Bağış Yap

Amount :
Other : USD

23 Haziran 2013 Pazar

AHMED SAYYAD


AHMED SAYYAD
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Ebü'l-Hayr es-Sayyâd, künyesi Ebü'l-Abbâs'dır.
Sayyâd lakabıyla anıldı. Yemen'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Çok kerâmetleri
görüldü. 1183 (H.579) senesinde, vefât etti. Zebîd şehrinde Bâb-ı Sihâm kabristânlığına
defnedildi. Kabri ziyâret mahalli olup, üzerine büyük bir türbe binâ edilmiştir. Kabrini ziyâret
edenler istifâde etmekte, hastalar şifâ bulmaktadır.
Ahmed Sayyâd, gençliğinde herkes gibi gününü gün ederdi. Yirmi yaşlarında iken; bir gece
rüyasında birisi geldi ve; "Ey Sayyâd kalk namaz kıl." dedi. Fakat o, abdestin nasıl alınıp,
namazın nasıl kılınacağını bilmiyordu. Hemen kalktı ve sorarak abdestin alınışını, namazın
kılınışını öğrendi ve ibâdete başladı.
Bir defâsında kendisinden halinin değişmesine sebeb olan hâdise soruldu. Buyurdu ki: "Bir
gece uyurken rüyâda bir kişi geldi ve "Ey Sayyâd kalk!" dedi. Ben de kalktım. Ne göreyim bir
şahıs karşımda duruyor. "Beni tâkib et." deyip, beni Zebîd şehri câmisine götürdü. Orada
saflar hâlinde durmuş namaz kılan insanlar vardı. Hepsi bembeyaz elbiseler giymişlerdi.
Herbirinin alınları, gözleri kamaştıran şekilde parlıyordu. O kişi bana; "Haydi abdest al,
onlarla berâber namaz kıl." deyince; abdest alıp, birlikte namaz kıldım. İbâdetimiz tan
ağarıncaya kadar sürdü. Sonra hepsi kayboldu. Nereye gittiklerini bilmiyorum. Uzun bir süre
o câmide kalıp ibâdet ettim. Bu arada, o kişi bâzan bana yiyecek, içecek ve tatlılar getirir;
"Buyur ye!" derdi. Ben de; "Bir şey istemem." deyince kaybolurdu. Evime, çoluk çocuğumun
yanına geldiğimde, evdekiler; "Bunları birisi getirdi." derlerdi.
Ahmed Sayyâd, tasavvuf yolunun edeb ve bilgilerini Fakîh İbrâhim el-Feşelî'den öğrenip
kemâle geldi, olgunlaştı. Kerâmetleri görüldü. Çok ibâdet eder, uzun süre secdede kalırdı.
Ahmed Sayyâd hazretleri bir gün kabristânda uyuduğu bir zamanda, kuvvetli bir ses ile
uyandı. Aklı başından gitti. Bir süre kimseyi tanımadı. Onun çeşit çeşit halleri vardı. Bâzan
alnını secdeye koyar, saatlerce böyle kalırdı. Bir zamanlar gözlerinden birine perde inmişti.
Bâzıları bunun sebebini sorup güldüler. Ahmed Sayyâd hazretleri, eliyle perdelenen gözünü
mesh etti. O esnâda eskisinden daha iyi görmeye başladı. Oradakiler, özür dileyerek tövbe
ettiler.
Şeyh İbrâhim bin Beşşâr, Ebü'l-Abbâs Ahmed bin Ebü'l-Hayr hazretlerinin önde gelen
talebelerinden olup, onun kerâmetlerini üstün hâllerini nakletmiştir.
Sevenlerinden biri anlatır: "Bir gün kalabalık bir cemâat olarak "El-Fâze" mescidine gittik.
Ahmed Sayyâd hazretleri de orada idi. Yanında bir genç vardı. Ona; "Bu sizin talebeniz
midir?" diye sorunca, bize cevap vermedi. O zaman gence; "Bu zât sizin hocanız mıdır?" diye
sorduk. Genç; "Evet." dedi. Biz de; "Ey Ahmed Sayyâd! Bu genç size talebe oldu." dedik. O
zaman; "Evet, talebemdir." buyurdu. Biz de; "Eğer bu sizin talebeniz ise, ona emredin denizin
üzerinde yürüyüp, o dağdan bir taş getirsin." dedik. Sonra deniz kenarına gitti ve gence
hitâben; "Yavrum, su üzerinde yüreyerek git ve dediklerimi getir." buyurdu. Genç, yerde gider
gibi denizin üzerinde gitti ve istediğimizi getirdi. Cemâat olarak böyle bir istekte
bulunduğumuz için çok pişman olduk ve özür diledik. O da, bizim özrümüzü kabûl buyurdu
ve bize duâ etti."
Ahmed Sayyâd hazretleri, bir gün kalabalık bir toplulukta sohbet ediyordu. İçlerinden biri
şöyle düşündü: "Bâzı evliyâ çok kerâmet gösteriyor. Bu zâtın kerâmetini göremiyoruz. Bir
çok evliyâ, uçarak hacca gidiyor, arslanlar onlara hizmet ediyor. Bunda böyle hâllerin
görünmemesinin sebebi nedir ki?" Ahmed Sayyâd hazretleri; "Kerâmet göstermek şart
değildir. İstesek Allahü teâlâ bize de birçok kerâmetler ihsân eder. Fakat biz böyle kalmayı
istiyoruz." buyurdular.
Ahmed Sayyâd hazretlerine birçok hasta getirilir, duâ etmesi istenirdi. Duâ ettiği kimseler,
Allahü teâlânın izniyle iyileşip giderlerdi.
İbrâhim bin Beşşâr anlatır: "Bir gün cemâat hâlinde Ahmed Sayyâd hazretlerinin huzûrunda
idik. İçeriye, Kâdı Ebû Bekr bin Ebî Ikâme girdi. Ahmed Sayyâd hazretleriyle bir süre sohbet
etti. Sonra kalkıp cemâate, "Beni biraz dinleyiniz. Size bâzı şeyler söyliyeceğim. Ahmed
Sayyâd hazretleri, bir gün benim içinde bulunduğum bir topluluğun yanına geldi. O esnâda
herkes ayağa kalktı. Ben de orada olanlara uyarak ayağa kalktım. Sonradan cemâate; "Niçin
ayağa kalkıyorsunuz? O âlim değil. Ümmî birisidir." dedim. Oradakiler, bana onun
büyüklüğü hakkında bâzı şeyler anlattılar. Ben de; "Ona İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin
kitabından bir şey sorulsa bilemez." dedim. Bir saat sonra Ahmed Sayyâd hazretleri geri
döndü. Herkes yine ayağa kalktı. Ben de onlara uyup kalktım. Bana dönüp buyurdu ki: "Kâdı
efendi, bâzı kimseler benim hakkımda, bu zât için niçin ayağa kalkıyorsunuz. O âlim değil,
ümmî birisidir. Kendisine İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin el-Vasît, el-Basît kitaplarından bir şey
sorulsa anlayamaz bile diyorlar. Şimdi o meseleler, şöyle şöyle şöyledir." diyerek sonuna
kadar îzâh buyurdu. Sonra kendisinden özür dileyerek tövbe ettim. "Ey cemâat işte bu zâtın
kıymetini bilelim." dedi.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.294
2) Tabakât-ül-Havvâs Ehl-üs-Sıdk vel-İhlâs (Ebü'l- Abbas Şercî, Zebîdî); s.17

22 Haziran 2013 Cumartesi

EBABİL KUŞLARI


EBABİL KUŞLARI
Habeşistan Krallığı'nın Yemen valisi olan Ebrehe, milâdî 570 yıllarında San'a şehrinde, 'Kulleys' adı verilen muhteşem bir kilise yaptırmıştı. Maksadı, Kâbe ziyaretine rağbet gösteren Arapların ziyaretlerini oraya çevirmekti. Bu duruma tepki gösteren bir adam da, gecenin birinde Kulleys'e girip içine pislemişti. Bu hakarete çok öfkelenen ve koyu bir hıristiyan olan Ebrehe, gidip Kâbe'yi yıkmaya karar verdi. Topladığı onbinlerce asker (altmış bin olduğu söylenir), Mahmud adlı büyük bir fil ve daha başka fillerle Mekke'ye doğru yola çıktı. Önüne çıkan bazı kuvvetleri de mağlup ederek ilerledi. Taif şehrine gelince askerlerin bir kısmını Mekke'ye gönderdi. Onlar da Peygamber s.a.v.'in dedesi ve Kureyş'in reisi Abdülmuttalib'in ikiyüzü aşkın devesiyle ahalinin hayvanlarını sürüp götürdüler.
Bu olayın peşinden Abdülmuttalib, gidip Ebrehe'yle görüştü, develerinin geri verilmesini istedi. Ebrehe dedi ki:
- Benden develerin istiyorsun da, Kâbe'den hiç söz etmiyorsun. Halbuki ben onu yıkmaya geldim.
- Ben develerin sahibiyim. Kâbenin de onu koruyacak sahibi vardır!
Bu görüşme sonunda develer geri verildi. Mekke halkı bu güçlü orduyla savaşamayacağı için, anlaşma gereği dağlara çekilip neticeyi beklemeye başladı.
Ebrehe ordusu büyük fili önden sürerek Mekke sınırına dayandı. Kâbe'yi halatla bağlayıp fillerle çekerek yıkmak istiyorlardı. Bu sırada Ebrehe'nin yol kılavuzlarından Nüfeyl b. Habib, koca filin kulağından tutarak şöyle bir şey söyledi, sonra da koşarak dağa çıktı:
- Ey Mahmud çök! Sakın ileri gitme, sağ salim geriye dön!
Mekke'ye girişte büyük fil direndi, zorlanınca yere yattı. Onu bir türlü Kâbe cihetine yürütemediler. O anda sürü halinde ebabil kuşları ortaya çıktı. Her birinin ağzında ve ayaklarında nohut gibi birer taş vardı. Bu taşları ordu üzerine mermi gibi boşalttılar. Kime rastlarsa delip geçiyordu. Askerlerin çoğu öldü; 'Fil Ordusu' dağılarak Yemen'e döndü. Ebrehe de dönüşte öldü. Kâbe ise olduğu gibi kaldı. Kur'an'da Fil Suresi bu olayı anlatır.

DUA İÇİN RİCA


DUA İÇİN RİCA
Bir şahıs, heyecan ve ıstırapla, İmam Sadık (a.s)ın  huzuruna gelerek:
- Ne olursunuz efendim, Allah'a bana daha fazla rızık vermesi için dua da bulunun, çünkü çok yoksulum, dedi.
İmam:
-Hayır, asla dua edemem buyurdu.
-Niçin edemezsiniz efendim?
-Zira Allah bu iş için bir yol tayin etmiştir; rızk peşinden koşun ve onu elde edin diye de emir buyurmuştur. Halbuki sen evinde oturup, dua etmek suretiyle, rızkın senin peşinden gelmesini istiyorsun.

AHMED SATİHA


AHMED SATİHA
Mısır evliyâsından. İsmi, Ahmed es-Satîha el-Mısrî'dir. Aslen Mısır'da bulunan Betâ
beldesindendir. Doğum târihi ve yeri tesbit edilememiştir. 1535 (H.942) senesinde vefât etti.
Mısır'ın Garbiyye şehri karşısındaki Şibr'de bulunan kendi zâviyesine defnedildi.
Ahmed es-Satîha el-Mısrî, zamânın âlimi ve velîlerinin derslerini tâkib ederek yetişti.
Kendilerine ulemâ-i râsihîn denilen büyük âlimlerden oldu. Birçok talebe yetiştirdi. Meşhûr
âlim ve velî Abdülvehhâb-ı Şa'rânî yetiştirdiği talebelerindendir.
Devlet memurları ve vâliler de dâhil, herkes tarafından sevilip sayılan, hürmet edilen, onların
yanında kadr-ü kıymeti bulunan bir zât idi. Sevdiklerinden birisinin devlet memurlarına veya
vâlilere bir işi düşecek olsa, bizzât kendisi gidip o işi hallederdi. İlminin çokluğuyla birlikte,
evliyâlık yolundaki derecesi de çok yüksek idi. Çok kerâmetleri görülmüştür. Allahü teâlânın
izni ile huzûruna gelen kimsenin gönlündeki düşünceleri anlardı.
Gâyet hoş sohbet, latîfe yapan, tatlı sesli bir zât idi. Yavaş konuşur ve sohbet edeblerine çok
riâyet ederdi. Bu sebeple insanlar, uzak yakın yerlerden onun ziyâretine gelirler,
sohbetlerinden istifâde etmeye çalışırlardı. Ziyâretine, sohbetine gelenlerin sayısı bilinmezdi.
Gelenlerin hepsiyle ilgilenir, onları hoşnut ve rahat olarak gönderirdi.
Ahmed Satîha, zirâatle meşgûl olur, tarlalarını ekip biçerdi. Böylece, İslâmiyetin sâdece
ibâdet etmeyi değil, çalışmayı da emrettiğini, yenilen lokmanın helâl olması için yapılan
çalışmanın da ibâdet olup, sevap verildiğini gösterirdi. Adım atmasından tarlasını sürmesine,
konuşmasından susmasına ve gülmesinden giyim kuşamına kadar, her hâli dînimizin emrine
uygun idi. Evliyâlık alâmetleri yüzünde belli idi. Üzerinde evliyâlık heybeti bulunmasına
rağmen, zararlı ve aşırı olmamak üzere, şaka ve latîfe yapardı. Böyle yapmasaydı,
heybetinden kimse yanına yaklaşmaya ve sohbetinde bulunmaya cesâret ve tahammül
edemezdi.
Allahü teâlânın velî kullarına hürmet edip edebli olanlar çok olduğu gibi, onlara karşı gelip,
büyüklüklerini inkâr edenler de çıkmıştır. Ahmed es-Satîha el-Mısrî hazretleri zamânında da,
haddini bilmez bir kimse, kendisine o zâtınkine benzeyen bir külâh alıp; "Ben de onun gibi
olabilirim." düşüncesiyle, kibirli bir şekilde gidiyordu. Her şeyin, cübbe ve külâh giymekle
hallolacağını zanneden bu kimse, hizmetçinin yardımıyla ata binerken birden hayvandan
düştü ve boynu kırıldı. Hatâsını anlayıp, acılar içinde kıvranırken; "Beni Ahmed Satîha
hazretlerinin yanına götürün." diye inlemeye başladı. Bunu alıp Ahmed Satîha hazretlerinin
yanına götürdüler. O kimsenin bu hâlini gören Ahmed Satîha, kerâmet olarak o kimsenin
durumunu anladı ve tebessüm edip; "Öyle yapmakla bize zahmet verdin ve boynun kırıldı.
Allahü teâlâya tövbe et! Boynun düzelir." dedi. O kimse, tövbe ve istigfâr etti. Ahmed Satîha
da duâ ederek, bir miktar zeytinyağına ağız suyundan kattı ve o kimseyi getirenlere vererek;
"Bununla hastanın boynunu oğun." buyurdu. Yağlayıp oğdular ve Allahü teâlânın izni ile
boynu iyileşti. Bu kimse, o eski düşünce ve hâllerinden vazgeçti. Gördüğü bu açık kerâmet
ile, o zâtın büyüklüğünü anlayıp, huzûruna gitti ve hizmetine girdi. Ölünceye kadar da,
Ahmed Satîha hazretlerinin sohbet ve hizmetinden ayrılmadı.
Bir gün haddini bilmez bir kimse, bir yandan yaban turpuna benzer dikenli bir şey yiyor, bir
yandan da Ahmed Satîha hazretleri ile alay ediyordu. Sonunda boğazına bir diken takıldı ve o
şekilde öldü.
Ahmed Satîha hazretleri, bir kızla evlenmek istedi. O kıza haber gönderilince, kız kabûl
etmediği gibi, güzelliğiyle öğünerek hakâretlerde bulundu. Daha bu uygunsuz sözlerini
bitirmemişti ki, o ânda felç oldu. Ne yaptılar ise tedâvî edemediler, sonunda o şekilde öldü.
Kötürüm bir kadının dört senedir devâm eden hastalığına bir çâre bulamadılar. Nihâyet gelip
durumu Ahmed Satîha hazretlerine arzettiler. O da, o kadının bulunduğu yere gitti. Bir
mikdâr zeytinyağı istedi. Getirdiler. Bu yağın içine ağız suyundan bir mikdâr koyup, kadının
bulunduğu tarafa gönderdi ve yağı vücûduna sürüp oğmasını söyledi. Kadın, o yağı vücûduna
sürdü ve Allahü teâlânın izni ile şifâ buldu. Tamâmen iyileşti.
Bir gün Ahmed Satîha hazretleri, Menf beldesinde bir valinin yanında idi. Bir suçlunun affı
için şefâatte bulundu. Vâli de o kimseyi affettiğini bildirip, serbest bıraktı. Fakat Ahmed
Satîha hazretleri gittikten sonra, vâli verdiği sözden dönerek, o kimseyi tekrar hapsetti. Bu
hâlinin cezâsı olarak, vâlinin boynunda bir ur meydana geldi. O ur, vâlinin boğulmasına
sebep oldu. Hiçbir çâre bulamadılar, vâli o gün öldü.
Bir beldenin ahâlisi, Ahmed Satîha hazretlerinin büyüklüğünü inkâr edip, ona karşı çıkardı. O
da buna çok üzülürdü. Bu bozuk düşüncelerinin cezâsı olarak, o beldenin ahâlisi birbirine
düştü. Aralarında, öldürme hâdiseleri ve nihâyet harb meydana geldi. Bu hâl şiddetlendi ve
sonunda o belde harâb bir hâle geldi. Talebesi Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, o beldenin bu
durumuna çok üzülerek hocasına arzedip, bu beldeyi îmâr etmesini, (aralarının düzelmesi için
duâ etmesini) istirhâm etti. Ona; "Bunlar münâfık kimselerdir. Birbirlerine düşmelerinde
fayda vardır. Onlar öyle olmazlarsa, hep birlikte müslümanlara zarar verirler." buyurdu.
Ahmed Satîha, talebelerinden bir kısmıyla birlikte, Bulak şehrinden gemi ile bir yere
gidecekti. Gemici kendilerine hiç yüz vermedi. Bunun üzerine talebeleri ile birlikte gemiden
indi. Onlar iner inmez, geminin bir tarafı delinip, su almaya ve gemi ağırlaşan tarafa doğru
yatmaya başladı. Gemidekiler çok korkup, bu hâlin, o zâta gerekli hürmeti göstermemeleri
sebebiyle olduğunu anlayıp derhal özür dilediler. Affetmesini isteyip, gönlünü alınca,
talebeleri ile birlikte gemiye döndü. Açılan delik kolayca kapatıldı ve gemi düzeldi. Rahatça
yollarına devâm ettiler.
1) Tabakât-ül-Kübrâ; c.2, s.136
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.326
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.217

AHMED SARBAN


AHMED SARBAN
Bayramiyye tarîkatı mensuplarından. Hayrabolu'da doğdu. Doğum târihi belli olmayıp,
1545-46 (H.952)' de yine aynı şehirde vefât etti. Hayrabolu'da adına yaptırılan türbenin
hazîresine defnedildi.
Küçük yaşta ilim öğenmeye başladı. Fakat sonra yeniçeri ocağında 26. ortayı meydana getiren
Deveci ortasına kaydoldu. Çalışkanlığı ve zekâsı sâyesinde Devecibaşılığa kadar
yükseldi.Kânûnî Sultan Süleymân Hanın Irakeyn seferine Sârbânbaşı, devecibaşı olarak
katıldığından bu lakapla tanındı.
Yine bu seferde, orduda gönül ehli Pîr Ali Sultan adında bir zât vardı. O, Ahmed Sârbân'ı
gördüğü anda ondaki ilme karşı kâbiliyet ve istidâdı da sezdi. Kendisine pekçok nasîhatlarda
bulundu.
Ahmed Sârbân sefer dönüşü görevinden ayrılarak kendisini tamâmen Pîr Ali Sultan'ın
sohbetlerine verdi ve onun muhabbet halkasında eridi. Gönlünden dünyâ ve makam sevgileri
silindi gitti. Varını yoğunu Allahü teâlâ yolunda harcadı.
Ahmed Sârbân hazretleri hocasının vefâtından sonra Hayrabolu'ya geldi. Orada dîn-i İslâmı
yayma yolunda pekçok gayret sarfetti. Talebeler yetiştirdi. Bir gün talebeleri arasından birinin
hallerini anlıyamadığı evliyâullahtan bir zatın aleyhinde konuştuğunu duyunca:
Evliyâya eğri bakma
Kevn ü mekân elindedir
Mülke hükmün süren oldur
İki cihân elindedir.
Sen ânı şöyle sanursun
Sencileyin bir âdemdir
Evliyânın sırrı vardır
Gizli âyân elindedir.
diyerek, velilerin cenâb-ı Hak katındaki değerine işâret etti. O talebe çok mahcûb ve perişân
olarak özürler diledi, tövbe etti.
Rivâyete göre Ahmed Sârbân hazretlerinin çok huysuz ve geçimsiz bir hanımı vardı.
Efendisini görmeye gelenlere içeriden; "Siz bu heriften ne meded umuyor ve ne hayır
bekliyorsunuz. Sizin işiniz yok mu?" diyerek bağırırdı.
Birgün Şeyhin talebeleri hem bu durumu düşünüyor hem de birbirleriyle şöyle
konuşuyorlardı. "Acaba nasıl oluyor da Şeyhimiz böyle bir hanımla yaşayabiliyor, bir arada
geçinebiliyor?" Onların bu düşüncelerini anlıyan Şeyh hazretleri şu cevâbı verdi:
"Dostlarım!Mesele sizin zannettiğiniz gibi değildir. Benim böyle bir kadına tahammül
etmem, nefsânî bir hevesten değildir. Bu bizim talebelerimize verdiğimiz bir derstir. Maksat,
çirkin huylu insanlarla da iyi geçinmektir. Sizin elinizdeyse nefsinizi içinizden atın bana öyle
gelin. İşte bu kadar."
Ahmed Sârbân hazretleri ömrünün sonuna kadar o kadının yaptığı eziyetlere katlandı. 1545
(H.952) yılında vefât etti. Doğum yeri olan Hayrabolu'da adına yaptırılan türbenin hazîresine
defnedildi.
Ahmed Sârbân hazretlerinin hanımı, beyinin kıymetini vefâtından sonra anladı. Şeyh
hazretlerinin mezar taşına bir yastık gibi başını koyarak gece-gündüz; "Ah ah! Yazık çok
yazık ki, ben senin kadrini, kıymetini bilemedim." diyerek ağlardı.
1) Büyük Türk Klasikleri; c.4, s.311-313
2) Sohbetnâme; c.1, s.175
3) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.56
4) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.70

21 Haziran 2013 Cuma

DUÂ AYNI DUÂ, AMA OKUYAN AĞIZ


DUÂ AYNI DUÂ, AMA OKUYAN AĞIZ...
Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruh) hazretlerinden:
'Fakirin biri, bir ağaç dibinde gölgelenmekte olan Hz. Ali (r.a.)'ye gelir, ihtiyaçlarını arz eder:
' Çoluk-çocuk sıkıntı içindeyim, ne olur bana biraz yardımda bulunun, der.
Hz. Ali (r.a.) hemen yerden bir avuç kum alır, üzerine okumaya başlar. Sonra da avucunu açar ki, kum tanecikleri altın külçeleri hâline gelmiş...
' Al, der fakire. İhtiyacını karşıla!
Fakirin gözleri yerlerinden fırlayacak gibi olur:
' Allah aşkına söyle yâ Emîre'l-mü'minîn! Ne okudun da kum tanecikleri altın oluverdi? der. Hz. Ali (r.a.) anlatır:
' Kur'ân-ı Kerîm, Fâtiha sûresine gizlenmiştir. Bende Kur'an-ı Kerîm'i okudum, yani Fâtiha sûresini okudum bu kumlara...
Bunu öğrenen fakir durur mu? O da bir avuç kum alır ve başlar okumaya. Okur, okur, okur... Ama kumlarda bir değişiklik yoktur. Altın filan olmuyor, aynen duruyor.tekrar gelir ve İmam Ali kerremallâhü vechehû hazretlerine:
' Ben de okudum, ama birşey değişmiyor; kumlar altın olmuyor, der. Emîrü'l- Mü'mînin Hz. Ali (r.a.) boynunu büker, mahcup bir edâ ile cevap verir:
' Ne yapayım, der. Duâ aynı duâ; ama, okuyan ağız aynı değildir! Duâ tamam; lâkin, okuyanın ihlâsı ve teveccühü tamam değildir!..
İşte bütün mesele buradadır. Okuyanın ihlâsında ve teveccühünde... Aynı duâ; aynı îman, aynı İhlâs ve aynı teveccühle okunacak ki, aynı netice elde edilebilsin. Yoksa kumu altın yapmak gibi bir iksire sahip olabilmek mümkün olmaz
Alıntı: Fazilet Takvimi 1997

DÖRT DİRHEMLİK GÖMLEK


DÖRT DİRHEMLİK GÖMLEK
Ashab-ı Kiram'dam Ebu'd-Derda r.a. Hazretleri anlatıyor:
Günün birinde bir gömlek almak için çarşıya çıkmıştı. Yolda Ebu Zerr r.a. Hazretleri onunla karşılaştı, nereye gittiğini sordu. Ebu'd Derda r.a. dedi ki:
- On dirheme bir gömlek satın almak istiyorum. Ebu Zerr r.a. ise:
- Dikkat edin! Ebu'd-Derda müsriflerdendir! diye seslenmeye başladı. Ebu'd-Derda r.a. gizlemek istediyse de bunu yapamadı ve dedi ki:
- Ebu Zerr, böyle yapma! Benimle gel de beni sen giyindir.
Birlikte çarşıya gittiler. Ebu Zerr, Ebu'd-Derda'ya onun parasından dört dirheme bir gömlek alıverdi.
Ebu'd-Derda r.a. diyor ki:
Dönüp gelirken, avret yerlerini bile kapatmaktan uzak, çıplak bir adama rastladım. Onu örtüsüne dikkat etmesi için uyardım. O ise örtünecek elbisesi olmadığın söyledi. Ben de aldığım giysiyi ona verdim. Çarşıya dönüp dört dirheme bir gömlek daha aldım.
Evime dönerken, bu kez de yolda ağlayan bir hizmetçi kadın gördüm. Ona niçin ağladığını sordum. Şunu söyledi:
- Yağ konan kabım kırıldı. Aileme dönmek için de geç kaldım.
O kadınla birlikte çarşıya gittim. Bir dirheme ona bir kap yağ alıverdim. Bu defa kadıncağız dedi ki:
- Ey efendi, bana yapacağın iyiliği yaptın. Aileme kadar da benimle geliver. Çünkü ben eve geç kaldım. Beni dövmelerinden korkuyorum. Benimle gelirsen, belki bana dokunmazlar.
Onunla beraber efendisine gittim ve ona dedim ki:
- Hizmetçiniz geç kalmış da onu dövmenizden endişe etmiş. Bunun için benimle birlikte size gelmemi istedi, onun için buradayım.
- Madem seninle gelmiştir, dedi adam; artık o Allah için hür ve serbesttir!
Bunu görünce kendi kendime dedim ki:
- Ebu Zerr benden doğrusunu yaptı. Toplam on dirheme bana bir gömlek alıverdi, bir fakire de bir gömlek giydirdi, bir köleyi de hürriyetine kavuşturdu.

AHMED SAÎD-İ FARUKİ


AHMED SAÎD-İ FARUKİ
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi Ahmed Saîd olup, babasının ismi Ebû Saîd'dir.
Nesebi İmâm-ı Rabbânî hazretlerine dayanır. Künyesi Ebü'l-Mekârim, lakabı Sirâc-ül-Evliyâ,
evliyânın kandili ve ışığı olup, nisbesi Fârûkî, Müceddidî ve Serhendî'dir. 1802 (H.1217)
senesi Ağustos ayında Hindistan'ın Rampûr şehrine bağlı Mustafa-âbâd beldesinde dünyâya
geldi.
Ebû Saîd, kıymetli cevher misâli olan bu oğlunu çok güzel terbiye edip yetiştirdi. Küçük yaşta
Kur'ân-ı kerîmi ezberlettirdi. Ebû Saîd, Seyyid Abdullah-ı Dehlevî'nin sohbet ve
hizmetlerinde bulunmaktaydı. Ahmed Saîd de babası ile birlikte o büyük velînin sohbetlerine
devâm etmeye başladı. Bu sırada henüz on yaşındaydı. Abdullah-ı Dehlevî, evliyâlık
yolundaki istidâd ve kâbiliyetinin fevkalâde olduğunu anladığından, kendisini çok sever ve
iltifât ederdi. Terbiyesi ve yetişmesi ile bizzat alâkadâr olup, kendi evlâdı yerinde tutardı. Çok
defâ; "İnsanlardan bir çocuk istedim. Şeyh Ebû Saîd'den başkası, çocuğunu yetiştirmem için
bana teslim etmedi. Ben de onun çocuğunu (Ahmed Saîd'i) kendi evladım yerinde
tutuyorum." buyurmuştur.
Bir cevher misâli olan AhmedSaîd'i, hocası Abdullah-ı Dehlevî o kadar severdi ki, sohbet
esnâsında, insanların çokluğundan oturacak yer bulunmadığı zamanlarda bile, onu görünce
hemen yanında yer açar, oturtur, ilgilenir ve ona uzun müddet teveccühte bulunurdu. Ahmed
Saîd-i Fârûkî, hocasının yanında mânevî kemâlâta kavuştuktan sonra, onun emir ve
işâretleriyle, o zamanda bulunan âlimlerden sarf, nahiv, hadîs, fıkıh, kelâm gibi ilimlerdeki
tahsîlini de tamamladı. Böylece, çok ileri bir âlim, olgun ve yüksek bir velî oldu. Devamlı
ilim, ibâdet, zikir ve tâat ile meşgûl olur, bir ânını boş ve beyhûde yere harcamazdı. Diğer
hocalarından tam bir icâzetle mezun olup hilâfet aldığında, daha yirmi yaşına girmemişti.
Otuz iki yaşında iken de Abdullah-ı Dehlevî'den mezun olarak, talebeleri mânevî olarak
terbiye edip, yetiştirmek üzere vazîfelendirildi.
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri bir defâsında buyurdu ki: "Mevlânâ Şeyh Ahmed-i Saîd; ilim,
amel ve Kur'ân-ı kerîmi ezberleme bakımından, babası Ebû Saîd'e benzemektedir." Başka bir
defâsında ise; "Bu oğlu (Ahmed Saîd), babasından daha fazîletlidir." buyurdu.
Ebû Saîd, hacca gittiğinde, yerine vekil olarak bu oğlunu bıraktı. Babasının vefâtından sonra
da yerine geçip vekîli oldu. Hocalarının yolu olan Müceddidiyye yolunu yaymak, bu
büyüklerin temiz kalblerinden nehirler misâli gelmekte olan feyz ve bereketleri, Hak
âşıklarının kalblerine akıtmak husûsunda çok büyük hizmette bulundu. Talebelerine, başka
hocalardan yıllarca, öğrenemeyecekleri hususları, büyük bir mahâretle çok kısa zamanda
öğretir, hiçbirini mahrum bırakmazdı. Talebelerine olan şefkat ve merhameti, bir annenin
çocuklarına olan şefkatinden az değildi. Onların geçimlerini, maddî ihtiyaçlarını, bizzat
kendisi karşılardı. Tefsîr, hadîs, fıkıh, Mektûbât-ı şerîf ve Mesnevî okuturdu.
Delhi'de uzun müddet kalıp talebe yetiştirdi. 1857 senesinde İngilizler Hindistan'ı işgâl ettiler.
Ahmed Saîd çoluk-çocuğu ve sevenleri ile birlikte Delhi şehrinden ayrıldı. Dergâhında
talebelerinden Hacı Muhammed'i vekil bıraktı ve Hindistan'da bulunan talebelerim için
yerime halîfe olarak, Allahü teâlânın râzı olduğu bir kimse olan Hacı Dost Muhammed'i vekil
ettim. Onun teveccühlerine, mânevî nazarlarına yapışılsın ve kıymet verilsin." buyurdu.
Dehli'den ayrıldıktan sonra Safder-i Cenk denilen Makberer-i Mansûr'a gitti. Burada
İngilizlere karşı ayaklanma olduğu sırada, İngiliz subayı Ahmed Saîd'in yanına gelip; "Sen
âsilerdensin. Seni rezîl ve rüsvâ ederek asacağım." dedi. Bu sırada Ahmed Saîd'in yanında
birâderleri ve çocukları da vardı. Ahmed Saîd, İngiliz subayına; "Sizinle berâber gideceğimi
aklınızdan çıkarın." deyip, hizmetçisine arabayı hazırlamasını söyledi. Hizmetçisi arabayı
getirince, yanına zarûrî eşyâlarını alıp, arabaya bindi. Bu hazırlıklar sırasında Ahmed Saîd
hazretlerinin hâlindeki asâlet ve vakar İngiliz subayının dikkatini çekti. Arabaya bindiği
sırada İngiliz subayına; "Söyleyiniz bizi nereye götürüyorsunuz?" diye sorunca, subayı bir
korku hâli kapladı ve askerlerle birlikte hemen oradan ayrıldı. Bir asker ile; "Pîr yerinde
kalsın." diye haber gönderdi.
Ahmed Saîd 1857 senesinde Hicaz'a gitmek üzere akrabâsı ve sevenleri ile yola çıktı. Üç
aydan fazla Mûsâzî'de kaldı. Daha sonra deniz yoluyla Bombay'a gitti. Nisan (Şâban) ayında
Bombay'dan yola çıktı. Haziran (Şevval) ayında Mekke'ye ulaştılar. Hac farîzasını yerine
getirdikten sonra iki oğlu ve bâzı talebeleri ile Medîne'ye gitti. Kâfileden geride kalanlar ise
Recep ayında Medîne'ye vardılar. Ahmed Saîd Pencab'dan Medîne-i münevvereye kadar
uğradığı beldelerde, devlet adamları ile âlimler sohbetine koştu.
Ahmed Saîd hazretleri Medîne-i münevverede yerleşti. Bu yüksek yolun ince bilgilerini,
kalbe ait yüksek mârifetleri ilim ve edeb âşıklarına sunmaya devâm etti. Ömrünün sonuna
kadar orada bu hizmeti sürdürdü.
Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede ilim tâlibleri Ahmed Saîd hazretlerinden çok
istifâde edip, feyz ve mârifetler elde ettiler. Kendisi bir taraftan talebe yetiştirirken, bir
taraftan bu yüksek yolda daha çok ilerlemeye çalışıyordu. Resûlullah efendimizin kabr-i
şerîflerini ziyâret ettikçe, daha yüksek feyz ve mârifetlere sâhib oldu. Bu sırada kendisine;
"Seni ve kıyâmete kadar seni tevessül edenleri (seni vesîle ederek bana duâ edenleri) af ve
magfiret eyledim." ilhâmı geldi. Kendisinden önce, üstâdlarının ve dedelerinin
seçilmişlerinden sâdece birkaçına nasib olan bu müjdeyi almakla çok sevindi. Allahü teâlâya,
O'nun Resûlüne ve bu yolun büyüklerine olan muhabbet ve bağlılığı daha da arttı.
Ahmed Saîd buyurdu ki:
"Düşünerek, kendinden evvel vefât etmiş olan akrabâ ve dostlarının hâlinden ibret alarak
kabir ziyâreti yapmak, katı kalpleri yumuşatmakta pek faydalıdır. Bu sebeple kabir ziyâretini
çok yapmak lâzımdır."
Ahmed Sa'îd 1861 (H.1278) senesi Eylül ayının on sekizinde Salı günü öğle ile ikindi
arasında vefât etti. Vefâtında, Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin mübârek
mihrâbının yanında bulunuyordu. Yüksek ceddi hazret-i Ömer'in cenâze namazının kılındığı
yerde namazı kılınıp, Bakî' kabristanında defnolundu. Kabri, hazret-i Osman-ı Zinnûreyn'in
kabri yakınındadır.
Ahmed Saîd hazretleri çok kıymetli eserler yazmıştır. Bâzıları şunlardır: 1) Sa'îd-ül-Beyan fî
Mevlid-i Seyyid-il-İnsü vel-Cân, 2) Ez-Zikr-uş-Şerîf fî İsbâtı Mevlid-il-Münif, 3)
Isbât-ül-Mevlidi vel-Kıyâm, 4) El-Fevâid-üz-Zabıta fî İsbât-ir-Rabıta, 5)
El-Enhâr-ul-Erbe'a, 6) Tahkîk-ül-Hakk-ül-Mübîn fî Ecvibet-il-Mesâil-il-Erbe'in, 7)
El-Hakk-ul-Mübîn fî Reddi ale'l-Vehhâbîn, 8) Mektûbât-ı Ahmediyye. Ayrıca bâzı
şiirleri vardır. Şiirlerinde Saîd mahlasını kullanmıştır.
Ahmed Saîd hazretlerine, Resûlullah efendimizin kabrinin nasıl ziyâret edileceği
sorulduğunda buyurdu ki:
Resûlullah efendimizin kabrini ziyâret eden kimse, dünyâ işlerini ve bu ziyâretle alâkalı
olmayan her şeyi kalbinden çıkarır. Bunun için gayret gösterir. Bu gayrete, kalbinde, Resûl
aleyhisselâmdan istimdâd, yardım isteme hâli meydana gelinceye kadar devâm eder.
Dünyâ sevgisi ve nefsin arzu ve istekleri gibi kirli düşüncelerle meşgûl olan bir kalb,
Resûlullah efendimizin yardımlarına kavuşmaktan mahrûmdur. Hattâ o huzurda böyle bir
kalb ile bulunmak bile uygun değildir. Mümkün olan nisbette kalbini uygunsuz
düşüncelerden temizlemeye gayret ederek ve o huzurda bulunmaya layık olmadığını
düşünerek, mahzûn bir gönülle, Resûlullah efendimizin af ve merhametlerinin genişliğinden
ümitli olarak, O'nun kabr-i şerîfinde bizim bilmediğimiz bir hayat ile diri olduğunu,
ziyâretine gelenleri, ziyâretçinin derecesi, hâli ve kalbine göre tanıyıp, yardım ettiğini ve daha
bunun gibi şeyleri düşünerek ziyâret eder. Muhabbet ve bağlılığı nisbetinde o deryâdan feyz
alır. İki cihân saâdetine kavuşmanın, ancak ve yalnız dünyâ ve âhiretin efendisi olan
Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlı olduğunu düşünerek, her hâlinde O'nun sünnet-i
seniyyesine uymaya çalışır.
1) Hadîkat-ül-Evliyâ; 1. kısım s.139
2) Makâmât-ı Ahyâr; s.76
3) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1034,1166, 1171,1174
4) Makâmât-ı Mazhariyye
5) Makâmât-ı Saîdiyye
6) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.190
7) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.232
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.327

AHMED RIFAİ


AHMED RIFAİ
Büyük velîlerden. İsmi ve nesebi; Ahmed bin Sultân Ali bin Yahyâ bin Sâbit bin
Ebü'l-Fevâris Hâzım Ali bin Ahmed Murtezâ bin Ali İşbilî bin Rüfâe Hasan bin Mehdi bin
Muhammed bin Hasan bin Ahmed Sâlih bin Mûsâ bin İbrâhim Murtezâ bin Mûsâ Kâzım bin
Câfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin AliZeynel Âbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî
Tâlib'dir (r.anhüm). Peygamber efendimizin soyundan olup seyyiddir. Anne tarafından da
nesebi hazreti Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî'ye dayanır. Bu yüzden kendisine
Ebü'l-Alemeyn, iki sancak sâhibi künyesi verilmiştir. Ebü'l-Abbâs da denir. Benî Rıfâe
kabîlesine mensûb olduğu için Rıfâî nisbeti ile meşhur oldu.
Ahmed Rıfâî hazretleri doğmadan önce dayısı büyük âlim Mensûr Betâihî bir gün rüyâsında
Peygamber efendimizi gördü. Ona; "Ey Mensûr! Kız kardeşin, kırk gün sonra Ahmed isminde
bir çocuk dünyâya getirecek. Bu çocuğu, Aliyyül Kârî Vâsıtî'nin terbiyesine teslim et. Bu zât,
Allah indinde azîzdir. Sakın ihmâl etme." buyurdu. Bu rüyâdan tam kırk gün sonra Ahmed
dünyâya geldi. 1118 (H.512) senesinin Receb ayının ortalarında bir Perşembe günü Betâih'de
doğdu.
Ahmed Rıfâî yedi yaşında iken babası vefât etti. Onu, dayısı Mensûr Betâihî, husûsi bir
ihtimâm ile büyüttü, ilim öğretti. Önce Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Kur'ân-ı kerîm hocası
Abdülmelik Harnutî'dir. Ahmed Rıfâî henüz yedi yaşında iken bir gün Allahü teâlânın zâtına
ve sıfatlarına âit bilgilerde mârifet sâhibi olan hocası Abdülmelik Harnutî'yi ziyârete gitti.
Hocası ona; "Yâ Ahmed! Sana diyeceğim şu şeyleri hâfızanda tut, ezberle ve hiç unutma!"
deyince "Peki efendim." dedi. Abdülmelik Harnutî buyurdu ki: "Başkalarına iltifat edip
gezen, hedefine varamaz ve hakîkate kavuşamaz. Şüpheden kurtulamayanın, dünyevî
düşünenin, nefsî arzularının peşinde olanın; felâha, hidâyete kavuşması düşünülemez. Bir
kimse, kendi kusûrunu, noksanını bilmiyorsa, bütün zamânı da noksan geçer." Bu kıymetli
sözleri hâfızasına nakş etti. Bir yıl bu sözlere göre amel etti. Bir yıl sonunda hocasından yine
nasîhat istediğinde buyurdu ki: "Hakîkî âlimleri, evliyâyı tanıyamamak çok kötüdür. Tabîbin
hasta olması ne fenâ, akıllı kimsenin câhil kalması ne kötüdür."
Ahmed Rıfâî, çocukken bir grup evliyânın yanından geçiyordu. Hepsi ona bakıyorlardı. Birisi;
"Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, bu mübârek ağaç (çocuk) büyümeye başladı.",
ikincisi; "Biraz sonra dallanır.", üçüncüsü; "Kısa zamanda gölgesi etrâfı bürür.", dördüncüsü;
"Çok geçmeden meyve verir ve ay gibi etrâfa ışıklarını salar.", beşincisi; "Yakında, insanlar
onun kerâmetlerini, fevkalâde hâllerini görürler. O, insanların ihtiyaçlarını istediği kimse
olur.", altıncısı; "Pek kısa zamanda şânı pek yücelir.", yedincisi; "Onun talebeleri pek fazla
olur." dediler.
Ahmed Rıfâî'yi, dayısı, bir müddet sonra Vâsıt şehrine, büyük âlimlerden ilim öğrenmek
üzere gönderdi. Vâsıt'a göndermesinin sebebi, rüyâda Peygamberimizin emr-i şerîfleri
olmuştur. İslâm âlimleri umûmiyetle Vâsıt'a gelir, talebelere ders verirlerdi. Büyük âlim
Aliyyül Kârî Vâsıtî hazretleri ve dayısı Ebû Bekr el-Ensârî el-Vâsıtî hazretleri de Vâsıt'ta
bulunuyordu. (Aliyyül Kârî 1182 (H.578)'de vefât etti. 1607 (H. 1016) da ölen Aliyyül Kârî
başkadır ki, bu, hakîkî Ehl-i sünnet âlimlerine dil uzatmıştır.) Ahmed Rıfâî, Aliyyül Kârî ve
İshak Şîrâzî hazretlerinden bütün ilimleri öğrendi. Büyük bir fıkıh, hadîs, tefsîr âlimi ve
tasavvufta zamânının bir tânesi oldu. Allahü teâlânın emirlerini harfiyyen yapar,
yasaklarından büyük bir titizlikle kaçardı. Bildikleriyle amel eder ve başkalarına da tavsiyede
bulunurdu. Bir gün birisi gelip duâ istedi. "Benim şimdi bir günlük nafakam var, onun için
duâm kabûl olmaz. Onu bitirdiğim zaman gel, sana duâ edeyim." buyurdu ve öyle yaptı.
Ahmed Rıfâî hazretleri, namaz kılarken benzi sararır, kendinden geçerdi. Gönlünde
hissettiklerini, zâhirinden takib etmek mümkündü. Fakat heybetinden kimse cesâret edip
soramazdı. Bir gün kendisi; "Namaza kalktığım zaman sanki Allahü teâlâ bana Kahhâr
sıfatıyla tecellî edecek diye korkuyorum." buyurdu.
Seyyid Ahmed Rıfâî; orta boylu, nûr yüzlü, buğday benizliydi. Saçları siyah, sakalı seyrek,
alnı açık ve geniş idi. Gözlerine sürme çeker, tebessüm buyururdu. Güzel konuşmaları ile
kalpleri harekete getirir, sohbetine doyum olmazdı. Kürsüde oturarak konuşurdu. Konuşmaya
başlayınca, sesini uzak ve yakındakiler işitirlerdi. Çevre köydeki kimseler de, aynı şekilde
duyarlardı. İnsanlar evlerinin üzerine çıkar, Seyyid Ahmed Rıfâî, yanlarındaymış gibi
dinlerlerdi. Öyle ki, bütün kelimeleri eksiksiz anlaşılırdı. Hattâ sağırlar, yarım işitenler, onun
sohbetine katıldıkları zaman, Allahü teâlânın ihsâniyle kulakları açılır, söylenilenleri işitirler
ve anlarlardı. Beyaz gömlek giyer, pirinç unundan ekmek yaptırıp yerdi. Misâfirler için
verdiği yemek hâricinde başka bir şey yemezdi. Yemeği soğutarak yer, misâfirsiz iftar
etmezdi. Kendisine âit misâfir konağı, her gün dolup taşar, günde iki öğün yemek çıkardı.
Yolda her rastladığı kimseye, hattâ çocuklara bile selâm verirdi. Hastaların sıhhatlerini
sormak için uzak yollara gitmekten üşenmez, onları ziyâretten zevk alırdı. İhtiyarlara,
âmâlara, sıkıntıda olanlara yardımcı olurdu. Peygamber efendimizin; "Kim, saçı sakalı
ağarmış müslüman bir kimseye ikrâm ederse, Allah da ona ihtiyarladığında hürmet ve
ikrâmda bulunacak kimseleri vazîfelendirir, ona ikrâm ederler." hadîs-i şerîflerinde
bildirildiği gibi hareket etmeyi âdet edinmişti.
Alçak gönüllü olduğundan, hiç bir mecliste baş köşeye geçmez ve seccâde üzerinde
oturmazdı. Daimâ az konuşur ve; "Sükûtla emr olundum." buyururdu. Birçok defâ azamet-i
ilâhiyye tecellisine mazhâr olup, güneşin karşısında buzun eridiği gibi kendisi de bir avuç su
gibi kalıncaya kadar eridiğini hisseder sonra ilâhî rahmet yetişerek eski hâlini bulurdu. Daha
sonra da cemâatine hitâben; "Cenâb-ı Hakkın lütfu olmasa, yanınıza dönemezdim." derdi.
Ahmed Rıfâî hazretlerinin talebelerine bağlılığı çok fazlaydı. Onların arasında bulunmanın,
onlarla sohbet etmenin, büyük sevaplar hâsıl eden ibâdet olduğunu buyurur ve talebelerine de
kendi talebelerine böyle yapmalarını tavsiye ederdi.
Talebeleri ile sohbet ederken insanların kendini beğenmesi ile ilgili bir soru sorulduğunda:
"İlminin fazla, amelinin çok olması ile gurûra kapılan kimse, mârifet sâhibi değildir. Çünkü
şeytan da pek fazla bilgiye sâhipti. Mantık yürütmek sûretiyle, ateşin topraktan daha hayırlı
olduğunu iddiâ etti. Halbuki meleklere hocalık yapıyordu. Sonunda kendi nefsinin üstün
olduğunu söyleyip kibirlendi. Böylece Allahü teâlânın gadabına uğradı ve lânete müstehak
oldu. Ebedî olarak rahmet dergâhından kovuldu. Ey oğlum! Sakın! Çok sakın! İyi
ibâdetlerine, yüksek ilmine aldanma. Çünkü Bel'âm-ı Baûrâ ve Bersisa, en çok ibâdet
edenlerdendiler. Fakat sonunda, nefs ve şeytana uyarak dünyâya bağlandılar. Âhiretlerini
ziyân ettiler. Rezîl rüsvâ oldular.
Ey oğlum! Kalbinde ufak bir leke görürsen, oruç tut. Gitmezse, az konuşmaya bak. Gitmezse,
günahlardan şiddetle kaç. Yine gitmezse, her hâli iyi bilen Allahü teâlâya yalvarmaya,
sızlanmaya başla.
Bilgisizlik ölümdür. Allahü teâlâ ilim verdikçe canlanma başlar. Her bilgi bir vebâldir. Bu
vebâlden kurtulmak amel etmekle mümkün olur. Her amel fayda vermez. Fayda vermesi
Allahü teâlâ için yapılmaya bağlıdır. İhlâs elde edilmedikçe, kurtuluşa erilmez." buyurdu.
Sâlih müslüman ve iyi bir kul nasıl olmalıdır? diye sorulunca, şöyle cevap verdi:
"Sâlih müslümanlar, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğerler, gelen şiddet ve belâlara
sabrederler, aza kanâat ederler. Allahü teâlâdan başkasından korkmazlar ve kimseden bir şey
beklemezler. Ancak Allahü teâlâdan isterler. İnsana, yüksek makamları veren, aşağı düşüren
azîz ve zelîl edenin Allahü teâlâ olduğunu bilirler. Sâlih müslümanlar, Peygamber
efendimizin sünnet-i şerîflerine tam uyarlar. Onların korkusu, son nefes içindir. Onlar, az
konuşurlar. Öfkelerini tutarlar, şehvetlerini yenerler. Nefslerinin arzularını yapmazlar. Allahü
teâlâyı unutturacak bütün engelleri ortadan kaldırarak, hep O'nunla berâber olmaya bakarlar.
Böylece nefslerini alçaltıp, ruhlarını yükseltirler.
Nefse, Allahü teâlânın kazâ ve kaderine rızâ göstermek kadar zor gelen bir şey yoktur.
Çünkü, kadere râzı olmak, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğmek, nefsin isteklerine zıttır.
Nefs bunları istemez. Saâdete kavuşmak, nefsin rızâsını terk edip, Allahü teâlânın rızâsına
koşmakla mümkündür. Saâdete kavuşanlara müjdeler olsun."
Allah adamlarıyla berâber olmayı sever, onların duâlarını almaya çalışırdı. Düşkünleri çok
sever, her zaman onları himâye ederdi. Eli, ayağı olmayan veya cüzzam gibi ağır hasta olan
kimseleri yanına alır, onları bizzat kendi elleriyle yıkar, temizler ve elbiselerindeki yırtıkları
yamardı. Bunlardan haz duyduğunu bildirir, talebelerini de teşvîk ederdi. Acıkmış bir fakîri
görse, gider kendi eliyle yiyecek hazırlar, berâberce yerlerdi. Buyururdu ki: "Bütün evliyâlık
yollarından geçirildim. Fakat fakirlik, başkaları gözünde hakîr olmak ve hastalık gibi Allahü
teâlâya yakın ve daha uygun yol göremedim."
Bir yere gidip de dönerken, yanında hazır bulundurduğu ipine, topladığı odunları bağlardı.
Bunları getirir, şehirde bulunan dul, yetim, fakir, hasta olanlara dağıtırdı. Dünyâ malına hiç
kıymet vermez, onları dîne hizmette kullanırdı. Kendisi için, dünyâlık nâmına hiçbir şey
alıkoymazdı. Bütün malını fakir müslümanlara dağıtırdı.
Büyüklerden biri, Ahmed Rıfâî'ye duâ etmesi için bir hasta getirdi. Hasta birkaç gün kaldığı
hâlde, Ahmed Rıfâî hiçbir şey söylemedi. Bunun üzerine hizmetçisi Yâkûb; "Efendim! Bu
hasta için duâ etmemenizin sebebi nedir?" deyince; "Ey Yâkûb! Cenâb-ı Hakk'ın izzetine
yemîn olsun ki, Allah katında, benim kabûl olunacağı vâd olunan yüz hâcetim vardır.
Şimdiye kadar hiçbirini dilemedim." cevabını verdi. Yâkûb; "Bir tânesi bu biçâreye sarf
edilse nasıl olur?" deyince, Ahmed Rıfâî hazretleri; "Sen benim edebe aykırı hareket eden bir
kimse olmamı mı istiyorsun?" buyurup; "Dikkat ediniz, halk ve emir O'na mahsûstur.
Âlemlerin Rabbi Allah çok yücedir." (A'raf sûresi:54) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu,
sonra; "Ey Yâkûb, aslında fakîr olan bir kişi, bir hâcet istirhâm edip, kabûle mazhâr olduğu
zaman, eski vekar ve şerefinden de bir kademe kaybeder." buyurdu. Hizmetçisi; "Efendim,
namazlardan sonra her zaman duâ ettiğinizi görüyorum." deyince de, Ahmed Rıfâî; "O başka,
bu başkadır. Namazlardan sonra yapılan, ilâhî emre uymak için yapılan kulluk duâsıdır. Bu
ise hâcet duâsıdır ve husûsî şartları vardır." buyurdu. Bu konuşmadan iki gün sonra o hasta
şifâ buldu.
Ahmed Rıfâî'nin talebelerinden ikisi birbirlerini çok severlerdi. Aralarındaki bu yakınlık ve
duydukları mânevî hazdan kendilerinden geçerlerdi. Bir gün böyle bir anda, bir tânesi ellerini
kaldırıp; "Yâ Rabbî! Cehennem'den azâd olduğuma dâir bu âciz kuluna bir belge gönder."
deyiverdi. Öbürü; "Hak teâlânın keremi çoktur, fadl ve ihsânı hududsuzdur." dedi. Böyle
konuşurlarken, âniden gökyüzünden beyaz bir kâğıt indi. Kâğıdı aldılar. İçinde bir yazı
göremediler. Seyyid Ahmed'in önüne geldiler. Hâllerini anlatmayıp, o kâğıdı ona verdiler.
Kâğıda bakınca, Allahü teâlâya secde etti. Secdeden başını kaldırınca; "Allahü teâlâya hamd
olsun ki, eshâbımın Cehennem'den azâd olduğunu, âhiretten önce, dünyâda bana gösterdi."
buyurdu. "Efendim, bu kâğıt beyazdır." dediklerinde; "Kudret eli siyâh ile yazmaz. Bu, nûr ile
yazılmıştır." buyurdu.
Bir gün Seyyid Ahmed Rıfâî'nin huzûruna bir kimse gelip; "Efendim! Abdest almak için
kuyudan su çıkarıyordum. Bir arslan gelip öküzüme saldırdı, parçaladı ve yedi. Şimdi ne
yapayım?" dedi. Ahmed Rıfâî; "O arslanı bana çağırınız. Korkmayınız, ondan size zarar
gelmez." buyurdu. Bir talebesi; "Peki efendim." diyerek arslanı arayıp buldu. Seyyid Ahmed
Rıfâî hazretlerinin çağırdığını söyledi. Arslan geldi. Ahmed Rıfâî'nin huzûrunda yüzünü yere
koydu. Ahmed Rıfâî arslana; "Ey Arslan!Bu fakirin hizmetini gören öküzü niçin yedin?"
buyurdu. Arslan, Allahü teâlânın izniyle dile gelip; "Ey efendim! Ceddin Muhammed
aleyhisselâmın hâtırı için bana gadap edip, bedduâ etmeyiniz. Zîrâ bir haftadır bir şey
yemedim, çok açtım. Çâresiz kaldım, affedeceğinizi ümid ederim." dedi. Ahmed Rıfâî,
arslanın özrünü kabûl etti ve; "Suçunu bir şartla affediyorum. O da, yediğin öküzün yerine bu
fakire hizmet edeceksin." buyurdular. Arslan kabûl edip, o kimsenin hizmetinde bulundu.
Ahmed Rıfâî hazretleri hayvanlara karşı çok merhametli idi. Bir köpek cüzzam hastalığına
yakalanmıştı. Hiç kimse köpeği bu iğrenç hâlinden dolayı kapısına koymadı. Köpek, bu
şekilde kapılardan kovula kovula, Seyyid Ahmed Rıfâî'nin kapısına geldi. Dermansız, yara
bere içindeydi. Köpeğin bu hâlini gören Ahmed Rıfâî, alıp, şehirden dışarı bir yerde ona bir
gölgelik yaptı. Köpeği orada tedâviye başladı. Temizledi, yarasına merhem sürüp karnını
doyurdu. Kırk gün bu şekilde tedâvî gören köpek sıhhate kavuştu. Cüzzamdan eser kalmadı.
Sonra köpeği güzelce yıkayıp şehre getirdi. Kendisine, "Efendim! Bu köpeğe çok ilgi
gösterdiniz, hikmeti nedir?" diye sordular. Onlara; "Kıyâmet günü Rabbimin bana, bu köpeğe
niçin acımadın? Onu uğrattığım bu belâdan niçin kurtarmadın? Aynı belâya seni de
düşürmem ihtimâlini niçin düşünmedin? diye sormasından korktum. Ey insanlar! Kalblerinizi
Allahü teâlânın yarattıklarına karşı merhamet hissiyle doldurunuz. Cenâb-ı Hakkın sizi de
aynı derde müptelâ kılmasından korkunuz." buyurdular.
Bir gün Ahmed Rıfâî'nin paltosunun eteğinde, evin kedisi gelip uyudu. Namaz vakti
geldiğinde kediyi uyandırmaya kıyamadı. Bir müddet onu şefkatle seyretti. Uyanmayacağını
anlayınca kedinin yattığı yeri kesti. O hâliyle kalkıp namaza gitti. Geldiğinde kedi uyanıp
oradan gitmişti. Kesik parçayı paltosuna tekrar dikti. Öyle ki, kesildiği yer hiç belli değildi.
Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerine, sıkıntı içinde dertli, ihtiyâcı olanlar gelirler, ondan duâ
isterlerdi. Ayrıca ihtiyaçlarının karşılanması için kendisine gelenlere, mürekkep kullanmadan,
parmağıyla kâğıda bâzı şeyler yazıp verirdi. Allahü teâlânın izniyle hâcetleri, istekleri hâsıl
olurdu. Bir kimse Seyyid hazretlerine hâcetinin hâsıl olması için geldi. O da parmağıyla
yazdığı bir kâğıdı ona verdi. Aradan bir hayli zaman geçtikten sonra o kimse, tecrübe için
aynı kâğıdı tekrar getirip, Seyyid hazretlerine hâcetini anlatıp; "Efendim! Bu kâğıda bir duâ
yazar mısınız? dedi. O da; "Bu kâğıda daha önce bir kerre yazı yazılmış. Bir daha yazarsak,
yazılar birbirine karışır, okunmaz hâl alır." buyurdular.
Fıkıh âlimlerinden Yûsuf Ebû Zekeriyyâ, Ahmed Rıfâî hazretlerini ziyâret için Ümmü
Ubeyde kasabasına gitti. Seyyid hazretleri, binlerce kişiye câmide vâzü nasîhat veriyordu.
Nasîhat ederken, cemâat arasındaki âlimler, kendisine pekçok suâller sordular. Sorulan
suâller pek zor, anlaşılması ve cevaplarını vermek güçtü. Seyyid hazretleri her sorunun
cevâbını ânında en ince teferruâtına kadar açıklıyordu. Ne kadar sorulduysa, hepsine cevap
verdi. Yûsuf Ebû Zekeriyyâ dayanamayarak, suâl soranlara; "Yeter artık. Ne kadar sorarsanız
sorunuz, hepsine cevap verileceğini anladınız." dedi. Bu söz üzerine Seyyid Ahmed Rıfâî,
tebessüm edip; "Ey Ebû Zekeriyyâ! Dünyâ fânîdir. Bırakınız ben hayatta iken sorsunlar."
buyurdular. "Bu dünyâ fânîdir." buyurduğunda, binlerce cemâat fevkalâde heyecâna kapıldı,
içlerinden beş kişi orada vefât etti. Orada hazır bulunanlar içinden, ibâdetlerini tam yapmayan
binlerce kimse tövbe edip doğru yola geldi.
Haddâdiye köyünde, çocukları doğduktan sonra ölen bir kadın vardı. O kadın; "Eğer doğacak
olan çocuğum yaşarsa, onu Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin hizmetine vereceğim." diye vâd
etti. Aradan zaman geçti, bir kız çocuğu oldu. Fakat çocuk kambur ve topaldı. Çocuk
büyüdüğünde, diğer çocukların alaylarına mâruz kalıyordu. Seyyid Ahmed Rıfâî, bir gün bu
çocuğun köyüne gitti. Halk, kendisini köyün dışında karşıladılar. Bunlar arasında, sakat çocuk
da vardı. Ahmed Rıfâî yaklaşınca, çocuk birden ileri fırlayıp ellerini öptü ve; "Efendim! Siz,
annemin de üstâdısınız. Beni ne olur şu istihzâlardan, alaylardan kurtarınız!" diye yalvardı.
Onun bu yalvarışı Ahmed Rıfâî'ye çok tesir etti ve mübarek gözyaşlarını tutamadı. Başını ve
sırtını okşayıp duâ edince, çocuk şifâya kavuşup, kamburluğu ve topallığı kalmadı. Bunu
gören halk, Ahmed Rıfâî hazretlerine "Şeyh-ül-azca (topal kızın hocası)" lakabını verdiler.
Seyyid Ahmed Rıfâî hazretleri, herkese iyilik eder, kimsenin kalbini kırmaz ve kin tutmazdı.
Hiçbir zaman büyüklük taslamazdı. Çok mütevâzi idi. Bir gün yoldan geçen kendini bilmez
bir grup, Ahmed Rıfâî'ye hakâret etmeye başladılar. Uygun olmayan sözler sarfettiler. Ahmed
Rıfâî onların bu hakâretleri karşısında başını açtı, yerlere yüzünü sürdü, toprağı öptü. Onlara;
"Benim hatâlarımı îkaz edip, hatırlatan büyüklerim, efendilerim! Bu kölenizi bağışlayın."
buyurdu. Sonra o kimselerin ayaklarına kapandı, ellerini öptü ve; "Ne olur, benden râzı
olunuz. Sizler çok yumuşak huylu kimselersiniz. Şüphesiz sizin bu yumuşaklığınız beni bu
hâle getirdi." buyurdu. Bu hâl, o kimseleri âciz bıraktı, ezildiler. Ne yapacaklarını şaşırdılar.
Nihâyet; "Senin gibi sabırlı bir kimse görmedik. Bu kadar hakâret ettiğimiz hâlde, rengin bile
değişmedi, tahammül ettin ve yine tevâzu gösterdin." dediler. Ahmed Rıfâî hazretleri de;
"Bendeki bu hâl, sizin bereket ve himmetiniz sâyesinde olmuştur efendim." buyurdu.
Ahmed Rıfâî hazretleri, bir gün etrafına toplanmış olan yakınlarına; "İçinizde, benim bir
ayıbımı, kusûrumu görüp de söylemeyen var mıdır? Varsa lütfen söyleyiniz." buyurdular.
Oradakilerden biri; "Efendim, ben sizde bir kusûr görüyorum." dedi. Bunu işiten Seyyid
hazretleri hiç üzülmedi, söyleyeni kınamadı ve; "Ey kardeşim! Lütfen kusûrumu söyleyiniz."
buyurdu. O kimse; "Bizim gibi, size lâyık olmayan kimseleri huzûrunuza kabul
buyurmanızdır." deyince, başta Ahmed Rıfâî olmak üzere oradakiler ağlamaya başladılar. Bir
ara Ahmed Rıfâî; "Hepinizden daha aşağı olduğumu biliyorum ve sizlerin hizmetçinizim."
buyurarak onları tesellî edip, tevâzu gösterdiler.
İbrâhim Bestî isminde bir kimse, Ahmed Rıfâî hazretlerini hiç sevmezdi. Hakkında uygun
olmayan çirkin şeyler söylerdi. Bir gün hakâret dolu bir mektup yazıp, birisiyle gönderdi.
Ahmed Rıfâî gelen kimseye, mektubu sesli olarak okumasını söyledi. O kimse, her türlü
iftirânın bulunduğu bu mektubu okuyunca, Seyyid hazretleri, sükûnetle dinlediler ve; "Doğru
söylemiş. Eğer Allahü teâlânın indinde şüpheli bir durumum yoksa, insanların bana ettiği
iftirâlara hiç aldırış etmem." buyurdular ve mektubuna cevap olarak şunları yazdırdılar:
"Muhterem İbrâhim Bestî hazretleri, Allahü teâlâ beni dilediği gibi ve istediği yerde yarattı.
Sizin doğruluğunuza güveniyorum. Hayır duâlarınızdan beni mahrum bırakmamanızı ve
haklarınızı helâl etmenizi yüksek zâtınızdan istirhâm ediyorum." Bu tevâzu dolu mektubu
alan İbrâhim Bestî çok şaşırdı. Yüzünü yerlere sürüp dışarı çıktı gitti. Nereye gittiği ve nerede
olduğu bilinemedi.
Bir kimse Ahmed Rıfâî hazretlerini çekemez, onu hep kötüler, aleyhinde konuşurdu. Onun
yüksek hallerini inkâr eder, hiçbirini kabûl etmezdi. Ahmed Rıfâî hazretlerinin talebelerinden
kimi görse, önceden hazırladığı mektubu eline verip, hocasına götürmesini tenbih ederdi.
Ahmed Rıfâî hazretleri de mektubu açınca, "Ey Mülhid, ey bid'atçı, ey zındık... gibi çok
çirkin şeylerin yazılı olduğunu görürdü. Mektubu getiren talebesine bir mikdâr para verip, o
kimseye götürmesini söyler ve; "Sen benim sevap kazanmama vesîle oluyorsun, cenâb-ı Hak
sana hayırlar ihsân etsin, diye söylediğimi bildiriniz." derdi. Bu kimse, uzun müddet bu
şekilde kötü hakâretlerine ve iftirâlarına devâm etti. Sonunda âciz kaldı. Ahmed Rıfâî'nin
verdiği bu cevaplardan utanmaya başladı. Yaptığı hareketlerden pişman olup, tövbe etti.
Özrünü beyân etmek üzere, af dilemek için, Ahmed Rıfâî'nin huzûruna doğru hareket etti.
Bulunduğu şehre yaklaşınca başını açtı, üzerinden örtüsünü çıkardı, boynuna da bir yular
taktı. Bir kimseye de bu yuları tutup, çeke çeke Seyyid hazretlerinin huzûruna götürmesini
rica etti. Ahmed Rıfâî onu bu hâlde görünce, "Ey kardeşim! Seni bu hâle getiren nedir?" diye
sorunca; "Yaptıklarım." dedi. Seyyid Ahmed; "Ey kardeşim! Yaptığınız sâdece birer
hayırdır." buyurdular. O kimse yaptıklarına pişmân olduğunu bildirerek özür diledi. Özrü
kabûl edilince, Ahmed Rıfâî'nin sâdık talebelerinden oldu.
Devlet ileri gelenleri sık sık mektup yazarak Ahmed Rıfâî'den nasihat isterlerdi. Çünkü onlar
Ahmed Rıfâî'nin büyük âlim ve evliyâ bir zât olduğunu biliyorlardı. Bunlardan biri olan
Abbâsî halîfesi Ebû Ahmed Müstencid Billâh, bir adamını göndererek, Seyyid Ahmed Rıfâî
hazretlerinden nasîhat istedi. Halîfe, Ahmed Rıfâî hazretlerine gönderdiği mektupta şöyle
yazıyordu:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Emîr-ul-mü'minîn'den Seyyid Ahmed Rıfâî'ye! Sizden nasîhat
istiyorum. Çünkü ben, sizin nasîhatlarınıza çok muhtâcım. Bana yapacağınız nasîhatlar çok
faydalı olacak. Allahü teâlânın size ihsân ettiği kıymetli bilgilerden bana yazınız. Çünkü siz,
Allahü teâlânın mânevî lütuflarına mazhar olan bir zâtsınız. Bana ve bütün müslümanlara duâ
ediniz."
Seyyid Ahmed Rıfâî, mektubu okuduktan sonra; "Ne diyeyim! Eğer nasîhate gücüm yetmez
desem, riyâ olur. Eğer gücüm yeter desem, hoş bir şey olmaz. Lâ havle velâ kuvvete illâ
billâhil aliyyil-azîm." dedi. Sonra kâğıt istedi. Talebelerinden Ahmed bin Abdülmuhsin
Tarrî'ye şöyle yazdırdı:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd ü senâlar olsun. Onun Resûlüne salât ve
selâm olsun. Nasîhat isteyen mektubunuz bana ulaştı. Peygamber efendimiz; "Din nasîhattir,
din nasîhattir, din nasîhattir." buyurdu. Eğer bu hadîs-i şerîf olmasaydı, sana bu nasîhati
yapmazdım. Çünkü, senin gibi insanlara nasîhat için iki şart lâzımdır: 1) Nasîhat edenin
ihlâslı olması, 2) Amel etmek şartıyla, din kardeşinin yaptığı nasîhatı kabûl etmek.
Ey müminlerin emîri! Resûlullah'ın sünnetine tâbi olarak, Allahü teâlânın emirlerini nefsinde
yaşar ve Allah'ın emirlerine saygı gösterirsen, insanlar da senin memurlarına saygı gösterirler.
Ey emîr! Bizans Kayserinin ve mecûsî sultanlarının memleketlerindeki kuvvetlerine bakma.
Onlar câhil oldukları için, hakdan uzaklaşıp, dünyâlıklara yöneldiler. Onlar ölünceye kadar
dünyâ muhabbeti ve arzusu ile yaşadılar. Emri altında olanlara, yumuşaklıkla iyi muâmele
etmediler. Onlara güç gelecek işler emrettiler.
Ey müminlerin emîri! Sana gelince; sen, müslümanların malını, canını ve memleketlerini
muhâfaza et. Her işinde Allahü teâlâdan kork. Her hâlinde Peygamber efendimizin emrine uy.
O zaman, Allahü teâlânın himâyesinde, Resûlullah'ın gölgesinde olur, sözü geçerli biri
olursun. Allahü teâlâ meleklerden olan ordularını sana yardımcı gönderir.
Ey müminlerin emîri! Bu dünyâda, yiyecek, içecek ve giyecek şeylerden her gelene dikkat et.
İnsanlara zulm etmekden sakın. Şeytan seni aldatıp zulme yönelttiği zaman, nefsine; "Şâyet
zulmedilen, hapsedilen, kahredilen, iftirâ edilen sen olsaydın, kendin için sultandan ne
isterdin?" diye sor. Kendine nasıl muâmele edilmesini istiyorsan, insanlara öyle muâmele et.
Çünkü sen böyle yaparsan, adâleti ve insanlığın îcâbını yerine getirmiş olursun. Şunu iyi bil
ki senin mülk ve devletin, Allahü teâlânın mülküne göre pek azdır. Sen ve senin mülkün,
Allahü teâlânın mülküdür.
Ey müminlerin emîri! Senin dünyâda nasîbin; seni gölgeleyecek mikdârda gölge, seni örtecek
kadar elbise, seni doyuracak kadar yiyecek, mallarından sana âit olan mikdârdır. Sen, Allahü
teâlânın emirlerine riâyet etmek sûretiyle, O'na karşı olan edebi gözetirsen, Allahü tealânın
lütuf ve ihsânlarına kavuşursun. Allahü teâlânın emrine uymaz, mahlûklarına zarar verirsen,
zâlim olursun.
Ey müminlerin emîri! Şunu iyi bil ki, sultanların ordusu, adâlettir. Bekçileri, yaptıkları
işlerdir. Hâllerini bildiren defterleri ise, emri altında çalışanlar ve arkadaşlarıdır. Bu defterler,
halkın gözü önündedir. Onun için bu defterleri ıslâh et, muhâfazasını sağlam yap, ordunu
kuvvetlendir. Akıllı ve dindar kimselerle berâber ol. Katı kalbli, zâlim ve dalâlette olan, sapık
kimselerden uzak dur. Çünkü böyle kimseler, senin düşmanlarındır. İşlerini, kadınların,
gençlerin ve mürüvvetsiz kimselerin eline verip, onların oyuncağı hâline getirme. Çünkü
onlar işleri karıştırır, kötü bir şekilde sonuçlanmasına yol açarlar.
Bir işi yapmak istediğin zaman, insaflı ve adâletli ol ki, hakkı olmayan birine o işi teslim
etmeyesin. Allahü teâlâyı zikret. Kendini haksızlık yapmaktan uzak tut. Çünkü bulunduğun
makam, hak üzere bulunulacak, hak üzere yürünülecek bir makamdır. Kızdığın zaman affa
sarıl. Çünkü affetmek sûretiyle yapacağın hatâ, cezâ vermek sûretiyle yapacağın hâtadan daha
iyidir.
İşlerinde, dindâr, hikmet ehli, din gayreti bulunan kimseleri seç. Onlar arasından da, tabiat
bakımından güzel, akıl bakımından olgun, görüşü ve konuşması iyi, delîli sağlam olanlarını
seç. Allah ve Resûlünü en iyi bilen kimseleri seç. Adâlet husûsunda, iyi veya kötü, mümin
veya kâfir, herkese eşit muâmele et. Dînin ve din ehlinin, âlimlerin hakkını gözet. Vefât edip
Rabbine kavuştuğun zaman, âkıbetinin iyi olmasına vesîle olacak işleri yap."
Ahmed Rıfâî hazretleri, hayâtını hep dîne hizmet ile geçirirdi. Bid'at sahiplerine öğüt verir
gittikleri yolun bozukluğunu bildirir, kurtuluşlarına vesîle olurdu. Ahmed Rıfâî hazretleri
vefâtına yakın ishale yakalanmıştı. Hastalık bir ay kadar devâm etti. Hizmetçisi; "Efendim!
Hiçbir şey yemediğiniz halde, bu gelenler neredendir?" diye sordu. O da; "Bu gelen ettir.
Dışarı çıkıyor. Artık eridi kalmadı. Yalnız kemiklerimin içindeki ilik kaldı. O da bugün çıkar
biter. Yarın da Allahü teâlâya gitme günüdür." buyurdu. İyice ağırlaştığı zaman hizmetçisi;
"Efendim! Kavuşmak vakti yaklaştı herhalde." deyince; "Evet öyle görünüyor. Hastalığımın
şu son zamânında bâzı hâdiseler cereyân etti. İnsanlar üzerine büyük bir belâ gelmekteydi. Bu
belâlara karşı kendi vücûdumu fedâ edip, bu belânın giderilmesi için, Allahü teâlâya
yalvardım. Allahü teâlâ kabul buyurdu." dedi. Daha sonra mübarek yüzünü toprağa sürmeye
başladı. Yüzü gözü toz toprağa bulanmış bir halde ağlayarak; "Yâ Rabbî! Affet!" Yâ Rabbî!
İnsanların üzerine gelecek olan dert ve belâlar için beni siper yap da, belâlar benim üzerime
yağsın." diye yalvardıktan sonra kelime-i şehâdet getirip; "Dünyâda âhiret için çalışıp yorulan
pişman olmaz, râhata kavuşur. Her hayr işleyenin ameli kendisine sunulacaktır. Her şer, kötü
iş yapanın da ameli kıyâmet gününde önüne çıkacaktır." buyurdu. 1182 senesi Ağustos ayının
23'ünde Perşembe günü (H.578 Cemâziyelevvel ayının 22. Perşembe günü) ikindi vaktinde,
altmış altı yaşında Mısır'da vefât etti.
Cenâze namazını kılmak için çok kalabalık toplandı. Binlerce insan mübarek cenazesini
taşımak için gayret gösterdi. Dedesinin türbesine defn edildi. Mübarek kabr-i şerîfleri her
zaman ziyâretçilerle dolup taşmakta, ziyâret edenler rûhâniyetinden istifâde etmektedirler.
Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin, müminlerin îmânlarının kemâle ermesi için gösterdiği yola
Rıfâîlik adı verildi. Kendisine tamâmen bağlı olan, yolunu bozmayan, yâni her işinde, her
sözünde dînimizin emir ve yasaklarına tâbi olanlara da "Rıfâî" denildi. Fakat, zamanla diğer
tarîkatlar gibi bu yol da bozuldu. Dünyâya düşkün olanlar, dîni dünyâlık arzularına âlet
edenler, Ahmed Rıfâî hazretlerinin isminden istifâdeye çalıştılar. Şeyh ve tarîkatçı olarak
ortaya çıkıp, ağızlarına ateş koymak, ağızlarından alevler çıkarmak, bir yanağına bıçak, şiş
sokup öteki yanağından çıkarmak, sokak ortasında yatarak üzerinden kamyon geçirtmek gibi
işleri yaparak, kerâmet sâhibi olduğunu iddiâ edenler görüldü. Halbuki bunların kerâmet ile
hiçbir alâkası yoktur. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâm zamânında sihirbazların bulunduğunu
haber veriyor ve sihir olduğunu beyân buyuruyor. Bu ve benzeri işleri sihirbazlar da
yapmaktadırlar.
Ahmed Rıfâî, hazretleri sohbetlerinde talebelerine sık sık şöyle nasihat ederdi:
Âlimlere karşı hürmetli olmalı onların huzûrunda edebi muhafaza etmeli ve az konuşmalıdır.
Onların hizmetiyle şereflenmeyi büyük kazanç bilmelidir.
Hayırdan bir şey öğrenirseniz onu insanlara öğretiniz. Böylece bu hayrın meyvelerinden
istifâde edersiniz.
Kıyamet gününe hazırlanın, çünkü gidişiniz Allahü teâlâyadır.
Kulluk esâsının birincisi, nefsi tanımaktır. Halbuki onu tanıyan çok azdır. Onu tanımak şöyle
dursun, varlığını kabûl edenler dahi kıymetli kimseler olarak kabûl edilir. Allahü teâlâ,
nefsten daha ahmak, daha çirkin ve ondan daha pis kokulu bir şey yaratmadı. İrfan sâhipleri
için, ondan daha dar bir zindan düşünülemez. Nefsini tanıyabilen, her tarafı emin olan,
tehlikelerden korunmuş bir kal'aya sığınmış olur. Tanıyamayan, hattâ anlamak istemeyen için
tehlike büyüktür. Onu anlamadıkça, şerrinden kurtulmak mümkün değildir. Onu anlamadan,
mârifet sâhibi olunmaz."
Evliyâya hürmetin nasıl olacağı sorulduğunda buyurdu ki:
"Allahü tealânın evliyâ kullarının üstünlüğünü kabûl etmeli ve onlara çok hürmet
göstermelidir. Çünkü onlara, kıyâmet gününde korku ve hüzün yoktur. Velî olan kimse,
cenâb-ı Hakk'a pek fazla muhabbet besler, îmânları kemâl mertebesindedir ve takvâ
üzeredirler. Allahü teâlâ, evliyâsına zorluk göstermez. Bâzı semâvî kitaplarda; "Benim velî
kullarımdan birine eziyet eden, bana harb ilân etmiş olur." buyrulmaktadır. Cenâb-ı Hak, velî
kullarını korur, onlara eziyet edenlerden intikam alır. Onları sevenleri ise muhafaza eder,
korur. Evliyâ ile berâber olmalı, onları sevmelidir. Onlar hakkında hiçbir zaman kötü söz
sarfetmemeli, sû-i zan etmeyip, hüsn-i zan içinde bulunmalıdır.
Seyyid Ahmed Rıfâî insanların doğru yola kavuşmaları için pek çok eser yazmıştır. Bunlardan
bâzıları şunlardır: 1) El-Burhân-ül-Müeyyed, 2) Şerh-üt-Tenbîh, 3) El-Hikem-ür-Rıfâîye,
4) En-Nizâm-ül-Hasl li Ehl-il-İhtisas, 5) El-Akâid-ür-Rıfâiye.
Seyyid Ahmed Rıfâî, yazdığı eserinde,
Şu şekilde nasîhat, ediyor bir yerinde:
Şu kula şaşarım ki, ölüme inanıyor,
Buna rağmen gülüp de, neşelenebiliyor.
Şuna da şaşarım ki, inanıyor kadere,
Yine de mahzûn olup, boğuluyor kedere.
Ve şuna şaşarım ki, Cehennem vardır diyor,
Yine de fütursuzca, her günahı işliyor.
Şaşarım dünyâ fâni, diyen şu insana ki,
Sarılmıştır dünyâya, ayrılmıyacak sanki.
Yine başka yerinde, buyurdu: Ey insanlar,
Pek çok hayret ettiğim, iki türlü insan var.
Birincisi şudur ki, hep oruçtur gündüzün,
Gece de sabaha dek, tâattadır büsbütün.
Aslâ Hak teâlâya, etmez günah ve isyân,
Yine de görürsün ki, hüzünlüdür o insan.
Uğraşmasına rağmen, hep âhiret işiyle,
Yine ağlar görürsün, onu hep gözyaşıyle.
İkincisi şudur ki, yapmaz hiç tâatini,
Oyun ve eğlenceyle, geçirir her vaktini.
Günahları işler de, sıkılmadan mâlesef,
Yine de bu hâline, üzülüp etmez esef.
Yaşamasına rağmen, İslâmın hâricinde,
Görürsün onu dahî, yine neşe içinde.
Başka bir yerinde de, buyurdu: Ey insanlar,
Sakın siz ilminize, güvenmeyin ki zinhar,
Şeytan, sâhip olduğu, ilminin gurûrundan,
Kovulup, helâk oldu, Allah'ın huzûrundan.
Bir insan, her bir ilmi, bilse de ince ince,
Faydasını göremez, amel eylemeyince.
Bel'âm-ı Bâura da, çok ilim sâhibiydi,
Öyle ilim sâhibi, dünyâda yok gibiydi.
Lâkin kalbi bir mikdâr, meyl edince dünyâya,
Dünyâ ve âhirette, oldu rezîl ve rüsvâ.
Yine obuyurdu ki: Ediniz ilme gayret,
Zîrâ ilim hayattır, ölümdür hem cehâlet.
Ve lâkin her bir ilim, bir vebâldir kul için,
Kurtulunmaz vebâlden, amel eylemeksizin.
İnsan, ameli dahi, yapmalı ki ihlâsla,
İhlâssız amellerden, bir fayda gelmez aslâ.
Yâni bir kul, muhakkak, ilim, amel, ihlâsı,
Temin etmelidir ki, budur işin esâsı.
Yine o buyurdu ki: Sâlih olan müslüman,
Allah'ın takdîrine, boyun eğer her zaman.
Mübtelâ olsa dahi, bir derde ve belâya,
Yine sabır gösterip, isyân etmez Allah'a.
Gâyet iyi bilir ki, kulu azîz ve zelîl,
Eden, yalnız Allah'tır; mevkî, makam, mal değil.
Resûl'ün sünnetine, tâbi olur o ekser,
O, ya hayır konuşur, yâhut da sükût eder.
Onun tek endîşesi, son nefes içindir hep,
Îmân ile, şehîden, ölmeyi eder talep.
Öfkelenmez kat'iyyen, dünyâlık şeyler için,
Ve atmaz tek bir adım, iyi düşünmeksizin..
Nefsine hâkim olup, girmez onun emrine,
Günah, küçük de olsa, işlemez aslâ yine.
Allah'ın rızâsını, almaktır tek gâyesi,
Hep bunu temin için, geçer günü gecesi."
Ahmed Rıfâî hazretleri hacca gitti. Hac dönüşü Medîne-i münevverede Resûl-i ekremin
mübârek türbesini ziyâreti esnâsında şu meâldeki manzûmeyi söyledi:
"Uzaktık, toprağını öpmek için efendim,
Kendim gelemez, vekîl rûhumu gönderirdim.
Şimdi seni ziyâret nîmeti oldu nasîb,
Ver mübârek elini, dudağım öpsün Habîb!"
Şiir bitince, Peygamberimizin kabrinden mübârek elleri göründü. Seyyid Ahmed Rıfâî de, son
derece tâzim ve hürmetle onu öptü. Orada bulunanlar hayretle hâdiseyi gördü. Peygamber
efendimizin mübârek ellerini öptükten sonra, Ravda-i mutahheranın kapılarının eşiklerine
yattı. Ağlayarak, oradaki cemâatın cümlesine; "Üzerime basarak geçiniz." diye yalvardı.
Âlimler başka kapılardan çıkmağa mecbur oldu. Diğer kimseler üzerine basarak kapıdan
çıktılar. Bu kerâmet pek meşhûr olup, dilden dile günümüze kadar gelmiştir.
Ahmed Hanâzirî hazretleri bir gece Ahmed Rıfâî hazretlerinin türbesinde kaldı. Türbedârın
buradaki heybetten uyuyamayacağını söylemesine rağmen Allahü teâlâya tevekkül ederek
yattı. Yatsı namazından sonra türbenin kapısı büyük bir gürültü ile açıldı. Ahmed Hanâzirî
yanına birisinin gelip oturduğunu hissetti ve ona; "Bu gece mübarek bir gecedir. Kur'ân-ı
kerîm okumaz mısın? Beraber okuyalım." deyince Ahmed Hanâzirî; "Peki." dedi. Nahl
sûresinden, Necm sûresine kadar beraberce okudular. Sabahleyin o zat, iki ekmek ile birinin
içinde süt, diğerinin ise bal olan iki kap getirdi. Hanâzirî doyuncaya kadar yedi. O zât bir
anda kayboldu. Türbedar gelince; "Gece hep seni düşündüm, aklım sende kaldı çünkü burada
kimse uyuyamaz." dedi. Ahmed Hanâzirî başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine türbedâr;
"Seninle birlikte Kur'ân-ı kerîm okuyan ve sana yemek getiren büyük âlim Seyyid Ahmed
Rıfâî hazretleridir." dedi.
Ahmed Rıfâî hazretleri buyurdu ki:
Allahü teâlânın sevgili kulları olan velîleri vesîle ederek, cenâb-ı Haktan bir şeyler istenebilir.
Onları vesîle ederek bâzı ihsânlara kavuşulursa, bu yardımları ve ihsânları evliyâdan
bilmemek lâzımdır. İhsânı yapan Allahü teâlâdır. Çünkü velîler, kendiliklerinden bir şey
yapmazlar. Allahü teâlâ onları çok sevdiği için, onların duâ ve hâtırı ile yaratır. Peygamber
efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde buyurdu ki: "Saçları dağınık, kapılardan kovulan öyle
kimseler vardır ki, bir şey için yemin etseler, Allahü teâlâ onları doğrulamak için o şeyi
yaratır." Allahü teâlâ, sevdiği kullarını yalancı çıkarmamak için, yemin ettikleri şeyleri bile
yaratınca, duâlarını elbette kabûl buyurur. Allahü tealâ Mü'min sûresinin altıncı âyetinde
meâlen; "Bana duâ ediniz; duânızı kabûl ederim." buyurdu. Duâların kabûl olması için şartlar
vardır. Bu şartları taşıyan duâ, elbet kabûl olur. Herkes bu şartları bir araya getiremediği için,
duâlar kabûl olmuyor. Bu şartları yerine getiren velîlerin, âlimlerin duâ etmeleri için, onlara
yalvarmak, şirk olmaz. Allahü teâlâ, söylenilenleri, sevdiklerinin rûhlarına işittirir. Onların
hâtırı için istenileni yaratır. Evliyânın rûhlarından yardım istenir. Çünkü, Allahü teâlânın
sevdiği kullarının rûhları, diri iken de, öldükten sonra da, Allahü teâlânın verdiği kuvvet ve
izinle, dirilere yardım ederler. Böyle inanarak evliyâdan yardım istemek, Allahü teâlâdan
başkasına tapınmak olmaz. Allahü teâlâya tapınmak, O'na inanmak, O'ndan istemek olur.
Aklı olan, bunu pek iyi anlar.
1) Mir'ât-ül-Haremeyn; c.3, s.144
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.295
3) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.140
4) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.6, s.23
5) El-Bidâye ven-Nihâye; c.12, s.312
6) Tezkiret-ül-Huffâz; c.4, s.1341
7) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.259
8) Vefeyât-ül-A'yân; c.1, s.171
9) Tuhfet-ur-Râgıb; s.40
10) El-A'lâm; c.1, s.174
11) Sefînet-ül-Evliyâ; c.1, s.190
12) Necm-üs-Sâi fî Kerâmat-i Üstad Rıfâî (Süleymâniye Kütüphânesi, Hasip Efendi Kısmı,
No:423)
13) Umm-ül-Bevahin fî Menâkıb-i Ahmed Rıfâi (Süleymâniye Kütüphânesi, Şehid Ali Paşa
Kısmı, No:1123)
14) Burhân-ül-Müeyyed; s.96-106
15) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.982
16) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.132
17) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.83

20 Haziran 2013 Perşembe

DOĞRULUK


DOĞRULUK
Zalim bir vali vardı. Bu vali bir gün adamlarını göndererek Hasan Basri Hazretleri'ni yakalatmak istedi. O da bir vakit ders verdiği Habib-i Acemi Hazretleri'nin kulübesine gelip saklandı. Valinin adamları geldi ve hışımla:
- Hasan Basri'yi (r.a.) gördün mü? diye sordular.
O gayet sakin:
- Evet, dedi.
 - Nerede?
 - İşte şu kulübemde...
Adamlar kulübeye daldı, fakat bir türlü Hasan Basri Hazretleri'ni bulamadılar. Dışarı çıkınca tehdit edip:
- Ya şeyh, niçin yalan söylüyorsun? dediler.
- Ben yalan söylemedim, dedi. Siz göremedinizse, benim suçum ne?
Tekrar girdi, aradı, fakat bulamadılar. Onlar gidince, Hasan Basri Hazretleri:
- Ey Habib! Biliyorum ki Rabb'im senin hürmetine beni onlara göstermedi. Fakat yerimi niçin söyledin, hocalık hakkı yok mudur? dedi.
 Hazreti Habib mahcub bir şekilde:
- Ey Üstadım! Sizi bulamamaları benim hürmetime değil, doğru söylediğimizdendir. Çünkü bilirsiniz ki, Doğruların yardımcısı Allah'tır. Eğer yalan söyleseydim, sizi de beni de götürürlerdi, dedi.

Tevil yapmaya, bir zalimin elinden bir mazlumu kurtarmak için, yalan söylemeye ruhsatın olduğu yerler olsa bile, efdal olan, eğer Habib-i Acemi Hazretleri gibi bir teslimiyetiniz varsa, doğruyu söylemektir.

KAYNAK: AKAR, Mehmet; Mesel Denizi, Nil Yayınları, İstanbul 2001, s. 149-150

DİRİLEN ÖLÜ


DİRİLEN ÖLÜ
 Enes bin Mâlik (R.A.) anlatıyor: 'Gözleri görmeyen yaşlı bir hanımın Saib adında bir genç oğlu vardı. Daha hayatının baharında olan bu delikanlı Medine vebasına yakalanmıştı. Uzun zaman hasta yattı. Bir gün delikanlının ziyaretine gittik. Fakat maalesef biz orada iken delikanlı ruhunu teslim etti. Bizde gözlerini kapadık ve üzerine elbisesini örttük. İçimizden biri annesine:

- Onun için Allah'a dua et. dedi. Annesi:

- Ama o öldü. dedi. Biz:

- Olsun sen yine de dua et. dedik. Bunun üzerine kadın çocuğun ayak ucuna oturdu, ayaklarını tuttu ve:

- Allahım, ben isteyerek sana iman ettim. Senden korktuğum için, putları bıraktım. Arzumla sırf senin için hicret ettim. Allahım, puta tapanları bana güldürme, gücümün yetmeyeceği bu yükü bana yükleme.' diye dua etti.

Alah'a yemin ederim ki, kadın sözünü bitirir bitirmez, çocuk ayaklarını kımıldatmaya başladı. Sonra da yüzünden örtüyü attı. Rasulullah (A.S.) ve annesi vefat edinceye kadar da yaşadı.'

Mustafa Bahadıroğlu Semerkand Dergisi

AHMED RAUFİ



AHMED RAÛFÎ;
İstanbul'da yetişen evliyânın büyüklerinden ve seyyiddir. 1653 (H.1063) senesinde İstanbul'da
doğdu.
Seyyid Ahmed Efendi, asrının büyük âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. İlim tahsîlini
tamamladıktan sonra, Üsküdar Kapı Ağası Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. Bu sırada
tutulduğu bir hâl, onu mürşid-i kâmil aramaya sevketti. Selâmsız semtindeki bir dergâhın
şeyhi olan Ali Efendi ile karşılaşıp, ona talebe oldu. Ali Efendiden tasavvuf yolunun edebini
öğrendikten sonra, Doğancılar'da Koca Sinan Paşa Câmii yakınında bulunan evinde talebe
yetiştirmeye başladı. Sultan Üçüncü Osman kendisini sık sık ziyâret edip duâsını alırdı.
Yetiştirdiği talebelerden bâzıları; Hafız Muhammed Efendi, Şeyh İsmâil Efendi, Şeyh Kirişçi,
Şeyh Arabî İsmâil, Şeyh HasanHalîfe ve Şeyh Süleymân Halîfe'dir.
1757 (H.1171) senesinde Üsküdar'da vefât etti ve Koca Sinan Paşa Câmii bahçesine defn
edildi.
Seyyid Ahmed Efendi Halvetiyye yolunun büyüklerindendir. İlim ve irfân bakımından pek
yüksekti. Şöhretten çok sakınır, uzleti çok severdi. Raûfî mahlası ile şiir ve ilâhîler yazan
Ahmed Raûfî'nin Kurret-ül-Uyûn isimli bir eseri ve bir dîvânı vardır. Dîvânı basılmıştır.
-"&*"-(%&<B-,1&-2*.+&<.<7
Ahmed Raûfî, sohbetlerinde büyüklerden nakille buyururdu ki:
Câbir radıyallahü anhın bildirdiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Zikrin en fazîletlisi lâ ilâhe
illallahdır." Bâzı âlimler, en fazîletli zikrin Lâ ilâhe illallah olduğunu gösteren Kur'ân-ı
kerîmden yetmiş âyet-i kerîme bildirdiler. Çünkü bu mübârek sözde Allahü teâlânın birliği,
ilâhlığın Allahü teâlâya mahsus olduğu, O'ndan başkasının ilâh olamayacağı isbat
edilmektedir. Îmân, bunun mânâsına inanmakla olur. Bu husûsiyetler, başka kelimelerde ve
başka zikirlerde yoktur. Ebü'l-Fadl Cevherî şöyle bildirir: Cennet ehli Cennet'e girdiklerinde,
Cennet nehirlerinin, ağaçlarının ve Cennet içindeki şeylerin hepsinin, lâ ilâhe illallah
dediklerini işitirler. Onların bâzısı bâzısına, bu kelimeden biz dünyâda iken gâfildik, derler.
Mûsâ aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Bana bir kelime öğret ki, seni onunla anayım, yâhut onunla
sana duâ edeyim." dedi. Allahü teâlâ; "Ey Mûsâ! Lâ ilâhe illallah de." buyurdu. Mûsâ
aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Bu kelimeyi bütün kulların söylüyor. Ben bana mahsus bir şey
istiyorum." dedi. Allahü teâlâ; "Ey Mûsâ! Yedi kat gökler, yedi kat yerler, bir kefeye konsa, lâ
ilâhe illallah mübârek sözü bir kefeye konsa bu daha ağır gelir." buyurdu.
Çok konuşmasını, lüzumsuz söz söylemesini sevmezdi. Bu hususla ilgili olarak şunları
naklederdi:
Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Susmak hikmettir. Onu yapan azdır. Hikmet insanı
cehâletten ve sefâhatten koruyan faydalı bir şeydir." İmâm-ı Gazâlî; "Susmaya yapış. Zarûret
mikdârı hâriç." buyurdu. Ebû Bekr kendisini konuşmaktan men etmesi için ağzına taş
koyardı. Dilin tehlikesi büyüktür. Âfeti çoktur. Susmakla bunlardan kurtulunur. Denilmiştir
ki: "Dilin kendisi küçüktür. Fakat yaptığı cürmü büyüktür ve çoktur." Lokman Hakim oğluna
dedi ki: "Konuşmak gümüş ise susmak altındır." Hadîs-i şerîfte; "Allahü teâlâya ve âhiret
gününe inanan ya hayır söylesin yâhut sussun." buyruldu.
1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.5, s.59
2) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.76
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.213
4) Mecâlis (Süleymâniye Kütüphânesi, Halet Efendi Kısmı No: 294)

İstanbul'da yetişen evliyânın büyüklerinden ve seyyiddir. 1653 (H.1063) senesinde İstanbul'da
doğdu.
Seyyid Ahmed Efendi, asrının büyük âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. İlim tahsîlini
tamamladıktan sonra, Üsküdar Kapı Ağası Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. Bu sırada
tutulduğu bir hâl, onu mürşid-i kâmil aramaya sevketti. Selâmsız semtindeki bir dergâhın
şeyhi olan Ali Efendi ile karşılaşıp, ona talebe oldu. Ali Efendiden tasavvuf yolunun edebini
öğrendikten sonra, Doğancılar'da Koca Sinan Paşa Câmii yakınında bulunan evinde talebe
yetiştirmeye başladı. Sultan Üçüncü Osman kendisini sık sık ziyâret edip duâsını alırdı.
Yetiştirdiği talebelerden bâzıları; Hafız Muhammed Efendi, Şeyh İsmâil Efendi, Şeyh Kirişçi,
Şeyh Arabî İsmâil, Şeyh HasanHalîfe ve Şeyh Süleymân Halîfe'dir.
1757 (H.1171) senesinde Üsküdar'da vefât etti ve Koca Sinan Paşa Câmii bahçesine defn
edildi.
Seyyid Ahmed Efendi Halvetiyye yolunun büyüklerindendir. İlim ve irfân bakımından pek
yüksekti. Şöhretten çok sakınır, uzleti çok severdi. Raûfî mahlası ile şiir ve ilâhîler yazan
Ahmed Raûfî'nin Kurret-ül-Uyûn isimli bir eseri ve bir dîvânı vardır. Dîvânı basılmıştır.
Ahmed Raûfî, sohbetlerinde büyüklerden nakille buyururdu ki:
Câbir radıyallahü anhın bildirdiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Zikrin en fazîletlisi lâ ilâhe
illallahdır." Bâzı âlimler, en fazîletli zikrin Lâ ilâhe illallah olduğunu gösteren Kur'ân-ı
kerîmden yetmiş âyet-i kerîme bildirdiler. Çünkü bu mübârek sözde Allahü teâlânın birliği,
ilâhlığın Allahü teâlâya mahsus olduğu, O'ndan başkasının ilâh olamayacağı isbat
edilmektedir. Îmân, bunun mânâsına inanmakla olur. Bu husûsiyetler, başka kelimelerde ve
başka zikirlerde yoktur. Ebü'l-Fadl Cevherî şöyle bildirir: Cennet ehli Cennet'e girdiklerinde,
Cennet nehirlerinin, ağaçlarının ve Cennet içindeki şeylerin hepsinin, lâ ilâhe illallah
dediklerini işitirler. Onların bâzısı bâzısına, bu kelimeden biz dünyâda iken gâfildik, derler.
Mûsâ aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Bana bir kelime öğret ki, seni onunla anayım, yâhut onunla
sana duâ edeyim." dedi. Allahü teâlâ; "Ey Mûsâ! Lâ ilâhe illallah de." buyurdu. Mûsâ
aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Bu kelimeyi bütün kulların söylüyor. Ben bana mahsus bir şey
istiyorum." dedi. Allahü teâlâ; "Ey Mûsâ! Yedi kat gökler, yedi kat yerler, bir kefeye konsa, lâ
ilâhe illallah mübârek sözü bir kefeye konsa bu daha ağır gelir." buyurdu.
Çok konuşmasını, lüzumsuz söz söylemesini sevmezdi. Bu hususla ilgili olarak şunları
naklederdi:
Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Susmak hikmettir. Onu yapan azdır. Hikmet insanı
cehâletten ve sefâhatten koruyan faydalı bir şeydir." İmâm-ı Gazâlî; "Susmaya yapış. Zarûret
mikdârı hâriç." buyurdu. Ebû Bekr kendisini konuşmaktan men etmesi için ağzına taş
koyardı. Dilin tehlikesi büyüktür. Âfeti çoktur. Susmakla bunlardan kurtulunur. Denilmiştir
ki: "Dilin kendisi küçüktür. Fakat yaptığı cürmü büyüktür ve çoktur." Lokman Hakim oğluna
dedi ki: "Konuşmak gümüş ise susmak altındır." Hadîs-i şerîfte; "Allahü teâlâya ve âhiret
gününe inanan ya hayır söylesin yâhut sussun." buyruldu.
1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.5, s.59
2) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.76
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.213
4) Mecâlis (Süleymâniye Kütüphânesi, Halet Efendi Kısmı No: 294)

AHMED BİN ÖMER ZEYLA'İ


AHMED BİN ÖMER ZEYLA'İ
Evliyanın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Ömer Zeyla'î el-Akîlî el-Hâşimî olup künyesi
Ebü'l-Abbâs'dır. Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib'in oğlu Ukayl'ın soyundandır.
Kızıldeniz sâhilindeki Vâdiyi Mûr'daki Mahmûl köyünde doğdu. Doğum târihi
bilinmemektedir. Nefsini terbiye husûsunda herkesten ilerideydi. Çok ibâdet ederdi.
Kendisine âriflerin, Allahü teâlâyı tanıyanların sultanı lakabı verildi. 1307 (H.707) senesi
Kızıldeniz sâhilindeki Luhayye kasabasında vefât etti. Kabri ziyâret mahallidir.
Ahmed bin Ömer, on yedi yaşında kendi köyünden ayrılıp Luhayye kasabasına yerleşti.
Oradaki sâlih zâtlardan ilim ve edeb öğrendi. Uzun zaman bir şey yemez içmez, ibâdetle
meşgul olurdu. Çok ibadet etmesi sebebiyle Allahü teâlâ kalp gözünü açtı. Mânevî derecelere
yükseldi. Evliyâlık makâmı verildi. Kerâmetleri görüldü. İnsanlar dört bir yandan sohbetine
koştular.
Ahmed bin Ömer hazretleri doğum yeri olan Mahmûl ile yerleştiği Luhayye kasabasında birer
dergâh açtı. Hak âşıkları buralarda toplanıp sohbetinde dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşturan
bilgileri öğrendiler.
Yemen'de Huleb Vâdisi insanları Ahmed bin Ömer hazretlerinin sohbetine sık sık devâm
ettiklerinden, bunları çok sever ve ziyâretlerine giderdi. Bu ziyâretlerden dolayı samîmiyetleri
ve birbirlerine sevgileri çok artmıştı. Ahmed bin Ömer, bir keresinde onları ziyârete geldi. O
sırada Huleb Vâdisi halkı, kuraklıktan çok sınkıntıya düşmüşlerdi. Yağmur yağması için duâ
etmesini istediler ve çok yalvardılar. Talebelerinden birisine; "Vâdinin başına git veFakîh
Ahmed sana, Allahü teâlânın izniyle hemen ak diyor, diye söyle!" dedi. Talebe de aynısını
yaptı. O saatten îtibaren Allahü teâlânın bir ihsânı olarak vâdiden sular akmaya başladı.
Bir gün Ahmed bin Ömer hazretlerinin dergâhına birkaç kişi geldi. Beraberlerinde, nezr
ettikleri bir mikdâr altını getirip Ahmed bin Ömer hazretlerinin önüne koydular. Ahmed bin
Ömer hazretleri onları teker teker çevirip baktı sonra üç tanesini ayırıp gelenlerden birine geri
verdi. Daha sonra on altı altını ayırıp diğer birine verdi. Sonra da hizmetçisine emredip
kalanları almasını söyledi. Orada bulunanlar kendisine üç altını geri çevrilen kişiye bunun
sebebini sordular. O da; "Bunlar benim değildir. Bunları yetimleri himâye eden birisi
gönderdi. Ahmed bin Ömer hazretleri Allahü teâlânın izni ile anlayıp ondan bir şey kabul
etmedi. Ona âit altınları benim getirdiklerim arasından ayırdı. Bunlar aynısıyla ona aittirler."
dedi. Oradakiler bu defâ kendisine on altı altın geri verilen kişiye sebebini sordular. O da
şöyle anlattı: "Bunlar Semiyyîn denilen kabîleden birisine âittir. Bunun atı hastalandı. İyi
olursa Ahmed bin Ömer hazretlerine on altı dirhem vermeyi adadı. Neticede atı iyi oldu.
Kabîlesi yağmacılıkla meşhur olduğundan kendisini kabul etmeyeceğinden çekinip benimle
gönderdi. Ben de kendi nezr paramın arasına katıp getirdim. Ahmed bin Ömer hazretleri
altınlar içerisinden onunkileri de ayırıp kabul etmedi. İşte bunlar aynen ona âid olan
altınlardır.
Oradakiler bu velî zâtın kerâmetini anlayıp ona daha çok bağlandılar.
Ahmed bin Ömer hazretleri, oğlu Îsâ doğduğu zaman, önce ağladı, sonra da gülmeye başladı.
Bu durumundan kendisine sorulunca buyurdu ki: "Onun boğularak öleceği bana bildirildi.
Bunun için ağladım. Sonra, onun bir oğlu olacağı ve başlangıcının benim sonum gibi olacağı
bildirildi. Buna da güldüm." Söylediği gibi de oldu. Oğlu Îsâ suda boğuldu. Onun oğlu
Muhammed bin Îsâ ise âlim ve velî oldu. Şöhreti her yere yayıldı.
Ahmed bin Ömer hazretlerinin torunları da ilâhî aşka tutulmuş kimselerdi. Torunlarından
oğlunun oğlu Ahmed bin İbrâhim için dedi ki: "Benim bu oğlum, yüksek bir vecd, aşk-ı ilâhî
hâline sâhip bir kimse olacak ve o vecdin içinde iken vefât edecektir." Bahsettiği bu torunu,
böyle olup, vecd hâlinin en yüksek derecesine ulaştı. İlâhî aşk, kendisini o kadar çok kaplardı
ki, bâzan düşüp bayılırdı. Bir keresinde, ilâhî aşkı terennüm eden bir kasîdenin ilk beytini
duyar duymaz vecde gelip bayıldı. Baktılar ki, vefât etmişti.
Ahmed bin Ömer Zeyla'î'nin birçok eseri vardır. Bunlardan; Semeret-ül-Hakîka ve
Mürşid-ül-Mesâlik ilâ Evdâh-it-Tarîka meşhurdur.
Bir keresinde Luhayye kasabasından Mahmûl'e geldi. Halk etrafına toplanıp kendisine
kuraklıktan şikayet ettiler. O esnâda yanına bir hayvan geldi ve yalvarırcasına bir takım sesler
çıkarmaya başladı. Ahmed bin Ömer hazretleri bu durum karşısında derhâl Mahmûl
mescidine girdi. Allahü teâlâya duâ edip; "Ey Mikâil aleyhisselâm!" diye seslendi. O esnâda
sıcağın harâretine rağmen her taraftan gökyüzünde bulutlar toplanıp bardaktan boşalır gibi
yağmur yağmaya başladı. Kuraklık geçti.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.317
2) Tabakât-ül-Havâs; s.22-24
3) El-A'lâm; c.1, s.186
4) Mu'cem-ul-Müellifîn; c.2, s.31
5) Nüzhet-ül-Celîs; c.2, s.282
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.360

19 Haziran 2013 Çarşamba

Devlet Hazinesi


Devlet Hazinesi
Hazreti Ömer (r.a.). Halife. Bir gece. Makamında. Ashabtan biri ziyaretine gelir. Selam verir. Selamı alınmamıştır. Oturur. Ömer işiyle meşgul. Sahabe bekler. Ömer çalışır. Selam alınmamış, yüzüne bile bakılmamıştır.
İş biter. Ömer mumu söndürür. Bir başka mumu yakar. O anda selamını alır. Konuşmaya başlar.
Sahabe sorar:
- Ya Ömer, niçin hemen selamımı almadın ve niçin bir mumu söndürüp diğer mumu yaktın ve ondan sonra benle konuşmaya  başladın?
Hazreti Ömer (r.a.):
- Evvelki mum devletin hazinesinden alınmışdı.O yanarken özel işlerimle meşgul olsaydım Allah indinde mes'ul olurdum. Seninle  devlet işi konuşmayacağımız için kendi cebimden almış olduğum mumu yaktım, ondan sonra seninle meşgul olmaya başladım.  Sahabenin gözleri yaşarır, ellerini kaldırarak şöyle dua eder:
-Ya Rabbi! Hattab oğlu Ömer'i bizim başımızdan eksik etme!

DERVİŞ İLE TİLKİ


DERVİŞ İLE TİLKİ
Dervişin  biri gezerken ayaksız bir tilki gördü, hayrete düştü. 'Nasıl yaşar bu hayvan, ne yer ne içer?' diyerek, Allah'ın lütfuna hayran oldu.

Derken bir arslan çıkageldi, ağzında çakal taşıyordu. Görkemli ve korkunç hayvan avının bir kısmını yedi, doyunca kalanını bırakıp gitti. Tilki artığa doğru sürünerek yaklaştı ve afiyetle yiyip karnını doyurdu.

Tilkinin yiyeceğinin ayağına geldiğini gören Derviş, kendi kendine: 'Bir tilkinin rızkını ayağına gönderen Allah, benimkini neden göndermesin?' diyerek, çalışmasına gerek olmadığını, bir köşeye çekilip oturabileceğini düşündü.

Düşündüğü gibi de yaptı: 'Rızkım Allah'ın görünmeyen hazinesinden gelir, gayret etmem gerekmiyor.' diyerek beklemeye başladı.

Bekledi, bekledi... Ne gelen ne giden... Günler geçip gitti. Derviş zayıfladı, eridi, bir deri bir kemik kaldı. Güçsüz ve bitkin bir haldeyken, bulunduğu mescidin mihrabından bir ses duydu:

'Ey tembel adam!' diyordu ses, 'kendini ayaksız bir tilkiye benzeterek neden miskin miskin oturuyorsun? Kalk! Yırtıcı arslan ol. Başkasının artığına göz dikmeyi bırak. Sana yakışan artık yemek  değil, artık bırakmaktır.

Gücüyle arslan gibi olan, başkasından yiyecek bekler mi? Haydi kalk! Kolları sıva. Çalış ve rızkını kazan. Hem kendin ye, hem muhtaçlara yedir.'

Ey genç insan!

'Elimi tutun' diyerek başkasına el uzatma!

Çalışmayan insanın kafasında beyin yoktur. Onların başları kuru bir deriden ibarettir.

Allah'ın kullarına iyilikte bulunan, iki cihanda da iyilik görür.
Yaşlıya yoksula yardım elini uzat!
Allah, başkasının mutluluğu için çalışanın yardımcısıdır.
Şeyh Sadi-i Şirazi

AHMED BİN OSMAN ŞERNUBİ


AHMED BİN OSMAN ŞERNUBİ
On altıncı yüzyılda yaşayan evliyâdan. İsmi Ahmed bin Osman'dır. Künyesi Ebü'l-Abbâs,
lakâbı Şihâbüddîn'dir. Nesebi hazret-i Ali'ye ulaşır. Tarîkat silsilesi ise Şeyh Muhammed
Şehâdî vâsıtasıyla Seyyid İbrâhim Burhâneddîn Düsûkî'ye dayanır. Mısır'ın Şernûb
kasabasında doğduğu için Şernûbî nisbesiyle bilinir. Doğum ve vefât târihleri
bilinmemektedir. Antalya civârında bir yerde vefât etti. Orada defnedildi.
Şernûb'da doğup büyüyen Ahmed bin Osman hazretleri, yedi yaşında koyunları otlatırken,
ilâhî bir cezbeye kapıldı. İçine Allahü teâlânın aşkı düşüp gece-gündüz ibâdetle meşgûl
olmaya başladı. Annesinin vefâtından sonra Mekke-i mükerremeye gitti. Yedi yıl orada kalıp
âlimlerle velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Hac ibâdetini îfâ edip, sevgili
Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Yedi sene müddetle Mekke'de kaldı. Sonra 1538
(H.945) senesinde memleketi olan Şernûb'a döndü. Demenhûr'a giderek ibâdetle meşgûl oldu.
Bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz ona; "Ey Ahmed!
İstanbul'da Şeyh Nûreddîn'e git, ondan tasavvuf ilmini öğren. Zîrâ kendisi bu zamanda
âriflerin reisidir." buyurdu. Bu emir üzerine İstanbul'a giden Ahmed bin Osman Şernûbî
hazretleri Şeyh Nûreddîn'in huzûruna vardı. Evliyâ bir zât olan Şeyh Nûreddîn onu görünce;
"Merhaba ey Peygamber efendimizin emri ile gelen kimse! Merhaba ey derviş oğlu derviş!"
buyurdu.
Şeyh Nûreddîn'in iltifât ve ihsânlarına kavuşan Ahmed bin Osman Şernûbî ona talebe oldu.
Sohbet ve hizmetinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Bir müddet sonra hocası ona
Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatmak husûsunda icazet, diploma ve hilâfet
vererek memleketine gönderdi. İnsanların kurtuluşa ermelerini sağlamak husûsunda gayret
gösterdi. Pekçok kimse onun sohbetlerinde bulunarak istifâde etti. Bir müddet sonra
talebelerinden birkaç kişi ile birlikte İstanbul'a gitmek üzere yola çıktı. Mısır'ın Dimyat
iskelesinden bir gemiye bindi. Günler süren bir yolculuktan sonra Antalya civârında bir yere
çıktılar. Bu sırada ağır hastalığa tutulan Ahmed bin Osman Şernûbî arada on üç gün kadar
iyileşti. Yolculuk esnasında uğradığı köy ve kasabalardaki insanlara vâz ve sohbetleriyle çok
faydalı oldu. Zikir ve ibâdetle meşgûl iken vefât etti. O sabah erkenden vefât ettiği beldedeki
câminin imâmı, Şeyh Ahmed bin Osman Şernûbî'nin vefât ettiği eve giderek; "Vefât eden
Şeyh'in gaslini, yıkamasını ben yapacağım. Çünkü dün gece rüyâmda Fahr-i kâinât efendimiz
böyle emir buyurdu." dedi. Cenazesini yıkayıp namazını kıldıktan sonra, câmi yakınında bir
yere defnettiler.
Kendisi âlim, fazîletli ve güzel ahlâklı bir zât olan Ahmed bin Osman Şernûbî'nin birçok
kerâmetleri de görülmüştü. Pekçok mürîd ve halîfeleri vardı. Bunların en meşhûrları,
zamanının en meşhûr âlim ve velîlerinden Şeyh Nâsırüddîn İbrâhim Lekânî ve Şeyh
Muhammed Bülkînî hazretleriydi. Şernûbî hazretlerinin Tabakat-ı Evliyâ adlı eseri dünyâca
meşhurdur.
1) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; c.1, s.241

AHMED NUBANİ


AHMED NUBANİ
Kudüs'te yetişen büyük velîlerden. İsmi Ahmed bin Abdullah Nûbânî'dir. Evliyânın şâhı
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin neslindendir. Doğum târihi bilinmemektedir.
Güzel hâlleri ve kerâmetleriyle tanındı. 1904 (H.1322) senesi Kudüs yakınındaki Mezra'
köyünde vefât etti.
Ahmed Nûbânî, velî olan bir ana baba ve dede elinde yetişti. Nûbânî âilesinin Kudüs'te şöhret
ve îtibârı çoktu. Büyük dedesi Şeyh Nûbânî evliyânın büyüklerinden ve kerâmetleri görülmüş
bir zâttı. Ahmed Nûbânî de ceddinin güzel ahlâk ve edebi üzere yürüdü. Ümmîydi. Lâkin
bütün ilimlerde kendisine sorulan soruları cevaplandırırdı. Bilhassa tıp ilminde pek mâhirdi.
Yûsuf Nebhânî anlatır:
Bir gün Ahmed Nûbânî hazretleri yanıma gemişti. O esnâda Muhammed Bekrî'den gelen bir
mektubu okuyacaktım. Latîfe olarak ona; "Efendim bilin bakalım bu yazıdaki şiir kime
âittir?" dedim. Lâkin şiiri kendisine okumamıştım. Hemen cevap vermeyip düşündü. Ben de
ona hemen cevap vermesi için ısrar ettim. Bana dönüp; "Bekrî hazretlerine âittir." buyurdu.
"Hangisi?" dedim. "MemleketiMısır, ismi Muhammed Bekrî." buyurdu. Ben Şamlı Mustafa
Bekrî hazretlerini söyleyecek sanmıştım.
Kendisine sorulan hastalıklar için ilâç tavsiye eder, Allahü teâlânın izniyle bu ilaçlar o
hastalığa iyi gelir, hasta şifâ bulurdu. Aynı ilâcı başkası tavsiye etse, şifâsı görülmezdi.
Ahmed Nûbânî hazretleri bir zaman Mescid-i Aksâ'nın tenhâ bir yerinde ibâdetle meşgûl olur,
Allahü teâlânın isimlerini anar, sonra oturduğu yere giderdi. Bir zaman rüyâsında bir nehir
kenarındaki ovada akşam namazını kıldığını gördü. O esnâda bir kuş gelip omuzuna kondu.
Gagasını onun sağ kulağına yaklaştırıp üç defâ; "Sübhanallah-il-Melik-il-hallâk." dedi ve
uçtu. Bundan sonra kendisine gâipten bir haber, bir hastalık için bir ilâç veya bir ihtiyâç için
çâre sorulduğunda bu kuş görülmeden gelir, kulağına eğilip cevâbını söyler; "Bu işi şöyle yap,
bu hastalık için ilâç şöyle." derdi.
Şeyh Muhyiddîn ibni Hac anlatır:
Bir zaman hocam Şeyh Ali Nûreddîn Yeşrûtî'nin yanında idim. O esnâda içeri Ahmed Nûbânî
hazretleri geldi. Bir müddet görüştükten sonra hocam ona; "Ben Havran taraflarında iken
Hızır aleyhisselâm ile görüşmüştüm. Sana selâm söylememi tenbih etti. Onun bu selâmını
size tebliğ ediyorum." dedi, sonra ona çok ikrâm ve hürmette bulundu.
Bir gün birisi huzûruna gelip geçim darlığından şikâyet etti ve vazîfe talebinde bulundu. Ona;
"Yakında şu kadar maaşla sana bir vazîfe çıkar." buyurdu. "Efendim âile efrâdım kalabalık bu
söylediğiniz maaş da bize kâfi gelmez." dedi. Bunun üzerine; "Boşuna yorulma senin nasîbin
bundan ileri gitmez." buyurdu. Üç gün geçmedi, şehrin vâlisi bu muhtaç kişiye haber
gönderip Ahmed Nûbânî hazretlerinin söylediği kadar bir maaşla memur tâyin ettiğini
bildirdi.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.351

18 Haziran 2013 Salı

DELİNİN VELİYE TAVSİYESİ


DELİNİN VELİYE TAVSİYESİ
Bayezid-i Bestamî hazretleri. Büyük velilerden. Bir gün tımarhanenin önünden geçiyor. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüyor:
-Ne yapıyorsun?
Hizmetçi:
-Burası tımarhanedir. Delilere ilâç yapıyorum.
-Benim hastalığıma da bir ilâç tavsiye eder misin?
-Hastalığını söyle.
-Benim hastalığım günah hastalığı... Çok günah işliyorum..
-Ben günah hastalığından anlamam... Ben delilere ilâç hazırlıyorum..
Parmaklığının arasından konuşulanları duyan bir deli,(!) Bayezid-i Bestamî hazretlerine:
-Gel dede, gel! Senin hastalığının çaresini ben söyleyeyim, diye seslendi.
Bayezid-i Bestamî hazretleri, delinin yanına sokularak:
-Söyle bakalım, benim derdime çare nedir? dedi.
Deli(!) şu ilâcı tavsiye etti:
-Tevbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır... Kalb havanında tevhîd tokmağı ile döv, insaf eleğinden geçir, göz yaşıyla yoğur, aşk fırınında pişir... Akşam-sabah bol miktarda ye... O zaman göreceksin senin hastalığından eser kalmaz, dedi.
Bu güzel ilâcı öğrenen Bayezid hazretleri:
-Hey gidi dünya hey! Demek, seni de deli diye buraya getirmişler, deyip oradan ayrıldı.
Bu ilâç, halen günah hastası olanlara tavsiye olunmaya değer bir ilâçtır. Yani bu formülün hükmü hâlâ devam etmektedir.

Delinen Kırbalar


Delinen Kırbalar

Ebûl Vefa hazretlerinin küçük ama çok sevimli bir oğlu vardır. Çocuk iyidir hoşdur da bir ara sakalara takar. Mahalle sucusunun yolunu bekler, çuvaldız ile kırbaları deler. Kimbilir, belki de fıskiye gibi akan sular hoşuna gider. Aslında saka şaka götüren biri değildir. Bunu yapan bir başka çocuk olsa, çoktan ensesine yemiştir şamarı. Zira delinen kırba dikilemez, ancak boğumlanarak bağlanır ki, koca kırba gitti demektir yarı yarıya.
Saka bir sabreder, iki sabreder, bakar olmuyor, tutar eteğini, çıkar huzura. 'Affınıza sığınıyorum ama' der, 'Vaziyet böyleyken böyle!'

Ebûl Vefa hazretleri çok şaşırır. Kırbaların parasını fazlasıyla öder. Sucudan ağlaya, yalvara helallik diler. Saka bir hoş olur. 'Keşke eşiğine sultanların baş koyduğu veliyi üzmeseydim' der. Pişman, mahçup dergâhı terkeder.
Ebûl Vefa hazretleri çocuğa hiçbir şey demez. Hemen hanımını bulur. 'Aman hatun, iyi düşün'der, 'biz bir hata yaptık ama nerede?'

O gün tırnaklarını saçlarına geçirir, adeta beyinlerini kanatırlar. Uykuyu dağıtırlar. Hanımı sabaha karşı 'Tamam!' der, 'Galiba buldum!'
-Anlat hele?
-Çocuğumuza hamileydim. Kız kardeşim bir yere uğrayacak olmalıydı sepetini bırakmıştı bize. Zerzavat arasından bir limon parladı. Canım nasıl çekti anlatamam. Kardeşimi biliyorsun. Bir şey istemiye gör, canını verir. Limonun lâfını etsem, mutlaka bize bırakacak, kendi limonsuz dönecekti evine. Aklıma başka bir yol geldi. Limonu iğneyle deldim, bir damla emdim. Nefsimi körlettim. Ama unuttum gitti. Hata bende, limonunu deldiğimi söylemeliydim ona.
-Aman kalk bacına gidelim.
-Bu saatte mi?
-Evet bu saatte!
-Ne diyeceğiz?
-Helallik dileyeceğiz.

Sonrasını tahmin ediyorsunuzdur. Çocuk bu huyu kendiliğinden bırakır, dost olur sakaya.


Kaynak:Huzura Doğru

AHMED NECİBİ


AHMED NECİBÎ;
Endülüs'te yetişen büyük velîlerden. İşbiliye'de doğdu. Doğum ve vefât târihi belli değildir.
İsmi Ahmed, babasının ismi Ebû Bekr'dir. Künyesi Ebü'l-Abbâs'dır. İpek dokumacılığı
yaptığı için Harrâr lakabı ile meşhûr oldu.
Ahmed Necibî, tahsil çağı gelince İşbiliye'de İbn-i Âs isimli zâtın derslerini tâkib etti. Ona
hizmette çok îtinâ ve gayret gösterirdi. Bu zâtın yanında büyük âlim ve velî Câfer
Endülüsî'nin ismini duyuncaya kadar kaldı. Câfer Endülüsî'nin yanına gitmek üzere bir grup
ile yola çıktı. Endülüs'e vardıklarında yanındakiler, Peygamberlik iddiasında bulunan
İbn-ül-Mer'e ismindeki şahsı önce ziyâret etmek istediler. Ahmed Necibî; "Ben, Ebû Ahmed
Câfer için geldim. Oraya gitmem." dedi. Bunun üzerine arkadaşları ona tâbi olup, o zâtın
yanına gittiler. Ebû Ahmed Câfer'in bulunduğu yer çok kalabalıktı. Ayrıca hizmet ile vazîfeli
bâzı kimseler vardı. Bir vazîfeli, Ahmed Necibî ve berâberindekileri Şeyh Câfer Endülüsî'nin
huzûruna götürdü. Ebû Ahmed Câfer onlara baktı ve; "Çocuk hocaya defteri temiz olarak
gelirse, hoca ona bir şey yazar. Fakat defteri yazılı ise hoca onun için bir şey yazmak istese
nereye yazsın. Onun için böyle gelen defteri karalanmış geri döner." buyurduktan sonra tekrar
onlara baktı ve; "Aynı sudan içenin mizacı, tabiatı bozulmaktan, değişmekten kurtulur. Çeşitli
sulardan içenlerin mizacı ise bozulmaktan, değişmekten kurtulamaz." buyurdu. Bu sözü ile
memleketlerinden çıkarken, kendisini ziyâret niyetiyle çıktıkları hâlde, daha sonra Endülüs'e
geldiklerinde, peygamberlik iddiâsında bulunan o şahsı ziyâret etmek istediklerine işâret etti.
Ahmed Necibî bu sözler üzerine, onların durumuna düşmekten muhâfaza ettiği için Allahü
teâlâya şükretti. Sonra, Ebû Ahmed Câfer hizmet ile vazîfeli bir kişiyi çağırarak, Ahmed
Necibî'yi talebelerinin olduğu yere götürmesini, diğerlerini ise geri göndermesini istedi.
Ahmed Necibî'ye de; "Ey Ebü'l-Abbâs! Siz memleketinizden çıktığınızdan îtibâren Allahü
teâlâ bizi sizin durumunuzdan haberdâr etti. Sizden her birinizin ne hâlde geldiğini
biliyorduk." buyurdu.
Ebû Ahmed Câfer'in talebeleri bir gün Ahmed Necibî'yi de aralarına alarak toplandılar. Fakat
bu toplantı hocalarının emrine muhalif bir şekilde olmuştu. Bir süre sonra devletin güvenlik
kuvvetleri onları yakalayıp götürmeye başladı. Şehirde onların yakalanmalarını duymayan
kalmamıştı. Her taraf bu haberle çalkalanıyordu. Bu fitneye talebelerin emre aykırı şekilde
toplanmaları sebeb olmuştu. Bu sırada Ahmed Necibî'ye yeşil elbiseli bir zât; "Kendini
kurtar." dedi. O da doğruca şehrin câmisine gitti. Bu sırada arkadaşlarına yardım etmeden,
kendisini kurtardığı için büyük bir mahcûbiyet içerisinde iken, hocasının bir hizmetçisi
yanına gelip, onu Ebû Ahmed Câfer'in huzûruna götürdü. Diğer arkadaşları da oradaydı.
Hocaları, Ahmed Necibî'yi işâret ederek; "Niçin bunun gibi yapmadınız." diye sordu. Sonra
hocalarının huzurlarından ayrıldılar. İki gün sonra hocası Ahmed Necibî'yi huzûruna çağırıp,
ona teveccühle mânen yüksek derecelere kavuşturduktan sonra icâzet, diploma verdi ve
memleketine gönderdi.
Ahmed Necibî, hocasının huzûrundan ayrılıp, memleketine döndü. Allahü teâlânın izni ile
mânâ âlemini görüyordu.
Ahmed Necibî, İşbiliye'de bir müddet kaldıktan sonra, Mısır'a gitmek için yola çıktı. Mısır'da
iken büyük bir kıtlık ve vebâ olmuştu. Ahmed Necibî, yolda giderken açlıktan süt
çocuklarının öldüklerini gördü. "Yâ Rabbî! Bu hâl çok acı." diye niyâzda bulundu. Bunun
üzerine; "Ey kulum! Sana bir zarar verdim mi?" diye bir ses işitti. "Hayır!" cevabını verince;
"Bu hale îtirâz etme. Ölen çocuklar veled-i zinâdır. Halktan ölenler ise, benim emirlerime
uymayıp yasaklarımdan sakınmayanlardır. Bunun için onları cezâlandırdım. Bu hususta
kalbinde bir sıkıntı keder olmasın." dedi ve ses kayboldu. Bunun üzerine halkın o hâli
sebebiyle üzüntüden kurtuldu.
Yine Mısır'da bulunduğu sırada, ibâdet ve zikir ile meşgûl olurdu. Geceleri Cebcîne denilen
kabristâna giderdi. Bu sırada Allahü teâlâ ona, kabirdekilerin hâllerini gösterirdi. Azap
içerisinde olanlar ile, nîmet ve mükâfât içerisinde bulunanları görürdü.
Ebü'l-Abbâs hazretleri Mısır'da vefât etti. Birçok Sahâbe ve Tâbiîn kabirlerinin bulunduğu
Benî Kende kabristânına defnedildi.
Ahmed Necibî bir gün İşbiliye'de iken rahatsızlandı. Sırt üstü uzandığında, âniden yeşil,
beyaz ve kırmızı renkte büyük kuşlar gördü. Hepsinin kanatları bir anda inip kalkıyordu. Yine
bâzı şahıslar gördü. Ellerinde hediyelerle dolu tabaklar vardı. O anda hâtırına tabaklardaki
hediyelerin ölüm hediyeleri olduğu geldi. O şahıslardan birisi ona; "Henüz senin vaktin
gelmedi. Bunlar, vakti gelmiş müminlere âit hediyelerdir." dedi. Kayboluncaya kadar onları
seyretti.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.300