Bağış Yap
25 Haziran 2013 Salı
Emir Sultan
Emir Sultan
Buharalı Seyyid ...
Seyyid Muhammed Buhara'da doğar. Kendini bildi bileli ilim meclislerine koşar. Okur, okutur, öğrenir, öğretir, hasılı iyi yetişir. Babasının (Seyyid Emir Külâl hazretleri'nin) vefatı üzerine Medine'ye yerleşmeye niyetlenir. Artık Alemlerin Efendisine komşu olmalı ve ömrünün sonuna kadar kalmalıdır orada. Nitekim önce hacceder, sonra Münevver Belde'ye geçer. Ama bakın şu işe ki, o yıl görülmedik bir kalabalık vardır. Yine de misafirhanelerden birinde kıvrılıp uyuyacak kadar olsun bir yer bulur, döşeğini serer. Ancak binaya bakanlar alelacele gelir, başına dikilirler. 'Ama efendim' derler, 'orası Seyyidlere ayrıldı' Seyyid Muhammed güler. 'İyi ya' der, 'Ben de Seyyidim zaten.' Görevliler 'Hadi canım sen de' demezler belki, lâkin delil isterler. Seyyid Muhammed ellerini çaresizlikle açar, boynunu büker, 'Buraların yabancısıyım, söyleyin kim şahit olsun bana?' der.
-Peki ama, biz nasıl inanalım sana?
-Durun. Bir şahit buldum galiba.
-Kimi?
-Dedemi!
Seyyid Muhammed 'Buyrun!' der, önlerine düşer. Mescid-i Nebi'ye gelirler. Genç Seyyid kabre döner, 'Esselamü âleyküm ya ceddi!' der. Kabirden çok tatlı bir ses duyulur 'Ve âleyküm selâm ya veledi!'
İSTİKAMET ANADOLU
Seyyid Muhammed Medine'de yerleşmeye niyetlidir, ancak bir gece rüyasında Resulullah Efendimiz'le, Hazret-i Ali'yi görür. Ona, Anadolu'ya gitmesi emredilir. Üç nurdan kandili takip edecek, kandillerin söndüğü yerde yerleşecektir.
Seyyid Muhammed uyandığında kandilleri karşısında bulur. Hemen o gün hazırlanır, çıkar yola. Seyahat haftalar sürer ve bir gün kandiller söner. Uludağ eteklerinde yemyeşil bir beldededir şimdi... Bursa'da!
Yöre halkı onu keşfetmekte gecikmez. Etrafında halka olur sohbetine katılırlar. Hatta Sultan derler ona. Emir Sultan!
O günlerde Yıldırım Bayezid Macarlar'la savaşmaktadır. İki tarafta güçlü, haliyle kayıplar büyüktür. Yaralılar öylesine çoktur ki çadırlardan taşar. Üstelik cerrah sıkıntıları vardır. Ancak, revirde o güne kadar tanımadıkları bir genç peydahlanır. Görünüşe bakılırsa son derece mahir bir hekimdir. Hatta günün birinde sultanın kolundaki yarayı sarar. Kesik derindir, ama tutkalla yapıştırılmışçasına iyileşir. İzi bile kalmaz. Yıldırım Bâyezid sargıyı çözerken hayretten dilini yutar. Zira bu hanımının nişanlıyken kendisine verdiği mendilin yarısıdır. Sırrı bilmek ister. Ama esrarengiz genç yoktur ortalıkta.
Niğbolu müstahkem bir kaledir. Osmanlı ordusu büyük kayıplar vermesine rağmen tek taş sökemez. Görünen o ki, bu gidişle kaleye girmeleri ham hâyâldir. Ama Yıldırım kolay pes etmez. Büyük bir âzimle yürür surların üstüne. Tam ümidini yitirmek üzeredir ki, kale kapısı açılır. Osmanlı ordusunu âdeta içeri buyur eden genç kolundaki yarayı saran hekimin ta kendisidir.
FATIMA SULTAN'IN RÜYASI
Yıldırım o yıl Edirne'de konaklar. Ailesi Bursa'dadır. Bâyezid'in Hundi Fatıma adında hâya ve takva sahibi bir kerimesi vardır. Bu kızcağız bir gece rüyasında Efendimiz'i görür. Ondan Muhammed Buhari ile evlenmesi istenir. Ama kızcağız edebinden kimseye bir şey söyleyemez. Ertesi gün Server-i Kainat yine rüyasını şereflendirir ve 'Eğer' buyururlar, 'Ahirette şefaatime kavuşmak istiyorsan dinle beni!'
Hundi Fatıma Sultan'ın talibi çoktur. Adı büyük paşalarla, namlı beyler sıradadır. Görünüşte Emir Sultan gibi fakir ve garip biri onlarla aşık atamaz. Ancak Hundi Sultan kararlıdır. Bedeli ne olursa olsun Emir Sultan'la evlenecektir. Ama sırrını kimselere açamaz. Hem Emir Sultan'ın Efendimizin emrinden haberi var mıdır acaba?
Çok geçmez. Bir gün Emir Sultan dünür yollar saraya. Valide sultan dudak büker. Açıktan açığa 'olmaz!' demez; ama öyle demeye getirir. 'Söyleyin ona' der, 'kırk deve yükü altın getirsin, alsın kızımı!'
Emir Sultan sakindir, 'Öyleyse!' der, 'göndersin develeri!'
Mübarek, devecibaşını karanlıkta karşılar, onları hiç dolandırmadan Nilüfer çayına götürür. Su yatağındaki çakılları göstererek 'Doldurun!' der, 'Hatta kendi keselerinizi de.'
Devecilerden bazıları 'bunda bir hikmet olmalı' der, bazısı güler geçer. Hele içlerinden biri 'n'olacak bunlar' deyip aldığı çakılları geri döker.
Muhammed Buhari Hazretleri Valide Sultan'ın huzuruna çıkar. Heybeler ters yüz edilir. Zemini kıpkızıl altın kaplar. Valide sultan şaşırmanın ötesinde korkar. Şimdi diyecek tek sözü vardır: 'Nasıl istiyorsan öyle olsun!'
YILDIRIM'IN TEPKİSİ
Nikah haberi Edirne'ye ulaştığında Yıldırım çok bozulur. 'Benim kızım, benden habersiz nasıl evlenir?' der ve kızını cezalandırmak üzere Süleyman Paşa'yı Bursa'ya yollar. Valide Sultan kızına ve damadına siper olur. Dahası büyük âlim Molla Fenari araya girer, askeri ikna eder. Hatta sarılır kaleme, padişaha bir mektup yazar. Yıldırım Bayezid'in Molla Fenari hazretlerine olan hürmetini bilen Süleyman paşa boyun büker, döner geri.
Aradan aylar geçer. Bayezid Bursa'ya avdet eder. Halk yollara çıkar, sultanı karşılar. Yıldırım bir an kalabalığın içinde esrarengiz hekimi görür. Derhal atından iner. Ellerinden tutup sorar: 'Söyle yiğidim o maharet neydi öyle?' Emir Sultan hazretleri Feth suresinden bir ayet okur. 'Allah'ın kuvvet ve yardımı, biat edenlerin vefa ve sadakatlerinin üstündedir' Bayezid tekrar sorar: 'Ya mendilin öbür yarısı?' Emir Sultan cebinden çıkarıp uzatır. Sultan meraklıdır: -Adını bağışlar mısınız?
-Muhammed!
-Yanında Buharisi'de var mı?
-Var!
-Yoksa?
-Elinizi öpebilir miyim baba.
-Hayır. Öpülecek el seninki.
Ve kucaklaşırlar.
BURSA ULU CAMİİ
Yıldırım Bayezıd Niğbolu zaferinde kazanılan gânimetlerle muhteşem bir mescid yaptırmak ister. Mimarlar bugün Ulucami'nin bulunduğu mevkide karar kılarlar. Söz konusu arsa üzerinde evi, bahçesi olanlara başka yerden muadil yer verilir. Hatta ceplerine birkaç kese altın sıkıştırılır gönülleri hoş edilir. Ancak yaşlı bir kadıncağız bir "Evim de evim" feryadı tutturur ki sormayın. Değerinin fevkinde ücretlere omuz silker, bütün tekliflere "olmaz" der. Önce vezirler, sonra bizzat Sultan, kadının ayağına gider, iknaya çalışırlar. Ama o direnir.
Sultan Bayezid caminin yerini sevmiştir. Hiç hesapta olmayan pürüz canını sıkar. Hatta divanı toplar, çözüm yolu arar. Kadılar "mal onun değil mi" derler, "satarsa satar, satmazsa satmaz!" Meclis çaresizlik içinde dağılırken Bayezid'in aklına damadı gelir. Emir Sultan'ı bulur meseleyi anlatır. Mübarek sadece tebessüm eder. "Acele etme!" der, "Bir gecede neler değişmez?"
İhtiyar kadın o gece rüyasında mahşer meydanını görür. Annenin çocuğundan kaçtığı bir dehşet anıdır. Kalabalıkta korkunç bir azab endişesi vardır. O arada bir dalgalanma olur. İnsanlar âlemlere rahmet olarak yaratılan Efendimiz'in yanına koşarlar. Şefaate kavuşan kavuşana. Kadıncağız da niyetlenir, ama bırakın yürümeye, kıpırdamaya mecâli yoktur. Ayakları vücudunu taşıyamaz, ıstırapla yerleri tırmalar. Elinden kaçan büyük fırsat ciğerini dağlar. Feryad figan ağlamaya başlar. İşte tam o sırada Emir Sultan'ı görür, "Herkes cennete gitti" der, "Ben bir başıma kaldım burada!" Mübarek o gönül ferahlatan tatlı sesiyle sorar, "Kurtulmak istiyor musun?" Kadın nefes nefese cevap verir:
-Hiç istemez miyim?
-Öyleyse Sultanımızı üzme!
Ertesi gün kadın ayağı ile gelir, evini verir. Üstelik önüne konulan ücreti bağışlar camiye.
ANKARA SAVAŞI
Emir Sultan, Yıldırım'ın Timur Han'la savaşmasına razı değildir. Ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu kardeş kavgasına mani olamaz. Çekilir bir taraflara. Hatta bu kayıtsızlığa mana veremeyen Hundi hatun sorar:
-Babamı yalnız mı bırakıyorsun?
-Bak hatun! Ne bu savaşın bir manası var, ne de babanın kazanma şansı. Eğer elinden birşey geliyorsa hiç durma, geç olmadan çevir onu.
-Niye öyle söylüyorsun. Babam mağlubiyet tatmamış bir sultandır.
-Evet Timur da mağlubiyet tatmayan bir hakandır. Sen onun kaç devleti yıktığını biliyor musun? Üstelik ülkesi daha büyük, askeri daha fazla. Dahası Maveraünnehr illeri ilimde de, sanatta da çok önümüzde.
-Sen babamın manevi zırhı değil misin?
-Peki sen Timur'u koruyucusuz mu sanıyorsun. O, zamanın kutbundan dua aldı. Ancak Hace Hazretlerinin dahi böylesi bir savaşa rızası yok.
-Ne yapmalıyız peki?
-Baban aklını örten öfkenin farkına varmadıkça ne yapabiliriz ki?
-Diyelim ki öfkesi galip geldi.
-Zor günlere hazırlansanız iyi edersiniz.
Ankara savaşında yaşanılan acı mağlubiyetin ardından Timuroğulları Bursa'yı muhasara altına alırlar. Şehir halkı zor durumdadır, hatta aç kalır. Ahali gelip Emir Sultan'ı bulur ve çok yalvarırlar. Mübarek bir kağıda birşeyler karalar, ordugâha yollar. O kağıtta ne yazılıdır bilemiyoruz, ancak hemen o gün çadırlar sökülür. Asya yollarına göç düzülür.
EMİR SULTAN KİME GÖLGE?
Ne hikmetse Anadolu halkı hep Emir Sultan Hazretleri ile Yıldırım Bayezid arasındaki menkıbeleri anlatır. Hâlbuki bu büyük veli Bâyezid'den ziyade Çelebi Mehmed'in yanındadır. Ankara savaşının ardından Anadolu çok karışır. Şehzedelerden Musa Çelebi, İsa Çelebi'nin üzerine yürüyüp Bursa'yı ele geçirir. Süleyman Çelebi ise Edirne'yi elinde tutar. Ancak bunlar devleti muhteşem günlerine döndürebilecek kıratta değildirler. Şehzade Mehmed iyi bir asker ve dirayetli bir liderdir. Ancak fitne çıkarmaktan çekinir. Çekilir köşesine işaret bekler. Allah dostları ne derse onu yapacak. İcabında kardeşlerinin emrinde çeri olacaktır. Bir gece rüyasında Murad-ı Hüdavendigar'ı görür, yanında Emir Sultan Hazretleri vardır. Dedesi önce bir kılıç verir, sonra yerinde duramayan kar renkli küheylanı gösterir "Haydi!" der, "Vazife sende!" Çelebi Mehmet hâlâ mütereddittir. Emir sultan bakışları ile cesaret verir ona. "Korkma!" der, "yanında biz varız!" İşte Çelebi Mehmed bu işaret üzerine yola çıkar ve tabiri caizse Osmanlı Devletini silbaştan kurar. Tarihçilere sorarsanız Çelebi Mehmed'in başardığı iş Osman Gazi'ninkinden aşağı değildir. Emir Sultan vefatından sonra da büyük hürmet görür. Meselâ Yavuz Selim, Mısır seferine çıkarken büyük velinin nurlu türbesini ziyaret eder, imdat diler. Kabirden çok net bir ses işitilir:
-Ya Selim! Üdhulu Mısra İnşaallahü aminin. (Ey Selim. İnşallah Mısır'a emniyet içinde girersin!)
...Ve öyle de olur!
Kaynak: Huzura Doğru
ELİNİ DEĞİL, AYAĞINI UZATMIŞ
ELİNİ DEĞİL, AYAĞINI UZATMIŞ
İbrahim Paşa, Şam'da bulunduğu bir gün, Emeviyye Câmii'ne girdi. O sırada içerde Şam'ın büyük âlimi Şeyh Saîd el-Halebî (rh.), cemaate ders anlatıyordu. İbrahim Paşa gelip Şeyh Saîd'in yanına oturdu. Ayaklarını uzatmış olan Şeyh, Paşa gelmesine rağmen hiç aldırış etmedi. Bu vaziyet İbrahim Paşa'yı çok kızdırdı ve hemen câmiden ayrıldı.
Paşa köşküne geldiğinde, dalkavuklar etrafını çevirerek onu şeyhe karşı kışkırtırlar. Onların sözlerinin tesirinde kalan Paşa, Şeyh'in hemen yakalanıp kendisine getirilmesini emreder. Fakat askerleri gönderdikten biraz sonra da, yaptığı bu işten pişman olur. Çünkü bu hareketinin, başına birçok gâileler açacağını düşünür ve o kararından vaz geçer. Kendi kendine, onu yakalatmak yerine, ona hediyeler göndermeyi düşünür. Eğer Şeyh bu hediyeleri kabul ederse, bir taşla iki kuş birden vurmuş olacaktır. Kısacası hem Şeyhi kendine bağlamış olacak, hem de onun halk nazarındaki itibarını düşürecek; böylece, Müslümanlar arasındaki nüfûz ve tesirini yok edecektir.
Paşa bu düşüncesini tahakkuk ettirmek için, Şeyh'e hemen 1000 altın gönderir. Vezirine, bu paraları Şeyh'e, talebelerinin ve müritlerinin görüp duyabileceği bir zaman ve zeminde vermesini tenbih eder. 1000 altını alan vezir, doğruca Emeviyye Câmii'nin yolunu tutar. Şeyhin talebelerine ders okuttuğunu görünce, kolladığı ânı yakalamanın sevinciyle onlara selâm verir ve yüksek sesle:
'' Şu 1000 altını, Paşa hazretleri, ihtiyaçlarınızı görmeniz için size gönderdi' der.
Şeyh, şefkatle vezirin yüzüne bakar ve sâkin bir edâ ile şöyle cevap verir:
'' Evlâdım! der. Efendinin paralarını geri götür ve ona de ki: 'O sana ayakalarını uzatmış, ellerini değil!'
AHMED ŞEMSEDDİN MARMARAVİ
AHMED ŞEMSEDDİN MARMARAVİ
Evliyânın büyüklerinden. Halvetiyye tarîkatında "orta kol" olarak bilinen Ahmediyye
şûbesinin kurucusu. 1435 (H.839) yılında Akhisar'ın Göl Marmarası veya Marmaracık adı ile
bilinen köyünde doğdu. Babası Îsâ Halîfe, Halvetiyye şeyhlerindendir. Halk arasında Yiğitbaş
Velî diye meşhûr olmuştur.
İlk tahsîlini babasından aldı. Sonra medreseye devâm etti ve zâhirî ilimleri öğrendi. Fakat
kendisi ilâhî aşka tutulmuştu. Tasavvuf yolunda ilerlemek gönül gözünü görür hâle getirmek
istiyordu.
"Tasavvuf, aşk ateşiyle yanmaya derler." sözü sanki onun için söylenmişti. Nitekim gâyesine
erişmek için, Uşak'ın Kabaklı köyünde insanlara doğru yolu gösteren büyük âlim Şeyh
Alâeddîn Uşşakî hazretlerinin huzûruna vardı. Onun sohbetleri ile mânevî mertebelerden
geçerek şeyhlik pâyesine yükseldi.
Şeyh Alâeddîn Uşşakî hazretleri Ahmed Şemseddîn'e icâzet (diploma) verdikten sonra, onu
İslâmiyeti yaymak, talebeler yetiştirmek ve gönülleri aşk-ı ilâhî ile doldurmak üzere
Manisa'ya gönderdi.
Ahmed Şemseddîn hazretleri Manisa'da hocasının isteği doğrultusunda talebeler yetiştirmekle
meşgûl oldu. Ancak bu sırada Şâh İsmâil de, Ehl-i sünnet îtikâdını, müslümanların
Peygamber efendimizden gelen doğru inancı yıkmak için harekete geçmişti. Bu gâye ile
Anadolu'ya "dâî" adı verilen halîfeler göndermiş, sahte şeyhler eliyle bozuk ve yanlış
tarikatler kurdurmuştu. Ayrıca Antalya'dan Bursa'ya kadar pek çok yerde isyanlar çıkartarak
halkı silâh gücü ile de sindirmek istemişlerdi. Karışıklık had safhada idi. Öyle ki bu sahte
şeyhler Osmanlı merkezine kadar sızdılar. İstanbul sahte şeyhlerle doldu ve halk kime
inanacağını şaşırdı.
Velî pâdişâh İkinci Bayezîd Han sahte tarîkatlerin ayıklanarak kapatılmasını istedi. Böylece
halkın yanlış inanışlara kapılıp Ehl-i sünnet îtikâdından uzaklaşmasına mâni olmak üzere
harekete geçti. Kurulan bir mecliste şeyhlerin imtihana tâbi tutulmasını istedi. Bu düğümü
çözmek için de Ahmed Şemseddîn hazretlerini Manisa'dan İstanbul'a dâvet etti.
Ahmed Şemseddîn hazretleri derhal bu ulvî görevi kabûl edip İstanbul'da Sultan Bâyezîd-i
Velî hazretlerinin huzûruna çıktı ve Osmanlı Sultânının da hazır bulunduğu imtihan heyetine
reislik etti.
O gün Ahmed Şemseddîn hazretlerinin tuttuğu şerîat süzgecinden hak ve doğru yolda
bulunan şeyhler rahatlıkla geçerken sahteleri tutuldu. Bunlar mahcup ve perişan oldular.
Tekkeleri kapatıldı ve yaptıkları işten men edildiler. Ahmed Şemseddîn hazretlerine, imtihan
sırasında gösterdiği kemâl, dirâyet ve olgunluk sebebiyle "Yiğitbaşı" lakabı verildi. Pâdişâh
çok hoşnut kaldığı ve takdir ettiği bu büyük velîyi hediyelerle taltîf etti. O ise bu hediyelerin
tamamını fakirlere dağıttı. İstanbul'da kalması tekliflerine rağmen, tekrar Manisa'ya döndü.
Bu hâdise dilden dile, şehirden şehire yayıldı. Sohbetine kavuşmak isteyenler Manisa'ya akın
ettiler ve çevresinde geniş bir sohbet halkası meydana getirdiler.
Ahmed Şemseddîn hazretlerinin kerâmetleri Mısır'da Arab Molla nâmıyla tanınan bir zâta
kadar ulaştı. Arab Molla, ilmiyle mağrur bir zâttı. Ahmed Şemseddîn'i imtihan etmek üzere
Mısır'dan Manisa'ya geldi. Ahmed Şemseddîn hazretlerini çekemeyenler derhal Arab
Molla'nın etrafında tâzim, hürmet ve îtibâr halkası meydana getirdiler. Ona, Yiğitbaşı Velî
aleyhinde pek çok sözler söylediler. Bu hal, Arab Molla'nın nefsini ve gurûrunu okşadı.
Onlara:
"Siz onu bana bırakın. Onun hakkından ben gelirim ve şeyhlik ne imiş ona gösteririm." dedi.
Benlik dâvâsıyla mağrur Arab Molla, ertesi gün Yiğitbaşı Velî'nin dergâhına geldi. Dergahın
bahçesinden içeri girmek üzereyken kapıda iki derviş kendisini karşıladı ve; "Ey Molla! Şeyh
hazretleri dergahında sizi bekliyor." dediler. Arap Molla geleceğinden hiç bahsetmemiş ve bu
dervişlerle de daha önce karşılaşmamıştı. Şaşırdı ve dayanamayıp sordu:
"Ey Canlar! Yanlışlık olmasın. Siz kimi karşılarsınız. Ben ziyâret edeceğimi bildirmemiştim."
Dervişler tatlı tatlı gülümseyerek sordular: "Mısır'dan gelen Arab Molla siz değil misiniz?"
Molla daha büyük bir şaşkınlıkla; "Evet." diyebildi ve dervişlerin îkazıyla dergâhtan içeri
girerek kendisini bekleyen Şeyh hazretlerinin huzûruna vardı.
Yiğitbaşı hazretleri birkaç talebesiyle sohbet etmekte, onlara İslâmiyetin güzel ahlâkından
bahsetmekteydi. Molla Arab'ın oturması ile sözüne devam etti:
"Ey dostlarım kibirden sakınınız. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Kalbinde
zerre kadar kibir olan Cennet'e giremez." buyurdu. Kibir, Allah'ın kullarına hakâret, aşağılık
gözü ile bakmaktır. Kendini herkesten üstün görmektir. Ebû Hâşim Sûfi hazretleri; "Dağı
iğne ile kazıp yerinden yok etmek, kalpden kibri söküp atmaktan daha kolaydır." demektedir."
Bunca nasîhata rağmen Arab Molla'nın hâlâ inkâr çukurunda olan nefsi, Yiğitbaşı ile
yarışmak ister. Onun bir müddet duraklamasını fırsat bilerek gururlu bir edâ ile ve kelimelerin
üzerine basa basa:
"Ey Şeyh, sizin erbaîninizi, çile çekmenizi, nefsinizi yola getirmekteki gayretinizi çok
medhettiler. Birlikte erbaîne, çile çekmeye girsek ne dersiniz?" diye sordu. Ahmed
Şemseddîn hazretleri tebessüm ederek:
"Hay hay!.. Biz misafirimizi kırmayız." buyurdu.
Arab Molla:
"Ancak benim bir şartım var. Yemek içmek serbest, fakat dışarıya çıkmak ve ihtiyâcınızı
görmek yasak olacaktır." diye ekledi. Şeyh hazretleri:
"Kabul. Her şartınızı kabul ediyorum." deyince, birlikte bir hücreye girdiler. Yiğitbaşı
hazretleri talebelerine kendisine kuzu dolması getirilmesini ve misafirine de ne isterse
verilmesini istedi. Ancak Arab Molla sadece birkaç zeytin ile iktifâ etti. Şeyhin kuzu
dolmasını yemesini seyrediyor ve biraz sonra dayanamaz dışarı çıkar diyerek için için
gülüyordu. Ancak zamânın su gibi geçmesine, Şeyh hazretlerinin nefis, leziz yiyecekleri
birbiri ardısıra bitirmesine rağmen, Molla'nın beklediği an bir türlü gelmedi: Bir, iki, üç ve
nihayet dördüncü gün o nefis yiyecekleri yiyen sanki Şeyh hazretleri değil de oymuş.
Kendisini nasıl dışarıya atacağını bilemedi. İhtiyâcını gördükten sonra dışarıda kendisini
bekleyen dervişlere; "Yahu! Ben iki üç zeytin tanesiyle dayanamadım. Bu zat bunca yemeği
nasıl yiyor ve nasıl duruyor?" diye söylendi. Dervişler ise şu cevâbı verdiler:
"Bu, mollalıkla şeyhlik arasındaki farktır."
Arab Molla hatasını anlamıştı. Derhal Yiğitbaşı hazretlerinin ellerine sarılarak affedilmesini
diledi ve; "Ey zamânın Yûsuf'u, sen Mısır'a sultan olmuşsun. Bu günâhkârı da bendelerin
arasına kabul et" dedi. Tövbe ve istiğfâr ettikten sonra talebeliğe kabûl edilen Molla Arab,
Ahmed Şemseddîn hazretlerinin en büyük halîfelerinden oldu.
Ahmed Şemseddîn hazretleri arkasında yüzlerce talebe ve sekiz cilt eser bırakarak 1504
(H.910) yılında sonsuzluk âlemine göçtü. Yetiştirdiği halîfelerin herbiri evliyâlık makâmına
erdi. Ahmediyye kolundan ayrı ayrı şubeler ortaya çıktı. Bunlar Ramazaniyye, Sinâniyye,
Cerrâhiyye, Uşşâkiyye ve Mısriyye adları ile aynı kaynaktan fışkıran feyz menbâları oldu.
"Tevhîd Risâlesi, Câmi-ül-Esrar, Ravdatü'l-Vâsilîn, Mukaddimetu's-Sâliha, Keşfu'l-Esrâr ve
A'mâlü't-Tâlibîn" belli başlı eserleridir.
Ahmed Şemseddîn hazretlerinin türbesi Manisa'da Seyyid Hoca mahallesindedir. Zamanla
yıkılan ve kaybolmak üzere bulunan dergahının yerine Yiğitbaşı vakfı tarafından adına bir
mescid inşâ ettirilmiştir.
Ahmed Şemseddîn Marmaravî hazretleri bir sohbetlerinde talebelerine; "İyi dinleyiniz!"
dedikten sonra şu nasihatte bulundu.
"İnsanın kalbinde bir hevâ ağacı bitmiştir ki yedi dalı vardır. Her dal bir tarafa yönelir.
Birincisi göze, ikincisi dile, üçüncüsü kalbe, dördüncüsü nefse, beşincisi ebnâ-i cinse (diğer
insanlara), altıncısı dünyâya, yedincisi âhiretedir. Her dalın bir çeşit meyvesi vardır. Göze
yönelen dalın meyvesi harama bakmaktır. Dile yöneleninki, başkasının ayıp ve kötülüklerini
söylemek, gıybet etmektir. Kalbe yöneleninki, başkalarına kin ve düşmanlık etmektir. Nefse
yöneleninki, şüpheli şeyler ile, haram ve mekruhları işlemektir. İnsanlara yöneleninki,
onlardan üstün olmak, onları hor ve hakîr tutmak, aşağı görmektir. Dünyâya yöneleninki,
uzun emel sâhibi olmak, aş, iş, mal ve makam hırsı ile dolu olmaktır. Âhirete yönelen dal ise,
üzüntü ve pişmanlıktır. İnsanda hevânın, arzu ve isteklerin kökü bâkidir, kalıcıdır. Elbette
devamlı tâze dallar verir. Ancak Allahü teâlânın emirleri yerine getirilir, yasaklarından
sakınılırsa hevâ ağacı kalpten sökülüp atılır. Kötü huyları, ahlâkları gidip, güzel huylar ile
süslenir. Bu ise bir rehberin yol göstermesi ile mümkün olur."
1) Sefînetü'l-Evliyâ; c.4, s.156
2) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.225
AHMED BİN SÜLEYMAN ERVADİ
AHMED BİN SÜLEYMAN ERVADİ
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Süleyman Ervâdî'dir. Trablusşam vilâyetine bağlı
Ervâd kasabasında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Evliyânın en büyüklerinden
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin ders ve sohbetlerinde yetişti. Şam sâhillerinin büyüğü
adıyla meşhur oldu. Çok talebe yetiştirdi. 1858 (H.1275) senesinde Trablusşam'da vefât etti.
Dibâ Mescidi yanına defnedildi. Kabri ziyâret mahallidir.
Ahmed Ervâdî ilk tahsîline memleketinde başladı. İlim ve irfânını arttırmak için Trablusşam,
Mısır ve başka yerlere gitti. Zamânın meşhur âlimleriyle görüştü. Kendilerinden icâzet,
diploma aldı. Görüştüğü âlimlerin en meşhurları; Ezher Üniversitesi hocalarından İbrâhim
el-Bacûrî, Muhammed el-Fudalî, Mısır Müftüsü Ahmed et-Temîmî, Muhammed el-Muşmûnî,
Ahmed es-Sâvî, Mustafa el-Mubellât, Mustafa Belâkî, Şeyh Abdurrahmân Küzbürî, Hüseyin
ed-Decânî ve Allâme Muhammed ibni Âbidîn hazretleridir.
Ahmed bin Süleyman Ervâdî aynı zamanda muhîtindeki birçok velînin sohbetlerine devâm
etti. Meczûb, kendinden geçmiş hak âşığı, ümmî olan sâlih kimselerle görüştü. Bunlardan
insanları terbiye usullerini öğrendi. Ekberiyye, Rıfâiyye, Düsûkıyye, Ahmediyye (Bedeviyye),
Halvetiyye ve Şâziliyye tarîkatlerinde icâzet aldı. Daha sonra da Şam'da evliyânın gözbebeği
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetlerine katıldı. Kısa zamanda olgunlaştı.
Kendisine icâzet verilip insanlara doğru yolun bilgilerini anlatıp öğretmek için Trablusşam'a
gönderildi. Ervâdî hazretleri böylece Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye,
Çeştiyye yolunun ilim ve irfânına kavuşmuş oldu.
Ahmed Ervâdî hazretleri, hocasının; "Sana Şam sâhillerinin büyüğü denilse yeridir." iltifâtına
kavuşup, Trablusşam vilâyetinde talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Talebelerini bâzan
muhabbet nazarıyla, bâzan etrafına toplayıp onların kalplerine teveccüh ederek boş ve zararlı
düşüncelerden kurtarmak sûretiyle terbiye etti.Talebelerinin en meşhuru, İstanbul'a
teşriflerinde icâzet verdiği Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî'dir. Bu zâta, İstanbul'daki
evliyânın en büyüklerinden biri olanAbdülfettâh-ı Bağdâdî Akrî hazretleri ile görüşmesini ve
ona bağlanmasını tavsiye etmiştir.
Selîm Mesûtî, Abdüllatîf bin Ömer el-Buhârî Ahmed Ervâdî hazretlerinin diğer kıymetli
talebelerindendir.
Ahmed Ervâdî hazretlerinin çok kerâmeti görülmüştür; talebesi Selim el-Mesûtî anlatır:
"Birgün hocamın elinde az mikdârda su alan bir kap vardı. Onunla abdest almaya başladı. Su
yetmedi ve bitti. Bunun üzerine hocam su kabına baktı. Kap âniden su ile doluverdi. Bir
müddet sonra yine bitti. Yine aynı şekilde baktı. Kap evvelki gibi su ile doldu. Bu hâl
abdestini alıncaya kadar üç-dört defâ devam etti. Bu hâdiseye gözlerimle şâhid oldum."
Ahmed Ervâdî hazretleri tayy-i mekân eder, bir anda başka yerlere gider gelirdi. Bir defâsında
kendisinden çok uzak bir yerde haksızlığa uğrayıp hapsedilmiş bir talebesinin yardım istemesi
üzerine tayy-i mekân ederek, bir anda oraya gidip gelmek sûretiyle onu kurtardı.
Ahmed Ervâdî hazretleri yüz otuza yakın eser yazdı. Eserlerinden en meşhurları şunlardır: 1)
Ferâid-ül-Fevâid, 2) Mir'ât-ül-İrfân, 3) Târîh-u Kebîr, 4) Keşf-üs-Sütûr an Meânî
Salât-in-Nûr, 5) Risâletün fil-Halvet, 6) Evrâd.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.350
2) Hadikat-ün-Nediyye; s.7
3) İrgam-ül-Merîd; s.85
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.236
5) Tıbyân-ül-Vesâil-il-Hakâyık; c.1, s.329
6) Menâkıb vet-Tevessül; s.27
24 Haziran 2013 Pazartesi
EKMEK VEREN ELİ KIRAN BABA
EKMEK VEREN ELİ KIRAN BABA
Bağdat'ı kıtlık kırıp geçiriyordu. Herkesten önce de hamallar açlık çekiyordu. İçinde ekmek piştiği, sokağa kadar yayılan kokudan belli olan bir evin kapısından seslendi hamalın biri:
- Allah rızası için birazcık ekmek. Günlerdir lokma girmedi ağzımdan.
Tandırın başındaki kadın taze ekmekleri kızına uzattı. "Ver şu adama" dedi. Kızcağız ekmekleri güzelce katlayıp verdi aç hamala.
Hamalın sevincine sınır yoktu. Evine doğru hızlandı. Kim bilir kaç günlük açlığını giderecekti? Tam bu sırada karşıdan gelen birinin sert ikazı durdurdu onu:
- Çabuk söyle, bu ekmeği hangi evden aldın?
Geriye bakıp eliyle işaret etti:
- İşte şu evden.
Adam kızgın şekilde salladı başını:
- Yanılmamışım, böyle zamanda başka kimin evinden alınabilir ekmek? diyerek eve doğru ilerledi.
Kapıyı açar açmaz da sordu:
- Kim verdi ekmeği hamala?
Hanım korkudan kızını gösterdi. Güya kızına acır, bir şey yapmaz diye düşünmüştü. Halbuki adamın şükürsüzlük ve cimrilik içine işlemişti. Elindeki sopayı hızla havaya kaldırdı, kızının ekmek veren eline öyle bir indirdi ki bilek zedelenip burkuldu, el çarpık kaldı. Söyleniyordu kendi kendine:
- Ben herkese ekmek versem bu evde ekmek kalır mı? diye.
Halbuki nimet şükür isterdi. Şükürsüzlük nimetin gitmesine sebepti. Nitekim bu şükürsüzlüğün akibeti de öyle olacaktı. Olmaya başladı bile. Kısa zamanda işleri bozuldu, çarşının en işlek yerindeki dükkanını satması da onun bozulan işlerini. Bir ara o hale geldi ki, evine ekmek alamaz duruma bile düştü. Nitekim bir akşam eve gelmiş, kızcağızına da acı sözü söylemişti;
- Artık benden ümidinizi kesin. Çünkü bu akşam ekmek alacak kadar da olsa elime para geçmedi. Çarşıya in, ekmek parası iste.
Kızcağız çarşıya inmiş, utana sıkıla sattıkları dükkanın karşısına geçerek bir tanıdık görürüm diye beklemeye başlamıştı. Kendisini gören dükkandaki adam hemen yanına gelerek:
- Sen masum birine benziyorsun, ne bekliyorsun burada? diye sormuştu. O da anlatmıştı gerçek durumu:
- Ekmek alacak paramız kalmadı, bir tanıdıktan ekmek parası istemek üzere bekliyorum burada.
Hemen elini cebine attı adam. Hatırı sayılır bir miktar parayı uzatarak "Al" dedi. "Bununla istediğin kadar ekmek alabilirsin. Ben de nimetin şükrünü eda etmiş olurum böylece."
Kızcağız elinin birini arkasına saklamış, ötekiyle parayı alırken adamın dikkatin çekti bu saklayış;
- Elinde bir yara bere varsa tedavi ettireyim, niçin saklıyorsun? Allah bana nimet verdi, şükrünü eda etmek için iyilik yapmam gerek, dedi.
Kızcağız önce açıklamak istememişse de adamın ısrarı üzerine anlattı elinin durumunu:
- Ben bir yoksula ekmek vermiştim. Babam yolda rastlayıp sormuş, o da evi gösterip 'İşte oradan aldım' demiş, bizi haber vermiş. Babam eve gelince elindeki sopayla ekmek veren elime öylesine bir darbe indirdi ki, elim böylece çarpık kaldı. Göstermekten utanır oldum. Bu yüzden de evde kaldım.
Bu açıklamayı dinleyen adam bağırmaya başlar:
- Komşular! Çabuk buraya gelin, ben hayalimdeki altın kalpli kızı buldum, hayat arkadaşım işte karşımda, siz de şahit olun... diyerek başlar anlatmaya:
- Ekmeği isteyen fakir bendim. Ben o gün bir hamaldım. Demek ki elinin çarpık kalmasına ben sebep olmuşum. Hem sebep olayım hem de seni bu halinle baş başa bırakayım. Buna Allah razı olmaz. Seni görünce içimden bir sevgi selinin koptuğunu anladım, bana ekmek veren kıza ne kadar da benziyor diye düşünmüştüm. Yanılmamışım. Baban şükürsüzlük ettiğinden Allah onun dükkanını elinden alıp bana nasip eyledi. Şimdi ise imtihan sırası bana geldi, ben de aynı şükürsüzlüğe düşmek istemem. Haydi gel, nikahımızı yaptırıp birlikte babanı sıkıntıdan kurtaralım.
Yola koyulurlar, ekmek veren eli sakatlayan şükürsüz babaya doğru...
"Şükrederseniz çoğaltırım, etmezseniz elinizden alır şükredene veririm. Şükürsüze de azabım şiddetli olur..." (Kur'an-ı Kerim, 14/7)
KAYNAK: Şahin, Ahmed, Yaşanmış Örnekleriyle Aradığımız İslam, Zaman Cep Kitapları 3, Feza Gazetecilik, İstanbul 2001
EĞER YALANCI İSEN
'EĞER YALANCI İSEN...'
'İsrâiloğulları'ndan abraş (cilt hastası), kel ve kör üç kişi vardı. Hz. Allah bu üç kişiyi imtihan etmek istedi de kendilerine bir melek gönderdi. Melek abraşa geldi ve:
' Hangi şey sana daha sevimlidir? diye sordu. Abraş:
' Güzel vücut, güzel ten ve halkın iğrendiği abraşlığın benden giderilmesidir, dedi. Melek onun vücudunu sıvazladı, hemen çirkin manzarası gitti; kendisine güzel bir renk, güzel bir ten verildi. Melek yine sordu:
' En çok hangi maldan hoşlanırsın? Abraş:
' Deve'den, dedi. Ona, on aylık bir dişi deve verildi. Melek:
' Allah bu deveye senin için bereket kılsın, diye duâ etti.
Sonra melek kel'in yanına geldi ve ona:
' En çok hangi şeyi istersin? diye sordu. Kel:
' Güzel saç ve halkın tiksindiği şu kelliğin benden gitmesini, dedi. Melek onu da sıvazladı, kelliği gitti; kendisine güzel bir saç verildi.
Melek tekrar sordu:
' Hangi mal daha çok hoşuna gider? Kel:
' Sığır, dedi. Ona da yüklü bir inek verildi. Melek:
' Allah bu inekte senin için bereket kılsın, diye duâ etti.
Daha sonra melek, kör'ün yanına geldi ve ona da sordu:
' Hangi şey daha çok hoşuna gider?
' Allâh'ın, gözümü bana iâde buyurup insanları görmem, dedi. Melek onu da sıvazladı. Allah Teâlâ da ona gözünü iâde buyurdu. Melek:
' Hangi mal daha çok hoşuna gider? dedi. Kör:
' Koyun, diye cevap verdi. Ona da kuzulu bir koyun verildi.
Bir müddet sonra deve ve sığır sahiplerinin bu hayvanları yavruladı, koyun sahibinin koyunu da kuzuladı. Öyle ki; deve sahibinin bir vâdi dolusu devesi, sığır sahibinin bir vâdi dolusu sığırı, koyun sahibinin de bir dere dolusu koyunu oldu... Derken bir zaman sonra o melek, ilk görüştüğü andaki sûret ve hey'etinde abraş'a geldi:
' Ben yoksul bir adamım, dedi, yolculuğum esnasında maişet imkânlarım kesildi. Bugün gitmek istediğim yere varmam, ancak evvelâ Allâh'ın, sonra da senin sâyende olacak. Sana güzel renk, güzel ten ve bolca mal veren Allah hakkı için, ben senden bir deve istiyorum ki, yolculuğumda (gitmek istediğim yere) onun sırtında varayım. Abraş:
' Hak sahipleri çoktur (yardım edilecek pek çok yer var, sana verecek malım yoktur), dedi. Melek:
' Ben seni tanıyor gibiyim. Sen halkın tiksindiği abraş değil misin? Sen Allâh'ın (sonradan) servet verdiği fakir değil misin? dedi. Abraş:
' Ben bu mala ancak ata'dan ata'ya intikâl ile vâris oldum, dedi. Melek:
' Eğer iddiânda yalancı isen, Allah seni eski vaziyetine çevirsin, dedi.
Sonra melek (ilk görüşmelerindeki) sûret ve hey'etinde kel adama geldi. Ona da abraş'a dediği gibi dedi. Kel de abraş gibi reddetti. Melek:
' Eğer yalancı isen, Allah seni önceki hâline soksun, dedi.
Daha sonra melek (yine ilk görüşmelerindeki) sûret ve şekliyle kör'e geldi ve dedi ki:
' Ben yoksul biriyim; yolda kaldım, yolculuğum esnasında maîşet sebeplerim kesildi. Bugün gitmek istediğim yere varmam, önce Allah, sonra da senin sâyende olacak. Sana gözünü iâde eden Zât hakkı için, senden bir koyun istiyorum ki; yolculuğumda onun (sütünden gıdâlanarak) memleketime varayım.
Bunun üzerine o adam:
' Dilediğin kadar al, dilediğin kadarını da bırak. Vallâhi bugün, Allah için alacağın hiçbir şeyde sana güçlük çıkarmayacağım, dedi. Melek de:
' Malın sana kalsın. Siz imtihan olundunuz. Senden râzı olundu (hoşnut kalındı), diğer iki arkadaşına da gadap olundu, dedi.
Mevlâmız, cümlemizi cimrilik ve nankörlük illetlerinden uzak eyleyip, hayır ve hasenatta yarışan ve zâtına dâima şükreden kullarından eylesin. Âmîn...
AHMED SİYAHİ
AHMED SİYAHİ
Kastamonu velîlerinden. 1777 (H.1191) senesinde Kastamonu'nun Kırkçeşme mahallesi
Ahmed Dede Caddesindeki evde doğdu. Babası Sadi tarikatı dervişlerinden Demirci Ahmed
Efendidir.
Ahmed Siyahî, Kur'ân-ı kerîm okumayı zamanın zâhid ve âbidlerinden olan Şâbân Efendiden
öğrendi. İlk tahsîline Mustafa Efendi isimli bir zâtın huzûrunda başladı. Amasyalı Uzun Ali
Efendinin derslerine devam ederek ilmini genişletti. Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden
Hoca Nu'man Efendi Şeyh Hicâbî'nin sohbetlerinde bulunarak çok istifade etti. Bu hocalardan
icâzet aldıktan sonra Çorum'a gitti. Burada Yûsuf-ı Bahrî Efendiden hadîs ilmini öğrendi ve
akranları arasında Hâfız-ı hadîs ünvânı aldı. Birkaç defâ Çerkeş'e gitti ve Halvetiyye yolu
büyüklerinden Şeyh Mustafa Efendinin sohbetlerinde bulundu. Şeyh Mustafa Efendi; "Senin
feyzine sebeb olan zâtın ismi Hâlid olacak. Onu ara." diye tavsiyede bulundu.
Ahmed Siyâhî Efendi, kendisini irşâd edecek, yetiştirecek Hâlid ismindeki zâtı aramaya
başladı. Karadan hacca gitmek üzere yola çıktı. Şam'a vardığı zaman Nakşibendiyye yolunun
büyüğü Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin ismini duyunca; "Hocam Şeyh Mustafa
Efendinin buyurduğu Hâlid bu olabilir." diyerek hemen sohbetlerine devam etti ve talebeleri
arasına katıldı. Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ile birlikte hacca gitti. Ahmed Siyâhî, başına
devamlı siyah sarık sardığı için Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî tarafından "Siyâhî" lakabı verildi.
Hac ibâdetini tamamladıktan sonra hocası ile tekrar Şam'a dönerek bir müddet daha kaldı.
Mevlânâ Hâlid hazretleri ona, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmesi, doğru
yolu göstermesi için icâzet, diploma verip vazîfelendirince, 1827 senesinde Kastamonu'ya
döndü.
Kastamonu'ya dönüşünde Abdülbâkî Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. Bir taraftan
talebelere ilim öğretir, diğer taraftan insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatırdı.
Kendisini sevenleri ve talebeleri gün geçtikçe arttığı halde, çekemeyen, karşı çıkan ve
düşmanlık besleyenler de vardı. Bir gün Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin meşhur
halîfelerinden Abdülfettâh-ı Akrî hazretleri Bağdât'tan İstanbul'a gelirken Ahmed Siyâhî'yi
ziyâret için Kastamonu'ya uğradı. Bu durum şeyhi ve talebelerini çok sevindirdi. Ayrıca
şeyhin büyüklüğünü göremeyenlerin gözlerindeki perdelerin açılmasına yol açtı. Nitekim
Kastamonu âlimlerinden olup şeyhin büyüklüğünü kabul etmeyen Keskinzâde Ahmed Efendi,
Abdülfettâh Efendiye gelerek tasavvuf dersleri almak istedi. Bu taleb üzerine Abdülfettah-ı
Akrî; "Şeyh Siyâhî buradayken bizim ders vermemiz edebe uygun olmaz." diyerek onun
yetiştirilmesini Ahmed Siyâhî'ye havâle etti. Keskinzâde de şeyhten özür dileyip talebesi
oldu.
Merdoğlu isminde hayırsever bir zengin evini medrese haline getirip, talebe yetiştirmesi için
Hacı Ahmed Siyâhî'nin emrine verdi. Ahmed Siyâhî Efendi; Merdoğlu Medresesi veya Hacı
Ahmed Efendi Medresesi ismi ile bilinen bu medresede uzun yıllar ders verdi ve talebe
yetiştirdi. 1861 senesinde Mâliye Nâzırı olan Safvetî Paşanın arzı ve Sultan Abdülmecîd
Hanın irâdesiyle Câmii şerîfin karşısında bir dergâh inşâ edildi. Dergâh yapılırken etrâfında
yer alan üç evin satın alınarak ilave edilmesi düşünüldüğü halde, sahiplerinin şiddetli itirazı
sonucu gerçekleşmedi. Bu hal üzerine Ahmed Siyâhî Efendi; "Bu evler sultanımız hazret-i
Hâlid tarafından dergâhımıza ilâve buyurulmuştur. Şimdiki halde karşı çıkan sâhipleri bir gün
gelir, kendi rızâlarıyla terk edip, satarlar." buyurdu. Ahmed Siyâhî Efendinin bu sözleri,
kendisinin vefâtı ve muhterem oğullarından Şeyh Seyyid Efendinin zamânında gerçekleşti ve
şöyle oldu: O evlerden birinin sâhibi evini şeyh hazretlerine sağlığında satmadığı gibi, Ahmed
Siyâhî'ye söylediği pekçok ağır sözlerle onu incitmiş ve üzmüştü. Ancak o kişi, Ahmed
Siyâhî'nin vefât ettiği gece akıl almaz bir halde; "Aman, yâ Hazret-i Şeyh! Affet! Kusur ettim.
Merhametine sığınıyorum." diyerek feryatlar etti. Öyle ki bağırmalarından çevre ev sâkinleri
de uyandı. Bu olay üzerine ertesi gün o ve diğer iki ev satılarak dergâha ilâve olundu ve "Kim
komşusuna eziyet ederse, Allahü teâlâ onun evini ona vâris kılar." hadîs-i şerîfi tahakkuk
ederek herkese ibret oldu.
Ahmed Siyâhî'nin tasavvuf yolunda yetiştirip icâzet verdiği talebeleri arasında; oğulları
Abdülazîz ve Seyyid Ahmed Hicâbî, Benli Sultan Şeyhî Şânî Efendi, Sinop Müftüsü Hâfız
Ali Lütfî Efendi, Hacı Mehmed Hulûsî Efendi, Şeyh Ahmed Efendi, Reis-ül-Kurrâ Hâfız
Hasan Efendi ve Ma'rûfîzâde Hâfız Hasan Efendi başlıcalarıdır.
Ömrünün sonuna kadar talebe yetiştiren Ahmed Siyâhî, insanlara Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını anlatarak, onların dünya ve âhirette kurtulmaları için çalıştı. 1874 (H.1291)
senesinde tahmînen doksan beş yaşında olduğu halde "Aman yâ Resûlallah!" dedikten sonra
vefât etti. Cenâze namazında bütün Kastamonulular hazır bulundu. Vasiyeti üzerine
Çamurcuoğlu Hasan Ağa'dan intikal eden arsaya defn edildi. Allahü teâlânın rahmetinin
üzerine yağması için kabrinin üzerine türbe yapılmamasını vasiyet ettiğinden kabri üzerine
türbe yapılmadı. Vefâtından sonra yerine oğlu Seyyid Hicâbî Efendi geçerek insanlara doğru
yolu gösterdi.
Vefâtından bir buçuk ay sonra Medîne-i münevverede Anbar memurluğu yapan Arif Hikmet
Bey'den Şeyh hazretlerinin kütüphanesinin müdürü Hacı Şâkir Efendiye bir mektup geldi.
Mektubunda; "Bu gece Şeyh Siyâhî hazretleri, Peygamber efendimizin mübârek kabrini
ziyâret eyledi." yazıyordu. Mektubun târihine baktılar, Ahmed Siyâhî Efendinin vefât ettiği
güne rastlıyordu. Böylece şeyhin son anında "Aman, yâ Resulallah!" demesinin sırrı, daha iyi
anlaşılmış oldu.
Ahmed Siyâhî hazretleri oğluna şöyle nasîhatta bulundu:
Ey oğlum! Sana Allahü teâlânın kitâbına, Resûlullah efendimizin sünneti seniyyesine uymayı,
îtikâdını evliyâullahın da bağlı olduğu, Ehl-i sünnet vel cemâat âlimlerinin bildirdikleri doğru
îtikâda göre düzeltmeni tavsiye ederim...
Âlimlere, tasavvuf ehline, Kur'ân-ı kerîm ehline hürmet et. Vicdanın, için temiz olsun,
cömerd ve güleryüzlü ol. Başkalarına ihsan ve iyilikte bulun. Allahü teâlânın yarattıklarına
eziyet ve sıkıntı verme. Arkadaşlarının hatâ ve kusurlarını affet, görmemezlikten gel. Büyük,
küçük herkese nasihat eyle, hırs ve tamâyı terk eyle. Bütün ihtiyaçlarında Allahü teâlâya
tevekkül et, güven. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine sığınanları mahrum etmez.
Oğlum! Selâmeti, kurtuluşu istikâmet ve doğruluktan başka bir şeyde, Allahü teâlânın
rızâsına kavuşmayı Resûlullah efendimize tâbi olmak, ona uymaktan başka bir yolda arama.
Kendini hiç kimseden faziletli, üstün zannetme. Birisi senin hakkında nemmâmlık, koğuculuk
ve hasedçilik yaparsa, ona mâni olmak için kendini zahmete sokma, onun işini Allahü teâlâya
bırak. Çünkü bu yolda öyle Allah adamları vardır ki, Allahü teâlânın izni ile fitne fesat
sebebini göz açıp kapayıncaya kadar söküp atarlar. Sen kıymetli ömrünü Resûlullah
efendimizin sünnet-i seniyyesine uymakla geçir. Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekte
kınayanın kınamasından korkma. İbâdet ve tâatın güçlüklerine karşılık ecir ve sevâba
kavuşacağını düşünerek sabır ve tahammül et, nefsini dâimâ hesâba çek. Vakitlerini dînin
emirlerine uymakla kıymetlendir. Çok önemli olan vakit sermayeni kıymetlendirmeye gayret
eyle. Çünkü geçen zaman bir daha geri gelmez. Yarına çıkıp çıkmayacağın ise belli
olmadığından yarını beklemek, yarın yaparım demek, üzüntü ve pişmanlığa yol açar. O halde
sakın sakın elinde bulunan vaktini mâlâyâni, dünya ve âhirete faydası olmayan Allahü
teâlânın râzı olmadığı, beğenmediği şeyler ile zâyi etme. İçinde bulunduğun anda Allahü
teâlânın râzı olduğu beğendiği şeylere sarıl. Tevâzu ve alçak gönüllülükte toprak gibi,
başkasına fayda vermekde meyvalı ağaç gibi, cömertlikde akan nehir gibi, ihsân ve iyilik
yapmakda deniz gibi, mâlâyâni, faydasız şeyleri konuşmamakda, sükût ve susmakda cansız
varlıklar gibi, ayıpları örtmekte karanlık gece gibi olmaya çalış. Kalbin görmemesi, kalb
katılığından hasıl olacağından, dâimâ günahların için ağlayıp sızla, âh et. Nazargâh-ı ilâhî
olan kalbi, haramlara ve Allahü teâlânın yasak ettiği şeylere yöneltmekten sakın. Akrabâyı
ziyâret ve onlara iyilik etmeyi ihmâl etme. Âhiret kardeşlerini, iyi arkadaşlarını arttırmaya
çalış. Her zaman onlarla sohbet lâzımdır. Evliyânın büyükleri; "Allahü teâlâ ile beraber
olunuz. Buna gücünüz yetmezse, Allahü teâlâ ile beraber olanlarla olunuz ki, sizi Allahü
teâlâya kavuştursunlar." buyurmuşlardır.
Ey oğul! Dünyâya sarılmış ona gönül vermiş olanlarla bulunma. Onlarla sohbet ve berâberlik
gam, keder ve üzüntü getirir. Bu, tecrübe ile sâbittir. Onlar senden faydalanırlar ise de sen
onlardan faydalanamazsın. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayan, nefsinin arzu ve
isteklerine uymuş kimselerle berâber olma. Böyle kimseler gizli düşman olup, insanın yüzüne
karşı dalkavukluk yaparlar, gıyabında, arkadan ise aleyhinde bulunurlar. Onların yanına
gelerek oturmalarına bakıp aldanma. Maksatları senden mânen faydalanmak olmayıp
dünyâlık maksatlarına, mal ve mevki elde etmeye seni vesîle, âlet etmek içindir. Bir kusur
ettiğinde, hakkında kötülük düşünenlerin ve düşmanlarının en azılısı olurlar. Zamânındaki
insanları tecrübe ettiğinde, onlarda bundan başka bir özellik bulmayacaksın.
Ey oğul! Sana sadâkat, bağlılık iddiasında bulunanların, yaptıkları iyilikleri başına
kaktıklarını görürsün. Çünkü sadâkat ve bağlılık adına yaptıkları az bir iyilik karşılığında
ağır, pek fazla bir hizmet ve karşılık beklerler, çok şey ümid ederler. Bu ümitlerine bir defa
olsun müsâde etmezsen derhal, gösterdikleri sevgi, sadâkat ve bağlılıklarını bırakırlar. Çok
defa onların isteklerinden yakanı kurtaramaz, arzularının hâsıl olması yolunda boşuna dînini
ve şerefini fedâ etmiş, yüz suyu dökmüş olursun.
Ey oğul! Eğer sana hakîkî dost arkadaş lâzım ise, Allah için sevenlerle beraber ol. Böyle
kimselerden dostluk ve kardeşlik bağı kurduğun kimseye, muhtâc olduğunda ihtiyacından
fazla malın varsa ver. Yahud onu kendinle beraber tut veya kendine tercih et. Beraber
olduğunuzda ve arkasından ayıplarını ört ve gizle. Kusuru olduğunda sabır ve tahammül et.
Hayatta iken ve vefat ettiğinde onu hayırla an.
Herkese bilhassa sana karşı olanlara yumuşaklık, alçak gönüllülük, güler yüzlülük ile
davranmaya gayret et. Sana, Rabbinden alıkoyan dünyalığa makam ve mevkıye kalbinin
meyletmemesini tavsiye ederim. Çünkü nefs, hevâ, nefsin arzu ve istekleri, şeytan ve dünya,
insanın dört düşmanı olup, herbirine karşı kullanılacak harb âletleri vardır. Nefsin silahı
tokluk, hapishanesi açlıktır. Hevânın silahı, çok konuşmak; sukût, konuşmamak ise, onun
zindanıdır. Dünyânın silahı insanlarla fazla berâber olmak, onlar arasında fazla bulunmak,
çâresi yalnızlık ve onlardan uzak kalmaktır. Şeytanın silâhı gaflet yâni Allahü teâlâyı
unutmak; ona karşı tedbîr, Allahü teâlâyı anmak ve hatırlamak, O'nun büyüklüğünü
düşünmektir. Zikir, Allahü teâlâya kavuşmakta en kısa yoldur.
Ey oğul! Bu nasihatlerimi iyi belle ve Allahü teâlânın nîmetlerine, sana yaptığı iyiliklere şükr
edenlerden ol...
1) Tehassür; (M. Zühdî; Derseâdet, 1308); s.9
2) Hadâik-ul-Verdiyye; s.259
3) Kastamonu Evliyâları; s.82
AHMED ES-SENÜSİ
AHMED ES-SENÜSİ
Senûsîlik hareketinin büyük mücâhid lideri. İslâm birlik ve kardeşliğinin en mükemmel
örneğini veren velî.
Ahmed es-Senûsî'nin soyu Peygamber efendimizin torunu hazret-i Hasan efendimize kadar
uzanmaktadır. Ceddi Seyyid Muhammed ibni Ali es-Senûsî, Kuzey Afrika'da İtalyan ve
Fransız istilâ hareketlerine karşı İslâm dünyâsının birlik ve berâberliğini temin maksadıyla
Senûsîlik tarîkatını kurdu. İlk defâ Derne civârında dağlık bir arâzide Zâviye-i Beyzâ adını
verdiği tekkesini tesîs etti. Mertliği, dînine bağlılığı ile kısa zamanda muhitinde geniş ilgi
topladı. Her taraf Senûsî tekkeleri ile doldu. Harekete dâhil olanlar öncelikle şahsî ahlâk ve
inançları bakımından en mükemmel bir seviyeye getirilirdi. Sonra da aynı üstünlüğü
etraflarına yaymak üzere faâliyete geçirilirlerdi. Fakat Senûsîlik hareketinin hedefi yalnız
KuzeyAfrika değil, bütün İslâm dünyâsıydı. Müslüman milletlerin sosyal, ekonomik ve
kültürel seviyelerinde muazzam bir inkılâp vücuda getirerek İslâm dünyâsını uyandırıp
kalkındırmak ve birleştirmek istiyorlardı.
Seyyid Muhammed 1895 yılında ölünce yerine oğlu Muhammed Mehdî es-Senûsî geçti.
Hareket onun zamânında alabildiğine genişledi. Bütün sâha kontrol altına alındı. Kısa
zamanda Güney ve Batı Afrika'da milyonla zencinin sistemli bir şekilde müslüman olmasını
sağladılar. Arabistan'a, Malezya'ya ve hattâ Hindistan'a tarîkatlarının mümessillerini
göndererek İslâm dünyâsı çapında bir uyanış sağlamaya çalışıldı. Senûsî tarîkatı âdetâ hakîkî
bir devlet hâline geldi.
1902'de ise Muhammed el-Mehdî'nin ölümü üzerine yeğeni Ahmed eş-Şerîf es-Senûsî
hazretleri daha büyük bir azimle dâvâyı eline aldı.
Ahmed eş-Şerîf, 1873'te Cağbûb'da doğdu. Babası Muhammed eş-Şerîf'tir. Küçük yaştan
îtibâren mükemmel bir tahsîl ve terbiye gördü. Din ilimlerinde âlim oldu. Her türlü silâh
kullanmakta mahâret sâhibi idi. Orduların sevk ve idâresinde fevkalâde meziyet sâhibiydi.
Tarîkatin başına geçtikten sonra faâliyetleri hızlandırdı. Her tarafa yayılan ihvanlar
(kardeşler) örnek ekonomik organizasyonlara girişerek, müşterek zirâî, sınâî ve ticârî
teşebbüsler kurdular. Her yerde okullar açarak örnek bir ahlâkın yenilmez îmânlı fertlerini
yetiştirdiler. Senûsîlik tarîkatı 1911'de İtalyanların Trablusgarb'ı ele geçirmek için giriştikleri
büyük askerî harekâta kadar tamâmen bir kültür hareketi olarak sulhçu metodlarla çalıştı.
Ancak Trablusgarb'ın tehdîd altına girmesiyle derhâl burayı müdâfaa mevkıinde bulunan Türk
kuvvetlerinin yanında yer aldılar. Türk askerlerinin gerilemeye mecbûr olmasından sonra da
memleketlerini dağlık mıntıkaya çekilerek azimle müdâfaa ettiler. Bu mücâdelelerde sayıca,
düşman kuvvetlerinin çok altında bulunmalarına rağmen cihân târihinin en büyük
kahramanlık örneklerini verdiler. Ahmed es-Senûsî, bu savaş sırasında ilk defâ, yayımladığı
beyannâmeleri, el-Hükûmetü's-Senûsiyeti'l-Celîle adı ile imzâlamaya başladı. Böylece
Senûsiye hareketini ilk kez bir devlet olarak îlân etti.
Birinci Dünyâ Savaşında İtalya müttefikleriyle harbe girince Senûsîler mecburî olarak onun
karşısında yer aldılar. 1915'te Mısır'ı işgâl eden İngilizlere karşı giriştikleri harplerde büyük
kayıplar verdiler. Ahmed es-Senûsî, Birinci Dünyâ Savaşının sonlarında Sultan Mehmed
Reşâd'ın isteği üzerine İstanbul'a geldi. O, son derece bağlı bulunduğu Osmanoğullarına ve
Türk milletine, İslâm dünyâsı üzerindeki nüfûz ve îtibârından istifâde ederek faydalı olmak
istiyordu. Fakat bir müddet sonra Mondros mütârekesinin imzâlanmasıyla son müstakil İslâm
devleti olan Türkiye'nin de Batı emperyalistlerinin taksimine mâruz kaldığını elem ve
dehşetle gördü.
Birinci Dünyâ Savaşında İngilizler, İslâm dünyâsını parçalayıp yutmak için çok kesif bir
câsusluk ve propaganda faâliyetlerine girişmişlerdi. Bu çalışmalar sonucunda Hint
müslümanlarının aşırı dostluk ve bağlılıklarına mukâbil Arap dünyâsında bâzı çözülmeler
başlamıştı. Birçok Arap liderlerine Osmanlı Devletinin yıkılmasıyla kurulacak devletlerden
taçlar vâdedilerek ayrılık telkin edilmekteydi. Sultan Reşâd Han sarsılan İslâm birliğini
"hilâfeti hâiz olan Türkler" etrâfında yeniden tesis ve takviye için Şeyh Senûsî hazretlerini
huzûruna kabûl etti. Ondan Müslüman Âlemini dolaşarak Hilâfet etrafında bozulan birliği
yeniden kurmasını ricâ etti. Gerçekten de o devirde müslümanların en fazla sözünü
dinleyecekleri şahsiyet gâyet haklı bir şöhrete mâlik olan Şeyh Senûsî hazretleri idi. Şeyh
hazretleri derhâl muvâfakat ederek Sultana, Türk milletine hizmete hazır bulunduğunu
bildirdi. Ancak tam İslâm Dünyâsını dolaşmaya çıkacağı sırada kendisini dâvet eden Sultan
Reşâd Han vefât etti. Sultan Vahideddîn'in cülûs merâsiminde bulunmak üzere seyâhat
ertelendi.
Osmanlı pâdişâhlarının saltanata çıkışlarında cülûs merâsimi denilen bir merâsim yapılırdı.
Bu merâsimde devrin en kıymetli İslâm âlimi tarafından Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin
türbesinde yeni pâdişâha umûmiyetle hazret-i Ömer'in kılıcı kuşatılırdı. Sultan Vahideddîn'in
cülûs merâsiminde ona bu kılıç Şeyh Ahmed es-Senûsî tarafından kuşatıldı. Şeyh hazretleri
pâdişâha kılıcı takarken şöyle duâ etti: "Cenâb-ı Hak'tan zât-ı şâhânelerine ömrü tavil (uzun
ömür), ecr-i cemîl (sevap) niyâz ederim, efendimiz."
Ancak bu sırada netîceleri îtibâriyle bir felâket olan Mondros mütârekesi imzâlanınca,
Pâdişâh, Senûsî hazretlerine maiyetiyle birlikte Bursa'da oturmasını irâde etti. Şeyh Ahmed
Senûsî hazretleri daha sonra yine Vahideddîn Hanın isteği üzerine Türk Kurtuluş Savaşında
çalışmak üzere Anadolu'ya geçti. Anadolu'yu, daha ziyâde doğu ve güney vilâyetlerimizi bir
bir dolaşarak halkı Ankara'ya bağlamaya çalıştı. Her gittiği yerde beyazlara sarınmış olarak
mahallî kıyâfetiyle kürsüye veya minbere çıkıyor, vâz ve irşâdlarıyla ordumuza gönüllüler
kazandırıyordu. Onun her sözü bir nasîhattı. Elinde kılıcı, at üstündeki hali, heybeti, Anadolu
Türk insanının üzerinde efsânevî tesirler meydana getiriyordu. Onun Kurtuluş Savaşındaki
vâz ve nasîhatları, halkı birliğe dâvet edişi yalnız Anadolu'da değil, bütün İslâm dünyâsında
derin akisler uyandırdı. Bu maksatla rastladığı gazetecilere Türk milletinin mücâdelesinin
meşrûluğunu ve bütün müslümanların kendilerini desteklemelerinin dînen vâcib olduğunu
ifâde eden kat'î beyânatlar vermekteydi.
Şeyh Ahmed Senûsî hazretleri, Kurtuluş Savaşının sonlarına doğru, bu hareketin kurmayları
arasında hilâfete ve halîfeye karşı başgösteren soğukluk üzerine Anadolu'da daha fazla
durmayı uygun bulmadı. Büyük bir üzüntü içerisinde Ankara'dan ayrılarak Arap
memleketlerine gitmek üzere yola koyuldu. Giderken söylediği şu sözler onun siyâsî bir dâhi
olduğunu göstermektedir:
"Bugün İslâm milletleri arasında en kuvvetli ve haşmetlisi ve dînî vahdet ve idâre yönünden
en ümit vericisi Türk Milleti'dir. Binâenaleyh, bütün İslâmî harekât ve dayanışmanın kuvvet
merkezi Türkiye olmalıdır. Kahraman Türk Milletini bu yakın alâka ve yardıma, dayanışmaya
ve bu çok mühim vazîfeye ehil kılan birçok târihî ve stratejik imtiyazlar vardır. Hilâfeti temsil
etmiş olması, bütün İslâm âleminin kalbgâhı olan Haremeyn ve civârının hâdim ve hâmisi
olmak şerefine sâhip bulunması ve bütün emânât-ı mukaddeseyi hâlâ uhdesinde mahfûz
bulundurması, asırlar boyunca İslâm'ın alemdârlığını yapması ve onu, İlâhî bir lütufla her
türlü tehlike ve saldırıdan koruması ve nihâyet hâli hazırdaki tutumun hâlâ ümid verici olması
gibi sebepler, bu büyük milleti bugün de İslâmî hareket ve dayanışmanın ve İslâm âlemi için,
düşünüp çırpındığımız topyekün bir kurtuluşun yegâne kuvveti, rehberi ve lideri olmaya sevk
etmektedir.
Türkiye'nin ve İslâm Âleminin kurtuluşu Allahü teâlânın izniyle, ancak Müslüman Türk
Milleti sâyesinde mümkün olabilir ve böyle olacaktır."
Şeyh Ahmed es-Sünûsî hazretleri Türkiye'den ayrıldıktan sonra Şam'a gitti. Yaygın şöhreti ve
ziyâretçilerinin çokluğu yüzünden kendisinden korkan Fransızlar, onu Şam'ı terke zorladılar.
Buradan Filistin'e geçti. Orada da İngilizler kendisinden çekinip, endişelendiler. Artan İngiliz
baskısı yüzünden Mekke'ye geçti ise de vehhâbî inancında olan İbn-i Suûd'la anlaşamadı.
Sonunda Yemen imamlığı ile Suûd krallığı arasında tampon bir devlet olan Asîr'e çekildi.
Burada Senûsî şeyhlerinden İdris es-Senûsî'nin torunu olan başka bir İdris es-Senûsî
hükümdârdı. Ancak Asîr'de lâyık olduğu hüsn-i kabûlü gören Ahmed es-Senûsî, 10 Mart
1933 (H.1352)'te vefâtına kadar burada kaldı.
Şeyh Ahmed es-Senûsî hazretleri Tarsûs Gazetesi muhabirine memleketin içine düştüğü
durumun sebeplerini ve kurtuluş çârelerini şöyle belirtmiştir.
"Bu memleketin istikbâli her şeyden evvel ve her şeyin üstünde İslâmiyet'in ahlâkî
prensiplerine dayanmaktadır. Bu prensipler üzerindedir ki şanlı yarının, geleceğin binâsını
kuracağız. Evet bu memleketin istikbâli, dînimizin hükümlerine uymakta yasaklarından
sakınmaktadır. Bu din en yüksek medeniyet, fikir ve ahlâk dînidir. Bize saâdet evini, yurdunu
bağışlayan ancak bu dindir. Dînimiz bize adâleti, iyiliği, icâdı, ictihâdı, vatan muhabbetini,
çalışmayı ve izzet-i îmânımızın muhâfazasını emrediyor. Dînimiz en ahlâkî ve ictimâî bir
dindir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için
gönderildim." buyuruyorlar. Dînimiz fuhşiyâttan, müskirâttan, sefâhetten, tefrikadan,
tembellikten, cehâletten ve bütün kötü ahlâklardan nehyediyor. Görülüyor ki din, bütün
hakîkatıyla güzel ahlâkla amel etmektir.
Bizim gücümüzü kıran ve şevketimizi yıkan, düşmanlarımızı üstün eyleyen en büyük sebep,
hiç şüphesiz ki dînimizi ihmâl etmekliğimizdir. Hissiyâtımıza mağlûb olmaklığımızdır. Bu
durum işlerimizin ve ihmallerimizin neticesi olarak bize acı bir ders oldu. Artık şimdi
kendimizi ıslah etmek bize vazifedir. Yoksa büyük zaferin bize hazırladığı gâyeye ulaşmak
müyesser olmaz. Din neyimizdir? Din hayatımızdır, onsuz hayat olamaz."
1) Sarıklı Mücâhidler; s.264-281
2) Tasavvuf ve Tarîkatler; s.171
3) Osmanlılarda Devlet-Tekke Münâsebetleri; s.230-231
23 Haziran 2013 Pazar
Ebûl Vefa Hazretleri
Ebûl Vefa Hazretleri
İstanbul'un alındığı, Bizans'ın yıkıldığı yıllardır. Ama Akdeniz huzursuzdur hâlâ. Rodoslu çapulcular Bahr-ı Sefid'in çıbanıdırlar. Evet bu adada güzel üzüm yetişir ve nefis zeytin olur. Ama ada sakinleri bağla bahçeyle uğraşmaz. Ticaretten ve sanattan da uzaktırlar. İyi bildikleri tek iş vardır: 'Yol kesmek!'
O yıllarda Rodoslu haydutlar ticaret gemilerini yağmalar, sahil köylerini basarlar. Zahmetsiz kazandıklarını saza, şaraba yatırırlar. Liman kenarındaki batakhaneler eşkıya kaynar. Bu işrethanelere abone olabilmenin tek yolu vardır: Daha fazla soygun yapmak, daha fazla can yakmak.
İşte günün birinde, içinde Ebûl Vefa hazretlerininde bulunduğu hac kafilesi şakilerin saldırısına uğrar. Mübâreğin kaybedecek bir şeyi yoktur. Hepi topu üç beş ölçek hurma, birkaç testi zemzem. Ama korsanlar insan sarrafıdırlar. Müminlerin ona gösterdiği hürmeti gözden kaçırmazlar. Böylesi asil biri para etse gerekdir. Öyle ya, Osmanlı âliminin uğruna neler vermez ki?
ZİNDANI AYDINLATAN NUR
Mübârek kendisini hapise tıkan zalimlere kızmaz. 'Bunda da bir hayır olmalı' der, büker boynunu. Hatta acıma duygusu ağır basar. 'Ah!' der, 'Ah bir hakikatleri görebilseler!'.
İnsan haydut da olsa insandır. Nitekim zindancı bu büyük velinin yüzündeki şefkati yakalar, veya o şefkate yakalanır. Cezayı göze alır, zincirlerini çözer, onu aydınlık bir koğuşa taşır. Uzun kış geceleri ocak başında sohbet ederler.
Mübarek kısa sürede Rumca öğrenir, muhafızlarla dost olur. Hastalarını tedavi eder, dertlerini dinler. Bir muhabbet köprüsüdür kurar gönüllere. Şövalyeler bu iltiması görmezden gelirler, zira bu rehineden yüklüce bir fidye beklerler.
Kahramanoğlu İbrahim Bey, bir Ebûl Vefa sevdalısıdır. Mübareğin Rodoslular'ın elinde olduğunu öğrenince beyninden vurulmuşa döner. İstenen meblâğı tez günde denkleştirir, koşar adaya.
RUMLARLA KOMŞULUĞU SEÇEN VELİ
Ebûl Vefa Hazretlerinin ayrıldığı gün zindancı bir hoş olur. Bu küflü dehlize böylesi bir bilge gelmemişdir. Ve bundan böyle zor gelir. Hapiste geçirdiği günler Ebûl Vefa Hazretleri'ne çok tesir eder. İstanbul'da Rumların kesif olduğu bir semte (Vefa'ya) dergahını kurar ve bu insanlara kapılarını açar. Bıkıp usanmadan hakkı tebliğ eder. Gülene de anlatır, sövene de. Kimi dergâha râm olur, kimi aleyhinde konuşur. Mübarek güler yüzlü ve nüktedandır. En çetrefil meseleleri basite indirger ve maharetle nakşeder zihinlere.
Ebûl Vefa'nın Fatih'e karşı hususi bir sevgisi vardır. Onu bir kere bile görmez ama geceler boyu dua eder. Genç Sultan'ı güçlü tasarrufu ile kuşatır ve ona manevi zırh olur. Fatih bu himmeti iliklerine kadar hisseder. Rüyalarını nur yüzlü veli süsler. Günün birinde dayanamaz, dergahın kapısını tıkırdatır. Ancak Ebûl Vefa Hazretleri 'Hayır!' der, 'Görüşmesek daha iyi.'
Koca sultan yüzgeri giderken mübârek hıçkırmaktadır. Bir hüzündür çöker mekâna. Talebeleri muammayı çözemezler. Sıradan Rumlar'ın bile kıymet verilip, buyur edildiği bir tekkenin kapısı cihan padişahına neden açılmaz? Nitekim içlerinden biri dayanamaz. 'Bağışlayın ama efendim' der, 'Hem hünkârı üzdünüz, hem kendiniz üzüldünüz. Bunun bir hikmeti olsa gerek?'
Mübârek 'Doğru söylüyorsun.' der, 'Ama aramızdaki muhabbet vazifelerimizi unutturacak kadar fazla. Eğer o, sohbetin tadını alırsa sarayda duramaz, sultanlık çelik çomak oyunu gibi basit gelir gözüne. Korkarım tacı tahtı bırakır, dervişliğe kalkışır.' (Hatırlayacaksınız Fatih'in dervişliğe olan meylini ilk keşfeden ve yüz vermeyen Akşemseddin'dir.)
ASIRLAR SONRA
Ebûl Vefa Hazretleri bulunduğu semtte çok sevilir. Mahalle halkı mübareğin naaşına sahip çıkar, dahası güzel bir camiyle adını yaşatırlar. İşte bu gün bile Unkapanı, Fatih, Süleymaniye arasında kalan muhit onun adıyla tanınır. Esnaf ona Fatiha okumadan dükkan açmaz, çocuklar okul yolunda bir lahza durur, mırıl mırıl dua okurlar.
İnsanın 'şu işe bakın!' diyesi geliyor, koca koca imparatorlar silinip gidiyor, Allah dostları hatırlanıyor daima.
Kaynak: Huzura Doğru
Düşünen sahip olduğu nimetin farkına varır
Düşünen sahip olduğu nimetin farkına varır
İsa aleyhisselam bir ağacın altında dua eden birini gördü. Dikkatlice baktığında adamın ayakları yürümeyen bir kötürüm olduğunu anladı. İki gözü de görmüyordu. Vücudunda ise baras hastalığı olduğu anlaşılıyordu. Ama adam bütün bunlara rağmen ellerini kaldırmış mutluluktan uçacakmış gibi dua ediyordu:
– Ey nice zenginlere vermediği nimeti bana ikram eden Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!.. Hazret-i İsa kötürüm adama yaklaştı:
– Ayağın yürümüyor, gözün görmüyor. Bedenin de sıhhatli görünmüyor? Buna rağmen çoğu zenginlere verilmeyen nimetlerin sana verildiğini düşünmekte, bunun için de büyük bir mutlulukla şükretmektesin. Hangi nimettir nice zenginlere verilmediği halde sana verilen?
Kapalı gözleriyle sesin geldiği yana yönelen kötürüm adam dedi ki:
– Efendi! Allah bana öyle bir kalp vermiş ki, o kalple Onu tanıyorum. Öyle de bir dil vermiş ki, o dille de ona şükrediyorum. Halbuki, dünyanın serveti elinde olan nice zenginler var ki, kalbinde Onu tanıma sevinci, dilinde de Ona şükretme mutluluğu yoktur. Ama gel gör ki, ayakları topal, gözleri kör, bedeninde hastalıklar bulunan bu kötürüm adama Rabbim, bu sevgiyi ihsan eylemiş, bu nimetin farkına varma tefekkürünü nasip eylemiş. İşte bunu düşününce kendimi tutamıyor da:
– Nice zenginlere vermediği nimeti bana veren Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun! Diye teşekkürden kendimi alamıyorum.
Kafa gözü kapalı da olsa kalp gözü açık olan bu adama yaklaşan İsa aleyhisselam:
– Ver şu elini öyle ise! diyerek elinden tutar, eğilerek görmeyen gözlerinden öper.
Peygamberin dudaklarının değdiği gözler anında açılır. Karşısındakinin İsa aleyhisselam olduğunu görünce heyecanlanan adam:
– Sen şu ölüleri dirilten, hastalara şifalar bahşeden mucizelerin sahibi Peygamber değil misin? der. İsa Peygamber:
– Belli olmuyor mu? deyince:
– Gözlerimden belli oluyor da ayaklarımdan henüz belli değil, der. Tebessüm eden Hz. İsa:
– Sen hele bir ayağa kalkmayı dene! Deyince, silkinen kötürüm adam dimdik ayağa kalkar.
Ayakları üzerine dikilebildiğini anlayınca söylediği ilk sözü şu olur:
– Ey Allahın Nebisi, sendeki bu mucizeler de O’ndan değil mi? Öyle ise izin ver de geç kalmayayım, O’na şükredeyim, diyerek hemen yere iner, başını secdeye koyar ve der ki:
– Rabbim! Seni tanıyan bir kalple, şükreden bir dil nimetinin şükrünü yapmaktan acizken, şimdi gören bir çift gözle, yürüyen iki de ayak da lütfettin. Artık bilemiyorum nasıl şükretmem gerekiyor bu eşsiz nimetler karşısında?
Bu sırada çevreden toplanan halk, gösterdiği bu mucizelerden dolayı İsa aleyhisselamın elini öpmek isterler. Ama Allahın Nebisi işaret eder:
– Benim değil secdedeki şu kötürüm adamın elini öpün!..
Derler ki:
– Onu secdeye indiren nimetlere biz baştan beri sahibiz. Ama hiç birimiz onun duyduğu gibi bir mutluluk duymadık.
– Öyle ise, der, tefekkür edin, siz de düşünün.
Sözünü şöyle bağlar Allahın Nebi’si:
– Düşünen sahip olduğu nimetin farkına varır. Düşünmeyen ise kendisini mahrumiyette sanır!
Kaynak: Yeni aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları
AHMED BİN SELMAN EN-NECCAD
AHMED BİN SELMAN EN-NECCAD
Âlimlerin meşhurlarından. Hadîs ve fıkıh ilminde, zamânının en önde gelen âlimlerinden idi.
İsmi Ahmed bin Selmân bin Hasan bin İsrâil bin Yûnus'tur. Künyesi, Ebû Bekir'dir. "Neccâd"
lakabı ile meşhûr olmuştur. 867 (H.253) senesinde Bağdât'ta doğdu. 959 (H.348) senesi
Zilhicce ayının son günlerinde vefât etti. "Bâb-ı Harbiyye" kabristânlığına defnedildi. Birçok
âlimden ilim aldı. Hanbelî mezhebindeki meseleler kendisinden sorulup, fetvâ istenirdi. Çok
eseri vardır. Yaşadığı devirde, Irak'taki Hanbelî âlimlerinin en büyüğü idi. Ömrünün sonuna
doğru gözleri görmez oldu.
İlim öğrenmek için birçok yere yaya ve yalınayak gitti. O; Yahyâ bin Câfer bin Zeberkân,
Ahmed bin Melâ'ib, el Muhrimî, Hasan bin Mükrim el-Bezzâr, Ebû Dâvûd-ı Sicistânî, Ebû
Kilâbe er-Rakkâşî, Ahmed bin Muhammed el-Berkî, Kâdı İsmâil bin İshâk, Ebü'l-Ahvas
el-Abkârî, Muhammed bin Süleymân el-Bâgendî, Ebû İsmâil et-Tirmizî, Câfer bin
Muhammed bin Şâkir es-Sâyıg, Bişr bin Mûsâ, Ahmed bin Hayseme, Hâris bin Ebî Usâme,
Abdullah bin Ahmed bin Hanbel ve daha pek çok âlimden bizzât dinleyerek ilim öğrendi.
Çok büyük bir âlim olarak yetişti. İlim ve gönül ehlinin sohbetinde kemâle geldi. İlmi
toplayıp, yaymaya başladı. Hazret-i Ömer bin Hattâb'dan rivâyet edilen hadîs-i şerîfleri
Müsned adlı kitabında topladı. Çok sağlam bir hadîs râvisiydi. Resûlullah'ın hadîs-i
şerîflerini, sünnetlerini, Peygamberimizin yapılmasını övdüğü, yâhut devâm üzere yaptığı,
yâhut da yapılırken görüp de mâni olmadığı şeyleri içine alan çok büyük bir eser hazırladı.
İlim öğrenmek ve hadîs-i şerîf ezberleyip rivâyet etmek husûsunda, çok gayret sâhibi idi.
Nâlınlarını, ayakkabılarını eline alıp öyle dolaşırdı. Ebû Hasan bin Razkaveyh, onun için:
"Ebû Bekr en-Neccâd, ilimde meşhûr muhaddis ve büyük âlim Saîd'in oğlu diye meşhûr
oldu." dedi. Çünkü Ebû Bekr en-Neccâd, ondan çok hadîs-i şerîf aldı. Onun rivâyet yolundan
ayrılmadı. Ondan işitip rivâyet edenlerin bütün ilimlerini, eserlerinde topladı. Yahyâ bin Saîd
bunlardandır. Ahmed bin Selmân Saîd'den çok ilim aldı. Bu ikisinden herbiri, çok hadîs-i
şerîf bilmek bakımından zamânının önde gelenlerindendi.
Ebû Ali bin Savvâf diyor ki:
Ebû Bekr bin Neccâd, bizimle berâber, hadîs-i şerîf öğrenmek için muhaddis âlimlere gelirdi.
Nâlınını elinde taşıyarak yürürdü. Kendisine; "Nâlınını niçin giymiyorsun?" diye
sorulduğunda; "Resûlullah'ın hadîs-i şerîflerini öğrenmek yolunda yalınayak olduğum hâlde
yürümeyi seviyorum. Çünkü Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; Dikkat ediniz! Kıyâmet
gününde, cebbâr ve mülk sâhibi olan Allahü teâlânın huzûrunda, hesap vermesi en kolay
olacak kimseyi size haber veriyorum! Onlar, iyi işlere iki ayağı üzerinde yalınayak yürüyerek
koşan kimselerdir. Cebrâil aleyhisselâm bana haber verdi ki, Allahü teâlâ, hayır talebinde
yalınayak yürüyen kuluna rahmeti ile nazar eder, buyurmuştu." diye cevap verdi.
Kendisinden de Ebû Bekr bin Mâlik el-Kutay'î, Dâre Kutnî, İbn-i Şâhîn, Hâkim en-Nişâbûrî,
İbn-i Münde, Ebû Hasan bin Razkaveyh, Ebû Hüseyin bin Bişrân ve onun oğlu Ebû Kâsım,
Ebû Ali bin Şâzân, Ebû Bekr bin Merdeveyh ve daha birçok âlim ilim aldılar, hadîs-i şerîf
rivâyetinde bulundular. Ondan ilim almak için gelenler, Bağdât'taki Câmi-i Mensûr'da Cumâ
günleri iki halka hâlinde dururlardı. Namazdan öncekiler, Ahmed bin Hanbel'in mezhebine âit
fıkhî meselelerde fetvâ almak için toplanırlardı. Cumâ namazından sonrakiler de, ondan
hadîs-i şerîf yazmak için gelirlerdi. Böylece o, rivâyetlerini çok genişleten kimselerden oldu.
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler çok yere yayılmış oldu. O, bu câmide hadîs-i şerîfleri yazdırarak
öğretmeye başladığı zaman, onun ilim halkasındaki insanların çokluğundan câminin iki kapısı
da ağzına kadar dolardı. Bu halkada, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in oğlu Abdullah ve Mâlik de
bulunup hadîs-i şerîf yazarlardı.
Ahmed bin Selmân çok ibâdet eder ve bütün vakitlerini oruç tutarak geçirirdi. Ebû İshâk-ı
Taberî diyor ki: "Ahmed bin Selmân devamlı oruç tutar ve her akşam bir mikdâr yufka
ekmeği ile iftar eder, hattâ ondan bir kısmını ayırırdı. Cumâ gecesi olduğu zaman, ayırdığı bu
yufka ile sadaka dağıtır, böylece daha çok fazîlete, sevâba kavuşmak isterdi."
Ebû Ali bin Savvâf anlatıyor:
Muhammed bin Ali bin Hubeyş bize şöyle bildirdi. 959 senesinde bir gece Kur'ân-ı kerîm
hâfızlarından birisi bir rüyâ görmüştü. O, rüyâsını bana anlatarak dedi ki: "Nehr-i tâbık
Mescidinde idim. Orada Muhammed el-Cüneyd ile Ebü'l-Hasan bin Bişâr da bulunuyorlardı.
Yanlarına nûrânî yüzlü, o zamâna kadar hiç görmediğim bir genç geldi. Onlarla berâber
namaz kıldı. Sonra kalktılar, selâmlaşıp kucaklaştılar. O zât, tekrâr namaz kıldı. Secdede
ağlıyarak, Allahü teâlâya yalvarıp yakarıyordu. O sırada yanıma Câfer bin Muhammed
el-Huldî geldi. Huldî'ye, bu zâtın kim olduğunu sordum. O da, Resûl aleyhisselâm olduğunu
bildirdi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, Câfer-i Huldî'ye beni işâret ederek buyurdu ki:
"Ümmetime, Ebû Bekr Ahmed bin Selmân'ın nasîhatlarını dinlemelerini söylesin. Onunla
beraber halîfeye gitsinler ve müslümanlara desinler ki: "Yakında aramızda büyük fitnelere
sebeb olacak hâdiseler ortaya çıkacaktır. Zinâ etmek, livata yapmak, şarap içmek, söz verip
sözünden dönmek, fâiz alıp vermek ve Eshâbıma dil uzatmak günahlarını terk edip,
bunlardan vazgeçmezseniz veya tövbe etmezseniz, büyük sıkıntılara düşüp azaplarla
karşılaşacaksınız." Yatağımdan fırlayarak uyandım. Sabah olmuştu. Abdest alıp mescide
gittim. Sabah namazını kıldıktan sonra, cemâata rüyâmı anlattım ve onlara; "Ey müslümanlar!
Bu, Allahü teâlânın bana bir emânetidir ve sizlere duyurmam benim için elbette lâzımdır. Bu
emâneti boynumdan çıkarıp, sizin boyunlarınıza havâle ediyorum. Sizler, istenilenlere uyup,
men edilenlerden sakınmalısınız. Sizlere duyurmam istenilen şeyleri, tebliğ ederek vazîfemi
yerine getirdim. Allah rızâsı için bunlara uyunuz!" dedim.
Ahmed bin Selmân, başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:
"Bir zamanlar çok daralmıştım. İbrâhim el-Harbî'nin yanına gittim ve içinde bulunduğum
durumu bildirdim. Bana şöyle anlattı: Bir zamanlar ben de çok sıkışık bir durumda kalmıştım.
Yanımda bir kırattan (0,24 gr.) başka bir şeyim yoktu. Hanım bana: "Kitaplarını kontrol et.
Kendisine ihtiyaç duymadıklarını ayırıp sat!" dedi. Ben de, günün son namazı olan yatsıyı
kıldığım ve dehlize oturup yazmaya başladığım zaman, yolun üzerindeki kapı çalınmaya
başladı. Bu da kim? diyerek kapıya vardım. Bana seslendi. Kapıyı açtım. Bana: "Lambayı
söndür!" dedi. Ben de dediğini yaptım. Dehlize yanıma girdi. Oraya sırtındaki bir çuval yükü
bıraktı ve bana; "Bil ki, biz çocuklar için yemek temin ederek durumlarını düzelttik. Senin ve
çocukların için lâzım olan şeyi hazır ettik. Bu son şey odur." dedi ve ilk yük denginin yanına
ikinci bir şey daha yere koydu. Bana; "Onu ihtiyâcına harca!" dedi. Halbuki ben, bu adamı
tanımıyordum. Sonra yanımdan ayrıldı. Hemen hanımı çağırdım ve ona: "Lâmbayı getirip
yak!" dedim. O da hemen geldi. Bir de baktık ki, içinde ortalama elli çeşit yiyecek bulunan
çok kıymetli bir mendile sarılmış bir bohça!Onun yanına konulan da, içinde bin dinâr bulunan
bir para kesesiydi." O bana bu hâdiseyi anlattıktan sonra, ben yanından kalkıp gittim. Ahmed
bin Hanbel'in kabrini ziyâret ettim. Sonra dönüp gelirken baktım ki, bir hendeğin yanında
yürüyorum. Komşularımızdan yaşlı bir kadın, bana yaklaştı ve: "Ey Ahmed!" diye seslendi.
Hemen cevap verdim. Bana: "Sana ne oluyor ki, kederleniyorsun?" diye sordu. Ben de
durumumu ona haber verdim. Bunun üzerine bana: "Senin annen bana ölmeden önce 300
dirhem para bırakmıştı ve bana da: Bunu yanında sakla! Sen benim oğlumu sıkışık ve
üzüntülü hâlde gördüğün zaman, ona verirsin" demişti. Şimdi benimle gel, onları sana
vereyim." dedi. Nihâyet onunla berâber evine gittim. Çıkarıp onları bana verdi. Böylece
sıkıntıdan kurtuldum."
1) Tabakât-ül-Hanâbile; c.2, s.7
2) Târih-i Bağdâd; c.4, s.189
3) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.235
4) Tezkiret-ül-Huffâz; c.3, s.868
5) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.376
6) El-A'lâm; c.1, s.131
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.371
AHMED SAYYAD
AHMED SAYYAD
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Ebü'l-Hayr es-Sayyâd, künyesi Ebü'l-Abbâs'dır.
Sayyâd lakabıyla anıldı. Yemen'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Çok kerâmetleri
görüldü. 1183 (H.579) senesinde, vefât etti. Zebîd şehrinde Bâb-ı Sihâm kabristânlığına
defnedildi. Kabri ziyâret mahalli olup, üzerine büyük bir türbe binâ edilmiştir. Kabrini ziyâret
edenler istifâde etmekte, hastalar şifâ bulmaktadır.
Ahmed Sayyâd, gençliğinde herkes gibi gününü gün ederdi. Yirmi yaşlarında iken; bir gece
rüyasında birisi geldi ve; "Ey Sayyâd kalk namaz kıl." dedi. Fakat o, abdestin nasıl alınıp,
namazın nasıl kılınacağını bilmiyordu. Hemen kalktı ve sorarak abdestin alınışını, namazın
kılınışını öğrendi ve ibâdete başladı.
Bir defâsında kendisinden halinin değişmesine sebeb olan hâdise soruldu. Buyurdu ki: "Bir
gece uyurken rüyâda bir kişi geldi ve "Ey Sayyâd kalk!" dedi. Ben de kalktım. Ne göreyim bir
şahıs karşımda duruyor. "Beni tâkib et." deyip, beni Zebîd şehri câmisine götürdü. Orada
saflar hâlinde durmuş namaz kılan insanlar vardı. Hepsi bembeyaz elbiseler giymişlerdi.
Herbirinin alınları, gözleri kamaştıran şekilde parlıyordu. O kişi bana; "Haydi abdest al,
onlarla berâber namaz kıl." deyince; abdest alıp, birlikte namaz kıldım. İbâdetimiz tan
ağarıncaya kadar sürdü. Sonra hepsi kayboldu. Nereye gittiklerini bilmiyorum. Uzun bir süre
o câmide kalıp ibâdet ettim. Bu arada, o kişi bâzan bana yiyecek, içecek ve tatlılar getirir;
"Buyur ye!" derdi. Ben de; "Bir şey istemem." deyince kaybolurdu. Evime, çoluk çocuğumun
yanına geldiğimde, evdekiler; "Bunları birisi getirdi." derlerdi.
Ahmed Sayyâd, tasavvuf yolunun edeb ve bilgilerini Fakîh İbrâhim el-Feşelî'den öğrenip
kemâle geldi, olgunlaştı. Kerâmetleri görüldü. Çok ibâdet eder, uzun süre secdede kalırdı.
Ahmed Sayyâd hazretleri bir gün kabristânda uyuduğu bir zamanda, kuvvetli bir ses ile
uyandı. Aklı başından gitti. Bir süre kimseyi tanımadı. Onun çeşit çeşit halleri vardı. Bâzan
alnını secdeye koyar, saatlerce böyle kalırdı. Bir zamanlar gözlerinden birine perde inmişti.
Bâzıları bunun sebebini sorup güldüler. Ahmed Sayyâd hazretleri, eliyle perdelenen gözünü
mesh etti. O esnâda eskisinden daha iyi görmeye başladı. Oradakiler, özür dileyerek tövbe
ettiler.
Şeyh İbrâhim bin Beşşâr, Ebü'l-Abbâs Ahmed bin Ebü'l-Hayr hazretlerinin önde gelen
talebelerinden olup, onun kerâmetlerini üstün hâllerini nakletmiştir.
Sevenlerinden biri anlatır: "Bir gün kalabalık bir cemâat olarak "El-Fâze" mescidine gittik.
Ahmed Sayyâd hazretleri de orada idi. Yanında bir genç vardı. Ona; "Bu sizin talebeniz
midir?" diye sorunca, bize cevap vermedi. O zaman gence; "Bu zât sizin hocanız mıdır?" diye
sorduk. Genç; "Evet." dedi. Biz de; "Ey Ahmed Sayyâd! Bu genç size talebe oldu." dedik. O
zaman; "Evet, talebemdir." buyurdu. Biz de; "Eğer bu sizin talebeniz ise, ona emredin denizin
üzerinde yürüyüp, o dağdan bir taş getirsin." dedik. Sonra deniz kenarına gitti ve gence
hitâben; "Yavrum, su üzerinde yüreyerek git ve dediklerimi getir." buyurdu. Genç, yerde gider
gibi denizin üzerinde gitti ve istediğimizi getirdi. Cemâat olarak böyle bir istekte
bulunduğumuz için çok pişman olduk ve özür diledik. O da, bizim özrümüzü kabûl buyurdu
ve bize duâ etti."
Ahmed Sayyâd hazretleri, bir gün kalabalık bir toplulukta sohbet ediyordu. İçlerinden biri
şöyle düşündü: "Bâzı evliyâ çok kerâmet gösteriyor. Bu zâtın kerâmetini göremiyoruz. Bir
çok evliyâ, uçarak hacca gidiyor, arslanlar onlara hizmet ediyor. Bunda böyle hâllerin
görünmemesinin sebebi nedir ki?" Ahmed Sayyâd hazretleri; "Kerâmet göstermek şart
değildir. İstesek Allahü teâlâ bize de birçok kerâmetler ihsân eder. Fakat biz böyle kalmayı
istiyoruz." buyurdular.
Ahmed Sayyâd hazretlerine birçok hasta getirilir, duâ etmesi istenirdi. Duâ ettiği kimseler,
Allahü teâlânın izniyle iyileşip giderlerdi.
İbrâhim bin Beşşâr anlatır: "Bir gün cemâat hâlinde Ahmed Sayyâd hazretlerinin huzûrunda
idik. İçeriye, Kâdı Ebû Bekr bin Ebî Ikâme girdi. Ahmed Sayyâd hazretleriyle bir süre sohbet
etti. Sonra kalkıp cemâate, "Beni biraz dinleyiniz. Size bâzı şeyler söyliyeceğim. Ahmed
Sayyâd hazretleri, bir gün benim içinde bulunduğum bir topluluğun yanına geldi. O esnâda
herkes ayağa kalktı. Ben de orada olanlara uyarak ayağa kalktım. Sonradan cemâate; "Niçin
ayağa kalkıyorsunuz? O âlim değil. Ümmî birisidir." dedim. Oradakiler, bana onun
büyüklüğü hakkında bâzı şeyler anlattılar. Ben de; "Ona İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin
kitabından bir şey sorulsa bilemez." dedim. Bir saat sonra Ahmed Sayyâd hazretleri geri
döndü. Herkes yine ayağa kalktı. Ben de onlara uyup kalktım. Bana dönüp buyurdu ki: "Kâdı
efendi, bâzı kimseler benim hakkımda, bu zât için niçin ayağa kalkıyorsunuz. O âlim değil,
ümmî birisidir. Kendisine İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin el-Vasît, el-Basît kitaplarından bir şey
sorulsa anlayamaz bile diyorlar. Şimdi o meseleler, şöyle şöyle şöyledir." diyerek sonuna
kadar îzâh buyurdu. Sonra kendisinden özür dileyerek tövbe ettim. "Ey cemâat işte bu zâtın
kıymetini bilelim." dedi.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.294
2) Tabakât-ül-Havvâs Ehl-üs-Sıdk vel-İhlâs (Ebü'l- Abbas Şercî, Zebîdî); s.17
22 Haziran 2013 Cumartesi
EBABİL KUŞLARI
EBABİL KUŞLARI
Habeşistan Krallığı'nın Yemen valisi olan Ebrehe, milâdî 570 yıllarında San'a şehrinde, 'Kulleys' adı verilen muhteşem bir kilise yaptırmıştı. Maksadı, Kâbe ziyaretine rağbet gösteren Arapların ziyaretlerini oraya çevirmekti. Bu duruma tepki gösteren bir adam da, gecenin birinde Kulleys'e girip içine pislemişti. Bu hakarete çok öfkelenen ve koyu bir hıristiyan olan Ebrehe, gidip Kâbe'yi yıkmaya karar verdi. Topladığı onbinlerce asker (altmış bin olduğu söylenir), Mahmud adlı büyük bir fil ve daha başka fillerle Mekke'ye doğru yola çıktı. Önüne çıkan bazı kuvvetleri de mağlup ederek ilerledi. Taif şehrine gelince askerlerin bir kısmını Mekke'ye gönderdi. Onlar da Peygamber s.a.v.'in dedesi ve Kureyş'in reisi Abdülmuttalib'in ikiyüzü aşkın devesiyle ahalinin hayvanlarını sürüp götürdüler.
Bu olayın peşinden Abdülmuttalib, gidip Ebrehe'yle görüştü, develerinin geri verilmesini istedi. Ebrehe dedi ki:
- Benden develerin istiyorsun da, Kâbe'den hiç söz etmiyorsun. Halbuki ben onu yıkmaya geldim.
- Ben develerin sahibiyim. Kâbenin de onu koruyacak sahibi vardır!
Bu görüşme sonunda develer geri verildi. Mekke halkı bu güçlü orduyla savaşamayacağı için, anlaşma gereği dağlara çekilip neticeyi beklemeye başladı.
Ebrehe ordusu büyük fili önden sürerek Mekke sınırına dayandı. Kâbe'yi halatla bağlayıp fillerle çekerek yıkmak istiyorlardı. Bu sırada Ebrehe'nin yol kılavuzlarından Nüfeyl b. Habib, koca filin kulağından tutarak şöyle bir şey söyledi, sonra da koşarak dağa çıktı:
- Ey Mahmud çök! Sakın ileri gitme, sağ salim geriye dön!
Mekke'ye girişte büyük fil direndi, zorlanınca yere yattı. Onu bir türlü Kâbe cihetine yürütemediler. O anda sürü halinde ebabil kuşları ortaya çıktı. Her birinin ağzında ve ayaklarında nohut gibi birer taş vardı. Bu taşları ordu üzerine mermi gibi boşalttılar. Kime rastlarsa delip geçiyordu. Askerlerin çoğu öldü; 'Fil Ordusu' dağılarak Yemen'e döndü. Ebrehe de dönüşte öldü. Kâbe ise olduğu gibi kaldı. Kur'an'da Fil Suresi bu olayı anlatır.
DUA İÇİN RİCA
DUA İÇİN RİCA
Bir şahıs, heyecan ve ıstırapla, İmam Sadık (a.s)ın huzuruna gelerek:
- Ne olursunuz efendim, Allah'a bana daha fazla rızık vermesi için dua da bulunun, çünkü çok yoksulum, dedi.
İmam:
-Hayır, asla dua edemem buyurdu.
-Niçin edemezsiniz efendim?
-Zira Allah bu iş için bir yol tayin etmiştir; rızk peşinden koşun ve onu elde edin diye de emir buyurmuştur. Halbuki sen evinde oturup, dua etmek suretiyle, rızkın senin peşinden gelmesini istiyorsun.
AHMED SATİHA
AHMED SATİHA
Mısır evliyâsından. İsmi, Ahmed es-Satîha el-Mısrî'dir. Aslen Mısır'da bulunan Betâ
beldesindendir. Doğum târihi ve yeri tesbit edilememiştir. 1535 (H.942) senesinde vefât etti.
Mısır'ın Garbiyye şehri karşısındaki Şibr'de bulunan kendi zâviyesine defnedildi.
Ahmed es-Satîha el-Mısrî, zamânın âlimi ve velîlerinin derslerini tâkib ederek yetişti.
Kendilerine ulemâ-i râsihîn denilen büyük âlimlerden oldu. Birçok talebe yetiştirdi. Meşhûr
âlim ve velî Abdülvehhâb-ı Şa'rânî yetiştirdiği talebelerindendir.
Devlet memurları ve vâliler de dâhil, herkes tarafından sevilip sayılan, hürmet edilen, onların
yanında kadr-ü kıymeti bulunan bir zât idi. Sevdiklerinden birisinin devlet memurlarına veya
vâlilere bir işi düşecek olsa, bizzât kendisi gidip o işi hallederdi. İlminin çokluğuyla birlikte,
evliyâlık yolundaki derecesi de çok yüksek idi. Çok kerâmetleri görülmüştür. Allahü teâlânın
izni ile huzûruna gelen kimsenin gönlündeki düşünceleri anlardı.
Gâyet hoş sohbet, latîfe yapan, tatlı sesli bir zât idi. Yavaş konuşur ve sohbet edeblerine çok
riâyet ederdi. Bu sebeple insanlar, uzak yakın yerlerden onun ziyâretine gelirler,
sohbetlerinden istifâde etmeye çalışırlardı. Ziyâretine, sohbetine gelenlerin sayısı bilinmezdi.
Gelenlerin hepsiyle ilgilenir, onları hoşnut ve rahat olarak gönderirdi.
Ahmed Satîha, zirâatle meşgûl olur, tarlalarını ekip biçerdi. Böylece, İslâmiyetin sâdece
ibâdet etmeyi değil, çalışmayı da emrettiğini, yenilen lokmanın helâl olması için yapılan
çalışmanın da ibâdet olup, sevap verildiğini gösterirdi. Adım atmasından tarlasını sürmesine,
konuşmasından susmasına ve gülmesinden giyim kuşamına kadar, her hâli dînimizin emrine
uygun idi. Evliyâlık alâmetleri yüzünde belli idi. Üzerinde evliyâlık heybeti bulunmasına
rağmen, zararlı ve aşırı olmamak üzere, şaka ve latîfe yapardı. Böyle yapmasaydı,
heybetinden kimse yanına yaklaşmaya ve sohbetinde bulunmaya cesâret ve tahammül
edemezdi.
Allahü teâlânın velî kullarına hürmet edip edebli olanlar çok olduğu gibi, onlara karşı gelip,
büyüklüklerini inkâr edenler de çıkmıştır. Ahmed es-Satîha el-Mısrî hazretleri zamânında da,
haddini bilmez bir kimse, kendisine o zâtınkine benzeyen bir külâh alıp; "Ben de onun gibi
olabilirim." düşüncesiyle, kibirli bir şekilde gidiyordu. Her şeyin, cübbe ve külâh giymekle
hallolacağını zanneden bu kimse, hizmetçinin yardımıyla ata binerken birden hayvandan
düştü ve boynu kırıldı. Hatâsını anlayıp, acılar içinde kıvranırken; "Beni Ahmed Satîha
hazretlerinin yanına götürün." diye inlemeye başladı. Bunu alıp Ahmed Satîha hazretlerinin
yanına götürdüler. O kimsenin bu hâlini gören Ahmed Satîha, kerâmet olarak o kimsenin
durumunu anladı ve tebessüm edip; "Öyle yapmakla bize zahmet verdin ve boynun kırıldı.
Allahü teâlâya tövbe et! Boynun düzelir." dedi. O kimse, tövbe ve istigfâr etti. Ahmed Satîha
da duâ ederek, bir miktar zeytinyağına ağız suyundan kattı ve o kimseyi getirenlere vererek;
"Bununla hastanın boynunu oğun." buyurdu. Yağlayıp oğdular ve Allahü teâlânın izni ile
boynu iyileşti. Bu kimse, o eski düşünce ve hâllerinden vazgeçti. Gördüğü bu açık kerâmet
ile, o zâtın büyüklüğünü anlayıp, huzûruna gitti ve hizmetine girdi. Ölünceye kadar da,
Ahmed Satîha hazretlerinin sohbet ve hizmetinden ayrılmadı.
Bir gün haddini bilmez bir kimse, bir yandan yaban turpuna benzer dikenli bir şey yiyor, bir
yandan da Ahmed Satîha hazretleri ile alay ediyordu. Sonunda boğazına bir diken takıldı ve o
şekilde öldü.
Ahmed Satîha hazretleri, bir kızla evlenmek istedi. O kıza haber gönderilince, kız kabûl
etmediği gibi, güzelliğiyle öğünerek hakâretlerde bulundu. Daha bu uygunsuz sözlerini
bitirmemişti ki, o ânda felç oldu. Ne yaptılar ise tedâvî edemediler, sonunda o şekilde öldü.
Kötürüm bir kadının dört senedir devâm eden hastalığına bir çâre bulamadılar. Nihâyet gelip
durumu Ahmed Satîha hazretlerine arzettiler. O da, o kadının bulunduğu yere gitti. Bir
mikdâr zeytinyağı istedi. Getirdiler. Bu yağın içine ağız suyundan bir mikdâr koyup, kadının
bulunduğu tarafa gönderdi ve yağı vücûduna sürüp oğmasını söyledi. Kadın, o yağı vücûduna
sürdü ve Allahü teâlânın izni ile şifâ buldu. Tamâmen iyileşti.
Bir gün Ahmed Satîha hazretleri, Menf beldesinde bir valinin yanında idi. Bir suçlunun affı
için şefâatte bulundu. Vâli de o kimseyi affettiğini bildirip, serbest bıraktı. Fakat Ahmed
Satîha hazretleri gittikten sonra, vâli verdiği sözden dönerek, o kimseyi tekrar hapsetti. Bu
hâlinin cezâsı olarak, vâlinin boynunda bir ur meydana geldi. O ur, vâlinin boğulmasına
sebep oldu. Hiçbir çâre bulamadılar, vâli o gün öldü.
Bir beldenin ahâlisi, Ahmed Satîha hazretlerinin büyüklüğünü inkâr edip, ona karşı çıkardı. O
da buna çok üzülürdü. Bu bozuk düşüncelerinin cezâsı olarak, o beldenin ahâlisi birbirine
düştü. Aralarında, öldürme hâdiseleri ve nihâyet harb meydana geldi. Bu hâl şiddetlendi ve
sonunda o belde harâb bir hâle geldi. Talebesi Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, o beldenin bu
durumuna çok üzülerek hocasına arzedip, bu beldeyi îmâr etmesini, (aralarının düzelmesi için
duâ etmesini) istirhâm etti. Ona; "Bunlar münâfık kimselerdir. Birbirlerine düşmelerinde
fayda vardır. Onlar öyle olmazlarsa, hep birlikte müslümanlara zarar verirler." buyurdu.
Ahmed Satîha, talebelerinden bir kısmıyla birlikte, Bulak şehrinden gemi ile bir yere
gidecekti. Gemici kendilerine hiç yüz vermedi. Bunun üzerine talebeleri ile birlikte gemiden
indi. Onlar iner inmez, geminin bir tarafı delinip, su almaya ve gemi ağırlaşan tarafa doğru
yatmaya başladı. Gemidekiler çok korkup, bu hâlin, o zâta gerekli hürmeti göstermemeleri
sebebiyle olduğunu anlayıp derhal özür dilediler. Affetmesini isteyip, gönlünü alınca,
talebeleri ile birlikte gemiye döndü. Açılan delik kolayca kapatıldı ve gemi düzeldi. Rahatça
yollarına devâm ettiler.
1) Tabakât-ül-Kübrâ; c.2, s.136
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.326
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.217
AHMED SARBAN
AHMED SARBAN
Bayramiyye tarîkatı mensuplarından. Hayrabolu'da doğdu. Doğum târihi belli olmayıp,
1545-46 (H.952)' de yine aynı şehirde vefât etti. Hayrabolu'da adına yaptırılan türbenin
hazîresine defnedildi.
Küçük yaşta ilim öğenmeye başladı. Fakat sonra yeniçeri ocağında 26. ortayı meydana getiren
Deveci ortasına kaydoldu. Çalışkanlığı ve zekâsı sâyesinde Devecibaşılığa kadar
yükseldi.Kânûnî Sultan Süleymân Hanın Irakeyn seferine Sârbânbaşı, devecibaşı olarak
katıldığından bu lakapla tanındı.
Yine bu seferde, orduda gönül ehli Pîr Ali Sultan adında bir zât vardı. O, Ahmed Sârbân'ı
gördüğü anda ondaki ilme karşı kâbiliyet ve istidâdı da sezdi. Kendisine pekçok nasîhatlarda
bulundu.
Ahmed Sârbân sefer dönüşü görevinden ayrılarak kendisini tamâmen Pîr Ali Sultan'ın
sohbetlerine verdi ve onun muhabbet halkasında eridi. Gönlünden dünyâ ve makam sevgileri
silindi gitti. Varını yoğunu Allahü teâlâ yolunda harcadı.
Ahmed Sârbân hazretleri hocasının vefâtından sonra Hayrabolu'ya geldi. Orada dîn-i İslâmı
yayma yolunda pekçok gayret sarfetti. Talebeler yetiştirdi. Bir gün talebeleri arasından birinin
hallerini anlıyamadığı evliyâullahtan bir zatın aleyhinde konuştuğunu duyunca:
Evliyâya eğri bakma
Kevn ü mekân elindedir
Mülke hükmün süren oldur
İki cihân elindedir.
Sen ânı şöyle sanursun
Sencileyin bir âdemdir
Evliyânın sırrı vardır
Gizli âyân elindedir.
diyerek, velilerin cenâb-ı Hak katındaki değerine işâret etti. O talebe çok mahcûb ve perişân
olarak özürler diledi, tövbe etti.
Rivâyete göre Ahmed Sârbân hazretlerinin çok huysuz ve geçimsiz bir hanımı vardı.
Efendisini görmeye gelenlere içeriden; "Siz bu heriften ne meded umuyor ve ne hayır
bekliyorsunuz. Sizin işiniz yok mu?" diyerek bağırırdı.
Birgün Şeyhin talebeleri hem bu durumu düşünüyor hem de birbirleriyle şöyle
konuşuyorlardı. "Acaba nasıl oluyor da Şeyhimiz böyle bir hanımla yaşayabiliyor, bir arada
geçinebiliyor?" Onların bu düşüncelerini anlıyan Şeyh hazretleri şu cevâbı verdi:
"Dostlarım!Mesele sizin zannettiğiniz gibi değildir. Benim böyle bir kadına tahammül
etmem, nefsânî bir hevesten değildir. Bu bizim talebelerimize verdiğimiz bir derstir. Maksat,
çirkin huylu insanlarla da iyi geçinmektir. Sizin elinizdeyse nefsinizi içinizden atın bana öyle
gelin. İşte bu kadar."
Ahmed Sârbân hazretleri ömrünün sonuna kadar o kadının yaptığı eziyetlere katlandı. 1545
(H.952) yılında vefât etti. Doğum yeri olan Hayrabolu'da adına yaptırılan türbenin hazîresine
defnedildi.
Ahmed Sârbân hazretlerinin hanımı, beyinin kıymetini vefâtından sonra anladı. Şeyh
hazretlerinin mezar taşına bir yastık gibi başını koyarak gece-gündüz; "Ah ah! Yazık çok
yazık ki, ben senin kadrini, kıymetini bilemedim." diyerek ağlardı.
1) Büyük Türk Klasikleri; c.4, s.311-313
2) Sohbetnâme; c.1, s.175
3) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.56
4) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.70
21 Haziran 2013 Cuma
DUÂ AYNI DUÂ, AMA OKUYAN AĞIZ
DUÂ AYNI DUÂ, AMA OKUYAN AĞIZ...
Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruh) hazretlerinden:
'Fakirin biri, bir ağaç dibinde gölgelenmekte olan Hz. Ali (r.a.)'ye gelir, ihtiyaçlarını arz eder:
' Çoluk-çocuk sıkıntı içindeyim, ne olur bana biraz yardımda bulunun, der.
Hz. Ali (r.a.) hemen yerden bir avuç kum alır, üzerine okumaya başlar. Sonra da avucunu açar ki, kum tanecikleri altın külçeleri hâline gelmiş...
' Al, der fakire. İhtiyacını karşıla!
Fakirin gözleri yerlerinden fırlayacak gibi olur:
' Allah aşkına söyle yâ Emîre'l-mü'minîn! Ne okudun da kum tanecikleri altın oluverdi? der. Hz. Ali (r.a.) anlatır:
' Kur'ân-ı Kerîm, Fâtiha sûresine gizlenmiştir. Bende Kur'an-ı Kerîm'i okudum, yani Fâtiha sûresini okudum bu kumlara...
Bunu öğrenen fakir durur mu? O da bir avuç kum alır ve başlar okumaya. Okur, okur, okur... Ama kumlarda bir değişiklik yoktur. Altın filan olmuyor, aynen duruyor.tekrar gelir ve İmam Ali kerremallâhü vechehû hazretlerine:
' Ben de okudum, ama birşey değişmiyor; kumlar altın olmuyor, der. Emîrü'l- Mü'mînin Hz. Ali (r.a.) boynunu büker, mahcup bir edâ ile cevap verir:
' Ne yapayım, der. Duâ aynı duâ; ama, okuyan ağız aynı değildir! Duâ tamam; lâkin, okuyanın ihlâsı ve teveccühü tamam değildir!..
İşte bütün mesele buradadır. Okuyanın ihlâsında ve teveccühünde... Aynı duâ; aynı îman, aynı İhlâs ve aynı teveccühle okunacak ki, aynı netice elde edilebilsin. Yoksa kumu altın yapmak gibi bir iksire sahip olabilmek mümkün olmaz
Alıntı: Fazilet Takvimi 1997
DÖRT DİRHEMLİK GÖMLEK
DÖRT DİRHEMLİK GÖMLEK
Ashab-ı Kiram'dam Ebu'd-Derda r.a. Hazretleri anlatıyor:
Günün birinde bir gömlek almak için çarşıya çıkmıştı. Yolda Ebu Zerr r.a. Hazretleri onunla karşılaştı, nereye gittiğini sordu. Ebu'd Derda r.a. dedi ki:
- On dirheme bir gömlek satın almak istiyorum. Ebu Zerr r.a. ise:
- Dikkat edin! Ebu'd-Derda müsriflerdendir! diye seslenmeye başladı. Ebu'd-Derda r.a. gizlemek istediyse de bunu yapamadı ve dedi ki:
- Ebu Zerr, böyle yapma! Benimle gel de beni sen giyindir.
Birlikte çarşıya gittiler. Ebu Zerr, Ebu'd-Derda'ya onun parasından dört dirheme bir gömlek alıverdi.
Ebu'd-Derda r.a. diyor ki:
Dönüp gelirken, avret yerlerini bile kapatmaktan uzak, çıplak bir adama rastladım. Onu örtüsüne dikkat etmesi için uyardım. O ise örtünecek elbisesi olmadığın söyledi. Ben de aldığım giysiyi ona verdim. Çarşıya dönüp dört dirheme bir gömlek daha aldım.
Evime dönerken, bu kez de yolda ağlayan bir hizmetçi kadın gördüm. Ona niçin ağladığını sordum. Şunu söyledi:
- Yağ konan kabım kırıldı. Aileme dönmek için de geç kaldım.
O kadınla birlikte çarşıya gittim. Bir dirheme ona bir kap yağ alıverdim. Bu defa kadıncağız dedi ki:
- Ey efendi, bana yapacağın iyiliği yaptın. Aileme kadar da benimle geliver. Çünkü ben eve geç kaldım. Beni dövmelerinden korkuyorum. Benimle gelirsen, belki bana dokunmazlar.
Onunla beraber efendisine gittim ve ona dedim ki:
- Hizmetçiniz geç kalmış da onu dövmenizden endişe etmiş. Bunun için benimle birlikte size gelmemi istedi, onun için buradayım.
- Madem seninle gelmiştir, dedi adam; artık o Allah için hür ve serbesttir!
Bunu görünce kendi kendime dedim ki:
- Ebu Zerr benden doğrusunu yaptı. Toplam on dirheme bana bir gömlek alıverdi, bir fakire de bir gömlek giydirdi, bir köleyi de hürriyetine kavuşturdu.
AHMED SAÎD-İ FARUKİ
AHMED SAÎD-İ FARUKİ
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi Ahmed Saîd olup, babasının ismi Ebû Saîd'dir.
Nesebi İmâm-ı Rabbânî hazretlerine dayanır. Künyesi Ebü'l-Mekârim, lakabı Sirâc-ül-Evliyâ,
evliyânın kandili ve ışığı olup, nisbesi Fârûkî, Müceddidî ve Serhendî'dir. 1802 (H.1217)
senesi Ağustos ayında Hindistan'ın Rampûr şehrine bağlı Mustafa-âbâd beldesinde dünyâya
geldi.
Ebû Saîd, kıymetli cevher misâli olan bu oğlunu çok güzel terbiye edip yetiştirdi. Küçük yaşta
Kur'ân-ı kerîmi ezberlettirdi. Ebû Saîd, Seyyid Abdullah-ı Dehlevî'nin sohbet ve
hizmetlerinde bulunmaktaydı. Ahmed Saîd de babası ile birlikte o büyük velînin sohbetlerine
devâm etmeye başladı. Bu sırada henüz on yaşındaydı. Abdullah-ı Dehlevî, evliyâlık
yolundaki istidâd ve kâbiliyetinin fevkalâde olduğunu anladığından, kendisini çok sever ve
iltifât ederdi. Terbiyesi ve yetişmesi ile bizzat alâkadâr olup, kendi evlâdı yerinde tutardı. Çok
defâ; "İnsanlardan bir çocuk istedim. Şeyh Ebû Saîd'den başkası, çocuğunu yetiştirmem için
bana teslim etmedi. Ben de onun çocuğunu (Ahmed Saîd'i) kendi evladım yerinde
tutuyorum." buyurmuştur.
Bir cevher misâli olan AhmedSaîd'i, hocası Abdullah-ı Dehlevî o kadar severdi ki, sohbet
esnâsında, insanların çokluğundan oturacak yer bulunmadığı zamanlarda bile, onu görünce
hemen yanında yer açar, oturtur, ilgilenir ve ona uzun müddet teveccühte bulunurdu. Ahmed
Saîd-i Fârûkî, hocasının yanında mânevî kemâlâta kavuştuktan sonra, onun emir ve
işâretleriyle, o zamanda bulunan âlimlerden sarf, nahiv, hadîs, fıkıh, kelâm gibi ilimlerdeki
tahsîlini de tamamladı. Böylece, çok ileri bir âlim, olgun ve yüksek bir velî oldu. Devamlı
ilim, ibâdet, zikir ve tâat ile meşgûl olur, bir ânını boş ve beyhûde yere harcamazdı. Diğer
hocalarından tam bir icâzetle mezun olup hilâfet aldığında, daha yirmi yaşına girmemişti.
Otuz iki yaşında iken de Abdullah-ı Dehlevî'den mezun olarak, talebeleri mânevî olarak
terbiye edip, yetiştirmek üzere vazîfelendirildi.
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri bir defâsında buyurdu ki: "Mevlânâ Şeyh Ahmed-i Saîd; ilim,
amel ve Kur'ân-ı kerîmi ezberleme bakımından, babası Ebû Saîd'e benzemektedir." Başka bir
defâsında ise; "Bu oğlu (Ahmed Saîd), babasından daha fazîletlidir." buyurdu.
Ebû Saîd, hacca gittiğinde, yerine vekil olarak bu oğlunu bıraktı. Babasının vefâtından sonra
da yerine geçip vekîli oldu. Hocalarının yolu olan Müceddidiyye yolunu yaymak, bu
büyüklerin temiz kalblerinden nehirler misâli gelmekte olan feyz ve bereketleri, Hak
âşıklarının kalblerine akıtmak husûsunda çok büyük hizmette bulundu. Talebelerine, başka
hocalardan yıllarca, öğrenemeyecekleri hususları, büyük bir mahâretle çok kısa zamanda
öğretir, hiçbirini mahrum bırakmazdı. Talebelerine olan şefkat ve merhameti, bir annenin
çocuklarına olan şefkatinden az değildi. Onların geçimlerini, maddî ihtiyaçlarını, bizzat
kendisi karşılardı. Tefsîr, hadîs, fıkıh, Mektûbât-ı şerîf ve Mesnevî okuturdu.
Delhi'de uzun müddet kalıp talebe yetiştirdi. 1857 senesinde İngilizler Hindistan'ı işgâl ettiler.
Ahmed Saîd çoluk-çocuğu ve sevenleri ile birlikte Delhi şehrinden ayrıldı. Dergâhında
talebelerinden Hacı Muhammed'i vekil bıraktı ve Hindistan'da bulunan talebelerim için
yerime halîfe olarak, Allahü teâlânın râzı olduğu bir kimse olan Hacı Dost Muhammed'i vekil
ettim. Onun teveccühlerine, mânevî nazarlarına yapışılsın ve kıymet verilsin." buyurdu.
Dehli'den ayrıldıktan sonra Safder-i Cenk denilen Makberer-i Mansûr'a gitti. Burada
İngilizlere karşı ayaklanma olduğu sırada, İngiliz subayı Ahmed Saîd'in yanına gelip; "Sen
âsilerdensin. Seni rezîl ve rüsvâ ederek asacağım." dedi. Bu sırada Ahmed Saîd'in yanında
birâderleri ve çocukları da vardı. Ahmed Saîd, İngiliz subayına; "Sizinle berâber gideceğimi
aklınızdan çıkarın." deyip, hizmetçisine arabayı hazırlamasını söyledi. Hizmetçisi arabayı
getirince, yanına zarûrî eşyâlarını alıp, arabaya bindi. Bu hazırlıklar sırasında Ahmed Saîd
hazretlerinin hâlindeki asâlet ve vakar İngiliz subayının dikkatini çekti. Arabaya bindiği
sırada İngiliz subayına; "Söyleyiniz bizi nereye götürüyorsunuz?" diye sorunca, subayı bir
korku hâli kapladı ve askerlerle birlikte hemen oradan ayrıldı. Bir asker ile; "Pîr yerinde
kalsın." diye haber gönderdi.
Ahmed Saîd 1857 senesinde Hicaz'a gitmek üzere akrabâsı ve sevenleri ile yola çıktı. Üç
aydan fazla Mûsâzî'de kaldı. Daha sonra deniz yoluyla Bombay'a gitti. Nisan (Şâban) ayında
Bombay'dan yola çıktı. Haziran (Şevval) ayında Mekke'ye ulaştılar. Hac farîzasını yerine
getirdikten sonra iki oğlu ve bâzı talebeleri ile Medîne'ye gitti. Kâfileden geride kalanlar ise
Recep ayında Medîne'ye vardılar. Ahmed Saîd Pencab'dan Medîne-i münevvereye kadar
uğradığı beldelerde, devlet adamları ile âlimler sohbetine koştu.
Ahmed Saîd hazretleri Medîne-i münevverede yerleşti. Bu yüksek yolun ince bilgilerini,
kalbe ait yüksek mârifetleri ilim ve edeb âşıklarına sunmaya devâm etti. Ömrünün sonuna
kadar orada bu hizmeti sürdürdü.
Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede ilim tâlibleri Ahmed Saîd hazretlerinden çok
istifâde edip, feyz ve mârifetler elde ettiler. Kendisi bir taraftan talebe yetiştirirken, bir
taraftan bu yüksek yolda daha çok ilerlemeye çalışıyordu. Resûlullah efendimizin kabr-i
şerîflerini ziyâret ettikçe, daha yüksek feyz ve mârifetlere sâhib oldu. Bu sırada kendisine;
"Seni ve kıyâmete kadar seni tevessül edenleri (seni vesîle ederek bana duâ edenleri) af ve
magfiret eyledim." ilhâmı geldi. Kendisinden önce, üstâdlarının ve dedelerinin
seçilmişlerinden sâdece birkaçına nasib olan bu müjdeyi almakla çok sevindi. Allahü teâlâya,
O'nun Resûlüne ve bu yolun büyüklerine olan muhabbet ve bağlılığı daha da arttı.
Ahmed Saîd buyurdu ki:
"Düşünerek, kendinden evvel vefât etmiş olan akrabâ ve dostlarının hâlinden ibret alarak
kabir ziyâreti yapmak, katı kalpleri yumuşatmakta pek faydalıdır. Bu sebeple kabir ziyâretini
çok yapmak lâzımdır."
Ahmed Sa'îd 1861 (H.1278) senesi Eylül ayının on sekizinde Salı günü öğle ile ikindi
arasında vefât etti. Vefâtında, Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin mübârek
mihrâbının yanında bulunuyordu. Yüksek ceddi hazret-i Ömer'in cenâze namazının kılındığı
yerde namazı kılınıp, Bakî' kabristanında defnolundu. Kabri, hazret-i Osman-ı Zinnûreyn'in
kabri yakınındadır.
Ahmed Saîd hazretleri çok kıymetli eserler yazmıştır. Bâzıları şunlardır: 1) Sa'îd-ül-Beyan fî
Mevlid-i Seyyid-il-İnsü vel-Cân, 2) Ez-Zikr-uş-Şerîf fî İsbâtı Mevlid-il-Münif, 3)
Isbât-ül-Mevlidi vel-Kıyâm, 4) El-Fevâid-üz-Zabıta fî İsbât-ir-Rabıta, 5)
El-Enhâr-ul-Erbe'a, 6) Tahkîk-ül-Hakk-ül-Mübîn fî Ecvibet-il-Mesâil-il-Erbe'in, 7)
El-Hakk-ul-Mübîn fî Reddi ale'l-Vehhâbîn, 8) Mektûbât-ı Ahmediyye. Ayrıca bâzı
şiirleri vardır. Şiirlerinde Saîd mahlasını kullanmıştır.
Ahmed Saîd hazretlerine, Resûlullah efendimizin kabrinin nasıl ziyâret edileceği
sorulduğunda buyurdu ki:
Resûlullah efendimizin kabrini ziyâret eden kimse, dünyâ işlerini ve bu ziyâretle alâkalı
olmayan her şeyi kalbinden çıkarır. Bunun için gayret gösterir. Bu gayrete, kalbinde, Resûl
aleyhisselâmdan istimdâd, yardım isteme hâli meydana gelinceye kadar devâm eder.
Dünyâ sevgisi ve nefsin arzu ve istekleri gibi kirli düşüncelerle meşgûl olan bir kalb,
Resûlullah efendimizin yardımlarına kavuşmaktan mahrûmdur. Hattâ o huzurda böyle bir
kalb ile bulunmak bile uygun değildir. Mümkün olan nisbette kalbini uygunsuz
düşüncelerden temizlemeye gayret ederek ve o huzurda bulunmaya layık olmadığını
düşünerek, mahzûn bir gönülle, Resûlullah efendimizin af ve merhametlerinin genişliğinden
ümitli olarak, O'nun kabr-i şerîfinde bizim bilmediğimiz bir hayat ile diri olduğunu,
ziyâretine gelenleri, ziyâretçinin derecesi, hâli ve kalbine göre tanıyıp, yardım ettiğini ve daha
bunun gibi şeyleri düşünerek ziyâret eder. Muhabbet ve bağlılığı nisbetinde o deryâdan feyz
alır. İki cihân saâdetine kavuşmanın, ancak ve yalnız dünyâ ve âhiretin efendisi olan
Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlı olduğunu düşünerek, her hâlinde O'nun sünnet-i
seniyyesine uymaya çalışır.
1) Hadîkat-ül-Evliyâ; 1. kısım s.139
2) Makâmât-ı Ahyâr; s.76
3) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1034,1166, 1171,1174
4) Makâmât-ı Mazhariyye
5) Makâmât-ı Saîdiyye
6) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.190
7) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.232
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.327
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)