Bağış Yap
21 Mayıs 2013 Salı
ADİYY BİN MÜSÂFİR
ADİYY BİN MÜSÂFİR;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Adiyy bin Müsâfir bin İsmâil Hakkârî, künyesi Ebü'l-Fedâil,
lakabı Şerefüddin'dir. Soyu hazret-i Osman bin Affân'a ulaşır. Ba'lebek civarında Beyt-ü Kâr
denilen yerde 1074 (H. 467) senesinde doğdu. 1162 (H 557) senesinde Musul'a bağlı
Hekkâriyye Dağındaki dergâhında vefât etti. Oraya defnedildi.
Adiyy bin Müsâfir hazretleri, zamânın bereketi, hâller ve kerâmetler sâhibi bir zât idi. Akîl
el-Menbecî, Hammâd ed-Debbas, Ebû Necib Abdülkâhir es-Sühreverdî, Abdülkâdir-i Geylânî
el-Ceylî, Ebü'l-Vefâ el-Hulvânî ve Ebû Muhammed eş-Şenbekî ve başkalarından ilim ve
tasavvuf terbiyesi aldı. Kemâle geldi, olgunlaştı.
Ebü'l-Berekât İbn-ül-Müstevfî, Tarih-i İrbil isimli eserinde; "Şeyh Adiyy bin Müsâfir'i
gördüğümde, ben daha çocuktum. O mübârek zât, orta boylu, esmer renkli ve çok fazîletli idi.
Onun üstünlüğü ve güzel ahlâkı ciltlerce yazılsa anlatılamaz." demektedir.
İbn-ül Ehdel; "Onun çok kerâmetleri görüldü. Kükremiş bir arslanın yanında onun ismi
söylense arslan durur, onun duâsı sebebiyle deniz dalgaları, Allahü teâlânın izniyle sükûnet
bulurdu." demektedir.
Adiyy bin Müsafir önceleri dağlarda, ovalarda, sahralarda dolaşır, nefsini ıslâha çalışırdı.
Uzun seneler, böyle yaşadı. Öyle hâl sâhibi oldu ki, vahşî ve yırtıcı hayvanlar kendisine bir
şey yapmazdı. Daha sonra Musul civârında, Hekkariyye Dağı denilen bir yerde, büyük bir
dergâh yaptırdı. Çeşitli yerlerden insanlar akın akın oraya gelip, ilim ve edeb öğrendiler.
Evliyâdan çok kimse onun talebesi oldu. Bu dergâhın, zamânında bir benzeri olmadığı
söylendi.
İbn-i Şühbe ise bir eserinde; "O, âlim, fakîh bir zâttı. Mücâhede yolunun büyüklerinden biri
olup, sabrı çoktu. Başkaları bu mertebeye ulaşamadı. Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri
kendisini çok medh ü senâ etti ve evliyâullahın ileri gelenlerinden olduğunu söyledi." diye
anlatmaktadır.
Âdiyy bin Müsâfir duâsı makbûl bir zattı. Talebelerinden Şeyh Ömer şöyle anlatır:
Ben bir gün Adiyy bin Müsafir hazretlerinin yanındaydım. O sırada bir kısım insanlar onu
ziyâret için geldiler. Aralarında Hatîb Hüseyin isimli bir zât vardı. Adiyy hazretleri bu zâta
dönerek; "Yâ Hatîb Hüseyin! Sen ve yanındakiler falan yere gidin, bir mikdâr taş çıkarın ve
bahçenin yanına getirin, onunla bahçenin duvarlarını yapacağız." buyurdu. Hatîb Hüseyin hiç
îtirâz etmeden yanındakileri alarak, söylenilen yere taş çıkarmaya gittiler. Adiyy hazretleri de
o yerdeki dağın eteğine gitti. Onlar taşları çıkararak aşağıya yuvarlıyorlardı. Bir ara
yuvarlanan taş bir kişiye isâbet etti. O kişi hemen öldü. Bunun üzerine Hatîb Hüseyin
bağırarak; "Falancaya taş çarptı ve Allahü teâlânın rahmetine kavuştu." dedi. Hatîb Hüseyin'in
sesini Adiyy hazretleri işitti. Onların yanına gelerek, ölen kimsenin yanında durdu. Ellerini
kaldırıp duâ etti. Duâ bitince o şahıs ayağa kalktı. Kendisine hiç taş değmemiş gibi
sapasağlamdı.
Yine bir gün Adiyy hazretlerinin yanına gittim. Evliyânın hâllerinden ve menkıbelerinden
anlatıyordu. Bir ara; "Falan yerde bir kimse vardır. O anasından doğma kördür. Aynı zamanda
baras hastası ve hâl sâhibi bir zâttır." dedi. Ben içimden; "Adiyy hazretleri himmet etseler, o
kimse o durumdan kurtulsa." dedim.
Daha sonra onun yanından ayrıldım. Başka bir gün yine Adiyy bin Müsâfir'i ziyârete gittim.
Bana; "Yâ Ömer! İhtiyaç hârici hiç konuşmamak şartıyla, bana bir seferde arkadaş olur
musun?" dedi. Ben de; "Evet." dedim. Bulunduğumuz yerden çıkarak yola koyulduk. Ben
Adiyy hazretlerini tâkib ediyordum. Beriyet denilen yere geldiğimizde, açlıktan yürüyemez
hâle geldim ve Adiyy hazretlerinden geride kaldım. Geri dönerek bana; "Ya Ömer!
Yürüyemiyor musun?" dedi. Ben de; "Yâ Üstâd! Çok acıktım ondan yürüyemiyorum." dedim.
Bunun üzerine biraz ilerde duran bir ağacın meyvelerini toplayarak bana verdiler. Onları
yiyince ayaklarıma kuvvet geldi ve yürümeye başladım. Sonunda köye vardık. Köyün içinde
bir çeşme vardı. Çeşmenin yanındaki ağacın altında, gözleri kör ve baras hastası bir genç
oturuyordu. O genci görünce, Adiyy hazretlerinin birkaç gün önceki konuşmaları aklıma
geldi. Kendi kendime; "Adiyy hazretleri herhâlde bu gence duâ etmeye geldiler. Bu duânın
bereketiyle bu hâlden kurtulur." diye düşündüm. O anda Adiyy hazretleri bana dönerek;
"Senin kalbinde ne vardır?" dedi. Ben de;"Allahü teâlânın hürmetine duâ buyur da, bu genç
şifâ bulsun." dedim. O zaman; "Yâ Ömer! Benim sırlarımı açığa çıkarma." deyince, ben de
onun sırlarını açıklamayacağıma dâir yemin ettim. Adiyy bin Müsâfir, çeşmenin başına gidip
abdest aldı. Sonra gelip iki rekat namaz kıldı. Sonra o gencin yanına gelip mübârek eli ile
mesh etti ve; "Bi iznillahi, Allahü teâlânın izni ile kalk." dedi. Genç de hemen ayağa kalktı.
Sanki hiç kör ve baraslı değilmiş gibi sapasağlam oldu. Sonra o köyün halkı gelip, Adiyy
hazretlerinin yanına oturdular. Adiyy bin Müsâfir onlarla bir süre hikmetlerden konuştu.
Sonra dergâhımıza gitmek için yola çıktık. Kısa bir zaman yürüdükten sonra dergâha
geldiğimizi gördüm.
Adiyy bin Müsâfir hazretleri kabirdekilerin hâlini bilir onlara da himmet edip yardıma
koşardı. Recâ'î el-Barestekî şöyle anlatır:
Birgün Adiyy hazretleri dergâhından çıktı. Bir müddet yürüdükten sonra, beni yanına
çağırdılar ve; "Yâ Recâ'î, sen işitiyor musun? Bu kabrin sâhibi nasıl bana yalvarıyor ve
benden yardım istiyor." dedi ve eliyle bir kabri işâret etti. Ben o kabre baktığımda, kabirden
siyah bir dumanın çıktığını gördüm. Sonra Adiyy hazretleri o kabrin başına giderek, Allahü
teâlâya onun affedilmesi için duâ edince, o mezarın üzerinden çıkan siyah duman kayboldu.
Adiyy hazretleri beni yanlarına çağırarak; "Yâ Recâ'î, Allahü tealâ bunu affetti ve bundan
azâbını kaldırdı." dedi. Sonra kabirde bulunan zâta; "Yâ Hüseyin, senin hâlin iyi midir?" diye
sordular. O kabirdeki zât da; "Evet, benim hâlim iyidir. Allahü teâlâ benden azâbını kaldırdı."
dedi. Sonra Adiyy hazretleriyle dergâha döndük.
Harikulâde halleri pekçoktu. Ömer bin Muhammed şöyle anlatır:
Adiyy bin Müsâfir hazretlerine yedi sene hizmet ettim. Çok hârikulâde hâllerini müşâhede
ettim. Onlardan biri şudur: Birgün, mübârek ellerine su döküyordum. Bana; "Bir arzu ve
isteğin var mı?" buyurdu. Ben de; "Kur'ân-ı kerîmi doğru okumayı çok arzu ediyorum. Fâtiha
ve birkaç sûreden de başkası ezberimde değil." deyince, mübârek eliyle göğsüme vurdu. O
anda bütün Kur'ân-ı kerîmi ezberimde buldum. Onun huzûrundan çıktığımda Kur'ân-ı kerîmi
hakkıyla okuyordum.
Bir gün bana; "Sen şimdi denizin içinde olan şu altıncı adaya git. Orada bir mescid
göreceksin. O mescide gir. Orada bir ihtiyar var. Ona; beni Adiyy gönderdi, îtirâzı bıraksın.
Nefsinden yana çıkmasın dedi, de!" buyurdu. Ben de; "Peki efendim." dedim. Fakat nasıl
gideceğim diye kalbimden geçirirken, hocam; "Gözlerini kapa! buyurdu. Kapadım. Bir anda,
kendimi o adada buldum. Mescidi gördüm ve hemen girdim. Heybetli ve tefekküre dalmış bir
ihtiyar vardı. Kendisine, bana buyrulanın aynısını söyledim. Çok ağladı, duâ ve istiğfâr etti.
Sonra bana; "Şu anda yedi seçilmiş kimseden biri vefât hâlindedir. Onun yerinde ben olmayı
kalbimden geçirdim ki, sen geldin." dedi. Sonra bir anda kendimi Adiyy bin Müsâfir
hazretlerinin huzûrunda buldum. Bana; "O, seçilmiş on kuldan biridir." buyurdu.
Ebû İsmâil Yâkûb bin Abdülmuktedir şöyle anlatır:
Ben, devamlı gezen bir kişi idim. Bir gün Adiyy bin Müsâfir hazretleri ile görüşmek istedim.
Bir seyahatim esnâsında bir yerde, Hemedan'a gitmekte olan Adiyy bin Müsâfir ile
karşılaştım. Bana; "Sen bir yerden geçerken vahşî hayvanlar görüp korkarsan, onlara;size,
Adiyy gitsinler dedi, dersin. Denizde yolculuk yaparken fırtına çıkıp büyük dalgalar olursa,
dalgalara; Adiyy bin Müsâfir dursun dedi, dersin." buyurdu. Oradan ayrıldıktan sonra bir yere
giderken, yolda karşıma vahşî hayvanlar çıktı. Onlara; "Adiyy bin Müsâfir gitsinler dedi."
deyince, yerlerinde durdular sonra başlarını önlerine eğerek bana hiç zarar vermeden
uzaklaşıp gittiler. Yine bir gün deniz yolculuğu yapıyordum. Öyle bir fırtına çıktı ki, gemi
neredeyse batacaktı. Dalgalar gemiyi bir o tarafa bir bu tarafa yatırıyordu. O anda, Adiyy bin
Müsâfir hazretlerinin bana söylediği sözler aklıma geldi. Hemen; "Adiyy bin Müsâfir
hazretleri, sizin durmanızı söyledi." dedim. Bunu söyler söylemez, âniden rüzgâr kesildi ve
dalgalar durdu. Deniz sâkinleşince, ben de normal seyahatime devâm ettim.
Emîr İbrâhim Mihrânî zamanında, Cerâhiyyet kalesinde bir sûfî cemâati vardı. Emîr İbrâhim,
Adiyy hazretlerini çok severdi, fakat sûfîler bunu kıskanırlardı. Hiçbiri Adiyy bin Müsâfir'in
derecesine ulaşamamışlardı. Emîr İbrâhim'in yanına geldiklerinde, emîr onlara Adiyy
hazretlerinin menkıbelerinden anlatırdı. Bir gün emîr İbrâhim'e; "Eğer biz onun yanına
gidebilseydik ona altından kalkamayacağı sorular sorarak mahcûb ederdik." dediler. Bunun
üzerine emîr İbrâhim onları Adiyy hazretlerinin dergâhına gönderdi. Onlar Adiyy bin
Müsâfir'in huzûruna gelip oturdular. Birisi Adiyy hazretlerine bir şeyler sordu. Fakat Adiyy
hazretleri onunla konuşmayıp sükût etti. Konuşan kimse, Adiyy hazretlerinin sorduğu
suâllerin cevâbını bilemediğini sandı. Adiyy bin Müsafir onun düşüncesini anladı ve
oradakilere; "Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki; şu iki dağa birleşin dese, hemen
birleşirler." buyurdu. Sûfîler, karşıdaki bir dağ ile diğer bir dağın birleştiğini gördüler. Bu
duruma çok şaşırdılar. Sonra Adiyy hazretleri o dağa işâret etti. Dağ tekrar eski hâline geldi.
Sûfîlerin hepsi, hemen Adiyy hazretlerinden özür dileyerek, tövbe ettiler. Bir müddet daha
dergâhda kaldılar. Daha sonra memleketlerine döndüler.
Muhammed Reşâ şöyle anlatır:
Birgün bir yere gidiyordum. Geçtiğim yol çok acâib dikenlerle kaplı idi. Kendi kendime;
"Birçok insan buradan atlarla geçerler. Biz de ayakkabı ile geçmemize rağmen bu dikenler
bizi rahatsız ediyorlar, Adiyy hazretleri ise buralardan yalın ayak geçer. Acaba şimdi ne
yapar?" diye düşündüm ve ağladım. O anda Allahü teâlâ benim kalb gözümü açtı. Adiyy
hazretlerinin nurdan bir şeyin üzerinde yürüdüğünü, yerden yedi zırâ kadar yüksekte
olduğunu ve dikenlerin ona zarar vermediğini gördüm.
Şeyh Ebû Hafs Ömer şöyle anlatır:
Birgün Adiyy hazretlerinin yanındaydım. Adiyy hazretlerine; "Bana gâiblerden birşey göster."
dedim. Bunun üzerine bana bir mendil verip; "Bunu gözlerinin üzerine koy ve gözlerini
kapat." dedi. Ben de dediği gibi yaptım. Bir süre sonra; "Gözlerini aç." buyurdular. Gözlerimi
açınca, omuzlarımdaki kirâmen kâtibin melekleri ile amellerimi satır satır gördüm. Bu hâl
üzere üç gün kaldım. Sonra Adiyy hazretlerine, beni bu hâlden kurtarması için yalvardım.
Aynı şekilde yüzümü örtüp, tekrar açtılar. Böylece bendeki bu hâl kayboldu ve eski hâlime
döndüm.
Ebû İsrâil bin Abdülmuktedir şöyle anlatır:
Ben, bir dağda üç sene tek başıma yaşadım. Bu sırada kitabımın ikinci cildini yazıyordum.
Kitabımı yazarken, yanıma kurtlar gelir, beni koklarlar, yalarlar ve hiç zarar vermeden
yanımdan giderlerdi. Bu duruma ben çok şaşırırdım. Kendi kendime; "Eğer bu kurtların böyle
olmasını sağlayan bir velî varsa, o muhakkak Adiyy hazretleridir. Belki şimdi yanımdadır ve
bana selâm da verir." diye düşündüm. O anda selâmının sesi geldi. Gördüm ki, Adiyy
hazretleri yanımda duruyor. Ben, olup bitenleri ona anlattım. Bunun üzerine ayağa kalktı ve
mübârek ayağını yere vurdu. Yerden çok güzel bir su fışkırdı. Sonra ikinci defa ayağını yere
vurdu. Oradan da bir nar ağacı yetişti. Sonra bana dönerek; "Ben Adiyy'im. Lakin bunların
hepsi, Allahü teâlânın izni ile oldu. Yâ İsrâil, buraya gel ve bu ağacın meyvesinden ye ve bu
pınarın suyundan da iç!" buyurduktan sonra oradan ayrıldı. Ben, orada iki sene daha kaldım.
Musul'da Yûnus isminde birisi vardı. Şehrin en büyük âlimi oydu. İnsanların Adiyy bin
Müsâfir'e yöneldiklerini, ona olan rağbetlerini görüp, hased etti. "Gidip onu imtihan edeceğim
bakalım ilimdeki derecesi nedir?" dedi. Kâdı bin Şehrzûrî ile birlikte yola çıktılar. Kâdı; "Ben
sırf ziyâret için gidiyorum, imtihân etmek için değil." dedi. Yûnus ise; "Benim maksadım
insanlar arasında onu imtihân edip hâlini herkese göstermek. Ziyâret için gittiğim yok." dedi.
Adiyy bin Müsafir'in yanına varınca, Adiyy bin Müsafir, Kâdı'ya iltifât etti fakat Yûnus adlı
zâta iltifât etmedi. O ikisi oturunca Adiyy bin Müsafir Yûnus'a îtikâd ile ilgili bâzı sualler
sordu. İlk suâle cevap verdiyse de diğerlerine cevap veremedi sükût etti. Sonra; yalnız Kâdı,
Adiyy bin Müsâfir'in elini öpüp huzurdan ayrıldılar. Memleketlerine döndüler. Yolda Kâdı,
Yûnus denen zâta; "Hani sen Adiyy bin Müsâfir'i imtihân edecektin? Sana sordu cevap
veremedin. Niçin böyle yaptın?" deyince, o zat; "Adiyy bin Müsâfir'in sağında ve solunda
ağızlarını açmış birer arslanın, konuşacağım sırada beni yemek istediklerini gördüm. Bu
sebeple orada konuşamadım." dedi. Bunun üzerine Kadî; "Elbette, o Allahü teâlânın velîsidir.
Onlara îtirâz etmek uygun değildir." dedi.
Adiyy bin Müsâfir hazretlerinin sohbetleri çok tatlıydı. Sevgi, muhabbet ve teslimiyetten çok
bahsederdi. Buyurdu ki:
"Allahü teâlanın kullarına verdiği ilk ve en büyük nîmeti, onların kalplerini îmâna açması ve
kalblerine îmânı yerleştirmesidir.
Bu nîmetten sonra, Allahü teâlâyı bilmek en büyük nîmettir. Allahü teâlâyı bilmek dînen
vâcibdir.
Allahü teâlâyı bildikten sonra, O'nun kazâsına, kaderine, hayrına, şerrine, azına, çoğuna,
acısına, tatlısına, mahbûbuna sevgili gelene ve mekrûhuna kötü gelene rızâ gösterip, hepsinin
Allahü teâlâdan olduğuna inanmak ve teslîm olmak büyük nîmettir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı
kerîmde meâlen; "Allah, kime hidayet etmeyi dilerse, İslâma onun göğsünü açar, gönlüne
genişlik verir. Her kimi de sapıklıkta bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır sıkıştırır ki,
îmân teklifi karşısında göğe çıkacakmış gibi olur. Allah, îmân etmeyenler üzerine, böyle âzâb
bırakır."(En'âm sûresi: 125)
Adiyy bin Müsafir hazretlerine; "Âlim kimdir?" denildi. Buyurdu ki:
"İnsanlara doğru yolu gösteren âlim şu kimsedir ki; kendi huzûrunda iken senin kalbini
derleyip toparlayan, yokluğunda seni her türlü kötülüklerden haram, günah ve çirkin
şeylerden koruyan, sâhib olduğu en güzel ahlâk ile seni terbiye eden ve o ahlâkla
ahlâklanmanı sağlayan, kendine mahsus terbiye usûlleriyle terbiye eden, kendi îmân nûrunun
parlaklığıyla talebesinin kalbini parlatan ve kalbini kötülüklerden temizleyendir. Talebe ise;
Allahü teâlânın sevdikleri ile berâber olduğu zaman edebi gözetip, güzel ahlâk sâhibi ve her
işte tevâzu üzere olan, âlimlerin huzûrunda onları can kulağı ile dinleyen kimsedir."
Hikmetli sözleri pekçoktur. Buyurdu ki:
Allahü teâlânın evliyâsı, yemek, içmek ve uyku ile, başkasının hakkında konuşmakla, birisine
vurmakla bu makâma kavuşmadı. Ancak mücahede ve riyâzet çekmekle kavuştu.
Edebini, edeb öğreten hocadan almayan, kendisine uyanları yanlış yola götürür.
En küçük bid'atten bile kaçınmayandan, zararı dokunmasın diye siz ondan kaçın.
İlimden yalnız konuşma ile yetinen ve hakîkati ile sıfatlanmayan helâk olur. İbâdet yaparken,
fıkhın gereğini yerine getirmeyen ibâdet yapmış sayılmaz. Fıkıh bilgisi öğrenirken verâ sâhibi
olmayan aldanır. Kendisine lazım olan işleri yapansa kurtulur.
Elinden hârikalar zuhûr eden birini görürseniz, hemen o hâline aldanmayın. Hak teâlânın
emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmasını görünceye kadar dikkatli olun.
İyi ahlâk; herkese sevdiği şeye göre muâmele etmektir. Konuşurken, otururken hiç kimseye
yabancılık çektirmemektir. Mârifet ehli ile otururken, huzûr içinde bulunmaktır. Gâye bu
zâtlardan istifâde ise, bundan başka yolu yoktur.
Ölüm haktır, öldükten sonra dirilmek haktır. Münker ve Nekir'in suâl sormaları haktır. Allahü
teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Allah, îmân edenleri hem dünyâda, hem âhirette (kabirde)
sâbit söz olan şehâdet kelimesi ile tesbit eder. Tevhîde bağlı kılar. Allah zâlimleri (kâfirleri)
şaşırtır ve Allah dilediğini yapar." buyruluyor. (İbrâhim sûresi: 27)
Kabir sıkması, kabir azâbı ve nîmetinin hesâblâ mîzânın hak olduğuna inanmalıdır. Mîzânın
iki kefesi vardır. Burada kulların iyilikleri ve kötülükleri tartılır. İyilikleri hafif gelen
Cehennem'e gider. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden mümin olanlarına şefâatı haktır.
Sırat haktır. Buna inanmalıdır. Kıldan ince, ateşten daha sıcak, kılıçtan keskin, uzunluğu
dünyâ senesiyle otuz altı senedir. Üzerinden salih müminler şimşek gibi geçecek, fâcirler
(günâhkârlar) altındaki Cehennem'e düşeceklerdir. Peygamber efendimize ikrâm olunan havz
haktır. Cennet, iyilere ve Allahü teâlânın dostlarınadır ve ebedîdir. Cehennem ise, fâcir ve
günâhkârlaradır ve ebedîdir. Cennet'le Cehennem arasında, Allah tarafından bir münâdî (nidâ
eden) şöyle seslenir: "Ey Cennet ehli, Cennet'te; ey Cehennem ehli, Cehennem'de ölümsüz
(sonsuz) olarak kalınız."
Kafir olan Cehennem ehli, Cehennem'de ebedî olarak kalıcıdır. Allahü teâlâ hepimizi bundan
muhâfaza buyursun. Âmin.
Sonradan Adiyy bin Müsafir hazretlerinin insanları, irşâd etmekteki yoluna Adeviyye yolu
dendi ve bu isimle şöhret buldu. Çok kimse bu tarîkate girdi. Bu yolun silsilesi Ebû Saîd
Harrâz ve onun vâsıtasıyla da hazret-i Ömer'e nisbet edilir.
Bu yolun da zamanla erbâbı kalmamış sonradan gelen câhil kimseler hem îtikâd hem de
amelde hak yoldan ayrılmışlar sapık yollar tutmuşlardır.
Adiyy bin Müsâfir hazretlerinin yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır: 1) İ'tikâdü Ehl-is-Sünnet
vel-Cemâa, 2) Vasâya.
#$'1&;1,E&#$'17
Şeyh Lâhık anlatır:
Bir gün Adiyy bin Müsâfir'in huzurunda idik. Bize bir şeyler anlatıyordu. Bir ara batı tarafına
yönelip; "Bize gel, bize gel!" dedi ve konuşmasına devâm etti. Bir müddet sonra ikinci defâ;
"Bize gel, bize gel!" dedi. Bu sırada talebelerinden birisi; "Efendim! Bize gel, bize gel,
buyurdunuz bunun mânâsı nedir?" diye sordu. "Şu anda Kostantiniyye'de (İstanbul'da)
birisine Allahü teâlânın hidâyeti yetişti ve müslüman olmak istiyor. Oradan, kendisine
İslâm'ın emirlerini öğretecek birini aramak için yola çıktı. Oradakiler yolundan çevirmek için
uğraştılarsa da muvaffak olamadılar. İşte bunun için onu yanıma çağırıyorum. Allahü
teâlâdan, onun talebelerimden olmasını istedim. Allahü teâlâdan onun hemen buraya
ulaşmasını diliyorum." buyurdu.
Bu sebeple iki gün Adiyy bin Müsâfir'in yanında kaldık. Üçüncü gün ikindi namazı vaktinde
Şeyh bize döndü; "Kalkınız Konstantiniyye'de Allahü teâlânın hidâyet buyurduğu kardeşinizi
karşılayınız." buyurdu. Zâviyeden dışarı çıktığımızda o zâtın dağdan aşağı doğru inmekte
olduğunu gördük. Üzerinde papaz elbisesi vardı. Adiyy bin Müsâfir'in huzuruna girip
müslüman oldu. Adiyy bin Müsâfir ona; "İsmin nedir?" diye sordu. "Abdulmesîh." dedi. Ona
Abdullah ismini verdi. Adiyy bin Müsâfir'in yanında kaldı. Adiyy bin Müsâfir hazretleri ona
namazın şartlarını ve İslâm'ın diğer emirlerini öğretti. Kur'ân-ı kerîmden bir mikdâr ezberletti.
Nihâyet sâlih bir müslüman oldu. Sonra onu İrşâd etmesi, insanlara doğru yolu göstermesi,
terbiye etmesi, onlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmesi için Acem
taraflarına gönderdi. Orada hocası Adiyy bin Müsâfir'in ismini koyduğu bir zâviye yaptı.
Pekçok talebe yetiştirdi.
<A$&'")&*"%"3:(%
Bin yetmiş dört yılında, Musul'da doğan bu zât,
Seksen altı yaşında, bu yerde etti vefât.
Osman ibni Affân'ın, sülâlesinden gelir,
Kerâmetler sâhibi, hâl ehli bir velîdir.
Aslâ dokunmazlardı, ona vahşî hayvanlar,
Duâsıyla sükûnet, buluyordu dalgalar.
Bir gün talebesine, buyurdu ki: "Evladım,
Bir isteğin var ise, edeyim sana yardım."
Dedi: "Ezberlemeyi, istiyorum Kur'ânı,
Lâkin zayıf hâfızam, var mı bunun imkânı?"
"Bu iş kolay." buyurup, mübârek bir eliyle,
Göğsünün üzerini, mesh etti tamâmiyle.
Açıldı hâfızası, talebenin tam o an,
Baktı ki ezberine, girmiş hem bütün Kur'ân.
Bir gün de buyurdu ki: "Filânca adaya git,
Oraya vardığında, göreceksin bir mescit.
İçerdeki kimseye, benden selâm söyle ve,
De ki, işine baksın, karışmasın kimseye."
"Peki." dedi ise de, o büyük evliyâya,
Lâkin nasıl gidilir, bilmezdi bu adaya.
Böyle düşündüğünü, anlayıp o bu sefer,
Buyurdu ki: "Gözünü, az kapatıp açıver."
Kapatıp açtığında, hizmetçi gözlerini,
Bir anda o adada, buluverdi kendini.
O mescidi bularak, içeri girdiğinde,
Gördü o ihtiyârı, hemen duvar dibinde.
Selâm verip dedi ki: "Musul'dan geliyorum,
Adiyy bin Müsâfir'den, selâm getiriyorum.
Buyurdu ki, o baksın, kendi vazîfesine,
Ve aslâ karışmasın, başkasının işine."
O bunları duyunca, başladı ağlamağa,
Dedi: "Düşündüğümden, tövbe ettim Allah'a.
Şimdi bir müslümana, sû'i zan ediyordum,
O kişi, niçin böyle, yapıyor ki, diyordum.
Henüz gelmiş idi ki, bu düşünce, yâdıma,
O anda seni gördüm, yetiştin imdâdıma."
Talebe, o Velî'nin, tebliğ edip sözünü,
Sonra hiç beklemeyip, yumdu iki gözünü.
Açtığında gördü ki, bu defâ Musul'dadır,
Adiyy bin Müsâfir'in, nûrlu huzûrundadır.
1) Kalâid-ül-Cevâhir; s.85
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.137
3) Câmi'u Kerâmât-il Evliyâ; c.2, s.147
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.275
5) El-A'lâm; c.4, s.221
6) Vefeyât-ül-A'yân; c.3, s.254
7) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.179
8) İ'tikâdü Ehl-is-Sünneti vel-Cemâa, (Süleymâniye Kütüphânesi, Şehîd Ali Kısmı, No:
2763/5)
9) Menâkıb-ı Adî bin Müsâfir, (Üniversite Kütüphanesi, Arapça Yazmalar Kısmı, No: 5470)
20 Mayıs 2013 Pazartesi
ÂDEM-İ BENNÛRÎ
ÂDEM-İ BENNÛRÎ;
Hindistan'ın büyük velîlerinden. İsmi Âdem-i Bennûrî olup, seyyiddir. Aslen Reveh
beldesindendir. Büyük annesi Afganistanlıdır. Bir vesîle ile Serhend'in kasabası olan Bennûr'a
gelip yerleşmişlerdi. Doğum târihi bilinmemektedir.
Âdem-i Bennûrî'nin muhterem vâlidesi, bu yüksek oğluna hâmile iken rüyâsında, bâzı nûrânî
zâtların, hikmet dolu bir kandili yakıp evin tavanına astıklarını ve bu kandilden etrâfa nûr
yayıldığını gördü. Bu rüyâsını zevcine anlattığında; "İnşâallah senden nûrânî bir çocuk
dünyâya gelecektir." dedi.
Âdem-i Bennûrî önceleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin halîfelerinden olan Hâce Hıdır'dan
feyz aldı. Yüksek hâller hâsıl oldu. Bu hâllerini Hâce hazretlerine arzetti. O da buyurdu ki:
"Bundan başkası bende yoktur. Senin bundan sonraki yetişmen, ilerlemen, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerine havâle olundu. Şimdi onun huzûruna gidiniz."
Âdem-i Bennûrî, Hâce Hıdır'ın işâreti ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzurlarına kavuştu.
Önceden hâsıl olan hâllerini, tasavvuf yolunda elde ettiklerini arzetti. Hazret-i İmâm; "Bunlar
başlangıç hâlleridir. Kemâle erişmek daha nerede?.." buyurdu.
İmâm hazretleri böyle buyurunca hatırından; "Her hâlde beni teşvik için böyle söylüyorlar.
Yoksa bundan ziyâde hangi kemâl mertebesi olacak?" diye geçti. O yüce İmâm'a karşı îtikâdı
tam olduğu için hizmetinde bulunmaya devâm etti. Az zaman sonra onda hâsıl olanların,
hazret-i İmâm'ın huzur ve sohbetinde kalbine akıtılanlara nisbetle, başlangıç hâlleri bile
sayılamadığını anladı.
Hazret-i İmâm-ı Rabbânî'nin yüksek huzur ve sohbetlerinde yetişen Âdem-i Bennûrî, çok
faydalara, yüksek hâllere, yüce makâm ve mertebelere kavuştu. İstîdâdının yüksekliği, fıtrat
ve yaradılışının temizliği ile yüksek mürşidi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kuvvetli tasarrufu,
çok teveccühleri sâyesinde birkaç ay gibi kısa bir müddette, eşsiz derecelere ulaştı. İmâm-ı
Rabbânî, Âdem-i Bennûrî'yi husûsî odalarına çağırarak; icâzet verip, insanlara doğru yolu
göstermek vazîfesi ile Bennûr'a gönderdi.
İcâzet almakla şereflendikten sonra Bennûr'a gitti. Fakat kendini irşâda, yâni insanlara doğru
yolu gösterme vazîfesine hiç lâyık görmüyordu. Sırf hocasının emirlerine uymak için birkaç
kişiye Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Ama kalbi irşâd vazîfesinde ve
makâmında bulunmaktan hoşlanmıyordu. Bir süre sonra yine, hazret-i İmâm'ın sohbetine
gitmekle şereflendi. Aynadan parlak olan mübârek kalpleriyle, onun bu işten hoşlanmadığını
ve pek gayret göstermediğini bildiler ve; "Allahü teâlâ sizden; irşâd ve hidâyet kudretin
olduğu hâlde, niçin kendini bu işten muaf tuttun? diye soracak." buyurdu. Hazret-i İmâm
bunu kuvvet ve kesinlikle söyleyince, çâresiz bütün gayretini bu işe verdi.
Âdem-i Bennûrî, Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaya, bid'atleri yok etmeye,
tam istikâmet sâhibi olmaya çalıştı.
Fakirle zengini, darda olan ile rahatlıkta olanı, hizmetçi ile efendiyi, oğlu ile talebesini bir
tutup, hepsine ikrâmda bulunmak onun güzel ahlâkından idi. Yemeğin, gönül huzûru, tam bir
temizlik ve abdest ile pişirilmesini buyurur ve eşit olarak dağıtılmasına ihtimâm gösterirdi.
Meclisinde; riyânın, iki yüzlülüğün ve yapmacıklığın yeri yoktu. Emr-i ma'rûf ve nehy-i
münker onun en güzel huyu idi. Bilhassa dünyâyı sevenlere, dünyâya düşkün olanlara, o
kadar hakîmâne ve edîbâne olarak, öyle güzel ve tesirli sözler söylerdi ki, başkaları kolay
kolay öyle sözler söyleyemezdi. Bu faydalı sözleri karşısında hiçkimse ona kırılmazdı. Sözü
kime ve ne için ise, tesirli olur, Allahü tealânın izniyle tesiri, o anda görülür ve o kimse tövbe
etmekle şereflenirdi. Konuştuğu zaman bütün sözleri ya iyiliği emir şeklinde, veya ilim ve
mârifet olurdu. Böyle olmayan sözler pek az duyulurdu. Görünüşte ilgisiz gibi olan sözler
söylediği zannedilse bile onun da altında mutlaka bir nasîhat ve bir hikmet bulunurdu. Onun
sohbeti insanları kötü sıfatlardan, fenâ ahlâktan ve alçak dünyâyı sevmek ve ona düşkün
olmaktan temizlerdi.
Seyyid Âdem-i Bennûrî, zamânında yeryüzünün en meşhûr en büyük mürşidlerinden, hidâyet
rehberlerinden idi. Talebelerinin sayısı yüzbinden çoktu. Her tarafta büyük kabûl gördü.
Dünyânın her tarafından grup grup insanlar, aradaki mesâfenin uzaklığı ve yol meşakkatine
aldırmaksızın huzûruna gelirler, sohbetinde bulunmak şerefine kavuşmağa can atarlardı. Bu
sebeple dergâhı, devamlı kalabalık olurdu.
Herkese yardımcı olmaya çalışırdı. Kendisine gelen ihtiyaç sâhibi bir kimseyi boş çevirmez,
yapabildiği nisbette yardımcı olur, o kimsenin işini hâllederdi. Başkalarına yardımcı olmaya
çalışırken başına bâzı sıkıntılar gelse, onlara sabreder, şikâyette bulunmazdı.
Âdem-i Bennûrî, kimi talebeliğe kabul etse, bîat etme yâni teslim olma ânında onu fenâ-i kalb
yâni evliyâlığın en yüksek makâmına ulaştırırdı. Bir gün huzûruna bir fâsık kimse gelip, bîat
etmek, yoluna girmek istedi. Âdem-i Bennûrî ona; "Önce Resûlullah efendimizin dîni üzere
bulun, emirlerini yap, yasaklardan kaçın. Sonra yanımıza gel" buyurdu. O kimse kalbi kırık
şekilde yanından ayrıldı. O zaman Âdem-i Bennûrî'ye; "Ne iş yaptın biliyor musun? Bizi
isteyeni kapından kovdun." diye ilâhî bir ses geldi. Talebelerinden birini hemen arkasından
gönderip, adamı dergâha çağırdı fakat adam gelmedi. İkinci defa bir başka talebesini
gönderdi. Adam yine gelmeyince halîfelerinden birini arkasından göndererek; "Kulağına
benim tarafımdan Allah mübârek lafzını söyle." dedi. Halîfe giderek; "Bir dakika sana bir şey
söyleyeceğim." deyince adam durdu. Adamın kulağına; "Allah." dedi. O zât bu şerefli ismi
duymakla, fenâ-i kalb makâmına ulaştı.
1643 (H.1053) senesinde talebelerinden birinin bir işi için Lâhor'a gitti. Yanında
Afganlılardan ve başkalarından onu seven kalabalık bir cemâat vardı. Bazıları onun gelişini
zamânın sultânına yanlış haber verdiler. Hattâ öyle sözler söylediler ki, bu sözlerden mübârek
hâtırı incinip, işini çabuk hâlledip bitirdi ve Lâhor'dan ayrıldı. Zâten eskiden beri, Peygamber
efendimizin ve Beytullah'ın aşkıyla yanmakta idi. Lâhor'dan ayrıldıktan sonra memleketi olan
Bennûr'a döndü ve oradan Harameyn-i şerîfeyne, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i
münevvereye doğru yola çıktı.
Öyle bir aşk, muhabbet ve edebe sâhipti ki, hacdan sonra, Mescid-i Kubâ'dan Mescid-i
Nebevî'ye kadar olan yolu, her adımda iki rekat namaz kılarak gitti.
Medîne-i münevvereye gidince, Kabr-i Nebevî'yi ziyâretinde, Peygamber efendimiz onun
selâmını aldı ve pek az kimseye nasîb olan müsâfeha etmek şerefine kavuştu.
Ziyâretten sonra, memleketine dönmek üzere ayrılmak istediği zaman, Resûlullah
efendimizden saâdet müjdesi aldı. Kendisine hitâben; "Ey oğlum! Sen benim yanımda kal!"
buyuruldu. Bunun üzerine orada kaldı ve 1644 (H.1054) senesinde; Medîne-i münevverede,
çok sevdiği, hiç unutmayıp her an zikrettiği Rabbine, yüksek ceddi olan Resûlullah
efendimize ve diğer sevdiklerine kavuştu. Emîr-ül-mü'minîn hazret-i Osmân-ı Zinnûreyn'in
kabrine çok yakın bir yerde defnolundu. Öyle ki, hazret-i Osman'ın türbesinin gölgesi Seyyid
Âdem-i Bennûrî'nin kabrinin üzerine gelirdi.
Seyyid Âdem-i Bennûrî, daha ilk teveccühde, talebeyi fenâ-i kalb makâmına ve nisbet-i
müceddidiyyeye ulaştırırdı. Allahü teâlâ tarafından ona, müceddidiyyede husûsî bir tarz ve
yol ihsân edildi. Bu yola, "Ahseniyye" denilmektedir. Bu kendi yolu ile insanları Allahü
teâlâya yaklaştırıyordu. Bu hâli, İmâm-ı Rabbânî hazretleri çok önceleri, şu sözleri ile işâret
etmişlerdi: "Size bizden istifâde ettiğinizden daha çoğu gaybî olarak verilecektir. Sizin
yolunuza giren mağfiret olunmuştur. Kıyâmette size yeşil bir sancak verilir. Size tevessül
edenler, yolunuzda gidenler, sizi tâkib edenler kıyâmet gününde o sancağın altında râhat ve
gölgede olurlar."
Seyyid Âdem-i Bennûrî hazretleri, Allahü teâlânın dînine, insanların saâdete, kavuşmalarına
çok hizmet etti. Dört yüz binden ziyâde kimse onun elinde tövbe edip hidâyete kavuştu.
Birçok eser yazdı. Bunlardan Gülzâr-ı Esrâr-ı Sûfiye adlı eseri basılmıştır. Mektupları ve
sözlerinin toplandığı Netâic-ül-Haremeyn adlı yazma eser Pakistan'ın Peşaver
Kütüphânesindedir.
1) Hadarât-ül-Kuds; s.383
2) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî; s.323
3) Persian Literatura; c.2, s.991
4) Hazinet-ül-Asfiyâ; c.1, s.630
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.153
ACEPŞİR EFENDİ
ACEPŞİR EFENDİ;
Hakkında yeterli bilgi bulunmayan Acepşir Efendi Tokat'ta medfundur. On dördüncü yüzyılın
başlarında yaşamıştır. İlhanlıların büyük hükümdârı Ebû Saîd Bahadır Hanın 1318 yılında
adına câmi yaptırmasından anlaşıldığına göre Acepşir Efendinin devrin meşhur evliyasından
olması muhtemeldir. Özellikle baş ağrısı çekenler tarafından ziyâret edilmekte ve Acepşir
Efendinin bereketiyle şifa bulmaktadırlar.
AÇIKBAŞ MAHMÛD EFENDİ
AÇIKBAŞ MAHMÛD EFENDİ;
On yedinci yüzyılda Anadolu'da yetişen evliyâdan. İsmi Mahmûd olup, babası Ahî Mahmûd
Efendidir. Meczûb olup, başı açık gezdiği için Açıkbaş lakabıyla anılmıştır. Doğum târihi
kesin olarak bilinmemektedir. Âmid yâni Diyarbakır'da doğdu. 1660 (H.1077) senesinde
Bursa'da vefât etti.
Diyarbakırlı olan Açıkbaş Mahmûd Efendi küçük yaşından îtibâren, zamanın âlimlerinden
ilim tahsil etti. Olgunluk yaşına gelince, tasavvufa yöneldi. Nakşibendiyye yolu
büyüklerinden "Urmiye Şeyhi" diye bilinen amcası Mahmûd Efendinin sohbetlerinde
bulundu. Ona talebe olup tasavvuf dersleri aldı. İlimde ve tasavvufta yüksek derecelere ulaştı.
Bir ara Mardin emîri olarak vazîfe yaptı. Bu sırada içinde bulunduğu tasavvufî hâlin verdiği
bir cezbeye kapılarak memleketinden ayrıldı. Mısır'a ve başka beldelere gitti. Gittiği yerlerde
büyüklerin kabirlerini ve mübârek makamları ziyâret etti. Âlimlerin ve evliyânın
sohbetlerinde bulundu. Bir müddet sonra İstanbul'a geldi. Sonra Bursa'ya yerleşti. Bursa'da
Ulu Câmi ve Dâye Hâtun Câmilerinde vâzlar vererek insanlara İslâm dîninin emir ve
yasaklarını anlattı. İnsanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle oldu. Talebe
okuttu. Nakşibendiyye büyüklerinden Muhammed Hemedânî hazretlerinin topladığı duâ,
virdleri ve tesbihleri içine alan Evrâd-ı Fethiyye'yi okuttu. Şöhreti her tarafa yayıldı. İnsanlar
uzaktan ve yakından sohbetlerine koşup istifâde ettiler.
On iki ilimden bahseden bir eser yazarak vezîriâzam Köprülüzâde Ahmed Paşaya hediye etti.
Vezîriâzamın ve zamânın pâdişâhının iltifât ve ihsânlarına kavuştu. Resmî mahlâsıyla
Arapça, Farsça ve Türkçe olarak pekçok şiir yazdı. Şiirlerinde daha çok dünyânın fâni ve
kendisinin de garîb olduğunu anlatır.
Bu âlem-i fânîde ne mîrim ne emîrim
Üftâde-i vâdi-i fenâ merd-i hakîrim.
El-minnetü lillah ki olup cân ile bende
Meydan-ı muhabbette nazar-kerde-i pîrim.
Bâriye şükür mâlik-i gencîne-i râzım
Yok sîm ü zerim gerçi bu dünyâda fakirim.
beyitleri buna örnektir.
Ömrünü, İslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle, insanlara anlatmakla geçiren Açıkbaş Mahmûd
Efendi, 15 Ekim 1666 (15 Rebîulâhir 1077) Cumâ günü ikindi vaktinde Bursa'da vefât etti.
Dâye Hâtun Câmii hazîresinin batı kısmında defn edildi. Kabri sevenleri tarafından ziyâret
edilmektedir. Açıkbaş Mahmûd Efendinin vefâtından sonra yerine birâderi Kâsım Efendinin
oğlu Mahmûd Efendi geçip talebe yetiştirdi. O da vefât edince, oğlu Mustafa Efendi geçti.
İlmiyle amel eden, güzel ahlâk sâhibi olgun bir velî olan Açıkbaş Mahmûd Efendinin
kıymetli eserleri de vardır. Bu eserlerinin başlıcaları şunlardır:
1) Güzîde: Türkçe olup tecvîde yâni Kur'ân-ı kerîmi okuma ilmine dâirdir. Beşiktaş'ta Yahyâ
Efendi Kütüphânesinde bulunan ve yirmi dokuz bâb (bölüm) üzerine yazılmış olan bu eser
pek kıymetlidir.
2) Evrad-ı Fethiyye: Farsçadan tercüme edilmiş bir eserdir. Nakşibendiyye büyüklerinden
Muhammed Hemedânî'nin topladığı, duâ, zikir ve virdleri ihtivâ eden eserin şerh ve
tercümesidir.
3) Risâle-i Nurbahşiyye: Emir Sultan hazretlerinin mensûb olduğu Nurbahşiyye tarîkatının
evrâd ve silsilesini açıklayan bir risâledir.
4) Arapça, Farsça ve Türkçe olarak yazılmış olan şiir mecmuâsı.
Açıkbaş Mahmûd Efendinin eserleri yazma olup, hiçbirisi basılmamıştır.
1) Vekâyi-ul-Fudâlâ; c.1, s.562
2) Güldeste-i Riyâz-ý Ýrfan; s.154-159
3) Sicilli Osmânî; c.4, s.319
4) Osmanlý Müellifleri; c.1, s.29
18 Mayıs 2013 Cumartesi
ABDÜSSELÂM BİN MEŞÎŞ HASENÎ
ABDÜSSELÂM BİN MEŞÎŞ HASENÎ;
Fas evliyâsından. Ebü'l-Hasan Şâzilî'nin hocası. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. Peygamber
efendimizin mübârek soyundandır. Hazret-i Hasan'ın soyundan olduğu için Hasenî denmiştir.
Doğum târihi bilinmemektedir. 1228 (H. 625) senesinde şehîd oldu. Hayâtı hakkında bilgi
azdır.
Yedi yaşında mânevî hâller görülmesinden sonra kendini ilme ve ibâdete verdi. On altı yıl
dolaştı. Bu sırada bir mağarada kalırken, yanına, evliyâdan Abdurrahmân bin Zeyyât geldi.
Yedi yaşından beri mânevî terbiyesi ile meşgûl olduğunu, kavuştuğu hâlleri tek tek söyleyince
ona intisâb etti, bağlanıp talebe oldu. Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuştu.
Talebelerinin büyüklerinden olan Ebü'l-Hasan eş-Şazilî şöyle anlatır:
Irak'a vardığım zaman, sâlih bir zât olan Ebü'l-Feth el-Vâsıtî hazretlerinin huzûruna gittim.
Çünkü, Irak'ta birçok âlim olmasına rağmen, onun gibisi yoktu. Ben, zamânın büyüğünü
arıyordum. Yanına girince bana; "Sen, Irak'ta zamânın kutbunu, büyüğünü arıyorsun. Hâlbuki
o, senin memleketindedir. Onu orada bulabilirsin." dedi. Bunun üzerine hemen memleketime
döndüm ve evliyânın büyüğü Ârif-i billâh el-Kutb el-Gavs Ebû Muhammed Abdüsselâm bin
Meşîş hazretlerinin bulunduğu yere vardım. Bir dağ eteğinde, bir dergâhda ikâmet ediyordu.
Huzûruna çıkmadan önce gusl abdesti aldım. Sonra niyetimi hâlis kılıp; bilgim, amelim her
neyim varsa kalbimi tamâmen boş bulundurup, istifâde niyetiyle huzûruna yöneldim.
Bulunduğu yere çıkarken onunla karşılaştım. Bana; "Merhabâ, hoş geldin ey Ali bin Abdullah
bin Abdülcebbâr." buyurup, Resûlullah efendimize kadar ulaşan ceddimi (dedelerimi) saydı
ve; "Ey Ali! Gönlünü boş bulundurup, her şeyini terk edip bize geldin. Biz de, dünyâ ve âhiret
ile ilgili ne zenginlik varsa sana verdik." dedi. O anda beni bir dehşet kapladı. Allahü teâlâ,
kalb gözümü açıncaya kadar orada kaldım. Hocamdan, târifi imkânsız kerâmetler gördüm.
Bir gün huzûrunda oturuyordum. Kucağında küçük bir çocuk vardı. O esnâda İsm-i âzamı
sormak hatırıma geldi. O çocuk kalktı ve elini kuşağıma uzatıp; "Ey Ebü'l-Hasan, sen, İsm-i
âzamı sormak niyetindesin, o, senin kalbine emânet edilmiş bir sırdır." dedi.
Zamânın Kutbu Abdüsselâm bin Meşîş; "Bu çocuk, bizim yerimize sana cevap verdi."
buyurdu. Daha sonra Ebû Muhammed Abdüsselâm bin Meşîş bana; "Ey Ali, şimdi Afrika'ya
git. Şâzile denilen yere yerleş. Allahü teâlâ, bundan sonra senin eş-Şâzilî diye çağırılmanı
nasîb eder. Oradan Tunus'a git. Tunus'ta pek çok kimse sana tâbi olur. Daha sonra Meşrık
beldelerine gidersin. İnsanları irşâd edersin doğru yolu gösterirsin." buyurdu. Bunun üzerine
ben; "Efendim, bana vasiyette bulunur musunuz?" deyince; "Allahü teâlâdan kork.
İnsanlardan sakın. Dilini insanların boş sözlerinden koru. Kalbini onların kötü
düşüncelerinden muhâfaza et. Âzâlarını gözet ve onları harama düşmekten, günah işlemekten
koru. Ne için yaratılmışlar ise, onları o vazîfede kullan. Allahü teâlânın farz kıldığı işleri
zamânında yap. Böyle yaparsan, Allahü teâlânın hıfz u himâye ve korumasında olursun.
Allahü teâlânın sana emrettiği işleri yaparsan, verâ sâhibi (haramlardan sakınan) olursun.
Şöyle duâ et: Yâ Rabbî! Senden alıkoyan her şeyden beni koru. İnsanların şerlerinden beni
muhâfaza et. Senin rızân ile kalbimi zenginleştir. Sen her şeye kâdirsin" buyurdu.
Yine biri ona; "Efendim! Bana bâzı vazîfeler verseniz de onlarla meşgul olsam." dedi.
Buyurdu ki: "Farzları yerine getir, mâsiyetleri, günahları terket. Kalbini dünyâyı istemekden,
kadın ve makam sevgisinden, nefsin arzu ve isteklerinden koru. Allahü teâlânın sana verdiği
ile kanâat et. Allahü teâlânın beğendiği bir şeye kavuşursan şükret."
Buyururdu ki:
"Dünyâ kirinden temizlen. Arzu ve isteklerine meylettiğin zaman onu tövbe ile düzelt. Allahü
teâlânın sevgisine yapış. Allah sevgisi öyle bir şeydir ki, her iyilik, hayır ve üstünlüğün esası
odur.
Sevaba kavuşamayacağın yere ayağını koyma. Günah işlemeyeceğin yere otur. Başka yere
oturma.
Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmakta yardım isteyeceğin kimseden başkası ile oturup
kalkma.
En güzel nasîhatçı seni Mevlâ'ya sevk edendir.
Kendisi hatırlanınca, Allahü teâlâyı hatırlatanlarla berâber ol."
Abdüsselâm bin Meşîş sünnet-i seniyyeye dînin emir ve yasaklarına çok bağlı, yalnız olarak
hep ibâdetlerle meşgûl olurdu. Muhammed bin Ebû Tevâcîn peygamberlik iddiâsında
bulununca, inzivâyı, yalnız bir köşede kendi hâlinde yaşamayı bırakıp, onunla mücâdele etti
ve bu sırada şehîd oldu. "Şehîd kutb" diye meşhûr oldu. Benî Arûs mıntıkasındaki Cebelialem
denilen yere defnedildi. Türbesi Fas'taki önemli ziyâret yerlerindendir. Çocuklarına ve
torunlarına dâimâ hürmet edilegelmiştir.
Okumuş olduğu Salevât günümüze kadar gelmiş ve yirmiden fazla açıklaması yapılmıştır.
1) Câmiu-Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.69
2) Týbyân-ul-Vesâil; c.3, s.124-129
3) Brockelman; Gal-1, s.569, Sup-1, s.757
4) El-Kutb-üþ-Þehîd Sîdî Abdüsselâm bin Meþîþ (Abdülhalîm
Mahmûd, Kâhire, 1976)
ABDÜRREZZÂK DEDE
ABDÜRREZZÂK DEDE
Türbesi Adana'nın İsmâiliye köyündedir. Daha önce Adana Çimento Fabrikası yakınındaki
dağda iken on yıl önce İsmâiliye köyüne nakledilmiştir. Nakil esnâsında cesedinin çürümemiş
ve kefeninin solmamış olduğu görülmüştür. Türkiye'nin her yerinden ziyâretine gelip,
bilhassa felçlilerin şifâ bulduğu halk arasında yaygındır.
ABDÜRREZZÂK ALİ EFENDİ
ABDÜRREZZÂK ALİ EFENDİ;
Anadolu evliyâsından. 1842 (H.1258) yılında Erzurum'da doğdu. Babası Erzurum
Nakîb-ul-eşrâfından olup, seyyidlerden Gadâyîzâde Muhammed Efendidir. Nesebi
Peygamber efendimize ulaşır. İlimde çok kuvvetli olduğundan, İlmî mahlasını kullanırdı.
Abdürrezzâk Efendi tahsil çağına gelince, ilk önce ağabeyi Muhammed Efendiden okumaya
başladı. 14 yaşından îtibâren babası Muhammed Efendinin mânevî terbiyesi altına girdi. Aynı
zamanda medreselerde okunan ilimleri de bitirerek İbrâhim Paşa Medresesi müderrislerinden
Solakzâde Ahmed Tevfik Efendiden icâzet, diploma aldı. Tahsîlini tamamladıktan sonra
Ahmediyye Medresesinde ders okutmaya başladı.
Abdürrezzâk Ali Efendi, Tasavvuf yolunda da ilerlemek için bir mürşid-i kâmilin talebesi
olmak istedi ve Şeyh Hakkı Erzurum'a gelince onun sohbetlerine devâm etti. Şeyh Hakkı
hazretlerinin vefâtına kadar hizmetinde bulundu. Sonra tekrar talebe yetiştirmeye başladı.
Tefsîr ilminde çok derin âlimdi. Rûhul Beyân Tefsîri'ni birkaç defâ baştan sona talebelerine
okuttu.
Abdürrezzâk Ali Efendi, orta boylu, sakalının kırı az, ince, zayıf, sevimli, nâzik, kibâr bir
zâttı. Babasının vefâtından sonra Nakîb-ul-eşrâf oldu. Erzurum'da ikâmet eder, üç-dört senede
bir Ramazan ayında İstanbul'a giderdi. Çeşitli câmilerde vâz ve nasîhatlarda bulundu. Sümbül
Sinan Efendinin mânevî işâreti ile kendisine ayrılan odada elli sene kaldı ve ibâdetle meşgûl
oldu. Sözleri çok tesirli idi. Dinleyenler huzur bulurdu. Kimseye halîfelik vermedi. 1907
(H.1325)'de Erzurum'da vefât etti. Büyük Câminin bahçesine defnedildi. Ali Efendinin Halal
ve Haram Risâlesi, Musâvât-ı Aded-i Hurûfât, Manzûme-i Nüfûs-ı Seb'a adlı eserleri
yanında bir de Dîvân'ı vardır. Hiçbirisi matbû değildir.
Abdürrezzâk Ali Efendi buyururdu ki:
"Kalbi Allahü teâlânın sevgisi ile diri olanın ölümü hayattır. Kalbi nefsin arzuları ile ölmüş
olanın hayâtı ölüdür."
"Ölüm, ölmeden önce ölünüz, sırrına eren âşıklara rahmet, devlet, seâdet, izzettir."
Abdürrezzâk Ali Efendi, Allahü teâlânın aşkı ile çok güzel şiirler söylemiştir.
Bunlardan birisi:
Cemâlullaha olan âşık hevâ ile sivadan geç
Karışma fi'l-i Hakka ey gönül çûn-u-çirâdan geç.
Bekâdan neş'edâr ol bâde-i tevhîd ile ey dil
Gönülden hâzır ol Hakk'a heman mülk-i fenâdan geç.
Libas-ı fahri neyler câme-i aşk âşıka kâfî
Abâ-yı aşkı gey İlmî bütün dârû devâdan geç.
Ey gönül erbâb-ı câha etme arz-ı ihtiyaç
Bâb-ı Hak meftûh iken gayra ne lâzım ilticâ.
1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.156
ABDÜRREŞÎD SÂHİB FÂRÛKÎ
ABDÜRREŞÎD SÂHİB FÂRÛKÎ;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdürreşîd bin Ahmed Saîd bin Ebî Saîd bin Şâfi bin Aziz bin
Muhammed Îsâ bin Seyfeddîn-i Fârûkî Serhendî'dir. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî
hazretlerinin torunlarındandır. 1821 (H.1237) senesinde Hindistan'ın Luknov şehrinde doğdu.
1870 (H.1287) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti.
Abdürreşîd Fârûkî küçük yaştan îtibâren, evliyânın büyüklerinden dedesi Ebû Saîd Müceddidî
hazretlerinden ilim öğrendi. On yaşında Kur'ân-ı kerîmin tamâmını ezberledi.
Molla Habîbullah'tan hadîs ilmini, sarf ve nahiv bilgilerini, Ahmed Dehlevî'den aklî ilimleri
öğrendi. Yirmi yaşında iken dedesinin sohbetinde yetişip, Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i
Buhârî hazretlerinin yolunda icâzet aldı. Ayrıca yüksek babaları Ahmed Saîd Sâhib
hazretlerinin sohbetlerine devâm etti. Bu sohbetlerde Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Çeştiyye ve
Kübreviyye yollarında yetişip icâzetle şereflendi. Fıkıh, hadîs ve tefsîr ilimlerini öğrendi.
Yine babalarından Risâle-i Kuşeyriye, Füsûs-ül-Hikem ve Mesnevî-yi şerîf gibi tasavvufla
ilgili eserleri ve Usûl-i Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî dersini okudu. Çeşitli ilimlerde ve
tasavvufun inceliklerinde kemâle geldi. Babasının birçok ince bilgilerle dolu Fârisî, Enhâr-ı
erba'a adlı eserini Arapçaya tercüme etti. Mekke-i mükerremeyi ziyâret etmek arzusunun
dayanılmaz hâle gelmesi üzerine, 1840 senesinde doğruca buraya geldi. Hacdan sonra
Medîne-i münevvereye giderek, Resûl-i ekremi ziyâretle şereflendi. Birçok ikrâm ve ihsânlara
kavuşarak Delhi'ye geri döndü. Bir müddet Delhi'de ikâmet ettikten sonra, yüksek babaları
Ahmed Saîd Fârûkî ve diğer âile fertleri ile birlikte Mekke-i mükerremeye hicret etti. Bir
müddet Mekke-i mükerremede, bir müddet Medîne-i münevverede, bir müddet de Tâif'te
ikâmet etti.
Ahmed Saîd Fârûkî'nin vefâtı üzerine Mekke-i mükerremeye yerleşerek, babasının yerine
insanlara doğru yolu göstermekle vazîfelendirildi. Sağlığında babası Ahmed Saîd Fârûkî,
kendi teveccühlerinden istifâde edemeyen talebelerini, oğlu Abdürreşîd Sâhib'e havâle ederdi.
O da onları çok güzel bir şekilde yetiştirirdi. Babasının vefâtından sonra onun ziyâretine
gelenler, sohbetleri ile müşerref olurlar, kalblerini feyz ve ilâhî nîmetlerle doldurarak geri
dönerlerdi. Hâl ve hareketlerinde, baba ve dedelerine çok benzerdi. Ömrünün sonuna kadar,
onların yolunda ve onlardan duyduklarını insanlara anlatmakla meşgûl oldu.
Ramazân-ı şerîfte Buhârî-yi şerîf okumak, terâvihlerde her gece üçer cüz Kur'ân-ı kerîm
okumak, on gecede bir hatm-i şerîf etmek, Muharrem-ül-haram ayının onunda Müslim-i
şerîf'i hatmetmek, Muharremin ilk on günü ile, Pazartesi, Perşembe ve her ayın on üç, on dört
ve on beşinci günleri oruç tutmak, her gün öğle namazından sonra tefsîr, hadîs ve Mektûbât-ı
İmâm-ı Rabbânî ve diğer tasavvuf kitaplarını okutmak Abdürreşîd Sâhib hazretlerinin âdet-i
şerîfeleri idi.
Mekke-i mükerremede kaldığı sırada pekçok talebe yetiştirdi. Oğlu Şâh Muhammed
Ma'sûm-i Ömerî en ileri gelen talebelerindendir.
1) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.144
2) Makâmât-ý Ahyâr; s.86
3) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1034
4) Zikr-üs-Saîdeyn
ABDÜRRAHÎM TIRSÎ
ABDÜRRAHÎM TIRSÎ;
Anadolu evliyâlarından. İznik yakınlarındaki Tirse köyünde doğdu. Babası Bâyezîd Fakih
köyde imâmlık yapıyordu. Doğum târihi belli değildir. Küçük yaşta babası ile İznik'e giderek
büyük velî Eşrefoğlu Rûmî'nin sohbetlerine katıldı. Eşrefoğlu Rûmî'nin; "Bu çocuğu bize
verin, tâlim ve terbiyesi ile meşgûl olalım." buyurması üzerine babasının rızâsı ile onun
yanında kalarak yetişti. Bir süre sonra Eşrefoğlu Rûmî'nin kızı Züleyhâ Hâtun ile evlendi.
Abdürrahîm Tırsî, çok ibâdet eden, nefsinin arzularını yerine getirmeyen, haramlardan kaçan
bir zâttı. Talebeliğinde Hızır aleyhisselâm ile görüşme ve sohbetiyle müşerref olmayı çok
istiyordu. Bir gün hocası onu pazara elma almaya gönderdi. Pazardan dönerken yolda bir zat
ile karşılaştı. O zât; "Sepetini aç, neyin olduğunu göreyim." dedi. Abdürrahîm Tırsî, sepeti
açınca o zât içinden bir elma alıp yoluna devâm etti. Abdürrahîm Tırsî de hocasının huzûruna
gidip sepeti önüne koydu. Eşrefoğlu Rûmî, sepete bakınca; "Abdürrahîm, bu elmaların birisi
eksik." dedi. O da; "Bir zât aldı." dedi. Hocası; "O zâtın eteğine niçin yapışmadın?" diye
sordu. O da; "O zâtın kim olduğunu bilmiyordum." deyince, hocası; "Ya Abdürrahîm! Hızır'ı
görsem deyip dururdun, fakat bilsem demezdin. O zât Hızır idi. Gördün, fakat bilemedin."
dedi. Bunun üzerine Abdürrahîm Tırsî; "Ah görsem ve bilsem." diye Eşrefoğlu Rûmî'den
ricâda bulundu. Hocası; "Ey Abdurrahîm! Bu gece Yaylak denen yere git." buyurdu.
Abdürrahîm Tırsî gece olup Yaylak'a gittiğinde, gündüz sepetinden elma alan zâtın orada
olduğunu gördü. Hak teâlâya çok hamd ve senâdan sonra Hızır aleyhisselâmdan duâ istedi.
Hızır aleyhisselâm da; "Yâ Abdürrahîm! Hizmetinde olduğun zâtın kadrini ve kıymetini bil.
Ondan hayır duâ iste." buyurup gözden kayboldu. Bundan sonra hocasının hizmetlerine daha
çok gayret ve şevkle koştu ve îtina gösterdi. Hocasının vefâtından sonra yerine geçip talebe
yetiştirmek, insanlara İslâmiyet'i öğretmek için çalıştı.
Abdürrahîm Tırsî, Yaylak denilen yerde bir câmi yapmak için talebeleri ve halktan sevenleri
ile ağaç kesmeğe ormana gitti. Bir talebesine yanlarına küçük tencerede bir mikdâr pirinç
çorbası ile çok mikdâr da tabak almasını söyledi. Ormana varıp ağaç kesildikten sonra, öğleye
yakın yemek için sofra kuruldu. Abdürrahîm Tırsî, küçük tencere üzerine Fâtiha-i şerîfe
okuyup; "Tabakları doldurun." buyurdu. Bütün tabaklara çorba doldurulmasına rağmen,
tenceredeki çorba hiç eksilmemiş gibi duruyordu. Daha sonra ezan okundu ve Abdürrahîm
Tırsî cemâate namaz kıldırdı. Namazdan sonra Yörüklerden bir grup ellerinde sofralar olduğu
hâlde yanlarına geldiler. İçlerinde çok güzel yemeklerin bulunduğu sofralardan, orada hizmet
edenler yemek yedi. Abdürrahîm Tırsî gelen yörüklerle hiç konuşmadı. Cumâ günü olunca
Abdürrahîm Tırsî, talebesi Habib Dede ile câmiye gitti. O sırada câminin önünde bir grup
yörük vardı. Habib Dede onlara; "Ey müminler! Şu vakit getirdiğiniz yemekten dolayı hocam
çok memnun oldu." deyince yörükler; "Ne yemeği. Bizim ondan haberimiz yoktur!" dediler.
Abdürrahîm Tırsî; "Habib Dede, o yemeği getiren yörükler değil, onların sûretinde melekler
idi. Allahü teâlâ kereminden, bizim hizmetimizde bulunan müminleri tâzim için kudret
sofrasında melekleriyle o yemeği gönderdi." buyurdu.
Abdürrahîm Tırsî, 1520 (H.927) senesi Şubat ayında İznik'te vefât etti. Hocasının yanına
defnedildi. Yerine önce Muslihüddîn Efendi daha sonra da oğlu Pîr Hamdi Efendi geçerek,
insanlar Allahü teâlâya kavuşturan yolu anlattılar.
Abdürrahîm Tırsî'nin vefâtından sonra; her gün siyah, gözleri görmeyen bir köpek gelip bâzan
Eşrefoğlu Rûmî'nin bâzan da Abdürrahîm Tırsî'nin kabrine yüzünü sürer, ayak ucunda
yatardı. Fakat namaza gelenler onu oradan kovalarlardı. Yine de köpek gelirdi. Abdürrahîm
Tırsî'nin talebelerinden Habib Dede bir gün; "Ey İznik halkı! Bu köpeğe vurmayın. Bunda bir
hikmet var. Ortaya çıkmasını bekleyin." dedi. Köpek bu hâline kırk gün devâm etti. Kırk
birinci gün halk öğle namazından çıktığında, köpeğin bir müddet Eşrefoğlu Rûmî'nin ayak
ucunda, bir müddet de Abdürrahîm Tırsî'nin ayak ucunda feryâd ettiğini gördüler. Orada
bulunan cemâatin hepsi iki gözünün açıldığını gördü.
Abdürrahîm Tırsî'nin, Yûnus Emre ve Eşrefoğlu Rûmî'nin tesirinde kalarak hece vezni ve
sâde dille yazdığı çok güzel şiirleri vardır. Bir dîvanı varsa da, ele geçmemiştir. Abdürrahîm
Tırsî'ye âit olan ilâhîler uzun süre Kâdirî dergâhlarında okunmuştur.
İlâhîlerinden birisi şöyledir:
YÂ İLÂHÎ
Günâhım çok günâhım çok
Meded senden yâ ilâhî
Suçumdan geç beni affet
Meded senden yâ ilâhî!
Yüzüm kara günâhım çok
Sana lâyık âmâlim yok
Sana varmağa yüzüm yok
Meded senden yâ ilâhî!
Geçmiş günâhımı ansam
Ele divit kalem alsam
Kıyâmete değin yazsam
Dükenmeye yâ İlâhî!
Bu nefs-i meş'ûma uydum
Günâh bahrına gark oldum
Elüm dutgıl helâk oldum
Meded senden yâ İlâhî!
Meded irmeye ger senden
Ümîdüm kesersem senden
Nice çıka cânum tenden
Meded senden yâ İlâhî!
Âhir Azrâil gelicek
Günahlarumı göricek
Hışm ile cârâ sunıcak
Meded senden yâ İlâhî!
Münkir ü Nekir gelicek
Kabrümde suâl sorıcak
Mecal yok cevap viricek
Meded senden yâ İlâhî!
Yarın mahşere varıcak
Aybumuz âyan olıcak
Suçlular zebûn olıcak
Meded senden yâ İlâhî!
Hak terâzu kurılıcak
Günâhumuz sorılıcak
Sen onda kâdî olıcak
Meded senden yâ ilâhî!
Sırat köprisi kurıla
Âsîler nice yöriye
Düşe Cehennem'e yana
Meded senden yâ İlâhî!
Gerçi senin kulların çok
Ben itdüklerüm itmiş yok
Sana yalvaruram çok çok
Meded senden yâ İlâhî!
Ne kim itdüm ise itdüm
Elümi başumî açdum
Geldüm hazretüne düşdüm
Meded senden yâ İlâhî!
Dilekleri dutarsın sen
Kerîmsin hem Rahîmsin sen
Hâşâ mahrûm koyasın sen
Meded senden yâ İlâhî!
Bu Abdürrahîm-i Tırsî
Diler senden kerem ıssı
Zebûn olur günâh ıssı
Meded senden yâ İlâhî!
3.%2:&&1:$,1)&<.,+")&&<1,=39:$%
Sultan İkinci Bâyezîd'in hanımı Şehzâde Korkut'un annesi bir gün dergâha gelip
Abdurrahîm Tırsî'nin hanımından; "Beyin Abdürrahîm Tırsî'den ricâ edip, yardım taleb
ederiz. Sultan Bâyezîd'den sonra oğlum Korkut pâdişâh olsun." diye ricâda bulundu. O da
bu dileği beyine sık sık hatırlatırdı. Bir gece rüyâsında Peygamber efendimizin huzûrunda
bir meclisin kurulduğunu gördü. Abdürrahîm Tırsî de orada idi ve Peygamber efendimize
şehzâdelerin hangisinin tahta geçmesinin daha uygun olacağını soruyordu.
Sultan-ül-Enbiyâ buyurdu ki: "Rûmun Kara oğlanının murâdı Sultan Selîm'dir. Kara oğlan
Abdürrahîm Tırsî'dir." Uyanınca hanımı hemen Abdürrahîm Tırsî'nin yanına gidip rüyâsını
anlattı ve; "Siz Şehzâde Selîm'in pâdişâh olmasını istediniz. Biz sizden Korkut'un pâdişâh
olmasını ricâ ederdik." dedi. Bunun üzerine Abdürrahîm Tırsî; "Ey hocamın kızı! Şehzâde
Korkut'tan evlat gelmez. Âl-i Osmân'ın nesli yok mu olsun? Bu, Hak teâlânın rızâsına
muhâliftir." buyurdu.
1) Ravza-i Evliyâ (Süleymaniye Kütüphânesi Hacý Mahmûd Kýsmý
No: 4613); vr.109a
2) Sefînet-ül-Evliyâ; c.1, s.101
3) Osmanlý Müellifleri; c.1, s.17
4) Menâkýb-i Eþrefzâde (Ýstanbul Üniversite Kütüphânesi Türkçe
Yazmalar, No: 270); vr. 20a-24a
17 Mayıs 2013 Cuma
ABDÜRRAHÎM-İ MERZİFONÎ
ABDÜRRAHÎM-İ MERZİFONÎ;
Sultan İkinci Murâd Han devri âlim ve velîlerinden olup, Abdurrahîm-i Rûmî olarak da
bilinir. 1385-1390 (H.787-793) yılları arasında doğduğu tahmin edilmektedir. Asıl adı
Abdürrahîm Nizâmeddîn'dir. Babası Sarı Danişmend adıyla tanınan Emir Aziz Efendidir.
Merzifon'da dünyâya geldikleri için Merzifonî ve şiirlerinde "Rûmî" mahlasını kullandığı için
"Rûmî" lakapları ile şöhret buldu. 1465 (H.870)de Merzifon'da vefât edip oraya defnedildi.
İlk tahsilini babasından ve memleketindeki diğer âlimlerden aldı. Küçük yaştan îtibâren sanat
ve kültür yönü fevkalâde gelişti. Bu sırada Osmancık'ta müderrislik yapan Akşemseddîn ile
dostluk ve arkadaşlıkları çok ileri idi. Bu iki dost devrin en büyük âlimlerini tanıyarak
onlardan feyz almak ve tasavvuf yolunda ilerlemek istiyorlardı. Akşemseddîn bu gâye ile
Ankara'da bulunan büyük âlim Hâcı Bayrâm Velî hazretlerinin yanına gitti ise de onun,
müridleri için kapı kapı dolaşarak yardım toplamasını yanlış yorumlayarak bu tutumunu
beğenmeyip tekrar Osmancık'a dönmüştü. Kalpleri ilâhî aşkla çarpan bu iki genç bir süre
sonra Şeyh Zeynüddîn Hafî'den ders almak üzere Mısır'a doğru yola çıktılar. Ancak Haleb'e
geldiklerinde Akşemseddîn gördüğü bir rüyâ üzerine kendisinin mânen Hâcı Bayrâm Velî'ye
bağlı olduğunu söyleyerek geri Ankara'ya döndü.
Şeyh Zeynüddîn-i Hafî, menkıbeleri Anadolu'da ağızdan ağıza dolaşan, bütün İslâm
ülkelerinde saygı ile anılan büyük bir Türk bilgini ve tasavvuf âlimi idi. Horasan'ın Haf
kasabasında doğduğu için Hafî adıyla anılırdı.
Abdürrahîm Merzifonî Mısır'da Şeyh Zeynüddîn-i Hafî ile buluşup ona candan bağlandı.
Hocasının sevgisini kazanarak teveccühlerine kavuştu. Onun mânevî himâyesi ve terbiyesine
girdi. Şeyh Zeynüddîn'le berâber Horasan'a hocasının memleketi olan Haf'a gitti. Tasavvuf
yolunda bulunanlara has terbiye usûlleriyle, mânevî makamlara kavuştu. Bu yolun vazîfeleri
ile meşgûl olarak yükselip, kemâle geldi.
Hocası, kavuştuğu mânevî makamlara ve hâllere onu da çıkardıktan sonra icâzet, diploma
verdi.
Şeyh Zeynüddîn Hafî, Abdürrahîm Merzifonî'de gördüğü çalışkanlık, kabiliyet, doğruluk,
sadâkat ve bağlılığı 1428 yılında Herat'ta verdiği icâzetnâmesinde şöyle anlatmaktadır:
"Hamd ü senâdan sonra şunu söyliyeyim ki: Velîlerin yolunda giden ve bu yoldan başkasına
yüz çeviren, çalışmasında ciddî ve samîmî olan, irâdesi tam bir mübârek oğul ki Emir Azîz-i
Rûmî'nin oğlu Mevlânâ Nizâmeddîn Abdürrahîm'dir. Allah onu tarîkatinde istikâmet üzere
gitmesinde sâbit kılıp devamlı eylesin."
Hocası ayrıca Abdürrahîm'e Vesâyâ-yı Kudsiyye kitabını ve Şihâbüddîn-i Sühreverdî'nin
(r.aleyh) Avârif-ül-Meârif ve İ'lâm-ül-Hudâ kitaplarından ders okutma iznini verdi. Bundan
sonra, doğru yolun rehberi olarak, insanlara Allahü teâlânın dînini öğretmek, onları terbiye
etmek ve yetiştirmek üzere, hocası tarafından, baba memleketi olan Merzifon'a gönderildi.
Abdürrahîm-i Merzifonî, Zeynüddîn-i Hafî'nin elini öpüp hayır duâsını alarak ayrıldıktan
sonra, hocası ardından bakıp;
"Bir ateş kütüğin yakduk
Diyâr-u Rum'a atduk."
buyurdu.
Zeynüddîn-i Hafî hazretleri bu beyti ile talebesinin yüksekliğini ve onun Anadolu'daki
görevinin ehemmiyetini işâret ediyordu.
Gerçekten şeyhinin "Aşk ateşi" diye övdüğü Abdürrahîm hazretlerinin kalbi ilâhî aşkla dop
doluydu. Yanık ve içli şiirler söylerdi. Zaman zaman;
"Tövbe yâ Rabbî! Hatâ yoluna gitdüklerüme,
Bilüp itdüklerüme, bilmeyüp itdüklerime."
diyerek gözlerinden yaşlar döker, kalbi Allahü teâlânın korkusundan titrerdi.
Abdürrahîm hazretlerinin Merzifon'a gelmelerinden sonra burası ülkenin dört bir tarafından
feyz almak ve ilminden istifâde etmek isteyenlerin akınına uğradı. Bunu duyan İkinci Murâd
Han, ilminden daha geniş bir kitlenin faydalanmasını sağlamak üzere kendisinden
Merzifon'daki Çelebi Sultan Mehmed Medresesi'nde müderrislik yapmasını istedi. Kabul
buyurunca, beş akçe ile müderris tâyin etti. Daha sonra, 1439 yılında yevmiyesi, üç akçe ilâve
ile sekiz akçeye çıkarıldı.
Bâzı kimseler şeyhin müderrislik görevini ve tâyin edilen ücreti kabul etmesini onun dünyâya
olan rağbeti şeklinde yorumladılar. Buna karşı Abdürrahîm hazretlerinin cevâbı:
"Çeşitli eller yerine bir el tuttuk. Bu lokma ile nefsin ağzını kapattık." oldu.
Tasavvuf yolunda bulunanlar, yedikleri, içtikleri şeylerin ve kullandıkları eşyânın helâl
olmasına çok dikkat ederlerdi. Pekçok kimse, helâl olduğu şüphelidir diye, sultanlardan gelen
hediye ve ihsânları kabûl etmezlerdi. Kabûl etseler de, fakir ve yoksullara dağıtırlardı. Sultan
İkinci Murâd Han, her şeyiyle âdil bir sultan olduğundan; Abdürrahîm bin Emir Merzifoni
ondan maaş almakta mahzur görmedi.
1465 yılında vefâtına kadar pekçok talebe yetiştirdi. Talebelerinin içinde zamânının meşhûr
şâirleri de vardır.
Abdürrahîm hazretlerinin mübârek kabirleri Merzifon'da Câmi-i Cedîd mahallesi Eren
sokağındadır. Halen halk tarafından ziyâret olunmakta mübârek rûhu vesîle edilerek cenâb-ı
Hakk'a duâ ve niyâzda bulunulmaktadır.
1) Mesnevî-i Murâdiyye (Kemâl Yavuz, Ank. 1982)
2) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.43
4) Sefînetü'l-Evliyâ; c.1, s.271
5) Osmanlý Müellifleri; c.1, s.43
6) Þeyh Abdürrahîm Rûmî (Berin Taþan, Ýzmir 1975)
ABDÜRRAHÎM İSTAHRÎ
ABDÜRRAHÎM İSTAHRÎ;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdürrahîm İstahrî, künyesi Ebû Ömer'dir. Doğum ve vefât
târihleri belli olmamakla berâber, hicrî dördüncü asrın ilk yarısında yaşadığı bilinmektedir.
İlim için, Hicaz, Irak, Şam ve başka yerlere seyahatler yaptı. Ruveym bin Ahmed, Sehl bin
Abdullah-ı Tüsterî ve başka büyük zâtlarla görüşüp kendilerinden ilim öğrendi.
Hâlini gizler ve dâimâ neşeli görünürdü. Bâzan kıymetli elbiseler giyip, avlanmak için
ormana giderdi. Av köpekleri ve güvercinleri vardı. Bir defâsında, ava çıkmıştı. Bir kimse,
gizlice kendisini tâkib etti. Abdürrahîm İstahrî bir dağın arkasına varınca köpekleri saldı.
Kendisi Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl oldu. Kendisini tâkib eden kimse şöyle
anlatmıştır: "Zikre başladığı zaman, dağ, zikir sesine boğuldu. O dağda bulunan taşlar,
ağaçlar ve vahşî hayvanların onun zikrine iştirak ettiklerine şâhid oldum."
Abdürrahîm İstahrî hazretleri dünyâya kıymet vermezdi. Dünyâ malı toplamazdı. Babasından
kalan yirmi bin akçenin, on binini insanlara dağıttı. Kalan on bin akçeyi de bir torbaya koydu.
Bir gece, evinin damına çıktı. Bu torbada bulunan akçeleri, avuç avuç etrafa serpti. Kendisine
de, ekmek ve bakla almak için çok az mikdar bıraktı. Yerler hep akçe oldu. Sabah olunca
herkes, o gece gökten akçe yağdığını sandılar.
Abdürrahîm-i İstahrî kendisi için bir şey istemezdi. Evinde üzerinde istirahat ettiği bir sığır
derisi vardı. Günlerce yemek yemezdi. Bir Ramazân ayında Abadan'a gitti. Orada yirmi bir
gün kaldı. Halk kendisine iftar için bâzı yemekler getirirlerdi. Sabah olunca, bu yemeklerin
aynen durduğunu görürlerdi. Bu hâli gören Abadanlılar kendisini çok sevdiler. Abdürrahîm
İstahrî hazretleri, halkın bu muhabbetini görünce, meşhûr olmaktan korkup Abadan'dan çıktı.
Sehl bin Abdullah Tüsterî'nin ziyâretine gitti. Sehl-i Tüsterî kendisi için hangi yemeği
pişirmelerini arzu ettiğini sordu. "Ekşili yemek pişirsinler." dedi. Yemek pişirilip, iftarda
getirildi. Bu sırada, kapıya bir fakir gelip, Allah rızâsı için yiyecek bir şeyler istedi.
Abdürrahîm İstahrî, yemeğin o fakire verilmesini söyledi. Yemek, çömleği ile fakire verildi
ve su ile iftâr ettiler. İkinci ve üçüncü günler de aynen böyle oldu. Ayrılıp giderken bir kimse
gördü. Suyun kenarına oturup, elinde bulunan ekmeği suya banarak yiyordu. O kimse,
Abdürrahîm İstahrî'yi dâvet etti. Beraberce ekmeği suya batırıp yediler.
Ruveym bin Ahmed diyor ki: "Likam Dağında pekçok velî ile sohbet ettik. Abdürrahîm
İstahrî'den daha sabırlı kimse görmedim."
1) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.284
2) Nefehât-ül-Üns; s.228
3) Tabâkât-üs-Sûfiyye (Ensârî); s.456
4) Nesayim-ül-Mehabbe; s.152
5) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.354
6) Sîret-i Ýbn-i Hafif; s.86,88,114,143,149
7) Meþreb-ül-Ervâh; s.310
ABDÜRRAHÎM ARVÂSÎ
ABDÜRRAHÎM ARVÂSÎ;
Osmanlılar zamânında Anadolu'da yetişen velîlerden. Seyyid Abdullah Arvâsî hazretlerinin
oğludur. Hazret-i Hüseyin soyundan olup seyyiddir. Nesebi, Abdurrahîm bin Abdullah bin
Muhammed bin Muhammed Şehâbeddîn bin İbrâhim bin Âlim-i Rabbânî Cemâleddîn bin
Kemâleddîn bin Kutub Muhammed bin Kâsım Bağdâdî'dir. Doğum târihi bilinmemektedir.
1786 (H.1200) senesinde vefât etti. Kabri Doğu Bâyezîd'de Ahmed Hânî kabristanındadır.
Abdullah Arvâsî'nin oğlu olan Abdürrahîm Arvâsî, Arvas köyünde babalarının medresesinde
okudu. Aklî ve naklî ilimlerde derin âlim oldu. Ayrıca babasının sohbetlerine de devâm edip,
tasavvuf yolunda olgunlaştı. Zamânının aklî ve naklî ilimlerinde söz sâhibi, tasavufda ise hâl
sâhibi meşhûr bir velî oldu. Şöhreti her tarafa yayıldı. O sırada Doğubâyezîd'deki meşhûr
sarayın bânîsi Çıldıroğullarından İshak Paşa, Seyyid Abdürrahîm Arvâsî'yi dâvet etti. İshak
Paşa Çıldıroğulları âilesinin reisi olup, Osmanlı Devletince, o bölgeye emir tâyin edilmiş
paşalardan biriydi. İlme, ilim ve din adamlarına çok kıymet verir, âlimlerle meclis kurar ve
onların sohbetlerinden zevk alırdı. Meşhûr ediblerden Ahmed Hânî de onun dâveti üzerine
Doğubâyezîd'e gelmişti.
İshâk Paşanın dâveti üzerine Doğubâyezîd'e gelen Abdürrahîm Arvâsî, insanlara Allahü
teâlânın emir ve yasaklarını anlatıp, onların dünya ve âhiret saâdetine kavuşmaları için
pekçok gayret sarf etti. İlimde ve tasavvufta çok talebe yetiştirdi. Aynı zamanda bölgede
yaygın olan Eshâb-ı kirâm düşmanı şiîlerle mücâdele etti. Ehl-i Sünnet îtikâdının yayılması
için çalıştı.
Uzun mücâdelelerden ve münâzaralardan sonra şiî fırkasının bozukluğunu herkese kabûl
ettirdi. Halk, Ehl-i sünnet olup huzûra kavuştuğu gibi aralarındaki ayrılık ve düşmanlıklar son
buldu ve fitne ateşi söndürüldü.
Abdürrahîm Arvâsî bu gayretinin yanında dînî ilimleri öğrenmekten geri kalmıyor
öğrendiklerini yaşamak sûretiyle de insanların ebedî seâdete kavuşmaları için bütün gücünü
harcıyordu. Onun sohbetlerine yüzlerce kimse katılıp faydalanıyordu. Bu sohbetlerinde
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin Mesnevî'sinden de parçalar okutuyordu. Böyle
sohbet meclislerinden birinde Mesnevî okunurken, orada bulunan İran ahondlarından
(mollalarından) biri Mevlânâ'yı ve Mesnevî'yi küçültücü ve tahkir edici maksatla, bildiği
hâlde "Ne okuyorsun?" diye sordu. Abdürrahîm Arvâsî hazretleri; "Mesnevî okuyoruz."
buyurdu. İranlı ahond cevap olarak; "Meşnevî (dinlemeye değmez)." dedi. Bu söze din
gayreti kabaran ve son derece hiddetlenen Abdürrahîm Arvâsî hazretleri Mesnevî-yi şerîfi
rastgele açıp İranlı ahonda; "Şu beyti oku!" buyurdu. İranlı ahond;
"Mesnevî ra meşnevî mehan
Ey sek-i gürgîn bed kerdeî"
yâni Mesnevî'yi meşnevî okuma, ey uyuz köpek kötü bir iş yaptın, meâlinde beyti istemeyerek
okuyuverdi. Bu manâlı beyân karşısında ahond ve meclistekiler dehşete kapıldılar. Ahond
söyleyecek söz bulamadı. Arslan yuvasına düşmüş, zavallı tilki gibi titremeye başladı. Sonra
mecliste bulunanlar Mesnevî'den bu beyti aradıklarında bulamadılar. Bu hâlin Abdürrahmân
Arvâsî hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladılar. Ona karşı daha edepli ve ölçülü
davranmaya başladılar. Buna benzer pekçok kerâmetleri görülmüş olan Abdürrahîm Arvâsî
hazretlerinin bu kerâmetleri yıllar boyu dilden dile anlatılagelmiştir.
Ömrü boyunca İslâm dîninin emirlerini öğrenmeye ve öğretmeye çalışan Abdürrahîm Arvâsî
hazretleri Doğubâyezîd'de vefât etti. OradaAhmed Hânî türbesine defnedildi. Kabri sevenleri
tarafından ziyâret edilmektedir. İhtiyaç ve istek sâhiplerinin ziyâretgâhı hâlindedir. Sırt
ağrısından şikâyetçi olanlar sırtlarını kabrinin taşına sürttükleri için taş yıpranmış, üzerindeki
Arvâsî kelimesi ile vefât târihi olan 1200 (m.1786) ve Fâtihâ kelimesinden başka yazı
kalmamıştır.
Seyyid Abdürrahîm Arvâsî hazretlerinin iki oğlu vardı. Birincisi: Seyyid Muhammed
Efendidir. Bunun evlâdı kalmamıştır. Kabri babasının kabrinin sağındadır. İkincisi; Seyyid
Hacı İbrâhim'dir. Din ve dünyâ ilimlerinde babasının vârisiydi. Tasavvuf yolunda babasının
yerini tutmuş olup âlim, fazîlet sâhibi ve veliyy-i kâmil bir zat idi. Günümüzün tâbiri ile bir
diplomat olup Osmanlı-İran münâsebetlerinde, Osmanlı Devletini temsil etmiş,
unutulamayacak hizmetleri olmuştur.
Seyyid Hacı İbrâhim Efendinin Abdürrahîm ve Abdülazîz adlı iki oğlu ile Seyyide Emine
Hanım isminde bir kızı vardı. Kızı Seyyide Emine Hâtunu Seyyid Abdurrahmân hazretlerinin
oğlu Molla Abdülhamîd'e nikâh edip bu evlilikten, Arvas'ın ışığı, ilim ve irşâd kaynağı
Seyyid Fehim Arvâsî hazretleri dünyâya gelmiştir. Seyyid Hacı İbrâhim'in büyük oğlu
Abdürrahîm Efendi 1818 (H.1234) senesinde vefât etmiştir. Seyyid Hacı İbrâhim Efendi de
1832 (H.1248) senesinde Yukarı Doğubâyezîd'de vefât etti. Kabri sevenleri tarafından ziyâret
edilmektedir. Büyük oğlu Abdürrahîm Efendinin de kabir taşı hâlen yazıları ile mevcuddur.
Seyyid Hacı İbrâhim Efendinin diğer oğlu ise Seyyid Abdülazîz Efendi olup babalarının
dergâhı ona kalmıştır. İlimde ve tasavvufta babalarının yerini tutmuştur. Kerâmetleri açık bir
velî idi. Hayvanlarla konuşur, hayvanlar da ona söylerdi. Hayvanları, hatta yılanları yedirir
içirirdi. Hayvanlar onun emrine uyarlardı. Seyyid Abdülazîz hazretleri 1880 (H.1297)'de vefât
etmiştir. Kabri Yukarı Doğubâyezîd'de babasının yanındadır.
1) Eshâb-ý Kirâm; s.287
2) Osmanlý Târihi Ansiklopedisi; c.1, s.67
ABDÜLVEHHÂB-I ŞA'RÂNÎ
ABDÜLVEHHÂB-I ŞA'RÂNÎ;
Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi. İsmi ve nesebi; Abdülvehhâb
bin Ahmed bin Ali bin Ahmed bin Muhammed bin Zerka bin Mûsâ bin Sultan Ahmed
Tilimsânî Ensârî'dir. İmâm-ı Şa'rânî ve Kutb-i Şa'rânî lakabıyla meşhurdur. Nesebi,
Peygamber efendimize dayanır. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî Mısır'ın Kalkaşend kasabasında 1493
(H.898) de doğdu. 1565 (H.973) de Mısır'da vefât etti.
Abdülvehhâb'ı babası küçük yaşında ilim tahsiline verdi. Henüz yedi yaşında Kur'ân-ı kerîmi
ezberledi. Sekiz yaşında iken, geceleri teheccüd namazlarını hiç terk etmeden kılmaya
başladı. Büluğ çağına gelmeden, kıldığı gece namazlarında Kur'ân-ı kerîmi hatmederdi. Bir
işe başlayınca, en ince ayrıntılarına kadar iner, o işi en iyi şekilde yapardı. Çalışkanlığı ve
anlayışı ile, hocalarının kısa zamanda gönüllerini fethederdi. Hocalarından okuduğu kitapları
ezberlerdi. Genç yaşında, hadîs ve fıkıh ilimlerinde ehliyet kazandı. Tasavvuf yolunda da
çalışarak, pekçok velînin feyz ve teveccühlerine kavuştu. Bunların başlıcası, Aliyy-ül-Havvâs
hazretleridir. Ayrıca feyz aldığı, sohbetiyle şereflendiği hocalarından bazıları şunlardır:
Muhammed Magribî, Muhammed bin Anân, Ebü'l-Abbâs Gamrî, Nûreddîn Hasenî,
Şeyhulislâm Zekeriyyâ el-Ensârî, Ali Darîr, Ali bin Cemâl, Abdülkâdir bin Anân,
Muhammed Âdil, Muhammed bin Dâvûd, Muhammed Servî, Nûreddîn Mürsâfî, Tâcüddîn
Zâkir, Efdalüddîn. Bunlardan başka pekçok evliyânın da teveccühlerine, feyz ve bereketlerine
kavuştu.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye; "Tasavvuf yoluna nasıl girip ilerledin ve buna kimler sebeb oldu?"
diye sorduklarında şöyle anlattı:
Tasavvuf yolunu, önce Hızır aleyhisselâmdan ve üstâdım Aliyy-ül-Havvâs'tan öğrendim.
Önce onlara tam olarak inanıp teslim oldum. Ne emrettilerse hepsini yaptım. Nefsimle
senelerce mücâhede ettim. Nefsimin istemediklerini yaparak, onu terbiye ettim. Öyle ki,
yalnız kaldığım zaman, odamın tavanına bir ip bağlar, onu boynuma takarak Rabbime ibâdet
ederdim. Uykum geldiğinde yatmak isterdim. Fakat boynumdaki ip, uykuya mâni olurdu.
Mecbûren ibâdete devâm ederdim. Böylece nefsimin istemediği şeyleri yaparak, onu terbiye
etmeye, yola getirmeye çabalardım. Haramlardan şiddetle kaçındığım gibi, mübahların
fazlasını dahi terkederdim. Yiyecek bir şeyim olmadığı zaman ot yer, kimseden birşey
istemezdim. Vâli konaklarının ve sultan adamlarının evlerinin gölgesinden dahi geçmez,
yolumu değiştirirdim. İyice incelemeden bir şey yediğim olmadı. Öyle bir hâle geldim ki,
gelen yiyeceğe bakarak, onun helâl olup olmadığını, Rabbimin bana ihsân etmesiyle
anlamaya başladım. Helâl yiyeceklerden temiz ve güzel, haram olanlardan ise, kötü ve pis bir
koku, şüphelilerden de, haramlardakinden daha az bir koku hâsıl olmaya başladı. Bu
alâmetlere göre hareket ettim. Elimden geldiği kadar dînin emir ve yasaklarına dikkat ettim.
Cenâb-ı Hak da, bana ibâdetleri zevkle yapmayı ihsân etti. Kalp gözüm açıldı, yakîn hâsıl
oldu ve hakîkatin menbaına, kaynağına eriştim. 1540 senesinde hacca gittiğimde, Kâbe'nin
altın oluğunun altında, duâ ederek Allahü teâlâdan ilmimi arttırmasını istedim. O ânda
hâtifden, gizliden gelen bir ses; "Sana, şimdiye kadar gelen müctehidlerin ve onlara tâbi
olanların sözlerini tartıp anlayan bir mîzân verdim. Bu sana yetmez mi?" diyordu. Bu sese
karşı; "Ya Rabbî! Yeter. Fakat, daha fazlasını isterim." dedim.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî zamânının velîlerini sık sık ziyâret eder nasîhat ister ve gönüllerini
alırdı.
1540 senesi bir yaz günü, Kâhire'nin Nil Nehri üzerindeki Hâkimî Köprüsünün altında
bulunan yaşlı bir velîyi ziyârete gitti. Selam vererek içeri girince o zât adını sordu.
"Abdülvehhâb." dedi. Ona; "Senelerden beri seni görmek arzusunda idim. Buyur otur."
deyince yanına oturdu, el ele tutuştular. Elini öyle kuvvetlice sıktı ki, neredeyse acıdan
bağıracaktı. Ona; "Kuvvetimi nasıl buluyorsun?" diye sorunca; "Çok büyük bir kuvvete
sâhibsiniz." dedi. O zaman ona:
"İşte bu kuvvet, gençliğimden beri yediğim helâl lokmalar sebebiyle hâlâ mevcuttur.
Hamurum helâl bir maya ile yoğrulmasaydı, bu günün, günahlarına aldırmayan insanların
vücutları gibi, benim vücûdum da gevşek olurdu. Ey oğlum! Yüz kırk üç yaşına geldim.
Allahü teâlâya yemin ederim ki, bugün insanlar her yönden değişmiştir. Hele bu son
senelerde, dînin emirlerini yerine getirmekte ve emânete riâyet etmekte büyük bir eksiklik
var. Bugün yakın akrabân, hattâ öz kardeşin bile seni tanımamaktadır. Oğlun dahi sana başka
gözle bakmakta ve bir yabancı gibi davranmaktadır. İnsanların birbirlerine muhabbetleri hiç
kalmamış, dert ve belâlara karşı sabırları eksilmiş, kazâ ve kadere karşı boyun eğmek yerine
gazab hâkim olmuş, dinleri zayıflamıştır. Ey oğlum! Şimdi sana zamânımızın kötü ve yorgun
insanlarını anlatmaktansa, sâlih insanlarını anlatmak daha iyi olacak." dedi ve şöyle devâm
etti: "Zamânımızın en iyileri; geceleri kalkıp sabahlara kadar namaz kılan, sabah namazından
sonra öğleye kadar Kur'ân-ı kerîm okuyup tesbîhini çekerek Allahü teâlâyı zikreden, ikindiye
kadar duâlarını yapan, akşama kadar her gün devâm üzere olduğu duâları tekrar tekrar yapan,
yatıncaya kadar da tövbe istigfâr ederek vaktini geçirenlerdir."
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî ona:
"Böyle kimselerin görünürdeki bütün günahlardan temizlendiğini düşünsek, bu insanın,
başkaları hakkında kötü düşünmesinin önüne geçebilir miyiz? Bu kimse, kendisini
kıskananları bir dakika olsun görmek ister mi?" diye sordu. O da cevap olarak şöyle dedi:
"Bu, çok zayıf bir ihtimâldir. Bir insan, hayâtı boyunca durmadan ibâdet yapsa, kazandığı
sevapları terâzinin bir kefesine koysa, bu kimsenin bir müslüman hakkında sû-i zannından
meydana gelen günâhını da bir kefesine koysan, günah kefesinin ağır basacağını görürsün.
Sâlih, iyi kimselerin hayatları boyunca yaptığı ibâdetler, bir defâ yaptığı kötü düşünceden
meydana gelen günâhı karşılayamadığına göre, diğer insanların hâllerinin ne olacağını
düşün!"
İmâm-ı Şa'rânî pek çok talebe yetiştirdi. Etraftan akın akın gelen talebeler medreseyi
doldurur, onun eşsiz bir deryâ olan bilgilerinden istifâdeye çalışırlardı. Talebelerine hem
zâhirî, hem de bâtınî ilimleri öğretirdi. Hattâ kendisini çekemeyen ve aleyhinde olanlara
rüyâda görünür, onları îkâz eder, bozuk düşüncelerden korurdu. Böylece onların da istifâde
etmesini sağlar, Cehennem'de yanacak bir hâlden onları korumaya çalışırdı. Merhameti çok
fazlaydı.
Birgün biri Şeyhülislâm Nasîruddîn Lekânî'ye gelerek onun hakkında çeşitli yalan ve iftirâlar
uydurdu. Şeyhülislâm da bu sözlere inandı. Bu haberi işiten Abdülvehhâb-ı Şa'rânî,
Şeyhülislâm'ın yanına gelerek, ondan Mâlikî mezhebinin fıkıh bilgilerini ihtivâ eden Kâsım
Abdürrahmân'ın yazdığı Müdevvene'yi emânet istedi. Şeyhülislâm kitabı vermeden önce; "Al,
okursun da, belki yaptığın kötülüklerden vaz geçersin. Dînin emir ve yasaklarına uyarak
doğru yolu bulursun." dedi. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî de; "İnşâallahü teâlâ öyle olur." buyurdu.
Şeyhülislâm, talebelerinin birisine emredip, birkaç cilt olan Müdevvene'yi kütüphâneden
getirmesini söyledi. Ciltler gelince, ileri gelen talebelerinden birine, ciltleri Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî ile götürmesini emretti. İmâm-ı Şa'rânî ile talebe eve geldiler. Talebe kitabı bıraktıktan
sonra gitmek istedi. Fakat İmâm-ı Şa'rânî, bir gece kalıp ertesi sabah gitmesini söyleyince,
talebe kabûl etti. Gecenin üçte biri geçinceye kadar o talebe ile sohbet etti. Talebeye
yatmasını söyleyip, kendi odasına geçti. Odasında çok az bir zaman durup, tekrar talebenin
kaldığı odaya geldi. Onu uyandırıp, abdest aldırdı. Beraberce fecr vaktine kadar namaz
kıldılar. Sonra sabah namazlarını kılıp, güneş bir mızrak boyu yükselinceye kadar Kur'ân-ı
kerîm okudular. Sonra duhâ namazını kıldılar. Talebeye; "Şimdi hocanın yanına
gidebilirsin.Getirdiğin bu kitapları da teslim edip, benim teşekkür ettiğimi bildirirsin."
buyurdu. Talebe; "Peki efendim." diyerek, kitapları kucakladı. Fakat içinden de; "Bir
geceliğine onu getirtip, hiç bakmadan geri götürmenin ne faydası vardı." demekten kendini
alamadı.
Talebe kitabı okumadığı için, içindeki yazılardan haberi yoktu. Kitapları hocasına
götürdüğünde, Şeyhülislâm Nasîruddîn, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin kendisiyle alay ettiğini
sanarak kızdı. O sırada bir kimse gelip, Şeyhülislâm'a bir suâl sordu. Şeyhülislâm soruyu tam
olarak cevaplandırabilmek için, Müdevvene'nin ciltlerini karıştırmaya başladı. Her cildin
başından sonuna kadar, sayfaların kenarında Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin kendi el yazısı ile
yazılmış lüzumlu açıklamalar ve kayıtların olduğunu gördü. Talebeyi çağırarak;
"Abdülvehhâb bu geceyi kitaplara yazı yazmakla mı geçirdi?" diye sordu. Talebe de yemîn
ederek; "Efendim! Bu gece Abdülvehhâb-ı Şa'rânî benden yirmi dakikadan daha fazla bir
zaman ayrılmadı. Sabaha kadar berâber namaz kıldık. Kur'ân-ı kerîm okuduk. Onun benim
yanımda kitaplarla meşgûl olduğunu hiç görmedim." dedi.
Talebesinden bu sözleri işiten Şeyhülislâm'ın, hayretinden aklı karıştı. Değil yirmi dakikada,
yirmi günde bile bu ciltler dolusu kitabı okumak mümkün değildi. Fakat hakîkat gözünün
önünde idi. Bütün ciltler okunmuş, sayfa kenarlarına îzâhlar yazılmıştı. Bu Allahü teâlânın
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye ihsan ettiği bir kerâmetti. HemenAbdülvehhâb-ı Şa'rânî hakkında
düşündüğü kötü düşüncelere, ona söylediği sözlere pişmân olup, tövbe istiğfâr eyledi.
Koşarak İmâm-ı Şa'rânî'nin evine gitti ve huzûruna kabûlü için yalvardı. Kabûl edilince tövbe
ettiğini bildirdi. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî de; "Maksadım, bu gece bana emânet olarak verdiğin
kitaplardan hazırladığım bu muhtasarı senin öğrenmendi." buyurdu.
Emir Muhammed Defterdâr ve arkadaşları her gece yatsı namazından sonra bir yerde toplanıp
sohbet ederlerdi. Âlimlerin ilminden, velîlerin kerâmetlerinden anlatırlardı.
Bir gün yine böyle toplanmışlardı. Sohbet ânında söz, halen hayatta olan İmâm-ı Şa'rânî'ye
geldi. Onun büyüklüğünü anlayamayan bâzıları, aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Emir
Muhammed Defterdâr da onlarla birlik olup, aleyhinde konuştu. O gece rüyâsında, kalabalık
bir ordunun Mısır'a bir iç karışıklığı düzeltmek için geldiğini gördü. Ordu kumandanı,
Mısır'ın Bâbunnasr denilen kapısında durdu ve; "Mısır'ın sâhibi ile görüşüp, Mısır'ın
anahtarını vermedikçe içeri girmeyiz." dedi. "Mısır'ın sâhibi kimdir?" dediklerinde; O da;
"Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'dir." dedi. Kumandan, adamlarından birini gönderdi. İmâm-ı
Şa'rânî'yi evinde bulamadılar. Oğlu Abdürrahmân'a durumu anlattılar. Abdürrahmân,
babasının müsâade edeceğini söyleyerek anahtarı verdi. Uyandığında, Emir Muhammed
Defterdâr yaptığı hatâyı anladı. Demek ki, bu zamanda Mısır'ın hakîkî sultânı Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî'ydi. Sabah olduğunda, İmâm-ı Şa'rânî hazretlerine gidip talebesi olmakla şereflenmek
istediğini bildirince; "Talebe olmanız için ille anahtar mı vermek lâzımdır?" buyurarak, gece
rüyâsında gördüklerini bildiğini işâret etti. Bu kerâmetini de gören Emir Muhammed
Defterdâr'ın, ona olan bağlılığı ziyâde oldu.
Seyyid Ahmed Bedevî hazretlerinin Mısır'ın Tanta şehrindeki türbesi başında, her sene belli
bir günde toplantı yapılıp, mevlid okunurdu. Şeyh Sa'düddîn Sanâdîdî, İmâm-ı Şa'rânî'yi
sevmez, onun büyüklüğüne inanmazdı. Hattâ onun pekçok kötü taraflarının olduğunu
savunur, ilminin derinliğine inanmazdı. Ahmed Bedevî'nin türbesi başında mevlid okunduğu
bir sene, oraya İmâm-ı Şa'rânî ve Sa'düddîn Sanâdîdî de gelmişlerdi. Sa'düddîn,
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin mevlide gelmesine şiddetle karşı çıkarak; "Böyle bir mevlidde,
kendisinde pekçok kötü yanlar bulunan kimse nasıl bulunabilir?" demişti. Sa'düddîn, o gece
rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'yi
kucaklamış, bağrına basmıştı. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin de göğüslerinden süt akıyor, mevlide
gelen herkes, doyuncaya kadar onun sütünden içiyorlardı. Seyyid Ahmed Bedevî hazretleri
de, Resûlullah efendimizin huzûrunda idi. Ahmed Bedevî, oradakilere; "Bizden meded
isteyen Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'yi ziyâret etsin." diyordu. Rüyâdan uyanan Sa'düddîn, İmâm-ı
Şa'rânî'nin büyüklüğünü anlayarak, ona karşı olan bozuk îtikâdını düzeltti ve onun en yakın
talebelerinden oldu.
Evliyânın büyüklerinden Ömer Nebtîtî'nin talebesi Abdullah, İmâm-ı Şa'rânî'nin büyüklüğünü
çekemez, onu kıskanırdı. Abdullah, bir gece rüyâsında sevgili Peygamberimizi gördü.
Huzûrunda hazret-i Ali de vardı. Ona buyurdular ki: "Abdülvehhâb'a şu takkemi giydir.
Ayrıca ona, mahlûkâta tasarruf etmesini söyle. Başkalarına ise mâni ol." Abdullah, Resûlullah
efendimizden bu sözleri işitince, yaptığı hatânın büyüklüğünü anladı. Uyandığında tövbe etti.
Âmir Bağdâdî isimli talebesi önceleri; "Hiç kimse, bir ihtiyacın hâsıl olmasında vâsıtaya
muhtâç değildir. Bu sebeple Allahü teâlâdan bir şey isterken başkalarını vesile etmek, onun
hürmetine ver demek olmaz." der, velîlerdeki kerâmetlere de inanmazdı. Bir gün rüyâsında
Resûlullah efendimizi gördü. Yanında Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri de vardı. Peygamber
efendimizin mübarek elini öpmek istedi. Fakat ona hiç iltifat etmiyor, huzûruna gittikçe
yönünü ondan çeviriyordu. Bir ara Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye; "Ne olur, Peygamber
efendimize bir arz et de, beni kabûl buyursun. Mübarek elini öpmekle şerefleneyim." diyerek
yalvarmaya başladı. O kadar yalvardı ki, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî onun gözlerinden akan
yaşlara dayanamadı. Resûlullah efendimizin huzûruna varıp, onu işâretle bir şeyler söyledi.
Bunun üzerine onu Huzûr-i şerîflerine kabûl ettiler. Uyandığında, önceki düşüncelerinin ne
kadar yanlış olduğunu anladı. Tövbe etti ve sabahleyin Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin
medresesine gitti. Talebesi olmakla şereflendi.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretlerine, Allahü teâlânın öyle ihsânları vardı ki, saymakla
bitmezdi. Bunlardan biri de; güneşin batışından doğuşuna kadar, yâni akşamdan sabaha
kadar, cansız eşyânın ve hayvanların tesbîhlerini duyması idi. Bir gün akşam namazını,
haramlardan çok sakınan hattâ şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını bile terkeden hocası
Emînüddîn'in arkasında kılıyordu. O anda gözünden perde açıldı. Direk, duvar, hasır,
döşenmiş taşların tesbîhlerini duymaya başladı. Korktu, sonra Mısır'da bulunan her şeyin,
sonra etraftaki devletlerdeki ve okyanuslardaki bütün mahlûkların konuşmalarını ve tesbîh
seslerini işitmeye başladı. Okyanustaki bir balık şöyle tesbîh ediyordu:
"Ey cansızların, hayvanların, bitkilerin, her şeyin rızkını veren Rabbim! Mahlûkâtından hiç
birinin rızkını unutmayan ve isyân edenden dahi ihsânını kesmeyen sen, her türlü noksanlık
ve kusurdan münezzehsin."
Namazı kılıp bitirdiler. Sabaha kadar bu hâl onda devâm etti. Çok korktu. Sabah olurken, Hak
teâlâ merhamet edip, bu gibi şeyleri duymasını perdeledi. Ancak Allahü teâlânın ihsânı olan
bu durum onda kaldı. İstediği zaman, istediği yeri görmek, gezmek nîmetini Allahü teâlâ ona
ihsân etti. Bununla da îmânı kuvvetlendi. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, bu hâdiseden sonra, istediği
zaman gönül gözü ile bütün dünyâyı, bilhassa İslâm âlemini seyrederdi. Şehir, kasaba, köy ve
ülkeleri aşar, Endonezya'dan Magrib'e, Türkiye'den Yemen'e kadar varır, ihtiyaç sâhiplerine
yardım ederdi. Bunların hepsinin, cenâb-ı Hakkın bir ihsânı olduğunu bildirirdi. Bir gün
buyurdu ki: "Kendimi bir vâsıta içinde gördüm. Bir anda yeryüzünü dolaşıyordum. Bütün
âlim ve evliyânın kabirlerinin üzerlerinden, Seyyid Ahmed Bedevî ve İbrâhim Düsûkî
hazretlerinin kabirlerinin altından geçerek ziyâret ediyordum."
Bir gün Habeşistanlı bir gayri müslim, Mısır'a gelmişti. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin nâmını
duyduğu için, onunla görüşmek istiyordu. İmâm-ı Şa'rânî onu kabûl etti. Habeşistan ile ilgili
konuşmaya başladılar. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, Habeşistan'ı öyle anlatıyordu ki, en ince
ayrıntılarına kadar îzâh ediyordu. O gayri müslim dinledikçe, yaşadığım yeri benden daha iyi
biliyor diye hayret ediyordu. Dayanamayıp Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye; "Siz Habeşistanlı
mısınız?" diye sordu. O da; "Dünyâda nereyi görmek arzu etsem, Allahü teâlâ bana orayı
gösterir. Bu, cenâb-ı Hakk'ın bana bir ihsânıdır." buyurdu. Bunu işiten gayri müslim, Kelime-i
şehâdet getirerek müslüman oldu.
Allahü teâlânın Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye ihsânlarından biri de, Mısır veya başka yerlerdeki
talebelerine kalben seslendiği zaman derhal yanına gelmeleriydi. Yanına gelmeye karar veren
bir talebe yola çıksa, ona kalben geri dön derse, o da dönerdi. İnsanlara ve talebelerine sıkıntı
anlarında yardım ederdi. O darda, sıkıntıda olanların sığınağı ve mânevî doktoru idi.
Talebelerinden Yahya Varrâk arkadaşlarıyla hacca gidiyordu. Bindiği hayvan çok zayıftı. Bir
müddet gittikten sonra yorulup yattı. Arkadaşlarına kendisini beklememelerini, yola devam
etmelerini söyledi. O, hayvanının dinlenmesini bekliyordu. O anda Abdülvehhâb-ı Şa'rânî
hazretleri yanında peyda oldu. Hayvanı tutup kaldırdı ve ona tebessüm ederek kayboldu.
Yahyâ Varrâk hayvanın üzerine bindi. Öyle hızlı gitmeye başladı ki arkadaşlarına yetişti ve
onları geçti. Kâbe-i muazzamanın etrafında tavaf ederken yine Abdülvehhâb-ı Şa'rânî
hazretlerini gördü. Tavaf müddetince yanındaydı. Hâlbuki o, o sene hacca gitmemişti.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, Allahü teâlânın izniyle hiç bir mahlûkdan korkmazdı. Yılandan,
akrebden, timsahdan, cinden ve benzerlerinden korkmaz, ancak dînin emir ve yasaklarına
uygun olarak onlardan uzak dururdu. Bir gün Saîd'e (Portsaid'e) gidiyordu. Nehrin kenarından
yedi kadar timsah onu tâkibe başladı. Herbiri öküz büyüklüğünde idi. Onu merkeb üzerinde
gören halk, yutulacak diye feryada başladı. İşte o zaman belini doğrulttu ve suya, timsahların
arasına indi. Hepsi çekilip kaçtılar. Sonra hayvanın yanına geldi. Oradaki insanlar, bu hâli
görünce hayret ettiler.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, bir gece terkedilmiş ve bakımsız bırakılmış bir velînin türbesinde
uyudu. Bu türbe üzerinde bir kubbe, etrâfında da taşlar bulunuyordu. Taşların aralarında ise,
büyük yılanlar vardı. Yılanlardan korktukları için, insanlar bu mübârek zâtı ziyâret
edemezlerdi. Yılanlar, o gece Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin etrâfında dolaşıp durdular.
Abdülvehhâb hazretleri o büyük ve zehirli yılanları görüyor, kalbine zerre kadar korku
getirmiyordu. Sabahleyin, o belde halkı Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin o türbede yattığını
öğrendiklerinde, hayretten dona kaldılar. Huzûruna çıkıp; "Biz, yılanların korkusundan,
türbenin içine değil, etrâfına bile yaklaşamıyoruz. Siz orada nasıl yatabildiniz?" diye sordular.
Onlara buyurdu ki: "Allahü teâlâ, yılanlara beni sokmaları için ilhâm etmedikçe, onlar beni
sokmazlar. Yılana kudret lisânı ile, git falancayı sok! denir. Yılan da o kimseyi, hasta yapmak
veya kör etmek yâhut öldürmek için sokar. Allahü teâlânın irâdesi olmadan, yılanın bir
kimseyi sokması mümkün değildir."
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri cinlerle başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır:
Bir zamanlar evime, cinlerden biri gelmeye başladı. Bu cin bana doğru gelirken, vücûdumun
bütün kılları diken diken olurdu. O ânda Allahü teâlânın ismini söylemeye başlardım. Cenâb-ı
Hakk'ın ismini duyan cin, derhâl benden uzaklaşırdı. Hiçbir zaman ondan ne çekindim, ne de
korktum. Aksine, gece yolumu kestiği zaman, ona selâm vererek geçip giderdim. İnsanın
tabiatı cinden nefret ettiği hâlde her gün onları göre göre nefret etmez hâle geldim.
Kıtlık olduğu günlerde, cinlerden bir grup evime yerleşmişti. Onlara dedim ki: "Bu
gösterdiğim ekmeklerden güzelce yiyiniz. Hiçbir müslümana sakın zarar vermeyiniz."
Onların da bana; "Başüstüne, emirlerinizi dinleyip itâat edeceğimize söz veriyoruz."
dediklerini duydum. Cinlerden biri keçi kılığına girip, geceleri bizim odaya girer, lâmbayı
söndürür ve gürültü çıkarırdı. Bu hâlden evdekiler korkuya düştüler. Çocukların korkmaması
için, bir gece sedirin altına saklanarak cinin gelmesini bekledim. Tam önümden geçerken,
elimle bir ayağını yakaladım. Bağırmaya ve yardım istemeye başladı. Bunun üzerine ona; "Ey
keçi kılığına girmiş olan cin! Bir daha evime girip çocuklarımı korkutmaya devâm edecek
misin, etmeyecek misin?" dedim. Tövbe ederek, bir daha gelmeyeceğine söz verdi. Buna
rağmen ayağını bırakmıyordum. Ayağı elimde inceldi, inceldi bir kıl inceliğini aldıktan sonra
avcumdan çekilip gitti. Bu hâdiseden sonra o cin evime gelmez oldu.
Ey kardeşim! Buna benzer cinlerle başımdan geçen hâdiseler çoktur. Bunları anlatmamdan
maksadım, bâzı okunacak duâları zamânında okumanız içindir. Gece veya gündüz yapacağın
işlerde, kendini bunların şerlerinden nasıl koruyacağını bilmeniz içindir. Eğer ben de bu
duâları bilmeseydim, diğer insanlar gibi görünmeyen bu yaratıklardan korkardım.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî insanlar arasındaki anlaşmazlıkları her iki tarafı üzmeden çözer, iki
tarafın da kabul edeceği bir netîceye bağlardı.
Osmanlı pâdişâhı Sultan Selîm Han Mısır'ı zaptettiği zaman, Cumâ namazını Ezher Câmiinde
kıldı. Cumâ namazını kıldıran hatîb için yüz altın bağışladı. Bunu önceden öğrenen hatîb, o
gün Cumâ namazını kıldırma sırası kendisinde olan diğer hatîb arkadaşından izin almıştı.
Nöbetini devreden hatîb, diğer arkadaşının altınlara kavuştuğunu görünce, söylenmeye
başladı. O sırada orada bulunan Abdülvehhâb-ı Şa'rânî aralarına girip, nöbetini veren hatîbe;
"Üzülme! Allahü teâlâ bunu sana kısmet etmemiş." dedi. O da; "Rızkımın kesilmesine bu
arkadaşım sebeb olduğu için kızıyorum." dedi. Abdülvehhâb hazretleri de; "O sebeb oldu
görünüyorsa da, aslında sebeb o değildir. Arkadaşın ilâhî kudretin bir âletidir. Âleti kim
hareket ettiriyorsa, hüküm onundur. Yoksa âletin değildir. Senin böyle söylemen, sopa ile
dövülüp de, sopayı vurana değil sopaya kızan adamın hâline benziyor. Hani sen her Cumâ
hutbelerinde; "Vallahi veren de Allahü teâlâdır, alan da. Yükselten de Allahü teâlâdır,
alçaltan da..." demez miydin? Şimdi niçin bunun tersine göre hareket ediyorsun?" deyince, o
hatîb; "Üstâdım! Huccet ve isbâtlarınla beni susturdun." diyerek oradan ayrıldı.
Peygamber efendimizin sözlerine, sünnetine uymaya çok dikkat ederdi. Hadîs-i şerîfleri kabul
etmeyenlere şöyle buyururdu:
Sünnet, yâni hadîs-i şerîfler, Kur'ân-ı kerîmi açıklamaktadır. Mezheb imâmları, sünneti
açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini açıkladılar. Kıyâmete kadar da
böyle olacaktır. Sünnet, yâni hadîs-i şerîfler olmasaydı suları, tahâreti, namazların kaç rekat
olduklarını, rükû ve secdede okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze namazlarının nasıl
kılınacağını, zekât nisâbını, orucun, haccın farzlarını, nikâh ve hukûk bilgilerini, hiçbir âlim,
Kur'ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. İmrân bin Hasîn'e birisi; "Bize yalnız Kur'ân'dan
söyle." deyince; "Ey ahmak! Kur'ân-ı kerîmde, namazların kaç rekat olduğunu bulabilir
misin?" dedi. Hazret-i Ömer'e; "Farzların seferde kaç rekat kılınacağını Kur'ân-ı kerîmde
bulamadık." dediklerinde; "Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz,
Kur'ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı, Resûlullahtan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde,
dört rekat farzları iki rekat kılardı. Biz de öyle yaparız." buyurdu. Din imâmlarının hiçbir
sözü, İslâmiyetin dışında değildir. Çünkü herbiri hem hakîkatte, hem de şerîatte âlimdirler.
Resûlullah efendimiz Kur'ân-ı kerîmde icmâlen bildirilenleri, yâni kısa ve kapalı olarak
bildirilenleri açıklamasaydı, Kur'ân-ı kerîm kapalı kalırdı. Resûlullah'ın vârisleri olan mezheb
imâmlarımız (r.aleyhim) hadîs-i şerîflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı,
sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resûlullah'a tâbi olarak,
mücmel olanı açıklamışlardır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin kırk dördüncü âyetinde meâlen;
"İnsanlara indirdiğimi onlara beyân edesin" buyurdu. Beyan etmek, Allahü teâlâdan gelen
âyetleri, başka kelimelerle ve başka sûretle anlatmak demektir. Ümmetin âlimleri de, âyetleri
beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi ve Kur'ân-ı kerîmden ahkâm
çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahy olunanları tebliğ et derdi. Beyân
etmesini emr etmezdi.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri üç yüzden fazla eser yazmıştır. Bunların en kıymetlisi dört
mezhebin fıkıh ilmini bir araya topladığı Mîzân-ül-Kübrâ isimli eseridir. Diğer eserlerinden
bâzıları şunlardır: 1) Envâr-ül-Kudsiyye, 2) Tabakât-ül-Kübrâ: Eserde, Asr-ı Saâdetten
zamânına kadar dört yüzden fazla büyük âlim ve velînin hallerini, kerâmetlerini, sözlerini
bildiren kıymetli bir kitaptır. 3) Ecvibet-ül-Merdiyye, 4) Ahlâk-uz-Zekiyye
vel-Ulûm-ül-Ledünniyye, 5) İrşâd-ül-Muğfelîn, 6) Bahr-ul-Mevrûd, 7) Feth-ül-Mubîn,
8) Ferâid-ül-Kalâid, 9) Sirâc-ül-Münir, 10) Meşârık-ül-Envâr-il-Kudsiyye.
*1,2,&,5!3"&-131,$
Abdülvehhâb Şa'rânî anlatır: "Bir yaz günü,
Ziyârete gitmiştim, bir İslâm büyüğünü.
Nil Nehri kıyısında, bulunan bir hânede,
Yaşayıp, kendisini, vermişti ibâdete.
Girince selâm verdim, o aldı selâmımı,
Sonra yüzüme bakıp, suâl etti adımı.
"Abdülvehhâb" deyince, dedi ki: "Senelerdir,
Seni görmek isterdim, geç otur, işte sedir."
Sonra tutup elimi, öyle sıktı ki benim,
Sanki bir mengeneye, sıkıştı o an elim.
Acısından az daha, bağıracak idim ki,
O sordu; "Nasıl buldun, elimin kuvvetini?"
Dedim ki: "Çok büyük bir, kuvvete sahipsiniz,
Halbuki bana göre, yaşlısınız hayli siz."
Dedi ki: "Bak evlâdım, elimdeki bu kuvvet,
Tâ gençliğimden beri, aynıdır îtimâd et.
Zîrâ hep helâl lokma, kazanıp onu yedim,
O helâl lokmalardan, hâsıl oldu kuvvetim.
Yüz kırk üç yaşındayım, hem dahi şu anda ben,
Hiçbir gün ayrılmadım, helâl lokma yemekten.
Lâkin bu gün mâlesef, kötü olmuş insanlar,
Helâl haram demeden, yiyorlar ne bulsalar.
İnsanlar arasından, kalkmış sevgi muhabbet,
Çirkin olan haramlar, olmuş moda ve âdet.
Belâlar karşısında, yok tevekkül ve sabır,
Dîne karşı insanlar, olmuşlar kör ve sağır.
Allah'ın takdirine, yok tevekkül ve rızâ,
Dünyâlık sebeplerle, ederler kavga ve nizâ.
Ey oğlum, kötülerin, hâli böyle velhâsıl,
Şimdi iyi insanı, anlatayım ben asıl.
O, okuyup öğrenir, önce ilmihâlini,
Sonra da buna göre, düzeltir her hâlini.
Eğer günah işlerse, üzülür, kalbi yanar,
O çıkmaz hâtırından, tâ ölünceye kadar.
İyi iş yapsa dahi, kusurlu, noksan bulur,
Hattâ onu unutup, hiç hatırlamaz olur.
Gece gün kendisini, hep çeker ki hesâba,
Düşmesin âhirette, Cehennem'e, azâba.
Dünyâ düşüncesini, söküp atar içinden,
Kurtulmaya çalışır, Cehennem ateşinden.
Gönlünden tam olarak, atar uzun emeli,
Zîrâ iyi bilir ki, çok yakındır eceli.
Hâlis mümin odur ki, ödü kopar günahtan,
Ufak bir günah için, hayâ eder Allah'tan.
Kötü bilmez kimseyi, aslâ yapmaz sû-i zan,
Bunun çirkinliğini, bilmiyor çoğu insan.
Halbuki bir müslüman, çok nâfile ibâdet,
Yaparak, ömür boyu, eylese buna gayret,
Bunlardan kazandığı, o sevapları yine,
Meselâ terâzinin, koysalar bir gözüne,
Öbürüne de bir tek, sû-i zan seyyiesi,
Konulsa, ağır gelir, bu günahın kefesi.
Çünkü kul hakkı olup, vebâli çok büyüktür,
Âhirete kalırsa, tahammülü zor yüktür.
16,$-2)()&#"!(/(&-1+1%7
Talebelerinden Şerefüddîn bin Emir hastalanmıştı. Ağrılarının şiddeti, gün geçtikçe daha
da artıyordu. Öyle ki, artık ölümünü bekler oldu. Günlerce uykusuzluğun verdiği bir
halsizlik içinde gözkapakları kapandı. Uyumağa başladı. Rüyâsında büyük bir nehirde
yüzüyordu. Nehrin aşağı taraflarında bir köprü ve onun da aşağısında bir çağlayan vardı.
Bu çağlayandan canlı bir kimse aşağı düşse, normalde parça parça olurdu. Akan sular
onu sürükleye sürükleye köprüye doğru götürüyordu. Eğer köprüde tutunacak bir yer
bulamazsa, çağlayandan aşağı düşecekti. Bütün gayretine rağmen köprüye tutunamadı.
Büyük bir korkuya kapıldı. Çağlayanın başına geldiği an, bir el onu tutup kenara çekti.
Ölümden kurtulmuştu. Elin sâhibine baktığında, zamânın en meşhûr âlimi ve velîsi olan
hocası Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'yi gördü. Ona tebessüm ediyordu. Uyandığında da
hastalığının geçtiğini, hiçbir derdinin kalmadığını gördü.
:B%+&*"!&31'*10
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri Şâfiî mezhebi fıkhında zamânının en büyük âlimi idi.
Devrinde bâzı câhil din adamlarının Hanefî mezhebinin kurucusu Ebû Hanîfe'ye ve
talebelerine dil uzatanlara şiddetle karşı koyardı. Böyle düşüncelere kapılan bir talebesine
şöyle nasîhat etti:
Ey kardeşim! İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye ve onun mezhebini taklid eden fıkıh âlimlerine
dil uzatmaktan kendini koru! Câhillerin sözlerine ve yazılarına aldanma! O yüce imâmın
ahvâlini, zühdünü, verâsını ve din işlerindeki ihtiyâtını, titizliğini bilmeyen, dinde değişiklik
yapanlara uyarak, onun delilleri zayıftır dersen, kıyâmette onlar gibi felâkete
sürüklenirsin. Sen de benim gibi, Hanefî mezhebinin delillerini incelersen, dört mezhebin
de sahîh olduğunu anlarsın! Mezheblerin doğru olduğunu, öğle güneşini görür gibi, açık
olarak anlamak istersen, Ehlullah yoluna sarıl! Tasavvuf yolunda ilerleyerek ilminin ve
amelinin ihlâslı olmasını başar. O zaman, İslâmiyet bilgilerinin kaynağını görürsün. Dört
mezhebin de, bu kaynaktan alıp yaydıklarını, bu mezheplerin hiçbirinde, İslâmiyet dışında
hiçbir hüküm bulunmadığını anlarsın. Mezhep imâmlarına ve onları taklid eden âlimlere
karşı edebli, terbiyeli davrananlara müjdeler olsun! Allahü teâlâ, onları kullarına saâdet
yolunu göstermek için rehber, imâm eyledi. Onlar, insanlara Allahü teâlânın büyük
ihsânıdır. Cennet'e giden yolun öncüleridirler.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.218
2) Þezerât-üz-Zeheb; c.8, s.372,374
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.641,642
4) El-A'lâm; c.4, s.180
5) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.134
6) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye;
392,393,396,398,422,518,519,526,657,674,750,924,978
7) Fâideli Bilgiler; s.143,147,148,149,155,156,157
8) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.191
16 Mayıs 2013 Perşembe
ABDÜLVEHHÂB MÜTTEKÎ
ABDÜLVEHHÂB MÜTTEKÎ;
Hindistan'da yetişen meşhûr velîlerden. Mendev'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir.
1592 (H.1000) senesinden sonra Mekke'de vefât etmiştir. Mekke yakınlarındaki Ma'lâh
kabristanına defnedildi. Babası Şeyh Veliyullah memleketleri Mendev'in ileri
gelenlerindendi. Başlarından geçen bâzı hâdiseler sebebiyle Burhanpur'a göçtüler.
Burhanpur'a yerleşmelerinden kısa bir müddet sonra babası ve annesi vefât etti.
Abdülvehhâb Müttekî, babasının ve annesinin vefâtından sonra küçük yaşta kendini ilme
verdi. İlim öğrenmek için şehir şehir dolaştı. Gücerât, Serendip, Dekkan ve Seylan gibi
zamânının önemli ilim merkezlerine gitti. Âlimlerden ders aldı. Sohbetlerinde bulundu. Daha
sonra Mekke-i mükerremeye gitti. Büyük hadîs âlimi ve evliyânın meşhurlarından olan Şeyh
Ali Müttekî hazretlerinin nâmını duymuştu. Huzûruna vardı. Talebeliğe kabûl edilmesini arz
edince, Ali Müttekî onun kim olduğunu sordu. Abdülvehhâb da kendini tanıtınca, Ali
Müttekî; "Baban Veliyullah, benim arkadaşımdır. Seni talebeliğe kabûl ettim. Arzu edersen
yanımda kâtip olarak kal." buyurdu.
Abdülvehhâb Müttekî kabûl ederek Ali Müttekî'nin huzûrunda yetişmeye başladı. Hocasının
yazdığı kitapların tashîhlerini ve karşılaştırmalarını yazmakla meşgûl oldu. Hocasının
eserlerini yazmak için görülmemiş derecede gayret ve azim gösterdi. On iki bin beytlik bir
kitabını on iki gecede yazdı. Ali Müttekî hazretleri onu sevip ders ve sohbetlerinde yakın
alaka gösterdi. Tasavvufta yetiştirip kemâle erdirdi. Abdülvehhâb hocasın husûsî
teveccühlerine kavuştu. Evliyâlık makâmlarında hâl sâhibi oldu. Bir defâsında hocasının;
"Allah yolunda bulduğum kardeş Abdülvehhâb'dır." sözüne mazhar oldu.
Ali Müttekî hazretlerine on iki yıl hizmet etti. Hocası 1567 senesinde vefât edince, ona
vekâlet etti. İnsanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretti. İlim, amel, hâl, ittibâ',
istikâmet, terbiye, sohbet, ifâde, ilim talebesine yardım, şefkat, garîp ve fakîrlere kucak açma,
insanlara nasîhat, nûrâniyet ve diğer iyilik hususlarında yüksek üstâdının hakîkî vârisi ve
sâdık talebesi idi. Harameyn halkı, Yemen, Şam ve Mısırlılar, kendisinin üstünlüğünü kabûl
edip, sohbetiyle şereflenmek için koştular.
Abdülvehhâb Müttekî'yi tanıyan Yemenli bir velî, Mekke ve Medîne halkına bir mektup
göndererek; "Ey Harameyn halkı! İçinizde Allahü teâlânın nûrunu saçan Abdülvehhâb'ın
kıymetini biliniz ve ondan istifâde etmeye bakınız." diye yazmıştır.
Yemen'de tanınan ve halk arasında meşhûr olan Seyyid Hâtem, yüksek hâller, kerâmetler
sâhibi bir kimseydi. Abdülvehhâb Müttekî hazretleri ile görüşmek için yollara düştü ve
Mekke'ye geldi. Görüşmek için izin istedi. O ise; "Kalblerin görüşmesi yeterlidir, bedenen
görüşmeye ihtiyaç yoktur." buyurdu. Seyyid Hâtem; "Bu söze bile râzıyım." diyerek geri
dönüp, görüşmeden ayrıldı.
Abdülvehhâb Müttekî kırk yaşlarında evlendi. Eline geçen parayı fakirlere, muhtaçlara, ilim
öğrenen talebeye ve dîn-i İslâm'ın yayılmasına çalışan kimselere dağıtırdı. Kendisi için,
alacağı kitaplar ve günlük yiyecek için para ayırırdı. Peygamber efendimizi ziyârete gelenlere
husûsî muâmele ederdi.
Hâfızası çok kuvvetli olup, öğrendiğini uzun yıllar unutmazdı. Kâmus lügatı ezberinde idi.
Fıkıh ve hadîs ilminde de böyle idi. Arabî âlet ilimlerini de iyi bilirdi. Senelerce Harem-i
şerîfte bu ilimlerin dersini verdi.
Bir gün istidrâcdan, müslüman olmayanlarda ve bid'at ehlinde görülen havada uçmak, su
üstünde yüzmek gibi hâllerden söz açılmıştı. Buyurdu ki:
"Fâsıklara ve bid'at sâhiplerine de bir kuvvet verilir ve onunla avâmın kalblerini çekebilirler.
Dinde sağlam olmayanları yoldan çıkarırlar."
Buna uygun olarak başından geçen şu hâdiseyi anlattı:
Bir zaman yolculukta bir şehre uğradım. Şehrin kâdısı Şâfiî mezhebindeydi. İsmi,
Abdülazîz'di. Dervişleri, yolcuları himâye ederdi. Beni de o kıyâfetle görünce, yanıma gelip
oturdu. Konuştuk. "Şehrinizde sohbet edebileceğimiz sâlih kimseler var mı?" dedim. "Gönül
sâhibi bir adam var. Çokları ona bağlı. Lâkin zâhirde bâzı haramları işlediğinden biz onu
arayıp sormuyoruz." dedi. Ertesi gün o adamın olduğu yere gittim. Baktım ki, yüksek bir
yerde iki üç kişi ile birlikte oturuyordu. Cemâat ise, erkek-kadın karışıktı. Biz içeri girince;
"Merhabâ." dedi. Bir müddet sonra kadehler gelip şarap dağıtılmaya başlandı. Bana da işâret
edip; "Haydi sen de iç." dedi. "Haramdır, içilmez." dedim. Ne kadar ısrar ettiyse, sözümde
durup içmedim. "İçmezsen bak sana ne yaparım." diye tehdid etti.
Sonunda üzgün ve kederli bir hâlde oradan kalktım. Arkadaşlarımın yanına geldim. Yemek
hazırdı. Canım yemek istemedi. Öyle uykuya daldım. Kimseye de başımdan geçeni
anlatmadım. Rüyâda, ağaçlar, meyveler ve pınarlarla dolu güzel bir bahçe gördüm. Yolu
dikenli ve sıkıntılıydı. Ona gitmek pek zor göründü. Şarap dağıtan adam çıkageldi. Elinde
şarap kadehi vardı. "Al bunu iç, seni bu bahçeye götüreyim." dedi. Rüyâda da, o haramı alıp
içmedim. Bu esnada uyandım. Lâ havle okudum. Bana ne oluyor, rüyâda da aynı şeyi
gördüm, dedim. Kalktım, Resûl-i ekreme sığındım. Tekrar uyudum. Bu sefer Peygamber
efendimizi gördüm. Huzûruna vardım. Mübârek elinde asâ, baston vardı. Âniden o bid'at
sâhibi adam göründü. Resûlullah efendimiz bastonu ona fırlattı. O köpek şekline girdi ve
Resûlullah'ın huzûrundan kaçtı. Peygamberimiz sonra bana dönerek; "O kaçtı, bir daha bu
şehirde duramaz." buyurdular. Uyandım. Abdest alıp, iki rekat namaz kıldım ve şükrettim. O
adamın olduğu tarafa gittim. Gördüm ki, orada hiçbir şey kalmamış. Ben gitmeden kaçıp
gitmişti. Oradakiler; "Birkaç saat önce evini yıkıp, buradan toparlanıp gitti." dediler.
Abdülvehhâb Müttekî hazretleri buyurdu ki;
"İlim gıdâ gibidir. Ona bir zaman ihtiyaç vardır. Faydası da herkesedir."
Kendisine dediler ki:
"Tâlibin devamlı zikirde olması lâzımdır, diyorlar. Bu nasıl olur?" Buyurdu ki:
"Hayırlı amelle meşgûl olan, dâimâ zikirdedir. Namaz kılmak zikirdir. Kur'ân okumak
zikirdir. Din ilimleri öğretmek ve öğrenmek zikirdir. Her hayırlı amel zikirdir."
"Selef-i sâlihînin yolu, çeşit çeşit iyi işleri yapmak, ahlâkını güzelleştirmek ve ilmi yaymaktı."
5&&$*+$-"%&*('(%9:(888
Bir gün, Hızır aleyhisselâm hakkında konuşuluyordu. Abdülvehhâb Müttekî Şöyle anlattı:
Küçüktüm, Mendev'de çıkan bâzı hâdiseler sebebiyle babamla sahraya çıktık. Fakat
yolumuzu kaybettik. Yiyecek ve içecek hiçbir şeyimiz yoktu. Çok acıktım. Ağlamaya
başladım. Babam beni teskîn ediyor ve; "Sabret ileride yiyecek vardır." diyordu. Ama bu
sözler beni rahatlatmıyordu. Bu hâlde iken akşam oldu. Arslan ve kurt korkusundan bir ağaca
çıkıp, geceyi orada geçirdik. Sabahleyin gördük ki, o ağaca yakın bir yerde tatlı su pınarı var.
Sular şırıl şırıl akıyor. Yanında nûr yüzlü bir ihtiyar oturuyor. Bizi görünce, koltuğunun
altından sıcak ekmek çıkarıp babama verdi. Oraya yakın bir köyün yolunu bize gösterdi.
Ekmekleri yedik. O sudan kana kana içtik ve köyün yolunu tuttuk. O köye gidip, rahat ettik.
Sonra o zâtı ve pınarı görmeyi arzuladık. Tekrâr ağacın altına geldik. Orada ne o pınar, ne de
o zât vardı. Şaşıp kaldık. Herhâlde o ihtiyar Hızır'dı ve bize yardım için görünmüştü.
1) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.275
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.150
3) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.138,140
4) Hadâik-ül-Hanefiyye; s.392
5) Zâd-ül-Müttekîn fî Sülûki Tarîk-il-Yakîn (Abdullah-ı Dehlevî)
6) Persian Litarature; c.2, s.979
ABDÜLVEHHÂB-I MISRÎ
ABDÜLVEHHÂB-I MISRÎ;
Mısır evliyâsından. İsmi, Abdülvehhâb, babasının ismi Ahmed'dir. Lakabı Tâcüddîn, künyesi
Ebû Nasr'dır. İbn-i Arabşah ismiyle meşhur oldu. 1410 (H.813) senesinde Türkistân'da
bulunan Hâc-ı Tarhân'da doğdu. 1516 (H.922) senesinde Mısır'da vefât etti. Bâb-ı Züveyle
dışında, kendi dergâhı bahçesine defnedildi.
Abdülvehhâb-ı Mısrî, küçük yaşta babasıyla birlikte Tokat'a, sonra Haleb ve Şam'a gitti.
Kur'ân-ı kerîmi okudu ve diğer ilimleri tahsil etti. Arabî ilimleri, fıkıh ilmini ve başka ilimleri
babasından okudu. Babasının, Kâdı Şihâbüddîn bin Habâl'dan okuduğu esnâda, Sahîh-i
Müslim'i dinledi. İbn-i Hacer el-Askalânî'den hadîs-i şerîf dinledi. Alâeddîn es-Sayrafî,
el-Mahyavî gibi zâtlar ondan ilim öğrendiler. 1446 senesinde, babasının sağlığında hac
ibâdetini yerine getirdi. Ferâiz ilmini Şam'da Şihâbüddîn Ahmed el-Hımşî'den öğrendi ve bu
ilimde özel ihtisâs sâhibi oldu. Şerîf bin Emîr'den güzel yazı yazmayı öğrendi. Sofiyye'den
Şeyh Nûreddîn bin Halîl ile karşılaşıp, ona talebe oldu, ondan feyz alıp yükseldi. Bu arada
Şeyh Takıyyüddîn Abdürrahîm el-Evkâcî'nin de sohbetlerine devâm edip, ondan; Sahîh-i
Buhârî, Şifâ, Avârif-ül-Meârif adlı eserleri okuyup, mânevî feyz aldı.
Dımeşk'da ve Kâhire'de bir müddet kâdı vekilliği yaptıktan sonra (Şam'a) kâdı tâyin edildi.
Kendisini çekemeyenlerin birçok şikâyetlerinden dolayı, buradan ayrılarak Kâhire'ye geldi.
Sargatmışiyye Medresesi müderrisi Selâhaddîn et-Trablûsî'den boşalan fıkıh müderrisliğine
tâyin edildi ve oraya yerleşti. Yaşadığı beldenin insanları kendisine çok ikrâm ve lütufta
bulundular. Zamanla cemâati çoğaldı. Sohbet meclisi insanlarla dolup taşardı. Vefâtına kadar
Sargatmışiyye müderrisliğine ve orada bulunanlara vâz ve nasîhatlarıyla insanları hak yola
dâvet etmeye devâm etti.
Abdülvehhâb-ı Mısrî; âlim, fâzıl, vekar sâhibi, kâdılık görevinde çok dikkatli, âbid, çok
ibâdet eden bir zât idi. Dâimâ abdestli bulunurdu. Yüzü, kalbinden taşıp gelen nûrlarla
parlardı. Kendisini ahlâkî güzelliklerle bezemişti. Allahü teâlânın sevgili bir kuluydu.
Yürüyenlerin ayak sesi duyulmasın diye, dergâhını siyah keçe ile döşemişti. Bu husûsu merak
edip sormak isteyenlere şöyle derdi: "Dervişlerin yeri Hakk'ın huzûrudur. Orada ne yüksek bir
ses duyulmalı, ne de yüksek sesli bir hareket olmalıdır."
Çok talebe yetiştirdi. Talebeleri son derece olgun ve nûr yüzlüydüler. Halkın ve memleketin
ileri gelenleri arasında onun üstünlüğünü kabûl etmeyen yok gibiydi. Sultanlar ve vâliler her
ne arzusu olursa olsun, mutlaka yerine getirip saygıda kusur etmezlerdi.
Abdülvehhâb-ı Mısrî, kırk yıl yatsı abdesti ile sabah namazını kıldı. Yirmi beş sene yanı ve
sırtı üzerine yatağa yatıp uyumadı. Hasır üzerinde, diz üstü oturup uyurdu.
Kansu Gavri, Osmanlı Sultânı Yavuz Sultan Selim'le harb etmek üzere hazırlandığı zaman,
Şeyh Abdülvehhâb-ı Mısrî ve o beldenin ileri gelen âlimlerinin kendisiyle berâber gelmelerini
istedi. Kabûl etmediler. Kansu Gavri, onları kendisiyle birlikte Yavuz Sultan Selim'e karşı
harbe gitme husûsunda tehdid etti. Şeyh Abdülvehhâb-ı Mısrî; "Seninle berâber olamayız.
Bizi öldürecek olsan dahi Yavuz'a karşı harbe gitmeyiz. Yavuz'un zaferi muhakkaktır." dedi
ve buyurduğu gibi oldu.
Abdülvehhâb-ı Mısrî buyurdu ki:
"Kanâat, bir dervişin az katık ve az ekmek bulup yemesi değildir. Asıl kanâat üç günde ancak
birkaç lokma yemesidir. O da, canlılığını devâm ettirebilmesi içindir. Daha iyisini yapmak
isteyen, beş günde birkaç lokma ile yetinmeli."
"Bir talebe hocasını kalben sevip, onun izinde gidip tâbi olmadıkça, hakîkî talebe olamaz."
Abdülvehhâb-ı Mısrî hazretlerinin, kelâm, fıkıh, ferâiz, tasavvuf ilimlerine dâir yazdığı ve bir
kısmı manzûm olan birçok eserleri vardır. Bu eserleri şunlardır: 1) Ravdat-ür-Râid fî
İlm-il-Ferâid, 2) El-İrşâd-ül-Müfîd li-Hâlis-it-Tevhîd, 3) Şifâ-ül-Kelîm fî Medh-i
Nebiyy-il-Kerîm, 4) El-Cevher-ül-Mindâd fî İlm-il-Halîl bin Ahmed, 5) Delâil-ül-İnsâf
fil-Hilâfiyyât, 6) Feth-ul-Abîr min Feth-il-Habîr fî İlm-it-Ta'bîr, 7) Manzûmetün fî
Nahv (4000 beyitlik), 8) Letâif-ül-Hikem, 9) Keşf-ül-Kurûb (Bâzı sâlih kimselerin
hayatlarını anlatır), 10) Eşref-ül-Ensâb, 11) Eşref-ür-Resâil ve Etraf-ül-Mesâil, 12)
El-Cevheret-ül-Vad'ıyye.
1) Mu'cem-ül-Müellifin; c.6, s.219
2) Ed-Dav-ül-Lâmi'; c.5, s.97, 98
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.5
4) Keşf-üz-Zünûn; s.67,620,759,920,1056,1405
5) Kevâkib-üs-Sâire; c.1, s.257,258
6) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.134
7) El-A'lâm; c.1, s.180
8) Tabakât-ül-Kübrâ; c.2, s.129
9) Brockelman; Gal.2, s.19,20, Sup.2, s.13
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.89
ABDÜLVEHHÂB BİN İBRÂHİM
ABDÜLVEHHÂB BİN İBRÂHİM;
Âlim ve evliyâdan. İsmi Abdülvehhâb bin İbrâhim bin Muhammed bin Anbese, künyesi
Ebü'l-Hattâb'tır. Yemen'in Tariyye beldesinde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Fazîlet
sâhibi bir zât idi. Dinde yapılması ve yapılmaması lâzım gelen işleri bildiren fıkıh ilminde
mâhir olup, sâlih rüyâlar görmekle meşhurdu. 1029 (H. 420) senesinde vefât etti.
Abdülvehhâb bin İbrâhim meşhur hadîs râvilerinden Anbese hazretlerinin torunu olup, ilim
ve edeb üzere yetişti. Fıkıh ilminde üstün bir dereceye yükseldi. Sâdık ve sâlih, güzel, doğru
rüyâlar görürdü. Bu yönüyle meşhûr oldu. Rüyâlarını anlattığı herkes, merak ve gıbta ile
imrenerek dinlerdi. Gördüğü rüyâlar onun fazîletini ve velî olduğunu gösteren alâmetlerdi.
Kendisi anlatır:
1024 senesi Ramazân-ı şerîf ayı ilk Cuma gecesi rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Bir
evde bâzı kimselerle yüksekçe bir yerde oturuyorlardı. İçeri girdim. Hürmetle huzûruna
yaklaşıp; "Ey Allah'ın Resûlü! Ecelimin yaklaştığını zannediyorum. Sizlerden şu gömleğimi
mübârek bedeninize giymenizi istirhâm ediyorum. Zîra bu gömleği bana kefen yapmaları için
vasiyet edeceğim. Ümid ederim ki Allahü teâlâ sizin giymeniz bereketiyle beni Cehennem
ateşinden korur." dedim. O sırada gömleğimi Resûlullah'ın üzerinde gördüm. Oradan başka
bir yere geçtiler. Bu sefer gömleğimi çıkarmışlardı. Mübârek sırtı görünüyordu. Yaklaşıp,
sarılarak öptüm. Resûlullah efendimiz de beni öptü. Ağzıma mübârek ağzının suyundan
koymasını istedim. İhsân etti. "Yâ Resûlallah! Cennet-i âlâda beraber olmamız için duâ
ediniz." dedim. Beni göğsüne bastırarak kucakladı ve duâ etti. Ben de ona sarıldım.
Resûlullah efendimiz daha sonra başka bir tarafa geçti. Ben de gidip huzûruna oturdum. Bana
yanında bulunan birini göstererek, ona bir şeyler vermemi söyledi. Üzerimde bulunan parayı
çıkarıp; "Yâ Resûlallah! İki dinâr ve yirmi dirhemden başka bir şeyim yok." dedim. O paraları
gösterdiği kimseye verdim ve uyandım."
#$'1&&:>/1)
Abdülvehhâb bin İbrâhim şöyle anlatır:
Bir gece rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. Bir evdeydik. Efendimiz ayakta
duruyorlardı. Başkaları da vardı. Ortada bir kandil yanıyordu. Efendimize dönüp; "Yâ
Resûlallah! Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Eğer büyük günâhlardan kaçınırsanız
sizin küçük günahlarınızı örteriz." (Nisâ sûresi: 31) buyuruyor. Siz de mübârek hadîs-i
şerîflerinizde; "Ümmetimden büyük günâh işleyenler için olan şefâatimi sonraya bıraktım."
buyurdunuz. Allahü teâlâ küçük günâhlarımızı örtüyor, siz de âhirette büyük günahlarımız
için bize şefâatçi oluyorsunuz. Bu durumda bize düşen sadece Rabbimizin rahmetini
ummaktır." dedim. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz "Evet öyledir." buyurdu. Ben yine;
"Yâ Resûlallah! Yine buyurdunuz ki: "Arşın gölgesinden başka hiç bir gölgenin bulunmadığı
ancak arşın gölgesinin olduğu yerde üç sınıf insan gölgelenir." Bu üç sınıf kimlerdir." dedim.
Resûlullah efendimiz; "Ümmetimden; gamı, üzüntüyü giderenler, benim yolumu ihyâ edenler
ve bana çok salevât-ı şerîfe okuyup ananlar." buyurdu.
1) Câmiu Kerâmât-il Evliyâ; c.2, s.133
2) Tabakât-ül Havâs; s.77
ABDÜLVEHHÂB GÂZİ
ABDÜLVEHHÂB GÂZİ
Sivas'ta, halkın Yukarı Tekke dediği yerde Akkaya denilen kayanın üzerinde bulunan türbede
medfundur. Tâbiîndendir. Kaynaklardan anlaşıldığına göre Battal Gâzi'nin silah arkadaşı gâzi
dervişlerden olup 731'de Bizanslılara karşı cihad ederken şehîd düşmüş ve buraya
defnedilmiştir. Sivas halkının sık sık ziyâret ettiği Abdülvehhâb Gâzi'nin türbesi yanında
kendi adıyla anılan bir câmii de vardır.
ABDÜLVEHHÂB BUHÂRÎ
ABDÜLVEHHÂB BUHÂRÎ;
Hindistan'da yaşayan evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdülvehhâb'dır. Buhârî nisbetiyle
bilinir. Seyyid Celâl Buhârî'nin torunlarındandır. Seyyid Celâl'in, Seyyid Ahmed ve Seyyid
Mahmûd adında iki oğlu vardı. Abdülvehhâb-ı Buhârî, Seyyid Ahmed'in oğullarındandır.
Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1525 (H. 932)'de Delhi'de vefât etti. Kabri, Şâh
Abdullah'ın kabri yanındadır. Hindistan'daki Mültan'da, Seyyid Sadreddîn Buhârî'den naklî
ilimleri ve tasavvuf ilmini tahsil edip, yüksek derecelere kavuştu. Mültan'da bulunduğu
zamanlarda, hocası ve eniştesi Seyyid Sadreddîn Buhârî'den şu sözleri duydu:
"Dünyâda iki büyük nîmet vardır. Bunlar, bütün nîmetlerden üstündür, lâkin insanlar bu iki
nîmetin kıymetini bilmiyorlar. Onlara kavuşmaktan gâfil bulunuyorlar. Birincisi; iki cihânın
efendisi Muhammed aleyhisselâmın mübârek vücûdunun, Medîne-i münevverede
bulunmasıdır. İkincisi ise; Kur'ân-ı kerîmdir. Hak teâlâ, onunla söylüyor ve insanlar bundan
gâfillerdir."
O, bu sözleri duyunca, hocasının huzûrundan kalkıp, Medîne-i münevvereye gitmek için izin
istedi ve Resûlullah efendimizi ziyâret yolunu tuttu. Bu saâdetle şereflenip, tekrar
memleketine döndü. Sultan İskender Lodî zamânında Delhi'ye geldi. Sultan onun
büyüklüğünü anlayıp, aşırı derecede iltifât gösterdi. Ona talebe oldu. Tâzim ve hürmet etti.
Sultan'ın sevgisi, onu araması ve ona olan muhabbeti, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin
Şemseddîn-i Tebrîzî ile olan muhabbeti gibiydi.
Delhi'den ikinci defâ Haremeyn'i ziyâret etmek üzere ayrıldı. Ziyâretle şereflendikten sonra,
tekrar memleketine döndü.
İlim ve amel sâhibi olan Abdülvehhâb-ı Buhârî hazretleri, hâl ve muhabbet ehlinden idi.
Tasavvufun yüksek derecelerine kavuşmuştu. Bir tefsîri vardır. Kur'ân-ı kerîmin tamâmına
yakınını, Resûlullah efendimizin medhi ve zikri ile tefsîr etmiştir. Orada ilâhî aşkın
inceliklerinden ve muhabbetullah sırlarından çok şeyleri açıklamıştır.
Tefsîrinin bir yerinde; "Ey îmân edenler; namazlarınızda rükû ve secde edin. Rabbinize ibâdet
edin ve hayır yapın." meâlindeki Hâc sûresi 77. âyet-i kerîmesini tefsîr ederken buyurmuştur
ki:
"En büyük hayır ve iyilik; söz, işler ve davranışlarda Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem
uymaktır. Resûlullah'a tam tâbi olmak için, kâmil bir zâtın, yetişmiş ve yetiştirebilen bir
rehberin sohbetinde bulunmak lâzımdır. Öyleleri vardır ki, Allah adamlarından biri ile bir
sohbette, mârifet ve saâdete kavuşur. Kalbinde Allah sevgisi artar ve o zâtın kalbinden kendi
kalbine feyz akar. Bu bir sohbet, onun ömrünü arttırıcı olur. O zâta olan muhabbeti, Allah ve
Resûlüne olan muhabbetini arttırır.
Hâllerin kalpten kalbe geçişinin hikmetine gelince; Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı
ülfet, rahmet ve keremle yarattı. Onu kendi ahlâkıyla ahlâklandırdı. Bu ahlâkdan biri şevktir.
Resûlullah efendimiz, Allahü teâlâdan bildirerek buyurdu ki: "Ebrârın beni görme şevki
uzadı. Benim onları görme şevkim daha kuvvetlidir." Demek ki, Peygamber efendimizi bu
ahlâkta kemâl üzere yarattı ve O, şevk sahiplerine müştâk, can atan biri oldu. O'nun şevki,
şevk, aşırı istek sâhiplerinden kuvvetli oldu. Resûlullah'ın bu şevki, kalbden kalbe kıyâmete
kadar, vârislerine ve tâbilerine zamânındaki gibi intikâl eder. Bu da, sohbet ve ülfetle,
yakınlıkla şevk sâhiplerinden şevk sâhiplerine geçmekle olur. Sohbet yakınlık için, yakınlık
nîmet için, nîmet lezzet için, lezzet ise kavuşmak içindir. Kavuşmanın çeşitlerinin ve
semerelerinin artmasının ise sonu yoktur. Yazı ve söz ile anlatılması ve anlaşılması çok
zordur."
1) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.221
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.50
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)