5) Târih-i Bağdâd; c.5, s.213
6) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.178
7) Tabakât-ül Evliyâ; s.81-88
8) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.248
9) Sefînet-ül-Evliyâ; s.141
10) Nefâhât-ül-Üns (Fârisî); s.112
11) Tabakât-ı Ensârî; s.242
12) Keşf-ül-Mahcûb; c.236
13) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, 51
14) Sıfat-us-Safve; c.2, s.286
15) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.373

27 Haziran 2013 Perşembe

Eşkiya Farkı


Eşkiya Farkı
İrşad faaliyetinden dönen bir Osmanlı  alimini dağ başında o  günün eşkiyası çevirir. Birinin gözü hocanın köstekli saatine dikilmiştir. Hemen saldırır.
Ama eşkiyabaşı'ndan serrt bir ihtarı almaktan da geri kalmaz:
- Hocaefendinin saatine dokunma! Namazlarını o saatle kılıyor!
Bir başka gün, tarladaki çeşme başında, çocuğuyla yemeğini yemekte olan bir kadını ablukaya alan eşkiya, kadının feryadı üzerine şöyle seslenir:
-Bacım korkma. Bizim senin namusunda gözümüz olamaz. Bizim de bacımız, anamız vardır. Biz sadece şu çantadaki ekmeğe muhtacız. Bize bir-iki parça ekmek ver yeter.
Bugün kadın-çocuk, genç-ihtiyar demeyip katleden eşkiyayı düşündükçe....

İslam Farkı, Vehbi Vakkasoğlu

EN SON SÖZ


EN SON SÖZ
İmam Kazım (a.s) ın annesi, Ümmü Hamide'nin gözü, eşi İmam Sadık (a.s)'ın vefatı münasebetiyle, kendisini teselli etmek için gelmiş olan Ebu Basir'e ilişince, gözyaşları akmaya başladı. Ebu Basir'de, bir müddet ağladı. Ümmü Hamide'nin ağlaması durunca, Ebu Basır'e:
- İmam'ın can çekiştiği anda, hazır değildin! Tuhaf bir mesele oldu.
- Ne meselesi?'
- İmamın hayatının son anlarıydı. İmam ömrünün son dakikalarını geçiriyordu. Gözleri kapanmıştı. İmam, ansızın gözlerini açtı ve 'hemen şimdi akrabalarım ve yakınlarımın hepsini toplayın' buyurdu. Tuhaf bir (emir) istekti. Böyle bir vakitte İmam, madem ki emir vermişti, biz de gayret ettik ve hepsini topladık. İmamın yakınları ve akrabalarından gelmemiş kimse kalmadı. Hepsi, bu hassas anda İmam ne yapacak, ne söyleyecek diye hazırdılar ve merakla bekliyordı.
İmam, hepsini hazır görünce topluluğu karşısına alarak:
- Bizim şefaatimiz namazına önem vermeyen kimselere asla nasip olmayacaktır' buyurdu.

 Bihar ul-Envar

AHMED BİN ÜSTAZÜ'L-A'ZAM


AHMED BİN ÜSTAZÜ'L-A'ZAM
On üçüncü yüzyılda Arabistan Yarımadasının güneyindeki Hadramût taraflarında yetişmiş
olan evliyâdan. İsmi, Ahmed bin Üstâzü'l-A'zam'dır. Hadramut'un Terîm kasabasında doğdu.
Doğum târihi belli değildir. 1306 (H.706) senesinde bir sel felâketinde boğularak şehîd oldu.
Kabri Terîm'dedir.
Asîl ve âlim bir âileye mensûb olan Ahmed bin Üstâzü'l-A'zam, ilk tahsîlini babasından
gördü. Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Babası onun yetiştirilmesi için özel îtinâ
gösterdi. Ona iyi bir eğitim, terbiye verdi. Kardeşleri Alevî ve Abdullah'tan da ilim öğrendi.
Babasının en küçük oğlu olduğu için kardeşleri onu çok severlerdi.
Babasının ilim meclisinde ve sohbetlerinde yetişen Ahmed bin Üstâzü'l-A'zam, onun
vefâtından sonra yolunu devâm ettirdi.
Çok namaz kılar, çok oruç tutar, akrabâlarını ziyâret eder, Allahü teâlânın ismini gece ve
gündüz zikr ederdi. Meşhûr olmaktan kaçınır, fuzûlî sözlerden ve işlerden sakınırdı.
İnsanlardan ayrı yaşamayı sever; "Onlarla berâber olmak insanı iflâsa götürür." derdi.
Dünyâya önem vermezdi. Mânevî yönden yüksek derecelere ulaşmıştı. Fakir olsun zengin
olsun, büyük olsun küçük olsun herkese karşı mütevâzî yâni alçak gönüllü davranırdı. Cömert
olup elinde olanları fakirlere ve ihtiyâç sâhiplerine ihsân ederdi.
Birçok kerâmetleri görülmüştü. Talebeleri ve sevenleri onu vesîle ederek Allahü teâlâya duâ
ederler, istek ve arzûlarına kavuşurlardı. Talebelerinden birisini bulunduğu şehrin vâlisi
hapsettirmişti. Hocası Ahmed bin Üstâzü'l-A'zam'ı vesîle ederek Allahü teâlâya duâ etti.
Hapishâneden kurtulmasını diledi. Allahü teâlâ hocasını vesîle ederek yaptığı duâsını kabûl
buyurdu. Vâli o kimsenin serbest bırakılmasını emretti. Hapishâneden çıkacağı sırada
hapishâne vazîfelisi; "Sen bana alışılmış bahşişi vermezsen seni bırakmam." dedi. O kimse,
vazîfeliye; "Sen beni serbest bırakıyorsun. Fakat karşıma başka mâni çıkarıyorsun. Böyle
yapma." dedi. Vazîfeli; "Evet mâni çıkarıyorum. Bahşişi almadan bırakmam." dedi. Bu hâl
karşısında hocasına tevessül etti yâni hocasını vesîle ederek hapishâneden kurtulması için duâ
etti. Duâsı kabûl olunup hapishâneden rahatça kurtuldu ve yoluna devâm etti.
Ahmed bin Üstâzü'l-A'zam şehîd olmayı çok isterdi. Aczüşşehîre köyüne sık sık gider gelirdi.
Bâzan da sâlih zâtlar bulunması sebebiyle orada kalırdı. Kaldığı evin bulunduğu vâdide yağan
yağmurlar netîcesinde büyük bir sel meydana geldi. Ahmed bin Üstâzü'l-A'zam hazretleri de
sel sularına kapılarak boğuldu. Böylece çok istediği maksadına kavuşup şehîd oldu. Terîm'de
Ârif-i billâh Şeyh Abdullah bin İbrâhim Bâ Kuşeyr'in mescidinin yakınında defnedildi.
Kabrinin yeri belirsiz oldu. Hattâ kabrin yeri unutuldu. On altıncı yüzyılın başlarında kabrinin
yeri tekrar tesbit edildi ve yenilendi. Üzerine de büyük bir türbe yaptırıldı.
Kabrinin yenilenmesi ve üzerine türbe yapılması şöyle oldu:
Seyyid Celîl, Fedaak bin Muhammed'i bâzı evliyâ zâtlarla birlikte rüyâsında gördü.Fedaak bin
Muhammed ona; "Seyyid Ahmed'in kabri burasıdır." diyor, kabrin yerini işâret ediyordu.
Bunun üzerine Seyyid Fedaak'ın işâretlediği yerdeki kabir yenilendi ve üzerine türbe binâ
edildi.
Şeyh Sehl bin Abdullah bin MuhammedBâ Kuşeyr dedi ki: "Biliniz ki bereketler, Allahü
teâlâdan Resûlullah efendimize sallallahü aleyhi ve sellem gelir. Resûlullah efendimizden de
sâlih kimselere gelir. Bu sebeple o beldede ilk önce Seyyid Celîl'i ziyâret etmek gerekir."
1) Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.1, s.316
2) Meşreu'r-Revî; c.2, s.84

AHMED ŞİRANİ


AHMED ŞİRANİ
Son devir Osmanlı âlimlerinden. İsmi Ahmed Şîrânî Efendidir. Babası Zürrâ'dan Mahmûd
Ağadır. 1879 (H.1297) senesi Şiran kazâsının Karaca köyünde doğdu. Medrese tahsîlini
bitirerek 1909 senesinde icâzet, diploma aldı. Müderrislik imtihanını başarı ile verdi.
Dâr-ül-Hikmet-i İslâmiyye memuriyeti, Cerîde-i İlmiyye Müdürlüğü yaptı. 1916'da da Sahn
Medresesi fıkıh müderrisliğine tâyin edildi. 1920'de Medreset-ül-İrşâd müdürü oldu. 1922'de
Konya İmam ve Hatip Mektebi müdür ve muallimliği, 1924'te İstanbul İmâm-Hatip Mektebi
hocası oldu.
Türkçe, Arapça ve Farsçanın yanında Fransızca da bilen Ahmed Şîrânî Efendi, Hayru'l-Kelâm
ve İ'tisâm isimlerinde mecmualar neşretti. Bu mecmualardaki yazılarında devrin reformcu ve
mezhepsizleriyle mücâdele ederek, cevaplar verdi. Bir ara İttihatçılarca dîvân-ı harbe verilen
Ahmed Şîrânî, mecmuasında bunlara şöyle cevap verdi:
Bir insan Allah'ı, Peygamberi, din ve mezhepleri inkâr ettikten sonra, "Benim nazarımda din
ve mezhep, Kur'ân ve hadîsten ibârettir." derse, onda ilim ve irfân, akıl ve idrâk, muntazam
dimağ, sağlam hâfıza bulunur mu?
"Benim nazarımda dört imâm denilen muhterem zâtlar, İslâmî ilimlerde rusûh sâhibi, derin
âlim ve ictihâda kâdir, gücü yeten bir âlimden başka bir şey değillerdir." diyorsunuz. Bunun
hilâfını, aksini iddiâ edecek kimse bulunmadığına göre anlatmak istediğiniz bir maksad var.
Fakat pek câhil olduğunuz için istediğiniz şekilde anlatamadınız. Demek istiyorsunuz ki:
"Ben onların ilmî şahsiyetlerini tanırım, fakat mezheplerini tanımam." Artık size ne diyeyim.
Açıklanması güç, gizlenmesi güç bir vereme tutulmuşsunuz. Bir mürşidin, yol göstericinin
irşâd eteğine, bir âlimin îkâz rahlesine (önüne) vakit geçirmeksizin mürâcaat etmenizi din
kardeşliği nâmına tavsiye ederiz.
1) Son Devrin İslâm Akademisi; s.166
2) Şeriatten Lâikliğe; s.310
3) Son Devir Osmanlı Ulemâsı; c.1, s.226

26 Haziran 2013 Çarşamba

ENDÜLÜS'TE GARİP ŞEYLER


ENDÜLÜS'TE GARİP ŞEYLER
Endülüs fatihi Tarık bin Ziyad, İspanya'ya çıkışında onikibin kişilik ordusuyla Kral Rodrik'in doksanbin kişilik ordusunu yenmişti (92/711 Mayıs). Daha sonra da Endülüs'te fetih hareketlerini sürdürmüştü. Tarık ve ordusu ülkenin başşehri olan Tuleytula üzerine yürüyünce, ahali korkudan kaçıp şehri boşaltmış, böylece orası hıristiyanlardan kolayca alınmıştı. Bu fetihten sonra Tarık, dağın arkasında 'Medinetü'l-Mâide' (Sofra Şehri) denilen yere geçti. Burada Hz. Süleyman a.s.'ın sofrasını ele geçirdi. Bu sofra yeşil zümrütten yapılmış, kenarları ve ayakları inci, mercan, yakut ve benzeri mücevherlerle süslüydü. Üçyüzaltmış ayağı vardı.
Kuzey Afrika valisi olan ve baştan beri Tarık'ın fetihlerine destek ve yardımda bulunan Musa b. Nusayr da, Tarık'tan bir yıl sonra  onsekizbin askerle, gördüğü lüzum üzerine  Endülüs'e girmiş; iki ayrı koldan fetihler sürerken, iki ordunun buluşması ancak bir yıl sonra mümkün olmuştu. Böylece iki büyük komutanın gayretiyle Endülüs fethi iki yılda tamamlanmıştı.
Endülüs'ün fethiyle ilgili, bazı garip olaylar da anlatılır. Şöyle ki, Tarık b. Ziyad Cebel-i Tarık Boğazı'nı geçip Endülüs'e girince, esirler arasında yaşlı bir kadın ona şöyle demiş:
- Böyle olayları iyi bilen bir kocam vardı. Buralara gelip galip olacak bir komutandan bahsedip dururdu. Bu komutanın sol omuzunda kıllı bir ben olduğunu söylerdi.
Tarık elbisesini kaldırınca, söylendiği gibi bir ben görüldü. Tarık ve yanındakiler bunu da bir fetih müjdesi saydılar.
Musa b. Nusayr şehirleri zaptederek İspanya içlerinde ilerlerken, birçok kalıntının da yer aldığı geniş bir araziye ulaşır. Orada dikili bir taş üzerinde oyma yazılarla şu yazıyı görür: 'Ey İsmailoğulları (Araplar)! Sizin varacağınız son yer burasıdır. Artık geri dönünüz. Niçin döneceğinizi de bildireyim: Sizler aranızda kavga ve ihtilafa düşeceksiniz.' Musa buradan geri döner.
Derler ki, Romalılar Endülüs'e girdikleri zaman bir evle karşılaştılar. Onlardan her kral buraya bir kilit ekliyordu. Gotlar da aynı şeyi yaptılar. Rodrik İspanya kralı olunca, bütün uyarılara rağmen bu kilitleri açtı. İçeride kırmızı sarıklı ve siyah atlı Arapların resmini gördü. Bir de şöyle bir yazı vardı: 'Bu ev açıldığında, bunlar da bu ülkeye girecekler.' İşte o sene Endülüs fethedildi.

EN BÜYÜKLERİ YAPMIŞTIR


EN BÜYÜKLERİ YAPMIŞTIR
Hazret-i İbrâhim aleyhisselâm kavmine bir peygamber olarak gönderildiğinde, onların puta tapıcı dinî telakkilerine karşı çıkmış ve önlerinde eğildikleri putların işe yaramaz birer taş, metal ve ağaç yığını olduklarını anlatmıştı. Onlar ise buna itiraz edip durmuşlardı. Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm, kavminin zihnini ve vicdânını harekete geçirmek ve onları uyandırmak yoluna başvurmuştu. Ve günün birinde şehir halkı mesîreye çıkmışken, tapınaktaki bütün putları kırıp, baltayı da en büyüklerinin boynuna asmış; onlar dönüp, bu durumu görünce de şaşırıp kalmışlardı. Şimdi hâdisenin gerisini Kur'ân-ı Kerim'den tâkip edelim:
Mesîreden dönen halk;
'' Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Muhakkak o zâlimlerden biridir, dediler. (Bir kısmı da)
'Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş' dediler. 'O halde, dediler, onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.'
Sonra da sordular:
 ' Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?
İbrahim aleyhisselâm cevap verdi:
' Belki de bu işi, şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!..
Bunun üzerine kendi nefislerine (vicdanlarına) döndüler (yani kendi kendilerine),
' Doğrusu siz, hakikaten zâlimlerin ta kendilerisiniz! dediler.
Sonra tekrar (eski) kafalarına döndüler (ve Hz. İbrâhim'e),
' Sen bunların konuşmadığını pekâlâ biliyorsun, dediler.
İbrâhim aleyhisselâm da,
' Öyleyse, dedi, Allâh'ı bırakıp da, hiçbir şekilde size ne fayda ne de zarar verebilen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Size de, Allâh'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz şeylere de yuf olsun! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?
Aralarından bir kısmı,
' Eğer bir iş yapacaksanız, yakın onu da ilahlarınıza yardım edin! dediler.
(Hz. İbrâhim'in kavmi bu teklifi kabul ederek, onu yakmak için büyük bir ateş hazırladı!.. Ve eli-kolu bağlı olarak ateşe attılar! İbrâhim aleyhisselâm ise, 'Bana Allâh'ın sahip çıkması yeter; o, ne güzel bir sahip' diyerek Allâh'a sığınıyordu.)
'Biz, 'Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!' dedik.' Yani Cenâb-ı Hak, ateşten sıcaklık ve yakıcılık tabiatını gideriverdi.
Âyet-i kerimede geçen 'Bunun üzerine kendi nefslerine döndüler' ifadesindeki nefs, vicdan demektir. Zira bu doğrudan bildiğimiz hevâ ve hevesi ifade eden nefs değil; doğru ve yanlışı, hakkı ve bâtılı, adâlet ve zulmü biribirinden ayıran temel insânî ölçü olan vicdanı ifade eder. Nitekim bu hâdisede Hz. İbrahim'in kavmi, bir an için bir taş yığını olan bir putun eline baltayı alıp diğer putları kıramayacağını anlamış, hakikatin ta kendisiyle karşı karşıya gelmişti. Ne var ki, o bir anlık derûnî muhâsebe, akletme ve gerçeği kabul etmenin tesirinden kurtulup, tekrar eski kafalarına dönmüşler; üstelik de putların dile gelip konuşmayacaklarını itiraf etmek zorunda kaldıktan sonra.
Bu durumda Hz. İbrahim gayet haklı olarak 'Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza!' demekte, hemen ardından da, 'Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?' diye sormaktadır...
Evet soru bu: 'Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?'
Cenâb-ı Hakk'tan dileğimiz; verdiği akıl nimetini, kendi yolunda, rızâsına muvâfık şekilde kullanmayı nasip eylesin. Âmîn...

Kaynak:
Fazilet Takvimi, 28-29 Eylül 2001

AHMED-İ TİCANİ


AHMED-İ TİCANİ
Tîcâniyye tarîkatının (yolunun) kurucusu. İsmi, Ahmed bin Muhtâr, künyesi, Ebü'l-Abbâs'dır.
1737 (H.1150) senesinde Cezâyir'in güneyinde Ayn-ı Mâdî denilen yerde doğdu. Seyyiddir.
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek soyundandır. Dedelerinden
Seyyid Muhammed, Ayn-ı Mâdî'ye yerleşip, Berberî kabîlelerinden biri olan Tîcânlılardan bir
kadınla evlenmişti. Bu soydan geldiği için Ebü'l-Abbas Ahmed'e Ticânî denildi. Ahmed
Ticânî 1815 (H.1230)'de Fas'da vefât etti. Kabri buradadır. Soyu, oğulları Muhammed Kebîr
ve Muhammed Habîb ile devam etti. Mâlikî mezhebindeydi.
Dindâr bir âile ocağında yetişen Ahmed Ticânî'ye, Allahü teâlâ, parlak bir zekâ, zihin açıklığı
ve din gayreti ihsân etti. Yedi yaşında Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Yirmi yaşına varmadan dînî
ve edebî ilimleri öğrendi. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek işlerini
ve sözlerini içerisinde toplayan Sahîh-i Buhârî ve Sahîh-i Müslim ile Malîkî mezhebine ait
din bilgilerini anlatan Muhtasar adındaki fıkıh kitabını ezberledi.
Yirmi yaşına gelince ihlâsa (herşeyi Allah rızası için yapma) kavuşma yollarını öğreten
tasavvufa meyletti. Bu arada, talebelere ders okutur, sorulan suallere doyurucu cevaplar
verirdi. İlimde olduğu gibi ibâdetlerde, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmakta, O'nu anıp,
hatırlamakta da pek gayretli idi. Genç yaşta yüksek hallere ulaşma nîmetine kavuştu.
Sonra, âlim ve velîlerle görüşüp, onlardan istifâde için pek çok yolculuk yaptı. Görüştüğü
kimseler kendisine ileride büyük derecelere kavuşacağını müjdelediler. Önce; Ebû
Muhammed Tayyîb bin Muhammed, Ahmed Sakîlî ile Muhammed Zebîbî Vâncelî ile
karşılaştı. Muhammed Zebîbî Vâncelî'nin onu gördüğünde ilk sözü; "Sen ilerde yüksek bir
mertebeye kavuşursun." oldu. Abdullah bin Arabî; "Allahü teâlâ senin elinden tutar."
buyurup, bu sözünü üç defa tekrarladı. Ebü'l-Abbâs Ahmed Tavvâş ise, halveti (yalnızlığı),
zikri, (Allahü teâlâyı anmayı, hatırlamayı) tavsiye etti. "Sabret, kalp gözün açılır." dedi.
Bilâhare Sahrâ denilen yere gelip, beş sene kaldı. Sonra Tilmsân'a geçti. Tefsîr ve hadîs
dersleri verdi. Bu sırada bütün himmet ve gayreti, Allahü teâlâ ile beraber olmak, dâimâ O'nu
anıp, hâtırlamak, O'ndan başkasını unutmak oldu. Bu sebeble insanlardan ve onların arasına
karışmaktan uzak durdu. Sonra hacca gitmek Resûlullah efendimizi sallallahü aleyhi ve
sellem ziyaret etmek niyeti ile yola çıktı. Cezâyir yakınlarında Ezvâvâ denilen yere gelince,
Ebû Abdullah Muhammed bin Abdurrahmân Ezherî'nin adını duydu. Gidip onunla görüştü.
Ondan Halvetiyye tarîkatının yolunu öğrendi. Zikirler, tenhâda, insanlardan uzak ve yalnız
yapıldığı için bu tarîkata Halvetiyye denmiştir. Allahü teâlânın yedi ism-i şerîfini usûlüne
göre söylemek, kalb temizliği, "La ilâhe illallah" sözünü dilden düşürmemek, devamlı Allahü
teâlâyı hatırlamak, O'ndan başkasını gönlünden çıkarmak, bu tarikatın temel
husûsiyetlerindendir.
Yolculuğa devâm eden Ahmed Ticânî önceden ismini duyduğu Şeyh Mahmûd-i Kürdî ile
görüşmek üzere gemiyle Mısır'a geldi. Gelir gelmez ilk işi o zâtı bulmak oldu. Şeyh
Mahmûd-ı Kürdî onu görünce; "Sen Allahü teâlânın indinde sevilen birisin." buyurdu.
Ahmed-i Ticânî; "Bunu nereden biliyorsun?" diye sordu. "Allahü teâlânın bildirmesi ile."
cevâbını verdi.
Bir müddet onun yanında kalıp, hac için Mısır'dan ayrıldı. Vedâlaşırken Şeyh Mahmûd-ı
Kürdî ona hayır duâda bulundu. Mekke-i mükerremeye varınca buradaki büyükleri aradı.
Ebü'l-Abbas bin Ahmed bin Abdullah isimli mübârek bir zâtın varlığını öğrendi. Ancak bu
zât mânevî bir işârete dayanarak kimse ile görüşmüyordu. Bu yüzden onunla bizzât
görüşemedi. Kalben ona teveccüh edip (yönelip) mânen istifâde etti. Pek çok sırlara kavuştu.
Hattâ hizmetçisi vâsıtasıyla mektuplaşırlardı. Ebü'l-Abbâs Ahmed bin Abdullah, Ahmed
Ticânî'nin ilerde yüksek derecelere kavuşacağını müjdeledi. "Sen benim ilmimin, sırlarımın,
kavuştuğum nûrlarımın vârisisin." dedi. Hizmetçi bunları duyunca üzüldü ve; "On sekiz
senedir sana hizmet ediyorum. Sen ise, mağribden gelen birini vâris ediniyorsun." dedi.
Ahmed bin Abdullah hazretleri hizmetçisine; "Eğer bu benim isteğimle olsaydı, ondan evvel
kendi evlâdımı bundan faydalandırırdım." dedi. Zilhiccenin onunda vefât edeceğini söyledi.
Dediği gibi oldu.
Ahmed Ticânî hac ibâdetini tamamlayınca, Medîne-i münevvereye gitti. Peygamber
efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Ahmed Ticânî hazretleri Medîne-i münevvereye
gelince, burada evliyânın büyüklerinden Mustafa Bekrî'nin talebesi Semmân diye tanınan
Muhammed bin Abdülkerîm ile görüştü. Teberrüken onun derslerinde ve sohbetlerinde
bulunup, istifâde etti. Ziyâretten sonra, hac kâfilesi ile Mısır'a döndü. Şeyh Mahmûd-ı
Kürdî'nin yanında bir müddet kaldı. Şeyh Mahmûd-ı Kürdî onun ilminin biraz daha gelişmesi
için, müşkil (zor) meseleleri sorup, ondan bunların çözülmesini istedi. Bu sûretle ilimde
yüksek bir dereceye ulaştı. Hocası, Halvetiyye yolu üzere insanları terbiye ve irşâd etmesine
izin verdiyse de o buna cesâret edemedi. Büyük velî Mevlânâ İdrîs'i ziyâret için 1777
(H.1191) senesinde Fas şehrine gitmek üzere yola çıktı. Bu sırada Vecde şehrine uğradı.
Orada Ali Harzim bin Arabî ile tanıştı. Ona ileride kendisi ile görüşeceğine işâret eden
unutmuş olduğu bir rüyâsını hatırlattı. Fas'a varınca Mevlânâ İdrîs'i ziyâret etti. Bir müddet
daha Fas'da kalıp, onu ziyâret için yanına gidip geldi.
Bundan sonra Tunus'a ve bilâhare Tilmsan'a geçti. Burada sekiz sene kaldı. İnsanlara Allahü
teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Bir çok yerleri dolaştıktan sonra, Sem'un köyünde
yerleşti. Burada halvete girerek insanlardan uzak durdu ve kimse ile görüşmedi. Devamlı
zikir ve ibâdetle meşgul oldu. Mânevî perdeler kalkıp, yüksek derecelere kavuştu. Mübârek
ceddi (dedesi) Resûlullah'ı sallallahü aleyhi ve sellem uyanık iken, baş gözü ile gördü.
Peygamber efendimiz ona görünüp çeşitli zikirler öğretti. Sonunda Resûlullah ona; "İnsanları
irşâd et. Onlardan uzak durma. Bu sûretle vâdolunduğun yüksek mertebeye ulaşırsın."
buyurdu. Resûlullah efendimizin izni ve emri olduğu için insanları irşâd ve terbiyeye başladı.
Tasavvufun esâsını teşkil eden tövbe (günahlardan pişmanlık), zühd, (dünyâya rağbet
etmeme), sabr, şükr, havf (Allahü teâlânın azabından korkma), recâ, (Allahü teâlâdan
rahmetini ümit etme), tevekkül (Allahü teâlâya güvenme), rızâ (Allahü teâlâdan gelen her
şeyden hoşnûd olma), muhabbet (Allahü teâlâyı sevme ve her an Allahü teâlâyı hatırlayıp,
O'ndan başkasını unutup gönlünden çıkarma) demek olan fenâfillah mertebelerine kavuştu.
Ahmed Ticânî bilâhare bulunduğu köyden 1213 senesinde Fas'a gitti. Fas Sultânı onu çok iyi
karşıladı. Kendisine bir ev tahsis etti. Fakat, kalbi bu ev hakkında huzurlu değildi. İçinde bir
tereddüd vardı. Bu sebeple orada kalmayı kabûl etmedi. Sultan bunun farkına varıp, onu bu
hususta rahatlatacak şeyler söyledi. Nihâyet Ahmed Ticânî o eve yerleşti. Birkaç gün sonra
yakınlarına; "Bu eve Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin izni ile yerleştim.
Fakat bana bir şey yerine getirmemi emretti." dedi. Yakınlarından birisi Resûlullah'ın ona
evin kirâsı mikdarı bir şeyi fakirlere tasadduk etmesini (vermesini) emrettiğini anlatmıştır.
Bundan dolayı Ahmed Ticânî hazretleri her ayın sonunda evin kirâsı kıymetinde ekmeği,
fakirlere verirdi. Vefâtına kadar buna devâm etti.
Ahmed Ticânî hazretlerinin talebelerine ve sevenlerine nasihat edeceği, onları terbiye ile
meşgul olacağı bir zâviyesi (dergâhı) olmamıştı. Bu işi bâzan evinde bâzan câmilerden
birinde yapardı. Bir gün Resûlullah efendimiz kendisine görünerek bir zâviye inşâ etmesini,
bunun için kendisine güzel, helâl bir arâzi seçmesini emretti. Ahmed Ticânî hazretleri yine
Peygamber efendimizin işâreti ile bugün Fas'ta Büleyde diye bilinen Derdâs mıntıkasında bir
yeri seçti ve burayı helâlinden kendi malı ile satın aldı. Bu arsa Akvemâ oğullarına ait harâbe
bir yerdi. Kimse oraya yalnız giremezdi. Güvenilir kimselerden nakledildiğine göre, bâzan
oradan bir kalabalığın zikir sesleri gelirdi. Fas meczûblarının (velîlerinin) çoğu buraya
uğrardı. Zâviye yapılmadan önceFas'ın Lehbî ismindeki meşhûr meczûbu, bu harabeye gelir,
kulağını kapısına koyar oradan geçenlere; "Buraya gelin, zikr seslerini dinleyin." derdi.
Ahmed Ticânî hazretleri daha sonra bu arsanın çevresindeki yerleri de satın aldı. Resûlullah
efendimiz, Ahmed Ticânî'ye orası için; "Burası benim mekânımdır." buyurdu.
Ahmed Ticânî (rahmetullahi aleyh) zâviyenin inşâsına başlayacağı zaman, hasedçiler hep
birlikte, zâviyenin yapılmasına karşı çıktılar. Durum sultana ulaştı. Sultan, Ahmed Ticânî'nin
çok kerâmetlerine şâhid olduğu için zâviyenin yapılmasını emretti. Bunun için Ahmed
Ticânî'ye bir mikdâr yardım ve başka lâzım olabilecek şeyler de gönderdi. Ahmed Ticânî
belki bizden daha muhtaç olanlar vardır diye bunları ona geri gönderdi. Onlara verilmesini
istedi. Sultan; "Yanındaki talebelerine dağıtırsın." deyince; "Hamdolsun hepsinin durumları
iyidir" buyurdu. Sultan; "Zâviyeye harcarsın." dediğinde; "Zâviye, Allahü teâlânın yardımı ile
ayakta durucudur." buyurdu. Fakat o sırada kimse bu sözün mânâsını anlamadı. Zâviyenin
işlerini yürüten talebeleri, sultandan gelen malın bu sefer de geri çevrilmesinden çekindiler.
Ahmed Ticânî hazretlerinin haberi olmadan gelen yardımı sultanın adamından alıp, onunla
abdesthâne yaptılar. İnşâat tamamlanınca, sultandan gelen para ile yapılan abdesthânenin
yıkıldığı, zâviyenin diğer kısımlarının ise ayakta durduğu görüldü. O zaman bu sözün mânâsı
anlaşılmış oldu.
Ahmed Ticânî hazretleri, bu zâviyede insanlara din bilgilerini Allahü teâlânın rızâsını
kazanma yollarını öğretti. Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği ilimler ve feyzlerden herkesi
faydalandırdı. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sünnetine uymakta, dinden
olmayıp, sonradan giren bid'atlerden sakınmakta, dünyevî alâkalardan kurtulmakta pek
gayretli olduğu gibi, insanları da bu hususda teşvik etti.
Ahmed Ticânî hazretlerinin Mûsâ ismindeki talebesi sohbet esnâsında çok suâl sorardı.
Muhammed Selâlî ismindeki zât ise ona bu sebeple darılırdı. Birgün Ahmed Ticânî hazretleri
ikisini de yanına çağırdı. Geldiklerinde Muhammed Selâli'ye; "Mûsâ'ya karışma. O ne yaparsa
yapsın ben onu severim." buyurdu.
Ahmed Ticânî hazretleri Halvetiyye tarîkatına göre insanları terbiye ve irşâd etti. Bu irşâd
kendine mahsus olduğundan Halvetiyye'nin Ticânîye kolu ortaya çıktı ve bu tarîkatın
Afrika'da İslâmiyet'in yayılmasına büyük hizmeti oldu.
Ahmed Ticânî hazretleri Fas'ta uzun müddet kaldıktan sonra çoluk çocuğu ile beraber Şam'a
yerleşmeye karar vermişti. Faslılara bu haber ağır geldi. Sanki içerlerinde ciğerleri
parçalanıyordu. Bütün hazırlıklar tamam olup sadece yola çıkmak kalmıştı. Faslılar, Ahmed
Ticânî hazretlerinin aralarında kalması için Resûlullah efendimizin rûhâniyetinden yardım
istediler. Peygamber efendimizin muvâfakatı ile Şam'a gitmekten vazgeçince halk çok
sevindi.
1230 yılında 80 yaşındaydı. Bereketli ömrünün son anlarına gelmişti. Gece boyunca; "Allah
Allah! Bir nûr kalbimi yaktı." sözünü tekrarladı. Sabaha yakın yanında bulunanlara dönüp;
"İşte Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem halîfeleri ile beraber geldi, hepiniz kalkınız."
buyurdu. Birkaç kişi hâriç diğerleri çıktılar. Bir müddet sonra rûhunu teslim etti.
Ahmet Ticânî hazretleri beyaz tenli nûrânî yüzlü, gür sesli, susması çok, tebessümü hoş, sözü,
sohbeti tatlı, heybet, vakar, hayâ, firâset ve kerâmet sâhibiydi. Allahü teâlânın izni ile kısa
zamanda uzak mesâfelere giderdi. Gizli şeyler kendisine mâlum olurdu. Şeyh İbrâhim
Reyyâhî isminde bir zât Fas'a geldiğinde, ilk önce Ahmed Ticânî hazretlerini ziyâret için
evine gitti. Kapıyı çaldığında, hizmetçi çıkıp; "Sen Tunuslu İbrâhim Reyyâhî misin?" dedi. O;
"Evet." deyince, hizmetçi; "Ahmed Ticânî hazretleri geleceğini söylemişti. Buyrun, girin."
dedi. İbrâhim Reyyâhî içeri girince, odada başkalarının da olduklarını gördü. Sonra ona bir
bardak süt ikrâm edildi. Hepsini içdikten sonra Ahmed Ticânî hazretleri oraya geldi ve ona,
hocası Şeyh Sâlih Kevvâş'ın vefât ettiğini, kendisinin de onun cenâzesinde bulunduğunu
haber verdi.
Cenâzesinde Fas âlimleri, eşrafı ve devlet ileri gelenleri de hazır bulundu. Cenâze namazını,
Müftü Muhammed bin İbrâhim kıldırdı.
Büyük âlimler Ahmed Ticânî hazretlerini medh u senâ etmişlerdir.
Mağrib âlimlerinden Câfer bin İdris Kettânî: "Büyük kutb gavs-ı rabbânî, vasıfları yüksek,
halleri garib, evliyâlık derecesi büyüktür."
Muhammed bin Câfer Fârîsî: "Nihâyete varmış velî, şerîatle hakîkatı bir araya getiren kâmil
(olgun) rehber."
Yûsuf-i Nebhânî: "Ârif denilen evliyânın önderidir. Zikirlerini ve virdlerini uyanık iken
Peygamber efendimizden alan büyüklerindendir." demiştir.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.349
2) Târih-ul-Halef; c.2, s.38
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.183
4) El-A'lâm; c.1, s.248
5) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.2, s.143
6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1077
7) Kıyâmet ve Âhiret; s.82
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.331
9) Gâyet-ül-Emânî fî Sîreti Seyyidî Ahmed et-Ticânî; (Muhammed bin Hasan Sânî, Beyrut,
Tarihsiz)
10) Cevâhir-ul-Mesnî (Ali Harezm, Kâhire, 1348)
11) The Tijaniyye (Jamil Abu'n-Nasr, Londra, 1965)
12) The Sufi Orders in İslâm; s.107

AHMED ŞEYBANİ


AHMED ŞEYBANİ
Hindistan evliyâsından. İsmi Ahmed olup, babasının ismi Kâdı Mecdüddîn'dir. İmâm-ı A'zam
hazretlerinin en yüksek talebelerinden olan İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin soyundandır.
Hindistan'ın Nârnûl beldesinde doğup yetişti. Doğum târihi belli değildir.
Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Ahmed Şeybânî Hâce Hüseyin Nâgûrî'nin talebesi oldu.
Zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsîl etti. Ayrıca başka âlimlerin de sohbetlerinde bulundu. İlim
tahsîlini tamamladıktan sonra, Ecmîr'e yerleşti. Orada yetmiş seneden fazla kaldı. Dünyâya
düşkün olmaktan, haramlara ve şüphelilere düşmekten uzak bir şekilde, nefsin isteklerine
muhâlefet ederek, ibâdet ve tâat ile meşgûl olarak yaşardı. Haramlara düşmekten son derece
sakınır, takvâ üzere bulunurdu. Tasavvuf yolunda ilerlemiş olup, yüksek derece sâhibi idi.
Dünyâya düşkün olmamakla birlikte, dünyâya düşkün olanlardan da uzaktı. Sohbetinde
bulunanlara; dînimizin hükümlerini, tasavvuf yolunda bulunmanın husûsiyetlerini ve bu yola
âit ince bilgileri anlatırdı. Meclisi, Süfyân-ı Sevrî hazretlerinin meclisi gibiydi. Emr-i mârûf
ve nehy-i münkerde, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmede çok gayretliydi. Zengin,
fakir, tanıdık ve yabancı, herkese karşı, fitne çıkarmadan emr-i mârûf yapardı ve bu hususta
hiçbir zaman gevşeklik göstermezdi. Arabî ve Fârisiyi çok güzel konuşurdu.
Ahmed Şeybânî, küçüklüğünde akrabâları ile birlikte alışveriş için Mendev beldesine gitmişti.
Şeyhülislâm Şeyh Mahmûd Dehlevî de oradaydı. Cemâat ile namaz kılındı. Namazda
Mahmûd Dehlevî en ön safta başka âlim zâtlar ile birlikte bulunuyordu. Mahmûd Dehlevî,
namaza dururken iftitâh tekbîrini imâmdan önce aldı ve bu hâl Ahmed Şeybânî'nin dikkatini
çekti. Namazdan sonra, başka âlimlerin, bu hâli Şeyhülislâm'a söylemekte gevşek
davrandıklarını görünce çok hayret etti. Nihâyet dayanamayıp yanına giderek; "Sizin bu
namazınız olmadı. İmâmdan evvel tekbîr aldınız." dedi. Bu hâli öğrenen Şeyhülislâm, bu
çocuk yaşta, fakat dînini bilen ve çok uyanık olan Ahmed Şeybânî'ye teşekkür edip, namazını
iâde etti.
Ahmed Şeybânî hazretleri, öğünme vesîlesi sayılabilecek gösterişli elbiseler giymezdi.
Namazlarda sarık sarardı. Cumâ ve bayram günlerinde, sünnet olduğu için ve dünyâ ehlinden
yanına gelenler olursa onlara karşı da heybetli olmak, İslâmın şerefini, vakarını korumak için
kıymetli elbise giyerdi. "Din ehlini dünyâ ehline aşağı göstermemelidir. Zîrâ dünyâ ehli,
görünüşe bakarlar." buyururdu.
Sohbetlerinde, Allahü teâlâ buyurdu ki, Resûlullah efendimiz buyurdu ki gibi ifâdeleri,
ehemmiyetine binâen tam bir azamet ve heybetle söylerdi ve böyle söylemesi, insanlara çok
tesirli olurdu.
Fakirlere, tasavvuf yolunda bulunanlara çok hürmet ederdi.Hayvanına binmiş olarak
giderken, böyle zâtlardan birini görse, hemen iner, onun geçmesini bekler, ellerini bağlamış
olarak hürmetle dururdu.
Huzûrunda gıybet konuşulsa, hattâ lüzûmsuz bir şey söylense aslâ müsâade etmez, derhâl;
"Baba sus!" diyerek îkaz ederdi. Talebelerinden birisi edeb ve hürmetle duyacağı şekilde
ismini söylese hemen gözleri yaşarır ve kendisini aşağılayarak; "Ahmed kim oluyor, o
zarardadır." derdi.
Ahmed Şeybânî hazretleri, gece yarısı geçtikten sonra kalkıp, Hâce Muînüddîn hazretlerinin
türbesine gider, orada teheccüd namazını kılıp, kuşluk vaktine kadar zikir ve tesbîh ile meşgûl
olurdu. Bu arada hiç konuşmazdı. Kuşluk vaktinde duhâ namazını kıldıktan sonra,
talebelerine ilim öğretir, ders verirdi. Bundan sonra, sünnet olduğu için kaylûle yaparak öğle
üzeri bir mikdâr uyur, kalktıktan sonra öğle namazını kılar, ikindiye kadar zikir ve tesbîhle
meşgûl olurdu. İkindi namazından sonra meclisinde bulunanlara Tefsîr-i Medârik'den okur,
anlatırdı. Allahü teâlânın îmân sâhipleri için Cennet'te hazırladığı nîmetlere ve din düşmanları
için Cehennem'de hazırlanan sonsuz azâba âit haberleri okuyunca çok ağlar, bu ağlaması
sebebiyle gözleri kızarırdı.
Ahmed Şeybânî hazretleri Ecmîr'deyken bir gün dostlarına; "Bu birkaç gün içinde, bu şehre
celâl nazarı vardır. Bir belâ ve musîbet gelmesi yakındır. Müslümanların şehirden çıkmaları
lâzımdır." buyurdu. Acele hazırlıklar yapılıp, Ahmed Şeybânî, müslümanlardan bir cemâat
ile, 1516 (H.927) senesinde bir pazar günü Ecmîr'den çıktı. Bundan sonra gelen ilk cumartesi
günü, din düşmanları Ecmîr şehrini istilâ edip, şehrin altını üstüne getirdiler. Ecmîr'de kalan
birçok müslümanı şehîd ettiler. Bu istilâdan beş gün evvel Ecmîr'den ayrılmasının, onun bir
kerâmeti olduğu anlaşıldı.
Ahmed Şeybânî hazretleri Ecmîr'e geldiğinde, on sekiz yaşındaydı. Çıktığında ise, doksan
yaşına yaklaşmıştı. Ecmîr'den ayrıldıktan sonra, doğum yeri olan Nârnûl'de kaldı. Üç-dört
sene sonra bir gün, meczûb bir kimse gelerek; "Ahmed Şeybânî! Seni göğe çağırıyorlar.
Hocanın huzûruna git!" dedi. O da, o gece rüyâsında buna benzer şeyler görmüştü. Hemen
hazırlanıp, hocasının memleketi olan Nâgûr'a geldi.
Nâgûr'a geldikten birkaç gün sonra hastalanan Ahmed Şeybânî, hastalığı ağırlaşıp ölüm hâli
yaklaşınca, ellerini kaldırarak namaza başlıyormuş gibi tekbîr aldı ve kendinden geçti. 1521
(H.927) senesi Şubat ayının dördünde Cumâ günü bu hâlde iken, "Allahü ekber" diye diye
rûhunu teslim eyledi. Hocasının kabrinin ayak ucuna defnedildi.
Ahmed Şeybânî hazretlerinin, Peygamber efendimize olan muhabbet ve aşkı pek çokdu.
Kendisine bir kimse gelerek; "Rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm." dese, derhâl
kendisini toparlar, o kimsenin karşısında ayakta durur, elleri bağlı olarak, büyük bir hürmet
ve edeb ile anlatmasını beklerdi. O kimse anlattıkça, ellerine, ayaklarına kapanır, o zâtın
elbisesini yüzüne gözüne sürerdi. O kimse; "Filan yerde gördüm." derse, o yere gider, orayı
öper, yüzünü sürerdi. Orada bir taş varsa, taşı yıkar, suyunu içer, o suyu gülsuyu ile elbisesine
sürerdi.
1) Ahbâr-ul-Ahyâr; s.190

25 Haziran 2013 Salı

Emir Sultan


Emir Sultan
Buharalı Seyyid ...

Seyyid Muhammed Buhara'da doğar. Kendini bildi bileli ilim meclislerine koşar. Okur, okutur, öğrenir, öğretir, hasılı iyi yetişir. Babasının (Seyyid Emir Külâl hazretleri'nin) vefatı üzerine Medine'ye yerleşmeye niyetlenir. Artık Alemlerin Efendisine komşu olmalı ve ömrünün sonuna kadar kalmalıdır orada. Nitekim önce hacceder, sonra Münevver Belde'ye geçer. Ama bakın şu işe ki, o yıl görülmedik bir kalabalık vardır. Yine de misafirhanelerden birinde kıvrılıp uyuyacak kadar olsun bir yer bulur, döşeğini serer. Ancak binaya bakanlar alelacele gelir, başına dikilirler. 'Ama efendim' derler, 'orası Seyyidlere ayrıldı' Seyyid Muhammed güler. 'İyi ya' der, 'Ben de Seyyidim zaten.' Görevliler 'Hadi canım sen de' demezler belki, lâkin delil isterler. Seyyid Muhammed ellerini çaresizlikle açar, boynunu büker, 'Buraların yabancısıyım, söyleyin kim şahit olsun bana?' der.
-Peki ama, biz nasıl inanalım sana?
-Durun. Bir şahit buldum galiba.
-Kimi?
-Dedemi!
Seyyid Muhammed 'Buyrun!' der, önlerine düşer. Mescid-i Nebi'ye gelirler. Genç Seyyid kabre döner, 'Esselamü âleyküm ya ceddi!' der. Kabirden çok tatlı bir ses duyulur 'Ve âleyküm selâm ya veledi!'

İSTİKAMET ANADOLU
Seyyid Muhammed Medine'de yerleşmeye niyetlidir, ancak bir gece rüyasında Resulullah Efendimiz'le, Hazret-i Ali'yi görür. Ona, Anadolu'ya gitmesi emredilir. Üç nurdan kandili takip edecek, kandillerin söndüğü yerde yerleşecektir.

Seyyid Muhammed uyandığında kandilleri karşısında bulur. Hemen o gün hazırlanır, çıkar yola. Seyahat haftalar sürer ve bir gün kandiller söner. Uludağ eteklerinde yemyeşil bir beldededir şimdi... Bursa'da!
Yöre halkı onu keşfetmekte gecikmez. Etrafında halka olur sohbetine katılırlar. Hatta Sultan derler ona. Emir Sultan!
O günlerde Yıldırım Bayezid Macarlar'la savaşmaktadır. İki tarafta güçlü, haliyle kayıplar büyüktür. Yaralılar öylesine çoktur ki çadırlardan taşar. Üstelik cerrah sıkıntıları vardır. Ancak, revirde o güne kadar tanımadıkları bir genç peydahlanır. Görünüşe bakılırsa son derece mahir bir hekimdir. Hatta günün birinde sultanın kolundaki yarayı sarar. Kesik derindir, ama tutkalla yapıştırılmışçasına iyileşir. İzi bile kalmaz. Yıldırım Bâyezid sargıyı çözerken hayretten dilini yutar. Zira bu hanımının nişanlıyken kendisine verdiği mendilin yarısıdır. Sırrı bilmek ister. Ama esrarengiz genç yoktur ortalıkta.

Niğbolu müstahkem bir kaledir. Osmanlı ordusu büyük kayıplar vermesine rağmen tek taş sökemez. Görünen o ki, bu gidişle kaleye girmeleri ham hâyâldir. Ama Yıldırım kolay pes etmez. Büyük bir âzimle yürür surların üstüne. Tam ümidini yitirmek üzeredir ki, kale kapısı açılır. Osmanlı ordusunu âdeta içeri buyur eden genç kolundaki yarayı saran hekimin ta kendisidir.

FATIMA SULTAN'IN RÜYASI
Yıldırım o yıl Edirne'de konaklar. Ailesi Bursa'dadır. Bâyezid'in Hundi Fatıma adında hâya ve takva sahibi bir kerimesi vardır. Bu kızcağız bir gece rüyasında Efendimiz'i görür. Ondan Muhammed Buhari ile evlenmesi istenir. Ama kızcağız edebinden kimseye bir şey söyleyemez. Ertesi gün Server-i Kainat yine rüyasını şereflendirir ve 'Eğer' buyururlar, 'Ahirette şefaatime kavuşmak istiyorsan dinle beni!'

Hundi Fatıma Sultan'ın talibi çoktur. Adı büyük paşalarla, namlı beyler sıradadır. Görünüşte Emir Sultan gibi fakir ve garip biri onlarla aşık atamaz. Ancak Hundi Sultan kararlıdır. Bedeli ne olursa olsun Emir Sultan'la evlenecektir. Ama sırrını kimselere açamaz. Hem Emir Sultan'ın Efendimizin emrinden haberi var mıdır acaba?

Çok geçmez. Bir gün Emir Sultan dünür yollar saraya. Valide sultan dudak büker. Açıktan açığa 'olmaz!' demez; ama öyle demeye getirir. 'Söyleyin ona' der, 'kırk deve yükü altın getirsin, alsın kızımı!'
Emir Sultan sakindir, 'Öyleyse!' der, 'göndersin develeri!'
Mübarek, devecibaşını karanlıkta karşılar, onları hiç dolandırmadan Nilüfer çayına götürür. Su yatağındaki çakılları göstererek 'Doldurun!' der, 'Hatta kendi keselerinizi de.'
Devecilerden bazıları 'bunda bir hikmet olmalı' der, bazısı güler geçer. Hele içlerinden biri 'n'olacak bunlar' deyip aldığı çakılları geri döker.
Muhammed Buhari Hazretleri Valide Sultan'ın huzuruna çıkar. Heybeler ters yüz edilir. Zemini kıpkızıl altın kaplar. Valide sultan şaşırmanın ötesinde korkar. Şimdi diyecek tek sözü vardır: 'Nasıl istiyorsan öyle olsun!'

YILDIRIM'IN TEPKİSİ
Nikah haberi Edirne'ye ulaştığında Yıldırım çok bozulur. 'Benim kızım, benden habersiz nasıl evlenir?' der ve kızını cezalandırmak üzere Süleyman Paşa'yı Bursa'ya yollar. Valide Sultan kızına ve damadına siper olur. Dahası büyük âlim Molla Fenari araya girer, askeri ikna eder. Hatta sarılır kaleme, padişaha bir mektup yazar. Yıldırım Bayezid'in Molla Fenari hazretlerine olan hürmetini bilen Süleyman paşa boyun büker, döner geri.
Aradan aylar geçer. Bayezid Bursa'ya avdet eder. Halk yollara çıkar, sultanı karşılar. Yıldırım bir an kalabalığın içinde esrarengiz hekimi görür. Derhal atından iner. Ellerinden tutup sorar: 'Söyle yiğidim o maharet neydi öyle?' Emir Sultan hazretleri Feth suresinden bir ayet okur. 'Allah'ın kuvvet ve yardımı, biat edenlerin vefa ve sadakatlerinin üstündedir' Bayezid tekrar sorar: 'Ya mendilin öbür yarısı?' Emir Sultan cebinden çıkarıp uzatır. Sultan meraklıdır: -Adını bağışlar mısınız?
-Muhammed!
-Yanında Buharisi'de var mı?
-Var!
-Yoksa?
-Elinizi öpebilir miyim baba.
-Hayır. Öpülecek el seninki.
Ve kucaklaşırlar.


BURSA ULU CAMİİ
Yıldırım Bayezıd Niğbolu zaferinde kazanılan gânimetlerle muhteşem bir mescid yaptırmak ister. Mimarlar bugün Ulucami'nin bulunduğu mevkide karar kılarlar. Söz konusu arsa üzerinde evi, bahçesi olanlara başka yerden muadil yer verilir. Hatta ceplerine birkaç kese altın sıkıştırılır gönülleri hoş edilir. Ancak yaşlı bir kadıncağız bir "Evim de evim" feryadı tutturur ki sormayın. Değerinin fevkinde ücretlere omuz silker, bütün tekliflere "olmaz" der. Önce vezirler, sonra bizzat Sultan, kadının ayağına gider, iknaya çalışırlar. Ama o direnir.
Sultan Bayezid caminin yerini sevmiştir. Hiç hesapta olmayan pürüz canını sıkar. Hatta divanı toplar, çözüm yolu arar. Kadılar "mal onun değil mi" derler, "satarsa satar, satmazsa satmaz!" Meclis çaresizlik içinde dağılırken Bayezid'in aklına damadı gelir. Emir Sultan'ı bulur meseleyi anlatır. Mübarek sadece tebessüm eder. "Acele etme!" der, "Bir gecede neler değişmez?"
İhtiyar kadın o gece rüyasında mahşer meydanını görür. Annenin çocuğundan kaçtığı bir dehşet anıdır. Kalabalıkta korkunç bir azab endişesi vardır. O arada bir dalgalanma olur. İnsanlar âlemlere rahmet olarak yaratılan Efendimiz'in yanına koşarlar. Şefaate kavuşan kavuşana. Kadıncağız da niyetlenir, ama bırakın yürümeye, kıpırdamaya mecâli yoktur. Ayakları vücudunu taşıyamaz, ıstırapla yerleri tırmalar. Elinden kaçan büyük fırsat ciğerini dağlar. Feryad figan ağlamaya başlar. İşte tam o sırada Emir Sultan'ı görür, "Herkes cennete gitti" der, "Ben bir başıma kaldım burada!" Mübarek o gönül ferahlatan tatlı sesiyle sorar, "Kurtulmak istiyor musun?" Kadın nefes nefese cevap verir:
-Hiç istemez miyim?
-Öyleyse Sultanımızı üzme!
Ertesi gün kadın ayağı ile gelir, evini verir. Üstelik önüne konulan ücreti bağışlar camiye.

ANKARA SAVAŞI
Emir Sultan, Yıldırım'ın Timur Han'la savaşmasına razı değildir. Ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu kardeş kavgasına mani olamaz. Çekilir bir taraflara. Hatta bu kayıtsızlığa mana veremeyen Hundi hatun sorar:
-Babamı yalnız mı bırakıyorsun?
-Bak hatun! Ne bu savaşın bir manası var, ne de babanın kazanma şansı. Eğer elinden birşey geliyorsa hiç durma, geç olmadan çevir onu.
-Niye öyle söylüyorsun. Babam mağlubiyet tatmamış bir sultandır.
-Evet Timur da mağlubiyet tatmayan bir hakandır. Sen onun kaç devleti yıktığını biliyor musun? Üstelik ülkesi daha büyük, askeri daha fazla. Dahası Maveraünnehr illeri ilimde de, sanatta da çok önümüzde.
-Sen babamın manevi zırhı değil misin?
-Peki sen Timur'u koruyucusuz mu sanıyorsun. O, zamanın kutbundan dua aldı. Ancak Hace Hazretlerinin dahi böylesi bir savaşa rızası yok.
-Ne yapmalıyız peki?
-Baban aklını örten öfkenin farkına varmadıkça ne yapabiliriz ki?
-Diyelim ki öfkesi galip geldi.
-Zor günlere hazırlansanız iyi edersiniz.
Ankara savaşında yaşanılan acı mağlubiyetin ardından Timuroğulları Bursa'yı muhasara altına alırlar. Şehir halkı zor durumdadır, hatta aç kalır. Ahali gelip Emir Sultan'ı bulur ve çok yalvarırlar. Mübarek bir kağıda birşeyler karalar, ordugâha yollar. O kağıtta ne yazılıdır bilemiyoruz, ancak hemen o gün çadırlar sökülür. Asya yollarına göç düzülür.

EMİR SULTAN KİME GÖLGE?
Ne hikmetse Anadolu halkı hep Emir Sultan Hazretleri ile Yıldırım Bayezid arasındaki menkıbeleri anlatır. Hâlbuki bu büyük veli Bâyezid'den ziyade Çelebi Mehmed'in yanındadır. Ankara savaşının ardından Anadolu çok karışır. Şehzedelerden Musa Çelebi, İsa Çelebi'nin üzerine yürüyüp Bursa'yı ele geçirir. Süleyman Çelebi ise Edirne'yi elinde tutar. Ancak bunlar devleti muhteşem günlerine döndürebilecek kıratta değildirler. Şehzade Mehmed iyi bir asker ve dirayetli bir liderdir. Ancak fitne çıkarmaktan çekinir. Çekilir köşesine işaret bekler. Allah dostları ne derse onu yapacak. İcabında kardeşlerinin emrinde çeri olacaktır. Bir gece rüyasında Murad-ı Hüdavendigar'ı görür, yanında Emir Sultan Hazretleri vardır. Dedesi önce bir kılıç verir, sonra yerinde duramayan kar renkli küheylanı gösterir "Haydi!" der, "Vazife sende!" Çelebi Mehmet hâlâ mütereddittir. Emir sultan bakışları ile cesaret verir ona. "Korkma!" der, "yanında biz varız!" İşte Çelebi Mehmed bu işaret üzerine yola çıkar ve tabiri caizse Osmanlı Devletini silbaştan kurar. Tarihçilere sorarsanız Çelebi Mehmed'in başardığı iş Osman Gazi'ninkinden aşağı değildir. Emir Sultan vefatından sonra da büyük hürmet görür. Meselâ Yavuz Selim, Mısır seferine çıkarken büyük velinin nurlu türbesini ziyaret eder, imdat diler. Kabirden çok net bir ses işitilir:
-Ya Selim! Üdhulu Mısra İnşaallahü aminin. (Ey Selim. İnşallah Mısır'a emniyet içinde girersin!)
...Ve öyle de olur!
 
Kaynak: Huzura Doğru

ELİNİ DEĞİL, AYAĞINI UZATMIŞ


ELİNİ DEĞİL, AYAĞINI UZATMIŞ
İbrahim Paşa, Şam'da bulunduğu bir gün, Emeviyye Câmii'ne girdi. O sırada içerde Şam'ın büyük âlimi Şeyh Saîd el-Halebî (rh.), cemaate ders anlatıyordu. İbrahim Paşa gelip Şeyh Saîd'in yanına oturdu. Ayaklarını uzatmış olan Şeyh, Paşa gelmesine rağmen hiç aldırış etmedi. Bu vaziyet İbrahim Paşa'yı çok kızdırdı ve hemen câmiden ayrıldı.
Paşa köşküne geldiğinde, dalkavuklar etrafını çevirerek onu şeyhe karşı kışkırtırlar. Onların sözlerinin tesirinde kalan Paşa, Şeyh'in hemen yakalanıp kendisine getirilmesini emreder. Fakat askerleri gönderdikten biraz sonra da, yaptığı bu işten pişman olur. Çünkü bu hareketinin, başına birçok gâileler açacağını düşünür ve o kararından vaz geçer. Kendi kendine, onu yakalatmak yerine, ona hediyeler göndermeyi düşünür. Eğer Şeyh bu hediyeleri kabul ederse, bir taşla iki kuş birden vurmuş olacaktır. Kısacası hem Şeyhi kendine bağlamış olacak, hem de  onun halk nazarındaki itibarını düşürecek; böylece, Müslümanlar arasındaki nüfûz ve tesirini yok edecektir.
Paşa bu düşüncesini tahakkuk ettirmek için, Şeyh'e hemen 1000 altın gönderir.  Vezirine, bu paraları Şeyh'e, talebelerinin ve müritlerinin görüp duyabileceği bir zaman ve zeminde vermesini tenbih eder. 1000 altını alan vezir, doğruca Emeviyye Câmii'nin yolunu tutar. Şeyhin talebelerine ders okuttuğunu görünce, kolladığı ânı yakalamanın sevinciyle onlara selâm verir ve yüksek sesle:
'' Şu 1000 altını, Paşa hazretleri, ihtiyaçlarınızı görmeniz için size gönderdi' der.
Şeyh, şefkatle vezirin yüzüne bakar ve sâkin bir edâ ile şöyle cevap verir:
'' Evlâdım! der. Efendinin paralarını geri götür ve ona de ki: 'O sana ayakalarını uzatmış, ellerini değil!'

AHMED ŞEMSEDDİN MARMARAVİ


AHMED ŞEMSEDDİN MARMARAVİ
Evliyânın büyüklerinden. Halvetiyye tarîkatında "orta kol" olarak bilinen Ahmediyye
şûbesinin kurucusu. 1435 (H.839) yılında Akhisar'ın Göl Marmarası veya Marmaracık adı ile
bilinen köyünde doğdu. Babası Îsâ Halîfe, Halvetiyye şeyhlerindendir. Halk arasında Yiğitbaş
Velî diye meşhûr olmuştur.
İlk tahsîlini babasından aldı. Sonra medreseye devâm etti ve zâhirî ilimleri öğrendi. Fakat
kendisi ilâhî aşka tutulmuştu. Tasavvuf yolunda ilerlemek gönül gözünü görür hâle getirmek
istiyordu.
"Tasavvuf, aşk ateşiyle yanmaya derler." sözü sanki onun için söylenmişti. Nitekim gâyesine
erişmek için, Uşak'ın Kabaklı köyünde insanlara doğru yolu gösteren büyük âlim Şeyh
Alâeddîn Uşşakî hazretlerinin huzûruna vardı. Onun sohbetleri ile mânevî mertebelerden
geçerek şeyhlik pâyesine yükseldi.
Şeyh Alâeddîn Uşşakî hazretleri Ahmed Şemseddîn'e icâzet (diploma) verdikten sonra, onu
İslâmiyeti yaymak, talebeler yetiştirmek ve gönülleri aşk-ı ilâhî ile doldurmak üzere
Manisa'ya gönderdi.
Ahmed Şemseddîn hazretleri Manisa'da hocasının isteği doğrultusunda talebeler yetiştirmekle
meşgûl oldu. Ancak bu sırada Şâh İsmâil de, Ehl-i sünnet îtikâdını, müslümanların
Peygamber efendimizden gelen doğru inancı yıkmak için harekete geçmişti. Bu gâye ile
Anadolu'ya "dâî" adı verilen halîfeler göndermiş, sahte şeyhler eliyle bozuk ve yanlış
tarikatler kurdurmuştu. Ayrıca Antalya'dan Bursa'ya kadar pek çok yerde isyanlar çıkartarak
halkı silâh gücü ile de sindirmek istemişlerdi. Karışıklık had safhada idi. Öyle ki bu sahte
şeyhler Osmanlı merkezine kadar sızdılar. İstanbul sahte şeyhlerle doldu ve halk kime
inanacağını şaşırdı.
Velî pâdişâh İkinci Bayezîd Han sahte tarîkatlerin ayıklanarak kapatılmasını istedi. Böylece
halkın yanlış inanışlara kapılıp Ehl-i sünnet îtikâdından uzaklaşmasına mâni olmak üzere
harekete geçti. Kurulan bir mecliste şeyhlerin imtihana tâbi tutulmasını istedi. Bu düğümü
çözmek için de Ahmed Şemseddîn hazretlerini Manisa'dan İstanbul'a dâvet etti.
Ahmed Şemseddîn hazretleri derhal bu ulvî görevi kabûl edip İstanbul'da Sultan Bâyezîd-i
Velî hazretlerinin huzûruna çıktı ve Osmanlı Sultânının da hazır bulunduğu imtihan heyetine
reislik etti.
O gün Ahmed Şemseddîn hazretlerinin tuttuğu şerîat süzgecinden hak ve doğru yolda
bulunan şeyhler rahatlıkla geçerken sahteleri tutuldu. Bunlar mahcup ve perişan oldular.
Tekkeleri kapatıldı ve yaptıkları işten men edildiler. Ahmed Şemseddîn hazretlerine, imtihan
sırasında gösterdiği kemâl, dirâyet ve olgunluk sebebiyle "Yiğitbaşı" lakabı verildi. Pâdişâh
çok hoşnut kaldığı ve takdir ettiği bu büyük velîyi hediyelerle taltîf etti. O ise bu hediyelerin
tamamını fakirlere dağıttı. İstanbul'da kalması tekliflerine rağmen, tekrar Manisa'ya döndü.
Bu hâdise dilden dile, şehirden şehire yayıldı. Sohbetine kavuşmak isteyenler Manisa'ya akın
ettiler ve çevresinde geniş bir sohbet halkası meydana getirdiler.
Ahmed Şemseddîn hazretlerinin kerâmetleri Mısır'da Arab Molla nâmıyla tanınan bir zâta
kadar ulaştı. Arab Molla, ilmiyle mağrur bir zâttı. Ahmed Şemseddîn'i imtihan etmek üzere
Mısır'dan Manisa'ya geldi. Ahmed Şemseddîn hazretlerini çekemeyenler derhal Arab
Molla'nın etrafında tâzim, hürmet ve îtibâr halkası meydana getirdiler. Ona, Yiğitbaşı Velî
aleyhinde pek çok sözler söylediler. Bu hal, Arab Molla'nın nefsini ve gurûrunu okşadı.
Onlara:
"Siz onu bana bırakın. Onun hakkından ben gelirim ve şeyhlik ne imiş ona gösteririm." dedi.
Benlik dâvâsıyla mağrur Arab Molla, ertesi gün Yiğitbaşı Velî'nin dergâhına geldi. Dergahın
bahçesinden içeri girmek üzereyken kapıda iki derviş kendisini karşıladı ve; "Ey Molla! Şeyh
hazretleri dergahında sizi bekliyor." dediler. Arap Molla geleceğinden hiç bahsetmemiş ve bu
dervişlerle de daha önce karşılaşmamıştı. Şaşırdı ve dayanamayıp sordu:
"Ey Canlar! Yanlışlık olmasın. Siz kimi karşılarsınız. Ben ziyâret edeceğimi bildirmemiştim."
Dervişler tatlı tatlı gülümseyerek sordular: "Mısır'dan gelen Arab Molla siz değil misiniz?"
Molla daha büyük bir şaşkınlıkla; "Evet." diyebildi ve dervişlerin îkazıyla dergâhtan içeri
girerek kendisini bekleyen Şeyh hazretlerinin huzûruna vardı.
Yiğitbaşı hazretleri birkaç talebesiyle sohbet etmekte, onlara İslâmiyetin güzel ahlâkından
bahsetmekteydi. Molla Arab'ın oturması ile sözüne devam etti:
"Ey dostlarım kibirden sakınınız. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Kalbinde
zerre kadar kibir olan Cennet'e giremez." buyurdu. Kibir, Allah'ın kullarına hakâret, aşağılık
gözü ile bakmaktır. Kendini herkesten üstün görmektir. Ebû Hâşim Sûfi hazretleri; "Dağı
iğne ile kazıp yerinden yok etmek, kalpden kibri söküp atmaktan daha kolaydır." demektedir."
Bunca nasîhata rağmen Arab Molla'nın hâlâ inkâr çukurunda olan nefsi, Yiğitbaşı ile
yarışmak ister. Onun bir müddet duraklamasını fırsat bilerek gururlu bir edâ ile ve kelimelerin
üzerine basa basa:
"Ey Şeyh, sizin erbaîninizi, çile çekmenizi, nefsinizi yola getirmekteki gayretinizi çok
medhettiler. Birlikte erbaîne, çile çekmeye girsek ne dersiniz?" diye sordu. Ahmed
Şemseddîn hazretleri tebessüm ederek:
"Hay hay!.. Biz misafirimizi kırmayız." buyurdu.
Arab Molla:
"Ancak benim bir şartım var. Yemek içmek serbest, fakat dışarıya çıkmak ve ihtiyâcınızı
görmek yasak olacaktır." diye ekledi. Şeyh hazretleri:
"Kabul. Her şartınızı kabul ediyorum." deyince, birlikte bir hücreye girdiler. Yiğitbaşı
hazretleri talebelerine kendisine kuzu dolması getirilmesini ve misafirine de ne isterse
verilmesini istedi. Ancak Arab Molla sadece birkaç zeytin ile iktifâ etti. Şeyhin kuzu
dolmasını yemesini seyrediyor ve biraz sonra dayanamaz dışarı çıkar diyerek için için
gülüyordu. Ancak zamânın su gibi geçmesine, Şeyh hazretlerinin nefis, leziz yiyecekleri
birbiri ardısıra bitirmesine rağmen, Molla'nın beklediği an bir türlü gelmedi: Bir, iki, üç ve
nihayet dördüncü gün o nefis yiyecekleri yiyen sanki Şeyh hazretleri değil de oymuş.
Kendisini nasıl dışarıya atacağını bilemedi. İhtiyâcını gördükten sonra dışarıda kendisini
bekleyen dervişlere; "Yahu! Ben iki üç zeytin tanesiyle dayanamadım. Bu zat bunca yemeği
nasıl yiyor ve nasıl duruyor?" diye söylendi. Dervişler ise şu cevâbı verdiler:
"Bu, mollalıkla şeyhlik arasındaki farktır."
Arab Molla hatasını anlamıştı. Derhal Yiğitbaşı hazretlerinin ellerine sarılarak affedilmesini
diledi ve; "Ey zamânın Yûsuf'u, sen Mısır'a sultan olmuşsun. Bu günâhkârı da bendelerin
arasına kabul et" dedi. Tövbe ve istiğfâr ettikten sonra talebeliğe kabûl edilen Molla Arab,
Ahmed Şemseddîn hazretlerinin en büyük halîfelerinden oldu.
Ahmed Şemseddîn hazretleri arkasında yüzlerce talebe ve sekiz cilt eser bırakarak 1504
(H.910) yılında sonsuzluk âlemine göçtü. Yetiştirdiği halîfelerin herbiri evliyâlık makâmına
erdi. Ahmediyye kolundan ayrı ayrı şubeler ortaya çıktı. Bunlar Ramazaniyye, Sinâniyye,
Cerrâhiyye, Uşşâkiyye ve Mısriyye adları ile aynı kaynaktan fışkıran feyz menbâları oldu.
"Tevhîd Risâlesi, Câmi-ül-Esrar, Ravdatü'l-Vâsilîn, Mukaddimetu's-Sâliha, Keşfu'l-Esrâr ve
A'mâlü't-Tâlibîn" belli başlı eserleridir.
Ahmed Şemseddîn hazretlerinin türbesi Manisa'da Seyyid Hoca mahallesindedir. Zamanla
yıkılan ve kaybolmak üzere bulunan dergahının yerine Yiğitbaşı vakfı tarafından adına bir
mescid inşâ ettirilmiştir.
Ahmed Şemseddîn Marmaravî hazretleri bir sohbetlerinde talebelerine; "İyi dinleyiniz!"
dedikten sonra şu nasihatte bulundu.
"İnsanın kalbinde bir hevâ ağacı bitmiştir ki yedi dalı vardır. Her dal bir tarafa yönelir.
Birincisi göze, ikincisi dile, üçüncüsü kalbe, dördüncüsü nefse, beşincisi ebnâ-i cinse (diğer
insanlara), altıncısı dünyâya, yedincisi âhiretedir. Her dalın bir çeşit meyvesi vardır. Göze
yönelen dalın meyvesi harama bakmaktır. Dile yöneleninki, başkasının ayıp ve kötülüklerini
söylemek, gıybet etmektir. Kalbe yöneleninki, başkalarına kin ve düşmanlık etmektir. Nefse
yöneleninki, şüpheli şeyler ile, haram ve mekruhları işlemektir. İnsanlara yöneleninki,
onlardan üstün olmak, onları hor ve hakîr tutmak, aşağı görmektir. Dünyâya yöneleninki,
uzun emel sâhibi olmak, aş, iş, mal ve makam hırsı ile dolu olmaktır. Âhirete yönelen dal ise,
üzüntü ve pişmanlıktır. İnsanda hevânın, arzu ve isteklerin kökü bâkidir, kalıcıdır. Elbette
devamlı tâze dallar verir. Ancak Allahü teâlânın emirleri yerine getirilir, yasaklarından
sakınılırsa hevâ ağacı kalpten sökülüp atılır. Kötü huyları, ahlâkları gidip, güzel huylar ile
süslenir. Bu ise bir rehberin yol göstermesi ile mümkün olur."
1) Sefînetü'l-Evliyâ; c.4, s.156
2) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.225

AHMED BİN SÜLEYMAN ERVADİ


AHMED BİN SÜLEYMAN ERVADİ
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Süleyman Ervâdî'dir. Trablusşam vilâyetine bağlı
Ervâd kasabasında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Evliyânın en büyüklerinden
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin ders ve sohbetlerinde yetişti. Şam sâhillerinin büyüğü
adıyla meşhur oldu. Çok talebe yetiştirdi. 1858 (H.1275) senesinde Trablusşam'da vefât etti.
Dibâ Mescidi yanına defnedildi. Kabri ziyâret mahallidir.
Ahmed Ervâdî ilk tahsîline memleketinde başladı. İlim ve irfânını arttırmak için Trablusşam,
Mısır ve başka yerlere gitti. Zamânın meşhur âlimleriyle görüştü. Kendilerinden icâzet,
diploma aldı. Görüştüğü âlimlerin en meşhurları; Ezher Üniversitesi hocalarından İbrâhim
el-Bacûrî, Muhammed el-Fudalî, Mısır Müftüsü Ahmed et-Temîmî, Muhammed el-Muşmûnî,
Ahmed es-Sâvî, Mustafa el-Mubellât, Mustafa Belâkî, Şeyh Abdurrahmân Küzbürî, Hüseyin
ed-Decânî ve Allâme Muhammed ibni Âbidîn hazretleridir.
Ahmed bin Süleyman Ervâdî aynı zamanda muhîtindeki birçok velînin sohbetlerine devâm
etti. Meczûb, kendinden geçmiş hak âşığı, ümmî olan sâlih kimselerle görüştü. Bunlardan
insanları terbiye usullerini öğrendi. Ekberiyye, Rıfâiyye, Düsûkıyye, Ahmediyye (Bedeviyye),
Halvetiyye ve Şâziliyye tarîkatlerinde icâzet aldı. Daha sonra da Şam'da evliyânın gözbebeği
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetlerine katıldı. Kısa zamanda olgunlaştı.
Kendisine icâzet verilip insanlara doğru yolun bilgilerini anlatıp öğretmek için Trablusşam'a
gönderildi. Ervâdî hazretleri böylece Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye,
Çeştiyye yolunun ilim ve irfânına kavuşmuş oldu.
Ahmed Ervâdî hazretleri, hocasının; "Sana Şam sâhillerinin büyüğü denilse yeridir." iltifâtına
kavuşup, Trablusşam vilâyetinde talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Talebelerini bâzan
muhabbet nazarıyla, bâzan etrafına toplayıp onların kalplerine teveccüh ederek boş ve zararlı
düşüncelerden kurtarmak sûretiyle terbiye etti.Talebelerinin en meşhuru, İstanbul'a
teşriflerinde icâzet verdiği Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî'dir. Bu zâta, İstanbul'daki
evliyânın en büyüklerinden biri olanAbdülfettâh-ı Bağdâdî Akrî hazretleri ile görüşmesini ve
ona bağlanmasını tavsiye etmiştir.
Selîm Mesûtî, Abdüllatîf bin Ömer el-Buhârî Ahmed Ervâdî hazretlerinin diğer kıymetli
talebelerindendir.
Ahmed Ervâdî hazretlerinin çok kerâmeti görülmüştür; talebesi Selim el-Mesûtî anlatır:
"Birgün hocamın elinde az mikdârda su alan bir kap vardı. Onunla abdest almaya başladı. Su
yetmedi ve bitti. Bunun üzerine hocam su kabına baktı. Kap âniden su ile doluverdi. Bir
müddet sonra yine bitti. Yine aynı şekilde baktı. Kap evvelki gibi su ile doldu. Bu hâl
abdestini alıncaya kadar üç-dört defâ devam etti. Bu hâdiseye gözlerimle şâhid oldum."
Ahmed Ervâdî hazretleri tayy-i mekân eder, bir anda başka yerlere gider gelirdi. Bir defâsında
kendisinden çok uzak bir yerde haksızlığa uğrayıp hapsedilmiş bir talebesinin yardım istemesi
üzerine tayy-i mekân ederek, bir anda oraya gidip gelmek sûretiyle onu kurtardı.
Ahmed Ervâdî hazretleri yüz otuza yakın eser yazdı. Eserlerinden en meşhurları şunlardır: 1)
Ferâid-ül-Fevâid, 2) Mir'ât-ül-İrfân, 3) Târîh-u Kebîr, 4) Keşf-üs-Sütûr an Meânî
Salât-in-Nûr, 5) Risâletün fil-Halvet, 6) Evrâd.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.350
2) Hadikat-ün-Nediyye; s.7
3) İrgam-ül-Merîd; s.85
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.236
5) Tıbyân-ül-Vesâil-il-Hakâyık; c.1, s.329
6) Menâkıb vet-Tevessül; s.27

24 Haziran 2013 Pazartesi

EKMEK VEREN ELİ KIRAN BABA


EKMEK VEREN ELİ KIRAN BABA

Bağdat'ı kıtlık kırıp geçiriyordu. Herkesten önce de hamallar açlık çekiyordu. İçinde ekmek piştiği, sokağa kadar yayılan kokudan belli olan bir evin kapısından seslendi hamalın biri:
- Allah rızası için birazcık ekmek. Günlerdir lokma girmedi ağzımdan.
Tandırın başındaki kadın taze ekmekleri kızına uzattı. "Ver şu adama" dedi. Kızcağız ekmekleri güzelce katlayıp verdi aç hamala.
Hamalın sevincine sınır yoktu. Evine doğru hızlandı. Kim bilir kaç günlük açlığını giderecekti? Tam bu sırada karşıdan gelen birinin sert ikazı durdurdu onu:
- Çabuk söyle, bu ekmeği hangi evden aldın?
 Geriye bakıp eliyle işaret etti:
 - İşte şu evden.
Adam kızgın şekilde salladı başını:
 - Yanılmamışım, böyle zamanda başka kimin evinden alınabilir ekmek? diyerek eve doğru ilerledi.
    Kapıyı açar açmaz da sordu:
- Kim verdi ekmeği hamala?
 Hanım korkudan kızını gösterdi. Güya kızına acır, bir şey yapmaz diye düşünmüştü. Halbuki adamın şükürsüzlük ve cimrilik içine işlemişti. Elindeki sopayı hızla havaya kaldırdı, kızının ekmek veren eline öyle bir indirdi ki bilek zedelenip burkuldu, el çarpık kaldı. Söyleniyordu kendi kendine:
- Ben herkese ekmek versem bu evde ekmek kalır mı? diye.
Halbuki nimet şükür isterdi. Şükürsüzlük nimetin gitmesine sebepti. Nitekim bu şükürsüzlüğün akibeti de öyle olacaktı. Olmaya başladı bile. Kısa zamanda işleri bozuldu, çarşının en işlek yerindeki dükkanını satması da onun bozulan işlerini. Bir ara o hale geldi ki, evine ekmek alamaz duruma bile düştü. Nitekim bir akşam eve gelmiş, kızcağızına da acı sözü söylemişti;
 - Artık benden ümidinizi kesin. Çünkü bu akşam ekmek alacak kadar da olsa elime para geçmedi. Çarşıya in, ekmek parası iste.
Kızcağız çarşıya inmiş, utana sıkıla sattıkları dükkanın karşısına geçerek bir tanıdık görürüm diye beklemeye başlamıştı. Kendisini gören dükkandaki adam hemen yanına gelerek:
- Sen masum birine benziyorsun, ne bekliyorsun burada? diye sormuştu. O da anlatmıştı gerçek durumu:
  - Ekmek alacak paramız kalmadı, bir tanıdıktan ekmek parası istemek üzere bekliyorum burada.
 Hemen elini cebine attı adam. Hatırı sayılır bir miktar parayı uzatarak "Al" dedi. "Bununla istediğin kadar ekmek alabilirsin. Ben de nimetin şükrünü eda etmiş olurum böylece."
Kızcağız elinin birini arkasına saklamış, ötekiyle parayı alırken adamın dikkatin çekti bu saklayış;
- Elinde bir yara bere varsa tedavi ettireyim, niçin saklıyorsun? Allah bana nimet verdi, şükrünü eda etmek için iyilik yapmam gerek, dedi.
Kızcağız önce açıklamak istememişse de adamın ısrarı üzerine anlattı elinin durumunu:
 - Ben bir yoksula ekmek vermiştim. Babam yolda rastlayıp sormuş, o da evi gösterip 'İşte oradan aldım' demiş, bizi haber vermiş. Babam eve gelince elindeki sopayla ekmek veren elime öylesine bir darbe indirdi ki, elim böylece çarpık kaldı. Göstermekten utanır oldum. Bu yüzden de evde kaldım.
Bu açıklamayı dinleyen adam bağırmaya başlar:
- Komşular! Çabuk buraya gelin, ben hayalimdeki altın kalpli kızı buldum, hayat arkadaşım işte karşımda, siz de şahit olun... diyerek başlar anlatmaya:
- Ekmeği isteyen fakir bendim. Ben o gün  bir hamaldım. Demek ki elinin çarpık kalmasına ben sebep olmuşum. Hem sebep olayım hem de seni bu halinle baş başa bırakayım. Buna Allah razı olmaz. Seni görünce içimden bir sevgi selinin koptuğunu anladım, bana ekmek veren kıza ne kadar da benziyor diye düşünmüştüm. Yanılmamışım. Baban şükürsüzlük ettiğinden Allah onun dükkanını elinden alıp bana nasip eyledi. Şimdi ise imtihan sırası bana geldi, ben de aynı şükürsüzlüğe düşmek istemem. Haydi gel, nikahımızı yaptırıp birlikte babanı sıkıntıdan kurtaralım.
Yola koyulurlar, ekmek veren eli sakatlayan şükürsüz babaya doğru...
"Şükrederseniz çoğaltırım, etmezseniz elinizden alır şükredene veririm. Şükürsüze de azabım şiddetli olur..." (Kur'an-ı Kerim, 14/7)
KAYNAK: Şahin, Ahmed, Yaşanmış Örnekleriyle Aradığımız İslam, Zaman Cep Kitapları 3, Feza Gazetecilik, İstanbul 2001

EĞER YALANCI İSEN


'EĞER YALANCI İSEN...'  

 'İsrâiloğulları'ndan abraş (cilt hastası), kel ve kör üç kişi vardı. Hz. Allah bu üç kişiyi imtihan etmek istedi de kendilerine bir melek gönderdi. Melek abraşa geldi ve:
' Hangi şey sana daha sevimlidir? diye sordu. Abraş:
' Güzel vücut, güzel ten ve halkın iğrendiği abraşlığın benden giderilmesidir, dedi. Melek onun vücudunu sıvazladı, hemen çirkin manzarası gitti; kendisine güzel bir renk, güzel bir ten verildi. Melek yine sordu:
' En çok hangi maldan hoşlanırsın? Abraş:
' Deve'den, dedi. Ona, on aylık bir dişi deve verildi. Melek:
' Allah bu deveye senin için bereket kılsın, diye duâ etti.
Sonra melek kel'in yanına geldi ve ona:
' En çok hangi şeyi istersin? diye sordu. Kel:
' Güzel saç ve halkın tiksindiği şu kelliğin benden gitmesini, dedi. Melek onu da sıvazladı, kelliği gitti; kendisine güzel bir saç verildi.
Melek tekrar sordu:
' Hangi mal daha çok hoşuna gider? Kel:
' Sığır, dedi. Ona da yüklü bir inek verildi. Melek:
' Allah bu inekte senin için bereket kılsın, diye duâ etti.
Daha sonra melek, kör'ün yanına geldi ve ona da sordu:
' Hangi şey daha çok hoşuna gider?
' Allâh'ın, gözümü bana iâde buyurup insanları görmem, dedi. Melek onu da sıvazladı. Allah Teâlâ da ona gözünü iâde buyurdu. Melek:
' Hangi mal daha çok hoşuna gider? dedi. Kör:
' Koyun, diye cevap verdi. Ona da kuzulu bir koyun verildi.
Bir müddet sonra deve ve sığır sahiplerinin bu hayvanları yavruladı, koyun sahibinin koyunu da kuzuladı. Öyle ki; deve sahibinin bir vâdi dolusu devesi, sığır sahibinin bir vâdi dolusu sığırı, koyun sahibinin de bir dere dolusu koyunu oldu... Derken bir zaman sonra o melek, ilk görüştüğü andaki sûret ve hey'etinde abraş'a geldi:
' Ben yoksul bir adamım, dedi, yolculuğum esnasında maişet imkânlarım kesildi. Bugün gitmek istediğim yere varmam, ancak evvelâ Allâh'ın, sonra da senin sâyende olacak. Sana güzel renk, güzel ten ve bolca mal veren Allah hakkı için, ben senden bir deve istiyorum ki, yolculuğumda (gitmek istediğim yere) onun sırtında varayım. Abraş:
' Hak sahipleri çoktur (yardım edilecek pek çok yer var, sana verecek malım yoktur), dedi. Melek:
' Ben seni tanıyor gibiyim. Sen halkın tiksindiği abraş değil misin? Sen Allâh'ın (sonradan) servet verdiği fakir değil misin? dedi. Abraş:
' Ben bu mala ancak ata'dan ata'ya intikâl ile vâris oldum, dedi. Melek:
' Eğer iddiânda yalancı isen, Allah seni eski vaziyetine çevirsin, dedi.
Sonra melek (ilk görüşmelerindeki) sûret ve hey'etinde kel adama geldi. Ona da abraş'a dediği gibi dedi. Kel de abraş gibi reddetti. Melek:
' Eğer yalancı isen, Allah seni önceki hâline soksun, dedi.
Daha sonra melek (yine ilk görüşmelerindeki) sûret ve şekliyle kör'e geldi ve dedi ki:
' Ben yoksul biriyim; yolda kaldım, yolculuğum esnasında maîşet sebeplerim kesildi. Bugün gitmek istediğim yere varmam, önce Allah, sonra da senin sâyende olacak. Sana gözünü iâde eden Zât hakkı için, senden bir koyun istiyorum ki; yolculuğumda onun (sütünden gıdâlanarak) memleketime varayım.
Bunun üzerine o adam:
' Dilediğin kadar al, dilediğin kadarını da bırak. Vallâhi bugün, Allah için alacağın hiçbir şeyde sana güçlük çıkarmayacağım, dedi. Melek de:
' Malın sana kalsın. Siz imtihan olundunuz. Senden râzı olundu (hoşnut kalındı), diğer iki arkadaşına da gadap olundu, dedi.
Mevlâmız, cümlemizi cimrilik ve nankörlük illetlerinden uzak eyleyip, hayır ve hasenatta yarışan ve zâtına dâima şükreden kullarından eylesin. Âmîn...

AHMED SİYAHİ


AHMED SİYAHİ
Kastamonu velîlerinden. 1777 (H.1191) senesinde Kastamonu'nun Kırkçeşme mahallesi
Ahmed Dede Caddesindeki evde doğdu. Babası Sadi tarikatı dervişlerinden Demirci Ahmed
Efendidir.
Ahmed Siyahî, Kur'ân-ı kerîm okumayı zamanın zâhid ve âbidlerinden olan Şâbân Efendiden
öğrendi. İlk tahsîline Mustafa Efendi isimli bir zâtın huzûrunda başladı. Amasyalı Uzun Ali
Efendinin derslerine devam ederek ilmini genişletti. Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden
Hoca Nu'man Efendi Şeyh Hicâbî'nin sohbetlerinde bulunarak çok istifade etti. Bu hocalardan
icâzet aldıktan sonra Çorum'a gitti. Burada Yûsuf-ı Bahrî Efendiden hadîs ilmini öğrendi ve
akranları arasında Hâfız-ı hadîs ünvânı aldı. Birkaç defâ Çerkeş'e gitti ve Halvetiyye yolu
büyüklerinden Şeyh Mustafa Efendinin sohbetlerinde bulundu. Şeyh Mustafa Efendi; "Senin
feyzine sebeb olan zâtın ismi Hâlid olacak. Onu ara." diye tavsiyede bulundu.
Ahmed Siyâhî Efendi, kendisini irşâd edecek, yetiştirecek Hâlid ismindeki zâtı aramaya
başladı. Karadan hacca gitmek üzere yola çıktı. Şam'a vardığı zaman Nakşibendiyye yolunun
büyüğü Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin ismini duyunca; "Hocam Şeyh Mustafa
Efendinin buyurduğu Hâlid bu olabilir." diyerek hemen sohbetlerine devam etti ve talebeleri
arasına katıldı. Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ile birlikte hacca gitti. Ahmed Siyâhî, başına
devamlı siyah sarık sardığı için Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî tarafından "Siyâhî" lakabı verildi.
Hac ibâdetini tamamladıktan sonra hocası ile tekrar Şam'a dönerek bir müddet daha kaldı.
Mevlânâ Hâlid hazretleri ona, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmesi, doğru
yolu göstermesi için icâzet, diploma verip vazîfelendirince, 1827 senesinde Kastamonu'ya
döndü.
Kastamonu'ya dönüşünde Abdülbâkî Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. Bir taraftan
talebelere ilim öğretir, diğer taraftan insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatırdı.
Kendisini sevenleri ve talebeleri gün geçtikçe arttığı halde, çekemeyen, karşı çıkan ve
düşmanlık besleyenler de vardı. Bir gün Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin meşhur
halîfelerinden Abdülfettâh-ı Akrî hazretleri Bağdât'tan İstanbul'a gelirken Ahmed Siyâhî'yi
ziyâret için Kastamonu'ya uğradı. Bu durum şeyhi ve talebelerini çok sevindirdi. Ayrıca
şeyhin büyüklüğünü göremeyenlerin gözlerindeki perdelerin açılmasına yol açtı. Nitekim
Kastamonu âlimlerinden olup şeyhin büyüklüğünü kabul etmeyen Keskinzâde Ahmed Efendi,
Abdülfettâh Efendiye gelerek tasavvuf dersleri almak istedi. Bu taleb üzerine Abdülfettah-ı
Akrî; "Şeyh Siyâhî buradayken bizim ders vermemiz edebe uygun olmaz." diyerek onun
yetiştirilmesini Ahmed Siyâhî'ye havâle etti. Keskinzâde de şeyhten özür dileyip talebesi
oldu.
Merdoğlu isminde hayırsever bir zengin evini medrese haline getirip, talebe yetiştirmesi için
Hacı Ahmed Siyâhî'nin emrine verdi. Ahmed Siyâhî Efendi; Merdoğlu Medresesi veya Hacı
Ahmed Efendi Medresesi ismi ile bilinen bu medresede uzun yıllar ders verdi ve talebe
yetiştirdi. 1861 senesinde Mâliye Nâzırı olan Safvetî Paşanın arzı ve Sultan Abdülmecîd
Hanın irâdesiyle Câmii şerîfin karşısında bir dergâh inşâ edildi. Dergâh yapılırken etrâfında
yer alan üç evin satın alınarak ilave edilmesi düşünüldüğü halde, sahiplerinin şiddetli itirazı
sonucu gerçekleşmedi. Bu hal üzerine Ahmed Siyâhî Efendi; "Bu evler sultanımız hazret-i
Hâlid tarafından dergâhımıza ilâve buyurulmuştur. Şimdiki halde karşı çıkan sâhipleri bir gün
gelir, kendi rızâlarıyla terk edip, satarlar." buyurdu. Ahmed Siyâhî Efendinin bu sözleri,
kendisinin vefâtı ve muhterem oğullarından Şeyh Seyyid Efendinin zamânında gerçekleşti ve
şöyle oldu: O evlerden birinin sâhibi evini şeyh hazretlerine sağlığında satmadığı gibi, Ahmed
Siyâhî'ye söylediği pekçok ağır sözlerle onu incitmiş ve üzmüştü. Ancak o kişi, Ahmed
Siyâhî'nin vefât ettiği gece akıl almaz bir halde; "Aman, yâ Hazret-i Şeyh! Affet! Kusur ettim.
Merhametine sığınıyorum." diyerek feryatlar etti. Öyle ki bağırmalarından çevre ev sâkinleri
de uyandı. Bu olay üzerine ertesi gün o ve diğer iki ev satılarak dergâha ilâve olundu ve "Kim
komşusuna eziyet ederse, Allahü teâlâ onun evini ona vâris kılar." hadîs-i şerîfi tahakkuk
ederek herkese ibret oldu.
Ahmed Siyâhî'nin tasavvuf yolunda yetiştirip icâzet verdiği talebeleri arasında; oğulları
Abdülazîz ve Seyyid Ahmed Hicâbî, Benli Sultan Şeyhî Şânî Efendi, Sinop Müftüsü Hâfız
Ali Lütfî Efendi, Hacı Mehmed Hulûsî Efendi, Şeyh Ahmed Efendi, Reis-ül-Kurrâ Hâfız
Hasan Efendi ve Ma'rûfîzâde Hâfız Hasan Efendi başlıcalarıdır.
Ömrünün sonuna kadar talebe yetiştiren Ahmed Siyâhî, insanlara Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını anlatarak, onların dünya ve âhirette kurtulmaları için çalıştı. 1874 (H.1291)
senesinde tahmînen doksan beş yaşında olduğu halde "Aman yâ Resûlallah!" dedikten sonra
vefât etti. Cenâze namazında bütün Kastamonulular hazır bulundu. Vasiyeti üzerine
Çamurcuoğlu Hasan Ağa'dan intikal eden arsaya defn edildi. Allahü teâlânın rahmetinin
üzerine yağması için kabrinin üzerine türbe yapılmamasını vasiyet ettiğinden kabri üzerine
türbe yapılmadı. Vefâtından sonra yerine oğlu Seyyid Hicâbî Efendi geçerek insanlara doğru
yolu gösterdi.
Vefâtından bir buçuk ay sonra Medîne-i münevverede Anbar memurluğu yapan Arif Hikmet
Bey'den Şeyh hazretlerinin kütüphanesinin müdürü Hacı Şâkir Efendiye bir mektup geldi.
Mektubunda; "Bu gece Şeyh Siyâhî hazretleri, Peygamber efendimizin mübârek kabrini
ziyâret eyledi." yazıyordu. Mektubun târihine baktılar, Ahmed Siyâhî Efendinin vefât ettiği
güne rastlıyordu. Böylece şeyhin son anında "Aman, yâ Resulallah!" demesinin sırrı, daha iyi
anlaşılmış oldu.
Ahmed Siyâhî hazretleri oğluna şöyle nasîhatta bulundu:
Ey oğlum! Sana Allahü teâlânın kitâbına, Resûlullah efendimizin sünneti seniyyesine uymayı,
îtikâdını evliyâullahın da bağlı olduğu, Ehl-i sünnet vel cemâat âlimlerinin bildirdikleri doğru
îtikâda göre düzeltmeni tavsiye ederim...
Âlimlere, tasavvuf ehline, Kur'ân-ı kerîm ehline hürmet et. Vicdanın, için temiz olsun,
cömerd ve güleryüzlü ol. Başkalarına ihsan ve iyilikte bulun. Allahü teâlânın yarattıklarına
eziyet ve sıkıntı verme. Arkadaşlarının hatâ ve kusurlarını affet, görmemezlikten gel. Büyük,
küçük herkese nasihat eyle, hırs ve tamâyı terk eyle. Bütün ihtiyaçlarında Allahü teâlâya
tevekkül et, güven. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine sığınanları mahrum etmez.
Oğlum! Selâmeti, kurtuluşu istikâmet ve doğruluktan başka bir şeyde, Allahü teâlânın
rızâsına kavuşmayı Resûlullah efendimize tâbi olmak, ona uymaktan başka bir yolda arama.
Kendini hiç kimseden faziletli, üstün zannetme. Birisi senin hakkında nemmâmlık, koğuculuk
ve hasedçilik yaparsa, ona mâni olmak için kendini zahmete sokma, onun işini Allahü teâlâya
bırak. Çünkü bu yolda öyle Allah adamları vardır ki, Allahü teâlânın izni ile fitne fesat
sebebini göz açıp kapayıncaya kadar söküp atarlar. Sen kıymetli ömrünü Resûlullah
efendimizin sünnet-i seniyyesine uymakla geçir. Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekte
kınayanın kınamasından korkma. İbâdet ve tâatın güçlüklerine karşılık ecir ve sevâba
kavuşacağını düşünerek sabır ve tahammül et, nefsini dâimâ hesâba çek. Vakitlerini dînin
emirlerine uymakla kıymetlendir. Çok önemli olan vakit sermayeni kıymetlendirmeye gayret
eyle. Çünkü geçen zaman bir daha geri gelmez. Yarına çıkıp çıkmayacağın ise belli
olmadığından yarını beklemek, yarın yaparım demek, üzüntü ve pişmanlığa yol açar. O halde
sakın sakın elinde bulunan vaktini mâlâyâni, dünya ve âhirete faydası olmayan Allahü
teâlânın râzı olmadığı, beğenmediği şeyler ile zâyi etme. İçinde bulunduğun anda Allahü
teâlânın râzı olduğu beğendiği şeylere sarıl. Tevâzu ve alçak gönüllülükte toprak gibi,
başkasına fayda vermekde meyvalı ağaç gibi, cömertlikde akan nehir gibi, ihsân ve iyilik
yapmakda deniz gibi, mâlâyâni, faydasız şeyleri konuşmamakda, sükût ve susmakda cansız
varlıklar gibi, ayıpları örtmekte karanlık gece gibi olmaya çalış. Kalbin görmemesi, kalb
katılığından hasıl olacağından, dâimâ günahların için ağlayıp sızla, âh et. Nazargâh-ı ilâhî
olan kalbi, haramlara ve Allahü teâlânın yasak ettiği şeylere yöneltmekten sakın. Akrabâyı
ziyâret ve onlara iyilik etmeyi ihmâl etme. Âhiret kardeşlerini, iyi arkadaşlarını arttırmaya
çalış. Her zaman onlarla sohbet lâzımdır. Evliyânın büyükleri; "Allahü teâlâ ile beraber
olunuz. Buna gücünüz yetmezse, Allahü teâlâ ile beraber olanlarla olunuz ki, sizi Allahü
teâlâya kavuştursunlar." buyurmuşlardır.
Ey oğul! Dünyâya sarılmış ona gönül vermiş olanlarla bulunma. Onlarla sohbet ve berâberlik
gam, keder ve üzüntü getirir. Bu, tecrübe ile sâbittir. Onlar senden faydalanırlar ise de sen
onlardan faydalanamazsın. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayan, nefsinin arzu ve
isteklerine uymuş kimselerle berâber olma. Böyle kimseler gizli düşman olup, insanın yüzüne
karşı dalkavukluk yaparlar, gıyabında, arkadan ise aleyhinde bulunurlar. Onların yanına
gelerek oturmalarına bakıp aldanma. Maksatları senden mânen faydalanmak olmayıp
dünyâlık maksatlarına, mal ve mevki elde etmeye seni vesîle, âlet etmek içindir. Bir kusur
ettiğinde, hakkında kötülük düşünenlerin ve düşmanlarının en azılısı olurlar. Zamânındaki
insanları tecrübe ettiğinde, onlarda bundan başka bir özellik bulmayacaksın.
Ey oğul! Sana sadâkat, bağlılık iddiasında bulunanların, yaptıkları iyilikleri başına
kaktıklarını görürsün. Çünkü sadâkat ve bağlılık adına yaptıkları az bir iyilik karşılığında
ağır, pek fazla bir hizmet ve karşılık beklerler, çok şey ümid ederler. Bu ümitlerine bir defa
olsun müsâde etmezsen derhal, gösterdikleri sevgi, sadâkat ve bağlılıklarını bırakırlar. Çok
defa onların isteklerinden yakanı kurtaramaz, arzularının hâsıl olması yolunda boşuna dînini
ve şerefini fedâ etmiş, yüz suyu dökmüş olursun.
Ey oğul! Eğer sana hakîkî dost arkadaş lâzım ise, Allah için sevenlerle beraber ol. Böyle
kimselerden dostluk ve kardeşlik bağı kurduğun kimseye, muhtâc olduğunda ihtiyacından
fazla malın varsa ver. Yahud onu kendinle beraber tut veya kendine tercih et. Beraber
olduğunuzda ve arkasından ayıplarını ört ve gizle. Kusuru olduğunda sabır ve tahammül et.
Hayatta iken ve vefat ettiğinde onu hayırla an.
Herkese bilhassa sana karşı olanlara yumuşaklık, alçak gönüllülük, güler yüzlülük ile
davranmaya gayret et. Sana, Rabbinden alıkoyan dünyalığa makam ve mevkıye kalbinin
meyletmemesini tavsiye ederim. Çünkü nefs, hevâ, nefsin arzu ve istekleri, şeytan ve dünya,
insanın dört düşmanı olup, herbirine karşı kullanılacak harb âletleri vardır. Nefsin silahı
tokluk, hapishanesi açlıktır. Hevânın silahı, çok konuşmak; sukût, konuşmamak ise, onun
zindanıdır. Dünyânın silahı insanlarla fazla berâber olmak, onlar arasında fazla bulunmak,
çâresi yalnızlık ve onlardan uzak kalmaktır. Şeytanın silâhı gaflet yâni Allahü teâlâyı
unutmak; ona karşı tedbîr, Allahü teâlâyı anmak ve hatırlamak, O'nun büyüklüğünü
düşünmektir. Zikir, Allahü teâlâya kavuşmakta en kısa yoldur.
Ey oğul! Bu nasihatlerimi iyi belle ve Allahü teâlânın nîmetlerine, sana yaptığı iyiliklere şükr
edenlerden ol...
1) Tehassür; (M. Zühdî; Derseâdet, 1308); s.9
2) Hadâik-ul-Verdiyye; s.259
3) Kastamonu Evliyâları; s.82

AHMED ES-SENÜSİ


AHMED ES-SENÜSİ
Senûsîlik hareketinin büyük mücâhid lideri. İslâm birlik ve kardeşliğinin en mükemmel
örneğini veren velî.
Ahmed es-Senûsî'nin soyu Peygamber efendimizin torunu hazret-i Hasan efendimize kadar
uzanmaktadır. Ceddi Seyyid Muhammed ibni Ali es-Senûsî, Kuzey Afrika'da İtalyan ve
Fransız istilâ hareketlerine karşı İslâm dünyâsının birlik ve berâberliğini temin maksadıyla
Senûsîlik tarîkatını kurdu. İlk defâ Derne civârında dağlık bir arâzide Zâviye-i Beyzâ adını
verdiği tekkesini tesîs etti. Mertliği, dînine bağlılığı ile kısa zamanda muhitinde geniş ilgi
topladı. Her taraf Senûsî tekkeleri ile doldu. Harekete dâhil olanlar öncelikle şahsî ahlâk ve
inançları bakımından en mükemmel bir seviyeye getirilirdi. Sonra da aynı üstünlüğü
etraflarına yaymak üzere faâliyete geçirilirlerdi. Fakat Senûsîlik hareketinin hedefi yalnız
KuzeyAfrika değil, bütün İslâm dünyâsıydı. Müslüman milletlerin sosyal, ekonomik ve
kültürel seviyelerinde muazzam bir inkılâp vücuda getirerek İslâm dünyâsını uyandırıp
kalkındırmak ve birleştirmek istiyorlardı.
Seyyid Muhammed 1895 yılında ölünce yerine oğlu Muhammed Mehdî es-Senûsî geçti.
Hareket onun zamânında alabildiğine genişledi. Bütün sâha kontrol altına alındı. Kısa
zamanda Güney ve Batı Afrika'da milyonla zencinin sistemli bir şekilde müslüman olmasını
sağladılar. Arabistan'a, Malezya'ya ve hattâ Hindistan'a tarîkatlarının mümessillerini
göndererek İslâm dünyâsı çapında bir uyanış sağlamaya çalışıldı. Senûsî tarîkatı âdetâ hakîkî
bir devlet hâline geldi.
1902'de ise Muhammed el-Mehdî'nin ölümü üzerine yeğeni Ahmed eş-Şerîf es-Senûsî
hazretleri daha büyük bir azimle dâvâyı eline aldı.
Ahmed eş-Şerîf, 1873'te Cağbûb'da doğdu. Babası Muhammed eş-Şerîf'tir. Küçük yaştan
îtibâren mükemmel bir tahsîl ve terbiye gördü. Din ilimlerinde âlim oldu. Her türlü silâh
kullanmakta mahâret sâhibi idi. Orduların sevk ve idâresinde fevkalâde meziyet sâhibiydi.
Tarîkatin başına geçtikten sonra faâliyetleri hızlandırdı. Her tarafa yayılan ihvanlar
(kardeşler) örnek ekonomik organizasyonlara girişerek, müşterek zirâî, sınâî ve ticârî
teşebbüsler kurdular. Her yerde okullar açarak örnek bir ahlâkın yenilmez îmânlı fertlerini
yetiştirdiler. Senûsîlik tarîkatı 1911'de İtalyanların Trablusgarb'ı ele geçirmek için giriştikleri
büyük askerî harekâta kadar tamâmen bir kültür hareketi olarak sulhçu metodlarla çalıştı.
Ancak Trablusgarb'ın tehdîd altına girmesiyle derhâl burayı müdâfaa mevkıinde bulunan Türk
kuvvetlerinin yanında yer aldılar. Türk askerlerinin gerilemeye mecbûr olmasından sonra da
memleketlerini dağlık mıntıkaya çekilerek azimle müdâfaa ettiler. Bu mücâdelelerde sayıca,
düşman kuvvetlerinin çok altında bulunmalarına rağmen cihân târihinin en büyük
kahramanlık örneklerini verdiler. Ahmed es-Senûsî, bu savaş sırasında ilk defâ, yayımladığı
beyannâmeleri, el-Hükûmetü's-Senûsiyeti'l-Celîle adı ile imzâlamaya başladı. Böylece
Senûsiye hareketini ilk kez bir devlet olarak îlân etti.
Birinci Dünyâ Savaşında İtalya müttefikleriyle harbe girince Senûsîler mecburî olarak onun
karşısında yer aldılar. 1915'te Mısır'ı işgâl eden İngilizlere karşı giriştikleri harplerde büyük
kayıplar verdiler. Ahmed es-Senûsî, Birinci Dünyâ Savaşının sonlarında Sultan Mehmed
Reşâd'ın isteği üzerine İstanbul'a geldi. O, son derece bağlı bulunduğu Osmanoğullarına ve
Türk milletine, İslâm dünyâsı üzerindeki nüfûz ve îtibârından istifâde ederek faydalı olmak
istiyordu. Fakat bir müddet sonra Mondros mütârekesinin imzâlanmasıyla son müstakil İslâm
devleti olan Türkiye'nin de Batı emperyalistlerinin taksimine mâruz kaldığını elem ve
dehşetle gördü.
Birinci Dünyâ Savaşında İngilizler, İslâm dünyâsını parçalayıp yutmak için çok kesif bir
câsusluk ve propaganda faâliyetlerine girişmişlerdi. Bu çalışmalar sonucunda Hint
müslümanlarının aşırı dostluk ve bağlılıklarına mukâbil Arap dünyâsında bâzı çözülmeler
başlamıştı. Birçok Arap liderlerine Osmanlı Devletinin yıkılmasıyla kurulacak devletlerden
taçlar vâdedilerek ayrılık telkin edilmekteydi. Sultan Reşâd Han sarsılan İslâm birliğini
"hilâfeti hâiz olan Türkler" etrâfında yeniden tesis ve takviye için Şeyh Senûsî hazretlerini
huzûruna kabûl etti. Ondan Müslüman Âlemini dolaşarak Hilâfet etrafında bozulan birliği
yeniden kurmasını ricâ etti. Gerçekten de o devirde müslümanların en fazla sözünü
dinleyecekleri şahsiyet gâyet haklı bir şöhrete mâlik olan Şeyh Senûsî hazretleri idi. Şeyh
hazretleri derhâl muvâfakat ederek Sultana, Türk milletine hizmete hazır bulunduğunu
bildirdi. Ancak tam İslâm Dünyâsını dolaşmaya çıkacağı sırada kendisini dâvet eden Sultan
Reşâd Han vefât etti. Sultan Vahideddîn'in cülûs merâsiminde bulunmak üzere seyâhat
ertelendi.
Osmanlı pâdişâhlarının saltanata çıkışlarında cülûs merâsimi denilen bir merâsim yapılırdı.
Bu merâsimde devrin en kıymetli İslâm âlimi tarafından Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin
türbesinde yeni pâdişâha umûmiyetle hazret-i Ömer'in kılıcı kuşatılırdı. Sultan Vahideddîn'in
cülûs merâsiminde ona bu kılıç Şeyh Ahmed es-Senûsî tarafından kuşatıldı. Şeyh hazretleri
pâdişâha kılıcı takarken şöyle duâ etti: "Cenâb-ı Hak'tan zât-ı şâhânelerine ömrü tavil (uzun
ömür), ecr-i cemîl (sevap) niyâz ederim, efendimiz."
Ancak bu sırada netîceleri îtibâriyle bir felâket olan Mondros mütârekesi imzâlanınca,
Pâdişâh, Senûsî hazretlerine maiyetiyle birlikte Bursa'da oturmasını irâde etti. Şeyh Ahmed
Senûsî hazretleri daha sonra yine Vahideddîn Hanın isteği üzerine Türk Kurtuluş Savaşında
çalışmak üzere Anadolu'ya geçti. Anadolu'yu, daha ziyâde doğu ve güney vilâyetlerimizi bir
bir dolaşarak halkı Ankara'ya bağlamaya çalıştı. Her gittiği yerde beyazlara sarınmış olarak
mahallî kıyâfetiyle kürsüye veya minbere çıkıyor, vâz ve irşâdlarıyla ordumuza gönüllüler
kazandırıyordu. Onun her sözü bir nasîhattı. Elinde kılıcı, at üstündeki hali, heybeti, Anadolu
Türk insanının üzerinde efsânevî tesirler meydana getiriyordu. Onun Kurtuluş Savaşındaki
vâz ve nasîhatları, halkı birliğe dâvet edişi yalnız Anadolu'da değil, bütün İslâm dünyâsında
derin akisler uyandırdı. Bu maksatla rastladığı gazetecilere Türk milletinin mücâdelesinin
meşrûluğunu ve bütün müslümanların kendilerini desteklemelerinin dînen vâcib olduğunu
ifâde eden kat'î beyânatlar vermekteydi.
Şeyh Ahmed Senûsî hazretleri, Kurtuluş Savaşının sonlarına doğru, bu hareketin kurmayları
arasında hilâfete ve halîfeye karşı başgösteren soğukluk üzerine Anadolu'da daha fazla
durmayı uygun bulmadı. Büyük bir üzüntü içerisinde Ankara'dan ayrılarak Arap
memleketlerine gitmek üzere yola koyuldu. Giderken söylediği şu sözler onun siyâsî bir dâhi
olduğunu göstermektedir:
"Bugün İslâm milletleri arasında en kuvvetli ve haşmetlisi ve dînî vahdet ve idâre yönünden
en ümit vericisi Türk Milleti'dir. Binâenaleyh, bütün İslâmî harekât ve dayanışmanın kuvvet
merkezi Türkiye olmalıdır. Kahraman Türk Milletini bu yakın alâka ve yardıma, dayanışmaya
ve bu çok mühim vazîfeye ehil kılan birçok târihî ve stratejik imtiyazlar vardır. Hilâfeti temsil
etmiş olması, bütün İslâm âleminin kalbgâhı olan Haremeyn ve civârının hâdim ve hâmisi
olmak şerefine sâhip bulunması ve bütün emânât-ı mukaddeseyi hâlâ uhdesinde mahfûz
bulundurması, asırlar boyunca İslâm'ın alemdârlığını yapması ve onu, İlâhî bir lütufla her
türlü tehlike ve saldırıdan koruması ve nihâyet hâli hazırdaki tutumun hâlâ ümid verici olması
gibi sebepler, bu büyük milleti bugün de İslâmî hareket ve dayanışmanın ve İslâm âlemi için,
düşünüp çırpındığımız topyekün bir kurtuluşun yegâne kuvveti, rehberi ve lideri olmaya sevk
etmektedir.
Türkiye'nin ve İslâm Âleminin kurtuluşu Allahü teâlânın izniyle, ancak Müslüman Türk
Milleti sâyesinde mümkün olabilir ve böyle olacaktır."
Şeyh Ahmed es-Sünûsî hazretleri Türkiye'den ayrıldıktan sonra Şam'a gitti. Yaygın şöhreti ve
ziyâretçilerinin çokluğu yüzünden kendisinden korkan Fransızlar, onu Şam'ı terke zorladılar.
Buradan Filistin'e geçti. Orada da İngilizler kendisinden çekinip, endişelendiler. Artan İngiliz
baskısı yüzünden Mekke'ye geçti ise de vehhâbî inancında olan İbn-i Suûd'la anlaşamadı.
Sonunda Yemen imamlığı ile Suûd krallığı arasında tampon bir devlet olan Asîr'e çekildi.
Burada Senûsî şeyhlerinden İdris es-Senûsî'nin torunu olan başka bir İdris es-Senûsî
hükümdârdı. Ancak Asîr'de lâyık olduğu hüsn-i kabûlü gören Ahmed es-Senûsî, 10 Mart
1933 (H.1352)'te vefâtına kadar burada kaldı.
Şeyh Ahmed es-Senûsî hazretleri Tarsûs Gazetesi muhabirine memleketin içine düştüğü
durumun sebeplerini ve kurtuluş çârelerini şöyle belirtmiştir.
"Bu memleketin istikbâli her şeyden evvel ve her şeyin üstünde İslâmiyet'in ahlâkî
prensiplerine dayanmaktadır. Bu prensipler üzerindedir ki şanlı yarının, geleceğin binâsını
kuracağız. Evet bu memleketin istikbâli, dînimizin hükümlerine uymakta yasaklarından
sakınmaktadır. Bu din en yüksek medeniyet, fikir ve ahlâk dînidir. Bize saâdet evini, yurdunu
bağışlayan ancak bu dindir. Dînimiz bize adâleti, iyiliği, icâdı, ictihâdı, vatan muhabbetini,
çalışmayı ve izzet-i îmânımızın muhâfazasını emrediyor. Dînimiz en ahlâkî ve ictimâî bir
dindir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için
gönderildim." buyuruyorlar. Dînimiz fuhşiyâttan, müskirâttan, sefâhetten, tefrikadan,
tembellikten, cehâletten ve bütün kötü ahlâklardan nehyediyor. Görülüyor ki din, bütün
hakîkatıyla güzel ahlâkla amel etmektir.
Bizim gücümüzü kıran ve şevketimizi yıkan, düşmanlarımızı üstün eyleyen en büyük sebep,
hiç şüphesiz ki dînimizi ihmâl etmekliğimizdir. Hissiyâtımıza mağlûb olmaklığımızdır. Bu
durum işlerimizin ve ihmallerimizin neticesi olarak bize acı bir ders oldu. Artık şimdi
kendimizi ıslah etmek bize vazifedir. Yoksa büyük zaferin bize hazırladığı gâyeye ulaşmak
müyesser olmaz. Din neyimizdir? Din hayatımızdır, onsuz hayat olamaz."
1) Sarıklı Mücâhidler; s.264-281
2) Tasavvuf ve Tarîkatler; s.171
3) Osmanlılarda Devlet-Tekke Münâsebetleri; s.230-231