Bağış Yap

Amount :
Other : USD

22 Nisan 2013 Pazartesi

ABDÜLAZÎZ DEHLEVÎ


ABDÜLAZÎZ DEHLEVÎ;
Hindistan evliyâsının büyüklerinden Şah Veliyyullah Dehlevî hazretlerinin oğlu. İsmi Şah
Abdülazîz Gulâm Halim-i Fârûkî Dehlevî'dir. 1746 (H.1159) senesinde Dehli'de doğdu.
Hindistan'da İngiliz yönetimine karşı hürriyet meşalesini yakarak "Sirâc-ül-Hind" lakabıyla
tanındı. 1824 (H.1239) senesinde doğduğu yer olan Delhi'de vefât etti. Babasının yanına
defnedildi.
Abdülazîz Dehlevî meşhur hadîs, kelâm âlimi ve Nakşibendî yolunun büyüğü olan
babasından edeb öğrendi. Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. On bir yaşında iken
babasının vazîfelendirdiği hocalardan okudu. Meşhur altı hadîs kitabı Kütübü Sitte başta
olmak üzere Muvatta', Mişkât-ül-Mesâbih, Şemâil-üt-Tirmizî gibi kıymetli eserleri
babasından dinledi. Hadîs-i şerîf ilminde diploma aldı. On altı yaşında iken tefsir, fıkıh, usûl,
hadîs, akâid, kelâm, mantık, matematik, geometri, astronomi gibi ilimlerdeki derin bilgisiyle
herkesin dikkatini çekti.
Abdülazîz Dehlevî 1762 senesinde babasının vefâtı üzerine Rahmaniyye Medresesinde ders
vermeye başladı. Büyük evliyâ Abdullah-ı Dehlevî talebelerini hadîs ilmini tahsil etmeleri
için Abdülazîz-i Dehlevî'ye gönderdi. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin en büyük talebesi
maddî ve manevî ilimler hazinesi Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri de Abdülazîz-i
Dehlevî'den hadîs ilminde icazet (diploma) aldılar.
Abdülazîz-i Dehlevî, bir yandan medresede talebe yetiştirirken, bir yandan da eser yazıyordu.
Yirmi beş yaşından sonra yakalandığı çeşitli hastalıklar yüzünden, bir süre sonra medresedeki
derslerini talebelerinin ileri gelenlerinden iki kişiye bıraktı. Ömrünün son günlerini, eser
yazmak, Salı ve Cumâ günleri halka vâz ve nasîhat vermekle geçirdi. Bir vâzında şöyle
buyurdu:
"Birisinden yardım istenirken, yalnız ona güvenilirse, onun, Allahü teâlânın yardımına
mazhar olduğu, kavuştuğu düşünülmezse haramdır. Yalnız Allahü teâlâya güvenilip, o kulun
Allah'ın yardımına mazhar olduğu, Allahü teâlânın her şeyi sebeb ile yarattığı, o kulun da bir
sebeb olduğu düşünülürse câiz olur. Peygamberler ve evliyâ da, böyle düşünerek başkasından
yardım istemişlerdir. Böyle düşünerek birisinden yardım istemek, Allahü teâlâdan istemek
olur."
Abdülazîz Dehlevî müslümanların İngiliz idâresine karşı direnmelerinde büyük rol oynadı.
Ona; "İslâm âleminde görülen kötülüklerin başlıca sebebi nedir?" denildiğinde; "İslâm
âleminde görülen kötülüklerin başlıca sebebi müslümanların İslâmiyetten uzaklaşmalarıdır."
Kurtuluşun nerede olduğu soruldukta; "İslâma uymak, bid'atleri terketmekte." buyurdu.
Abdülazîz Dehlevî, zamânında Eshâb-ı kirâma, Peygamber efendimizin mübârek
arkadaşlarına düşmanlık edenlerin her tarafta bilhassa ilmi olmayan müslümanların
îtikâdlarını bozmaya çalıştıklarını görüp, Tuhfe-i İsnâ Aşeriyye isimli kıymetli bir kitap
yazarak onların yüz karalarını bütün teferruatıyla ortaya koydu. Eserini yazma sebebini
anlatırken şöyle demektedir:
Abdülazîz Dehlevî ilmî üstünlüğü yanında atıcılık, binicilik ve hüsn-i hat (güzel yazı)
husûsunda oldukça maharetli idi. Elli kadar eser yazmış olup en önemlileri şunlardır: 1)
Tefsîr-i Azîzî, 2) Bustân-ül-Muhaddisîn, 3) Ucâle-i Nâfîa, 4) Sırr-üş-Şehâdeteyn, 5)
Fetâvây-ı Azîz.
;":"#&!.661+$
Abdülazîz Dehlevî buyurdu ki:
Allahü teâlâ, hayvanların yaşamaları, üremeleri için muhtaç oldukları şeyleri her tarafta,
bol bol yaratmış, bunlara kolayca kavuşmalarını ve bulduklarını kolayca kullanabilmelerini
ihsân etmiştir. Allahü teâlâ, insanlarda da şehvet ve gadab kuvvetlerini yaratmış ise de,
insanların muhtâc oldukları şeylere kavuşmaları, bulduklarını kullanabilmeleri ve
korktuklarına karşı savunabilmeleri için, bu kolaylığı ihsân etmemiştir. Yalnız, en lüzûmlu
olan havayı her yerde yaratmış, ciğerlerine kadar kolayca girmesini insanlara da ihsân
etmiş, ikinci derecede lüzûmlu olan suyu, her yerde bulmalarını ve kolayca içmelerini
ihsân etmiştir. Bu iki nîmetten daha az lüzumlu olan ihtiyaç maddelerini elde etmeleri ve
elde ettiklerini kullanabilecekleri hâle çevirmeleri için, insanları çalışmaya mecbûr
kılmıştır. İnsanlar çalışmazlarsa, muhtaç oldukları, gıdâ, elbise, mesken, silâh, ilaç gibi
şeylere kavuşamazlar. Yaşamaları, üremeleri çok güç olur. Bir insan, muhtaç olduğu bu
çeşitli maddeleri yalnız başına yapamayacağı için, birlikte yaşamaya, iş bölümü yapmaya
mecbûr olmuşlardır. Allahü teâlâ, merhamet ederek, seve seve çalışabilmeleri,
çalışmaktan usanmamaları için, insanlarda üçüncü bir kuvvet daha yarattı. Bu kuvvet,
Nefs-i emmâre kuvvetidir. Bu kuvvet, şehvetlere kavuşmak ve gadab edilenlerle
döğüşmek için insanı zorlar."
"Memleketimizde, Eshâb-ı kirâm düşmanlığı o kadar yayıldı ki, içerisinde bir ikisi bu bozuk yolda
olmayan ev pek nâdirdi. Bu bozuk yolda olanların çoğu târih ilminden, kendi asıllarından,
babalarının ve dedelerinin doğru yolundan habersiz kimselerdi. Bunlar, meclislerde Ehl-i sünnet
müslümanlarla münâzara ettiklerinde, tutarsız şeyler söylüyorlardı. Doğruyu görmelerine vesîle
olmak veAllahü teâlânın rızâsını kazanmak için bu kitab yazıldı."
1) Nüzhet-ül-Havâtýr; s.273
2) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.970
3) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.23
4) Bostan-ül-Muhaddisîn
5) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.388
6) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.243

ABDÜLAZÎZ DEBBAĞ


ABDÜLAZÎZ DEBBAĞ;
Fas'ta yaşayan evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdülazîz bin Mes'ûd Debbağ'dır. Soyu hazret-i
Ali efendimize dayanmakta olup hem şerîf, hem de seyyiddir. 1679 (H.1090) senesinde Fas'ta
doğdu. 1720 (H.1132) senesinde doğduğu yerde vefat etti.
Babası Mes'ûd ed-Debbağ, âlim bir zat olup, büyük velî Seyyid el-Arabî el-Feştalî
hazretlerinin yanında yetişti. Hocasının Farîha isimli yeğeni ile evlendi. Abdülazîz Debbağ
doğduktan kısa bir süre sonra Seyyid el-Arabî hazretleri vefâtından önce annesi ve babasını
yanına çağırarak, bir fes ve bir çift postalını Abdülazîz Debbağ'a verilmek üzere emanet etti.
Abdülazîz hazretleri büyüyüp, oruç tutacak yaşa gelince, annesi ona; "Oğlum! Seyyid
el-Arabî el-Feştalî hazretleri bu emanetleri sana vermemi vasiyet etti." dedi. Annesinden
emânetleri alan Abdülazîz Debbağ'ın kalbinde Allahü teâlânın aşkı ve sevgisi arttı. Nerede bir
evliyâ olduğunu duysa yanına gidip, sohbetlerinde bulunmaya başladı. Fakat istediğine tam
mânâsıyla kavuşamıyordu. Bir süre sonra Seyyid Ahmed bin Abdullah'ın sohbetlerine devam
etti ve aradığını bu zâtın huzurunda buldu. Kısa sürede tasavvuf yolunda kemâle erdi.
Hocasının vefâtı üzerine, halîfesi olarak yerine geçti ve talebe yetiştirip insanlara doğru yolu
göstermeye başladı.
Bir gün talebelerinden Ahmed bin Mübârek, Sultan Nasrullah'ın, derhal Meknâse'ye gidip
Riyad Câmiinde imâm olmasını bildiren mektubunu aldı. Talebe bu göreve lâyık olmadığını
ve hocasından ayrılmanın ağır geleceğini düşünerek çok üzüldü. Abdülazîz Debbağ
durumdan haberdâr olunca; "Korkma! Zîrâ sen Meknâse'ye gidecek olursan, biz de seninle
beraber geliriz. Fakat sen hiç üzülme sana bir zarar gelmeyecek ve sen o câmiye imâm
olmayacaksın." dedi. Talebe yola çıktı. Meknâse'ye vardığında imâmlık vazîfesinin başkasına
verildiğini öğrendi. Hemen evine döndü. Durumu öğrenen kayınpederi Muhammed bin Ömer
şöyle bir mektup yazdı:
"Meknâse'ye geldiğin halde sultanla görüşmeden ayrıldın. Senin dönmenden sonra başımıza
gelecekleri bilmezsin. Bana soracak olursan hemen Meknâse'ye gelip sultanla görüş ve
verilen vazîfeye başla!"
Ahmed bin Mübârek hemen mektubu hocasına götürüp okudu. Abdülazîz Debbağ; "Sen
evine git otur, hiç bir fenalık gelmez. Sana sultanın bir zararı dokunmaz." buyurdu ve bir süre
sonra mesele kapandı.
Abdülazîz Debbağ bâzı talebeleri ile sohbet ederken Ahmed bin Mübarek'e dönerek evini
anlattıktan sonra; "Neden atını falan yere bağlıyorsun? Oraya sâlih bir zât defnedilmiştir.
Kabri tam atının ayağının altında bulunuyor." dedi. Halbuki oralarda bir kabir izi yoktu ve
oraya yakın bir kabristânlık da yoktu. Abdülazîz Debbağ tekrar; "Senin avlunda yedi kabir
bulunuyor. Fakat sen sadece atının ayakları hizasında bulunan zâtın kabrine dikkat et. Atını
oradan uzaklaştır, ona saygılı ol! Mümkünse kabirle at arasına bir duvar çek." buyurdu. O
sırada meclisteki talebelerinden biri; "Efendim o zât kimdir?" diye sorunca; "Arabdır.
Tilmsan'a yakın bir yerde bulunan el-Lesbağat kabîlesindendir. Bu kabîle onu sâdece bir
talebe bilir. Bir velî olduğunu bilip tanımazlar. Vefat edince bahsettiğim o yere defnettiler."
dedikten sonra Ahmed bin Mübârek'e dönerek; "İstersen bahsettiğim o yeri kaz. Onun
bedenine rastlarsın." dedi. O da gidip hocasının dediği yeri kazarak, o zatın mübârek bedenini
buldu. Oraya hemen bir kabir yaptırdı. Tekrar hocasının yanına gittiğinde şöyle sordu:
"Efendim! Bizim avluda bulunan diğer kabirleri değil de, neden sâdece atın ayaklarının
hizasındaki kabir üzerinde durdunuz ve onun ortaya çıkmasını istediniz?" Abdülazîz Debbağ
bu suale şöyle cevap verdi:
"Çünkü bu zât, Allahü teâlânın velî kullarındandır. Rûhu serbest ve hareket hâlindedir.
Diğerleri ise berzah âleminde bekliyorlar. Oradaki ölülerin vefâtından bu yana üç yüz yıla
yakın zaman geçmiş bulunuyor."
Abdülazîz Debbağ sık sık talebeleri ile açık havada dolaşır, bu sırada onlarla sohbet ederdi.
Yine bir gün böyle temiz havalı bir yerde talebeleri ile sohbet ederken birisi yanlarına geldi
ve; "Efendim! Kardeşim, sultanın oğlu Abdülmelik ile beraber ortadan kayboldu. Ondan bir
haber bekliyoruz. Kendisini sevdiğim bir zât, kardeşimin sağ olduğunu söyledi. Siz bu
hususta ne dersiniz?" diye sorunca Abdülazîz Debbağ hazretleri hiç bir şey söylemedi. Gelen
kişi ısrâr edince; "Sen muhakkak benden haber almak istiyorsan, sıhhatli haber al. Allahü
teâlâ Hacı Abdülkerîm'e rahmet eylesin. O hem garib, hem de gâibdir. Onun cenâze namazını
kılan sana haber verecektir. Sultanın oğlu onu öldürmüştür." dedi. Birkaç gün sonra
Abdülazîz Debbağ'ın verdiği haberin aynı geldi.
Devlet ileri gelenleri sık sık Abdülazîz Debbağ'dan vazîfelerinin devâmı için yardım ve
duâlarını isterlerdi. Sultan Nasrullah vâli ve hâkimlerin bir kısmını görevden aldı. Onlardan
birisi görevine tekrar dönmek istiyordu. Her zamanki gibi Abdülazîz Debbağ hazretlerinden
yardım isteyince, yardım etti. Sultan o kişiyi tekrar vâli yaptı. Bir süre sonra Abdülazîz
Debbağ, vâliye haber göndererek iyilik etmesini ve vergileri ödemede kolaylık göstermesini
ricâ etti. Fakat makâmın verdiği gurûra kapılan vâli bu ricâyı kabul etmedi ve cezâ olarak
görevden alındı.
Talebelerinden biri Abdülazîz Debbağ'ı ziyâret için bir gün yola çıktı. Yolculuğunu katır ile
yapıyordu. Tehlikeli bir yere gelince, bineğinden inip o yeri yaya olarak geçti. Tekrar bineceği
sırada hayvan kaçtı ve yakalaması mümkün olmadı. Ne yapacağını şaşırdı. O anda hocası
hatırına geldi ve ondan yardım umarak; "Ey hocam Abdülazîz Debbağ!" dedi. Bu sırada
Allahü teâlâ bâzı insanları ona yardımcı olarak gönderdi. Onlarla beraber hayvanı yakalayıp,
hocasının huzûruna geldi. Abdülazîz Debbağ onu görünce gülerek; "Falan yerde Şeyh
Abdülazîz'i ne yapacaktın? Senin yanında olsaydı herhalde sana yardımda bulunurdu." dedi.
Talebe büyük bir edeple; "Ey Efendim! Şahsen bulunmanızla rûhen bulunmanız arasında,
sizin için hiçbir fark yoktur ve ikisi de mümkündür." dedi.
Sohbetlerinde talebelerine şöyle buyururdu:
"Kulun düşüncesi Allahü teâlâdan başkasına doğru yönelince Allahü teâlâdan uzaklaşmış
olur."
"İnsanlar, varlık âleminin efendisi Muhammed aleyhisselâmı tanımadıkça, ilâhî mârifete
kavuşamaz. Hocasını bilmedikçe, varlık âleminin efendisini tanımaz. Kendi nazarında
insanları ölü gibi kabûl etmedikçe, hocasını bilemez."
"Firdevs Cennetinde, bu dünyâda işitilen veya işitilmeyen bütün nîmetler mevcuttur. Cennetin
ırmakları, Firdevs Cennetinden kaynayıp çıkar. Bir ırmaktan su, bal, süt ve şarab olmak üzere
dört türlü meşrûbât akar. Nasıl gökkuşağındaki renkler birbirine karışmadan durursa bu dört
meşrûbât da birbirine karışmadan akar. Bu ırmaklar müminin isteğine göre akar. Hangisini
isterse o akar ve onu içer. Bütün bunlar, Allahü teâlânın irâdesiyle olmaktadır."
"%<,")()&:"&/1%1@$&6"%
Bir grup talebesi bir yere gitmek için yola çıktılar. Yanlarında eşkıyâ saldırısına karşı
koyacak hiç bir şey yoktu. Geceyi tenha ve korkunç bir yerde geçirdiklerinden, içlerinden
iki kişi uyumadı. Bunlar yakınlarında bir arslanın dolaştığını fark ettiler. Biri diğerine;
"Kimseyi uyandırma sonra paniğe kapılabilirler." dedi. Sabah olunca yakınlarında ölü bir
tavşana rastladılar ve yollarına devam ettiler. İşlerini görüp geri dönerken konakladıkları
yerde, bir kişi uyumayıp arkadaşlarını bekledi. Hocaları Abdülazîz Debbağ'ın huzuruna
geldiklerinde uyumayan talebe; "Efendim! Müsâde ederseniz biraz uyumak istiyorum.
Çünkü dün gece hiç uyumadım." dedi. Abdülazîz Debbağ; "Niçin uyumadın?" diye
sorunca; "Arkadaşlarımı korumak için." diye cevap verdi. Bunun üzerine; "Senin gece
uyumayıp arkadaşlarını beklemen bir fayda sağlamaz. Siz giderken falan gece yol
kesiciler sizin yanınıza geldiğinde arslanı ve sizi koruyanı hatırlıyor musun?" dedi. Talebe;
"O gece ne oldu?" diye sual edince:
O gece falan yere vardığınızda üç kişi gelip size katıldı. Daha sonra sizden ayrılınca
oradan gelip geçeni gözleyen dört kişi ile buluştular. Ve sizin konakladığınız yeri onlara
haber verdiler. Siz uyuduktan sonra sizi soymak için yaklaştıkları sırada etrafınızda bir
arslanın dolaştığını görünce çok şaşırdılar. Kendi kendilerine; "Arslanı öldürürsek bunlar
uyanır, soygun yapmaya kalkışırsak arslan engel olur." dedikten sonra bir çıkar yol
bulamayarak başka bir kervanı soymaya gittiler.
Orada da bir şey bulamayınca tekrar sizin yanınıza geldiler. Arslan önlerine tekrar çıkınca,
aralarında şöyle konuştular: "Bunlar nasıl insanlardır ki hangi yönden yaklaşmaya
çalıştıysak orada bir arslan çıktı." Bunun iç yüzünü öğrenmek istedilerse de Allahü teâlâ
onların kalblerini mühürledi, dedi.
Talebe; "Yolda rastladığım ölü tavşan neydi?" diye sorunca, Abdülazîz Debbağ; "Arslanın
bir onuru vardır. Bir insanın yüzüne sinek konsa nasıl eliyle kovalarsa, arslan da sizi
korurken, bir tavşan gelip önünde durdu. Sen ise onu görmedin. Arslan bir pençe vurarak
öldürdü." buyurdu.
1) Kitâb-ül-Ýbrîz (Ahmed bin Mübârek, Kâhire, 1278)
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliya; c.2, s.173
3) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.256
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.262

20 Nisan 2013 Cumartesi

ABDÜLAZÎZ BEKKİNE


ABDÜLAZÎZ BEKKİNE;
Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddîn Efendinin halîfelerinden Mustafa Feyzî Efendinin talebesi.
Adı, Abdülazîz, soyadı Bekkine'dir. Babası Kazanlı tüccar Hâlis Efendidir. 1895 (H. 1313)
senesinde İstanbul'da doğdu. 1952 (H.1372) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri Edirnekapı
Sakızağacı kabristanındadır.
Babası zengin bir tüccar olan Abdülazîz Bekkine İstanbul Mercan'daki evlerinde doğdu.
Henüz okula gitmeden Kaptan Paşa Câmii İmâmı Halil Efendiden Kur'ân-ı kerîm okumayı
öğrendi, Arapça ve din dersleri aldı. Daha sonra Dârüttedrîs'e devam ederek bu mektebi
bitirdi. Bir müddet babasının yanında çalıştıktan sonra, 1910'da âilesi ile birlikte Kazan'a gitti.
Aslen Kazanlı olduklarından orada binâ ve arâzileri vardı. Otuz odalı olan evlerinin, çoğu
odalarında ilim tahsîl eden talebeler barınırdı. Abdülazîz Efendi bir müddet Kazan'da kaldı.
Sonra Buhârâ'ya geçerek orada beş yıl müddetle ilim tahsîl etti. Babasının vefâtı üzerine
memleketine dönüp, kardeşlerini de alarak 1921'de İstanbul'a geldi. İki anneden, on ikisi kız
olmak üzere on altı kardeştiler. Erkek kardeşleriyle birlikte Asmaaltında bir dükkan açıp kısa
bir müddet çalıştırdı. Sonra dükkanı kapatıp Çarşıkapı'daki Bâyezîd Medresesine devâm etti.
Bu medreseden mezûn olduktan sonra ilk olarak Beykoz'da, daha sonra da Aksaray'da bir
câmide imâm olarak vazîfe aldı. Sonra sırasıyla, Yazıcı Baba,Kefeli ve Zeyrek Çivicizâde,
Ümmü Gülsüm câmilerinde İmâm-Hatip olarak vazîfe yaptı. Zeyrek'teki bu vazîfesi on üç
sene kadar sürdü.
Abdülazîz Bekkine Kazan'dan döndükten sonra medrese arkadaşı Mehmed Zâhid Efendi
vâsıtasıyla Tekirdağlı MustafaFeyzî Efendi ile tanıştı ve sohbetlerine devâm etti. Yirmi yedi
yaşındayken 1922'de mânevî ilimlerde irşâd selâhiyeti mertebesine ulaştı. Râmûz el-Ehâdis
kitabını okutma icâzeti aldı. Bütün hayatı boyuncaİslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle meşgûl
oldu. pek çok talebe yetiştirdi. Sohbetleri tatlı bir hava içinde geçerdi. Konuşmaları kısa,
mânâlı ve özlü idi. Bir gece, sohbetinde talebelerine dedi ki:
"Bir gün gelir danışacak hocalarınız da bulunmaz. Öyle bir günde seçeceğiniz insanda
arayacağınız vasıf nedir?"
Orada bulunanlar değişik şeyler söylediler. Fakat bu cevapları yeterli bulmayan Abdülazîz
Bekkine şöyle söyledi:
"O kimsenin sabrını kontrol edersiniz. İnsanlarda riyânın karışamıyacağı, anlaşılabilir tek
vasıf sabırdır. Sabır musîbet geldiği an (ilk anda) hiç şikâyet edilmeden sîneye çekebilme
hâlidir. Şâyet o kimse ilk anda feverân eder de sonra sîneye çekerse, ona sabırlı değil
tahammüllü insan denir."
Bir sohbetinde de şöyle dedi:
"Müminin dünyâya bakışı öyledir ki, dünyâdaki zevk ve sefâya bakar, arkasında Cehennem'i
görür. Meşakkate, hizmete bakar, arkasında Cennet'i görür. Yâni müminin nazarı dünyâya
takılmaz."
Abdülazîz Bekkine iki defâ hacca gitti. İkinci gidişinde hacdan döndükten sonra
rahatsızlandı. Yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamıyarak 57 yaşında 2 Kasım 1952 (H.1372)
senesinde İstanbul'da vefât etti. Edirnekapı Sakızağacı kabristanında defnedildi.
Abdülazîz Bekkine zekî bir kimse idi. Hangi meslekten, tahsîl ve kademeden olursa olsun
sohbetinde bulunan herkes, zekâ ve ilmine hayran kalırdı. Hoş sohbet olup, meclisinde
bulunanlar ondan ayrılmak istemezlerdi. Sohbetleri umûmiyetle sualli-cevaplı geçerdi.
Sohbetlerinde zaman da mevzubahs değildi. Umûmiyetle yatsı namazından sonra oturulur,
bâzan sabaha kadar devâm edilirdi.
Buyurdular ki:
"Bu işin (âhiret yolculuğunun) mihveri Allah'ın muhabbetidir."
"Seni Mevlâdan alıkoydu ise, dünyâ bir çöp de olsa dünyâdır."
"Peki, demesini öğrenmek lâzımdır."
"İslâmiyet baştanbaşa mes'ûliyet ve mükellefiyettir. Ondan kaçamayız."
"Tâlib başkasının yükünü yüklenip, kimseye yük olmayan kimsedir."
1) Râmûz-ül-Ehâdîs Mukaddimesi

ABDÜLA'LÂ KUREŞÎ


ABDÜLA'LÂ KUREŞÎ;
Büyük velîlerden ve hadîs âlimi. Adı Abdüla'lâ, babasının adı Abdila'lâ'dır. İbn-i Şerâhil
Kureyşi ismiyle de bilinir. Lakabı Ebû Hûmâm'dır. Doğum târihi belli değildir. 804 (H.189)
senesinde vefât etti.
İyi bir tahsil gördü. Hamîd-i Tavîl; Yahyâ bin Ebî İshâk, Cerirî, Yûnus bin Ubeyd, Ma'mer
bin Râşid, Saîd bin Ebî Arûbe ve Dâvûd bin Ebî Hind gibi devrinin büyük âlimlerinden ilim
öğrendi ve hadîs-i şerîf bildirdi. Bu rivâyetleri pek makbûl olup, başta Kütüb-i sitte denilen
meşhur altı hadîs kitabı olmak üzere başka hadîs kitaplarında da yer aldı. Kendisinden İshâk
bin Râheviye, Ebû Bekir ibni Ebî Şeybe, Amr bin Ali el-Felâs, Nasr bin Ali ve daha bir çok
âlim hadîs-i şerîf öğrenip rivâyet ettiler. İmâm-ı Nesâî ve İbn-i Hibbân onu sika, güvenilir bir
âlim olarak bildirirler.
Abdüla'lâ hazretleri ilmiyle âmil olup öğrendiklerini her zaman tatbik ederdi. "Kime bir ilim
verilir de bu ilim ona Allah korkusundan ağlama huyunu kazandırmazsa, o bu ilmin faydasını
göremez." buyururdu.
Abdüla'lâ Cehennem'den çok korkardı. Göz yaşları içinde secdeye kapanır ve şöyle duâ
ederdi:
"Yâ Rabbi! Düşmanlarının nefretini arttırdığın gibi senin için olan huşûmuzu, korkumuzu
arttır. Sana secde eden yüzümüzü Cehennem'de ateş ile örtme."
Abdüla'lâ sohbetlerinde mâlâyânîden uzak olup boşuna konuşmazdı. Büyük âlim Mis'âr'ın
bildirdiğine göre buyurdular ki:
İnsanlar bir araya gelseler ve Allahü teâlâdan, Cennet'ten, Cehennem'den konuşmadan
ayrılsalar melekler derler ki: "Ey insanlar büyük gaflet içindesiniz..."
Yine buyurdu ki:
"Cennet ve Cehennem, Âdemoğlundan bir şeyler duymak için ona yaklaşırlar. Şayet insan
Cennet'i isterse, Cennet; "Yâ Rabbî! Onu isteğine kavuştur!" der. Şayet Cehennem'den
sakınırsa, Cehennem de; "Yâ Rabbî! Onu ateşten muhâfaza et!" diye duâ eder."
Abdüla'lâ ölümü çok hatırlar ve titrerdi. Buyururdu ki:
"İki şey var ki beni dünyâ zevklerine dalmaktan alıkoyuyor. Bunlar ölümü hatırlamak ve
Allahü teâlânın dâima huzurunda bulunmaktır."
Yine;
"Hiçbir ferd yoktur ki, ölüm meleği günde iki defâ kapısını çalmasın." buyurmuştur.
1) Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.296
2) Tehzîb-ut-Tehzîb; c.6, s.69
3) El-Menhel-ül-Azbül Mevrûd Şerhi Sünen-i Ebû Dâvûd; c.1, s.69
4) Hilyet-ül-Evliyâ; c.5, s.88
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.90
6) Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.324

ABDURRAHMÂN BİN YÛSUF RÛMÎ


ABDURRAHMÂN BİN YÛSUF RÛMÎ;
Evliyânın büyüklerinden. Doğum yeri bilinmemektedir. 1469 (H.874) senesinde dünyâya
geldi. Mevlânâ Muhammed Samsûnî ve Mevlânâ Kâdızâde'nin muhterem torunlarıdır.
1547(H.954) senesinde Bursa'da vefât edip, Zeyniye Zâviyesinin bahçesinde defn edildi.
Küçük yaştan îtibâren Mevlânâ Kutbeddîn, Mevlânâ Ali Fenârî ve Mevlânâ Ali Yekânî
hazretlerinin hizmetlerinde bulundu ve onlardan ilim tahsîl etti. Zekâ ve firâseti sebebiyle
talebeliği herkes tarafından örnek olarak bilindi. Bütün tarikat ilimlerinde ilerledi. Önce Bolu
ve sonra Bursa'da Çermik medresesinde müderrislik yaptı. Ancak bir müddet sonra Allahü
teâlânın aşkı ve zevki ile kendinden geçme hâlleri görüldüğünden ders verme işine son verdi.
Evine çekilerek devamlı ibâdet ve zikirle meşgûl oldu.
Abdurrahmân hazretleri bu hâlinden bahsedip şöyle anlatmaktadır:
Evimde ibâdetle meşgûl olup, kimseyle görüşmüyordum. Bu esnâda hastalandım. Yanımda
hizmet edecek kimseler yoktu. Bir gece duvar yarıldı ve içeri bir zât girdi. Hastalığım
sebebiyle hizmetimi gördü ve gitti. Diğer geceler de aynen böyle oldu. Hastalıktan
kurtulduğum zaman, o zât; "Ben bu geceden sonra artık gelmem. Seni Hüdâ'ya ısmarladım."
dedi. Ben de; "Siz kimsiniz ve nerelisiniz?" diye sordum. "Şehirden ayrılan bir kâfileye
katılırsan, beni tanır ve bulursun." buyurdu. Ben de, bir zaman sonra şehirden ayrılan kâfile
ile yola çıktım. Yolculardan bir kısmı, yolda güzel bir yere geldiğimizde; "Burası suyu ve
havası çok güzel bir yerdir. Bu civarda Kara Hoca adında sâlih ve dindâr biri oturur." dediler.
Kendi kendime aradığım bu zâttır dedim ve oradaki köye yöneldim. O zâtı gördüm, gülerek
beni karşıladı. O gün yanında kaldım. İkindi namazını kılacağımız zaman, bana yüksek bir
yeri gösterdi ve berâberce oraya çıktık. "Bu yer nasıl?" diye sorunca; güzel olduğunu
söyledim. Tekrar; "Buradan bak!" dedi. Baktığımda Kâbe-i muazzamayı gördüm. Gidip,
orada cemâatle ikindi namazını kıldık. Namazı bitirdiğimizde Kâbe gözümüzden kayboldu.
Abdurrahmân hazretleri bundan sonra yine Bursa'daki evinde zikir ve tâatle meşgûl oldu.
Müderrislik tekliflerini geri çevirdi. Evine gelenlere nasîhatlerde bulunur, devamlı Allahü
teâlâyı zikretmelerini ve hiç bir zaman kalbin Allahü teâlâdan gâfil bulunmamasını isterdi.
1) Şakâyık-ı Nu'mâniye; c.1 s.438-442
2) Sicilli Osmanî; c.3 s.311
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13 s.211
4) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.64.

ABDURRAHMÂN TÂGÎ (Tâhî)


ABDURRAHMÂN TÂGÎ (Tâhî);
On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden. İsmi Abdurrahmân olup Tâgî, Tâhî ve Nurşînî
nisbeleriyle bilinir. Üstâd-ı A'zam ve Seydâ lakaplarıyla meşhûr olmuştur. Babası, Molla
Mahmûd Efendi, annesi Seyyid Molla Muhammed Efendinin kızı Meyâsin Hanımdır. 1831
(H.1247) senesinde Şirvân'da doğdu. 1886 (H.1304) senesinde Bitlis vilâyetine bağlı
Güroymak (Nurşîn) ilçesinde vefât etti. Kabri Nurşîn'dedir.
Asîl ve temiz bir âileden gelen Abdurrahmân Tâgî'nin bulunduğu ev, halk arasında Sûfî evi
olarak şöhret buldu. Çünkü, babası Molla Mahmûd Efendi kemâlât, olgunluklar sâhibi,
ilmiyle amel eden, Peygamber efendimizin yüce sünnetine uymakta titizlik gösteren sâlih biri
idi. Önceleri Kâdiriyye yoluna girmişti. Sonra Nakşibendiyye yoluna da bağlandı. Aslen
hazret-i Hüseyin efendimizin soyundan gelen ve seyyide olan annesi Meyâsin Hanım da
sâliha bir kadındı. Babası Molla Mahmûd Efendinin erkek kardeşleri yoktu. Kâdiriyye yoluna
mensûb kerâmeti ile meşhûr bir kız kardeşi vardı.
Küçük yaşta tavrı ve hareketleri ile dikkat çeken Abdurrahmân Tâgî hakkında anne ve babası;
"Cenâb-ı Allah'ın bize lutfettiği bu çocuk başka çocuklara benzemez. Bunun maddî bakımdan
ziyâde mânevî yönden yetişmesine ihtimâm göstermeliyiz!" diyerek îtinâ gösterdiler. Dedesi
Molla Muhammed'in de en büyük arzûsu onun ilimde ve mâneviyatta yetişmesiydi. Hattâ
dedesi çocuğun omuzuna elini koyarak; "Bizim âilemizin ilmi, irsî olarak dededen oğula
devâm eder. Halbuki benim oğullarımdan hiçbirisi bendeki ilmi taleb etmedi. İlmime vâris,
mirasçı olacak sen varsın." derdi.
Âilesinin de teşvik ve desteğiyle küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Abdurrahmân Tâgî,
Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Anne terbiyesi ve yaratılışındaki temizlik sebebiyle
akranları arasında farkedilir oldu. Oyunla ve boş işlerle meşgûl olmuyor, hep faydalı işlerle ve
ilim öğrenmekle vakit geçiriyordu. Abdurrahmân Tâgî, çocukluğuyla ilgili olarak şöyle derdi:
"Annemin güzel terbiyesi yüzünden rûhlar âlemiyle ilişkim kesilmezdi. Allah'tan gâfil
olmazdım. Çocukların arasında kendimi devamlı kusurlu görürdüm."
Abdurrahmân Tâgî on yaşına basınca, annesi vefât etti. Annesinin vefâtından sonra babası
onun terbiyesine ve okutulmasına önem verdi. Şâfiî fıkıh kitaplarından İmâm-ı Râfiî'nin
Muharrer adlı eserini okudu. Arapça gramer ilmini öğrenip Hadâik-ud-Dekâik kitâbına
kadar babasının yanında okudu. Daha sonra memleketinin meşhûr âlimlerinden Molla
Abdüssamed'in yanına gitti. O vefât edince büyük âlim Molla Ziyâüddîn Arvâsî'nin yanına
giderek ilim öğrendi. Ondan, Molla Câmî'ye kadar okudu. MollaZiyâüddîn'in sevgisine
kavuşup ondan hiç ayrılmadı. Molla Ziyâüddîn Arvâsî muhabbet ve yakınlıkla ona yöneldi.
Bir defâsında; "Muhabbete denk olacak hiçbir şey yoktur." buyurdu ve muhabbetin
özelliklerini açıkladı, muhabbetin üstün olduğunu anlattı. Bu arada çevredeki diğer
âlimlerden fıkıh, tefsîr, hadîs gibi dînî ilimleri tahsil etti. Bu ilimlerde yüksek ilim ve derece
sâhibi oldu. Okuduğu hocalardan icâzet, diploma aldı. Sonra babasına vakfedilen Ispahart'taki
medresede ders vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı. Gerek ilim öğrendiği, gerekse ilim
öğrettiği medreselerde en fazla yakınlık duyduğu kimseler, dünyâya gönül vermeyenlerdi. Bu
sebeple kendisi, dünyâya meyl etmeyen, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı asıl maksad
kabûl eden bir zât idi. Medresede ders verdiği sırada, bâzan talebelerini akan suların
kıyılarına, çiçekli bahçelere ve güzel manzaralı tepelere götürerek orada ders verirdi. Dersleri
esnasında Allahü teâlânın varlığını ve birliğini gösteren tabîat hâdiselerini anlatırdı. Bâzan
ders verdiği kitapta çözümü zor meselelerle karşılaşınca kitabı kapatır, talebelerinden ilâhî
aşka dâir bir kasîde söylemelerini ister, sonra bu müşkillerin cevâbını Allahü teâlâdan
kendisine bildirmesini dilerdi.
Asıl gâyesi, cenâb-ı Hakk'ın rızâsını kazanmaktı. Sevenlerinden birisine bu hususu şöyle
anlattı:
"Bana yol gösteren bir mürşid-i kâmil, yol gösterici rehbere bağlı olduğum bir tarîkat, yol
olmadığı hâlde cenâb-ı Allah beni günahlardan koruyordu. Bir gece kötü bir yere gitmeye
niyet ettim. Giderken çamurlu bir yerde ayağım kaydı ve yere düştüm. Eve dönüp elbisemi
yıkamaya başladım. Temizliğimi sabah olduğunda bitirebildim.
Kanâat sâhibi, gönlü tok bir kimse olan Abdurrahmân Tâgî dünyâ mal ve rütbelerine gönül
vermezdi. Bu yüzden kendisine bulunduğu nâhiyenin müdürlüğü, kâdılığı ve müderrisliği
verildiği hâlde bunlara iltifât etmedi. Çünkü o kendisini tasavvufta yükseltecek bir mânevî
rehber arıyordu. Hacı Emin Şirvânî'ye başvurarak Rufâîlik tarîkatına girdi ve ona talebe oldu.
Arkasından günlük zikir ve nâfile ibâdetlere yöneldi. Fakat bir müddet sonra Hacı Emin
Şirvânî, Şeyh Abdurrahmân Talebânî tarafından reddedilince gidip Şeyh HamzaTelvî'ye
talebe oldu. Bir müddet sonra Kâdiriyye tarîkatı mensûblarından Şeyh Abdülbârî Çarçâhî'ye
talebe oldu. Şeyhi ona, oruç tutmak, az yemek, az uyumak ve sık sık mezarlıkları ziyâret
etmek gibi vazîfeler verdi. Bâzı geceler bir iki saat kabristânda kaldığı zamanlar oldu. Hattâ
Tâhî köyünün mezarlığında açık bir mezâr vardı. Bâzı geceler bu mezara girerek orada
sabahlardı. Bu arada insanlardan, dünyâ zevklerinden uzaklaşıp soğudu. Hocası ona bir gün
ve bir gece boyunca yüz yetmiş bin kere "Lâ ilâhe illallah" demesini emretti ve; "Kalbini
ateşten bir taş ve Lâ ilâhe illallah kelimesini de ateşli bir demir parçası say. Kalbini bu yüce
cümle ile muhabbet ve cezbe (Hakka tutulmaklık) içinde döv. Böylece demir darbeleri altında
kalan taşlarda görüldüğü gibi kalbinden kıvılcımlar çıksın." dedi. Bu tavsiyelere uyan
Abdurrahmân Tâgî mânevî hallere kavuştu.
Bu sırada büyük evliyâ Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri Külat'da oturuyor, insanların
dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için çalışıyordu. Onun talebelerinden Süleymân Erbûsî
arasıra Külat köyüne gidip geliyordu. Bir defâsında Külat köyünden döndüğü bir zamanda
Abdurrahmân Tâgî, alaylı bir şekilde; "Külat'taki sûfîler nasıldırlar? Ne yapıyorlar?" diye
sordu. Süleymân Erbûsî Abdurrahmân Tâgî'ye; "Eğer falan dereyi geçsen öyle demezdin."
diye cevap verdi. Süleymân Erbûsî'nin bu sözü Abdurrahmân Tâgî'ye çok tesir etti. O sırada
şeyhi tarafından halîfe olarak vazîfelendirilen ve birkaç talebesi de olan Abdurrahmân Tâgî
talebelerinden birine; "Vallahi falanca kişinin sözleri beni çok etkiledi.Külat'a gidiyorum."
dedi. Mürîdlerinin bütün ısrarları onu kararından döndürmedi. O gece boyunca içindeki arzu
ve iştiyâkla uyuyamadı. Seher vakti gelir gelmez Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin
talebesi Süleymân Erbûsî'nin evine gitti. Onu uyandırarak; "Benimle birlikte Külat'a gelir
misin?" dedi. Süleymân Erbûsî; "Gelirim." deyince ikisi birlikte seher vakti yola koyuldular.
Süleymân Erbûsî'nin; "Eğer falan dereyi geçsen öyle demezdin." diye bahs ettiği yere geldiler.
Fakat Abdurrahmân Tâgî o dereyi geçerken kalbinde acâib bir hâl hissetti. Nihâyet Külat'a
ulaştılar. Kendisini Cennet bahçelerinden bir bahçede hissediyordu. Seyyid Sıbgatullah
Arvâsî hazretleri onu talebeliğe kabûl ederek himâye ve tasarrufu altına alıp kısa bir müddet
içinde yetiştirdi. Tasavvuf yolunda yükselen Abdurrahmân Tâgî, dillerin ifâde edemeyeceği,
ancak ehlinin anlayacağı hâllere kavuştu. O zaman, önceden elde ettiği ve kavuştuğu hâllerin
gafletten ve boşu boşuna ömür harcamaktan başka bir şey olmadığını anladı.
Kısa bir müddet içinde yüksek evliyâlık derecesine ulaşan Abdurrahmân Tâgî bir gün sabah
vakti hocasının huzûruna giderek; "Efendim! Ben her şeyde Lafza-i Celâl'in (Allahü teâlânın
isminin) zikrini duyuyorum. Hattâ önümde yürüyen köpekten bile o zikri duydum." diyerek
hâlini anlattı. Talebesinin, olgunluğa erdiğini gören Seyyid Sıbgatullah Arvâsî ona Ispahart
nâhiyesinde kâdılık yapmasını emretti.
Hocasının emri üzerine iki yıl müddetle Ispahart kâdılığı vazifesini yürüttü. Bu vazîfesi
esnasında insanlara güzel ahlâkı ve hoş görüsüyle hizmet etti. Zaman zaman hocasının yanına
gidip gelerek sohbetiyle şereflendi ve hasretini gidermeye çalıştı.
İki sene sonra kâdılık vazîfesinden ayrılarak dünyâdan tamamıyla uzaklaşıp, Sıbgatullah
Arvâsî hazretlerinin hizmet ve sohbetlerine döndü. Çoğu geceler uyumaz, hocasının odasının
penceresine bakan bir taşın üzerinde oturur, yaz-kış, kar-yağmur demez sabaha kadar o taşın
üzerinde beklerdi. Dokuz sene müddetle şeyhinin sohbetinde ve hizmetinde bulunduktan
sonra evliyâlıktaki en olgun ve en yüksek dereceye ulaştı. Sıbgatullah Arvâsî hazretleri ona
icâzet vererek irşâdla, yâni İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi.
Tasavvufta insanları yetiştirmeye başlamadan önce bütün arâzisini satarak Allahü teâlânın
rızâsı için harcadı. Bu hususta; "İnsanlardan dünyâyı terk etmelerini isterken nefsimin dünyâ
malı karşısındaki durumunu öğrenmek istedim. Gasv'ın yâni Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin
himmetiyle Allah'a tevekkülümün tamam olduğunu gördüm." dedi.
İrşâd için vazîfelendirildikten sonra talebesi Şeyh Fethullah-ı Verkânîsî'nin dedesi Şeyh
Muhammed'in Verkânîs köyündeki türbesini ziyâret etti. Bu ziyâret esnâsında kendine;
"Seydâ" adıyla anılması işâret edildi. Bundan sonra Seydâ ismiyle meşhûr oldu. Gittiği
yerlerde insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle, onların dünyâ ve
âhiret saâdetine kavuşmaları için çalıştı.
Bir ara hac ibâdetini îfâ etmek için Mekke-i mükerremeye gittti. Bu vazîfesini yaptıktan sonra
sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmekle şereflendi. Medîne-i münevverede
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarından Şeyh Muhammed Mazhar Efendiyle buluşup
sohbette bulundu. Hacdan dönünce, hocasının emriyle, Bitlis vilâyetine bağlı Nurşîn
nâhiyesinde yerleşerek irşâd vazîfesine devâm etti.
Hocasının vefâtından sonra insanlara Allahü teâlânın dîninin emir ve yasaklarını anlatmaya
devâm etti. Gönül alıcı sohbetleriyle insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için
çırpındı.
Zikirle ilgili olarak talebelerinin sorduğu bir suâl üzerine şöyle buyurdu:
"Bu Hâlidiye büyükleri sesli zikir yapmazlar, talebe kıbleye karşı edeple oturmalıdır. Hâzır
bir kalb ile zikirde bulunmalıdır. Çünkü zikir esnâsında kalbin hâzır olması muhakkak
lâzımdır. Zikirden maksad tevhid olup, Allahü teâlânın birliğini hatırlamak, dile getirmektir.
Hattâ tesbih tanelerini bir eksik mi, fazla mı çektim diye takılmamak gerekir. Çünkü
tesbihleri söylemekten maksad hâldir. Bir eksik veya fazla olmuş ne çıkar."
Abdurrahmân Tâgî hazretleri halka açık olan sohbetlerinin birisinde buyurdu ki:
"Bir defâ keşif yoluyla elimde bir böcek gördüm. Baktım ki akreptir. Hemen yere attım. Yere
düştükten sonra baktığımda ayıya benzer bir hayvan onunla oynuyordu. Tekrar dikkatli
baktım o hayvan domuz idi."
Talebelerinden biri ona;
"Efendim bu hayvan neye işârettir?" diye sorunca;
"O domuz kılığına sokulmuş bir insandır. Önceleri hocasına ihlâsla bağlı iken, sonraları onun
büyüklüğünü inkâr eden kişidir. Böyle kişilerin âhirete îmânsız gideceğinde bütün evliyâ
ittifak etmişlerdir. Sıbgatullah-i Arvâsî'nin zamânında zannederim ki münkirlerden yâni onu
inkâr edenlerden îmânsız gidenler oldu. İnkâr edenler ya câhillikten veya ilimden dolayı inkâr
ederler. Câhillikten olan inkâr; zarar bakımından, ilimden dolayı olan inkârdan daha azdır.
İnkârın en zararlısı velî bir zâtı hased etmekten dolayı olanıdır."
Talebelerinden biri o akrebin ne olduğunu sordu.
"Aynı domuz olan kimsedir. Düşmanlığını açıktan yaptığı için o şekilde göründü." buyurdu.
Olgun bir mürşidin, yol gösterici rehberin durumuyla ilgili olarak sorulan bir soruya da şöyle
cevap verdi:
"Mürşid-i kâmil talebesinin her türlü hastalığını tedâvi eder. Yalnız ihlâs ve muhabbet
eksikliği ile bid'atlerin sebeb olduğu hastalıklar hâriç. Çünkü bu hastalıklar talebenin
istikâmetini yolunu değiştirir. Talebe Sırat-ı müstakîmden yâni doğru yoldan ayrılır. Fakat
bunların tedâvîsi mümkündür. Zinâ yapan zinânın büyük günah olduğunu bilir sonra
pişmanlık duyar. İhlâs ve muhabbet eksikliği ve bid'at işleme durumu olursa günah işlediğini
bilmez, pişman olmazlar. Demek ki ilacın aslı, pişman olmak, nefsinin kusûrunu görmek ve
hocasına yalvarıp sığınmaya bağlıdır. İnsan sûretini kaybedip hayvan sûretine girenlerin
alâmeti, vâz ve nasîhatlerden istifâde etmeyip, işlediği günahlara devâm etmesidir. Bu fakir
(yâni Abdurrahmân Tâgî) velîyi inkâr etmenin îmânı tehlikeye soktuğunu bildiğim için, velî
olduğunu söyleyen kişiyi inkâr etmedim. Yalnız hocamı inkâr edenlere karşı cephe alırım.
Münkirlik yapmadım fakat karşı çıkarım.
Kendisine dînini öğreten hocasına "neden" ve "niçin" diyen talebe iflâh olmaz. Hocasına
îtirâz eden talebenin üzerine feyz kapıları kapanır. Talebe hocasını kontrol edip ona îtirâz
edemez.
Sâdık bir talebe hocasının bütün fiillerini teslimiyet ile karşılar. Bâzı kitaplarda şöyle
nakledildi: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri zamânında yağmur yüklü bulutlara hükmeden
bir ebdâl, büyük velî vardı. Bu zât Allahü teâlâya duâ ederek bulutlardan çok ihtiyaç duyulan
beldelere yağmur yağdırmasını diledi. Lâkin yağmur yağmadı. Bulutlar yağmuru sarp bir
beldeye sürükledi ve oraya çok yağmur yağdı. Bu hâdise üzerine Ebdâl olan zât; "Yâ Rabbî!
Neden ihtiyaç duyulan yere yağmur vermedin de, başka yere yağdırdın?" gibi îtiraz yollu
söylendi. Bunun üzerine cenâb-ı Hak tarafından ebdâlliği alındı. Köpek kılığında ve baygın
hâlde yere düştü. Bu hâli fark eden talebelerden birisi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine
gelip duâ istedi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri duâ etti. Duâsı kabûl oldu. Sonra bu zâta
eski makâm ve mevkii Allahü teâlâ tarafından, yeniden verildi."
Abdurrahmân Tâgî hazretleri güzel amelleri teşvik etmek için bir sohbetinde şöyle buyurdu:
"Farz namazlarınızı vaktinde ve cemâatle kılınız. Sünnetleri terk etmeyiniz. Akşam
namazından sonra kalbinizi hocanıza bağlayınız. Bu esnâda gaflette olursanız, bağı
kuramazsınız. Bilhassa sabah namazlarından sonraki güzel amellerinizi terk etmeyin.
Bu Sıddîkiyye yâni Hâlidiyye yolunda halvete girmek yoktur. Halvette şöhret vardır. Şöhret
ise âfettir. Bu yolun gâye ve maksadı tâlebeye nefsi terk ettirmektir. Halvette yapılan zikirde,
kişide benlik duygusu galebe çalabilir. Yatsıdan sonra lambaları söndürün ve konuşmayın
veya amellerinizle meşgul olun. Sıddîkiye yolundaki kişiler dünyâ zengini olanlara karşı
muhtâc olmadıklarını göstermek için, vakarlı davranarak, muhtâc olmadıklarını
göstermelidirler. Buna karşılık, kendilerine muhtâc olan ihtiyaç sâhiplerine karşı mütevâzî
davranıp kendisini onlardan aşağı göstermelidir."
Abdurrahmân Tâgî, birçok talebe yetiştirdi. Halîfelerinin en meşhûrları şunlardır: Fethullah
Verkânîsî, Abdurrahmân Nurşînî, Molla Reşid Nurşînî, Allâme Molla Halil Siirdî'nin torunu
Abdülkahhâr, Abdülkâdir Hizânî, Seyyid İbrâhim Es'irdî, Abdülhakîm Fersâfî, İbrâhim Ninkî,
Tâhir Âbirî, Abdülhâdî, Abdullah Hurûsî, İbrâhim Çuhrûşî (Çukrûşî), Halil Çuhrûşî, Ahmed
Taşkesânî, Muhammed Sâmî Erzincânî, Abdullah Subaşı, Halife Mustafa Bitlisî, Hacı
Süleymân Bitlisî, Hacı Yûsuf Bitlisî, Hacı Yûsuf Köşkî'dir.
Bunlardan Fethullah Verkânîsî'nin halîfesi Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî, Abdurrahmân
Tâgî'nin oğludur. Abdurrahmân Tâgî'nin sözlerini halîfelerinden İbrâhim Çukrûşî toplayarak
İşârât ismini vermiştir. Bu kitap çok kıymetlidir. Abdurrahmân Tâgî'nin oğlu Muhammed
Ziyâüddîn Nurşînî Adıyamanlı Abdülhakîm Hüseynî Efendinin hocasıdır.
Yüksek hâl ve kerâmetler sâhibi olan Abdurrahmân Tâgî vefâtına yakın buyurdu ki:
"Bana Hac mevsiminde Mina'da olduğum gösterildi. Hacca gelenler bütün velîlerin
rûhlarıymış. Bu rûhlar benim için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dilediler. Allahü teâlânın
beni affettiğini ümid ediyorum.
Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden olan Abdurrahmân Tâgî hazretleri bir gün
talebelerinden birine bir hizmeti yapmasını emretti. Fakat talebesinde bu işe karşı bir
isteksizlik meydana geldi. "Bu hizmeti başka bir sûfî yapsa onun için daha iyi olur. Bu iş bana
ağır geliyor." diye kendi kendine söylendi. Bu durumun farkına varan Abdurrahmân Tâgî
talebesine şöyle buyurdu:
"İnsanoğlu daraldığı zaman bir işi yapması, yapmamasından daha zor olur. Ama kendisine
zor gelen bir işi başkasına teklif etmesi kolay gelir. Halbuki insan, o işten gelen hayrın
başkası için değil kendisi için olduğunu bilmez. Buna karşılık zevkli bir iş olunca insan o işi
yapmayı, yapmamaya göre daha kolay bulur. Fakat bu defâ kendine değil de arkadaşına o işi
yapmamayı tavsiye etmek kolayına gelir. Oysa o işi yapmamanın zararı arkadaşının değil
kendisinindir, bunu bilmez."
İnsanlara Allah rızâsı için iyiliği emr ederek ve kötülüklerden sakındırarak tasavvuf yolunda
ilerlemelerine çalışan Abdurrahmân Tâgî, on sekiz yıl kaldığı ve irşâd vazîfesinde bulunduğu
Nurşîn beldesinin insanlarını dâvet etmekten bir an geri kalmadı. Vefât etmeden önce ağır bir
hastalığa yakalandı. Buna rağmen hiç bir sünnet namazını dahi ihmâl etmeyip, hepsini ayakta
kıldı. Gece ibâdetini aslâ bırakmadı. Halbuki bu sırada ancak dört yanına yastık dayayarak
oturabiliyor, oturamayınca sırtını duvara dayıyordu. Bu durumu kendisine hatırlatılarak; "Siz
hastasınız bu şekilde ibâdet yapamazsınız." diyenlere aldırış etmiyor, hattâ bu şekilde
konuşmalarını istemiyordu.
Hastalığı sırasında kendisini ziyâret için gelen talebelerine şu edeplere uymalarını tavsiye etti:
"Ziyâretime gelenler, tam bir edep ve huzûr içinde yanıma girsinler. Çünkü evliyânın rûhları
devamlı olarak odamda bulunuyor. Edebe aykırı yapılan bir davranış, yapan kimseyi zarara
uğratacağı gibi, kendimin de o davranıştan zarar göreceğinden çekiniyorum. Yanıma
girdiğinizde kalbleriniz bir, niyetleriniz aynı olsun. Çünkü hastalığım sırasında değişik
arzularınızın bana yansımasından rahatsız oluyorum."
Abdurrahmân Tâgî hazretleri vefât etmeden önceki son gecenin seher vaktinde Peygamber
efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) açıkça kendisine görünerek bal yemeyi ve şerbet
içmeyi emrettiğini söyledi.
Bu sözlerinden sonra kendisine; "Aklınızdan yolculuk geçiyor mu?" diye sorulunca; "Evet
geçiyor. Eğer aklımdan yolculuk geçmeseydi, Peygamber efendimiz açık bir şekilde bana
görünmezdi." buyurdu.
O günün ikindi vakti sıralarında yanına gelen zevcesi Seyyide Kadriye Hanımın eteğinden
tutarak şu beyti okudu:
Kâbe hareminin harîmine vâsıl olamazsın
Eğer evlâd-ı Alî'nin eteğine yapışmazsan.
Bu beyti şefâat dilemesi gâyesiyle okuduğu mübârek yüzündeki ifâdeden açıkça anlaşılıyordu.
Abdurrahmân Tâgî hazretleri son hastalığı sırasında, ağır hastalığına rağmen âilesine ve
yakınlarına:
"Allahü teâlâyı ve O'nun Resûlünü sevmeyi, İslâmiyetin emirlerine sıkıca bağlanmayı,
yasaklarından şiddetle kaçınmayı ve şeyh Fethullah Verkânîsî'ye itâat etmeyi ve ona tâbi
olmayı ihmâl etmeyin." buyurarak, yerine Şeyh Fethullah Verkânîsî'yi halîfe bıraktığını
bildirdi.
Son zamanlarında çevresindekilere ve bağlılarına şefkatle muâmele etti. Onlara rahmet
nazarıyla baktı. Evlatlarına ise fazla iltifât göstermedi. Oğlu Molla Muhammed Ziyâüddîn'e
şöyle buyurdu: "Oğlum, Şeyh Fethullah senin hakkında benden daha hayırlıdır. Çünkü ben
seni başkalarından ayırmam, ama o seni diğerlerinden üstün tutar."
Bir ara kendisinden geçti. Kendine geldikten sonra; "İki meleğin rûhumu almaya geldiklerini
gördüm. Onlara;"Sizin rûhumu almanıza râzı değilim. Ben çok sayıda âlime hizmet ettiğim
için rûhumu âlimlere mahsûs meleklerin almasını istiyorum." dedim. Bir müddet sonra benim
rûhumu almaya gelen meleklere Allahü teâlânın; "Onun rûhunu benim dostlarımın rûhunu
alan alsın." buyurduğunu duydum. Bu emri duyunca; "O çabuk gelsin." dedim." buyurdu.
Daha sonra talebelerinden Molla Abdülkahhâr'a dönerek; "Güzel sesinle üzerime Kur'ân-ı
kerîm oku." buyurdu. Talebeleri başından ayrılmayıp Kur'ân-ı kerîm okudular.
Gece yarısına doğru çok sevdiği bir âile ferdini çağırdı. Peygamber efendimizin sallallahü
aleyhi ve sellem vefât etmek üzere iken hazret-i Âişe'ye çok yakınlık gösterdiğini, hattâ başını
onun göğsü ve çenesi arasına dayanarak öyle vefât ettiğini bildiği için son anlarını aynı
şekilde geçirmek istedi. Vücûdunu âilesinin koluna dayadı, elini eline koydu. Bir süre sonra
elini çekerek sağ göğsünün altına gelecek şekilde tuttu. 1886 (H.1304) senesi Aralık ayının
yirmisine rastlayan Perşembe günü kuşluk vaktine doğru saat dokuz civârında vefât etti.
Talebeleri ve sevenlerinden meydana gelen kalabalık bir cemâat tarafından cenâze namazı
kılındıktan sonra Nurşîn'de defnedildi. Kabri Bitlis vilâyetine bağlı Nurşîn nâhiyesinde olup
ziyâret edilmektedir.
*"-"++"!$&;$#$788
Abdurrahmân bin Yûsuf Rûmî'nin vefâtından sonra, sevdiklerinden birisi şöyle anlatmıştır:
Bir gece, rüyâmda Abdurrahmân Rûmî'yi gördüm. Bana; "Bursa'da Seyyid Neccârî'nin evinde
misâfir var. Beni ziyâret etmek istiyor. Gidip onu al ve kabrime getir." dedi. Sabah olunca derhâl
oraya gidip misâfiri buldum. Bir arzusunun olup olmadığını sordum. "Abdurrahmân Rûmî'nin
kabrini ziyâret etmek istiyorum." dedi. Onu alıp Abdurrahmân Rûmî'nin kabrine götürdüm. Biraz
sonra onun yalnız kalmak istediğini sezip, oradaki bir mescide girdim ve bekledim. Çok geçmeden,
o ziyâretçi ile Abdurrahmân Rûmî'nin konuşmaları kulağıma geldi. Aynen hayattaki gibi
konuşuyordu. Konuşması bitince mescidden çıktım. Kabrin yanına geldiğimde kimseyi bulamadım.
-5,.3.'&<5*#1+&-5,.:.%
Abdurrahmân Tâgî hazretleri bir sohbetinde, sohbetin fazîleti ile ilgili olarak, buyurdu ki:
Yolumuz sohbet yoludur. İnsanlara hayret ediyorum niçin sohbeti istemezler, niçin sohbet
meclisine katılmazlar, niçin Allah adamlarının yanında bulunmazlar? Halbuki sohbet ehlinin ev
sâhibi Allahü teâlâ, teşrîfâtçısı hazret-i Ali, sâkîsi yâni su dağıtanı Hızır aleyhisselâmdır. Şâyet
sohbet etmek için yedi kişi bir araya gelse, yüksek makamlara erişirler ki, Aralarında bir Allah
dostunun varlığı umulur.
Cehrî, açıktan Kur'ân-ı kerîm okumak ve sohbet evlerden zulmeti giderir. Onun için sohbet olunan
evin sâhibi bildiği sûreleri açık olarak okusun.
Sohbet peşinde koşmayı severim. Nerede sohbet ehli varsa oraya gitmek isterim. Mümkün
mertebe hiç bir dervişin sohbetini kaçırmak istemem."
1) İşâretler (İbrâhim Çukruşî)
2) El-Minah (Halid Ölehî)
3) Eshâb-ı Kirâm

19 Nisan 2013 Cuma

ABDURRAHMÂN TAFSÛNCÎ


ABDURRAHMÂN TAFSÛNCÎ;
Meşhûr velîlerden. Künyesi Ebû Muhammed'dir. Tafsûnc veya Tagsûnc denilen yerde
yerleştiği için Tafsuncî nisbesi ile meşhur oldu. Tafsûnc Bağdâd'a bağlı ve Dicle kıyısında bir
beldenin adıdır. Doğumu ve nesebi hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Abdülkâdir Geylânî
hazretlerinin talebesidir. 1115 (H.550) senesinden önce hocası Abdülkâdir Geylânî'nin
sağlığında vefât etti. KabriTafsûnc'da olup ziyâret yeridir.
Abdurrahmân Tafsûncî, evliyânın büyüklerinden olup, âriflerin gözbebeği, evliyânın baştâcı,
yüksek ve kıymetli hâllerin sâhibi, kerâmetleri açık ve tasarrufu kuvvetli bir zâttı. Yüksekçe
bir kürsînin üzerine çıkıp, din ve hakîkat ilimlerini anlatırdı. İslâmiyetin emir ve yasaklarını
bildirir, evliyâlığın yüksek hâllerini haber verirdi. Onun meclisi, âlim ve velîler ile dolup
taşardı. Kendisi, âlimlere hâs bir elbise giyerdi. Katıra binip belde, belde dolaşırdı. Tafsûnc'da
bâzı sâlih kimseler, Resûlullah efendimizi rüyâlarında görüp, onun hâlinden suâl ettiklerinde;
"O, mukaddes âlem hakkında haber verenlerdendir." buyurdu. Allahü teâlânın katındaki
derecesi çok yüksek olan Abdurrahmân Tafsûncî, himmet ve yardımı ile tasarrufu kuvvetli
olup, duâ ve murâdı çabuk hâsıl olanlardandı. Gâipten haber verdikleri mutlaka ortaya
çıkardı. Gâibi, ileride olacakları ancak Allahü teâlâ bilir. Fakat Allahü teâlânın
Peygamberlere mûcize, evliyâya da kerâmet olarak gâipten bildirdikleri aynen zuhûr etmiştir.
Abdurrahmân Tafsûncî, böyle kerâmet sâhibi bir velîydi.
Bir gün bir adam ona gelip; "Ey efendi! Benim, on bir seneden beri meyve vermeyen
hurmalarım ve üç seneden beri yavrulamayan ineklerim var. Bana duâ edin. Bunlardan başka
hiç malım yok." dedi.
Ona duâ etti. O seneden sonra hurmalar meyve verdi. İnekler yavruladı. Hattâ o şahıs,
insanlar içinde, hayvan sürüsü ve parası, incisi çok biri olarak tanındı. Hayvanları, dillere
destân olacak şekilde çoğaldı.
Abdurrahmân Tafsûncî'nin talebelerinden biri anlatır:
Hocam Irak sahralarının birinde bulunuyordu. O esnâda; "Ey çöldeki vahşî hayvanların,
inlerinde tesbîh ettiği Allah'ım! Seni, bütün noksan sıfatlardan tenzîh edip, uzak tutar, kemâl
sıfatlarla tesbîh ederim!" buyurdu ve hemen ne kadar vahşî hayvan varsa, yanına geldi,
birlikte kendi dilleriyle tesbîh etmeye başladılar. Hattâ öyle oldu ki, aslanlar, tavşanlarla ve
ceylanlarla bir araya gelip karıştı. İçlerinden bâzısı, sürünerek onun ayaklarının dibine kadar
geldi.
Sonra; "Ey yüce Allahım! Kuşların yuvalarında, seni tesbîh ettiği gibi, ben de seni tesbîh
ediyor, bütün noksanlıklardan tenzîh ediyorum!" dedi. Başını yukarıya kaldırınca, her cinsten
binlerce kuşun gelip başının üstünde gökyüzünü doldurduğunu gördüm. Her biri, kendince
ötüşüyor, seslerini alçaltıp yükseltiyorlardı. Ona yaklaştılar ve sonunda başı üzerinde
toplandılar.
Sonra; "Ey fırtınaların kendisini tesbîh ettiği Allahım! Ben de seni tesbîh ediyorum!" der
demez, hemen dört bir taraftan, rüzgârlar esmeğe başladı. Ondan daha latîf esen bir rüzgâr
görülmedi.
Sonra yine; "Ey Allahım! Şu kocaman ve yüksek dağların, seni tesbîh ettiği gibi, ben de seni
tesbîh ediyorum!" dediğinde, o anda, üzerinde bulunduğu dağ sallandı ve ondan büyük
kayalar, Allah'ı zikrederek düşmeye başladılar.
Oğlu, Şeyh Ebû Hafs Ömer anlatıyor:
Bir defasında, babam sefer niyeti ile evden dışarı çıktı. Ayağını bineğine koyduğunda bu
isteğinden vazgeçip, eve girdi. Kendisine vazgeçmesinin sebebi sorulunca, buyurdu ki: "Ey
oğlum! Yeryüzünde ayağımın sığacağı, yâni kalabileceğim daha hayırlı bir yer göremedim.
Onun için böyle yapmaya mecbur kaldım." diye cevap verdi. Sonra, ölünceye kadar bir daha
Tafsûnc'dan dışarı çıkmadı.
Bir gün adamın birisinin, ezân okunurken şiir söylediğini işitti. Hemen ona, bundan
vazgeçmesini bildirdi. Fakat o kişi, söz tutmadı. Ona; "Sus, ancak benim emrimle
konuşacaksın. Üç gün hiç konuşma! Sonra, bu yaptığına tövbe edip istigfâr et, yâni bunun
günâhından bağışlanmanı Rabbinden iste!" dedi. O da hiç konuşamaz oldu. Üç gün sonra ona;
"Abdest al!" deyince, o da abdest aldı, tövbe etti ve konuşmaya başladı.
Evliyânın büyüklerinden olan Abdurrahmân Tafsûncî; "Ben, evliyânın arasında turna kuşu
gibiyim. O, kuşlar arasında boynu en uzun olanıdır. Hangi talebemin bir sıkıntısı olursa,
yardımına uzanırım." buyururdu. Yüksek hâl sâhibi Şeyh Ebü'l-Hasan Ali el-Hînî, onun böyle
söylediğini işittiğinde, bu sözünden pek hoşlanmadı. Elbisesini çıkarıp bâzı şeyler söyledi.
Şeyh Abdurrahmân bir müddet sustu. Sonra talebelerine dönüp; "Bu kimse, Allahü teâlânın
inâyetine kavuşmuştur. Bedenindeki kılları gibi, vücûdunun her zerresi, inâyet-i Rabbaniyeye
erişmiş bir kuldur." dedi ve ona elbisesini giymesini söyledi. O da; "Ben, üzerimden
çıkardığım şeyi bir daha giymem." dedi. Şeyh Abdurrahmân da bahçeye döndü ve hanımına
hitâb ederek; "Ey Fâtıma! Bana giydiğim elbiseyi getir." diye seslendi. Hanımı, bu sesi işitti
ve elbise getirirken yolda karşılaştılar. Hanımının getirdiği elbiseyi alıp ona verdi ve; "Senin
şeyhin kimdir?" diye sordu. O da; "Benim şeyhim Abdülkâdir-i Geylânî'dir." diye cevap
verdi. O ise; "Ben, onun ismini, ancak bu yerde işitiyorum. Halbuki ben, kırk seneden beri
Hak kapısının eşiğini aşındırıyorum. Onu ne girerken, ne de çıkarken aslâ görmedim." dedi ve
yanındaki talebelerinden bir grubuna dönüp buyurdu ki:
Bağdâd'a gidip, Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî'ye varınız ve kendisine selâmımı söyleyiniz!
Ayrıca ona; "Şeyh Abdurrahmân, kırk senedir Hak kapısında imiş. Sizi girerken ve çıkarken
orada görmemiş!" deyiniz.
Şeyh Abdurrahmân, bu sözleri söyleyip talebesini yola çıkarırken, Bağdâd'da Abdülkâdir-i
Geylânî de, yanında bulunan Muzaffer-ül-Cemâl, Abdülhak el-Harîmî ve Osman
es-Sarifînî'ye buyurdu ki:
Sizler, hemen yola çıkınız! Yolda Şeyh Abdurrahmân-ı Tafsûncî'nin talebelerine
rastlayacaksınız. Karşılaştığınızda, onları geri çevirin ve berâberce, doğru Şeyh
Abdurrahmân-ı Tafsûncî'ye varıp, ona şöyle deyiniz: "Şeyh Abdülkâdir'in size selâmı var.
Hak kapısının derekelerinde, eşiklerinde olan kişi, Abdülkâdir'de olanı göremez deyin. Ben
oraya sır kapısından girip çıktığım için, beni kimse görememektedir. Ben oraya, bâzı
işâretlerle girip çıkarım. Filanca zamanda, filan elbiseyi giymiştin. Sana onu giydiren bendim.
O elbise, Rızâ elbisesidir. Filanca gece de, bir işâretle teşrif çıkışı yapmıştın. İşte, fetih teşrifi
olan o da benim elimden geçmiştir. Hak kapısının derekelerinde, on ikibin velînin huzûrunda
İhlâs sûresi tarzında olan yeşil velâyet elbisesini sana giydirirlerken, söyle bakalım bu da
benim elimden geçmemiş miydi?"
Onlar, bu emri alıp, yarı yolda karşılaştıkları talebeleri ile Şeyh Abdurrahmân'ın huzûruna
gelerek, Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin sözlerini tam tamına anlattılar. O da;
Şeyh Abdülkâdir, doğru söylemiştir. Evliyâlıkta vaktin sultânı ve tasarruf sâhibi, şüphesiz
odur! demek sûretiyle onun büyüklüğünü tasdîk etti ve ona bağlandı.
Bir gün Cumâ namazını kılmak için evinden çıkmıştı. Katırına binmek için ayağını üzengiye
koydu. Sonra tekrar vazgeçti. Bir müddet bekleyip, bindi. Niçin böyle yaptığı kendisine
sorulduğunda; "O anda, Bağdâd'da, Şeyh Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî de katırına binmek
istiyordu. Ben, önce binerek onun önüne geçmek istemedim." cevâbını verdi.
Abdurrahmân Tafsûncî'nin vefâtı yaklaştığı zaman, oğlu, kendisine vasiyette bulunmasını
istedi. O da; "Ey oğlum! Sana şöyle vasiyet ederim ki, Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî'ye her
zaman saygı ve hürmetini muhafaza edip, emirleri üzere hareket et. Hizmetinden ayrılma!"
Babası vefât edince, oğlu, Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yanına geldi. Şeyh
hazretleri, ona ikrâmda bulunarak hırkasını giydirdi. Sonra da öz kızı ile onu evlendirdi. Artık
o, hep âlimlere mahsus bu elbiseyi giyerdi.
Abdurrahmân Tafsûncî'nin (r.aleyh) her sözü hikmetlerle doludur. Okuyup dinleyene feyz ve
ilâhî bolluk verir. Buyurdu ki:
"Nefsinin ayıplarını, kusurlarını görmeyen kimse, azıp doğru yoldan ayrılır."
"Dünyâda haram, günah olan işlerle meşgûl olan kimseler, herkesin yanında zelîl olur,
aşağılanır."
"İlimlerin en faydalısı, kulluk vazîfesi ile ilgili hükümleri öğrenmektir. Ve yine ilimlerin en
yükseği tevhîd ilmi olup, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgileri öğrenmektir."
"Dinde farz ve vâcib olan emirler yerine getirilince, tevâzu sâhibi olmakla berâber,
kahramanlık göstermenin bir zararı olmaz. Sünnet, nâfile olan bir amel ve taleb edilen bir
ilim, kibir ile berâber hiçbir fayda vermez."
:"?,"%()&&+1<#$*$
Abdurrahmân Tafsuncî, evliyâdan, büyük zât,
Hazret-i Abdülkâdir Geylânî ders verdi ona bizzat.
Bir gün o havâlîde, bir sahrâya gitmişti,
Allahü teâlâyı, şöyle tesbîh etmişti:
"Ey vahşîlerin bile, tesbih ettiği Rabbim,
Bütün noksanlıklardan, seni tenzîh ederim."
O anda, her taraftan, cümle vahşî hayvanlar,
Grup grup gelerek, yanında toplandılar.
Arslan ile ceylânlar, geliyordu, yan yana
Hiç zarar vermiyordu, bir arslan, bir ceylâna,
Hepsi kendi diliyle, Hakk'ı zikrediyordu,
Öyle ki, âvâzları, göğe yükseliyordu.
Daha sonra dedi ki: "Yâ İlâhî, yâ Rabbî,
Seni, bütün kuşların, tesbîh ettiği gibi,
Ben dahi tesbîh eder ve seni zikrederim,
Bütün noksanlıklardan, seni tenzîh ederim."
Ve mübârek başını, kaldırınca yukarı,
Gördü kendine doğru, akın eden kuşları.
O civarda ne kadar kuş cinsi varsa eğer,
Gelip, başı üstünde, toplandı birer birer.
Hem de kısa zamanda, öyle çok toplandı ki,
Gökyüzünü tamâmen, örttüler bulut gibi.
Allah Alah dediler, hepsi kendi diliyle,
Öyle ki, o gün yer gök, inledi kuş sesiyle.
Sonra dedi:"Yâ Rabbî, rüzgârların tesbîhi,
Nasılsa, onlar gibi, zikrederim ben dahi."
O anda, dört bir yandan, serin, latîf rüzgârlar,
Tatlı nağmeler ile, esmeğe başladılar.
Önceden o beldede, rastlanmazken rüzgâra,
O gün esti ve sonra, esmez oldu bir daha
Sonra dedi:"Yâ Rabbî, şu dağlar, şu tepeler,
Muhakkak ki onlar da, seni tesbîh ederler,
Nasıl zikrede ise, onlar senin ismini,
Öyle tesbîh ederim, ben dahi şimdi seni."
O böyle söyleyince, etrafta olan dağlar,
Sallanıp, yüksek sesle, tesbîhe başladılar.
Bu zâtın hürmetine, affeyle yâ Rab bizi,
Onun sevgisi ile, tenvîr et kalbimizi.
1) Kalâid-ül-Cevâhir; s.104
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.146
3) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.56
4) Nefehât-ül-Üns; s.460
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.375
6) Nesâim-ül-Mehabbe; s.347.

ABDURRAHMÂN SULTAN


ABDURRAHMÂN SULTAN
Horasan'da yetişip Anadolu'da yaşayan velîlerden. Doğum yeri ve târihi bilinmiyor.
Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin sohbetleriyle kemâle geldi. Anadolu'nun fethinden sonra
hicret ederek Afyon'un Başmakçı kazâsına yerleşti. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını bildirdi, onların dünyâ ve ahiret seâdetine kavuşmaları için çalıştı. Kabri
Başmakçı'da olup ziyâret mahallidir. Hanımı Sultan Hâtun da aynı türbededir. Türbenin
kenarından bağ ve bahçelere giden yol geçmektedir. Abdurrahmân Sultan vefât ettikten sonra
bu yoldan geçen bir çok kimse, onu abdest alırken ve namaz kılarken görmüşlerdir.

ABDURRAHMÂN SÂMİ NİYÂZİ


ABDURRAHMÂN SÂMİ NİYÂZİ;
Anadolu'da yetişen mutasavvıflardan. Manisa'nın Saruhanlı kazâsında 5 Mart 1878
(H.1296)'de doğdu. Babası Haremeyn vâlilerinden Âsım Efendidir. İlk tahsîline doğduğu yer
olan Saruhan'da başladı. Sonra İstanbul'a giderek, tahsîline devâm etti. Bu arada bâzı velîlerin
yanına gidip onların sohbetlerinde bulundu ve tasavvuf yolunda insanlara doğru yolu
göstermek için icâzet, izin aldı.
Bir Ramazân gecesi rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz yanında
bulunan zâtı göstererek; "Yâ Sâmi! Bu senin mürşidin, hocandır. Sen vapura bin ve denize
açıl. Vapur hangi iskelede durursa orada in. Hocanı orada bulacaksın." buyurdu. Uykusundan
uyandıktan sonra sabah namazını edâ etti. Bulunduğu yerden iskeleye gidip bir bilet aldı.
Gemi hareket edip, Çanakkale'ye yaklaştığı sırada kaptan; "Gemide bir ârıza var, tâmiri
birkaç gün sürer, arzu eden inebilir." deyince, Sâmi Efendi gemiden indi. İskelede nûr yüzlü
bir zât; "Sâmi Efendi, hoş geldin." diyerek onu karşıladı. Sâmi Efendi şaşırarak; "Bu zât
benim ismimi nereden biliyor?" diye aklından geçirdi. O zat; "Geçen gece rüyânda
Peygamber efendimiz sana ne emir buyurdular?" dedi. SâmiEfendi hemen o zâtın elini
öperek, ona bağlandı. Bu zât Ahmed Şücâ'eddîn Uşşâkî idi. Aynı zamanda Câmilerde vâz
veren Sâmi Efendi, kısa zamanda yetişerek, hocasından Uşşâkî tarîkatında icâzetnâme,
diploma aldı ve hocası tarafından insanları yetiştirmek üzere İstanbul'a gönderildi.
Sâmi Efendi, İstanbul'a geldikten sonra Kasımpaşa'daki Yahyâ Efendi dergâhına şeyh tâyin
edildi. Bir gün bir talebesiyle vâz vermek için Fâtih Câmiine gitti. Namazdan sonra vâz
vermeye başladı. Bu sırada küçük bir çocuk gelerek; "Sâmi Efendi, biraz gelir misin, seninle
görüşelim." dedi. Sâmi Efendi de kalkıp, o çocuk ile câminin bir kenarında bir müddet
konuştuktan sonra tekrar kürsüde vâzına devâm etti. O sırada talebesi; "Hocam âlim bir zât
olmasına rağmen, ufacık bir çocuğa tâbi oldu." diye düşündü. Sâmi Efendi, ona dönerek;
"Oğlum, o görüp de çocuk zannettiğin Hızır aleyhisselâm idi. Aramızda bâzı özel konuşmalar
oldu." buyurdu.
Abdurrahmân SâmiEfendi, bir gün evinde yumurta gibi bâzı şeyleri önüne almış, onlarla
meşgûl idi. Hanımı kendi kendine; "Efendi vaktini bu gibi şeylerle meşgûl ediyor!" diye
düşündü. Ertesi gün bir grup talebe ziyâret için geldiler. Hanımı onlara çay demliyordu. Bir
ara ayağı takılınca, kaynar su ayağına döküldü. Hanımı can acısı ile "Allah" diye bağırdı. Sesi
duyan Abdurrahmân Efendi, hemen hanımının yanına giderek, bir gün önce hazırladığı
merhemi hanımının ayağının yanan yerine sürdü ve; "Hanım, dün benim bu merhem ile
meşgûl olduğumu görünce; "Efendi vaktini bu gibi lüzumsuz şeylerle geçiriyor!" diye
düşünmüştün. Gördün ya bu merhemi biz ne için hazırlamışız." dedi.
Abdurrahmân Sâmi Efendi 1935 (H. 1354) senesinde 57 yaşında iken İstanbul'da vefât etti.
Sâmi Efendi tasavvuf yoluna dâir çeşitli eserler yazmıştır. Bâzıları şunlardır: 1) Mi'yâr-ı
Evliyâ, 2) Binâ-yı İslâm, 3) Esrâr-ı Esmâ-ül-hüsnâ, 4) Mir'ât-ı Eyyâm, 5)
Tuhfet-ül-Uşşâkiye, 6) Mevlîd-i Şerîf, 7) Hediyet-ül-Âşikîn.
1) En Yakın Yol (Sıddık Nâci Eren); s.142

ABDURRAHMÂN NESÎB EFENDİ


ABDURRAHMÂN NESÎB EFENDİ;
Rufâî tarîkatinin Gülşenî koluna mensup evliyâ. Son devir Osmanlı şeyhülislâmlarından.
1842 (H.1258) senesinde Üsküp'te doğdu. 1914 (H.1332) senesinde istanbul'da vefât etti.
Üsküp Nâibi Halil Fevzi Efendinin oğlu, Tırhala kâdısı Ahmed Sâdık Efendinin torunudur.
Babası, oğlunun doğumundan birkaç ay önce vefât etti. Vasiyetinde eğer çocuğu erkek olursa,
Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi Dergâhı postnişîni ve kendisinin de şeyhi olan Abdurrahmân
Nesîb Dede'nin adının verilmesini istedi. Nitekim doğan çocuğa Abdurrahmân Nesîb ismi
verildi.
Âilenin Liphova'ya taşınması üzerine ilk tahsîlini orada yaptı. Yanyalı Şeyh Ömer ve
Abdüllatif efendilerden ders aldı. Ergiri'de medreseye devâm etti. Liphovalı Süleymân
Efendiden hat dersleri aldı. Dînî ilimlerde ilerledi. Bu arada Rufâî tarîkati şeyhlerinden
Liphovalı Şeyh Mehmed Resmî hazretlerinin derslerine devâm etti. Yine aynı tarîkatin
Gülşeniye koluna mensup meşhur velîlerden Edirneli Şerefüddîn Şuayb Efendiye
diye bağlanarak sohbetlerine devâm etti. Tasavvuf makamlarında ilerledi ve icâzet, diploma
aldı.
1863'te İstanbul'a giderek Fâtih dersiâmlarından Mustafa Şevket Efendinin derslerini tâkib
eden Abdurrahmân Nesîb Efendi, daha sonraRumeli sadâreti Dâiresinde zabıt kâtipliğinde
bulundu. 1868'deNevrokop nâibliğine, 1871'de Bosna vilâyeti merkez nâibliğine tâyin edildi.
1876-1909 yılları arasında Rodos, Diyarbakır, Erzurum, Yanya, Selânik, Şam ve Haleb
nâiblikleriyle Rodos, Yanya, Edirne veİstanbul vilâyetleri mahkeme reisliği, temyiz âzâlığı ve
Mısır kâdılığı görevlerinde bulundu. Bu vazîfeleri sırasında hareket-i altmışlı (Süleymâniye
Medresesinde 12 olan okutma yolu silsilesinin sekizinci mertebedeki müderrislerine verilen
ünvan), mûsile-i Süleymâniye, İzmir, Bursa, Haremeyn ve İstanbul pâyelerini elde etti. 31
Aralık 1911'de şeyhülislâmlığa getirildi. Bu görevde yedi ay kadar kaldıktan sonra 20
Temmuz 1912'de İttihât ve Terakkî Partisinin baskısı sonucu Saîd Paşa kabînesinin istifâsı ile
o da görevinden ayrıldı. 11 Mart 1914'te 72 yaşında vefât eden Abdurrahmân Nesîb Efendinin
kabri Bakırköy mezarlığındadır.
Abdurrahmân Nesîb Efendi, altmış seneye yaklaşan memuriyet hayâtında bulunduğu yerlerde
dürüstlüğü ve çalışkanlığı ile iyi bir intibâ bıraktı. Her hareketi İslâmiyet'e, Resûlullah
efendimizin yaşayış ve sözlerine uygundu. Kendisini görenler ve hâline vâkıf olanlar; "İşte
Müslüman böyle olur." derlerdi. O yaşayışı ile İslâmiyeti yayan, insanlara doğru yolu gösteren
bir zâttı. Şam, Haleb, Mısır âlim ve şâirleri tarafından hakkında yazılan pekçok kasîde ve
makâlelerle övülmüştür. Muhyiddîn-i Arabî'yi çok seven Abdurrahmân Nesîb Efendi onun
eserlerinden yaptığı bâzı tercümeleri Müntehebât adıyla Tercümân-ı Hakîkat'ta
yayımlamıştır.
1) İlmiye Sâlnâmesi; s.628
2) Son Devir Osmanlı Ulemâsı; c.1, s.46

18 Nisan 2013 Perşembe

ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED ES-SEKKÂF


ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED ES-SEKKÂF;
On dördüncü yüzyılda Suriye'de yetişen velîlerden. İsmi, Abdurrahmân bin Muhammed'dir.
Hâllerini gizlediği için Sekkâf lakabıyla anılmıştır. 1338 (H.739) senesinde Hadramût
bölgesindeki Terîm şehrinde doğdu. Mısır'ın Izz beldesinde doğduğu da bildirildi. 1416
(H.819) senesinde Terîm'de vefât etti. Kabri, Zenbil Kabristanında olup, ziyâret edilmektedir.
Küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf
zamânının âlimlerinden Ahmed bin Muhammed el-Hatîb'den tecvîd ilmini öğrendi ve
Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Zamânının diğer âlimlerinden çeşitli ilimleri tahsîl etti. Bilhassa
fıkıh ilminde yüksek derece sâhibi oldu. Terîm'de Allâme Muhammed bin Alevî bin Ahmed
ibni Üstadi'l-azâm'ın huzûrunda İmâm-ı Gazâlî ve Şeyh Ebû İshak'ın kitaplarını mütâlaa etti.
Daha sonra Fakih Muhammed bin Sa'd'den İhyâ-ı Ulûm, Risâle-i Kuşeyrî ve
Avârifü'l-Meârif adlı eserleri ve başka tasavvufî eserleri okudu. Şeyhulislâm Muhammed
bin Ebî Bekr'in hizmetinde ve ilim meclisinde bulundu. Ondan çok istifâde etti. Daha sonra
Aden'e gitti. Kâdı Muhammed bin Sa'îd'den sarf, nahiv ve diğer Arabî ilimleri tahsîl etti.
Tefsîr, hadîs, meânî, beyân ilimlerinde yüksek derece sâhibi oldu. Şeyh Ali bin Sâlim, Ali bin
Sa'd, Ebû Bekr bin Îsâ, İmâm Ömer binSaîd gibi tasavvuf ehli zâtlarla görüşüp onların
sohbetlerinde bulundu. Ârif-i billah Müzâhim Ahmed, büyük velî Abdullah bin Tâhir
ed-Devânî gibi zâtlardan tasavvuf ilmini öğrendi.
Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yükseldikten sonra zamânının büyük âlim ve evliyâları arasına girdi.
Bulunduğu beldedeki âlim ve velîlerin imâmı, önderi ve en yükseği olduğunu bütün âlim ve
evliyâlar kabûl ettiler.
Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf hazretleri güzel ahlâk sâhibi olup hep iyilik ederdi.
Kimseye karşı kırılmaz ve kin beslemezdi. Hızır aleyhisselâmla görüşüp sohbet ederdi.
Aralarında kardeşlik akdi yapmışlardı. Yanına ilk defâ bir köylü sûretinde gelen Hızır
aleyhisselâm devamlı onu ziyâret ederdi. Bir gün çok güzel bir koku duyan talebelerinden biri
bu kokunun kaynağından suâl edince, hazret-i Hızır'dan bahsetti.
Allahü teâlâya çok ibâdet eden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf gecenin son üçte
birini ibâdetle geçirirdi. Kur'ân-ı kerîmi çok okurdu. Gündüzleri insanlara İslâmiyetin emir ve
yasaklarını anlatır, onların dünyâ ve âhiret saâdetlerine vesîle olmak için çalışırdı. Otuz sene
boyunca gece ve gündüz çok az uyudu. "Neden uyumuyorsun?" diyenlere; "Sağ tarafına
yattığında Cennet'i, sol tarafına yattığında Cehennem'i gören kimse nasıl uyur?" diye cevap
verdi.
Hûd aleyhisselâmın kabrini ziyâret eder, bâzan bir ay müddetle orada kalır, bu müddet içinde
çok az bir şey yerdi. Âlimlerin, evliyâların kabirlerini sık sık ziyâret eder, her gece Terîm'deki
mescidlerin hepsinde namaz kılardı. Namaz kıldığı zaman kıyamda çok uzun müddet kalır,
onu uzaktan gören cansız bir cisim zannederdi. O; "Biz zâhir (görünen) amellere îtibâr
etmeyiz." derdi.
Bir ara hacca gitmek için yola çıktı ve hacdan sonra memleketi olan Hadramut'a dönmeyip
başka beldelere seyahat etmeye niyet etti. Cûf denilen yere vardığında Peygamber efendimiz,
Eshâbından bir topluluk ve evliyâullahtan bir cemâat rûhânî olarak ona geldiler. Onların
yanında babası da vardı. Ona memleketine dönmesini emrettiler ve dediler ki: "Senin
memleketinde kalman başka yerlere gitmenden daha efdâldir." Abdurrahmân bin Muhammed
es-Sekkâf bu emir üzerine zâhiren hacca gitmeyip geri döndü. Fakat memleketinden giden
hacılar tarafıdan hac ederken görüldü. Yakınlarından bâzıları ona; "Sen hacca gittin mi?" diye
sorduklarında; "Zâhiren gitmedim." buyurdu.
Âlimlerden ve evliyâdan birçok zât ona insanları doğru yola dâvet etmek ve kötülüklerden
uzaklaştırmak ve talebe yetiştirmek husûsunda icâzet (diploma) verdiler. Abdurrahmân bin
Muhammed es-Sekkâf pekçok talebe yetiştirip hadîs, fıkıh, usûl ve fürû ilimlerini okuttu.
Onun ilim ve fazîletteki şöhreti her tarafa yayılıp, insanlar doğudan ve batıdan onun ilim
meclisine ve sohbetlerine koştular. Deniz ve kara yoluyla gelerek müşkillerini ve fetvâlarını
ona sordular. Büyük cemâatler ondan istifâde etti. İnsanlara tatlı dil ve hoş sohbetle
İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp gönüllerine taht kurdu.
Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf'ın ilim meclislerinde yetişen âlimlerden bâzıları;
kendi oğulları, kardeşinin oğulları, Ârif-i billah Ebû Bekr bin Alevî eş-Şeybe ve kardeşleri,
büyük İmâm Muhammed Sâhib Aydeyd bin Ali, Ârif-i billah Ahmed bin Ömer, İmâm Sa'd
bin Ali Müdhac, Şeyh Muhammed bin Abdurrahmân el-Hatîb, Şeyh Şuayb bin Abdullah
el-Hatîb, Şeyh Abdurrahîm bin Ali el-Hatîb, Şeyh Ahmed bin Ebî Bekr Baharemî, Şeyh
Abdullah İbnü'l-Fakîh Baharemî, Şeyh Abdullah bin Ahmed el-Amûdî, büyük velî Abdullah
bin Nâfi', Îsâ bin Ömer bin Behlül, Şeyh Muhammed bin Saîd el-Mağribî gibi sayısız
zâtlardır. Burada en meşhûrları zikr edilmiştir. Abdullah bin Muhammed es-Sekkâf
ekseriyetle El-Basît vel-Vesît, Mühezzeb, Muharrer adlı eserleri okutur bu vesîleyle
kalbindeki gizli mânevî sırları talebelerine açıklardı. O her talebesine anlayabileceği ve
seviyesine uygun ders verirdi. Nice kimseler onun bu tatlı üslûbu ve sohbetleri vesîlesiyle
tasavvuf yolunda ilerlediler. Pek çok kimseye tarîkat yolunda icâzet verdi ve hırka giydirdi.
Nice kimseler onun gönülleri feth eden sohbetleri sebebiyle dünyâdan yüz çevirip, âhirete
yöneldiler ve kötü sıfatlardan uzaklaşıp iyi ve güzel huylara sâhib oldular. O talebelerine ve
sevenlerine şöyle buyururdu:
"Kalb ile ilgili ameller işleyiniz. Zîrâ kalb ile yapılan ameller zâhirî amelleri güzelleştirir."
Bâzı derslerinde fıkıh ilminin fazîletinden bahsederdi. Bu sebeple oğlu Ömer bütün ömrünü
fıkıh ilmini öğrenmeye hasretmişti. Bir gün dersin bitiminde oğluna şöyle buyurdu:
"Ey Ömer! Kalb ile ilgili amellere çalış. Çünkü fıkıh âlimlerinde ateşin alevi, tasavvuf
ehlinde ise ateşin kor kısmı vardır."
Bâzı zamanlar talebeleriyle birlikte seyâhate çıkan; peygamberlerin, âlimlerin ve velîlerin
kabirlerini ziyâret eden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf hazretleri onlardan istifâde
ederdi.
Talebelerinden Abdürrahîm bin Ali el-Hatîb şöyle anlattı:
Hocamız ile berâber Hûd aleyhisselâmın kabrini ziyârete gitmiştik. Dönerken; "İnşâallah
akşam namazında Rebî' beldesinde oluruz." buyurdu. Hâlbuki bulunduğumuz yer, Rebî'
beldesine çok uzak idi ve vakit de isfirâr yâni güneşin, kendisine bakılacak kadar sararıp
batmak üzere olduğu bir vakit idi. Hocamın bu sözüne çok hayret ettim. Sözünde bir hikmet
bulunacağını düşünerek birlikte yürüdük. Bir taraftan da batmak üzere olan güneşe
bakıyordum. Güneş sanki durmuştu. Biz Rebî' beldesine gelinceye kadar aynen o hâlde kaldı.
Biz ismi geçen beldeye girince güneş battı. Namazlarımızı kıldık. Bu durum benim çok
garibime gitmişti. Hocamın bir kerâmeti olduğunu anladım.
Abdurrahmân bin Muhammed, talebelerinden bâzıları ile bir seferde idiler. Talebeler, çok
susadılar. Yollar ıssız, su bulmak ihtimâli de çok zayıf idi. Şaşıran talebeler hocalarına bir şey
diyemiyorlardı. Allahü teâlânın izni ile talebelerinin bu sıkıntılarını anlayan Abdurrahmân
es-Sekkâf büyükçe bir taşın yanında durdu ve; "Şu taşı çevirin!" buyurdu. Taşı
çevirdiklerinde, bir su kaynağı ile karşılaştılar ve çok sevindiler. Kana kana içip, abdest
aldılar ve kaplarını doldurarak, yollarına devâm ettiler.
Başka bir yolculukta, yanındakilere; "Şimdi hava çok sıcak. Birazcık konaklayalım. Hava
serinleyince yola devâm ederiz." dedi. Öğrencileri; "Bu sıcak, hocamızın yola devâm
etmelerine mâni değildir. İsterlerse, bu sıcak havada da yola devâm edebilirler. Burada
konaklamalarında başka bir hikmet olsa gerek." diye düşünüp merakla beklerlerken,
yanlarına, susuzluktan ölmek üzere olan bir âmâ çıkageldi. Yanında bulunanlara; "Şu
yakınlarda su vardır. Bu zavallının ihtiyâcını giderin." diyerek, bir yeri târif etti. Gidip su
getirdikten sonra yollarına devâm ettiler. Böylece orada biraz dinlenmelerinin hikmeti
anlaşılmış oldu. Biraz sonra oraya bir kimse geldi. Âmâ da orada idi. Biraz önce başından
geçen hâdiseyi, gelene anlattı. O kimse; "Bunda bir yanlışlık var. Ben buraları çok iyi tanırım.
Bu civarda su bulmak ihtimâli hiç yoktur." dedi. Daha sonra bu hâli öğrenen talebeler, o
suyun, hocalarının bereket ve kerâmeti ile bulunduğunu anladılar.
Allahü teâlânın bildirmesiyle talebelerinin ve yanına gelen kimselerin kalplerinden geçenleri
bilirdi.
Talebesi Abdurrahmân diyor ki:
"Hocamdan arzu ettiğim, yapması için kalbimden geçirdiğim her şeyi, hocam en güzel şekilde
yaptı, yerine getirdi. Allahü teâlânın ona ihsân ettiği basîret gözü ile kalbimizden geçenleri
anlıyordu."
Abdurrahmân es-Sekkâf'ın talebelerinden olan Ârif-i billâh Muhammed bin Hasan şöyle
anlatır:
Bir gece hocamın mescidinde idim. Hocam da odasında bulunuyordu. Karnım çok acıkmıştı.
Bu sırada biri gelerek, hocamın beni istediğini söyledi. Kalkıp, yanlarına gittim. Huzûruna
vardığımda, ortada lezzetli yemeklerin bulunduğu çok güzel bir sofra vardı. Karnımı
doyurmamı söyledi. Gecenin bu geç vaktinde bu yemekleri kimin getirdiğini suâl ettim.
"Birisi getirdi." buyurarak, açıklamak istemedi. Allahü teâlânın izni ile, benim çok aç
olduğumu anlayıp bu yemekleri benim için hazırlattığını anladım ve daha nice kerâmetlerine
şâhid oldum.
Abdurrahmân es-Sekkâf hazretlerinin bir mikdâr hurması vardı. Hurmaları satmak üzere
birisini vekil edince hurmalar satıldı. Fakat paranın bir kısmını vererek geri kalanını gizledi.
Abdurrahmân hazretleri, Allahü teâlânın izni ile paranın tam olarak kendisine verilmediğini
anlayıp, ona; "Mü'minin firâsetinden korkunuz! Çünkü o, Allahü teâlânın nûru ile
bakar." hadîs-i şerîfini okudu. O kimse diyor ki:"Ondan bu sözü duyunca vermediğim
paranın, bir yılan olup vücûduma girmek üzere olduğunu hissettim. Yaptığıma çok pişman
olup, kendisinden özür diledim ve bir daha hatâ işlememeye ve tevekkül sâhibi olmaya kesin
karar verdim.
Talebelerinden biri şöyle anlatır:
Hocam ile birlikte yolculuğa çıkmıştık. Kâhlân denilen yere vardığımızda duhâ, kuşluk
namazı kılmak için mola verdik. Ben hâcet için tenhâ bir yere gittim. Abdestimi tâzeleyip geri
döndüğümde, hocamın yanında taze hurmalar gördüm. Hâlbuki yakınlarda hurma bahçesi
yoktu ve mevsim de hurma mevsimi değildi. Çok hayret edip, kendisinden bunun nasıl
olduğunu, nereden geldiğini suâl ettim. Tebessüm etti ve; "Hurmalardan ye! Fakat nereden
geldiğini sorma!" buyurdu.
Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf verâ sâhibi, Selef-i sâlihînin yoluna çok bağlı idi.
Bu yönden çok meşhurdu. Zühd sâhibi olup, dünyâya îtibâr etmezdi. Cömert ve kerem sâhibi
idi. Binlerce dinar para ve çeşitli nîmetlerden ihtiyâç sâhiplerine verirdi. Her hurma ağacını
dikerken yanında bir Yâsîn-i şerîf okurdu. Fidan dikilme işi tamamlandıktan sonra bir hatm-i
tehlil (70.000 kelime-i tevhîd) okuyarak sekiz oğluna ve altı kızına hediye ederdi. Onlar da bu
hediyenin sevâblarını ona bağışlarlardı. Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf on tane
mescid, oğulları ise üç tane mescid yaptırmışlardı. ayrıca bu mescidlerin devâm etmesi için
her mescide âit vakıflar bırakmıştı.
Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf'ın meclislerinde evliyâdan ve ricâl-i gayb denilen
zâtlar da hazır bulunurdu. Bu zâtlar arasında İmâm-ı Gazâlî, Abdülkâdir Geylânî gibi
büyükler de vardı. O büyüklerin rûhâniyetlerinden istifâde eden Abdurrahmân bin
Muhammed es-Sekkâf kutbiyyet makâmına yükselmişti.
Âlimler ve evliyâlar, hâllerini gizlemesi sebebiyle ona Sekkâf lakabını vermişlerdi. Çünkü o
insanları hâliyle, makâmıyla ve sözüyle üzmezdi. İlmiyle ve ameliyle insanlara karşı
büyüklenmezdi. Şöhretten şiddetle kaçınırdı. Hâlbuki o, zamânındaki evliyânın en yükseği
idi. Abdurrahmân es-Sekkâf sâdece Allahü teâlâdan rızâsını kazanmak için çırpınır; "Vallahi
kalbim Allahü teâlânın başka, evlâda, mala, âile fertlerine, Cennet'e ve Cehennem'e hiç iltifat
etmez. Allahü teâlânın rızâsına muvafık olmayan ne bir ev, ne bir mescid binâ ettim, ne de bir
hurma fidanı diktim." buyururdu.
Abdurrahmân es-Sekkâf insanlara karşı güzel huylu, tatlı dilli ve güler yüzlü davranırdı.
Kimseyi üzmemeye çok dikkat ederdi. Ancak ona zarar verenler veya onu üzenler başlarına
bir hâl gelip pişman olurlardı.
Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilen bir kimse vardı. Bu zât, Abdurrahmân es-Sekkâf hazretlerinin
hizmetçilerinden birini üzdü. O da, durumu efendisine arz edince, üzüldü. Tam bu sırada,
hizmetçiyi üzen kimse, hâfızasında ne varsa hepsinin silindiğini hissetti. Hemen sebebini
anladı ve gidip hizmetçiden özür diledi. Tövbe istigfâr ettiğini, bildirdi. Hizmetçi özrünü
kabûl edip, durumunu efendisine arz etti ve onu sevindirdi. O sırada özür dileyen kimse,
hâfızasının yerine geldiğini hissetti. Başına gelen bu hâl sebebiyle, o zâtın büyüklüğünü daha
iyi anladı.
Haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınır, harama düşmek tehlikesinden dolayı
mübâhların fazlasını bile terk ederdi. Malı varsa zekâtını, bahçesinden kalkan mahsüllerinin
uşrunu eksiksiz verir, fazlasını tasadduk ederdi. Etrafında hurma bahçeleri bulunan bir
bahçesi vardı.
Bir defâsında çocuklar, bu bahçeler arasında oynarlarken ateş yaktılar. Sonunda ateş
büyüyerek etrâfı sardı. Bahçelerdeki ağaçlar yanmaya başladı. Bütün ağaçlar bu yangında
yandıkları hâlde, mahsüllerinin uşrunu tam olarak verdiği için, bu zâtın bahçesine hiçbir şey
olmadı. Ağaçlardan biri bile zarar görmedi. İnsanlar hayret içinde kaldılar.
Tayy-i zaman ve tayy-i mekân sâhibi olan Abdurrahmân bin Muhamed es-Sekkâf her sene
hac mevsiminde memleketinde bulunuyordu. Fakat hacca gidenler onu, Hicaz'da hac
vazîfesini yaparken görürlerdi. Kendisine bu durumdan suâl edildiğinde; "İşte gördüğünüz
gibi, buradan ayrılmadım." diyerek bu kerâmetini setreder, gizlerdi. Yine Abdurrahmân
es-Sekkâf, Allahü teâlânın velî kullarına ihsân edip verdiği bir hâl ile bir anda başka başka
yerlerde, başka başka hâllerde görülürdü.
Bir defâsında, uzak bir yerden bâzı kimseler, Abdurrahmân hazretlerine misâfir olmuşlardı.
Onlara; "Falan gün sizin beldenizde şiddetli yağmur yağmış, çok sel olup, beldenizde bulunan
dere taşmış ve sel sizin beldede çok zarara sebeb olmuş." buyurdu. O kimseler bu habere
hayret ettiler. Memleketlerine döndüklerinde, Abdurrahmân bin Muhammed'in haber
verdiklerinin hepsinin doğru olduğunu, bildirdiği şeylerin aynen meydana geldiğini hayretle
gördüler. O zâtın bu hâlleri, kerâmet olarak anladığının ve kendilerine bildirdiğinin farkına
varıp daha çok şaştılar. Ona olan muhabbetleri daha çok arttı.
Fazîletler ve kerâmetler sâhibi olan Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf hazretlerinin
duâları kabûl olurdu. Bir defâsında, fâsıklardan, açıkça günah işleyen kimselerden bir kısmı
yanına gelmişti. Kendisinden duâ istediler. O da hâzır olanlara sâlih ameller işlemek nasîb
olması için duâ etti. O fâsık kimseler tövbe edip, sâlih ameller işlemeye başladılar ve
tövbelerini bozmadılar.
Bir defâsında da çocuğu olmayan bir kadın, Abdurrahmân binMuhamed'e haber gönderip,
çocuklarının olmasını çok istediklerini, fakat olmadığını, bunun için kendisinden duâ istirhâm
ettiklerini bildirdi. O da duâ etti. Bundan sonra o kadın hâmile oldu ve çok güzel bir çocuğu
oldu.
İşlerinde, masraflarında çok isrâf eden bir topluluk vardı. Abdurrahmân bin Muhammed
bunlara duâ edince, tövbe ettiler. Hâlleri, yaşayışları gitgide güzelleşti.
Abdurrahmân binMuhammed es-Sekkâf hazretleri talebelerinin ve sevenlerinin imdâdına
yetişirdi. Talebelerinden birisi şöyle anlatır:
Bir yolculukta bulunuyordum. Issız yerlerden geçerken, yolumu kaybettim. Bir taraftan da
çok şiddetli susuzluk çekiyordum. Ne kadar aradıysam su bulamadım. Duâ edip, hocamdan
yardım istedim. Bu esnâda yanıma biri gelip, su verdi. O sudan kana kana içerek rahatladım.
Sonra, yola devâm ettim. Yolculuğum müddetince de su içmek ihtiyâcı hissetmedim.
Abdurrahmân es-Sekkâf'ı sevenlerden biri, bir yolda yalnız başına giderken, önüne yırtıcı bir
hayvan çıktı. Kendisine saldırmak üzere iken, yolcu sesinin çıktığı kadar bağırarak,
Abdurrahmân hazretlerinden yardım istedi. Bu sırada, kuvvetli ve heybetli bir kimse görünüp
hayvanı tuttu. Güçlü kuvvetli olduğundan hayvan, elinde zor hareket ediyordu. Bu sıkıntıdan
kurtulan kimse, hocasının yanına döndüğü zaman, henüz bir şey söylemeden, hocası; "Bir
sıkıntıda kalırsan, yine bizden yardım iste! Fakat o kadar şiddetle bağırmana lüzum yok.
Hafifçe söylesen, hattâ kalbinden bile geçirsen, Allahü teâlânın izni ile onu duyar ve
yardımına geliriz." buyurdu.
Talebelerinin ve onların âile fertlerinin giyim ve iâşelerini de düşünen Abdurrahmân bin
Muhammed es-Sekkâf hazretleri bir defâsında talebesi Abdurrahîm ile Şu'ayb'e bir parça
kumaş verdi ve; "Bu kumaştan çocuklarınıza üç tane elbise dikiniz." buyurdu. Şu'ayb terzi idi.
Kumaşı görünce; "Efendim, bu kumaştan çıksa çıksa iki elbise çıkar. Üç elbisenin çıkması
mümkün değildir." dedi. "Siz Besmele ile kesmeye başlayın. İnşâallah bu kumaştan üç elbise
çıkar." buyurdu. Dedikleri gibi üç elbise çıktı.
Abdurrahmân hazretlerinin hizmetçilerinden birisi huzurda, bir elbiseye ihtiyâcı olduğunu,
bunun için on beş dirhem lâzım geldiğini bildirdi. Hizmetçiye; "Falan yerde bulunan kesenin
içinde on beş dirhem olacak. Onu al! İhtiyâcın için kullan!" buyurdu. Hizmetçi, keseye
baktığını ve boş olduğunu bildirdi. Bunun üzerine; "Sen git bak! O kesede on beş dirhem
bulursun." buyurdu. Bildirilen yerdeki kesenin yanına tekrar giden hizmetçi, kesede on beş
dirhem bulunduğunu gördü ve alıp ihtiyâcına sarfetti.
Abdurrahmân es-Sekkâf'ın talebelerinden, Abdürrahîm bin Ali anlatır:
Hocam Abdurrahmân bin Muhammed bana bir mikdâr gümüş para vererek, mutfağın
ihtiyaçlarını almak üzere, vekil etmişti. Elimdeki para bitmek üzere iken, gidip; alacağımız
nevâle için, bu paranın yetmeyeceğini bildirdim.Biraz düşündü. "Hangi şeyler ihtiyaç ise, siz
onları almak üzere gidin. İnşâallah yeter." buyurdu. "Peki efedim" deyip gittim.
İhtiyaçlarımızı aldıktan sonra, paranın bir mikdârını artmış buldum ve bunun bir kerâmet
olduğunu anladım.
Başka pekçok kerâmetleri de görülen Abdurrahmân es-Sekkâf hazretleri, bir defâsında
bulunduğu Izz köyünden bir yolculuğa çıkacaktı. O sırada hanımı hâmile idi. Yola çıkacağı
zaman hanımına bir bez verdi ve dedi ki:"Ben yolda iken, belki bir oğlumuz doğabilir. Aynı
gün vefât edebilir. Eğer öyle olursa, bu bezi ona kefen yaparsınız." Hanımına bunları
söyledikten sonra yola çıktı. Hakîkaten, bir erkek çocuğu oldu. Bildirdikleri gibi, aynı gün
vefât etti. Bıraktığı bezi çocuğa kefen yaptılar.
Abdurrahmân bin Muhammed'in hurma ağaçlarından birisinin, boyu çok kısa ve dalları yere
yakın olduğundan, gece köpekler gelerek hurmaları yerdi. Bunun için hizmetçilerden birisi,
her gece o hurma ağacının yanında bekçilik yapar, köpeklerden korurdu. Bir gece
Abdurrahmân hazretleri hizmetçiye; "Sabaha kadar beklemenize ne lüzum var. Ağacın
etrâfında genişçe bir dâire çizin! Kendiniz de gidip istirahat edin!" buyurdu. Hizmetçi
bildirilen şekilde yaptı. Sabahleyin baktıklarında, çizginin dışında köpek izleri görüldü,
gerçekten içeri girememişlerdi.
#1):1)&)1&@"%!(&6"%C
Kardeşim Abdurrahmân ile hurmaların taksimi husûsunda aramızda bir husûmet meydana
gelmişti. Kendi kendime; "Onun benden üstün yanı nedir, o oruç tutuyorsa ben de tutuyorum,
o namaz kılıyorsa ben de kılıyorum. Babamız birdir. Benim misâfirlerim ise ondan çoktur."
dedim. Rüyâmda bir kişi bana gelerek; "Kardeşin hakkında böyle böyle söyledin mi?" dedi.
Ben de; "Evet söyledim." dedim. "Öyleyse benimle berâber gel." dedi. Birlikte kardeşim
Abdurrahmân'ın yanına gittik. Kardeşimin bedeninin nûr ile kaplı olduğunu ve uzuvlarının
üzerinde nûr ile "İhlâs" ve "Lâ ilâhe illallah Muhammedürresûlullah" yazılı olduğunu
gördüm. O kimse bana, bu makâma ulaştığın zaman böyle böyle konuş, eğer bundan sonra
ona inat edersen bu rüyâyı hatırla." dedi. Ben de ondan sonra kardeşim hakkında kötü
düşünmekten vazgeçtim.
0$/3")&5,:.,"%7
Bir defâsında, bâzı kimseler gemi ile bir yere gidiyorlardı. Yolcular arasında Abdurrahmân
hazretlerinin talebelerinden birkaç kişi de vardı. Bir ara, geminin tabanından bir yer delindi.
Ne yaptılarsa delinen yeri tıkayamadılar. Vazîfeliler çâresiz kalıp, geminin batmasından
korktular. Onlardaki bu telaşı görüp, vaziyeti anlayan talebeler, hocaları Abdurrahmân bin
Muhammed'den yardım istediler. O esnâda hocalarını gemide gördüler. Ayağını, gemiye su
giren yere koydu. Sonra bir şeyler ile o delik yeri kapadı. Su girmez oldu. Bu duruma yolcular
çok sevindi. Herkes rahatlamıştı. Abdurrahmân hazretleri, birden gözden kayboldu. O büyük
zâtın talebeleri hürmetine, diğerleri de kurtuldular ve yollarına devâm ettiler. Bu hâdiseyi
işitenlerden bâzıları, onun bu kerâmetini inkâr ettiler. "Böyle şey olmaz." dediler. Îtirâzcılar,
bir yolculuğa çıkmışlardı. Yollarını kaybettiler. Üç gün üç gece dolaştıkları hâlde yollarını
bulamadılar. Ellerinde bulunan yiyecek ve suları da bitmişti. Başlarına gelen bu sıkıntının, o
zâtın kerâmetini inkâr etmekten olduğunu anladılar. Îtirâzlarına tövbe ederek, bu sıkıntıdan
kurtulmaları hâlinde mallarından belli mikdârını o zâta vermeyi ve hizmetinde bulunmayı
adadılar. Tam bu sırada yanlarına, hiç tanımadıkları biri geldi. Bunlara tâze hurma ve su verdi
ve yolu târif edip gitti. O kimseler, hurmalarla karınlarını doyurdular ve sudan içtiler. Târif
edilen yere doğru gidince, yollarını kolayca buldular. Memleketlerine vardıkları zaman
adaklarını yerine getirdiler.
1) Χμιυ Κερμτ−ιλ−Εϖλιψ; χ.2, σ.58
2) El-Meşre-ur-Revî; c.2, s.141
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.228

ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED EL-KAYRAVÂNÎ


ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED EL-KAYRAVÂNÎ;
On üçüncü yüzyılda Kuzey Afrika'da yetişen velîlerden ve Mâlikî mezhebi âlimlerinden.
İsmi, Abdurrahmân bin Muhammed bin Ali el-Ensârî'dir. Künyesi Ebû Zeyd olup büyük
dedesi için kullanılan "Debbağ" lakabı ile meşhûr oldu. Debbağ Abdurrahmân diye anıldı.
Soyu Medîne-i münevverede bulunan Evs kabîlesine dayandığı için "Evsî", bu kabîle
Ensârdan yâni Medîneli müslümanlardan olduğu için "Ensârî", Üseyd bin Hudayr
el-Eşhelî'nin radıyallahü anh torunlarından olduğu için "Üseydî", Kayravânlı olduğu için de
"Kayravânî" nisbeleriyle tanındı. 1208 (H. 605) senesi Zilhicce ayında Tunus'un Kayravân
şehrinde doğdu, 1300 (H. 699) senesinde yine orada vefât etti. Kabri Kayravân'da olup ziyâret
edilmektedir.
Abdurrahmân bin Muhammed el-Kayravânî küçük yaşta ilim tahsîline başladı. İlk önce Kâdı
Ebû Zekeriyyâ Yahyâ el-Berkî'den ilim öğrendi. Kâdı Abdülcelîl el-Ezdî ve oğlu Ebû Amr
Osman bin Şakar, Kâdı Ebû Muhammed Abdullah bin Bertale el-Ensârî, Muhammed bin
İbrâhim bin Osman el-Hadramî, Hanefî mezhebi âlimi Muhammed bin Osman ez-Zenâtî
el-Muhtevî ve başka âlimlerden aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti. Muhammed bin Osman
el-Hanefî'den birçok hadîs-i şerîf rivâyet etti. Hadîs, fıkıh ve târih ilimleri ile aklî ilimlerde
mütehassıs oldu.
Aklî ve naklî ilimlerde yüksek âlim olduktan sonra tasavvufa karşı alâka duyup, Allahü
teâlânın rızâsına kavuşmak istedi. Sûfî Ebû Muhammed Abdüsselâm binAbdülgâlib
el-Murtâtî el-Kayravânî'ye talebe olup, ondan tasavvuf ilmini öğrendi. Tasavvufî mârifetlere
kavuşup evliyâlık derecesine ulaştı.
Kendisi zâhirî ilimlerde yüksek âlim olduğu hâlde hocasının sohbetlerinde bulunmayı büyük
nîmet bildi. Hocasının kıymetini bildirmek için bir arkadaşına şöyle dedi: "O benim şeyhim
ve hocamdır. Allahü teâlâ beni onun sohbetine kavuşturmakla nîmetlendirdi. Ben onun
huzûruna ve tatlı sohbetlerine çok gelip gittim. Benim gözüm; ibâdeti, fazîleti, kendine
güveni ve insanların da kendisine ehemmiyet vermesi bakımlarından onun gibi olan bir
kimseyi görmedi. O, insanlara iyilikleri tatlı dille bildirmek ve kötülüklerden sakındırmak
hususunda çok gayretli idi. Yâni çok nasîhatte bulunurdu. Sâlih insanların haber ve kıssalarını
ondan daha çok ezberleyen bir kimse görmedim. Hâfızasındaki kıssaları çok güzel anlatırdı.
Başkalarından nakl edilenleri sağlam muhâfaza eder, korurdu. Çok hoş sohbet olup,
konuşmaları çok tatlı idi. Meclislerin dostu idi." Abdurrahmân bin Muhammed Kayravânî'nin
tasavvufa yönelmesine ve bu yola girmesine hocası Sûfî Ebû MuhammedAbdüsselâm bin
Abdülgâlib el-Murtâtî el-Kayravânî vesîle olmuştu.
Tasavvuf yolunda ilerlediği sırada başka âlimlerden de ilim tahsîline devâm eden
Abdurrahmân el-Kayravânî, Tunuslu İbn-i Uleym diye meşhûr olan Emînüddîn bin Ebî Câfer
Ahmed bin Ali bin Talha es-Sebtî'den ilim tahsîl etti. Mısır'daki Hâfız Ebû Tâhir es-Silefî'nin
talebelerinden Abdülvehhâb bin Zafir bin Ravvac, Ebû Tâkî Sâlih bin Şücâ, Ebü'l-Hasan Ali
bin Hibetullah bin el-Cümeyzî, Silefî'nin torunu Ebü'l-Kâsım bin el-Hâşim'den de ilim tahsîl
etti. Okuduğu her hocadan icâzet, diploma aldı. Abdurrahmân el-Kayravânî Bernâmec adlı
eserinde bildirdiği gibi seksen kadar âlimden ilim öğrendi.
Bilhassa hadîs ve fıkıh ilminde yüksek âlim olan Abdurrahmân el-Kayravânî; ağırbaşlı,
heybetli ve tevâzû sâhibi idi. İlimle uğraşanları çok severdi. Herkesle iyi geçinir, kimseyi
üzüp kırmamaya dikkat ederdi. Sâkin bir hayat yaşardı. Her isteyene ilim öğretirdi. Tevâzûu
ve ilme düşkünlüğü sebebiyle herkes onun yanına kolayca girip çıkardı. Gerek ilim
meclislerinde, gerekse sohbetlerinde insanlara çok güzel davranırdı. Onun iyilikleri ve
ahlâkının güzelliği talebe ve sevenlerini kendisine sıkı sıkıya bağlardı. Kayravân şehrine
gelen fazîlet ve ilim sâhiplerinin menkıbelerini ve güzel hâllerini toplardı. Eser ve haberleri,
hadîs-i şerîfleri toplamak husûsunda çok îtinâ ve titizlik gösterirdi. Kendisiyle görüşüp ondan
çok istifâde eden Abderî, eserlerinde onu övmüş ve rivâyetlerinin çokluğunu medh etmiştir.
Abdurrahmân el-Kayravânî, Abderî'ye, rivâyet husûsunda umûmî icâzet vermişti.
Tunus'da Muhammed bin Câbir el-Vâdî el-Âşî de onunla karşılaşıp, ilim öğrendi ve ondan
rivâyetlerde bulundu. Zamânındaki ve daha sonraki zamanlarda gelen âlimler Abdurrahmân
el-Kayravânî'yi büyük velî, âdil bir fıkıh ve hadîs âlimi, her hususta sened bir fakîh ve târihçi
olarak vasıflandırmışlardır. İbn-i Nâcî onun hakkında; "O yazdıklarının ve anlattıklarının
hepsinde âdil idi. Yazdıklarının çokluğu ile tanınıp meşhûr oldu. Memleketi olan Kayravân'da
yazdıklarının doğruluğu ile tanınmıştı." demektedir.
Eserleri: Abdurrahmân el-Kayravânî'nin yazdığı başlıca eserleri şunlardır:
1) Hadîs-i Erba'în-i Tısâ'iyye: Senedinde dokuz râvî bulunan kırk hadîs-i şerîfi toplamıştır.
2) Kitâb-ül-Ehâdis-il-Erba'în fî Umûm-i Rahmet-illâhi li-Sâir-li-Mü'minîn. 3)
Sirâc-ül-Müttekîn-il-Müntehab min Kelâmı Seyyid-il-Mürselîn. 4) Cilâ-ül-Efkâr fî
Menâkıb-il-Ensâr. 5) Bernâmec: Hocalarının isimlerinin ve onlardan rivâyet ettiklerinin
fihristidir. 6) Şerhun (veya Ta'lîkun) alâ Tehzîb-il-Müdevvene: Berzâî'nin Tehzîb
adındaki eserinin şerhidir. 7. Kerâmâtü Ebî Yûsuf ed-Dehmânî. İbn-i Nâcî diyor ki: "Bunun
bir nüshası. Cezâyir Umûmî Kütüphânesinde 1718 numarada kayıtlıdır. Tunus Vatan
Kütüphânesinde de, orta büyüklükte 13 varak hâlinde mevcuttur. 8) Menâhicü Ehl-id-Dîn ve
Tarâiku Eimmet-il-Müttekîn: Sahâbîlerden, Tâbiînden, meşhûr tasavvuf âlimlerinden,
evliyânın ve sâlihlerin büyüklerinden Kayravân'da olanları anlatmaktadır. Bu eseri, onun
talebesi Muhammed bin Câbir el-Vâdî, Bernâmec'inde zikrettiğini ve Me'âlim-ül-Îmân adı
ile tanındığını, Abderî de Rıhle'sinde. "Me'âlîm-ül-Îmân ve Ravdât-ir-Rıdvân fî
Menâkıb-il-Meşhûrîn min Sulehâ-il-Kayravân ve başka bir matbû' nüshasında da
Me'âlim-ül-Îmân fî Ma'rifet-i Ehl-i Kayravân adı ile bilinen bir eser olduğunu
yazmaktadır. Müellif bu eserinde, İslâmî fetihlerin târihçesini, Kayravân şehrinin kuruluşunu,
fıkıh, hadîs, lügat, edebiyat, tıb, tasavvuf âlimlerinin hâl tercümelerini anlatmaktadır.
Bunların tercüme-i hâllerinin arasına, ictimâî ve iktisâdî birçok faydalı bilgiler serpiştirmiştir.
Bu kitap ilk defa 1911 (H.1330) senesinde İbn-i Nâcî'nin ta'lîkleriyle berâber Tunus'ta Arapça
olarak basılmıştır. 9) Meşâriku Envâr-il-Kulûb ve Mefâtihu Esrâr-il-Guyûb: Bu eser,
tasavvuf ilmi hakkında yazılmış olup, ilâhî aşkı anlatmaktadır. Tasavvuf ehlinin aşk
hakkındaki sözlerini bildiren örneklerle dolu güzel bir eserdir. 10) Vâsıtat-ün-Nizâm fî
Tevârîhi Mülûk-il-İslâm: Bu eser, Ubeydoğullarının güzel hâllerini anlatmaktadır.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.185
2) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.526
3) Neyl-ül-İbtihâc (Dîbâc kenarında); s.163
4) Terâcim-ül-Müellifîn it-Tûnusiyyîn; c.2, s.288
5) Brockelman; Sup-1, s.812

3>F:13$&&$<+1%$37

MÜJDEMİ İSTERİM
Abdurrahmân bin Muhammed el-Kayravânî'nin "Debbağ, Derici Abdurrahmân" diye
anılmasının sebebi şöyle nakl edilir:
Abdurrahmân bin Muhammed el-Kayravânî'nin âlim bir dedesi vardı. Zamânının kâdısı
Abdurrahmân el-Kayravânî'nin dedesinin Kayravân kâdılığına tâyin edilmesini Sultâna teklif
etti. Durumu yazılı olarak da arz etti. Abdurrahmân el-Kayravânî'nin dedesini Sultan'a
gönderdi. O zât Sultan Zâhir'in duha vaktinde kendisine gelenleri kabûl etmediğini öğrendi.
Vakit erken olduğu için bir debbağhâneye, tabakhâneye gitti. Hemen elbiselerini çıkarıp
onları bir paket hâline getirdi. Bir kenara koyduktan sonra debbağlara mahsûs bir elbise giyip,
tabakhânenin kuyusundan su çıkarmaya ve derilerin üzerine dökmeye başladı. Bir haberci
gelip Sultan Zâhir'in kendisiyle görüşmek istediğini bildirmek için onu aradı. Buluncaya
kadar kimseye bir şey söylemedi. Kuyudan su çekerken yanına varıp Sultan Zâhir'in
kendisiyle sarayında veya mescidde görüşmek istediğini söyledikten sonra; "Ey Efendim!
Müjdemi isterim." dedi. Makam ve şöhrette gözü olmayan o zât da dedi ki:
"Hemen Sultan Zâhir'e dön ve ona, senin görüşmek üzere dâvet ettiğin kimseyi debbağ olarak
buldum. Bu halde olan kimsenin, insanların işlerini görmeleri için kâdı olarak öne geçirilmesi
hiç uygun değildir, diye söyle."
Haberci gidip durumu Sultan Zâhir'e bildirdi. Onun üzerine başka birini kâdı tâyin ettiler.
Bundan sonra da Abdurrahmân el-Kayravânî'nin dedesi "Debbağ" adıyla anıldı. Bu sebeple
Abdurrahmân el-Kayravânî'ye de Debbağ Abdurrahmân denildi.

ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED


ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED;
Veli, fıkıh ve tefsîr âlimlerinden. İsmi, Abdurrahmân bin Muhammed bin Abdullah bin
Zekeriyyâ, künyesi Ebû Muhammed'dir. Kaynaklarda doğum târihine rastlanmayan Ebû
Muhammed Abdurrahmân 1379 (H.781) senesinde Zebid şehrinde sabah namazı kılarken
vefât etti.
Âlim ve ârif bir zât olan Abdurrahmân bin Muhammed, İhyâu Ulûmiddîn gibi kitapları
tetkik eder, okuyup incelerdi. İlim öğrenmek ve öğretmekte gayretli, zühd ve verâ sâhibi,
haramlardan ve şüphelilerden son derece sakınan, dünyâya gönül vermeyen, çok ilim sâhibi
bir zât idi. Kur'ân-ı kerîm okunurken kendinden geçerdi. Görenler ölüyor zannederdi. Âilesi
kalabalık olduğu hâlde, evinde dünyâlık bir şey bulundurmazdı. Çünkü o, dünyâya
ehemmiyet vermez, gönül bağlamazdı. Bir şeye ihtiyâcı olduğu zaman gayb âleminden,
Allahü teâlâ tarafından kendisine gönderildiği rivâyet olunur. Eliyle topraktan bir şey alsa,
Allahü teâlânın izni ile o şey, Ebû Muhammed hazretlerinin arzu ettiği şeye dönüşüverir, sayı
ve aded olarak tam istediği gibi olurdu.
Fakîh Muttarî diye tanınan ve ismi Muhammed olan torunu şöyle haber verir:
Küçükken dedemin yanında bulunur, Kur'ân-ı kerîm okurdum. Her gün bana bir parça hamur
mayası verirdi. Biz de o mayayı ekmek yapmakta kullanırdık. Halbuki, bizim bulunduğumuz
beldede o maya bilinmez ve hiç yapılmazdı. Onun, bunu nereden bulup bana verdiğini
anlayamazdım. Demek ki bu, onun kerâmetiydi. Bir gün de bana tavandan helva parçası alıp
verdi. Hâlbuki orada helva olması mümkün değildi. Böyle daha nice kerâmetleri vardır. Ölü
ile konuşur, karşılaştığı evliyânın derecesini anlardı. Onunla İsmâil Cebertî ve Ebû Bekr bin
Hassân arasında arkadaşlık ve dostluk vardı. Zamânının birçok âlimleri ile mesela Fakîh
Muhammed bin Hüseyin Hüşeybir ile mektuplaşırdı. Sık sık Zebîd şehrine gider oradaki
Allah adamlarını ziyaret ederdi. Talebelerinin en büyüğü Muhammed bin İsmâil
el-Mükeddeşti.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.58
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.345
3) Tabakât-ul-Havâs; s.64

16 Nisan 2013 Salı

ABDURRAHMÂN BİN MEHDÎ


ABDURRAHMÂN BİN MEHDÎ;
Velî ve hadîs âlimi. Künyesi Ebû Saîd'dir. Lü'lüi diye meşhur oldu. 752 (H.135) senesinde
Basra'da doğdu. Ezd'in veya BenîAnber'in âzâdlısı olduğu söylenir. 813 (H.198)de doğduğu
yerde vefât etti. Tahsîline Kur'ân-ı kerîmi ezberlemekle başladı. Sonra devrin büyük
âlimlerinin vâz meclislerine devâm etti. Ebû Âmir Abdülmelik el-Kâdî'nin nasîhatı üzerine
hadîs ilmini tahsîle başladı. Mâlik bin Enes, Şu'be, Süfyan bin Uyeyne ve Süfyân-ı Sevrî'den
hadîs ve fıkıh ilmini öğrendi. Hadîs ilminde çok derin bilgiye sâhib oldu. O, birinden rivâyet
yapınca, o kimse, ondan sonra hüccet sayılırdı. Hadîs rivâyetinde çok titiz davranırdı.
Yanında okunan hadîs-i şerîfin yanlış nakledilen kısımlarını hemen söyler, araştırıldığında
dediği doğru çıkardı.
Abdurrahmân bin Mehdî hazretleri ilmiyle amel eden, İslâmı nefsinde yaşayan bir zât idi.
Kahkaha ile gülmez, sâdece tebessüm ederdi. Zamânındaki insanlar, din ve dünya işlerinde
Abdurrahmân bin Mehdî hazretlerine mürâcaat ederlerdi.
Her gece Kur'ân-ı kerîmin tamâmını hatmedip baştan sona okurdu. Yarısını teheccüd
namazında, yarısını namazın dışında okurdu. Sohbetine ve ilim meclisine gelenler,
huzûrunda, oturdukları zaman, başlarında sanki kuş varmış gibi, gâyet edepli ve dikkatli
otururlardı. Onun bulunduğu mecliste ilim, edep ve ciddiyet hâkimdi. Bir gün, Onun ilim
meclisinde oturanlardan birisi gülmüştü. Bunun üzerine, onu, iki ay ilim meclisine gelmekten
menetti. "Bu, bizim meclisimize iki ay gelmesin." dedi. Sonra, Allahü teâlâdan onun için af
diledi. Ona şöyle dedi: "İnsan, ilmi, göz yaşı dökerek istemeli. Çünkü ilim, insana nefsi için
bir hüccet, delildir."
Abdurrahmân bin Mehdî hazretleri, gece sabaha kadar ibâdet etmişti. Bir ara, uykusu çok
geldi. Yatağına yattı, uyuyakaldı. Sabah namazına uyanamadı. Buna çok üzüldü. Bu yüzden
iki ay yatağa yatmadı.
Abdurrahmân bin Mehdî hazretleri zaman zaman; "Kabrinde mü'min olarak yatana gıbta
ederim, onun gibi olmak isterim." derdi.
"Dînine bağlı olmayan bir kimse ile arkadaşlık etmek hakkında ne dersin?" diye sorulunca;
"Böyle kişilerle beraber olma, çünkü o, sana pis veya haram bir şey yedirebilir." buyurdu.
Ölümü istiyen kimse hakkında sorulunca; "Dînine zarar geleceği korkusundan, ölümü
istemekte bir mahzûr yoktur. Fakat, yoksulluk, ihtiyaç, eziyet ve buna benzer şeylerden,
dolayı ölüm temenni edilmez." buyurdu.
İnsanlara sık sık nasîhatlerde bulunur ve buyururdu ki:
"İlim husûsunda birbirinize faydalı olunuz. Birbirinizden ilmi gizlemeyiniz. "İlimdeki
hıyânet, maldaki hıyânetten daha kötüdür" hadîs-i şerîfini kendinize rehber edininiz."
"Bir kimse, ilim bakımından kendinden üstün bir kimse ile karşılaşınca, bunu fırsat ve
ganîmet bilmelidir. Çünkü onun ilminden istifâde eder. Kendi dengi birisi ile karşılaşınca, bir
biriyle müzâkere eder ve birbirlerinden faydalanırlar. Kendisinden aşağı bir kimse ile
karşılaşınca, ona tevâzu gösterir ve bir şeyler öğretir. Her işittiğini söyleyen, istisnâî ve şâz
(kaide dışı) meselelere göre konuşup anlatan kimseler, ilimde yüksek mertebeye erişemezler."
"Ehl-i sünnet vel-cemaat îtikâdına sarıl. Ehl-i bid'at ile oturup kalkma. Onların yanına gitmek,
onlara kıymet vermek olur."
"Müminde, küfürden sonra, yalandan daha kötü bir haslet yoktur. Çünkü yalan en şiddetli
nifak alâmetidir."
1) Hilyet-ül-Evliya; c.9, s.3
2) Tezkiret-ül-Huffaz; c.1, s.329
3) El-A'lâm; c.3, s.339
4) Tehzib-üt-Tehzîb; c.6, s.276
5) Tarih-i Bağdad; c.10, s.240
6) El-Lübâb; c.3, s.72
7) Tabakât-ı Hanâbile; c.1, s.206
8) Vefeyât-ul-A'yân; c.2, s.387-388
9) El-Menhel-ül-Azb-ül-Mevrûd; c.1, s.61
10) Mu'cem-ül-Müellifin; c.5, s.196
11) Miftâh-üs-Seâde; c.2, s.217,261,290,296
12) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.63 (113)
13) Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.355
14) Ikd-ül-Ferîd; c.2, s.96,120
15) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.105