BİR BOSTAN BEKÇİSİ
Evliyanın büyüklerinden İbrahim bin Edhem k.s. Hazretleri anlatıyor:
Babam Horasan ' Belh hükümdarlarındandı. Bir gün atına binip ava çıkmıştım. Önüme çıkan -tilki veya tavşan- bir hayvanı kovalıyordum. Arkadan bir ses duydum:
- Ey İbrahim, sen bunun için yaratılmadın, bununla emrolunmadın!
Sağa-sola bakındım, fakat kimseyi göremedim. Aynı sesi daha açıktan, sonra da pek yakından yine iki kere duydum. Bu sefer durdum ve dedim ki: Bu bana Allah'tan bir uyarıdır. Vallahi bugünden sonra Rabbime isyankârlık yapmam.
Atımı sürüp babamın bir çobanına geldim. Onun çoban elbisesini aldım, kendi kıymetli elbiselerimi ona bıraktım. Dağları, ovaları aşarak yürüdüm; Irak ülkesine ulaştım. Oralarda günlerce işçi olarak çalıştım. Fakat helal kaygısından hiçbir şey bana huzur vermiyordu.
Bazı olgun kişiler, safi helal kazanç için Şam ve Tarsus tarafına gitmemi tavsiye etmişlerdi. Oralara gittim. Tarsus'ta iken nice günler bostanlarda bekçilik yaptım. Bir gün bostan sahibinin arkadaşları gelmişti. Adam dedi ki:
- Ey bağ bekçisi! Git de narların en iyisinden biraz getir.
Bir miktar nar getirdim. Adam narı kesince, ekşi olduğunu gördü. O zaman dedi ki:
- Sen bunca zamandır bahçemizde bekçisin; meyve ve narlarımızdan da yiyorsun. Tatlıyı ekşiden ayıramıyor musun?
- Vallahi ben meyvelerinizden bir şey yemedim, tatlısını da ekşisinden ayıramam!
Adam şaşkın bir edayla bana şunu söyledi:
- Hayret bir şeysin yahu! Sen İbrahim Edhem olsan, bundan fazla olmazdın.
Ertesi gün bu haber halk arasında yayılıverdi. Meraklı insanlar, gruplar halinde bahçeye akın etti. Gelenlerin çoğaldığını görünce, ben bir yanda saklandım. İnsanlar bahçeye dolarken, aralarından sıyrılıp kaçıverdim...
Bağış Yap
2 Haziran 2013 Pazar
Besmelenin Fazileti
Besmelenin Fazileti
Saliha bir kadının, münafık ve cahil bir kocası vardı. Bu kadın " Bismillahirrahmanirrahim " diye besmele çekmeden, hiçbir işine başlamazdı. Kocası,onun bu haline kızar, kadıncağıza yapmadığı eziyeti bırakmazdı. O saliha kadın ise, kocasının eza ve cefalarına sabreder ve onun doğru yola gelmesi için Allah'a dua ederdi.
Birgün,kadının kocası iyice öfkelenmişti..Karısına yapacağı eziyet ve kötülük için bir bahane arıyor ve kendi kendine :
" Şuna bir oyun çevireyimde görsün ; bakalım onu rezil olmaktan kim kurtaracak ? " diye söylenip duruyordu. Başkalarına açıkça söyleyemediği inkarcılığı,artık bütün çirkinliğiyle,içinde dolup taşmıştı.
Hanımını çağırdı,ona bir kese altın vererek :
- Bunu iyi sakla !!! diye tenbih etti. Kadında kocasının emri üzerine hemen gitti,besmeleyi çekerek keseyi iyice sakladı. Bu arada kocasıda onu gizlice takip ediyordu. Sonra karısının haberi olmadan keseyi, karısının sakladığı yerden aldı. İçindeki altınları boşaltarak, keseyi derin bir kuyuya attı. Aradan çok geçmeden karısını çağırdı ve :
- Sana verdiğim bir kese altını hemen getir. dedi.
Kadın koştu ; keseyi sakladığı yere,
" Bismillahirrahmanirrahim " diyerek elini uzattı.
Tam o anda, Allahu Tealanın emriyle, kese kadının sakladığı yerde içindeki altınlarla beraber aynen duruyordu. Islanan keseden suları damlıyordu. Kadın kesenin neden ıslak olduğunu anlayamadı ve keseyi kocasına getirdi. Adam içi altınla dolu keseyi görünce çok şaşırdı ve karısının söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu anladı.
Sonra karısına ;
- Sana çok zulmettim,çok canını yaktım,beni affet. diye yalvarmaya başladı. Allah'a tevbe ve istiğfar etti. İbadetlerine bağlı bir insan oldu. O günden sonra dua ve yakarışlarında hep şöyle derdi ;
- Ya Rabbi ! Bana dünyam ve ahiretim için hayırlı, Saliha bir kadını eş olarak verdiğin için,sana hakkıyle şükretmekten acizdim,beni affet Alah'ım...
O saliha kadın ise ;
- Ya Rabbi ! Sana şükürler olsun ki,duamı kabul edip kocamı salihlerden eyledin,diye dua ediyordu.
Bu hikayeden alınacak ibretler ve çıkarılacak hikmetler çoktur.Büyükler demişlerki ; " Sabrın kendisi acıdır,lakin meyvesi tatlıdır."
Kaynak : Ahmed Şihabuddin El-Kalyubi'nin," Dini Hikayeler ", Çeviri : Hüseyin Erdoğan
Saliha bir kadının, münafık ve cahil bir kocası vardı. Bu kadın " Bismillahirrahmanirrahim " diye besmele çekmeden, hiçbir işine başlamazdı. Kocası,onun bu haline kızar, kadıncağıza yapmadığı eziyeti bırakmazdı. O saliha kadın ise, kocasının eza ve cefalarına sabreder ve onun doğru yola gelmesi için Allah'a dua ederdi.
Birgün,kadının kocası iyice öfkelenmişti..Karısına yapacağı eziyet ve kötülük için bir bahane arıyor ve kendi kendine :
" Şuna bir oyun çevireyimde görsün ; bakalım onu rezil olmaktan kim kurtaracak ? " diye söylenip duruyordu. Başkalarına açıkça söyleyemediği inkarcılığı,artık bütün çirkinliğiyle,içinde dolup taşmıştı.
Hanımını çağırdı,ona bir kese altın vererek :
- Bunu iyi sakla !!! diye tenbih etti. Kadında kocasının emri üzerine hemen gitti,besmeleyi çekerek keseyi iyice sakladı. Bu arada kocasıda onu gizlice takip ediyordu. Sonra karısının haberi olmadan keseyi, karısının sakladığı yerden aldı. İçindeki altınları boşaltarak, keseyi derin bir kuyuya attı. Aradan çok geçmeden karısını çağırdı ve :
- Sana verdiğim bir kese altını hemen getir. dedi.
Kadın koştu ; keseyi sakladığı yere,
" Bismillahirrahmanirrahim " diyerek elini uzattı.
Tam o anda, Allahu Tealanın emriyle, kese kadının sakladığı yerde içindeki altınlarla beraber aynen duruyordu. Islanan keseden suları damlıyordu. Kadın kesenin neden ıslak olduğunu anlayamadı ve keseyi kocasına getirdi. Adam içi altınla dolu keseyi görünce çok şaşırdı ve karısının söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu anladı.
Sonra karısına ;
- Sana çok zulmettim,çok canını yaktım,beni affet. diye yalvarmaya başladı. Allah'a tevbe ve istiğfar etti. İbadetlerine bağlı bir insan oldu. O günden sonra dua ve yakarışlarında hep şöyle derdi ;
- Ya Rabbi ! Bana dünyam ve ahiretim için hayırlı, Saliha bir kadını eş olarak verdiğin için,sana hakkıyle şükretmekten acizdim,beni affet Alah'ım...
O saliha kadın ise ;
- Ya Rabbi ! Sana şükürler olsun ki,duamı kabul edip kocamı salihlerden eyledin,diye dua ediyordu.
Bu hikayeden alınacak ibretler ve çıkarılacak hikmetler çoktur.Büyükler demişlerki ; " Sabrın kendisi acıdır,lakin meyvesi tatlıdır."
Kaynak : Ahmed Şihabuddin El-Kalyubi'nin," Dini Hikayeler ", Çeviri : Hüseyin Erdoğan
AHMED EĞRİBOZÎ
AHMED EĞRİBOZÎ;
Büyük âlim ve büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden. İsmi
Ahmed'dir. Eğribozî veya Ağrıbozî nisbeleriyle meşhur olmuştur. Doğum yeri ve tarihi
bilinmemektedir. On dokuzuncu yüzyılda yaşamıştır. İzmir'de vefât etti. Kabri oradadır.
Zamânının usûlüne göre ilim tahsilinde bulunan AhmedEğribozî Nakşibendiyye yolu
büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Kısa zamanda
ilerleyip tasavvuf yolunda yükseldi. Bağdat'ta uzun müddet kalıp sülûkünü yâni tasavvuf
yolculuğunu tamamladı. Bağdat'ta evlendi. Mevlânâ Hâlid hazretleri kendisine insanlara
İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda mutlak icâzet, diploma ve hilâfet verdi.
Uzun müddet Bağdat'ta ikâmet etti. Velî, Allâme Seyyid Ubeydullah Hayderî'den de ders aldı.
Şeyh Muhammed el-Cedîd ve Şeyh Abdülgafûr hazretleriyle birlikte insanları Allahü teâlânın
rızâsına kavuşturan yola dâvet etti, ders okutup talebe yetiştirdi. İslâm dîninin emir ve
yasaklarını anlatmak, onların dünyâ ve âhiret seâdetlerine vesîle olmak üzere İstanbul'a
gönderildi. Mevlânâ Hâlid hazretleri vefât ettikten sonra âile efrâdına yardımcı olmak, onların
ihtiyâçlarını gidermek için Şam'a dâvet edildi. Oradan İzmir'e gelip yerleşti. Nice yıllar
âlimler, talebeler ve halk sohbetlerinde bulunarak ondan feyz aldı.
İlim ve fazîlet sâhibi olan Ahmed Eğribozî, tasavvufda yüksek derece sâhibi olup, mürşid-i
kâmil idi. İzmir'de vefât etti.
1) Hadâikü'l-Verdiyye; s.260
2) Şemsü'ş-Şümûs Tercümesi; s.108
3) Mecd-i Tâlid Tercümesi; s.87
AHMED EFLÂKÎ
AHMED EFLÂKÎ;
On üçüncü ve on dördüncü yüzyıllarda Anadolu'da yaşamış olan âlim ve velîlerden. İsmi,
Şemseddîn Ahmed olup, Ahî Natur'un oğludur. İlm-i nücûm yâni astronomi ve felekiyyât
ilminde meşhûr olduğu için Eflâkî, hocası Ârif Çelebi'ye nisbetle de Ârifî nisbeleriyle
tanınmıştır. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1360 (H.761) senesinde Konya'da vefât
etti. Kabri Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesi civârındadır.
Doğum yeri ve yılı kesin bilinmemekle berâber on üçüncü yüzyılın sonlarında ve Türkistan
taraflarında doğduğu tahmin edilen Ahmed Eflâkî gençliğinde memleketinde iyi bir tahsil
gördü. İlim öğrenmek için birçok seyahatler yaptı. Zamânının önemli ilim merkezlerini
dolaştı. Pek çok âlim ve velî ile görüşüp onların ilim meclisleri ile sohbetlerinde bulundu.
Zamânının birçok ilim dalında söz sâhibi, mütehassıs oldu. O devrin önemli ilim
merkezlerinden Konya'ya geldi. Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin
oğlu Sultan Veled'i ziyâret edip, duâsını aldı. Bedreddîn Tebrizî'den ders aldı. İlm-i nücûmda
yâni astronomide mütehassıs olup "Eflâkî" mahlasıyla anılmaya başlandı. Sirâceddîn
Mesnevîhân, Abdülmü'min Tokâdî ve Nizâmeddîn Erzincânî gibi âlimlerden ders aldı.
Astronomi ile ilgili birçok rasatlar ve gözlemler yaptı. Attârlıkla da meşgûl olan Ahmed
Eflâkî, Sultan Veled'in oğlu Ulu Ârif Çelebi'nin talebesi oldu. Böylece onun mânevî terbiye
ve himâyesine girdi. Ömrünün sonuna kadar sâdık bir talebe olarak hizmette bulundu ve çok
istifâde etti. Hocasına nisbetle Ârifî lakabıyla anıldı. Hocasıyla birlikte bütün Anadolu'yu
gezip ilim ve edep yaydılar.
Bir gün Kayseri'den Sivas'a giderlerken, yolda birisi, kendisine, babasının Saray şehrinde
Özbek Hanın sarayında vefât ettiğini, mîrâs olarak geriye büyük servet bıraktığını ve bu
mîrâsın, oğlu Eflâkî gelinceye kadar muhâfaza edilmesini vasiyet ettiğini bildirdi. Ahmed
Eflâkî Sivas'a gidince bu işle yakından ilgileneceğini, mîrâs kalan mallarla, babasının
kitaplarını almak üzere Saray şehrine gideceğini söyledi. Fakat hocası Ulu Ârif Çelebiden
ayrılmaya dayanamadığı için gidemedi.
İlhanlı hükümdarlarından Olcaytu Hudâbende'yi ziyârete giden hocası Ulu Ârif Çelebi ile
birlikte Konya'dan Âzerbaycan'daki Sultâniye şehrine kadar gitti. Bu yolculuğu sırasında
Kayseri, Sivas, Bayburt, Ahlat ve Tebriz'e, dönüşte de Ladik şehrine uğradı. Bu uzun geziden
sonra, seyahati sırasında insanlara hak ve hakikatı anlatmayı çok seven hocası Ulu Ârif
Çelebi ile birlikte Kütahya'ya gitti. Bu yolculuğunda ağır hastalandı. Hocasının isteği üzerine
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve onun yolundakilerin hayat ve menkıbelerini anlatan
Menâkıbü'l-Ârifîn ve Merâtibü'l-Kâşifîn adlı eserini yazmaya başladı. Hocası Ulu Ârif Çelebi
ona "Şeyh" diye hitab ederek halîfelik verdi. Mesnevî okuması yanında yüksek vilâyet
derecesine ulaştı.
Ulu Ârif Çelebinin 1319 senesinde vefâtından sonra, onun oğlu Âbid Çelebiye intisâb edip
talebesi oldu. Bir müddet Mevlânâ hazretlerinin türbedârlığını yaptı. Eretna Beyin ısrârı
üzerine de uç beylerinin bulunduğu bölgeye giden Âbid Çelebi ile birlikte bulundu. Hocası
Ulu Ârif Çelebinin emri ile tekrar yazmaya başladığı Menâkıbü'l-Ârifîn ve Merâtibü'l-Kâşifîn
adlı eserini bitirdi. Âbid Çelebinin vefâtından sonra da sırasıyla Vâcid, Şehzâde ve Emir Âdil
Çelebilere intisâb edip onların hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Bu arada daha önce yazdığı
menâkıb kitâbını sâdece Menâkıbü'l-Ârifîn adıyla genişletti.
Hayâtını Mevlanâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin yolunu, hayâtını, sevenlerini tanımaya ve
onların yolunda yaşamaya vakf eden Ahmed Eflâkî sık sık menkıbeler anlatıp, Allah
adamlarına karşı olan sevginin artması için çalıştı. Bir defâsında şu menkıbeyi anlattı:
Bir gün Selçuklu Sultanı Alâeddîn Keykûbâd büyük bir toplantı tertib edip Şeyh Bahâeddîn
Veled hazretlerini de saraya dâvet etti. Şehrin bütün âlim, evliyâ ve ileri gelen kimseleri bu
toplantıda hazır bulundular. Bahâeddîn Veled kapıdan içeri girince, Sultan Alâeddîn ayağa
kalkarak onu karşıladı. Saygı göstererek, tahta oturmasını istedi ve; "Ey dînin pâdişâhı! Ben
kulum. Bugünden sonra senin subaşın olmak ve efendimin de sultanlık etmesini istiyorum.
Zîrâ bütün görünen ve görünmeyen sultanlık eskiden beri sizindir." dedi. Bahâeddîn Veled de
ona karşı güzel muâmelede bulunup gözlerinden öptü. Mecliste bulunanlar Sultânın, âlim ve
velî bir zâta böyle muâmelede bulunmasına çok sevinip onu methedici sözler söylediler. Bu
sırada söze başlayan Bahâeddîn Veled hazretleri; "Ey melek huylu, mülk sâhibi hükümdar!
Dünyâ ve âhiret mülkünü kendine mâl ettiğine hiç kuşkusuz emîn ol." buyurdu. Sultan
Alâeddîn şevkle ve sevinerek ayağa kalktı. Bahâeddîn Veled'in müridi, talebesi oldu.
Pâdişâha uyan bütün kumandanlar ve askerler de Bahâeddîn Veled'e talebe oldular. Sultan
Alâeddîn ihtiyâcı olan kimselere sadakalar dağıtılmasını ve ihsânlarda bulunulmasını emretti.
Tasavvufun inceliklerine ve mevlevîliğin sırlarına vâkıf olan, Allahü teâlânın, Resûlullah
efendimizin ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin aşkıyla dolu bir ömür geçiren
Ahmed Eflâkî, Mevlanâ dergâhının hizmetleri yanında, etrafında toplanan insanlara İslâm
dîninin emir ve yasaklarını anlatarak, iki cihân seâdetine kavuşmalarına vesîle oldu. 1360
(H.761) senesi Haziran ayının on altıncı günü Konya'da vefât etti. Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî hazretlerinin türbesinin doğu tarafında defnedildi.
Zamânın geçmesiyle kaybolan ve yapılan istimlâklar sırasında bulunarak Mevlânâ müzesinde
muhâfaza altına alınan mezar taşındaki Arapça kitabının tercümesi şöyledir:
"Büyük âlim, her şeyi gereğince bilip haber veren, zamânın eşsiz, asrının tek âlimi, rahmete
mazhar olmuş, suçları örtülüp, bağışlanmış olan Ârif'e mensûb bulunan Eflâkî yedi yüz altmış
bir senesi Recebinin sonuncu Pazartesi günü, yokluk evinden, varlık yurduna göçtü. Allah
onu rahmetine kavuştursun ve suçlarını bağışlasın."
Ahmed Eflâkî'yi meşhûrlaştıran, asırlardan asırlara, nesillerden nesillere intikâl ederek
anılmasını sağlayan en önemli eseri Menâkıbü'l-Ârifîn'dir. Mevlânâ hakkında yazılan
eserlerin ve Mevlevîliğin kaynaklarının başında gelen, doğu ve batı dillerine çevrilmiş olan
bu eser, o devri gösteren bir aynadır. Sultân-ül-Ulemâ Bahâeddîn Veled, Burhâneddîn
et-Tirmizî, Mevlanâ Celâleddîn-i Rûmî, Şemseddîn-i Tebrîzî, Salâhaddîn-i Zerkûbî, Çelebi
Hüsâmeddîn, Sultan Veled, Celâleddîn Çelebi, Emir Ârif Çelebi, Emir Âbid Çelebi ve onların
oğullarının, halîfelerinin zikir silsilelerini ve menkıbelerini anlatan eser on bölümden
meydana gelmiştir. Mevlânâ ve Mevlevîlik hakkında en önemli ve en eski kaynak olan eserde
Sultân-ül-Ulemâ Bahâeddîn'e, Mevlânâ hazretlerine ve Şemseddîn-i Tebrîzî'ye ait husûsî
bölümler vardır. Eser Anadolu târihinin bilhassa on üç ve on dördüncü yüzyıllardaki toplum
hayâtına, dînî ve medenî yaşayışa yer vermesi bakımından mühim bir kaynaktır.
Ahmed Eflâkî, bu eseri yazmaya, ilk olarak 1318-19senesinde hocası Ulu Ârif Çelebi'nin
emriyle başladı. İlk defâ Menakıbü'l-Ârifîn ve Mekâtibü'l-Kâşifîn adını verdiği bu eserini,
uzun yıllar derlediği yeni bilgileri de ilâve ederek hazırladı. İkinci redaksiyonu 1353
senesinde tamamlandı. Sâdece Menâkıbü'l-Ârifîn adını verdiği bu eserde kendi
müşâhedelerine ait bilgiler bulunduğu gibi, başka şahıs ve kaynaklardan derlediği bilgiler de
vardır. Sâde ve akıcı bir Farsça ile yazılmış olan eser, yazarın anlatma gücünü de ortaya
koymaktadır.
Ahmed Eflâkî'nin bu eserinden başka bilinen dört Türkçe gazeli vardır. Bu onun Türkçe şiir
yazmakta başarılı bir şâir olduğunu göstermektedir.
1) Menâkıbü'l-Ârifîn (Önsözü)
2) Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân; c.3, s.5-9
3) İslâm Târihi Ansiklopedisi; c.4, s.132-133
4) Konya Velîleri; s.93-96
1 Haziran 2013 Cumartesi
BESMELE
BESMELE
Bişr-i Hafi. Evliyânın büyüklerinden. Genç. Günah çukuruna düşmüş yuvarlanıyor yuvarlandıkça batıyor...
Bir gün Gecesini içki masalarında sabahladığı bir gecenin günü. Sarrhoş. Evinin yolunu tutturmuş, gidiyor, gitmeye çalışıyor. Yürüyor. O da ne? Bir kağıt, üstünde Besmele yazılı bir kağıt. İçi cız ediyor. Eğiliyor. Çamurların içinden Besmele yazılı kağıdı alıyor. Hiç Allah'ın ismi yerde olur mu, çamurlar içinde olur mu, bin bir düşünce bin bir ah ediş. Kağıdı öpüyor, çamurlarını siliyor, temizliyor, evine götürüyor, güzel kokulare sürüyor ve eveinin en güzel yerine asıyor.
O gece âlim bir zât bir rüyâ görür. Rüyâda,'' Git, Bişr'e söyle! İsmimi temizlediği gibi onu temizlerim. İsmimi büyük tuttuğu gibi büyültürüm. İsmimi güzel kokulu yaptığı gibi, onu güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, onun ismini dünyada ve âhirette temiz ve güzel eylerim'' denildi.
Bu rüyâ, üç defa tekrar etti. Rüyâ gören kimse, sabah olunca, Bişr-i Hafi'yi arayıp meyhanede buldu. Mühim haberim var diye içeriden çağırdı. Bişr geldiğinde, gelen zâta dedi ki:
-Kimden haber vereceksin?
-Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim. Bunu duyan Bişr, ağlamaya başladı ve sordu:
-Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı yapacak? Rüyâyı sonuna kadar dinleyince arkadaşlarına dönüp şöyle söyledi:
-Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremiyeceksiniz.
O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi. Sebebini soranlara,''Söz verdiğim zaman yalınayaktım, şimdi giymeğe hayâ ederim'' derdi.
Ayakkabı giymediği için kendisine ''Hafi'' (yalınayak)denilmiştir.
Bişr-i Hafi. Evliyânın büyüklerinden. Genç. Günah çukuruna düşmüş yuvarlanıyor yuvarlandıkça batıyor...
Bir gün Gecesini içki masalarında sabahladığı bir gecenin günü. Sarrhoş. Evinin yolunu tutturmuş, gidiyor, gitmeye çalışıyor. Yürüyor. O da ne? Bir kağıt, üstünde Besmele yazılı bir kağıt. İçi cız ediyor. Eğiliyor. Çamurların içinden Besmele yazılı kağıdı alıyor. Hiç Allah'ın ismi yerde olur mu, çamurlar içinde olur mu, bin bir düşünce bin bir ah ediş. Kağıdı öpüyor, çamurlarını siliyor, temizliyor, evine götürüyor, güzel kokulare sürüyor ve eveinin en güzel yerine asıyor.
O gece âlim bir zât bir rüyâ görür. Rüyâda,'' Git, Bişr'e söyle! İsmimi temizlediği gibi onu temizlerim. İsmimi büyük tuttuğu gibi büyültürüm. İsmimi güzel kokulu yaptığı gibi, onu güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, onun ismini dünyada ve âhirette temiz ve güzel eylerim'' denildi.
Bu rüyâ, üç defa tekrar etti. Rüyâ gören kimse, sabah olunca, Bişr-i Hafi'yi arayıp meyhanede buldu. Mühim haberim var diye içeriden çağırdı. Bişr geldiğinde, gelen zâta dedi ki:
-Kimden haber vereceksin?
-Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim. Bunu duyan Bişr, ağlamaya başladı ve sordu:
-Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı yapacak? Rüyâyı sonuna kadar dinleyince arkadaşlarına dönüp şöyle söyledi:
-Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremiyeceksiniz.
O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi. Sebebini soranlara,''Söz verdiğim zaman yalınayaktım, şimdi giymeğe hayâ ederim'' derdi.
Ayakkabı giymediği için kendisine ''Hafi'' (yalınayak)denilmiştir.
Berberin İhlâsı
Berberin İhlâsı
Birisi ona gelir sorar: 'İhlâsı kimden öğrendiniz?'
-Mekke-i Mükerreme'de harçlıksız kalmıştım. Basra'dan para bekliyordum ama gelmemişti. Saçım sakalım çok uzamıştı. Bir berbere girdim
'Peşin peşin söyliyeyim param yok' dedim,
'Allah rızası için saçlarımı düzeltebilir misin?'
Berber o anda mevki sahibi birini traş etmekteydi. Onu bırakıp bana başladı. Adam itiraz etti.
Berber
'Kusura bakmayınız efendim' dedi, 'Sizi ücreti mukabilinde traş ediyorum. Ama bu genç Allah rızası için istedi'
Berber dahasını da yaptı, bana harçlık verdi. Aradan birkaç gün geçti, beklediğim para geldi. Ona bir kese altın götürdüm.
'Asla alamam' dedi, 'İnan Allah'ın rızası, daha değerli'
Meclisine gelenlerden biri mübareği denemek ister. Aklınca zor bir soru hazırlar ve sorar.
Mübarek
'sözle mi cevap verelim' der, 'yoksa halle mi?'
-İkisi de olsun.
-Eğer kendi kendini deneseydin, bizi denemeye lüzum görmezdin. Kalbindeki değişimi de mi farketmedin?
-Peki hâl ile cevabınız nasıl olacak?
-Yüzüne bak anlarsın.
Adam aynayı eline aldığında kendini tanıyamaz, çünkü yüzü simsiyahtır. Üstelik bu yola olan muhabbetinden eser kalmamıştır ki bu tard oldu demektir. Büyükleri incitmek böylesine korkunç bir cürettir işte.
Aradığına bağlı
Adamın biri Cüneyd-i Bağdadi'ye gelip 'Nerede o eski kardeşlikler' der, 'Hani, Allah için sevenler?'
-Eğer sıkıntılarına katlanacak birini arıyorsan bulamazsın ama sıkıntılarına katlanacağın dostlar arıyorsan çoktur.
Cüneyd-i Bağdadi'nin talebelerinden biri şeytanın vesveselerine kapılıp kemâle geldiğini zanneder. Birbirinden cazip rüyalar görmeye başlar ve bunları arkadaşlarına da nakleder. Cüneydi Bağdadi Hazretleri onun durumuna çok üzülür. Talebesinin ayağına kadar gider ve 'Eğer rüyanda seni cennete götürürlerse üç defa 'La havle...' oku' diye tenbih eder. Hakikaten o gece rüyasında onu alıp cennete götürürler. Aklına hocasının sözü gelir. 'La havle...' okuduğu anda kendini çöplükler, pislikler içinde bulur. İçine düştüğü durumu anlar ve tevbe eder. Mübârek, 'Herkese bir mürşid-i Kâmil lâzımdır' der 'aksi halde mel'ûn şeytan musallat olur ve oyuncak eder.'
Talebelerinden biri sorar: 'Hiç ibadet ve tâat yapmadan Allah'ın (Celle Celalüh) lütfuna kavuşmak mümkün müdür?
-Zaten gelen bütün nimetler Allah'ın lütfudur. Bizim gibi acizlerin ibadetlerinden ne olsun.
Son nefes, zor nefes
Mübarek vefat edeceği gün çok korkulu ve üzgündürler. Yüzleri kül gibi olmuş rengi uçmuştur. Talebeleri bu halden çok ürkerler. Hatta içlerinden biri 'Aman efendim' der, 'biz sizin şefaatiniz ile kurtulmayı ümid ediyoruz. Eğer siz bu kadar sıkıntı çekerseniz bizim halimiz nice olur?
-Ey dostlarım yetmiş yıllık ibadetimi kıldan ince bir ipe astılar. Kâh o yana, kâh bu yana sallanıyor ve ben bu esintinin kabul yeli mi, red rüzgârı mı olduğunu bilemiyorum.
Naaşını yıkayan talebesi su ulaştırmak için mübarek gözlerini aralamaya çalışır. Melekler dile gelir, 'Kendini yorma' derler, 'Cüneydin gözü Allah'ın zikri ile kapanmıştır ve onun didarını görmeden açılmaz.'
Talebelerinden biri onu rüyasında görür. Merakla sorar: -Efendim, Allah-ü teâlâ size nasıl muamele etti?
-İlim ve marifet dolu sözlerimin hiçbir faydası olmadı. Sadece gece kıldığım namazlar imdadıma yetişti.
Kaynak: Huzura Doğru
Birisi ona gelir sorar: 'İhlâsı kimden öğrendiniz?'
-Mekke-i Mükerreme'de harçlıksız kalmıştım. Basra'dan para bekliyordum ama gelmemişti. Saçım sakalım çok uzamıştı. Bir berbere girdim
'Peşin peşin söyliyeyim param yok' dedim,
'Allah rızası için saçlarımı düzeltebilir misin?'
Berber o anda mevki sahibi birini traş etmekteydi. Onu bırakıp bana başladı. Adam itiraz etti.
Berber
'Kusura bakmayınız efendim' dedi, 'Sizi ücreti mukabilinde traş ediyorum. Ama bu genç Allah rızası için istedi'
Berber dahasını da yaptı, bana harçlık verdi. Aradan birkaç gün geçti, beklediğim para geldi. Ona bir kese altın götürdüm.
'Asla alamam' dedi, 'İnan Allah'ın rızası, daha değerli'
Meclisine gelenlerden biri mübareği denemek ister. Aklınca zor bir soru hazırlar ve sorar.
Mübarek
'sözle mi cevap verelim' der, 'yoksa halle mi?'
-İkisi de olsun.
-Eğer kendi kendini deneseydin, bizi denemeye lüzum görmezdin. Kalbindeki değişimi de mi farketmedin?
-Peki hâl ile cevabınız nasıl olacak?
-Yüzüne bak anlarsın.
Adam aynayı eline aldığında kendini tanıyamaz, çünkü yüzü simsiyahtır. Üstelik bu yola olan muhabbetinden eser kalmamıştır ki bu tard oldu demektir. Büyükleri incitmek böylesine korkunç bir cürettir işte.
Aradığına bağlı
Adamın biri Cüneyd-i Bağdadi'ye gelip 'Nerede o eski kardeşlikler' der, 'Hani, Allah için sevenler?'
-Eğer sıkıntılarına katlanacak birini arıyorsan bulamazsın ama sıkıntılarına katlanacağın dostlar arıyorsan çoktur.
Cüneyd-i Bağdadi'nin talebelerinden biri şeytanın vesveselerine kapılıp kemâle geldiğini zanneder. Birbirinden cazip rüyalar görmeye başlar ve bunları arkadaşlarına da nakleder. Cüneydi Bağdadi Hazretleri onun durumuna çok üzülür. Talebesinin ayağına kadar gider ve 'Eğer rüyanda seni cennete götürürlerse üç defa 'La havle...' oku' diye tenbih eder. Hakikaten o gece rüyasında onu alıp cennete götürürler. Aklına hocasının sözü gelir. 'La havle...' okuduğu anda kendini çöplükler, pislikler içinde bulur. İçine düştüğü durumu anlar ve tevbe eder. Mübârek, 'Herkese bir mürşid-i Kâmil lâzımdır' der 'aksi halde mel'ûn şeytan musallat olur ve oyuncak eder.'
Talebelerinden biri sorar: 'Hiç ibadet ve tâat yapmadan Allah'ın (Celle Celalüh) lütfuna kavuşmak mümkün müdür?
-Zaten gelen bütün nimetler Allah'ın lütfudur. Bizim gibi acizlerin ibadetlerinden ne olsun.
Son nefes, zor nefes
Mübarek vefat edeceği gün çok korkulu ve üzgündürler. Yüzleri kül gibi olmuş rengi uçmuştur. Talebeleri bu halden çok ürkerler. Hatta içlerinden biri 'Aman efendim' der, 'biz sizin şefaatiniz ile kurtulmayı ümid ediyoruz. Eğer siz bu kadar sıkıntı çekerseniz bizim halimiz nice olur?
-Ey dostlarım yetmiş yıllık ibadetimi kıldan ince bir ipe astılar. Kâh o yana, kâh bu yana sallanıyor ve ben bu esintinin kabul yeli mi, red rüzgârı mı olduğunu bilemiyorum.
Naaşını yıkayan talebesi su ulaştırmak için mübarek gözlerini aralamaya çalışır. Melekler dile gelir, 'Kendini yorma' derler, 'Cüneydin gözü Allah'ın zikri ile kapanmıştır ve onun didarını görmeden açılmaz.'
Talebelerinden biri onu rüyasında görür. Merakla sorar: -Efendim, Allah-ü teâlâ size nasıl muamele etti?
-İlim ve marifet dolu sözlerimin hiçbir faydası olmadı. Sadece gece kıldığım namazlar imdadıma yetişti.
Kaynak: Huzura Doğru
AHMED BİN EBÛ VERD
AHMED BİN EBÛ VERD;
Evliyânın büyüklerinden. KünyesiEbû Hasan'dır. Bağdât'ta doğup, büyümüş ve orada
yetişmiştir. Doğum ve vefât târihleri kesin bilinmiyor. Mîlâdî dokuzuncu asrın ikinci
yarısında vefât ettiği tahmin edilmektedir. Muhammed bin Ebû Verd'in kardeşi olup, ikisi de
zamanlarının meşhûr velîlerindendir. Cüneyd-i Bağdâdî'nin yakınlarından olup, onun, Sırrî-yi
Sekatî'nin, Hâris-i Muhâsibî'nin, Bişr-i Hafî'nin ve Ebü'l-Feth el-Hammâl'in sohbetinde
bulunmuş, tasavvufta yetişip, yükselmiştir.
Buyurdu ki:
"Üç şey vardır ki, bunlar bir velî kulda arttıkça, güzel hâlleri artar:
1. Makâmı yükseldikçe, tevâzusu artar.
2. Malı çoğaldıkça, cömertliği artar.
3. Ömrü uzadıkça, hizmeti artar."
"Velîler, şunlara riâyet sebebiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuştu. Din büyüklerinin
kapısından ayrılmamak, muhâlefeti, karşı gelmeyi terketmek, hizmetlerde mâhir ve gayretli
olmak, musibetlere sabretmek."
"Dünyâyı, onu isteyenlere bırakmak, onlardan ve dünyâdan yüz çevirmek akıllıların işidir."
"Dünyâ sevgisinden ve onun sevgisine tutulanlardan yüz çevirenleri, yerdekiler ve gökdekiler
(melekler) sever."
1) Tabakât-ı Ensârî; s.270
2) Nefehât-ül-Üns; s.129
3) Sıfât-us-Safve; c.2, s.222
4) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.315
5) Nefehât (Osmanlıca); s.178
AHMED BİN EBÜ'L-HAYR EŞ-ŞEMÂHÎ
AHMED BİN EBÜ'L-HAYR EŞ-ŞEMÂHÎ;
Âlim ve evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Ebü'l-Hayr Mensûr eş-Şemâhî es-Sa'dî'dir.
Meşhûr bir kabîle olan Sa'd aşîretine, ayrıca Sa'dî ve Hadramût ehlinden Şemah oğullarına
mensub olmakla Şemâhî diye anılmıştır.
Yemen beldelerinden Zebîd'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Babası Zebîd'de fıkıh
ve hadîs âlimiydi. Ahmed bin Ebü'l Hayr 1328 (H.729) senesi Zebîd'de vefât etti. Bab-ı
Şihâm kabristanlığına defnedildi. Kabrinden gökyüzüne doğru bir nûr yükseldiğini ziyâret
edenler görüp söylemişlerdir.
Ahmed bin Ebü'l-Hayr önce babasından, sonra âlimlerden ilim öğrendi. Hadîs-i şerîf ilminde
üstün bir dereceye yükseldi. Kendisinden de Yemen'in âlimleri istifâde ettiler. Fakîh İbrâhim
Alevî, Ali bin Şeddâd bunlardandır. İlminin fazlalığı yanında, doğru ve güzel hal ve
kerâmetler sâhibi de oldu. Resûlullah efendimiz ile bu yolun âlim ve velîlerine muhabbet ve
bağlılığı çok fazlaydı. İmâm-ı Yâfiî, târihinde konuyla ilgili olarak Ahmed bin Ebü'l-Hayr
hakkında şöyle demektedir: "Sâlihlerden bir zât, rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü.
Yanlarında birisi vardı. Sevgili Peygamberimiz rüyâyı gören kimseye; "Bunu tanıyor musun?"
diye sordu. O da; "Hayır yâ Resûlallah!" dedi. O zaman; "Bu, sünnetime sarılan, yolumdan
ayrılmayan Ahmed bin Ebü'l-Hayr'dır." buyurdu."
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.317
2) Tabakât-ül Havâs; s.27
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.348
31 Mayıs 2013 Cuma
BAŞKA DUÂ BİLMEZ MİSİN
BAŞKA DUÂ BİLMEZ MİSİN?
Bir şahıs, Harem-i Şerîfin kapısında, Ey doğrulara yardım eden, haramlardan kaçınanları koruyan Allâhım!.. diyerek hep aynı duâyı okuyordu. Ona, Sen başka duâ bilmez misin? dediler. O şöyle açıkladı, bu duâyı tekrar etme sebebini:
Ben Beyt-i Şerîfi tavâf ederken ayağıma takılan bir şeyi eğilip aldım. Bir de baktım ki, içinde bin altın bulunan bir kese. Şeytanımla îmânım mücâdeleye tutuştular. Bin altın çok para, senin bütün ihtiyaçlarını karşılar dedi şeytanım. Îmânım ise, Bu haramdır, boşuna saklama; sahibini bul, teslim et! dedi. Ben böyle mücâdele içinde iken, birinin sesi duyuldu:
Burada, içinde bin altınım bulunan kesem kaybolmuştur. Kim buldu ise getirsin, ona otuz altın müjde vereyim!
Bin haramdan otuz helâl hayırlıdır, diyerek keseyi sahibine teslim ettim. O da bana otuz altın verdi. Bunu alıp bakırcılar çarşısında gezerken, bir Arap kölenin bu paraya satıldığını görünce, hemen satın aldım. Bir müddet sonra bu kölenin yanına bir kısım Araplar gelip gizlice konuşmaya başladılar. Köleden ne konuştuklarını sordum. Saklamayıp aynen anlattı:
Ben Mağrip sultânının oğluyum. Babam, Habeş melikiyle cenk edip savaşı kaybetti. Beni de esir alıp buralarda sattılar. Babam bunları göndermiş, elli bin altın da vermiş ki, beni satın alıp götürsünler. Sen bana çok iyilik ettin, kendi evlâdın gibi baktın. Bundan dolayı memnun kaldım. Bunlar beni satın alacaklar; sakın az altına râzı olma, elli bin altına sat beni.
Dediği gibi oldu. Elli bin altına sattım köleyi. Bu kadar büyük sermaye ile bir kısım mallar alıp Bağdata gittim. Orada açtığım dükkânda mallarımı satıyordum. Bir tanıdığım gelip, Meşhur bir tüccar dostum vefât etti, ay gibi güzel kızcağızı yalnız kaldı. Gel bunu sana alalım dedi. Ben de kabul ettim. Kızın, çehiz olarak getirdiği birtakım tabakların üzerinde içi altın dolu keseler vardı. Hepsinin üzerinde de biner altın yazılı iken, birinde dokuz yüz yetmiş altın yazılı idi. Bunun sebebini sorduğumda kızcağız dediki:
Babam bu keseyi Harem-i Şerifte kaybetmiş. Bulan bir helâlzâde keseyi iâde edince, otuz altını ona müjde olarak vermiş, ondan geriye kalanlardır bu kesedeki altınlar.
Bunun üzerine ben Allâha hamd ve şükürlerde bulundum; bunlar hep doğruluğun, iyiliğin bereketi, diyerek hâdiseyi kızcağıza anlattım. Sürur ve saâdetimiz daha da perçinlenmiş oldu!.. (Nevâdir-i Süheylî, Sayfa: 280-81)
Evet, enteresan bir hâdise. Doğruluk ve dürüstlüğün neticesini göstermesi bakımından verdiği mesaj oldukça mühim. Kaldı ki bu, sadece dünyadaki semeresi. Âhiretteki karşılığı ise, ebedî bir saâdet. Rabbimiz cümlemizi, îmânımızın sesine kulak vererek sadâkat ve istikametten ayırmasın. Âmîn...
Alıntı:Fazilet Takvimi, 2001
Bir şahıs, Harem-i Şerîfin kapısında, Ey doğrulara yardım eden, haramlardan kaçınanları koruyan Allâhım!.. diyerek hep aynı duâyı okuyordu. Ona, Sen başka duâ bilmez misin? dediler. O şöyle açıkladı, bu duâyı tekrar etme sebebini:
Ben Beyt-i Şerîfi tavâf ederken ayağıma takılan bir şeyi eğilip aldım. Bir de baktım ki, içinde bin altın bulunan bir kese. Şeytanımla îmânım mücâdeleye tutuştular. Bin altın çok para, senin bütün ihtiyaçlarını karşılar dedi şeytanım. Îmânım ise, Bu haramdır, boşuna saklama; sahibini bul, teslim et! dedi. Ben böyle mücâdele içinde iken, birinin sesi duyuldu:
Burada, içinde bin altınım bulunan kesem kaybolmuştur. Kim buldu ise getirsin, ona otuz altın müjde vereyim!
Bin haramdan otuz helâl hayırlıdır, diyerek keseyi sahibine teslim ettim. O da bana otuz altın verdi. Bunu alıp bakırcılar çarşısında gezerken, bir Arap kölenin bu paraya satıldığını görünce, hemen satın aldım. Bir müddet sonra bu kölenin yanına bir kısım Araplar gelip gizlice konuşmaya başladılar. Köleden ne konuştuklarını sordum. Saklamayıp aynen anlattı:
Ben Mağrip sultânının oğluyum. Babam, Habeş melikiyle cenk edip savaşı kaybetti. Beni de esir alıp buralarda sattılar. Babam bunları göndermiş, elli bin altın da vermiş ki, beni satın alıp götürsünler. Sen bana çok iyilik ettin, kendi evlâdın gibi baktın. Bundan dolayı memnun kaldım. Bunlar beni satın alacaklar; sakın az altına râzı olma, elli bin altına sat beni.
Dediği gibi oldu. Elli bin altına sattım köleyi. Bu kadar büyük sermaye ile bir kısım mallar alıp Bağdata gittim. Orada açtığım dükkânda mallarımı satıyordum. Bir tanıdığım gelip, Meşhur bir tüccar dostum vefât etti, ay gibi güzel kızcağızı yalnız kaldı. Gel bunu sana alalım dedi. Ben de kabul ettim. Kızın, çehiz olarak getirdiği birtakım tabakların üzerinde içi altın dolu keseler vardı. Hepsinin üzerinde de biner altın yazılı iken, birinde dokuz yüz yetmiş altın yazılı idi. Bunun sebebini sorduğumda kızcağız dediki:
Babam bu keseyi Harem-i Şerifte kaybetmiş. Bulan bir helâlzâde keseyi iâde edince, otuz altını ona müjde olarak vermiş, ondan geriye kalanlardır bu kesedeki altınlar.
Bunun üzerine ben Allâha hamd ve şükürlerde bulundum; bunlar hep doğruluğun, iyiliğin bereketi, diyerek hâdiseyi kızcağıza anlattım. Sürur ve saâdetimiz daha da perçinlenmiş oldu!.. (Nevâdir-i Süheylî, Sayfa: 280-81)
Evet, enteresan bir hâdise. Doğruluk ve dürüstlüğün neticesini göstermesi bakımından verdiği mesaj oldukça mühim. Kaldı ki bu, sadece dünyadaki semeresi. Âhiretteki karşılığı ise, ebedî bir saâdet. Rabbimiz cümlemizi, îmânımızın sesine kulak vererek sadâkat ve istikametten ayırmasın. Âmîn...
Alıntı:Fazilet Takvimi, 2001
BALİNA ZİYAFETİ
BALİNA ZİYAFETİ
Ashab-ı Kiram'dan Cabir r.a. Hazretleri anlatıyor:
Rasulullah s.a.v. bizi bir müfreze (askeri birlik) ile göndermişti. Başımıza da Ebu Ubeyde'yi komutan tayin etmişti. Kureyş'e ait bir kervanı ele geçirmekle vazifeliydik. Azık olarak da bize bir dağarcıkta hurma verilmişti. Başka azığımız yoktu. Ebu Ubeyde, bize birer tane hurma veriyordu.
- O bir hurmayı ne yapıyordunuz? diye sorulunca dedi ki:
- Çocuğun emmesi gibi o hurmayı ağzımızda tutup emiyorduk. Sonra da üstüne su içiyorduk. Bu bize bir gün bir gece yetiyordu. Değneğimizle ağaç yapraklarını çırparak, düşen yaprakları su ile ıslatıp yiyorduk.
Böylece yolumuza devam ettik. Deniz kıyısına vardık. Deniz kıyısında büyük bir kum tepesi gibi bir şeyin yükseldiğini gördük. Yanına vardığımızda kıyıdaki şeyin anberbalığı (balina) denen hayvan olduğunu gördük. Ebu Ubeyde önce:
- Bu leştir, dedi. Sonra da şunu söyledi:
- Hayır. Biz Rasulullah s.a.v.'in elçileriyiz ve Allah yolundayız. Zaruret haline düştük. Bundan yiyiniz.
Biz yaklaşık bir ay boyunca o hayvanın etiyle geçindik. Üçyüz kişiydik ve şişmanlamıştık. Hayvanın göz çukurundan testilerle yağ alıyorduk, öküz büyüklüğünde et parçaları koparıyorduk. Ebu Ubeyde bizden onüç kişiyi alıp hayvanın göz çukuruna oturtmuştu. Kaburga kemiklerinden birini alıp yere dikti; sonra en yüksek deveyi binicisiyle onun altından geçirdi. Bu hayvanını etinden pastırma yapıp azık ettik.
Medine'ye geldiğimiz zaman Rasulullah s.a.v.'in yanına vardık. Bu durumu kendisine anlattığımızda dedi ki:
- O, Allah'ın size çıkarıverdiği bir rızıktır. Yanınızda onun etinden bize yedireceğiniz bir şey var mı?
Biz de getirdiğimiz etlerden bir miktarını Rasulullah s.a.v.'e gönderdik, O da etten yedi.
Tarîhu't-Taberî, 3/32-33; el-Bidâye ve'n-Nihâye, 4/669-70; İbn Yusuf es-Sâlihi: Sübülü'l-Hüdâ ve'r-Reşâd (Beyrut,1993), 6/176-178.
Ashab-ı Kiram'dan Cabir r.a. Hazretleri anlatıyor:
Rasulullah s.a.v. bizi bir müfreze (askeri birlik) ile göndermişti. Başımıza da Ebu Ubeyde'yi komutan tayin etmişti. Kureyş'e ait bir kervanı ele geçirmekle vazifeliydik. Azık olarak da bize bir dağarcıkta hurma verilmişti. Başka azığımız yoktu. Ebu Ubeyde, bize birer tane hurma veriyordu.
- O bir hurmayı ne yapıyordunuz? diye sorulunca dedi ki:
- Çocuğun emmesi gibi o hurmayı ağzımızda tutup emiyorduk. Sonra da üstüne su içiyorduk. Bu bize bir gün bir gece yetiyordu. Değneğimizle ağaç yapraklarını çırparak, düşen yaprakları su ile ıslatıp yiyorduk.
Böylece yolumuza devam ettik. Deniz kıyısına vardık. Deniz kıyısında büyük bir kum tepesi gibi bir şeyin yükseldiğini gördük. Yanına vardığımızda kıyıdaki şeyin anberbalığı (balina) denen hayvan olduğunu gördük. Ebu Ubeyde önce:
- Bu leştir, dedi. Sonra da şunu söyledi:
- Hayır. Biz Rasulullah s.a.v.'in elçileriyiz ve Allah yolundayız. Zaruret haline düştük. Bundan yiyiniz.
Biz yaklaşık bir ay boyunca o hayvanın etiyle geçindik. Üçyüz kişiydik ve şişmanlamıştık. Hayvanın göz çukurundan testilerle yağ alıyorduk, öküz büyüklüğünde et parçaları koparıyorduk. Ebu Ubeyde bizden onüç kişiyi alıp hayvanın göz çukuruna oturtmuştu. Kaburga kemiklerinden birini alıp yere dikti; sonra en yüksek deveyi binicisiyle onun altından geçirdi. Bu hayvanını etinden pastırma yapıp azık ettik.
Medine'ye geldiğimiz zaman Rasulullah s.a.v.'in yanına vardık. Bu durumu kendisine anlattığımızda dedi ki:
- O, Allah'ın size çıkarıverdiği bir rızıktır. Yanınızda onun etinden bize yedireceğiniz bir şey var mı?
Biz de getirdiğimiz etlerden bir miktarını Rasulullah s.a.v.'e gönderdik, O da etten yedi.
Tarîhu't-Taberî, 3/32-33; el-Bidâye ve'n-Nihâye, 4/669-70; İbn Yusuf es-Sâlihi: Sübülü'l-Hüdâ ve'r-Reşâd (Beyrut,1993), 6/176-178.
AHMED BİN EBÜ'L-HAVÂRÎ
AHMED BİN EBÜ'L-HAVÂRÎ;
Meşhûr velîlerden. İsmi Ahmed bin Ebü'l-Havârî, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Aslen Kûfeli olup,
780 (H.164)'de doğdu. Şam'da yaşadı. 844 (H.230) senesinde vefât etti. Otuz sene ilim tahsili
yaptı. Ebû Süleymân Dârânî'nin talebesidir. Zamânının âlimlerinden Süfyân bin Uyeyne,
Mervân bin Muâviye, Fizârî, Saîd bin Yezid, Ebû Abdullah en-Nibâcî, Ebû Bekr bin Ayyaş
ve Ahmed bin Âsım Antâkî'nin sohbetlerinde bulundu. Her birinden ilim ve edeb öğrendi.
Ayrıca devrinin meşhûr âlimi ve Hanbelî mezhebinin imâmı Ahmed bin Hanbel ile görüşüp,
sohbet etti.
Tasavvuf ilminin ve hâllerinin her konusunda kıymetli ve güzel sözler söylemiştir. Ayrıca
hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Zamânında bir mesele olduğu zaman müşkülleri hallederdi.
Muhammed bin Ebü'l-Havârî adında bir kardeşi vardı. Kardeşi de tasavvufta onunla aynı
derecede kıymetli bir zâttı. Bütün âilesi verâ ehli ve takvâ sâhibi kimselerdi. Ayrıca hanımı
Râbiat-üş-Şam adında evliyâ bir kadın olup, ismi ve hâlleri tabakât kitaplarında
zikredilmiştir.
Zamânının meşhûr velîlerinden Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri onu methetmiş ve hakkında
"Ahmed bin Ebü'l-Havârî, Şam şehrinin güzel kokulu bir çiçeğidir." buyurmuştur.
Hadîs âlimlerinden Yahyâ bin Maîn, İbn-i Ebû Hâtim ve Zehebî tarafından da methedilip,
hadîs ilminde güvenilir bir râvî olduğu bildirilmiştir. Rivâyetlerinden kırk kadarı Ebû Nuaym
İsfehânî'nin Hilyet-ül-Evliyâ adlı kitabında bildirilmiştir. Hadîs âlimlerinden Ebû Dâvûd,
İbn-i Mâce, Ebû Zür'a ed-Dımeşkî, Ebû Zür'a er-Râzî kendisinden hadîs-i şerîf rivâyet
etmişlerdir.
Ahmed bin Ebü'l-Havârî hazretlerinin menkıbelerinden bâzısı şunlardır:
Ebû Süleymân Dârânî hazretlerine talebe olup, sohbetlerinde yetişmek üzere huzuruna
gittiğinde hiç bir zaman muhalefet etmeyeceğine söz vermişti. Ne söylenirse aynen yerine
getirecekti. Bu hal üzere sohbetlerine ve derslerine devâm etti. Ne emredilirse aynen yerine
getiriyordu. Bir defâsında dergâhın fırınını yakması emredilmişti. Gidip fırını yaktı ve iyice
alevlendirdi. Sonra hocasının huzuruna gidip:
"Efendim, fırını yaktım, fırın iyice ısındı. Ne pişirmemizi emredersiniz." dedi.
Hocası Ebû Süleymân Dârânî o sırada huzûrunda bulunan topluluğa ders anlatıyor ve sohbet
ediyordu. Sohbete iyice dalmışlardı. Bu bakımdan onun suâline cevap vermedi. Duymadığını
zannederek tekrar; "Efendim fırın alevlendi, hazır, ne pişirelim?" dedi.
Yine cevap vermeyince tekrar sordu. Üç defâ tekrarladıktan sonra hocası, bu hâle üzülüp;
"Git içine gir otur!" dedi. Sonra sohbetine devam etti.
Tatlı sohbet bir müddet daha devam ettikten sonra Ebû Süleymân Dârânî hazretleri kıymetli
talebesi Ahmed bin Ebü'l-Havârî'yi; "Git içine gir otur!" diyerek fırına gönderdiğini hatırladı.
Hemen onu bulup yanına çağırmalarını söyledi. Onu her yerde aradılar ama görünürde yoktu.
Bulamadıklarını söylediler.
Bunun üzerine hocası; "Onun bana sözü var. Ne emredersem sözümden çıkmayacaktı. Gidin
fırının içine bakın!" dedi.
Koşup fırına bakınca ateş arasında oturduğunu gördüler. Çağırdılar, hiç bir yeri yanmamıştı.
Kendisi şöyle anlatmıştır:
Bir defâsında rüyâmda bir hûrî gördüm. Yüzü nûr gibi parlıyordu. "Ey hûri ne kadar güzel
yüzün var." dedim.
"Evet ey Ahmed, senin ağladığın bir gece gözyaşını alıp yüzüme sürdüm de onun için yüzüm
böyle pırıl pırıl." diye cevap verdi.
Yine kendisi anlatır:
Muhammed bin Semmâk bir gün hastalanmıştı. Onun idrâr şişesini alıp hıristiyan doktora
götürürken, yolda güzel yüzlü, güzel kokulu ve temiz elbiseli bir kimse ile karşılaştık.
"Nereye gidiyorsunuz!" dedi.
"İbn-i Semmâk'ın şişesini falan doktora göstermek için götürüyoruz." dedik.
Bunun üzerine: "Sübhanallah! Allah dostunun ilâcını Allah'ın düşmanından mı istiyorsunuz?
Bu şişeyi yere atınız ve İbn-i Semmâk'a deyiniz ki: Elini ağrıyan yer üzerine koysun ve
Bilhakkı enzelnâhü ve bilhakkı nezel desin." dedi ve gözden kayboldu. Ne olduğunu
anlayamadık. Bunun üzerine dönerek İbn-i Semmâk'ın yanına gelerek olanları anlattık.
Hemen elini ağrıyan yerine koydu ve o zâtın dediğini okudu. Ağrıyan yer hemen iyileşti.
İbn-i Semmâk; "O zat Hızır aleyhisselâmdı." dedi.
Kendisi anlatır:
Bir gün Şam'ın mezarlığına girdim. Orada kapısı olmayan bir kubbe vardı. Fakat bir açık
yerini bularak içine girdim. Bir süre sonra bir kadın kapı çalar gibi kubbeye vurdu. Ona; "Sen
kimsin, böyle kubbeyi çalıyorsun?" deyince, bana; "Senden bir yol öğrenmek istiyorum."
dedi. Ben de ona; "Kurtuluş yolu; üzerinde cezâlar, azaplar, engeller olan bir yoldur.
Kurtuluşa ancak iyi muâmele ve dünyâ işlerini bırakıp âhiret işleriyle uğraşmakla
ulaşılabilir." dedim. Kadın bunu duyunca ağlamaya başladı. Bir süre sonra düşüp bayıldı. Bu
anda oraya gelen kadınlara ona bakmalarını söyledim. Baktıklarında kadının öldüğünü
anladılar. Onlara:
"Bu kadın kimdir?" dediğimde; "Kureyşli bir hanımdır. Uzun süreden beri kendini yemek
içmekten men etmiştir. Bundan dolayı çok hastalandı. Ona bir şey söylendiği zaman, beni
tabîbimle baş başa bırakın. O beni iyi eder, derdi." dediler. Ben bunun üzerine; "Hakîkaten
tabîbi onu hakîki şifâya kavuşturdu." dedim.
Ahmed bin Ebü'l-Havârî buyurdu ki:
"Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti, O'na itâatı sevmektir."
"İlim tahsîl etmek, sırf Allahü teâlâya itâatı ve âdâbı öğrenmek içindir."
"Dünyâyı tanıyan ondan soğur, âhireti tanıyan ona ısınır. Hak teâlâyı tanıyan. O'nun rızâsını
tercih eder."
"Çok günah ve dünyâ sevgisiyle hastalanan kalblerinizi, dünyâdan soğuyarak ve günahları
terk ederek tedâvî ediniz."
"Sünnet-i seniyyeye uymadan amel edenin ameli bâtıl olur."
"Dünyâya sevgi ve arzuyla bakanın kalbinden, Allahü teâlâ zühd ve yakîn nûrunu söküp atar."
"Hak teâlâ bir insanı, gaflet içinde bulunmak ve taş kalbli olmaktan daha beter bir şeyle
imtihân etmemiştir."
"Kalbinde bir katılaşma gördüğünde, sâlihlerle sohbet et, onlarla bulun, yemeği azalt, nefsinin
isteklerini yapma ve onu sıkıntılara alıştır."
"Akıllı kişi, Allahü teâlâyı daha çok tanır. Daha çok tanıyan hedefine daha çabuk ulaşır."
"Ümit, korkanların azığıdır."
"Ağlamanın en güzeli ve iyisi, İslâma uygun olmayan amellerle geçirilen ömür için kulun
ağlamasıdır."
"Allahü teâlâdan korkanların gıdâsı, Allahü teâlâdan ümidini kesmemektir."
"Ağzıma lüzumsuz bir lokma koyduğum zaman, oradan lüzumsuz bir söz çıkar."
"Bir konuda tereddütte kalıp doğrusunu kestiremediğiniz vakit, nefsin arzusuna aykırı olan
hangisi ise onu tercih edin. Çünkü işin doğrusu, nefsânî arzulara karşı çıkmaktır."
"Kim Allahü teâlânın ibâdeti ile bir saat meşgûl olursa, Allahü teâlâ ona rahmeti ile nazar
eder."
"Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti zikri (her işte O'nun emrine uymayı) sevmektir."
Şükür edenlerin hâli sorulduğunda; rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfle cevap verdi: "Her
hâllerinde Allahü teâlâya şükredenler ilk önce Cennet'e girecek ve en evvel haşr olacak
kâfiledirler."
"İlim nasıl öğrenilir?" diyen bir sevenine şu tavsiyede bulundu: "Peygamber efendimiz
buyurdular ki: "Her kim bildiği ile amel ederse, Hak teâlâ ona bilmediği ilimleri verir."
:5?:.?.3:")%$&-5,D.-.3
Ahmed bin Ebü'l-Havârî hazretleri başından geçen ibret verici bir hâdiseyi şöyle nakletmiştir:
Bir gün çöle gitmiştim. Araplar develerini koşturuyorlardı. Onlar bu işle meşgûl olurken
köylü bir Arap köşeye çekilmiş Allahü teâlâyı zikrediyor ve kendi hâlinde oturuyordu.
Dikkatimi çekti yanına gittim. Selâm verdim selâmımı aldı. Biraz konuştuktan sonra bana;
"Allahü teâlâyı zikretmek en lezzetli şey ve şifâ verici bir iştir. Şaşıyorum insanlar nasıl
boyun büküp, yalvarmazlar! Halbuki ölüm onların peşinde, onları tâkib ediyor. İnsanlar ise
tehlike ve musîbetler içinde. Buna rağmen boş şeylerle meşguller." dedi.
"Allah'ın rahmeti üzerinize olsun insanlar hangi musîbetler ve hangi tehlikeler içinde?" diye
sordum:
"Günah musîbeti ve ölüm tehlikesi, ölümden öncesi ve sonrası!" dedi. Sonra ağlamaya
başladı. Ben de onunla birlikte ağladım. sonra tekrar:
"Neden yapayalnız duruyorsun?" diye sordum:
"Ben yalnız değilim, Rabbimle berâberim." dedi. Fakir ve muhtâç olduğunu zannederek; "Bir
şey ister misin?" deyince; "Evet kalbimin derdini tedavî edecek bir tabib isterim." dedi.
"Tabîbin kimdir?" "Rabbimdir." "Kalbinin derdi nedir?" "Günahlar..." dedi. "Peki bunlardan
kim kurtuldu?" diye sordum. "Allahü teâlânın râzı olduğu kimseler." dedi. Tekrar sordum:
"Yolculuğun nereye?" "Kabiredir." dedi. "Yolcu musun?" "Annemden doğduğumdan beri
yolcuyum. Âhirete gidiyorum." dedi.
Sonra devâm ettim ve; "Azığın nerede?" dedim.
"Azığım son derece az." cevâbını verdi.
Bu sefer; "Yanında yiyeceğin nedir?" "Sübhânallah, Rabbimin vereceği rızık." dedi."Peki
yalnız hâlinle korkmuyor musunuz?" dedim. "Nasıl korkarım. Sâhibimin, Rabbimin
mülkündeyim." "Yol neresidir?" diye sormaya devâm ettim.
Ellerini açıp; "Yâ Rabbî! İnsanların çoğu seni unutmuş başka şeylerle meşgul! Sen her işin
karşılığını vereceksin... Ey gariblerin yardımcısı, âcizlerin sığınağı! Ey azı çoğaltan,
sapmışları hidâyete erdiren! Ey kendisine herkesin sığındığı Rabbim! Senin ihsânını ve rızânı
isterim... Senin rızân olmadan dünyâ ve âhiret güzel olmaz."
Hem böyle duâ ediyor, hem de yürüyordu. Ben de onu tâkib ediyordum. Bana:
"Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Senin için benden daha hayırlı olan bir kimseye git! Beni
meşgûl etme..." dedi. Sonra benden uzaklaşıp gitti. Arkasından gözden kayboluncaya kadar
baktım. Sonra ağlayarak geri döndüm.
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.5-33
2) Nefehât-ül-Üns; s.67
3) Sıfât-üs-Safve; c.3, s.212
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.11
5) Mi'rât-ül-Cinân; c.2, s.153
6) Keşf-ül-Mahcûb; s.217
7) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.98
8) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.96
9) Risâle-i Kuşeyrî; s.39
10) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.1, s.49
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.77
12) Tabakât-ı Hanâbile; c.1, s.78
13) Şerhü't-Tearrüf; c.1, s.95
AHMED BİN EBÛ BEKR AYDERÛSÎ
AHMED BİN EBÛ BEKR AYDERÛSÎ;
Yemen'in büyük velîlerinden. İsmi Ahmed bin Ebû Bekr bin Abdullah el-Ayderûsî'dir. 1482
(H.887) senesi Yemen'de doğdu. 1516 (H.922) senesi Aden'de vefât etti. Babasının medfûn
olduğu türbeye defnedildi.
Ahmed Ayderûsî küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Âlim ve velî bir zât olan babasından
okuyup icâzet, diploma aldı. Kalp ilimlerinde yükseldi. Başta babası olmak üzere âlimler
tarafından medhedildi. Şeyh Ebû Bekr Ayderûsî oğlunun kadr ve kıymetini şöyle anlatır:
"Asrın teki, âlimlerin önde gelenidir. Kızgınlıkta affı pekçoktur. Aslı temiz, hilmi ve
yumuşaklığı boldur. Duâsı kabûl görür, duâsı ile hastalar şifâ bulur.
Ahmed Ayderûsî Aden'de babasının makâmına oturup onun yolunu tâkip edip, insanlara
doğru yolu, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını göstermekle meşgûl oldu. Çok cömertti.
Zamânında bulunduğu yerde el açıp bir şey isteyen, ihtiyaç sâhibi biri olmadı. Babasının
zamânı da aynen öyleydi. Öfkesini yenmesi ve yumuşaklık göstermesi herkesten fazlaydı.
Dînin emir ve yasaklarına uymada titizlik gösterirdi. Güzel hâller sâhibi olup kerâmetin
ihtiyaç hâli dışında gösterilmesini iyi görmezdi. Sevdiklerinden Seyyid Muhammed bin
Abdurrahmân'ın vücûdunda bir ağrı başlamış, gece uyuyamaz hâle gelmişti. Doktorlar
tedâvîden âciz kaldılar. Seyyid Muhammed, Ahmed Ayderûsî hazretlerine haber gönderip
hâlini arzetti ve duâ istedi. Ahmed Ayderûsî bunun üzerine bir talebesini gönderip yediği
şeyin artığından onun ağzına koymasını söyledi. O da gidip öyle yaptı. Hastanın derhal
ağrıları dinip iyileşti.
Vefâtından sonra hakkında mersiyeler söylendi. Bu mersiyelerin en meşhûru Allâme
Muhammed bin Ömer Bahrık'ın mersiyesidir.
1) El-Meşre-ur Revî; c.2, s.50-53
2) Nûr-us-Safîr; s.98
3) Câmi-u-Kerâmât-il Evliyâ; c.1, s.324
30 Mayıs 2013 Perşembe
AHMED BİN EBÛ BEKR
AHMED BİN EBÛ BEKR;
Yemen evliyâsından. Hadramut'a bağlı Aynât köyünde doğdu. Doğum târihi belli değildir.
1611 (H.1020)'de Şecer limanında vefât etti. Türbesi burada olup, ziyâret mahallidir.
Küçük yaşta tahsil hayâtına başlayan Ahmed bin Ebû Bekr âlim bir zât olan babasının
terbiyesinde yetişti. Babası ona özel ilgi gösterirdi. Babasına çocukları hakkında
sorulduğunda, onlar hakkında hayırla bahseder ve; "Ahmed onların en zâhididir." derdi.
Sonra babası onu evliyâ kabirlerini ziyâret etmesi ve Ârif-i billah Ahmed bin Alevî'den ilim
öğrenmesi için Terîm'e gönderdi.
İlim tahsîlini tamamlayan Ahmed bin Ebû Bekr, Peygamber efendimizin kabr-i şerîflerini
ziyâret ve hac farîzasını yerine getirmek için Hicaz'a gitti. Mekke ve Medîne'de büyük
velîlerle bulunup görüştü. Dünyâ ve âhiret saâdetine vesîle olan hâllere kavuştu. Memleketine
dönüşünde babasının kabrini ziyâret etti ve bu sırada pekçok mânevî ilerlemeler katetti.
Ahmed bin Ebû Bekr daha sonra Bender-i Şehre denilen yere yerleşti. İnsanlar ondan istifâde
için, sohbetlerine koştu. Sevenleri onun açık kerâmetlerini görüp vâsıtasıyla yüksek hâllere
kavuştular. Çok talebe yetiştirdi.
Kuûd-i Mısrî diye meşhûr olan velî bir zât ile Ahmed bin Ebû Bekr arasında kuvvetli bir
muhabbet vardı. Ahmed bin Ebû Bekr bir gün o zâtı ziyârete gitti. Daha sonra oradan
ayrılırken Kuûd-i Mısrî uğurlamak için bir müddet onunla berâber yürüdü. Evine
döndüğünde, yüzüğünün kaybolduğunu fark etti. Bütün aramalara rağmen bulamadı.
Yorgunluktan uyuya kaldı. Rüyâsında Ahmed bin Ebû Bekr'i gördü. Ahmed bin Ebû Bekr
ona; "Yüzük için çok yoruldun. Yüzüğün işte." buyurdu ve parmağına yüzüğü taktı. Kuûd-i
Mısrî uyandığında yüzüğünün parmağında olduğunu görünce çok sevindi.
Bir keresinde onun evine birisi sığındı. Onu yakalamak isteyenler evi basıp aradılar. Fakat
bulamadılar. Evin etrafı sarılmış olduğu hâlde, kendisine sığınanı Allahü teâlânın izni ile
kimse görmeden çıkardı.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.333
2) Meşre-ur-Revî; c.2, s.49
AHMED DİYOBENDÎ
AHMED DİYOBENDÎ;
Hindistan'da yetişen velîlerden. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Sehârenpûr'a yakın
Diyobend şehrinde doğdu. Hayâtı hakkında fazla bir bilgi yoktur. İlim öğrenmek için çeşitli
beldeleri dolaştı. Serhend şehrine giderek İmâm-ı Rabbânî hazretlerine talebe oldu. İhlâsı
sebebiyle İmâm-ı Rabbânî'nin iltifat ve merhametine kavuştu. İmâm-ı Rabbânî, Ahmed
Diyobendî'nin terbiyesini halîfesi Mîr Muhammed'e havâle etti. Ahmed Diyobendî ondan
pekçok mânevî ilimler elde etti. Sonra tekrar İmâm-ı Rabbânî'nin huzûruna gelip,
sohbetlerine devâm ederek kemâle geldi. Bir süre sonra icâzet, diploma ve halîfelik aldı.
Ahmed Diyobendî'nin sohbetleri çok tesirliydi. Dinleyenler kendinden geçerdi. Pekçok talebe
feyz almak için ona mürâcaat etti. Onun teveccüh ve tasarrufları gâyet tesirliydi. Bir süre
Ekberabat'ta insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı ve onlara doğru yolu
gösterdi. Onun sohbetlerinin bereketi ile Bengâle'nin ileri gelenlerinden Kâsım Han, Eshâb-ı
kirâm düşmanlığından vazgeçip, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdına kavuştu. Ahmed
Diyobendî'nin huzûrunda tövbe edip, talebeliğe kabûl edilmesini istedi. Talebeliğe kabûlü ile
Ahmed Diyobendî'nin mânevî terbiyesi altına girdi. Hocasına çok muhabbet besleyen Kasım
Han, yüksek mânevî derecelere kavuştu. Kâsım Hanın teklifi üzerine Bengâle'ye giden
Ahmed Diyobendî'ye âlimler, sâlihler, büyük küçük herkes talebe oldu. Bâzı zâtlar ondan
halîfelik ve başkalarını yetiştirmek için icâzet, diploma aldı.
Ahmed Diyobendî, insanlara doğru yolu anlatmak için hilâfet aldığı ilk zamanlarda
hocasıİmâm-ı Rabbânî hazretlerine şöyle bir mektup yazdı:
"Bendeniz kendimde hiç bir mânevî hâl ve kemâl bulmuyorum. İki kişiye zikir ile ilgili bir
vazîfe vermiştik. Onlarda birçok hâller görüldü."
Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî şu cevabı yazdı:
Mektûbunuzda; kendimde bu yolun büyüklerine âit hâller, ilimler ve mârifetlerden bir şey
bulamıyorum. Bununla berâber iki kişiye bu yolu öğrettim. Onlarda bunun tesirleri, garip
hâller görüldü. Bunun sebebi nedir? diye yazıyorsunuz.
Bil ki, o iki kişide görülen hâller, sizin hâllerinizin aksetmesiyle meydana gelmiştir. Sizin
hâlleriniz onların istidâd aynasında görülmüştür. İlim sâhipleri oldukları için kendi hâllerini
bilmişlerdir. Maksat bu hâllerin hâsıl olmasıdır. Bu hâlleri bilmek de ayrı bir devlet ve
nîmettir. Bâzısına bu ilmi verirler, bâzısına vermezler. Bununla berâber her ikisi de evliyâlık
hâlidir. Allahü teâlâya yakın olmakta eşittirler."
1) Hadarât-ül-Kuds; s.349
2) Mektûbât-ı Rabbânî; c.3, 19. mektûb
AYYAŞI ALIKOYMA
AYYAŞI ALIKOYMA
Mansur'un emriyle, Beytülmalın kasasını açmışlardı ve herkese oradan, bir miktar veriyorlardı. Şakrani de Beytülmaldan payını almak için gelenlerden biriydi. Fakat kimse onu tanıyamadığı için, kendisine bir pay almaya, vesilesi yoktu. Cedlerinden birinin köle olup Resul-i Ekrem (s.a.a)'in onu azat etmiş olması itibariyle bu azatlık unvanı ister istemez Şakrani'ye de, oradan miras kalmıştı ve onun için kendisine, 'Mevla Resulallah' yani Resulullah'ın azatlısı diyorlardı. Kendisine gelen bu unvan, Şakrani için, bir nevi intisab ve iftihar sayılıyordu. Bu yüzden o da kendisini, risalet hanedanına mensup sayıyordu.
Bu arada, Şakrani'nin meraklı ve endişeli gözleri, Beytülmaldan kendisi için payını alacak bir, vesile aramaktaydı ki, İmam Sadık (a.s) 'ı gördü. Yanına giderek hacetini söyledi. İmam gitti uzun sürmedi. Şakrani için bir pay alıp bizzat getirdi onu Şakrani'nin eline verdiği zaman yumuşak bir dille ona, şu cümleyi söyledi:
- İyi bir iş kimin tarafından yapılırsa yapılsın, iyidir fakat senin tarafından ve risalet hanedanına bağlı olduğun için daha iyi ve daha güzeldir. Kötü bir işe gelince, oda her kimse tarafından yapılırsa yapılsın, kötüdür fakat aynı intisabından dolayı, senin tarafından yapılırsa, daha çok kötü ve daha çok çirkindir.
İmam Sadık (a.s) bu cümleyi buyurunca, İmamdın onun sırrından yani, ayyaşlığından haberdar olduğunu anladı. İmam onun, ayyaş olduğunu bildiği halde, kendisine sevgi gösterdi ve sevgisinin arasında, kusurunu da söyledi. Şakrani bundan çok utandı ve kendisini kınadı.
El-Envarü'l- Behiyye
Mansur'un emriyle, Beytülmalın kasasını açmışlardı ve herkese oradan, bir miktar veriyorlardı. Şakrani de Beytülmaldan payını almak için gelenlerden biriydi. Fakat kimse onu tanıyamadığı için, kendisine bir pay almaya, vesilesi yoktu. Cedlerinden birinin köle olup Resul-i Ekrem (s.a.a)'in onu azat etmiş olması itibariyle bu azatlık unvanı ister istemez Şakrani'ye de, oradan miras kalmıştı ve onun için kendisine, 'Mevla Resulallah' yani Resulullah'ın azatlısı diyorlardı. Kendisine gelen bu unvan, Şakrani için, bir nevi intisab ve iftihar sayılıyordu. Bu yüzden o da kendisini, risalet hanedanına mensup sayıyordu.
Bu arada, Şakrani'nin meraklı ve endişeli gözleri, Beytülmaldan kendisi için payını alacak bir, vesile aramaktaydı ki, İmam Sadık (a.s) 'ı gördü. Yanına giderek hacetini söyledi. İmam gitti uzun sürmedi. Şakrani için bir pay alıp bizzat getirdi onu Şakrani'nin eline verdiği zaman yumuşak bir dille ona, şu cümleyi söyledi:
- İyi bir iş kimin tarafından yapılırsa yapılsın, iyidir fakat senin tarafından ve risalet hanedanına bağlı olduğun için daha iyi ve daha güzeldir. Kötü bir işe gelince, oda her kimse tarafından yapılırsa yapılsın, kötüdür fakat aynı intisabından dolayı, senin tarafından yapılırsa, daha çok kötü ve daha çok çirkindir.
İmam Sadık (a.s) bu cümleyi buyurunca, İmamdın onun sırrından yani, ayyaşlığından haberdar olduğunu anladı. İmam onun, ayyaş olduğunu bildiği halde, kendisine sevgi gösterdi ve sevgisinin arasında, kusurunu da söyledi. Şakrani bundan çok utandı ve kendisini kınadı.
El-Envarü'l- Behiyye
AYNEN SENİN GİBİ OLMAK İSTERİM
AYNEN SENİN GİBİ OLMAK İSTERİM
Bir gün Azizan Hazretlerine, hatırı sayılır bir zat misafir geliyor. Fakat evde hazır yemek yok... Azizan Hazretleri üzülüyorlar. Evlerinin kapısına çıkıyorlar. O sırada, paça satan bir genç, elinde bir çömlekle geliyor. Çömlekte donmuş paça var...
Genç:
-Bu yemeği sizin ve yakınlarınız için hazırladım. Kabul buyurursanız beni mesut edersiniz.
Diyor.
Azizan Hazretleri bu nazik anda gelen yemekten son derece hoşnut kalıyorlar ve gence iltifat ediyorlar. Gelen yemekle misafir ağırlanıyor. Misafir gidince Şeyh Hazretleri paça satan genci çağırtıp:
-Senin getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir ânımızda imdada yetişti. Sen de şimdi bizden ne muradın varsa iste ki, Allah dileğini verse gerektir.
Genç:
-Aynen senin gibi olmak isterim.
Diyor.
Bu çok güç bir şey... Üzerimizdeki yük senin omuzlarına çökecek olursa ezilirsin!
Cevabını veriyor Azizan Hazretleri...
Fakat genç yana yakıla ısrar ediyor:
-Benim âlemde tek muradım bu... Tıpkı tıpkısına senin gibi olmak... Başka hiç bir şey beni teselli edemez. Başka emel tanımıyorum!
-Peki, diyor, Azizan Hazretleri; öyle olsun!
Ve genci elinden tuttuğu gibi halvet odasına çekiyor. Orada nazarlarını gence mıhlayıp kalpleriyle kalbine yöneliyorlar. Biraz sonra gençte bir değişiklik başlıyor. Genç hem zahirde ve hem batında Azizan Hazretlerinin ayı olarak meydana çıkmaya başlıyor. Bu hal tam 40 gün devam ediyor ve 40'ıncı gün genç girdiği yükün ağırlığında bekâ âlemine göçüyor. Fakat muradına ermiş ve ebedi saadete erişmiştir
Bir gün Azizan Hazretlerine, hatırı sayılır bir zat misafir geliyor. Fakat evde hazır yemek yok... Azizan Hazretleri üzülüyorlar. Evlerinin kapısına çıkıyorlar. O sırada, paça satan bir genç, elinde bir çömlekle geliyor. Çömlekte donmuş paça var...
Genç:
-Bu yemeği sizin ve yakınlarınız için hazırladım. Kabul buyurursanız beni mesut edersiniz.
Diyor.
Azizan Hazretleri bu nazik anda gelen yemekten son derece hoşnut kalıyorlar ve gence iltifat ediyorlar. Gelen yemekle misafir ağırlanıyor. Misafir gidince Şeyh Hazretleri paça satan genci çağırtıp:
-Senin getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir ânımızda imdada yetişti. Sen de şimdi bizden ne muradın varsa iste ki, Allah dileğini verse gerektir.
Genç:
-Aynen senin gibi olmak isterim.
Diyor.
Bu çok güç bir şey... Üzerimizdeki yük senin omuzlarına çökecek olursa ezilirsin!
Cevabını veriyor Azizan Hazretleri...
Fakat genç yana yakıla ısrar ediyor:
-Benim âlemde tek muradım bu... Tıpkı tıpkısına senin gibi olmak... Başka hiç bir şey beni teselli edemez. Başka emel tanımıyorum!
-Peki, diyor, Azizan Hazretleri; öyle olsun!
Ve genci elinden tuttuğu gibi halvet odasına çekiyor. Orada nazarlarını gence mıhlayıp kalpleriyle kalbine yöneliyorlar. Biraz sonra gençte bir değişiklik başlıyor. Genç hem zahirde ve hem batında Azizan Hazretlerinin ayı olarak meydana çıkmaya başlıyor. Bu hal tam 40 gün devam ediyor ve 40'ıncı gün genç girdiği yükün ağırlığında bekâ âlemine göçüyor. Fakat muradına ermiş ve ebedi saadete erişmiştir
29 Mayıs 2013 Çarşamba
Asalet & Terbiye
Asalet & Terbiye
Firavun'un kahinleri, saltanatı yıkacak çocuğun dünyaya geldiğini kendisine haber verdiler. Firavun ölmemek için öldürmek sevdasına kapıldı. O sene dünyaya gelen erkek çocuklarını, kılıçtan geçirtmeye başladı. Cellatlar; sokak sokak, ev ev dehşet ve ölüm saçıyorlardı.
Kadının biri, doğum sancıları başlayınca, mağaraya vardı ve çocuğunu orada dünyaya getirdi. Çocuğunun , gözünün önünde öldürülmesinden korktuğu için orada bırakarak evine döndü. Mukadderatı ile başbaşa kalan çocuğu, Cenab-ı Hakk'ın emriyle, Hz.Cebrail besleyip büyüttü.
İlk fırsatta mağaraya koşan kadın, çocuğunu hayatta bulunca sevindi, onu emzirip doyurdu ve tekrar evine döndü. Günler böylece geçerek küçük büyüdü ve sonunda Hz.Musa'nın kavmini, altından buzağıya taptıran kimse bu çocuk oldu. Adı Musa.
Samira kabilesine mensup bulunduğu için, kendisine Samiri lakabı verilmiştir. Asalet olmayınca, Cebrail aleyhiselamın verdiği gıdaya ihanet etti.
Diğer bir Musa da Allah'ın Kelimi, Peygamberi ve Firavun'un helakinin zahir planda sebebi oldu. Cenab-ı Hakk, onu Firavun'un sarayında ve kucağında büyüttürdü. Hz.Musa'nın annesi, kalbine gelen bir ilhamla oğlunu bir sandık içine koyarak Nil'in akıntısına bıraktı. Nil'in kıyısında yapılmış sarayının balkonunda, karısı Asiye ile birlikte oturmakta bulunan :Firavun, nehirden gelmekte olan sandığı yakalatıp açtırdı. Derhal, içinden çıkan küçük Hz. Musa'yı öldürtmek için emir verdiyse de Asiye buna mani olarak:
- Benim için de, senin içöin de bir göz bebeği! Onu öldürmeyin. Olur ki, bize faidesi dokunur, yahut onu evlat ediniriz, dedi. Netice itibariyle Firavun'un büyüttüğü Musa; Peygamber oldu ve Firavun'un saltanatını yıktı. Bir Arab şairi, aslet olmayınca terbiyenin fayda vermeyeceğini dile getiriken:
Fe Musa'llezi rabbahü Cibrilü kafirün
Ve Musa'llezi rabbahü Fir'avnü mürselü
demiştir. Yani": (Asalet olmadığı için) Cebrail'in büyüttüğü Musa kafir oldu ve (asil bir soya sahip olduğu için) Firavun'un beslediği Musa ise Peygamberdir"
Firavun'un kahinleri, saltanatı yıkacak çocuğun dünyaya geldiğini kendisine haber verdiler. Firavun ölmemek için öldürmek sevdasına kapıldı. O sene dünyaya gelen erkek çocuklarını, kılıçtan geçirtmeye başladı. Cellatlar; sokak sokak, ev ev dehşet ve ölüm saçıyorlardı.
Kadının biri, doğum sancıları başlayınca, mağaraya vardı ve çocuğunu orada dünyaya getirdi. Çocuğunun , gözünün önünde öldürülmesinden korktuğu için orada bırakarak evine döndü. Mukadderatı ile başbaşa kalan çocuğu, Cenab-ı Hakk'ın emriyle, Hz.Cebrail besleyip büyüttü.
İlk fırsatta mağaraya koşan kadın, çocuğunu hayatta bulunca sevindi, onu emzirip doyurdu ve tekrar evine döndü. Günler böylece geçerek küçük büyüdü ve sonunda Hz.Musa'nın kavmini, altından buzağıya taptıran kimse bu çocuk oldu. Adı Musa.
Samira kabilesine mensup bulunduğu için, kendisine Samiri lakabı verilmiştir. Asalet olmayınca, Cebrail aleyhiselamın verdiği gıdaya ihanet etti.
Diğer bir Musa da Allah'ın Kelimi, Peygamberi ve Firavun'un helakinin zahir planda sebebi oldu. Cenab-ı Hakk, onu Firavun'un sarayında ve kucağında büyüttürdü. Hz.Musa'nın annesi, kalbine gelen bir ilhamla oğlunu bir sandık içine koyarak Nil'in akıntısına bıraktı. Nil'in kıyısında yapılmış sarayının balkonunda, karısı Asiye ile birlikte oturmakta bulunan :Firavun, nehirden gelmekte olan sandığı yakalatıp açtırdı. Derhal, içinden çıkan küçük Hz. Musa'yı öldürtmek için emir verdiyse de Asiye buna mani olarak:
- Benim için de, senin içöin de bir göz bebeği! Onu öldürmeyin. Olur ki, bize faidesi dokunur, yahut onu evlat ediniriz, dedi. Netice itibariyle Firavun'un büyüttüğü Musa; Peygamber oldu ve Firavun'un saltanatını yıktı. Bir Arab şairi, aslet olmayınca terbiyenin fayda vermeyeceğini dile getiriken:
Fe Musa'llezi rabbahü Cibrilü kafirün
Ve Musa'llezi rabbahü Fir'avnü mürselü
demiştir. Yani": (Asalet olmadığı için) Cebrail'in büyüttüğü Musa kafir oldu ve (asil bir soya sahip olduğu için) Firavun'un beslediği Musa ise Peygamberdir"
ARKADAŞINI AL, BERABERCE CENNETE GİRİN
ARKADAŞINI AL, BERABERCE CENNETE GİRİN
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor:
'Resûlüllah (s.a.v.) ile beraber bulunuyorduk. Bir ara azı dişleri görülecek şekilde gülümsedi. Sebebini sorduğumuzda şöyle buyurdular:
'Ümmetimden iki kişi Allâh'ın huzuruna gelirler. Birisi,
-Yâ Rab, benim bunda hakkım var; hakkımı bundan al, bana ver, der. Allah Teâlâ da ötekine,
-Hakkını ver, buyurur. Adam,
-Yâ Rab, bende sevap nâmına bir şey kalmadı, der. Cenâb-ı Hakk,
-Baksana, bu adamın sevabı kalmadı, ne dersin? buyurur. Adamcağız,
- O halde benim günahlarımdan alsın, der. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bunu anlatırken gözleri yaşardı ve, 'O gün büyük bir gündür. İnsan; günâhının alınmasını ister' dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ hak sahibine,
-Başını kaldır ve cennete bak, buyurur. Adamcağız,
- Yâ Rab, inci ile işlenmiş, gümüşten apartmanlar ve altından köşkler görüyorum. Bunlar hangi peygamber, hangi sıddîk veya hangi şehitler içindir? der. Allah Teâlâ,
-Bunlar, bana ücretini verenler içindir, buyurur. Adamcağız,
-Bunların hakkını kim ödeyebilir? der. Hz. Allah,
-Sen istersen bunlara sahip olabilirsin, buyurur. Adam,
-Nasıl olur, yâ Rab? deyince, Cenâb-ı Hakk,
-Hakkını bu adama bağışlamakla, buyurur. Adam,
-O halde ben bunu affettim, der. Allahü zû'l-Celâl hazretleri de,
-Arkadaşını al, beraberce cennete girin, buyurur.
Sonra Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz,
'Allah'tan korkun, Allah'tan korkun ve siz de kendi aranızı düzeltin. Bakınız, bizzat Hazret-i Allah mü'minlerin arasını buluyor' buyurmuşlardır.
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor:
'Resûlüllah (s.a.v.) ile beraber bulunuyorduk. Bir ara azı dişleri görülecek şekilde gülümsedi. Sebebini sorduğumuzda şöyle buyurdular:
'Ümmetimden iki kişi Allâh'ın huzuruna gelirler. Birisi,
-Yâ Rab, benim bunda hakkım var; hakkımı bundan al, bana ver, der. Allah Teâlâ da ötekine,
-Hakkını ver, buyurur. Adam,
-Yâ Rab, bende sevap nâmına bir şey kalmadı, der. Cenâb-ı Hakk,
-Baksana, bu adamın sevabı kalmadı, ne dersin? buyurur. Adamcağız,
- O halde benim günahlarımdan alsın, der. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bunu anlatırken gözleri yaşardı ve, 'O gün büyük bir gündür. İnsan; günâhının alınmasını ister' dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ hak sahibine,
-Başını kaldır ve cennete bak, buyurur. Adamcağız,
- Yâ Rab, inci ile işlenmiş, gümüşten apartmanlar ve altından köşkler görüyorum. Bunlar hangi peygamber, hangi sıddîk veya hangi şehitler içindir? der. Allah Teâlâ,
-Bunlar, bana ücretini verenler içindir, buyurur. Adamcağız,
-Bunların hakkını kim ödeyebilir? der. Hz. Allah,
-Sen istersen bunlara sahip olabilirsin, buyurur. Adam,
-Nasıl olur, yâ Rab? deyince, Cenâb-ı Hakk,
-Hakkını bu adama bağışlamakla, buyurur. Adam,
-O halde ben bunu affettim, der. Allahü zû'l-Celâl hazretleri de,
-Arkadaşını al, beraberce cennete girin, buyurur.
Sonra Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz,
'Allah'tan korkun, Allah'tan korkun ve siz de kendi aranızı düzeltin. Bakınız, bizzat Hazret-i Allah mü'minlerin arasını buluyor' buyurmuşlardır.
AHMED DERDÎRÎ
AHMED DERDÎRÎ;
Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi ve Halvetiyye yolunun büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin
Muhammed bin Ahmed bin Ebî Hamid Advî Halvetî olup, dedesinin mensub olduğu
kabîleden dolayı, Derdîrî lakabıyla meşhûr oldu. Künyesi Ebü'l-Berekât'tır. 1715 (H.1127)
senesinde, Mısır'da doğdu. 1786 (H.1201) senesi Rebîulevvel ayının altısında Kâhire'de vefât
etti.Ezher Câmiinde büyük bir kalabalık tarafından cenâze namazı kılınıp, Seyyidî Yahyâ bin
Akab'ın kabri civârındaki, kendisinin yaptırdığı dergâhın bahçesine defnedildi.
Ahmed Derdîrî, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Câmi-ul-Ezher'de ilim tahsîl etti.
Zamânının en büyük âlimlerinden ders aldı. Fıkıh ilmini Şeyh Ali Sa'dî'den, hadîs ilmini,
Ahmed Sıbâg ve Şemsüddîn Hafnâvî'den öğrendi. Şeyh Muhammed Dakrî'den de ilim
öğrendi. Uzun zaman Şeyh Ali Sa'dî'nin derslerini tâkib etti. Şeyh Melevî ve Şeyh
Cevherî'nin derslerini de dinledi. Bağlılığı daha ziyâde Şeyh Hafnâvî ve Şeyh Sa'dî'ye oldu.
İlimde üstün bir dereceye yükseldi. Şeyh Hafnâvî'den tasavvuf ilmini ve Halvetiyye yolunun
edebini de öğrendi. Onun en büyük ve en önde gelen talebelerinden oldu. Hocalarının
hepsinden icâzet, diploma aldı. Daha hocaları hayatta iken fetvâ vermeye başladı. İlim, amel,
irşâd, insanlara İslâmiyeti anlatıp uymalarını sağlama husûsunda gayret sarfedip fazîletleriyle
şöhret buldu.
Ahmed Derdîrî, zühd, mübahların çoğunu terk ile, iffet ve kuvvetli îmân sâhibiydi. Ahlâkı
güzel ve âriflerin güneşiydi. İnsanlara Allahü teâlânın emirlerini anlatır, iki dünyâ saâdetinin
O'nun emirlerini yapmak ve yasak ettiklerinden kaçınmakta olduğunu bildirirdi. Dâimâ
doğruyu söyler, hak olan bir işte kimsenin kınamasından, kızmasından çekinmezdi.
Talebelerine, fakirlere, kimsesizlere çok iyilik ve yardımda bulunurdu. Büyük bir dergâh
yaptırdı. Dergâhı yaptırma sebebi şöyle anlatılır: Magrib sultânı Mevlaye Muhammed,
âlimlere, Haremeyn ehline, ilim yuvalarına zaman zaman yardımda bulunurdu. Sultan, âdeti
üzere, 1784 senesinde bir mikdâr yardım da Ahmed Derdîrî'ye gönderdi. Sultânın oğlu hac
sonrası memleketine dönerken bir müddet Mısır'da kaldı. Yanındaki parası tükendi. O da
babasının dağıtması için gönderdiği paraları alıp sâhiplerine vermedi. Bu haber Mısır'da
yayıldı. Halk gidip bu durumu Şeyh Ahmed Derdîrî'ye bildirdiler. O da; "Vallahi o bizden
daha fazla paraya muhtaçtır. Gönderilen o yardım paraları onlara âittir. O hâlde bize
gönderilen kısmı da ona veriniz." buyurdu. Parayı verdiler. Sultan daha sonra durumdan
haberdâr oldu. Şeyh Ahmed Derdîrî'nin oğluna gösterdiği alâkayı beğenip, ona hediyeler
gönderdi. Ahmed Derdîrî de bu hediyelerle bahsi geçen büyük dergâhı yaptırdı.
Şeyh Hasan Advî, Nefehât-üş-Şâziliyye fî Şerh-il-Bürdet-il-Bûsırıyye adlı eserinde Ahmed
Derdîrî'den bahsederek şunları yazmaktadır:
"İlk hocam Muhammed Sibâî bana müjde verdi ve buyurdu ki: "Vallahi ve izzeti Rabbî. Sen
Derdîrî'nin mahbûbusun ve sevdiğisin." Hocamın bu müjdesi sebebiyle kalbimi ona
bağladım. Derdîrî'nin kabrini ziyârete çok fazla giderdim. Onu kendim ile Allahü teâlâ
arasında vesîle eder ve duâda bulunurdum. Ben Halvetiyye yolunun âdâbını Hocam Sibâî'den
öğrendim. O da büyük velî olan babası Şeyh Sâlih Sibâî'den, o da Kutb-i Derdîrî'den
öğrenmiş. Hocam Sibâî vefât ettikten sonra, zamânın bir tânesi ve ârif-i billah olan
diğerHocam Şeyh Fethullah'ın kapısına varıp ona talebe oldum. O da Şeyh Ahmed Sâvî'den, o
da Kutb-i Derdîrî'den tasavvuf yolunu öğrenmişti. Bir ara Mısır hükümeti ile aramızda hâdise
çıktı. Çok endişe vericiydi. Bütün ahbâb ve din kardeşlerim bu hâdiseden dolayı bana zarar
geleceğinden korktular. Bir gün Ahmed Derdîrî hazretlerini vesile ederek duâ yaptıktan sonra
uyudum. Bir rüyâ gördüm. Baktım ki tek başıma bir köşkteyim. Lakin köşkün kapıları kapalı,
her taraf ejderha ve yılanlarla doluydu. Onları öldürmek istedim. Fakat onlarla başa çıkmak
mümkün değildi. Köşkten bir çıkış yolu aradım. Köşkün üstünde açık bir pencere gördüm.
Orada başka bir köşk daha gördüm. İsmi, kurtuluş ve emniyet köşküydü. O köşk bulunduğum
köşkten çok uzaktı. İki köşk arasında bir dere ve içinde de çeşitli inci ve mücevherler vardı. O
mücevherler yer ve göğü aydınlatmıştı. O esnâda Derdîrî hazretlerini vesile ederek imdat
istedim. O anda; "Bismillâhillezî lâ yedurru me'asmihî şey'ün fil-erdı velâ fis-semâi ve
hüves-semî'-ul-alîm" duâsını okumak aklıma geldi. Duâyı okuyunca çok rahatladım. Sonra
uyandım. Mısır hükümeti ile olan hâdiseden dolayı kalbimdeki korkudan eser kalmadığını
gördüm. Bunu, Allahü teâlânın nîmetini açıklamak ve Derdîrî hazretlerinin bereketini ve
büyüklüğünün anlaşılması için anlattım. Allahü teâlâ ondan râzı olsun. Hepimizi onun feyzi
ile feyzlendirsin. Onu muhabbet ehlinden kılsın."
Ahmed Derdîrî çok eser yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1) Akrab-ül-Mesâlik ilâ
Mezheb-i Mâlik, 2) Tuhfet-ül-İhvan fî Âdâbı Ehl-il-İrfân (tasavvufa dâir), 3)
Et-Teveccüh-ül-Esmâ, 4) El-Harîdet-ül-Behiyye, 5) Risâle fî Müteşâbihât-i
Âyât-il-Kur'ân, 6) Risâle fil Me'ânî vel-Beyân, 7) Şerhu Âdâb-il-Bahs, 8) Şerhu
Risâlet-üt-Tevhîd min Kelâmi Demirtâş, 9) Şerhu Risâlet-ül-Kâdî Abdullah Tâtâr
fil-Âyât-il-Kur'âniyye, 10) Şerhu Salevât es-Seyyid Ahmed Bedevî, 11) Şerhu Virdü
Kerîmüddîn Halvetî, 12) El-Mevrid-ül-Bârik fis-Salât alâ Efdâl-il-Halâik.
1) Târih-i Cebertî; c.2, s.32
2) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.2, s.67
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.181
4) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.340
5) El-A'lâm; c.1, s.244
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.311
7) Brockelman; Sup:2, s.480, Gal:2, s.353
AHMED DEDE (Başmakçılı)
AHMED DEDE (Başmakçılı);
Anadolu'da yaşayan velîlerden. Hayâtı hakkında fazla bir bilgi yoktur. Doğum, vefât târihleri
ve yerleri belli değildir. Hangi asırda yaşadığı da bilinmemekte olup, Anadolu Selçuklu
Devleti zamânında yaşadığı tahmin edilmektedir. Türbesi, Afyon'un Başmakçı kazâsındadır.
Türbede kitâbe yoktur.
İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmakla ömrünü geçiren Ahmed Dede,
sağlığında cumâ günleri, cumâ namazını Kâbe-i şerifte kılardı. Bir sohbet esnâsında
Başmakçı'nın ileri gelenleri, Ahmed Dede'ye; "Efendi, seni cumâ namazında göremiyoruz.
Cumâya gelmiyorsun. Müslüman cumâ namazına gelmez mi?" diye suçlamada bulundular.
Ahmed Dede; "Biz hiç bir namazımızı geçirmeyiz. Cumâyı da mübarek yerlerde kılıyoruz."
diyerek, durumunu anlatmaya çalıştı ise de, oradakilerden kimse anlamadı. Suçlamaları o
derece ileri gitti ki, kaba sözlerle mübârek zâtı itham etme derecesine vardılar. Bu duruma
çok üzülen ve incinen Ahmed Dede; "Allah." dedikten sonra mübârek rûhunu teslim etti.
Ahmed Dede'nin vefâtından asırlar sonra Başmakçı'nın Hilâl mahallesindeki harman yerinde
bütün çiftçiler samanlarını tınaz yığınları haline getirmişlerdi. Küçük bir ateş kıvılcımından
çıkan yangında tınazlar yanmaya başladı. Hafif rüzgârın tesiriyle de yangın yayılıyordu. Bu
sırada Ahmed Dede'nin türbesinden doğru bir kuş sürüsü yangın bölgesine gelip, alevlerin
etrâfında dönmeye başladı. O sırada, esen rüzgar kesildi. Gökyüzüne yükselen alevler yavaş
yavaş küçülmeye ve sönmeye başladı. Yangın sönünce kuşlar yangın bölgesini terk etti.
Allahü teâlânın izni ile yangın büyümeden sönmüş oldu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)