Bağış Yap
25 Mayıs 2013 Cumartesi
AHMED-İ BEDEVÎ
AHMED-İ BEDEVÎ;
Mısır evliyâsından. İsmi Ahmed olup babasının adı Ali'dir. Nesebi Peygamber efendimize
ulaşır. Künyesi Ebü'l-Fityan ve Ebü'l-Abbas, lakabı ise Şihabüddîn'dir. Seyyid-i Bedevî diye
tanınır. Annesinin ismi Fatma binti Muhammed'dir. 1200 (H.596)'de Fas'ta doğdu. Ahmed
Bedevî hazretleri altı yaşlarında iken babasına rüyâsında; "Yâ Ali! Bu beldeleri bırak.
Mekke'ye taşın, orada yaşa. Bunda birçok hikmetler vardır." dendi. Bu mânevî işâret üzerine
âilesi ile birlikte 1206 senesinde Fas'tan yola çıktı. Dört sene süren uzun yolculuk sırasında
yolda herkesten, yardım, hürmet ve ikrâm gördüler. Mekke'ye yerleştikten bir müddet sonra
babası vefat etti ve Bab-ı Mualla'ya defnedildi.
Ahmed-i Bedevî hazretleri küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Kur'ân-ı kerîmi ezberledi.
Önceleri, çok cesûr, atılgan bir mîzâca sahipti. Çok iyi ata binerdi. Kendisine ezâ eden olursa
onlara karşılık verirdi. Bunun için Attâb diye tanındı.
Bir gün Kabe-i muazzamanın kenârında bir yerde uyuduğu sırada rüyâsında gizliden bir ses
Ahmed-i Bedevî'ye; "Uykudan uyan! Allahü teâlânın bir olduğunu zikret." diyordu. Kalkıp
abdest aldı. İki rekat namaz kılıp, Allahü teâlâyı zikretti. Sonra tekrar yatıp uyudu. Rüyâsında
önceki sesi tekrar duydu. Ona; "Kalk Allahü teâlânın bir olduğunu zikret, uyuma! Yüksek
derecelere kavuşmak isteyen uyuyamaz!Ne bir şey yiyebilir, ne de bir şey içebilir. Dâimâ,
oruç tutmak ve geceleyin herkes uykuda iken namaz kılmak sûretiyle nefsinle mücâdele et.
Kalk böyle yap! Sana, yüksek haller ve dereceler verilecek." diyordu. Rüyânın tesiriyle
uyanan Ahmed-i Bedevî, hemen rüyâsını yaş, ilim ve derece bakımından yüksek olan
ağabeyine anlattı. O da; "Sırrını gizli tut! Söylenilenlere uygun yaşa!" dedi. Ahmed-i Bedevî
bu nasihatlere uyarak, gayret gösterdi, Allahü teâlânın izni ve ihsânı ile nice güzel hâl ve
yüksek derecelere kavuştu.
Ahmed-i Bedevî kendisini ilme ve ibâdete verdi. İnsanlarla alâkasını azalttı ve konuşmayı
terk etti. Bir şey söylemesi îcâb edince bunu işâretle anlatırdı. Üst üste gördüğü rüyâ üzerine
Irak'a gitti. Orada; Ahmed Rıfâî, Abdülkâdir-i Geylânî, Hallâc-ı Mansûr, Sırrî-yi Sekatî,
Ma'rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi evliyânın kabirlerini ziyaret etti. 1236 senesinde,
rüyâsında Mısır'ın Tanta şehrine gitmesi işâret olundu ve yola çıktı. Kahire'ye geldiğinde
Mısır sultânı, onu, askeri ile birlikte karşıladı ve husûsî misafirhânesinde ağırladı. Kendisine
çok hürmet etti. Sonradan o da talebelerinden oldu.
Bu sırada Mısır'ın Tanta şehrinde bulunan bir çok âlim ve evliyâ arasında en meşhûrlarından
olan HasanSaîg ve Seyyid Sâlim Magribî hazretleri, Seyyid Ahmed-i Bedevî'nin Tanta
şehrine teşrif edeceğini ve yolda olduğunu haber alınca, Tanta'dan ayrılıp başka bir beldeye
yerleştiler. Sebebi suâl edildiğinde; "Kasabanın asıl sâhibi geliyor. Onun bulunduğu yerde
bulunmak bize yakışmaz. Bizim yapacağımız olsa olsa ona talebe olmaktır. Ona yakın
bulunmakla, ona karşı edepte ve hizmette kusûr etmekten korkuyoruz." dediler.
Ahmed-i Bedevî hazretleri, zamanla herkes tarafından tanındı. Her tarafta meşhûr oldu. Hak
âşıkları her taraftan yanına koşarak, huzûru ve sohbeti ile şereflenmek için can atarlardı.
Tanınan, büyük bilinen âlimler bile gelip kendisine talebe oldular.
Ahmed-i Bedevî devamlı zikir ve murâkabe hâlindeydi. Her an Allahü teâlâyı düşünür, bir an
hatırından çıkarmazdı. Hiç evlenmedi. Evlenmesini teklif edenlere; "Beni kendi hâlime
bırakınız. Cennet hûrîlerinden başka biri ile evlenmemeye azmettim." derdi. Dünyâ malının,
onun kalbinde yeri yoktu. Üzerine giydiği elbise ve başına sardığı sarık, eskiyip
kullanılmayacak hâle gelmedikçe yenisini almazdı. Devamlı oruç tutardı. İftâr ve sahurda
birer zeytin ile nefsini körlettiği ve buna kırk gün devâm ettiği rivâyet edilir.
Uzun boylu, buğday benizli, kolları uzun, bacakları etli, pazuları iri olup, gâyet heybetli idi.
Sağ yanağında bir ve sol yanağında iki beni vardı. Burnunun orta yeri bir parça yüksek olup,
iki yanında birer tâne ben vardı. Yüzü büyükçe ve gözleri sürmeliydi.
Seyyid Ahmed-i Bedevî her an Allahü teâlâyı düşünür, O'nun muhabbetinin ve heybetinin
tesiri ile kendinden geçmiş olarak gözlerini semâya diker, gece gündüz öyle kalırdı. Kırk gün
ve daha ziyâde bir şey yiyip içmez ve uyumazdı. Gözlerinin karası, bir ateş koru halindeydi.
Bir gün Ahmed-i Bedevî'nin gözlerinde bir şişkinlik hâsıl oldu. Tedâvi için oradaki bir
çocuktan yumurta istedi. Çocuk; "Elinizdeki yeşil değneği verir misiniz?" deyince, Seyyid
Ahmed-i Bedevî de verdi. Çocuk, annesine giderek; "Dışarıda bir kimse var, gözü ağrıyor,
tedâvi için benden bir yumurta istedi ve bu değneği verdi." dedi. Annesi; "Şimdi, evimizde
yumurta yoktur." dedi. Çocuk gidip durumu Ahmed-i Bedevî'ye bildirdi. O da; "Git, falan
yerde vardır." buyurdu. Çocuk oraya gidince, orasını yumurta ile dolu buldu. İçinden bir tek
yumurta alıp getirdi. Çocuk o günden sonra Ahmed-i Bedevî'ye talebe oldu. Yanından
ayrılmadı ve büyük evliyâdan oldu. Bu zât Abdül'âl idi.
Annesi, Abdül'âl'i yeni doğduğu bir sırada kundağa sarılı olarak, boğaların yemliğine
bırakmıştı. O sırada içeri giren bir boğa, alışkın olduğu yemlikte yiyebileceği bir şeyler
ararken, boynuzu, Abdül'âl'in kundak bağına takıldı. Boğanın boynuzuna asılı olarak sallanan
çocuğun düşmesi ve ölmesi an meselesiydi. İnsanlar heyecanla, boğanın etrâfında toplandıkça
boğa daha da hırçınlaşıyor, yanına kimseyi yanaştırmıyordu. Tam o anda, gâipten bir el
uzanıp çocuğu aldı. İnsanlar rahatladılar. Fakat çocuğu kurtaran eli tanıyamadılar.
Aradan seneler geçip, Ahmed-i Bedevî hazretleri Mısır'a gelince ve Abdül'âl kendisine talebe
olup yanından ayrılmayınca, Abdül'âl'in annesi, Seyyid hazretlerine sitem eder oldu. Ahmed-i
Bedevî hazretleri, ona haber gönderip; "Küçükken boğanın boynuzundan almakla, dünyâ
hayâtının devâmına vesîle olduğumuz için sevinmişti. Şimdi de, âhirette kurtulması için
gayret ediyoruz. Niye üzülüyor ki? Sevinse daha iyi ederdi." dedi. Kadın bu haberi alınca,
çocuğunu kurtaran elin sâhibinin o olduğunu anladı. Bundan sonra kendisi de, Seyyid
hazretlerine çok muhabbet etti.
Ahmed-i Bedevî talebelerinden Abdül'âl'e ve Abdülmecîd'e bilhassa alâka ve ihtimâm
gösterirdi. Bunlardan Abdülmecîd birgün dayanamayıp hocasının yüzünü görmek istedi ve
mübârek yüzünü hiç göremediğini, görmemeye dayanamadığını, bu sebeple yüzünden
örtüsünü açmasını taleb etti. Seyyid de; "Ey Abdülmecîd! Beni görmeye dayanamazsın.
Senin, benim gözlerime bir bakman canına mâl olur. Bir bakış, bir can mukâbilindedir."
buyurdu. O da; "Ey efendim! Yeter ki mübârek yüzünüzü göreyim de, ölürsem öleyim. Zararı
yok. Çünkü artık dayanamıyorum." dedi. Bunun üzerine Seyyid hazretleri örtüsünü kaldırdı.
Abdülmecîd, Ahmed-i Bedevî'nin cemâlini görür görmez yere düştü. Rûhunu teslim etti.
Sâlih Abdül'âl ise, hocasının vefâtına kadar yaşadı ve hocasının vekîli olup talebelere feyz
vermek ve onları yetiştirmek vazîfesini aldı.
Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretleri, talebelerini teveccühle terbiye eder ve konuşmazdı.
Halîfesi Abdül'âl, dışarıdan, câhil, mânevî terbiyeden mahrûm, gâfil bir kimseyi Seyyidin
huzûruna getirince, Seyyid hazretleri hemen bir kerre nazar buyurmakla, o kimse, mânevî
hâller ve yüksek dereceler ile dolmuş olurdu. Sonra Seyyid Bedevî Abdül'âl'e; "Söyle, o
kimse falan beldede sakin olup yerleşsin! Oradaki insanlara faydalı olsun!" buyururdu. Onun,
talebeleri terbiye etmesi, yetiştirmesi, bu şekilde idi. Bir bakışla, uzun yıllar zahmet ve
meşakkat çekmekle elde edilen derecelere bir anda yükseltirdi.
Ahmed-i Bedevî, umûmiyetle evinin damında bulunur, orada ibâdet ve tâatle meşgûl olurdu.
Bunun için ona talebe olanlara "Sütûhî" veya "Eshâb-ı sath" denirdi. Bu sebeple Seyyid
Ahmed-i Bedevî, Seyyid Ahmed-i Sütûhî diye de tanındı.
Bir adam omuzunda süt dolu kap ile Ahmed-i Bedevî hazretlerinin yanından geçerken,
Ahmed-i Bedevî, parmağı ile kabı işâret eder etmez, kap yere düşüp süt tamâmen döküldü.
Bu hâle canı sıkılan adam, yere dökülen süte bakınca, içinde şişmiş bir yılan gördü. Bu hâli
farkedince çok sevindi. Çünkü, kendisi ve çocukları, muhakkak bir ölümden kurtulmuşlardı.
Bu lütfundan dolayı Allahü teâlâya hamd ve Ahmed-i Bedevî hazretlerine teşekkür etti.
Ahmed-i Bedevî hazretlerini sevenlerden Şeyh Rekîn isminde bir zât vardı. Seyyid Bedevî bir
gün bu zâtı yanına çağırıp kendisine; "Ey Rekîn! Bana ileride büyük bir kıtlık olacağı ilhâm
olundu. Bunun için sen, bol mikdârda buğday alıp muhafaza et! Kıtlık zamânında insanlar
senin biriktireceğin buğdaydan pekçok istifâde ederler. Buğday temin edebilmek için uzak
memleketlere gitmek zahmetinden kurtulmuş olurlar. O zaman sen, elinde bulunan buğdayı
insanlardan ihtiyâcı olanlara, Resûlullah'ın hürmeti için ikrâm ve ihsân olmak üzere çok ucuz
fiyata sat!" buyurdu. O da; "Peki efendim." diyerek hocasının elini öptü ve oradan ayrıldı. O
sıralarda buğday gâyet ucuz ve her tarafta bol miktârda mevcuttu. Elinde bulunan bütün
parasını buğdaya yatırdı. Daha da ileri giderek âile ve akrabâsından izin alıp ellerinde bulunan
zînet eşyâları ile de buğday satın aldı. Biriktirdiği bol mikdârdaki buğdayı mahzenlerde
muhafaza etti.
Bu sırada, o bölgenin vâlisi Tanta'ya gelmişti. Bir yere çadırını kurup yerleşti. Atları için yem
istedi. Rekîn'den başkasında da buğday yoktu. Vâlinin adamlarının gelerek, kendisinden
buğday isteyeceklerinden korkup, Ahmed-i Bedevî hazretlerinin yanına gitti ve durumu
kendisine arzetti. O da, hiç üzülüp endişe etmemesini, kendisinden buğday istedikleri zaman
kamh-ı zerî (buğday tâneleri, kırıntıları) bulunduğunu, başka bir şey bulunmadığını
söylemesini tenbih etti.Nihayet vâlinin adamları gelip, kendisinden buğday istediler. O da
anbarında, kamh-ı zerî'den başka birşey bulunmadığını bildirdi. Adamlar anbarın anahtarını
alıp anbara girdiklerinde, hakîkaten, kamh-ı zerî denen kırıntılardan başka bir şey
göremediler. Dönüp gittiler ve Rekîn'e de herhangi bir zarar yapmadılar. O da gidip bu
durumu Ahmed-i Bedevî'ye arzedince; "Sana bir zarar yapamadıkları için Allahü teâlâya
şükret, yalnız O'na hamd-ü senâda bulun." buyurdu.
Bir zaman sonra, buğday fiyatları son derece pahalandı ve yakın yerlerde bulunamaz oldu.
İnsanlar, ihtiyaçları olan buğdayı bulabilmek için uzak memleketlere gitmek ve çok yüksek
fiyat ödemek mecbûriyetinde kaldılar. Rekîn, Ahmed-i Bedevî'ye gelerek bu durumu arzetti.
O da; "Elindeki buğdayı insanlara sat! Fakat onlara karşı müsâmahalı davran, ucuza sat!
Allahü teâlâ katında bunun sevâbı pek fazladır." buyurdu. Rekîn mahzenlerini açtı. Çok ucuz
fiyattan buğday satmaya başladı. Fiyatı çok düşük tutmasına rağmen çok fazla kâr etti.
Yakınlarından aldığı zînet eşyâlarını fazlasıyla kendilerine iâde etti. Âilesine, gerdanlık,
çeşitli ve güzel elbiseler ve zînet eşyâları aldı. Fakirlere, muhtaçlara pekçok ikrâmlarda
bulundu. Herkes kendisine yaptıkları sebebiyle çok duâ etti. Bundan sonra hacca ve
Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmeye niyet etti. Bu niyetini Seyyid-i Bedevî
hazretlerine arz edince, izin verdi. Hazret-i Rekîn, yol hazırlıklarına başladı. Hazırlıklarını
tamamlayıp, yola çıkacağı zaman, Ahmed-i Bedevî'nin huzûruna vardı. Ahmed-i Bedevî;
"Allahü tealâya tevekkül ederek yola çık!" buyurdu. Rekîn orada, Ahmed-i Bedevî'ye ait olan
ve kullanılmayan bir aba gördü. Bereketlenmek için yanında bulundurmak niyetiyle bu abayı
hocasından istedi. O da abayı verebileceğini fakat yolda kaybedip, bunun için de çok
üzüleceğinden endişe ettiğini bildirdi. Fakat Rekîn, o anda bu inceliği anlayamayıp, abayı
yanında bulundurmak arzusunda olduğunu söyledi ve nihâyet abayı alarak yola çıktı.
Hac vazîfesini îfâ edip geri dönerken, Akabe denilen yerde, abayı hatırladı. Eşyâları arasında
aradı koyduğu yerde yoktu. Ararken abayı develerin ayaklarının altında, necâsete bulaşmış
olarak gördü. Hemen alarak, güzelce yıkadı ve kuruması için bir yere serdi. Başka ihtiyaçları
ile meşgûl olurken, abayı kaybetti. Ne kadar aradı ise, abadan hiçbir haber alamadı. Üzüntü
içinde, Mısır'a Ahmed-i Bedevî hazretlerinin bulunduğu beldeye geldi. Kaybettiği abadan
daha güzel ve daha pahalı bir aba satın alıp, bunu hocasının yanına götürdü. Bir de ne görsün.
Yolda kaybettiği aba, hocasının odasında duruyordu. Hayretler içinde abaya bakarken, Seyyid
Bedevî, kendisine; "Ey Rekîn! Teaccüp etme! Sen onu yıkayıp serdikten sonra, ben, onun
kaybolmasında endişe edip aldım ve buradaki yerine koydum." buyurdu.
Ekseri büyük âlimlere olduğu gibi, bu büyük zâta da karşı çıkanlar, büyüklüğünü inkâr
edenler oldu. Fakat, hepsi başlarına gelen çeşitli belâlar ve sıkıntılar sebebiyle cezâlarını
gördü. Bunlardan çoğu hatâlarını anlayıp, tövbe ederek talebelerinden oldular. Meselâ,
Vech-ül-kamer adında bir kimse vardı. Seyyid hazretlerinin herkes tarafından çok sevildiğini
çekemezdi. Dil uzatırdı. Az bir zaman sonra suçlu bulunup îdâm edildi.
Şâfiî mezhebinin büyük âlimlerinden ve Seyyid Ahmed-i Bedevî'nin zamânında yaşamış olan
İbn-üd-Dakîk, Abdülazîz Dîrînî'ye haber gönderip; "İnsanlar, Seyyid Ahmed-i Bedevî ile çok
meşgûl oluyorlar ve onu çok seviyorlar. Ona şu meseleleri sor! Eğer bilebilirse, tam bir velî
olduğunu anlarız." dedi. Abdülazîz Dîrînî de, Ahmed-i Bedevî'ye o suâlleri sordu. O da; "Bu
suâllerin cevâbı Kitâb-üş-Şecere'de vardır ve şöyle şöyledir." buyurup, hepsinin cevâbını tek
tek verdi. Kitaba baktıklarında söylediklerinin aynen olduğunu gördüler. Bundan
sonraİbn-üd-Dakîk'in ve Abdülazîz Dîrînî'nin Seyyid hazretleri hakkında şüpheleri kalmadı.
Muhabbetleri çok arttı. Kendilerine, Ahmed-i Bedevî hazretlerinden suâl edildiğinde, diğer
âlimler gibi bunlar da; "Seyyid Ahmed-i Bedevî, sâhili görülmeyen bir hakîkat ve irfan
denizidir." derlerdi.
Mısır'da Kâdı'l-kudat olan Takıyyüddîn isminde bir zât vardı. Ahmed-i Bedevî hazretlerinin
büyük bir velî olduğunu biliyordu. Fakat, buna Seyyid hazretleri hakkında uygunsuz sözler
söylemişlerdi. Bu da yakından ve iyice anlamak için Seyyid hazretlerinin yanına geldi. Sohbet
esnâsında bir ara Seyyid hazretlerine; "Sizin hakkınızda bana, uygun olmayan haberler geldi.
Cemâate gelmediğiniz, hattâ namazı kılmadığınız oluyormuş. Bu, Resûlullah efendimizin
sünnetine aykırıdır ve bu hâl, sâlihlerin hâli değildir." dedi. Buna üzülen Ahmed-i Bedevî;
"Sus! Yoksa uçarsın." deyip, Takıyyüddîn'e sert bir nazarla baktı. Nazarın şiddeti ile
kendinden geçenTakıyyüddîn bir anda kendisini uçsuz bucaksız bir sahrâda buldu. Kendi
kendisini çok ayıplayarak ve kendi kendine çok kızarak; "Hey ahmak ve aptal kişi! Allahü
teâlânın dostlarında, evliyâsında kusur ve kabahat aramak senin ne haddine! Bu ıssız sahrâda
kimsenin bulunmadığı bu yerde senin hâlin ne olacak?" diyordu. Ağlayarak, sızlayarak,
Allahü teâlânın rahmet ve magfiretine sığınarak "Lâ havle.." okuyordu.
Bu sırada çok uzaklardan bir kimse göründü. Gâyet heybetliydi. Takıyyüddîn, bu ıssız
sahrâda bir insan ile karşılaşmanın sevinciyle ve kendisine yardımcı olur ümidiyle, o
kimsenin yaklaşmasını heyecânla bekledi. Gelen kimse yaklaşınca, koşarak ellerine sarıldı ve
ağlayarak kendisine yardımcı olmasını istedi. O heybetli kimse; "Söyle bakalım. Derdin
nedir?" dedi.Seyyid Ahmed-i Bedevî ile arasında olan hâdiseyi anlatınca, gelen kimse çok
hayret etti ve; "Hakîkaten sen, tehlikeli bir iş yapmışsın ve çok tehlikeli bir hâle düşmüşsün.
Sen buranın Mısır'a olan uzaklığı ne kadardır, bilir misin?" dedi. Takıyyüddîn; "Ben buraları
hiç tanımıyorum. Mısır'dan ne kadar uzakta olduğunu da bilemiyorum." deyince, gelen kimse;
"Mısır ile buranın arası altmış günlük mesâfedir." dedi. Bunun üzerine Takıyyüddîn'in
çâresizliği ve korkusu daha da arttı. Kendi kendine; "Allahü teâlânın rızâsı için beni bu
müşkül durumdan kurtaracak birisi yok mudur?" diye söylendi. Buralarda ölüp gideceğini
düşünerek; "İnnâlillah..." okuyordu. Sonra yine o heybetli zâta yalvararak; "Allahü teâlânın
rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Sen bana yardımcı olamaz mısın?" dedi. O da; "Hiç
korkma! İnşâallah selâmete erersin." dedi ve eliyle işâret ederek çok uzaklarda görülen bir
kubbeyi gösterdi. "O kubbeyi görebiliyor musun?" dedi. Takıyyüddîn; "Evet." deyince, o
kimse; "İşte, senin kendisine uygunsuz sözler söylediğin Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretleri,
ikindi namazını cemâatla orada kılar. Sen şimdi, haline tövbe istigfâr ederek oraya git! İkindi
namazı vaktine yetiş. Orada cemâatle namazını kıl! Namazdan sonra Seyyid hazretlerinin
elini öp, özür dile! O, inşâallah seni affeder ve Allahü teâlânın izni ile seni memleketine
ulaştırır." dedi.
Takıyyüddîn, bu zâta teşekkür ederek ayrıldı ve süratle o kubbenin bulunduğu yere gitti.
Oraya varınca çok güzel bir câmi olduğunu gördü. İkindi namazı vakti olmak üzere idi.
Abdest aldı. İçeriye girip oturdu. Biraz sonra hiç tanımadığı garib kimseler câmide
toplanmaya başladı. Nihayet Seyyid hazretleri de geldi. Oradaki cemâate imâm oldu. İkindi
namazını kıldılar. Namazdan sonra, Seyyid hazretlerinin eline sarılıp, özür dilemeye
hazırlanırken Ahmed-i Bedevî; "Hızır aleyhisselâmın yardımı, yol göstermesi olmasaydı çok
zor durumda kalmıştın değil mi?" buyurdu.
Bu kerâmet karşısında eski hâline daha çok pişmân olan ve kendi kendine daha çok
kızanTakıyyüddîn; "Efendim! Ben hâlime tövbe ettim. Sizden çok özür diliyorum. Özrümü
kabûl ediniz ve beni affediniz!" dedi. Seyyid hazretleri özrünü kabûl etti, sırtını sıvazladı.
"Bir daha böyle düşünceleri kalbine getirme! Şimdi evine dön! Çocukların seni bekliyorlar."
buyurdu. Takıyyüddîn; "Hay hay efendim! Bundan sonra hiçbir sözünüze ve hâlinize îtirâz
etmeyeceğim. Allahü teâlânın evliyâsında kusur ve kabâhat aramayacağım." dedi. Sonra bir
anda kendisini Mısır'da evinin önünde buldu. Bu hâlin tesirinden uzun müddet kurtulamadı.
Talebesi Abdül'âl'ın, tövbe-i nasûhun ne olduğunu sorması üzerine şöyle buyurdu:
"Tövbenin hakikati, geçmiş günahlara pişman olmak, gelecekte olacağa istigfâr etmek, affını
istemektir. İşlenen günâha tamamen pişman ve bîzâr olmak, bir daha o günahı işlememeye
cânu gönülden azmetmek ve bu çeşit bir tövbe ile kalbi temizlemekten ibârettir.
Sâdık kimsenin kim olduğu sorulduğunda:
"Sâdık o kimsedir ki; Allahü teâlânın hükmünden râzı olduktan sonra Allahü teâlânın
emirlerini yerine getirip Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uyan, başkasından bir
şey istemeyip verilirse şükreden, verilmezse sabreden kimsedir." buyurdu.
Ahmed-i Bedevî 1276 (H.675) senesinde Mısır'ın Tanta şehrinde vefat etti. Kabr-i şerîfi
üzerine yapılan türbede her sene düzenlenen toplantılarda Mevlid-i şerîf ve Kur'ân-ı kerîm
okunması âdet oldu. Ahmed Bedevî hazretlerinin kerâmetleri vefâtından sonra da devam etti.
Ahmed-i Bedevî hazretlerinin medfûn bulunduğu Tanta şehri yakınında bulunan Garbiyye
şehrinin vâlisi, Ahmed-i Bedevî'nin büyüklüğüne inanmazdı. Bu sebeple, her sene Seyyid
hazretlerinin türbesinde düzenlenmekte olan mevlid toplantılarına Garbiyye ahâlisinden
katılmak isteyenlere de mâni olur, gitmelerine müsâade etmezdi. Bu hâli haber alan
Muhammed Şenavî hazretleri o şehre gidip vâli ile görüştü. Böyle yapmasının çok mahzurlu
olduğunu, Seyyid hazretlerinin çok büyük evliyâ olduğunu anlatıp, kendisine çok nasîhat etti.
Vâli, nasîhatleri kabûl etmedi. Eski haline de devâm etti. Bu hale çok üzülen Muhammed
Şenâvî, bu durumu mânevî olarak, Seyyid Ahmed-i Bedevî'ye arzetti. O anda; "Sabret! O,
yakında cezâsını bulur." diye bir ses duyuldu.
Az zaman sonra vâlinin yüzünde bir yara çıktı. O vâli, dudaklarını ve dilini de kaplayan bu
yara sebebiyle, zelîl ve hakîr hâle düştü. Böylece, evliyâya düşman olmanın cezâsını dünyâda
iken çekmeye başladı. Bir müddet sonra öldü.
Mısır'da Ebü'l-Gays bin Ketîle isminde âlim bir kimse vardı. Bir gün yolu, Ahmed-i Bedevî
hazretlerinin medfûn bulunduğu beldeye düştü. Oradaki insanların, Seyyid hazretlerine çok
büyük ihtimâm, hürmet gösterdiklerini görünce; "Siz de fazla yapıyorsunuz. Ona lüzûmundan
fazla ihtimâm gösteriyorsunuz!" dedi. Orada bulunanlardan biri; "Sen ne diyorsun. O çok
büyük bir velîdir." dedi. Ahmed-i Bedevî hazretlerinin büyüklüğünü anlayamamış olan adam,
bu söze daha da içerledi. Fakat cevap vermedi. Bu kimse misafir olduğu için kendisine yemek
getirdiler. Yemekte kızartılmış bir balık vardı. Ebü'l-Gays yemek yerken boğazına bir kılçık
takıldı. Saatlerce uğraştılarsa da çıkartamadılar. Nice tanınmış doktorlar çağırdılar, onlar da
çıkaramadılar. Artık yemekten, içmekten kesilmişti. Yataklara düştü. Her geçen gün ızdırâbı
şiddetleniyor, hiçbir şey de yapamıyordu. Ölecek duruma gelmişti. Nihâyet aradan uzun bir
süre geçtikten sonra, son çâre olarak Ahmed-iBedevî hazretlerinin kabrini ziyâret edip,
rûhâniyetinden yardım istemeyi düşündü. Yakınları bunu Seyyid hazretlerinin kabrine
götürdüler. Kabrin yanında oturup, kendisine dil uzattığı için pişmân olmuş bir kalp ile ve
Seyyid hazretlerinin rûhuna hediye etmek niyetiyle Yâsîn-i şerif okurken, kendisine bir
aksırma hâli geldi. Doktorların uğraşarak çıkaramadıkları kılçık, orada bir aksırma ile
çıkıverdi. O kadar rahatladı ki, sevincinden ne diyeceğini bilemedi. "Ya Seyyid Ahmed-i
Bedevî! Sizin çok yüksek bir velî olduğunuzu şimdi anladım. Ben sizin hakkınızda çok
uygunsuz düşünüyormuşum. Sizin büyüklüğünüzü inkâr etmenin ne kadar yanlış olduğunu ve
böyle düşünmenin ne büyük haksızlık olduğunu şimdi çok güzel anladım. Eski
düşüncelerimden dolayı Allahü teâlâya tövbe ediyorum." dedi.
Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin doğum ve vefâtının sene-i devriyelerinde ve başka
zamanlarda, insanların bu zâta çok alâka muhabbet göstermelerinden rahatsız olan ve Seyyid
hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden, kendini beğenmiş bir kimse vardı. Bu bozuk
düşüncelerinde çok ileri gittiği bir gün idi. Yine Seyyid hazretlerine buğz eder hâlde iken,
hafızasında ve kalbinde îmân ve mârifete âit ne varsa hepsinin bir anda silindiğini hissetti. Ne
olduğunu anlayamamıştı. Ne yapacağını şaşırdı. Bu hâlinin, Seyyid hazretlerine olan îtirâzın
bir cezâsı olabileceğini düşündü. Seyyid hazretlerinin kabrine gitti. Rûhâniyetinden imdâd
istedi. Tövbe ettiğini, affedilmesini ricâ etti. Seyyid'in kabrinden bir ses; "Bir daha inkâr ve
îtirâza dönmemek şartıyla." diyordu. Adam; "Peki." deyip kabûl etti. Bundan sonra, îmân ve
mârifete ait bildiklerinin tekrar kendisine verilmiş olduğunu hissetti ve sözünü tuttu.
Ahmed-i Bedevî hazretlerinin, rûhu için okunan mevlid-i şerîf için toplanılmıştı. Mecliste o
zamâna kadar görülmemiş bâzı velîler de vardı. Onlara devamlı bu toplantılara katılan bir zât;
"Siz nereden geliyorsunuz?" diye sordu. Hindistan'dan geldiklerini söylediler. Arkasından;
"Bu kadar uzak yoldan tâ buralara kadar gelmenizin sebebi nedir? Ticâret falan mı
yapıyorsunuz?" dedi. Onlar; "Hayır. Biz sâdeceAhmed-i Bedevî hazretlerini ziyâret etmek ve
mevlidinde bulunmak için geldik." dediler. "Peki Hindistan buraya çok uzaktır. Bu kadar
uzun yolu ne kadar zamanda aldınız?" deyince de; "Salı günü Hindistan'dan yola çıktık.
Çarşamba gecesini Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin huzûrunda geçirdik.
Perşembe gecesinde Bağdat'ta Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî'nin huzûrunda idik. Bu gece de
(yâni cumâ gecesi) işte buradayız (Mısır'ın Tanta şehrinde Seyyid-iBedevî hazretlerinin
huzûrundayız)." cevâbını verdiler. Onlar anlattıkça soru soran zât hayret içinde kaldı. Bunun
üzerine; "Niçin şaşıyorsunuz? Allahü tealânın evliyâsı için bütün dünyâ bir adımlık yoldur."
dediler.
Bir seferinde HâceHalebî adında birisi, yanında kumaş cinsinden mallar olduğu hâlde,
mevlidde hazır bulunmak üzere Ahmed-i Bedevî hazretlerinin türbelerine doğru yola çıktı.
Seyahat esnâsında yedi atlı önüne geçip, mallarını almak istediler. HâceHalebî, o anda Seyyid
Ahmed-i Bedevî hazretlerinin rûhâniyetinden yardım istedi. Sözü henüz bitmeden, beyaz atlı
ve gözlerinden başka bir yeri görünmeyen heybetli ve cesûr biri gelerek haydutları kovaladı.
Hâce Halebî gelen zâtı tanıdığını ve onun Ahmed-i Bedevî olduğunu söyledi.
Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin türbesinin kubbesinde, Resûlullah efendimizin mübârek
ayak izlerinin bulunduğu bir taş vardı. Bu kıymetli taş, kubbeye öyle sanatkârâne
yerleştirilmişti ki, türbeye girenler, önce bu taşı görürler, sonra da Seyyid hazretlerini ziyâret
ederlerdi. Bâzı kimseler, bu taşın alınarak müzeye konmasını ve burada bırakılmamasını
söylediler. Zamânın idarecilerini de iknâ edip, taşı alıp müzeye nakletmek için teşebbüse
geçtiler. Fakat ne kadar uğraştılarsa, taşı yerinden ayırmak mümkün olmadı. Bu hâlin, Seyyid
hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu, taşı yerinden kımıldatamayacaklarını anlayıp, bu işten
vazgeçtiler.
Ahmed-i Bedevî hazretlerinin Salevât, Vesâyâ, El-İhbâr fî Halli Elfâz-ı Gâyet-ül-İhtisâr ve
başka eserleri vardır.
!B+>,>!&&-"0")"&&$-$,$!&1+7
Ahmed-i Bedevî hazretleri talebesine şöyle vasiyette bulundu:
"Ey Abdül'âl! Dünyâ sevgisinden sakın. Zîrâ sirke saf balı bozduğu gibi dünyâ sevgisi de
sâlih ve iyi amellerini bozar. Yetimlere, şefkat, çıplaklara elbise giydirmekle merhamet, açları
doyurmakla himâye, garipleri zayıfları ikrâm ile korumak âdetin olsun. Bu işlerin Allahü teâlâ
katında kaybolmaz.
Ey Abdül'âl! Zikre, Allahü teâlâyı anıp, hatırlamaya devâm et. Bir an bile Allahü teâlâdan
gâfil olma, O'nu unutma. Gece kıldığın bir rekat namaz, gündüz kıldığın bin rekatdan daha
üstündür. Allahü teâlâyı zikretmek kalp ile olur, sâdece dil ile olmaz. Allahü teâlâyı hâzır bir
kalp ile an! Allahü teâlâdan gâfil olmaktan sakın! Çünkü, bu gaflet kalbi katılaştırır. Sabır,
Allahü teâlânın hükmüne rızâ göstermektir. O'nun hükmüne rızâ göstermek ve emrine teslim
olmak demek, nîmete kavuştuğunda sevinip ferahlık duyduğu gibi, musîbet ve sıkıntı
geldiğinde de aynı sevinç ve ferahlığı duyabilmek demektir. Nitekim Allahü teâlâ, Bekara
sûresinin 155. âyet-i kerîmesinde meâlen, Peygamber efendimize hitâben; "(Ey habîbim!
Musîbet ve ezâya) sabredenlere (lütûf ve ihsânlarımı) müjdele!" buyuruyor. Zühd sâhibi
olmak, dünyâya düşkün olmamak demek; dünyevî arzu ve istekleri terk etmek sûretiyle, nefse
muhâlefet etmek demektir. Harama düşmek korkusundan dolayı, yetmiş tâne helâli terk
etmektir. Tefekkür etmenin hakîkati, Allahü tealânın yarattıkları hakkında düşünmek, fakat
Allahü teâlânın zâtı hakkında düşünmemektir.
Ey Abdül'âl! Allahü teâlânın kullarından birine bir musîbet gelse, bunun için sakın sevinme!
Gıybet ve dedi-kodu yapma! İnsanlar arasında söz taşıma! Sana eziyet vereni, zulmedeni
affet! Kötülük yapana iyilik et! Sana vermeyene ver.
Ey Abdül'âl! Dervişliğin, talebeliğin şartları; kötü iş ve sözlerden sakınmak, harama
bakmamak, iffetli olmak, her zaman Allah korkusuna sâhib olmak, Allahü teâlânın emirlerine
uygun yaşamak, Allahü tealâyı hiç unutmamak, âhirette başa gelecekleri düşünerek hep
uyanık ve dikkatli olmaktır.
Ey Abdül'âl! Yolumuz, Kur'ân-ı kerîme ve Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine,
bildirdiklerine uymak, doğruluk, verdiği sözü yerine getirmek üzerine kuruludur. Âlimler
yanında dilini, insanların ileri gelenleri yanında gözünü, hocanın huzûrunda kalbini muhâfaza
et. Edep ve vakâr üzere ol.
Ey Abdül'âl! İlmi olmayan kimsenin dünyâda da âhirette de hiçbir kıymeti yoktur. Hilmi,
yumuşaklığı olmayan kimseye, ilmi fayda vermez. Allahü teâlânın kullarına şefkat etmeyen
kimseye, Allahü teâlâ katında şefâat yoktur. Sabırlı olmayan kimseye, işlerinde selâmet
yoktur. Takvâsı, Allahü teâlâdan korkması, haramlardan sakınması olmayan kimsenin, Allahü
teâlâ indinde hiçbir kıymeti yoktur. Bu altı hasletten nasîbi olmayan kimsenin, Cennet'te yeri
yoktur.
$3:2+&&-2&&<1--$:&:16=
Sâlim isminde bir kimse küffâr memleketlerinden birinde esirdi. Başında bir nöbetçi asker
vardı. Bu asker, müslümanların, Seyyid-i Bedevî'yi çok sevdiklerini, sıkıntıda kalınca
rûhundan yardım istediklerini ve Allahü teâlânın izni ile böyle insanların imdâdına yetiştiğini
duymuştu. Bunun için o zâtın Seyyid hazretlerinden yardım talebinde bulunmasından
korkuyordu. Ona sık sık; "Eğer senin, yâ Ahmed Bedevî! dediğini işitirsem, çok eziyet,
işkence ederim." diye tehdit ederdi. Bir gün bu korkusundan dolayı onu büyük bir sandık
içine koydu. Kapağını kilitledi. Kendisi de sandığın üzerine yattı. Geceleyin Sâlim Efendi
Seyyid Bedevî'den yardım isteyip; "İmdât yâ Seyyid AhmedBedevî hazretleri! Bana yardım
ediniz!" dedi. SeyyidAhmed hazretleri geldi. Sandığı, üzerinde yatan askerle berâber alıp
götürdü. Bir anda kendilerini bilmedikleri bir yerde buldular. Orada Sâlim Efendiyi sandıktan
çıkardı ve gözden kayboldu. Etraflarında toplananlara, olanları anlattılar. Onlar; "Burası
Kayravan'dır. Geldiğiniz yer ile arası çok uzaktır." dediler. O asker de bu hâl karşısında çok
şaşırdı ve müslüman oldu. Seyyid hazretlerinin kabrini ziyâret için berâberce Mısır'a gittiler."
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.309
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.183
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.345
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.314
5) El-A'lâm; c.1, s.175
6) Îzâh-ül-Meknûn; c.2, s.644
7) Hüsn-ül-Muhâdara; c.1, s.521
8) Kâmûs-ül-A'lâm; c.1, s.787, c.2, s.1257
9) Hadîkat-ül-Evliyâ (son kısım); s.1
10) Tabakât-ül-Evliyâ; s.422
11) Tuhfet-ür-Râgıb; s.65
12) Tam İlmihâl Seâdet-iEbediyye; s.980
13) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.120
14) Mir'ât-ül-Harameyn (Mir'at-ı Medîne); s.1049
15) Kıyâmet ve Âhiret; s.128
16) Menâkıb-ı Ahmed-i Bedevî (Süleymâniye Kütüphânesi, Hasan Hüsnü Paşa Kısmı,
No:587)
17) Dürr-ül-Mahzum (Süleymâniye Kütüphânesi, Tahir Ağa Kısmı, No:421)
AHMED BÂBÂ TENBEKTÎ
AHMED BÂBÂ TENBEKTÎ;
Fas'ın büyük velîlerinden ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ahmed olup babasının ismi
Ahmed'dir. "Bâbâ" diye bilinir. 1554 (H.963) senesinde, Fas'ta bulunan Tenbekt'de doğdu.
1623 (H.1032)de yine aynı yerde vefât etti.
Küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. İlk öğrenimini tamamladıktan sonra, bâzı temel kitapları
ezberledi. Amcası Ebû Bekr Şeyh Sâlih'den nahiv ilmini öğrendi. Allâme Muhammed Beyden
tefsîr, hadîs, fıkıh, usûl ve Arabî ilimleri tahsîl edip, tasavvuf ilmini ve inceliklerini öğrendi.
Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yükseldi. Uzun müddet onun sohbetinde ve terbiyesinde kalıp,
mânevî feyz alıp yükseldi. Bu arada babasından hadîs-i şerîf dinleyip, mantık okudu. Kuşeyrî
Risâlesi ile Harîrî'nin Makamât'ını babası okuttu. Akranları arasında tanınıp şöhret buldu.
Fas sultanlarından Mahmûd bin Nasr, 1593 senesinde Tenbekt'i işgâl edince, Ahmed Bâbâ'yı
esir edip Merâkeş'e götürdü ve hapsetti. İki sene esir kaldıktan sonra, 1595 senesinde serbest
bırakıldı. Esâretten sonra Merâkeş'de bulunan Şûrefâ Câmiinde birçok kimselere ilim
öğretmekle meşgûl oldu.
Şöhreti daha da yaygınlaşan Ahmed Bâbâ, Merâkeş'de Sultan Mansûr vefât edinceye kadar
kaldı. Sultan vefât ettikten sonra, oğlu Zeydân memleketine dönmek üzere izin verdi.
Memleketi olan Tenbekt'e dönüp orada da ilim öğretmekle meşgûl oldu.
Ahmed Bâbâ Tenbektî, Merâkeş'te bulunduğu sırada, büyük zâtların, evliyânın ve âlimlerin
kabirlerini sık sık ziyâret ederdi. Özellikle Ebü'l-Abbâs Sebtî'nin kabrini, beş yüz defâdan
fazla ziyâret ettiği rivâyet edilir. Ebü'l-Abbâs Sebtî'nin kabrini ziyâret etmek için gittiği
zaman, olmasını istediği bir hususu kâğıt üzerine yazar, kâğıdı kabrinin üzerine koyardı. O
zâtı vesîle ederek Allahü teâlâya duâ eder; "Bu kâğıtta yazılı husûsun berâetini (hakkımda
hayırlı mı hayırsız mı olduğu husûsuna işâret edilmesini) istiyorum." der ve uygun cevâbı alıp
dönerdi. Bu ziyâretleri esnâsında başka kimseler de bulunup verilen cevâba şâhid olurlardı.
Cumâ günü olduğu zaman, kabristanlara gider, kimlere ait olduğu bilinmeyen kabirleri
ziyâretle kabirdeki kimselerin rûhuna Kur'ân-ı kerîm okur, duâ ederdi.
Ahmed Bâbâ Tenbektî, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derece ve irfân sâhibi, ilmiyle âmil,
bir zattı. Fazîletli, mütevâzi ve bildiğini öğretmekten zevk duyan bu âlimden pek çok kimse
zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrenip yükseldi. Bu yüzden onun evi ilim ve irfân meclisiydi.
Ebû Abdullah Muhammed bin Yâkub el-Merâkeşî onun hakkında şöyle demektedir:
"Ahmed Bâbâ, ilmiyle amel eden âlim, zekî, ileri görüşlü ve firâset sâhibi, fıkıh, hadîs, tefsîr,
usûl ve târih ilimlerinde yüksekti. Kendisine gelen kimselerin işlerine yardımcı olurdu. İlim
öğrenme ve öğretmeden geri durmadı. Aklî ve naklî ilimlere dâir birçok eser yazmıştı. Batıda
ondan daha doğru sözlü, isbatlı ve iknâ edici konuşan, ilim yolunda ilerlemiş bir kimse
görmedim."
Âlim, fâzıl, güzel ahlâk ve tevâzu sâhibi olan Bâbâ Ahmed Tenbektî'nin, fıkıh, tefsîr, hadîs
ilimlerine dâir kırktan fazla eseri vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1)
Hâşiyet-ül-Muhtasar-il-Halîl fil-Fürû', 2) Tenbîh-ül-Vakıf alâ Niyyet-il Hâlif, 3)
Ta'lîkun alâ Evâil-il-Elfiye, 4) Neyl-ül-Emel fî Tafsîl-in-Niyyeti alel-Amel, 5)
En-Nüket-ül-Müstecâde fî İlhâk-il-Fâili bil-Mübtedei fî Şart-il-İfâde, 6) El-Hadîsu
vet-Te'nîs fil-İhticâci bi İbn-i İdrîs, 7) Celb-ün-Ni'met ve Def'un-Nikmet fî
Mücânibet-iz-Zulmet, 8) El-Matlabu vel-Ma'râb fî A'zam-i Esmâ-ir-Rabb, 9) Tertîbühü
Câmi'ul-Mi'yâr, 10) Tezyîl-üd-Dîbâc, 11) Ed-Dürr-ün-Nazîr, 12) Hamâil-üz-Zehr, 13)
Neşr-ul-Abîr, 14) Dürer-ül-Vişâh bi-Fevâid-in-Nikâh, 15) Şerh-us-Südûr ve Tenvîr-ül
Kalbi bi-Beyânî Magfireti lil-Cenâb-ın-Nebevî min-ez-Zenb, 16) Şerh-us-Suğrâ
lis-Sünûsî, 17) Kifâyet-ül-Muhtac li-Ma'rifeti mâ Leyse fid-Dîbâc.
1) Hülâsat-ül-Eser; c.1, s.170,172
2) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.155,156
3) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.145
4) Ta'rîf-ul-Halef; c.1, s.16,25
5) Brockelmann; Gal: 2, s.618, Supp: 2, s.715
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.157
24 Mayıs 2013 Cuma
AHMED BİN ÂSIM ANTÂKÎ
AHMED BİN ÂSIM ANTÂKÎ;
Evliyânın meşhûrlarından. İsmi Ahmed bin Âsım, künyesi, Ebû Ali ve Ebû Abdullah'tır.
Antakya'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Âilesi Antakya eşrâfından îtibâr edilen
kimselerdi. 853 (H.239) senesinde vefât etti.
Ahmed bin Âsım Antâkî'nin gençliği ilim tahsili ile geçti. Zâhirî ilimlerde olduğu gibi bâtınî
(kalb) ilimlerinde de yüksek derecelere yükseldi. Ebû Süleymân-ı Dârânî'nin sohbetlerinde
kemâle geldi. Tebe-i tâbiîn neslinden olup, Fudayl bin Iyâd ve Hâris-i Muhâsibî gibi
zamânının en büyük velîleri ile görüştü. Bişr-i Hafî ve Sırrî-yi Sekatî'nin akranlarındandır.
Ahmed bin Ebi'l-Havârî'nin üstâdı kabul edilir.
Ahmed bin Âsım hazretleri keskin firâset sâhibiydi. Ebû Süleymân-ı Dârânî onun için
"kalplerin avcısı" buyurmuştur. Yâni kalp hastalıkları ve tedâvileri ile ilgili tesirli ve çok
mânâlı sözleri vardır.
Kendisinden nasihat isteyenlere buyurdu ki:
"Ey kardeşlerim! En faydalı korku, insanı günahlardan, Allahü teâlânın beğenmediği
şeylerden alıkoyan, âhiret işlerinin elden çıkması ile üzüntüye sevkeden; kalan ömrü ve son
nefesindeki durumu hakkında düşünmeye sevkeden korkudur. En faydalı ümit, sâlih amel
yapmayı kolaylaştırandır. Hak olan iş, insanlara adâletle muâmele, insanın kendisi için
istemediğini başkaları için de istememesi, kendisinden aşağıda olanın hak olan sözünü kabûl
etmesidir. En faydalı, doğru söz, Allahü teâlânın rızâsı için nefsinin ayıplarını kabûl ve tasdik
etmektir. En faydalı ihlâs, riyâdan ve gösterişten kurtulmaktır. En faydalı hayâ, hoşuna giden
bir şeyi Allahü teâlâdan isteyip, sonra da O'nun rızâsına uygun olmayan işi yapmamaktır. En
faydalı şükür, yapılan günahları Allahü teâlânın setredip (gizleyip) hiçbir kuluna
bildirmediğini, bilmektir.
En faydalı zenginlik, fakirlik ve fakirlik korkusunu gideren şeydir. En güzel fakirlik,
sabredip, durumundan şikâyette bulunmadan, sebeblere yapışıp, elinden geldiği kadar çalışıp,
Allahü teâlâdan gelen herşeye rızâ ve hoşnutluk göstermektir. En üstün sebât ve azim,
fırsatlar doğup, herkesin gaflet içerisinde bulunduğu, dünyâ işlerine dalıp, âhireti unuttuğu
zaman, gevşekliği, sonra yaparım demeyi bırakıp, dünya ve âhirete yarar işler yapmaktır. En
kıymetli sabır, nefsin arzu ve isteklerine karşı çıkarken, tahammüllü ve dayanıklı olmak, bu
hususta en ufak bir fütur ve gevşeklik, âcizlik göstermemektir.
En değerli amel, yapıldığında zarar getirmeyen ve Allahü teâlânın katında kabûl olandır. En
güzel vekar ve ağırbaşlılık, meseleleri enine, boyuna, son noktasına kadar düşünüp, üzerinde
durmaktır. Bu, yapılan işin ne derecede fayda sağlıyacağını, herhangi bir zararın doğup
doğmayacağını bilmeyi temîn eder. Böyle yapan kimse, günahlardan kendisini koruduğu gibi,
kıyamet gününde kendisine gıpta edilen, imrenilen kimselerden olur.
En faydalı tevâzu, kibri ve gadabı (kızmayı) giderenidir. En kıymetli söz, hakka uygun
olanıdır. En zararlı söz, konuşulmaması daha hayırlı olanıdır. En lüzumlu olan şey, Allahü
teâlânın emrettiği farzları, ana-babayı, çoluk çocuğunu gözetip, onların geçimlerini temin
edip, Allahü teâlânın emirlerini öğretip kulluk vazîfelerini yerine getirmelerini sağlamaktır.
En faydalı ilim, cehâleti, kötülükleri giderip, Allahü teâlânın büyüklüğünü ve yüce kudretini
anlamaya, böylece O'na kulluğun bir vazîfesi olduğunu öğretip, âhirete hazırlanmaya vesile
olanıdır. En üstün cihad (mücâdele, savaş) hakkı kabûl etmeye alıştırabilmek için, nefsle
yapılan mücâdeledir.
En tehlikeli düşman, sana en yakın ve en gizlisi, fakat düşmanlığı en çok olanıdır. Bu
düşman, diğer bütün düşmanları da sana karşı teşvik eder. İşte bu düşman, kalbi devamlı kötü
vesveseleriyle meşgûl eden şeytandır. İnsanı onun şerrinden ancak Allahü teâlâ muhâfaza
buyurur. "İnsanın günahından korkması tâat (Allahü teâlânın beğendiği bir şey), korkmaması
ise mâsiyet günahtır)."
Müslümanlar tekrar: "Ey Allahü teâlânın velî kulu en güzel hasletlere nasıl kavuşabiliriz?"
diye sorunca cevâben şöyle buyurdu:
"Onun için; Allahü teâlâya, onun ve nefsin şerrinden koruması için devamlı yalvarmalıdır. En
tehlikeli günah, kişinin Allahü teâlâ ve Resûlünün bildirdiği şekilde değil de, kendi kafasına
göre, böyle yaparsam, Allahü teâlâ benden râzı olur deyip, Allah ve Resûlünün emirlerine
muhalif olan bir işi yapmasıdır. Bu bakımdan Resûlullah'ın bildirdiği şekilde ibâdet ve tâatte
bulunmak lâzımdır. Bu da İslâmiyeti öğrenmekle mümkündür. Dînini lâzım olduğu kadar
öğrenmeyen kimse, dînî vazîfelerini yaparken kendi kafasına göre dînini yaşamaktan
kurtulamaz. Bu ise, insanı, huzûr-ı ilâhide mes'ûl olmaya götürür.
Nefsin kötülüklerine, mâni olmak, onun arzu ve isteklerini yerine getirmeme ve bunlarla
mücâdele husûsunda Allahü teâlâdan yardım istemeli, Azâbından korkarak, sevâbını ve
mükâfatını umarak, muhtaç olduğunu düşünerek, O'nu hatırlamalıdır."
Ahmed bin Âsım Antâkî hazretlerine; "İstişâre (danışma) husûsunda ne dersin?" dedikleri
zaman; "Emin, îtimâd edebilecek kimseden başkasına güvenme!" cevâbını vermiştir.
"İstişarede söylenen söz, nasîhat hakkında ne tavsiye buyurursunuz?" diye sorulunca:
"Söyleyeceğiniz sözü önce kendi nefsinize tatbik edin, bu takdirde, durumunuz ne olur? Onu
göz önüne alın, ondan sonra, söyleyeceğinizi söyleyin ve tavsiyenizi yapın. Böyle yaparsanız,
doğruyu ve isâbetli olanı bulmanız mümkün olup, kendinizi yanlış söylemekten koruyup,
herkes yanında güvenilen ve îtimâd edilen, görüş sâhibi bir kimse olursunuz." buyurdu.
"İnsanların arasına karışıp, onlarla berâber olmak hususunda ne buyurursunuz?" denilince:
"Eğer akıllı, her yönüyle güvenilebilen, din ve dünya işlerinde sağlam birini bulabilirsen
onunla berâber ol ve arkadaşlık yap. Böyle olmayanlardan, arslandan kaçar gibi kaç."
demiştir.
"Allahü teâlâya kendisiyle yakın olabileceğimiz en üstün şey nedir?" diye sordular:
"Kibir, riyâ, haset (çekememezlik), gıybet, kin, kızma, dünyâya düşkünlük, uzun emel sâhibi
olmak gibi, insanın içine dâir günahları (kalp hastalıklarını) terk etmektir." buyurdu.
Bunun üzerine:
"İnsanın içine ait günahlarının, dışına ait günahlardan üstün olması nasıl olur?" diye
sorduklarında:
"Çünkü, bâtına ait günahlar terkedilince, zâhirî (dış) günâhlar kendiliğinden kaybolur."
buyurdu.
"En şiddetli günah nedir?" diye soruldu:
"Bir mâsiyetin (günahın) mâsiyet (günah) olduğunu bilmemektir."
"Bundan daha kötüsü nedir?" diye soruldu:
"Mâsiyet olan bir şeyi, tâatı, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği bir şey olarak bilmektir.
Onun için dînî bilgileri lâzım olduğu kadar mutlaka bilmek lâzımdır." buyurdu.
"Günah işlendiğinde, yapılacak en faydalı iş nedir?" denildiğinde:
"Bir kimse bir günahı yapıp, sonra onu gözünün önüne getirip, ölünceye kadar, ben Rabbimin
emrine niçin karşı geldim, niçin bu günâhı işledim? diye pişman olup, bir daha, öyle bir
günaha dönmemesidir." buyurdu. İşte bu, tövbe-i nasûh, yâni bir daha günaha dönmemek
üzere yapılan tövbedir.
"Allahü teâlânın beğendiği işlerle meşgûl olan kimsenin sakınması gereken nedir?" dendi:
"Yaptığı sâlih amelleri gözünde büyüterek bir hayli ibâdet yaptığını, ibâdet ve tâat husûsunda
durumunun iyi olduğunu düşünerek, günahlarını unutmaktan sakınması gerekir. Çünkü
bunda, amellerinin onu şımartması ve işlediği günahların azâbından emin olması vardır.
Böyle bir durum ise tehlikelidir." buyurdu.
Kendisine; "İnsanlara musallat olan kötülükler nelerdir?" dendikte şöyle cevap verdi:
"İnsanın, kendisini alâkadâr etmeyen şeyleri terkedip, kendisini ilgilendiren işlerle meşgûl
olması gerekir."
Buyurdu ki:
"Tâat ehli, üzerlerinden bir gün bir gece geçtiği zaman, tâat üzere geçip geçmediği husûsunda
kendilerini kontrol ederler. Eğer, Allahü teâlânın rızâsına uygun geçmiş ise, sevinirler.
Âzâlarını, sâlih ameller yapmaları için zorlarlar. Dünyâ düşüncesini kalblerinden boşaltırlar.
Uzun emel sâhibi olmazlar. Ecellerini yakın görürler. Dünyâ hırsını kalplerinden
uzaklaştırırlar. Âhiret düşüncesi onların gönüllerini kaplamıştır. Âhirete, basîretli, gerçekten
gören bir gözle bakarlar. Sanki, âhireti görmüş gibi hazırlanırlar. Temiz, hâlis ve sâlih
amellerle, Allahü teâlâya yaklaşmaya çalışırlar. Yaşayışlarında Allahü teâlâ ve Resûlünün
emrettiği istikâmet (doğruluk) üzere olurlar. Takvâları arttıkça dünyâda yaptıkları ibâdet ve
tâatlerin tadını daha fazla duyarlar. Allah korkusundan göz yaşları dökerler. İbâdetlerini kırık
ve mahzûn bir kalp ile yaparlar. Onlar, âhiret gamıyla gamlanmışlardır. Fazla ve boş söz
konuşmazlar. Allahü teâlâyı anmaktan lezzet duyarlar. Bedenleri dünyâda fakat, kalbleri
Allahü teâlâ iledir."
"Âfiyet (sıhhat ve iyi durum) büyük bir nîmettir. Emeli, arzu ve istekleri kısa yapmak
lâzımdır. Makam, mevkı kapmak için yarış etmek gibi hırs yoktur. İnsanın, hevâ ve
arzularına uyması, kendisine büyük bir zulümdür. Farzları yapmak gibi tâat yoktur. Günahı
küçük görmek gibi musîbet yoktur."
"İnsanın en kötü işlerinden birisi gıybet etmesidir. Bu yüzden, dünyâ ve âhirette zarara uğrar.
Hattâ o yüzden ona buğzedilir. Melekler ondan uzaklaşır. Şeytanlar sevinir. Gıybet, amelleri
boşa çıkarır. Herkes yanında sevgisini kaybeder. Değeri kalmaz. Gıybet ile nemime (söz
taşımak), birbirine yakındır. İkisi de aynı şeyden doğar. İkisi de taşkınlık ve azgınlıktır. Azgın
olmayan kimse bunlarla uğraşmaz. Söz taşıyan, kâtil gibidir. Gıybet eden ise, leş yiyen
gibidir. Azgın kimse kibirlidir. İnsan nefsini bu hastalıklara kaptırınca, iftirâ günahına da
girer. Böylece gıybet, kişinin nefsini temize çıkarmak istemesinden ve kendisini
beğenmesinden doğar. Gıybetten, en büyük belâdan kaçar gibi kaçmak lazımdır. Çünkü o
Kur'ân-ı kerîmde haram kılınmıştır."
"Kalbin selâmeti nedir. Kalbimizi mânevî hastalıklardan korumak için ne yapalım?"
denildikte de şu veciz ve tesirli sözlerini söyleyiverdi:
"Kalbin mânevî hastalıklardan muhâfazası için şunlara dikkat etmek lazımdır: 1. Ahlâkı güzel
olanlarla oturmak, 2. Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm etmek, 3. Fazla yemek yememek,
4.Gece namazlarına devâm etmek, 5. Seher vaktinde Allahü teâlâya yalvarmak, istiğfâr etmek
(Allahü teâlâdan af ve mağfiretini istemek)."
*"!&<B'&:1&;"%$#&5,:.
Ahmed bin Âsım Antâkî buyurdu ki:
"Ben öyle bir zamâna yetiştim ki, o vakit İslâm, başlangıcındaki gibi garib oldu. Hak söz de
garib oldu. Bir âlim özlenip yanına gidildiği zaman, o, hürmeti seven, başkan olma arzusu ile
dolup taşan, gönlünü dünyâya kaptırmış olarak görülür oldu. Âbid (çok ibâdet eden) birisine
gidildiği zaman, ibâdet bilgilerini bilmeyen, büyük düşman şeytan tarafından mağlub edilmiş
birisi olarak bulunur oldu. Diğer insanların durumu zâten mâlûmdur. Evet, insanlar
dünyâlarına mağlûb olmuşlar, arzu ve isteklerine uymuşlar, kendilerini beğenir duruma
düşmüşler, dünyâlıkları için cimri, dinleri için çok tâvizkâr ve müsamahakâr olmuşlar, Allahü
teâlânın emirlerini yerine getirmekte gevşeklik göstermişlerdir. Başlarına gelen musîbetlerden
dolayı, kazâyı zemme(kötülemeye) kalkışmışlar, şehvetlerine dalarak, dünyâda huzursuz
olmuşlar, kalpleri taş gibi katılaşmış. Niçin yaratıldıklarını unutmuşlardır. Halbuki, bu
dünyâya Allahü teâlâya kulluk için geldiler. Bu dünyâ bir imtihân yeridir. Evet, insanlar
Allahü teâlâya tevekkülü, Allahü teâlâya güvenip dayanmayı da bırakmışlar. Altın ve gümüş
peşine düşmüşler. Onlar meclislerde toplantılarda, süslü sözlerle konuşmaya çalışırlar. Gadap
(hiddet) zamânı kibirli bir edâ ile bağırıp, çağırırlar.
Şimdi, kendi zamânınıza bakın. İnsanlar nasıl? Ey basîret sâhipleri! İbret alınız. Ey Allahü
teâlâya îmân eden akıl sâhipleri!Allahü teâlâya şükür vazifesini yapmayıp, arzu ve isteklerini
tercih edenler, mes'ûl olacaklar, kıyâmet gününde mâzeret beyan edemeyeceklerdir. Allahü
teâlâdan gelen nîmetleri çok görünüz; "Yâ Rabbi bol bol verdin." deyiniz ki şükür etmeniz
mümkün olsun. Nefsinize fırsat vermemek, affa kavuşmak için, yaptığınız ibâdet ve tâatı az
görünüz. İhlâslı amel yapabilmek için gafletten çok sakınıp, uyanık olunuz."
3>3$)&&)"<(,&&5,.%C
Evliyâ-yı kirâmın, meşhur olanlarından,
Şu güzel sözleriyle, vâz ederdi her zaman:
Mümin önce okuyup, tam öğrenir dînini,
Sonra da buna göre, düzeltir her hâlini.
Günah işlerse eğer, üzülür, kalbi yanar,
Çıkarmaz hatırından, tâ ölünceye kadar.
"Ben Rabbime nasıl da, karşı geldim?" diyerek,
Pişman olur ve ağlar, göz yaşları dökerek.
İyi bir iş yaparsa, kusurlu, noksan bulur,
Hatırlamaz onu hiç, zîrâ hemen unutur.
Her gün akşam olunca, der ki kendi kendine:
"Bu gün hangi tâati, yapabildin Rabbine?"
Çeker ki gün ve gece, kendisini hesâba,
Düşmesin âhirette, Cehennem'e, azâba.
Dünyâ düşüncesini, kalbinden söküp atar,
Âhirette azâbdan, kurtulmaya yol arar.
Gönlünden tamam olarak, atar uzun emeli,
Zîrâ iyi bilir ki, çok yakındır eceli.
Bu yalancı dünyâya, aslâ etmez iltifat,
Dünyâya çalışsa da, kalbine sokmaz fakat.
Zîrâ onun kalbinde, vardır Allah sevgisi,
Bir kalpte, iki zıd'dan, bulunmaz her ikisi.
Dünyâ muhabbetini, kalbine soksa biri,
Sanki temiz odaya devirmiştir çöpleri.
Hâlis mümin odur ki, ödü kopar günahtan,
Hatâ yaparım diye, hayâ eder Allah'tan.
Kırık, mahzun kalp ile, yapar ibâdetini,
Sonra da istiğfâra, muhtaç bulur hepsini.
Âhiret derdi ile, dertlenmiştir. O hepten,
Bütün yaptıklarına tövbe eder o kalpten.
Rabbini anmak ona, her şeyden tatlı gelir,
Bedeni insanlarla, kalbi Allah iledir.
Dediler ki: "Efendim, mümine yakışmıyan,
Kötü işleri dahi, ediniz bize beyân."
Buyurdu ki: "İnsanın, hevâ ve hevesine,
Uyarak iş yapması, zulümdür kendisine.
İşlediği günahı, küçük görse o şâyet,
Olamaz onun için, bundan büyük felâket.
İnsanların düştüğü, korkunç hastalıkların,
Biri de, gıybetini, yapmaktır insanların.
Gıybet iki cihanda, felâkete sebeptir
Milletleri içerden, kemiren bir âfettir.
Kendisini beğenen, kimseler yapar bunu,
Tatmin eder böylece, nefsinin arzusunu.
Ey akıl sâhipleri! Düşünün, ibret alın!
Henüz ecel gelmeden, ölüme hazırlanın.
Siz günah işlerseniz, bu dünyâda gülerek,
Yanarsınız orada, âh-ü figân ederek.
Ateş deyip geçmeyin, düşünün üzerinde,
Tutun parmağınızı, bir kibrit alevinde.
Öyleyse üstünüzden, atın da bu gafleti,
Görün artık gelecek, o korkunç âkibeti.
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.9, s.280,297.
2) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.2
3) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.83
4) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.137
5) Sıfat-us-Safve; c.4, s.352
6) El-Bidâye ve'n-Nihâye; c.10, s.318
7) Risâle-i Kuşeyrî; s.100
8) Keşf-ül-Mahcûb; s.228
9) Nefehât-ül-Üns; s.134
10) Kevâkib-üd-Düriyye; c.1, s.197
11) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.56
12) Şerh-i Tearrûf; s.108
13) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.257
14) Tabakât-ı Ensâri; s.107
AHMED AMİŞ EFENDİ
AHMED AMİŞ EFENDİ;
Fâtih Sultan Mehmed Han türbedârlarından ve Şa'bâniyye tarîkatının son devir şeyhlerinden.
İsmi, Ahmed Amiş olup, Türbedâr veya Türbedar Ahmed Efendi isimleriyle de tanınır. 1807
(H.1222) de Tuna vilâyetine bağlı Tırnova'da doğdu. 1920 (H.1338) de İstanbul'da vefât etti.
Kabri Fâtih Câmii yanındaki kabristandadır.
Doğum yeri olan Tırnova'da ilk tahsîlini gören Ahmed Amiş Efendi medrese tahsîlini de
orada tamamladı. On dört yaşında tasavvufa alâka duydu. Bir şeyhe bağlanmak arzusuyla
Sâdık Efendi adlı bir zâta başvurdu. Sâdık Efendi onun bu konudaki yüksek arzusunu
anlamasına rağmen, tasavvuf yoluna girme zamânının gelmediğini belirtti. Bu hususta;
"Yavrum! Sen şimdi git. Sonra seni soyu temiz birisi gelip bulacak ve irşad (rehberlik)
edecektir." dedi. Bu söz üzerine ilim öğrenmeye devâm eden Ahmed Amiş Efendi yirmi
yaşına geldiği zaman Şa'bâniyye yolunun İbrâhimiyye veya Kuşadaviyye kolunun kurucusu
Kuşadalı İbrâhim Efendinin Tırnova'ya nâib olarak gönderdiği Ömer Halvetî'ye intisâb edip,
talebe oldu. Senelerce Ömer Halvetî'nin ilim meclislerinde ve sohbetinde bulunup tasavvuf
yolunda ilerledi. 1846 senesinde irşâda yâni insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp,
talebe yetiştirmeye mezun oldu. 1853 Osmanlı-Rus yâni Kırım harbine tabur imâmı olarak
katıldı ve harpte üstün hizmetler gördü.
Harpten sonra memleketine döndü. Bir ara gördüğü bir rüyâ üzerine hocası Ömer Halvetî'nin
izniyle İstanbul'a geldi. Kuşadalı İbrâhim Efendinin vefâtından sonra onun yerine geçen
İstanbul-Fâtih Zeyrek civârındaki Çinili Hamamın sâhibi Muhammed Tevfik Bosnevî Efendi
ile görüşüp sohbetinde bulundu. Sonra tekrar Tırnova'ya dönerek bir hamam kirâladı ve
Muhammed Tevfik Bosnevî gibi o da hamam işletmeye başladı. Bu sırada ayrıca Sıbyan
Mektebi hocalığı da yapan Ahmed Amiş Efendi, Muhammed Tevfik Bosnevî'nin 1866
senesinde vefâtı üzerine tekrar İstanbul'a geldi. Muhammed Tevfik Bosnevî'nin önde gelen
müridlerinden Üsküdarlı Hoca Ali Efendi, Rıfat Efendi, Üsküdar'da Nalçacı Dergâhı Şeyhi
Mustafa Enver Bey, Kaşkar hükümeti temsilcisi Yâkub Han ve Fâtih türbedârıNiğdeli Bekîr
Efendi ile sohbetlerde bulundu. Bir müddet sonra Tırnova'ya döndü, talebe yetiştirmek ve
insanlara vâz ü nasihat etmekle meşgûl oldu. Üsküp'te Seyyid Muhammed Nûr-ül-Arabî ile
görüştü. Muhammed Nûr-ül-Arabî'den icâzet aldı. 1877 senesinde Tuna vilâyetinin
Osmanlılar elinden çıkması üzerine tekrar İstanbul'a geldi. Niğdeli Bekir Efendiden Fâtih
türbedarlığını devraldı ve "Fâtih Türbedârı" ünvanıyla anıldı. Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn
Efendiden Nakşibendiyye yolundan icâzetli olan Ahmed Amiş Efendi tasavvufta mücâhede
yolunu değil de sohbet ve telkin yolunu tercih etti. Kendisine tâbi olanlardan İslâmiyetin
emirlerine uyup yasaklarından kaçındıktan sonra sadece sohbet ve muhabbet yolunu
seçmelerini istedi. Çile ve riyâzet yolunu tercih etmedi.
Ahmed Amiş Efendi bu hususda diyor ki:
"Mücâhedâtın, tasavvufî perhizlerin bir kısmını Kuşadalı kaldırmıştı. Geri kalanını da ben
kaldırdım."
Kendine tâbi olanlara sık sık şu tavsiyelerde bulunur; "İstiğfar edin, salevât okuyun, Kur'ân-ı
kerîm okuyun, her şeyi Kur'ân'da bulursunuz." derdi. Bu sözleri doğrultusundaki yaşayışı
sebebiyle, mensûb olduğu tarîkatın pîri Kuşadalı İbrâhim Efendi gibi tekkeye ve merâsime
îtibâr etmemiştir. Kırk seneyi aşan irşâd faâliyeti sırasında tâliplere Halvetî ve seyrek olarak
da Nakşibendî icâzetnâmesi vermiştir.
Ömrünün sonuna kadar mensûb olduğu Şa'bâniyye yolunun şeyhliğini ve Fâtih Sultan
Mehmed Hanın türbedârlığını yürüten Ahmed Amiş Efendinin müridleri ve yakınları
arasında, Bursalı Mehmed Tâhir Efendi, Müderris Babanzâde Ahmed Naîm Bey, Ahmed
Avni Konuk, Hüseyin Avni Konukman, İsmâil Fenni Ertuğrul, Abdülazîz Mecdî (Tolun)
Efendi gibi kimseler yer aldı. Yaklaşık 113 yaşında iken dâmâdı Ahmed Naîm Beyin İstanbul
Şehzâdebaşı'ndaki evinde 9 Mayıs 1920 (H.1338) târihinde vefât etti. Cenâze namazını
talebelerinden Abdülazîz Mecdî Efendi kıldırdı. Senelerce türbedârlığını yaptığı Fâtih Sultan
Mehmed Hanın türbesi yanındaki kabristana defnedildi. Vefâtına talebelerinden Evranoszâde
Sâmi Bey; "Gitti gülzâr-ı Cemale pîr-i efrad-ı Cihân (1388)." mısra'ı ile târih düşürdü. Ayrıca
Evranoszâde Sâmi Bey tarafından mezar taşına bir manzûme yazılmıştır.
Ahmed Amiş Efendi eser bırakmamıştır. Abdülbâki Gölpınarlı, Ahmed Avni Konuk'un
Ahmed Amiş Efendinin sohbetlerinde tuttuğu notların kendisinde olduğunu kaydetmektedir.
Kendisinden sonra yerine baş halîfesi olan Kayserili Mehmed Tevfik Efendiyi postnişin
bıraktı.
Şa'bâniyye ve Halvetiyye yollarının son devir temsilcilerinden olan Ahmed Amiş Efendi,
sohbet yoluyla talebe yetiştirmeye çalıştı. Sohbetleri esnasında kısa ve özlü sözlerle
talebelerini îkaz eder, onların istikâmet üzere Peygamber efendimiz ile Eshâbının yolunda
olmalarını isterdi.
Talebelerinden birisi müridin yâni talebenin şeyhe (hocaya) olan ihtiyâcını sorunca; "Dağı
dağ, taşı taş gördükçe şeyhe muhtaçsın. Bu böyle olsun, şu şöyle olsundan kurtuluncaya
kadar, şeyhe muhtaçsın." demiştir.
Rızk ile ilgili olarak soru soran birine de; "En âlâ rızık mânevî rızıktır. Dünyâda eşini
bulamaz, işini bilemezsen rahat edemezsin." demişti.
Ahmed Amiş Efendi sohbetine gelenlerle tatlı tatlı konuştuktan sonra, onun hakkında duâ
eder ve bâzı müjdeler verirdi. Evranoszâde Sâmi Bey o zaman Rüşdiye öğretmeni olan
Şerâfettin Yaltkaya'yı, Ahmed Amiş Efendinin sohbetine getirdi. Fakat iki saat müddetle
oturdukları halde AhmedAmiş Efendi sessiz durup hiç konuşmadı. Evranoszâde Sâmi Bey,
Amiş Efendinin böyle gelenlere duâ edip bâzı müjdeler verdiğini bildiği için bu durumu
merak etti. O gün hiç konuşmadan Amiş Efendinin yanından ayrıldılar. Evranoszâde Sâmi
Bey ertesi gün tek başına Amiş Efendinin yanına gitti ve; "Efendim Şerâfettin için bir müjde
vermediniz sebebi nedir?" diye sordu. Ahmed Amiş Efendi, biraz durakladıktan sonra; "O
(yâni Şerâfettin Yaltkaya) bulunduğu mesleğin en yükseğine çıkar." dedi. Hakikaten
Şerâfettin Yaltkaya zamanla yükselip profesör ve Diyânet İşleri Reisi oldu. Fakat İslâm dînine
hizmet edeceği yerde pek çok zarar verdi. Bu yüzden, icraatını bilenler tarafından Telefüddîn
Haltkaya adı ile anıldı.
Edirnekapı dışında kabri bulunan Bekir Niğdevî'nin kabri yanında Amiş Efendinin
talebelerinden Hilmi Bey'in kabri vardır. Hilmi Bey Çanakkale Savaşında Fransız zırhlısını
Boğaz'ın sularına gömen meşhur askerdir. Gümüşsuyu Askerî Hastanesi Baştabibliğinden
emekli albay Doktor Hamdi Hızlan Bey, Ahmed Amiş Efendiden naklen anlatıyor:
Siz harbin fecâatini bilmezsiniz. Ben Rus (Kırım) harbinde yaralıları sırtımda taşıdım. Harbin
fecâatini yakînen bilirim. Sakın harbi temenni etmeyin.
Ahmed Amiş Efendinin halîfe olarak bıraktığı talebeleri şunlardır:
1. Kayserili Mehmed Tevfik Efendi. Bu zât Amiş Efendiden sonra Şa'bâniyye tarîkatının
Kuşadaviyye (İbrâhimiyye) kolunun şeyhliğini yürütmüş, emâneti Maraşlı Ahmed Tâhir
Efendiye bırakarak vefât etmiştir. 2. Abdülazîz Mecdî (Tolun) Efendi. 3. Evranoszâde
Süleymân Sâmi Bey. 4. Trablus Nâib-i SultanıŞemseddîn Paşa.
1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.4, s.110
2) Balıkesirli Abdülazîz Mecdî Tolun (Osman Ergin)
3) Muhammed Tevfik Bosnevî; s.18-28
Ağızdaki Taşın Hikmeti
Ağızdaki Taşın Hikmeti
Birgün hazret-i Ebû Bekr 'r.a.', hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin 's.a.v.' huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken;
Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.
Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.' buyurdu ki:
- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.
Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
Birgün hazret-i Ebû Bekr 'r.a.', hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin 's.a.v.' huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken;
Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.
Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.' buyurdu ki:
- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.
Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
23 Mayıs 2013 Perşembe
AHMED BİN ALEVÎ
AHMED BİN ALEVÎ;
Evliyânın büyüklerinden. ismi, Ahmed bin Alevî bin Muhammed bin Ali bin Cuhdeb bin
Muhammed bin Abdullah bin Alevî'dir. Yemen'de doğdu. Doğum târihi belli değildir. 1565
(H.973)'te Yemen'in Terîm şehrinde vefât etti. Kabri Zenbil kabristanında olup ziyâret
edilmektedir.
Ahmed bin Alevî küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Kâdı Ahmed Şerîf, Abdullah bin
Abdurrahmân, Şeyh Abdurrahmân bin Ali gibi zâtlardan tasavvuf, fıkıh, hadîs ilimlerini
öğrendi. Tasavvuf ilminde ileri derecelere kavuştu. Kâmil bir zât idi. Çok kerametleri
görüldü. Zâhid, dünyaya düşkün olmayıp aza kanâat ederdi. Derslerinde ibâreleri gâyet açık,
net ve tâne tâne olurdu. Derslerinde ve sohbetlerinde tasavvuf büyüklerinden nakiller yapardı.
Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine uymakta gayretli idi. Ekseriyetle sükût üzereydi.
Cenab-ı Hakkın büyüklüğünü, verdiği nimetleri düşünür, susardı. Zarûret olmadan
konuşmazdı. Geceleri çok ibâdet ederdi.
Bir gün talebelerinden birinin çocuğu vefât etti. O talebe buna çok üzüldü. Çocuğunu
kucaklayıp, doğruca hocası Ahmed bin Alevî'nin huzûruna götürdü ve; "Efendim, Allahü
teâlâya duâ edin de, ya bu oğlumu diriltsin veya benim de rûhumu alsın." dedi. Ahmed bin
Alevî, Kâdı Muhammed bin Hüseyin'e dönüp; "Bunun için duâ etmek câiz midir?" buyurdu.
O da; "Bir zararı ortadan kaldırmak veya bir iyilik sebebiyle câizdir." dedi. O zaman Ahmed
bin Alevî talebesine; "Senin için hayırlı olan duâda bulunacağım. Yavrum! Kazaya rızâ
gösterip sabredeceksin. Allahü teâlâ, bu yavruyu sana emânet verdi. Şimdi geri alırken sana
çok sevâb, iyilik verecek, acıyarak doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsân edecektir. Bu
merhamete ve ihsâna kavuşabilmek için sabretmeli, O'nun yaptığını hoş görmelisin. Kızar,
bağırıp çağırırsan, sevâba kavuşamazsın. O'nun emrine râzı olup, kazâya rızâ göstereceksin."
buyurup, duâ etti. Talebe de; "Efendim, Allahü teâlânın takdîrine râzı oldum." dedi.
Ahmed bin Alevî, az yer az içerdi. Gıdâsı çoğunlukla sütten ibâretti. Bâzan birkaç gün yalnız
bir hurma kâfi gelirdi. Helâl lokma yemeye çok dikkat ederdi.
Talebelerinden biri; "Efendim sizden yemek yeme arzusu nasıl gitti? Siz gençliğinizde
yerdiniz." diye sordu. O da; "Gençliğimden sonra zamanla öyle bir hal meydana geldi. Nasıl
şu gördüğün duvarın bir şeye arzusu yok, bende de tıpkı onun gibi yemek arzusu kalmadı."
dedi ve şöyle buyurdu.
"Âlimler buyurdular ki: Yemenin yedi mertebesi vardır. Birincisi yaşayacak kadar yemek;
ikincisi, farz namazı kılacak ve farz olan orucu tutacak kadar yemek. Bu iki mertebe yemek
farzdır. Üçüncüsü, nâfile olan namazı ve nafile orucu tutabilecek kadar yemek. Bu kadar
yemek müstehabdır. İmâm-ı Gazâlî bu konuya dâir; "Akıl sâhiplerinin gâyesi Cennet'te
Allahü teâlâya kavuşmaktır. Allahü teâlâya kavuşmak ise, ilim ve amel ile olur. Bunlara
bedenin sıhhati ve selâmeti ile devâm edilebilir. Bedenin sıhhat ve selâmeti ise yiyeceklerden
alınan gıdâlarla olur. Ancak gıdâlar ihtiyaç mikdârı alınmalıdır. Bu yüzden selef-i sâlihinden
bâzı âlimler bedenin ihtiyacı olan gıdâyı almayı din işlerinden saymışlardır." Dördüncüsü,
çalışıp kazanmaya kuvvet sağlamak için yemek. Bu dînin beğendiği tokluktur. Beşincisi,
midenin üçte birini dolduracak kadar yemek. Altıncısı, midenin üçte birinden fazlasına
doldurulan yemek olup, mekruhtur. Çok yiyince insanda ağırlık ve uyku meydana gelir.
Lokman Hakîm buyurdu ki: "Mîde dolunca insanın düşüncesi, zekâsı uyur, durur. Öyle
kimseden hikmet çıkmaz. Âzâları ibâdete karşı tenbel olur. İnsanların ekserisi bu hâl üzeredir.
Yedincisi, zarar verecek derecede çok yemek aşırı doymak. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
"Her hastalığın aslı çok yemek yemedir." Bu haramdır."
Âhmed bin Alevî sultan ve devlet adamlarından bir şey kabûl etmezdi. Devlet adamları,
bâzan kendilerinden olduğu belli olmasın diye tanınmayan kimselerle hediye
gönderdiklerinde, Ahmed bin Alevî gönderenleri bilir, yine kabûl etmezdi. Bir defâsında, çok
sevdiği hoş kokulu öd ağacı gönderdiler, fakat yine kabûl etmedi. Bazısı koyun, bâzısı süt
gönderirdi. O, hepsini geri çevirirdi. Bunların dışında, halktan olup da hediye getirenlerin
hediyelerini kabûl eder, karşılık olarak da hediye verirdi. Hediyeleri ihtiyaç sâhiplerine
dağıtırdı.
Bir defâsında hacca niyet ederek yola çıktı. Deniz yoluyla giderken, avucuyla deniz suyundan
alıp kabına koydu ve o sudan içti. Görenler; "Su tuzludur. Ondan nasıl içiyorsunuz?" dediler.
O da; "Herkes ondan içmiyor mu?" buyurdu. O kişiler, onun kabında kalan sudan içtiklerinde,
çok tatlı ve güzel bir su olduğunu gördüler.
Ahmed bin Alevî, duâsı makbûl olan bir zâttı. Kendisinden bir hâcet, ihtiyâç için duâ
isteyenlere duâ ettiğinde kabûl olur ve onlar arzularına kavuşurdu. Kuraklık sebebiyle,
yağmurun yağması için duâ istediler. Duâ edince, hemen yağmur yağdı. Hastalıktan
kurtulmak için duâ istediler. Duâ edince, kısa zamanda hastalıktan kurtuldular. Talebesi
Ömer bin Ali, kuraklıktan kavrulmuş olan memleketi için duâ istedi. Ahmed bin Alevî;
"Yavrum, falan gün inşâallah yağar." buyurdu. O talebe memleketine gidip, o gün yağmur
yağacağını müjdeledi. Nitekim hocasının buyurduğu gün yağmur yağdı.
!"%/(,"/"D"!&&@"!"+&;B%>/131-1D1!<$)
Ahmed bin Alevî, çok defâ Hızır aleyhisselâm ile görüşürdü. Bir gün talebesi Muhdâr gelip,
kendisiyle Hızır aleyhisselâmı görüştürmesini istedi. O da; "Yavrum, sen onunla
karşılaşacaksın. Fakat görüşemeyeceksin." buyurdu. O talebe, Mi'câz adlı meşhûr bir dağa
gitti, orada Hızır aleyhisselâm bir köylü kılığında karşısına çıktı. Fakat o farkına varıp
tanımadı. Ondan uzaklaştığında, Hızır aleyhisselâm ona seslenip; "Ey Muhdâr! Senin
ihtiyâcını hocan Ahmed bin Alevî giderir. Benden ona selâm götür." dedi. Talebe; "Ne olur
durun, sizinle görüşmek istiyorum." dedi. Hızır aleyhisselâm da; "Hocan sana
görüşemeyeceğini söylemişti!" buyurdu ve kayboldu.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.330
2) Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.370
3) Nûr-us-Safîr; s.254
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.216
5) El-Meşre-ür-Revî; c.2, s.69-73
AHMED EL-ALESÎ
AHMED EL-ALESÎ;
Bağdât evliyâsından. İsmi Ahmed, künyesi Ebû Bekr ez-Zâhid'dir. Babasının ismi Ali'dir.
Doğum târihi ve yeri belli değildir. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Kâdı Ebû Ya'lâ'dan
fıkıh ve hadîs ilimlerini öğrendi.
Ahmed el-Alesî'nin mesleği sıvacılık ve badanacılıktı. Geçimini bu işlerden sağlardı. Bir gün
sarayın duvarlarını badana ederken odalardan birinde bulunan büyük bir tablo, etrafının
açılması üzerine, düşüp parçalandı. Etrafındakiler buna çok üzüldüler. Durumu öğrenen
sultan, Ahmed el-Alesî'nin dînine bağlı bir zât olduğunu öğrenince, bir şey yapmadı.
Ahmed el-Alesî bu olaydan sonra sıva ve badanacılığı bırakıp, kendini tamâmen ibâdete
verdi.Mescidde Kur'ân-ı kerîm okur, namaz kılardı.Kanâat sâhibi bir kimse olup, kendisi için
kimseden bir şey istemezdi. Babasından mîras kalan malları azar azar satıp, onunla geçimini
sağlardı. İhtiyâcı olanlara derhâl yardım eder, sıkıntılarını giderirdi. Cömertliği ile tanınırdı.
Her gece Dicle Nehrinden aldığı su ile iftâr ederdi.
Ahmed el-Alesî, hac vazîfesini yapmak için gittiğinde Mekke'deki Eshâb-ı kirâmın, Tâbiînin,
evliyânın ve âlimlerin kabirlerini ziyâret etti. Fudayl bin Iyâd'ın kabrinin yanına geldiğinde
kabrinin yanına asâsı ile bir çizgi çizip; "Yâ Rabbî! Burası burası!" dedi. Orada bulunanlar bu
sözlerden bir şey anlamadı. Aradan bir süre geçtikten sonra Ahmed el-Alesî 1109 senesinde
tekrar hacca gitmek için yola çıktı. Yolda iki defâ deveden düştü. Bütün ağrı ve sızılarına
rağmen geri dönmeyip yoluna devâm etti. İhramlı olarakArafat'a geldi. O gün akşam ile yatsı
arasında kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Sabahleyin mübârek cenâzesi, Kâbe-i
muazzama etrafında yedi defâ dolaştırılıp tavâf ettirildikten sonra, Fudayl bin Iyâd'ın kabri
yanına, önceden çizdiği çizginin bulunduğu yere defnedildi.
Vefât haberi Bağdat'a ulaştığında, gâibden bir ses; "Ahmed bin Ali'nin cenâze namazını gaybî
olarak kılınız." diyordu. Bunu işiten Bağdatlılar, halîfe Müstazhirbillah ve devlet erkânı
büyük câmide toplandılar, gıyâbında cenâze namazını kıldılar. (Şâfiî ve Hanbelî
mezheplerinde cenâze hazır olmadığı hâlde gıyâbî namaz kılmak câizdir.)
1) Tabakât-ı Hanâbile Zeyli; c.1, s.105
2) Şezerat-üz-Zeheb; c.4, s.6
AHMED ABDÜLHAK RADULEVÎ
AHMED ABDÜLHAK RADULEVÎ;
Hindistan'ın büyük velîlerinden. Radul şehrinde doğdu. Abdülhak, Nûrulhak ve
Kıdvet-ül-Evliyâ lakabları verildi. 1433 (H.837) senesinde Radul şehrinde vefât etti. Hayâtını
ve hâllerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin babasına hocalık eden Kutb-i Âlem Abdülkuddüs
Nûr-ül-Ayn isimli eserinde topladı.
Yedi yaşında geceleri kalkıp namaz kılmağa başladı. Annesine görünmeden gece kalkar
namaz kılardı. Annesi namazını bitirmeden, o yine yerine gelirdi. Annesi, onun bu hâlinden,
on iki yaşına gelince haberi oldu. Yavrusuna olan şefkat ve muhabbetinden, onun bu yaşta
uykusuz kalmasına gönlü râzı olmadı. Ama geleceğin büyük velîsinde, Allah sevgisi ağır
basıyordu. Rabbini seven için, O'na ibâdet etmekten daha tabiî ne olabilirdi. Annesinin bu
hâline üzülüp, evden ayrıldı. Dehli'de ilim öğrenmek ve öğretmekle meşgûl olan ağabeyi
Takiyyüddîn'in yanına gitti. Ondan, ilim öğretmesini istedi. O da herkesin okuduğu ilimleri
öğretmeye başladı. Ahmed; "Bana mârifeti, Hakk'ı tanıma ilmini öğret!" dedi. Ağabeyi
Takiyyüddîn, onu Dehli'nin ileri gelen âlimlerinin yanına götürdü. "Bu çocuk beni üzüyor,
ilim okutmamı istiyor, okutuyorum, kabûl etmiyor. Belki sizin nasîhatinizi dinler." diyerek,
onlardan yardım istedi. Onlar da kendi usûllerine göre ders verdiler. Bitince; "Benim bunlarla
işim yoktur. Bana mârifet ilmini öğretin." deyip, onları da şaşırttı. Sonra kendi hâlinde ibâdet
etmeye başladı. Seneler geçti. Ağabeyi Takıyyüddîn, onu evlendirmek istedi ise de buna râzı
olmadı. Ağabeyi ısrâr edince, kız tarafına gidip; "Bana kızınızı vermeyin." dedi. Hasta
olduğunu söyledi. Evlenmedi.
Çok sıkı riyâzet ve mücâhede çekmekle berâber, derecesinin yükselmediğini görmüştü. Yol
gösteren bir Allah adamı olmadan riyâzet, nefsin istediklerini yapmayarak ve mücâhede,
nefsin istemediklerini yaparak maksada erişilemeyeceğini anladı. Bir süre sonra Pâni-püt
şehrine gitmesi, orada, Celâleddîn Pâni-pütî'nin sohbet ve hizmetinde bulunması kalbine
ilhâm edildi. Buna çok sevindi. Bu sevinç ile, acele yola çıktı. Celâleddîn, keşf yoluyla onun
gelmekte olduğunu anladı. Talebelerine; "Çeşitli yemekler bulunan bir sofra hazırlayın!
Meyveler, tatlılar ve şerbetler koyun, kapının önüne atlar çıkarın, fazîletli bir misâfirimiz
geliyor. Onu karşılayın!" buyurdu. Emir yerine getirildi. Sofra hazırlandıktan bir iki dakika
sonra, Ahmed Abdülhak geldi. Kapıda çok gösterişli karşılamayı, içeri girince sofrayı gördü.
Üzerinde lezzetli yemekler, çeşit çeşit meyveler bulunan sofrayı görünce, düşünceye daldı.
Burasını umduğu gibi bulamamıştı. Hayret içinde kaldı. Aradığı yerin burası olmadığını
zannetti. Celâleddîn-i Pâni-pütî ona hiçbir şey söylemedi. O, olduğu yerden adımını ileri
atmayıp, geri döndü. Bilmediği bir istikâmete doğru şuursuzca akşama kadar gitti. Bilmediği
bir şehre yaklaştı. Yolunu kaybettiğini zannediyordu. İlk rastladığı kimseye; "Bu hangi
şehirdir?" diye sordu. O; "Pâni-püt şehridir." dedi. Bu cevâba pekçok şaşırdı. Çünkü, Pâni-püt
şehrinden ayrılalı saatler olmuştu.
Geceyi şehrin kenarında geçirdi. Sabah olunca tekrar yola çıktı. Akşam olunca, yine kendisini
Pâni-püt şehrinin kenarında buldu. Yine hayret etti. Geceyi yine şehrin dışında geçirdi. Sabah
erkenden yola çıktı. Büyük bir sahrâya daldı. Bir hayli zaman gittikten sonra, kurumuş bir
ağacın tepesinde bir genç gördü. Başında, çok güzel bir kumaştan sarığı vardı. O gence yolu
sordu. Genç; "Sen yolu, Celâleddîn'in kapısında kaybettin. İnanmazsan şu gelen iki kişiye
sor." dedi. Gencin işâret ettiği tarafa dönüp birkaç adım yürüyünce, beyaz sarıklı iki kişinin
kendisine doğru geldiklerini gördü. Yanlarına vardı. Onlara yol sordu. Onlar da; "Sen yolu
Celâleddîn'in kapısında kaybettin." dediler. Üç defâ sordu. Üçünde de aynı cevâbı aldı. Bütün
bu hâdiselerin, kendisi için bir işâret olduğunu anladı. Hâli değişti. Kendinden geçip düştü.
Bir zaman sonra kendine geldi. Etrâfına baktığında, ne ağaç, ne genç, ne de o iki kişiden
hiçbiri yoktu. Hiç kimseyi göremedi. Bu gaybî işâretten yakîni arttı. Îtimâd ve îtikâdını
düzeltti. Oradan kalkıp tekrar yola düştü.
Celâleddîn Pâni-pütî hazretlerinin huzûruna varıp, affını dileyecekti. Yolda gönlünden,
yakîninin daha da artması için bazı şeyler temenni etti. Celâleddîn Pâni-pütî'nin sarığını
başından alıp, hocasının kabrine değdirmesini ve kendisine de tatlı ikrâm etmesini diledi.
Pâni-püt şehrine varıp, Celâleddîn Pâni-pütî'nin dergâhına gitti. Hizmetçisi; "Hocasının
kabrini ziyârete gitti." dedi. Kıdvet-ül-Evliyâ da oraya gitti. Kutb-i Rabbânî Celâleddîn
Pâni-pütî bir elinde sarığı bir elinde ekmek ve helva olduğu hâlde, hocası Şemseddîn
Pâni-pütî'nin kabr-i şerîfinin başında duruyordu. Ahmed Abdülhak, Kutb-i Rabbânî'yi bu
hâlde görünce, gayr-i ihtiyârî, "Hak! Hak!" diyerek, ellerini öpmeye başladı.
Kutb-i Rabbânî, Kıdvet-ül-Evliyâ'ya çok iltifât etti. Sarığını hocasının kabrine koydu. Daha
sonra alıp, Kıdvet-ül-Evliyâ'nın başına koydu. Ona ekmek ve helva verdi. Sonra da; "Biz, bu
Ahmed Abdülhak'la ikinci defâ görüşüyoruz." dedi. Daha sonra Kutb-i Rabbânî onu evine
götürdü. Daha önceki gibi mükellef bir sofra donattı. Berâberce yemek yediler. Bundan sonra
Kıdvet-ül-Evliyâ'nın kalbine gelen vesveseler kayboldu. Hayır diyecek, îtirâz edecek hiç bir
şeyi kalmadı. Hocasının emrine tam teslim oldu. Tekrar riyâzet ve mücâhedeye başladı. Tam
terbiyeye alındı. Kısa zamanda icâzet almakla şereflendi. Hilâfet hırkası giyip, insanlara
doğru yolu göstermek için, hocası tarafından memleketine gönderildi.
Kıdvet-ül-Evliyâ hazretlerinin ismi, Ahmed idi. Oturmada, kalkmada, yemede, içmede "Hak,
Hak, Hak" ism-i şerîfini üç defâ söylemeyi âdet edince, yüksek hocası Kutb-i Rabbânî,
isminiAhmed Abdülhak koyup; "Şeyh Ahmed, mâdem ki sen, Allahü teâlânın Hak ismine
böyle tutuldun, ben de Rabbimin emri ile senin ismini Abdülhak koydum." buyurdu. O,
bundan sonra daha çok Abdülhak ismi ile çağrıldı ve bu isimle şöhret buldu. Kutb-i Rabbânî,
Abdülhak'a çok duâ etti ve; " Allahü teâlâdan istedim ki, bu silsile senden devâm etsin ve
bütün âlem senin mârifet nûrun ile aydınlansın. Bu nûr, kıyâmete kadar devâm etsin."
buyurdu. Allahü teâlâ, Kutb-i Rabbânî'nin duâsını kabûl eyledi. Gerçekten Çeştiyye'nin Sâbirî
kolunun silsilesi, Kıdvet-ül-Evliyâ Ahmed Abdülhak Radulevî'nin evlâtları ve talebeleri
vâsıtasıyla devâm etti. İçlerinde öyleleri yetişti ki, giden oka işâret etse geri döner, dağa
emretseler yerinden oynardı. Bunlardan oğlu Ârif, torunu Muhammed bin Ârif, talebesi
Muhammed Bessan, Abdülkuddüs, Kutb-i Âlem Kenkûhî bin İsmâil Hanefi ve Kutb-i
Âlem'in talebesi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin babası Abdülehad, zamanlarının yüksek âlim
ve ârifi, kâmil zâtları idiler.
Evinde Azîz isminde bir çocuk dünyâya geldi. Doğduğu zaman, orada bulunanların hepsinin
duydukları "Hak" lafzını söyledi. Ondan çok hârikalar görüldü. İnsanlar, hep bu çocuktan
konuşmaya başladılar. Ahmed Abdülhak kabristana gitti. Bir yerde durdu ve; "Burası Azîz'in
kabri olur." dedi. Sonra çocuk hastalandı ve iki-üç gün içinde vefât etti. Söylediği yere
defnedildi.
Onun ve talebelerinin zikri, çoğu zaman "Hak" idi. Talebeleri hep "Hak" sözü ile can
verirlerdi.
1) Ahbâr-ul-Ahyâr; s.193
2) Siyer-ül-Aktâb; s.215
3) Envâr-ül-Üyûn fî Esrâr-il-Meknûn (Abdülkuddûs Gengûhî, Âsafiyye No: 575)
4) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.384
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.237
AHMED BİN ABDURRAHMÂN ES-SEKKÂF
AHMED BİN ABDURRAHMÂN ES-SEKKÂF;
İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Abdurrahmân es-Sekkâf'tır.
Evliyânın büyüklerinden Abdurrahmân es-Sekkaf hazretlerinin oğludur. Doğum târihi tesbit
edilememiştir. 1425 (H.829) senesinde vefât etti. Zamânında bulunan büyük velîlerin
sohbetlerine devâm ederek ve çok gayret ederek, tasavvuf yolunda ilerledi. Kısa zamanda
yetişerek, büyük âlimlerden ve evliyâdan oldu. Dünyâya düşkün olmayan, gönlünü Allahü
tealâya vermiş bir velîydi. Fazîletler, kerâmetler sâhibi bir zât olup, pekçok üstünlükler
kendinde toplanmış idi.
Çok mücâhede, nefsin istemediklerini yapardı. Gündüz oruç tutar, gecenin son üçte birinde
uyanık olurdu. Allah korkusundan çok ağlardı. Çok zikredip devamlı Allah der ve
buyururduki: "İş budur bundan başkası hiçtir." Dünyâya hiç değer vermez eline geçen malı
fakirlere dağıtırdı.
Bir gün Ahmed es-Sekkâf, Mûsâ bin Ali Bâcerş isimli büyük âlime bir talebesini gönderip;
"Bize vermeyi niyet ettiğin şeyi getir, dediğimi söyle." buyurdu. O talebe, Mûsâ bin Ali'ye
gelip; "Hocam size, bize vermeyi niyet ettiğin şeyi getirsin, diyor." dedi. Bu sözü duyunca,
çok hayrette kalan Mûsâ bin Ali; "Bu düşünce, biraz önce kalbime gelmişti ve bunu da hiç
kimse bilmiyordu." dedi.
Bir defâsında, Ahmed es-Sekkâf'ın küçük kızı, yakınlarında bulunan bir hurma ağacı üzerinde
bir güvercin gördü. Güvercin çok hoşuna gittiği için, babasına, o güvercini tutup kendisine
vermesini ricâ etti. O da hizmetcisini çağırarak, güvercini tutup getirmesini emretti. Ağacın
üstünde oynamakta, daldan dala konmakta olan güvercin, Ahmed es-Sekkâf'ın sözlerinden
sonra hiç kımıldamadı. Hizmetçi gidip, rahatça güvercini tutarak getirdi. Ahmed bin
Abdurrahmân'a verdi. O da küçük kızına verdi. Kızı, güvercinle biraz oynayıp, okşadıktan
sonra salıverdi.
Ahmed bin Abdurrahmân, bir gün yanında birkaç kişi ile berâber, abdest almak üzere bir
kuyunun başına geldiler. Hem kuyunun suyu çok derindeydi, hem de yanlarında su çekmek
için ip ve kova yoktu. Ahmed bin Abdurrahmân suya işâret etti. Allahü teâlânın izni ile
kuyunun suyu yukarıya kadar yükseldi. Hepsi de abdest aldılar. Suya ihtiyaçları kalmayınca,
kuyunun suyu yine eski yerine çekildi.
Ahmed bin Abdurrahmân'ın fazla bir geliri yoktu. Birkaç hurma ağacı vardı. O ağaçların
hurmalarını satıp, parası ile çocuklarına giyecek alır, kalanı ile de geçimini temin ederdi.
Görünüş itibâri ile bu az para, hiç yetmiyecek zannedilirdi. Fakat o paranın bereketi çok
olurdu ve o para, bir sene boyunca yeterdi.
Bir sene âfet oldu. Meyvelerin büyük bir kısmı telef oldu. Çok az kısmı kaldı. Ahmed bin
Abdurrahmân'ın amcasının oğullarından biri; "O, zâten az meyve alıyordu. Parası zor
yetiyordu. Bu sene âfet oldu. Bu seneki aldığı ona hiç yetmez." diye düşünüp, onun için
başkalarından yardım toplamayı istedi ve bu hâli ona bildirdi. O da; "Lüzum yok, kalan bize
kafi gelir." buyurdu. Hakîkaten o az gelir, o sene de yetti.
Vefâtına yakın hastalanan Ahmed bin Abdurrahmân'a, hâlinin nasıl olduğu sual edildiğinde;
"Dünyâya düşkün olanlar, dünyâ nîmetlerinden lezzet aldıkları gibi, sâlihler de, Allahü
teâlâdan gelen belâ ve musîbetlerden öyle lezzet alırlar." buyurdu. Bundan sonra abdest aldı.
Öğle namazını kıldı. Namazdan sonra kıbleye karşı sağ yanı üzere yattı. Allahü teâlâyı zikir
ve tesbîh etmeye başladı. Rûhunu teslim edinceye kadar böyle devâm etti. Ahmed bin
Abdurrahmân'ın bu hâline şâhid olanlar, ona ziyâdesiyle gıpta ettiler. Kendi ölümlerinin de
böyle hayırlı ve kolay olması için Allahü teâlâya duâ ettiler.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.320
2) El-Meşre-ur-Revî; c.2, s.65
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.244
ADALET VE TEVAZU
ADALET VE TEVAZU
Emevi halifelerinin büyüğü Ömer b. Abdülaziz Hazretleri, devlet başkanlığı sırasında kul hakkı ve sosyal adalet hususunda çok titiz davranırdı. Gece çalışmalarında ayrı işlere tahsis ettiği iki kandili vardı. Bunlardan birini kendi özel işleriyle ilgili notları yazarken kullanır, öbürünü ise devlet ve millet işleriyle ilgili yazışmalarda kullanırdı. Halife, birden fazla gömleği olmayan, varlıksız biriydi.
Yakınlarından birisi Ömer b. Abdülaziz'e bir elma hediye göndermişti. O da elmayı biraz kokladıktan sonra sahibine geri gönderdi. Elmayı geri götüren görevliye şöyle dedi:
- Ona de ki, elma yerini bulmuştur.
Fakat görevli itiraz edecek oldu:
- Ey müminlerin başkanı! Rasulullah Aleyhisselâm hediye kabul ederdi. Bu elmayı gönderen de senin yakınlarındandır.
Halife cevap verdi:
- Evet ama, Rasulullah s.a.v.'e verilen hediye idi. Bize gelince, bize verilen hediyeler rüşvet olur.
-Valilerin maaşlarını çok bol verirdi. Sebebini şöyle açıklardı:
- Valiler para sıkıntısı çekmezler, bütün ihtiyaçları karşılanırsa, kendilerini halkın işlerine vakfederler.
Bir gece halifenin yanında bir misafiri vardı. Kandilin yakıtı tükenmişti. Misafir dedi ki:
- Hizmetçiyi uyandıralım da kandilin yağını koyuversin.
- Hayır, bırak onu uyusun. Ben ona iki ayrı işi yaptırmak istemem.
- Öyleyse ben kalkıp kandile yağ koyayım.
- Olmaz, misafire iş gördürmek yiğitlikten sayılmaz.
Kendisi kalktı, kandilin yağını koyup yerine döndü ve şöyle dedi:
- Ben kalkıp iş yaparken de Ömer'dim; gelip oturdum, yine aynı Ömer'im.
İki buçuk yıllık halifelik döneminde İslâm aleminde adaleti hakim kılmıştı. Büyük dedesi Hz. Ömer r.a. gibi adalet ve basiret sahibiydi. Henüz kırk yaşlarında iken onu çekemeyenler tarafından bin dinar altın para karşılığında hizmetçisi eliyle zehirlenmişti. Hizmetçisi suçunu itiraf ettiğinde, Ömer b. Abdülaziz, paraları adamdan alarak devlet hazinesine koymuş, kendisini serbest bırakmış, öldürülmekten kurtulması için de kaçmasını söylemişti.
Emevi halifelerinin büyüğü Ömer b. Abdülaziz Hazretleri, devlet başkanlığı sırasında kul hakkı ve sosyal adalet hususunda çok titiz davranırdı. Gece çalışmalarında ayrı işlere tahsis ettiği iki kandili vardı. Bunlardan birini kendi özel işleriyle ilgili notları yazarken kullanır, öbürünü ise devlet ve millet işleriyle ilgili yazışmalarda kullanırdı. Halife, birden fazla gömleği olmayan, varlıksız biriydi.
Yakınlarından birisi Ömer b. Abdülaziz'e bir elma hediye göndermişti. O da elmayı biraz kokladıktan sonra sahibine geri gönderdi. Elmayı geri götüren görevliye şöyle dedi:
- Ona de ki, elma yerini bulmuştur.
Fakat görevli itiraz edecek oldu:
- Ey müminlerin başkanı! Rasulullah Aleyhisselâm hediye kabul ederdi. Bu elmayı gönderen de senin yakınlarındandır.
Halife cevap verdi:
- Evet ama, Rasulullah s.a.v.'e verilen hediye idi. Bize gelince, bize verilen hediyeler rüşvet olur.
-Valilerin maaşlarını çok bol verirdi. Sebebini şöyle açıklardı:
- Valiler para sıkıntısı çekmezler, bütün ihtiyaçları karşılanırsa, kendilerini halkın işlerine vakfederler.
Bir gece halifenin yanında bir misafiri vardı. Kandilin yakıtı tükenmişti. Misafir dedi ki:
- Hizmetçiyi uyandıralım da kandilin yağını koyuversin.
- Hayır, bırak onu uyusun. Ben ona iki ayrı işi yaptırmak istemem.
- Öyleyse ben kalkıp kandile yağ koyayım.
- Olmaz, misafire iş gördürmek yiğitlikten sayılmaz.
Kendisi kalktı, kandilin yağını koyup yerine döndü ve şöyle dedi:
- Ben kalkıp iş yaparken de Ömer'dim; gelip oturdum, yine aynı Ömer'im.
İki buçuk yıllık halifelik döneminde İslâm aleminde adaleti hakim kılmıştı. Büyük dedesi Hz. Ömer r.a. gibi adalet ve basiret sahibiydi. Henüz kırk yaşlarında iken onu çekemeyenler tarafından bin dinar altın para karşılığında hizmetçisi eliyle zehirlenmişti. Hizmetçisi suçunu itiraf ettiğinde, Ömer b. Abdülaziz, paraları adamdan alarak devlet hazinesine koymuş, kendisini serbest bırakmış, öldürülmekten kurtulması için de kaçmasını söylemişti.
22 Mayıs 2013 Çarşamba
Altıyüz Dirhemlik İp
Altıyüz Dirhemlik İp
Bağdat. Dul bir kadın. Altı öksüz çocuğu ve bir de ihtiyar ana. Kadın geçimi sağlamak üzere, hafta boyu el emeği verir, göz nuru döker iplik eğirir, pazara çıkar ve anası ile çocuklarının rızkını temin etmeye çalışırdı.
Vakti tamam olunca bu dul kadın vefat eder, çocukların bakımı ise ihtiyar kadına kalır. Kadın pazara her hafata çıkamıyor, ip eğiriyordu. Bir zaman baktıki altıyüz dirhem kadar ip eğirmişti, pazara götürmeye karar verdi.
- Ya Rabbi! Bu öksüzlerin, yetimlerin rızkını ver, diyerek sabah erkenden pazarın yolunu tuttu. Yolda giderken Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. Onu görünce durakladı. Şeyh mürüdleriyle sabah namazından çıkmıştı, yaşlı kadını görünce duraklayarak:
- Hoş geldin bacı, nereye gidiyorsun?
- Bir miktar ipliğim var, pazara götürüp satacağım.
- Ver bakalım. Benden altıyüz dirhem ip isteniyor, bunu ver de ben satayım.
- Memnuniyetle, lütuf buyurmuş olursunuz, efendim dedi ve ipi verdi.
Abdülkadir Geylani Hazretleri eline aldığı ipi şaka yollu mescidin damına atınca hemen nereden geldiği belli olmayan büyük bir kuş gelip, ipi kapıp gider. Kadın bu nebiçim şaka diye kendi kendine söylenmeye başlayınca, müritler kadına itiraz etmemsi için işaret ettiler, kadında daha fazla bir şey demedi.
Hazreti Şeyh kadına dönerek.
- Hatun canını sıkma, ipliği satmaya gönderdim, parası gelsin ne kadar etti se alırsın.
- Pekala, diyerek gider, ertesi gün gelir.
- İpilik satıldı mı?
Abdülkadir Geylani Hazretleri:
- İplik satıldı, fakat parası henüz gelmedi. Bir hafta hadar bir zaman içinde gelir.
Kadın bir hafta sonra gelir, para henüz gelmemiştir, kadına:
- Yarın gel, paranı al.
Kadın, pazara niye gitmedim, şimdi param elimde olurdu hayıflana hayıflana evine gitmek üzere iken, Mürütler:
- Bir gün daha sabret bakalım mevla ne gösterecek, derken bu işin sade bir şaka olmadığının farkında idiler.
Ertesi gün oldu. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin huzuruna o ana kadar görülmeyen bir heyet geldi. Bin altın takdim ettiler. Müritler heyete bu kadar paranın ne olduğunu, niçin Şeyhe takdim ettiklerini sordular. Gelenler tüccar olduklarını belirterek:
- Altınlar Hazreti Şeyhindir. Denizde yolculuk yaparken fırtına sebebiyle geminin yelkeni delindi, yol alamaz olduk, denizin ortasında kalacaktık. Kaptana bir çaresi yok mu diye sorduğumuzda:
- Altıyüz dirhem ip olsa geminin yelkenini onarır, yolumuza devam ederdik ama, şu anda nerede bulacağız, dedi.
Biz ellerimizi kaldırarak Allaha dua ettik ve duamızda:
- Ya Sultanul Arifin bize altıyüz dirhem kadar ip gönder, sana bin altın vereceğiz diye yalvardık. Bir de baktık ki, bir kuş gelip altıyüz dirhem ipliği geminin güvertesine bırakıp uçtu gitti. Şimdi o adağımızı yerine getirdik, dediler.
Tüccarlar ayrıldıktan bir müddet sonra, ihtiyar kadın gelip sordu.
- Para geldi mi efendim?
Şeyh bin altını kadına verirken:
- Benim satışım seninki kadat kârlı olmuş mu?
Kadın bir anda zengin olmuştu. Abdülkadir Geylani Hazretleri'ne teşekkür ederek huzurdan ayrıldı.
Bağdat. Dul bir kadın. Altı öksüz çocuğu ve bir de ihtiyar ana. Kadın geçimi sağlamak üzere, hafta boyu el emeği verir, göz nuru döker iplik eğirir, pazara çıkar ve anası ile çocuklarının rızkını temin etmeye çalışırdı.
Vakti tamam olunca bu dul kadın vefat eder, çocukların bakımı ise ihtiyar kadına kalır. Kadın pazara her hafata çıkamıyor, ip eğiriyordu. Bir zaman baktıki altıyüz dirhem kadar ip eğirmişti, pazara götürmeye karar verdi.
- Ya Rabbi! Bu öksüzlerin, yetimlerin rızkını ver, diyerek sabah erkenden pazarın yolunu tuttu. Yolda giderken Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. Onu görünce durakladı. Şeyh mürüdleriyle sabah namazından çıkmıştı, yaşlı kadını görünce duraklayarak:
- Hoş geldin bacı, nereye gidiyorsun?
- Bir miktar ipliğim var, pazara götürüp satacağım.
- Ver bakalım. Benden altıyüz dirhem ip isteniyor, bunu ver de ben satayım.
- Memnuniyetle, lütuf buyurmuş olursunuz, efendim dedi ve ipi verdi.
Abdülkadir Geylani Hazretleri eline aldığı ipi şaka yollu mescidin damına atınca hemen nereden geldiği belli olmayan büyük bir kuş gelip, ipi kapıp gider. Kadın bu nebiçim şaka diye kendi kendine söylenmeye başlayınca, müritler kadına itiraz etmemsi için işaret ettiler, kadında daha fazla bir şey demedi.
Hazreti Şeyh kadına dönerek.
- Hatun canını sıkma, ipliği satmaya gönderdim, parası gelsin ne kadar etti se alırsın.
- Pekala, diyerek gider, ertesi gün gelir.
- İpilik satıldı mı?
Abdülkadir Geylani Hazretleri:
- İplik satıldı, fakat parası henüz gelmedi. Bir hafta hadar bir zaman içinde gelir.
Kadın bir hafta sonra gelir, para henüz gelmemiştir, kadına:
- Yarın gel, paranı al.
Kadın, pazara niye gitmedim, şimdi param elimde olurdu hayıflana hayıflana evine gitmek üzere iken, Mürütler:
- Bir gün daha sabret bakalım mevla ne gösterecek, derken bu işin sade bir şaka olmadığının farkında idiler.
Ertesi gün oldu. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin huzuruna o ana kadar görülmeyen bir heyet geldi. Bin altın takdim ettiler. Müritler heyete bu kadar paranın ne olduğunu, niçin Şeyhe takdim ettiklerini sordular. Gelenler tüccar olduklarını belirterek:
- Altınlar Hazreti Şeyhindir. Denizde yolculuk yaparken fırtına sebebiyle geminin yelkeni delindi, yol alamaz olduk, denizin ortasında kalacaktık. Kaptana bir çaresi yok mu diye sorduğumuzda:
- Altıyüz dirhem ip olsa geminin yelkenini onarır, yolumuza devam ederdik ama, şu anda nerede bulacağız, dedi.
Biz ellerimizi kaldırarak Allaha dua ettik ve duamızda:
- Ya Sultanul Arifin bize altıyüz dirhem kadar ip gönder, sana bin altın vereceğiz diye yalvardık. Bir de baktık ki, bir kuş gelip altıyüz dirhem ipliği geminin güvertesine bırakıp uçtu gitti. Şimdi o adağımızı yerine getirdik, dediler.
Tüccarlar ayrıldıktan bir müddet sonra, ihtiyar kadın gelip sordu.
- Para geldi mi efendim?
Şeyh bin altını kadına verirken:
- Benim satışım seninki kadat kârlı olmuş mu?
Kadın bir anda zengin olmuştu. Abdülkadir Geylani Hazretleri'ne teşekkür ederek huzurdan ayrıldı.
MÜBAREK GÜN VE GECELER
MÜBAREK GÜN VE GECELER
• Cuma Günü
• Ramazan ve Kurban Bayramları
• Mevlid Kandili
• Regaib Gecesi
• Mirac Gecesi
• Berat Gecesi
• Kadir Gecesi
Cuma Günü
Cuma günü müslümanlar için bir bayram günü demektir. Cuma namazı cemaatle kılınır. Bu sebeple müslümanlar bir araya gelerek birbirleri ile yakından tanışmak ve görüşmek imkânı bulurlar. Her hafta müslümanların böyle bir araya gelmesi aralarındaki dostluğu artırır, birlik ve beraberliği güçlendirir.
Cuma, önemli olayların meydana geldiği çok hayırlı ve faziletli bir gündür. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
«Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün cuma günüdür. Adem (a.s.) o gün yaratılmış, o gün cennete konulmuş ve o gün cennetten çıkarılmıştır.» (58)
«Cuma gününde bir saat vardır ki, hangi mü'min o saatte Allah'tan bir dilekte bulunursa Allah onun dileğini kabul eder.» (59)
Ramazan ve Kurban Bayramları
Yılda iki dini bayramımız vardır:
1– Ramazan bayramı.
2– Kurban bayramı.
Bayram sevinç günü demektir. Ramazan ayında oruç tutarak Allah'ın emrini yerine getiren, Kurban Bayramında kurban keserek Allah yolunda fedâkârlık gösteren, bayram namazlarını topluca kılan müslümanlar görevlerini yapmış olmanın sevinç ve mutluluğunu yaşarlar.
Bayramlarda anne, baba ve büyükler ziyaret edilir, dargınlar barışır, hısım ve akrabalar arasında karşılıklı hediyeleşmeler dostlukları pekiştirir.
Bayramlarda mü'minler birbirleri ile bayramlaşır, uzakta olanlara tebrikler gönderilerek gönülleri alınır. Kabirler ziyaret edilerek ölüler için dua edilir. Kur'an okunarak ve sadaka verilerek ruhları şad edilir.
Bayramlar, Allah'ın mü'min kullarına birer ziyafet günleridir. Bu günler, Allah'ın rızasına uygun davranışlarla değerlendirilmelidir.
Mevlid Kandili
İnsanlığın kurtuluşu için gönderilen son ve en büyük peygamber, bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) 571 yılında Kameri aylardan Rebiü'l-evvel ayının 12. gecesi doğmuştur. Bu mübarek geceye "Mevlid Kandili" denir.
O'nun doğduğu çağda dünyanın her tarafında cehalet, zulüm ve ahlâksızlık almış yürümüş, Allah inancı unutulmuş, insanlık korkunç ve karanlık bir duruma düşmüş, dünya yaşanmaz hale gelmişti.
Sevgili Peygamberimizin tebliğ ettiği İslâm dini ile dünya aydınlandı, tek Allah inancı ile kalpler nurlandı. Eşitlik, adalet ve kardeşlik geldi. O'na inanan toplumlar gerçek huzura kavuştu. O'nun doğduğu gece, insanlığın kurtuluşu için çok hayırlı ve mübarek bir başlangıçtır.
Bu gece, müslümanlar arasında yüzyılllardan beri büyük bir coşku ile kutlanmakta, Sevgili Peygamberimiz derin bir saygı ile anılmaktadır. Büyük Türk Alimi Süleyman Çelebi tarafından yazılan ve asıl adı "Vesiletün'necat" olan mevlid kitabı O'nun doğumunu, üstünlüğünü ve mucizelerini en güzel bir şekilde dile getiren değerli bir eserdir.
Peygamberimizin doğum yıldönümlerinde okunan mevlidleri saygı ile dinlemek, O'nun mübarek ruhuna salât ve selâm okumak hiç şüphesiz büyük milletimizin Sevgili Peygamberimize olan engin sevgi ve bağlılığının bir ifadesidir.
Bununla beraber, O'nun ahlâk ve fazilet dolu hayatını öğrenmek ve kendimize örnek almak başta gelen görevlerimizdendir. Asıl o zaman O'nun sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmış oluruz.
Regaib Gecesi
Üç aylar diye bilinen Recep, Şaban ve Ramazan ayları manevi bakımdan diğer aylardan daha üstün ve daha bereketlidir. Recep ayı gelince Peygamberimiz şöyle dua ederdi:
«Allah'ım bize Receb ve Şabanı mübarek eyle ve bizi Ramazana ulaştır.» (60)
Recep ayının ilk cuma gecesi "Regaib Gecesi" dir. Bu gece, Allah'ın rahmet ve bağışlamasının bol olduğu, duaların kabul edildiği mübarek bir gecedir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
«Beş gece vardır ki, onlarda yapılan dualar geri çevrilmez (yâni kabul edilir). Bunlar:
– Recebin ilk cuma gecesi,
– Şabanın onbeşinci gecesi,
– Cuma geceleri,
– Ramazan bayramı gecesi,
– Kurban bayramı gecesi'dir.» (61)
Mi'rac Gecesi
Allah,'ın dâveti üzerine Sevgili Peygamberimiz bir gece Mekke'deki Mescid-i Haramdan Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürülmüş, oradan Cebrâil ile birlikte bütün gökleri aşarak "Sidretül'münteha" denilen makama yükselmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.) buradan daha ileriye gitmiş ve vasıtasız olarak Yüce Allah ile görüşmüştür.
Bu mukaddes yolculuğun Mekke'den Kudüs'e kadar olan bölümüne İsra, Kudüs'ten itibaren devam eden bölümüne de Mi'rac denir. Peygamberimiz, beş vakit namazı ümmetine Mirac hediyesi olarak getirmiştir.
Mirac olayı Peygamberimizin en büyük mucizelerinden biridir. Hicretten bir buçuk yıl önce Receb ayının 27. gecesinde meydana gelmiştir.
Berat Gecesi
Şaban ayının onbeşinci gecesi "Berat Gecesi"dir. Borçtan, suç ve cezadan kurtulmak anlamını taşıyan Berat, günahlardan kurtuluş gecesi demektir.
Bu gece yüce Allah'ın, kendisine yönelip af dileyen mü'minleri bağışlayarak kurtuluş beratı verdiği bir gecedir. Bu geceyi şuurlu bir halde geçirerek dileklerimizi Allah'a sunmamızı isteyen Sevgili Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
«Şaban ayının onbeşinci gecesi olduğu zaman, o geceyi ibadetle geçirin, gündüzünü de oruç tutunuz. Çünkü, Allah Teâlâ, o gece güneş doğuncaya kadar, dünyaya rahmetle tecelli ederek şöyle buyurur:
– Yok mudur bağışlanmak isteyen, bağışlayayım?
– Yok mudur rızık isteyen,rızıklandırayım?
– Yok mudur dert ve musibete yakalanan, şifa vereyim?
– Daha ne gibi dilekleri olan varsa istesinler vereyim.» (62)
Öyle ise Rabbimizin müjdesine kulak vererek bizlere tanınan bu fırsatlardan yararlanmalıyız.
Kadir Gecesi
Ramazan ayının 27. gecesi "Kadir Gecesi"dir. İnsanlara dünyada ve ahirette mutlu olmanın yollarını gösteren dinimizin kutsal kitabı Kur'an-ı Kerim Peygamberimize Ramazan ayı içinde Kadir Gecesinde inmeye başlamış, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e peygamberlik görevi bu gecede verilmiş ve İslâm güneşi bu gecede doğmuştur. İşte bu önemli olaylar Kadir Gecesine büyük bir şeref vermiş, üstün bir değer kazandırmıştır.
Kadir gecesinin bin aydan daha haylırlı olduğu Kur'an-ı Kerim'de açıkça bildirilmiştir. Sevgili Peygamberimiz de bu gecenin fazileti hakkında şöyle buyurmuştur:
«Kim ki, faziletine inanarak ve mükâfatını Allah'tan bekleyerek Kadir Gecesini ibadetle geçirirse geçmiş günahları bağışlanır.» (63)
Kadir Gecesi biz mü'minlere Allah Teâlanın büyük bir lütfu ve sonsuz rahmetinin eseridir. Bu geceyi Allah rızası için namaz kılarak, Kur'an okuyarak ve dûa ederek en iyi bir şekilde değerlendirmeliyiz.
Hz. Aişe bir gün Peygamberimize:
–«Ya Rasûlellah: Kadir Gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim?» diye sordu.
Peygamberimiz şöyle buyurdu:
–«De ki: Ya Rab; sen çok affedicisin, affetmeyi seversin, beni afffet.» (64)
Sevgili Peygamberimizin öğrettiği bu duayı, biz de Kadir Gecesinde tekrar edelim.
Kandil gecelerini; Allah rızası için namaz kılmak, Kur'an okumak, Peygamberimize salât ve selâm okumak, günahlarımızın bağışlanması için Allah'tan af dilemek, dünya ve ahirete ait dileklerimiz için dua etmek ve yapacağımız yardımlarla yoksulları sevindirmek suretiyle değerlendirmeliyiz
• Cuma Günü
• Ramazan ve Kurban Bayramları
• Mevlid Kandili
• Regaib Gecesi
• Mirac Gecesi
• Berat Gecesi
• Kadir Gecesi
Cuma Günü
Cuma günü müslümanlar için bir bayram günü demektir. Cuma namazı cemaatle kılınır. Bu sebeple müslümanlar bir araya gelerek birbirleri ile yakından tanışmak ve görüşmek imkânı bulurlar. Her hafta müslümanların böyle bir araya gelmesi aralarındaki dostluğu artırır, birlik ve beraberliği güçlendirir.
Cuma, önemli olayların meydana geldiği çok hayırlı ve faziletli bir gündür. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
«Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün cuma günüdür. Adem (a.s.) o gün yaratılmış, o gün cennete konulmuş ve o gün cennetten çıkarılmıştır.» (58)
«Cuma gününde bir saat vardır ki, hangi mü'min o saatte Allah'tan bir dilekte bulunursa Allah onun dileğini kabul eder.» (59)
Ramazan ve Kurban Bayramları
Yılda iki dini bayramımız vardır:
1– Ramazan bayramı.
2– Kurban bayramı.
Bayram sevinç günü demektir. Ramazan ayında oruç tutarak Allah'ın emrini yerine getiren, Kurban Bayramında kurban keserek Allah yolunda fedâkârlık gösteren, bayram namazlarını topluca kılan müslümanlar görevlerini yapmış olmanın sevinç ve mutluluğunu yaşarlar.
Bayramlarda anne, baba ve büyükler ziyaret edilir, dargınlar barışır, hısım ve akrabalar arasında karşılıklı hediyeleşmeler dostlukları pekiştirir.
Bayramlarda mü'minler birbirleri ile bayramlaşır, uzakta olanlara tebrikler gönderilerek gönülleri alınır. Kabirler ziyaret edilerek ölüler için dua edilir. Kur'an okunarak ve sadaka verilerek ruhları şad edilir.
Bayramlar, Allah'ın mü'min kullarına birer ziyafet günleridir. Bu günler, Allah'ın rızasına uygun davranışlarla değerlendirilmelidir.
Mevlid Kandili
İnsanlığın kurtuluşu için gönderilen son ve en büyük peygamber, bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) 571 yılında Kameri aylardan Rebiü'l-evvel ayının 12. gecesi doğmuştur. Bu mübarek geceye "Mevlid Kandili" denir.
O'nun doğduğu çağda dünyanın her tarafında cehalet, zulüm ve ahlâksızlık almış yürümüş, Allah inancı unutulmuş, insanlık korkunç ve karanlık bir duruma düşmüş, dünya yaşanmaz hale gelmişti.
Sevgili Peygamberimizin tebliğ ettiği İslâm dini ile dünya aydınlandı, tek Allah inancı ile kalpler nurlandı. Eşitlik, adalet ve kardeşlik geldi. O'na inanan toplumlar gerçek huzura kavuştu. O'nun doğduğu gece, insanlığın kurtuluşu için çok hayırlı ve mübarek bir başlangıçtır.
Bu gece, müslümanlar arasında yüzyılllardan beri büyük bir coşku ile kutlanmakta, Sevgili Peygamberimiz derin bir saygı ile anılmaktadır. Büyük Türk Alimi Süleyman Çelebi tarafından yazılan ve asıl adı "Vesiletün'necat" olan mevlid kitabı O'nun doğumunu, üstünlüğünü ve mucizelerini en güzel bir şekilde dile getiren değerli bir eserdir.
Peygamberimizin doğum yıldönümlerinde okunan mevlidleri saygı ile dinlemek, O'nun mübarek ruhuna salât ve selâm okumak hiç şüphesiz büyük milletimizin Sevgili Peygamberimize olan engin sevgi ve bağlılığının bir ifadesidir.
Bununla beraber, O'nun ahlâk ve fazilet dolu hayatını öğrenmek ve kendimize örnek almak başta gelen görevlerimizdendir. Asıl o zaman O'nun sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmış oluruz.
Regaib Gecesi
Üç aylar diye bilinen Recep, Şaban ve Ramazan ayları manevi bakımdan diğer aylardan daha üstün ve daha bereketlidir. Recep ayı gelince Peygamberimiz şöyle dua ederdi:
«Allah'ım bize Receb ve Şabanı mübarek eyle ve bizi Ramazana ulaştır.» (60)
Recep ayının ilk cuma gecesi "Regaib Gecesi" dir. Bu gece, Allah'ın rahmet ve bağışlamasının bol olduğu, duaların kabul edildiği mübarek bir gecedir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
«Beş gece vardır ki, onlarda yapılan dualar geri çevrilmez (yâni kabul edilir). Bunlar:
– Recebin ilk cuma gecesi,
– Şabanın onbeşinci gecesi,
– Cuma geceleri,
– Ramazan bayramı gecesi,
– Kurban bayramı gecesi'dir.» (61)
Mi'rac Gecesi
Allah,'ın dâveti üzerine Sevgili Peygamberimiz bir gece Mekke'deki Mescid-i Haramdan Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürülmüş, oradan Cebrâil ile birlikte bütün gökleri aşarak "Sidretül'münteha" denilen makama yükselmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.) buradan daha ileriye gitmiş ve vasıtasız olarak Yüce Allah ile görüşmüştür.
Bu mukaddes yolculuğun Mekke'den Kudüs'e kadar olan bölümüne İsra, Kudüs'ten itibaren devam eden bölümüne de Mi'rac denir. Peygamberimiz, beş vakit namazı ümmetine Mirac hediyesi olarak getirmiştir.
Mirac olayı Peygamberimizin en büyük mucizelerinden biridir. Hicretten bir buçuk yıl önce Receb ayının 27. gecesinde meydana gelmiştir.
Berat Gecesi
Şaban ayının onbeşinci gecesi "Berat Gecesi"dir. Borçtan, suç ve cezadan kurtulmak anlamını taşıyan Berat, günahlardan kurtuluş gecesi demektir.
Bu gece yüce Allah'ın, kendisine yönelip af dileyen mü'minleri bağışlayarak kurtuluş beratı verdiği bir gecedir. Bu geceyi şuurlu bir halde geçirerek dileklerimizi Allah'a sunmamızı isteyen Sevgili Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
«Şaban ayının onbeşinci gecesi olduğu zaman, o geceyi ibadetle geçirin, gündüzünü de oruç tutunuz. Çünkü, Allah Teâlâ, o gece güneş doğuncaya kadar, dünyaya rahmetle tecelli ederek şöyle buyurur:
– Yok mudur bağışlanmak isteyen, bağışlayayım?
– Yok mudur rızık isteyen,rızıklandırayım?
– Yok mudur dert ve musibete yakalanan, şifa vereyim?
– Daha ne gibi dilekleri olan varsa istesinler vereyim.» (62)
Öyle ise Rabbimizin müjdesine kulak vererek bizlere tanınan bu fırsatlardan yararlanmalıyız.
Kadir Gecesi
Ramazan ayının 27. gecesi "Kadir Gecesi"dir. İnsanlara dünyada ve ahirette mutlu olmanın yollarını gösteren dinimizin kutsal kitabı Kur'an-ı Kerim Peygamberimize Ramazan ayı içinde Kadir Gecesinde inmeye başlamış, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e peygamberlik görevi bu gecede verilmiş ve İslâm güneşi bu gecede doğmuştur. İşte bu önemli olaylar Kadir Gecesine büyük bir şeref vermiş, üstün bir değer kazandırmıştır.
Kadir gecesinin bin aydan daha haylırlı olduğu Kur'an-ı Kerim'de açıkça bildirilmiştir. Sevgili Peygamberimiz de bu gecenin fazileti hakkında şöyle buyurmuştur:
«Kim ki, faziletine inanarak ve mükâfatını Allah'tan bekleyerek Kadir Gecesini ibadetle geçirirse geçmiş günahları bağışlanır.» (63)
Kadir Gecesi biz mü'minlere Allah Teâlanın büyük bir lütfu ve sonsuz rahmetinin eseridir. Bu geceyi Allah rızası için namaz kılarak, Kur'an okuyarak ve dûa ederek en iyi bir şekilde değerlendirmeliyiz.
Hz. Aişe bir gün Peygamberimize:
–«Ya Rasûlellah: Kadir Gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim?» diye sordu.
Peygamberimiz şöyle buyurdu:
–«De ki: Ya Rab; sen çok affedicisin, affetmeyi seversin, beni afffet.» (64)
Sevgili Peygamberimizin öğrettiği bu duayı, biz de Kadir Gecesinde tekrar edelim.
Kandil gecelerini; Allah rızası için namaz kılmak, Kur'an okumak, Peygamberimize salât ve selâm okumak, günahlarımızın bağışlanması için Allah'tan af dilemek, dünya ve ahirete ait dileklerimiz için dua etmek ve yapacağımız yardımlarla yoksulları sevindirmek suretiyle değerlendirmeliyiz
AHÎ ŞORBA
AHÎ ŞORBA
Ne zaman yaşadığı hakkında bilgi bulunamayan Ahî Şorba hazretlerinin türbesi, Kastamonu
Beyçelebi mahallesinin Canlı sokağındadır. Türbede bulunan diğer iki kabrin kime ait olduğu
bilinmemektedir. Kastamonu'da Ahî Şorba hazretlerine ait zâviye ve vakıflar da vardır.
AHÎ SİRÂC
AHÎ SİRÂC;
Sultan-ül-ulemâ Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ'nın yetiştirdiği Hindistan evliyâsının
büyüklerinden. İsmi Osman, lakabı Sirâcüddîn olup, Ahî Sirac diye meşhûrdur. Doğumu,
vefâtı ve hâl tercümesi hakkında kitaplarda fazla mâlûmat bulunamayan Ahî Sirâc
hazretlerinin sekizinci asrın ortalarında 1357 (H.759) yılında vefât ettiği bilinmektedir.
Daha gençlik yıllarında, Hâce Nizamüddîn hazretlerinin sohbetlerinde bulunarak yetişen Ahî
Sirâc, ayrıca Mevlânâ Fahreddîn-i Zerrâdî'den sarf öğrendi. Mevlâna bu talebesini çok
sevdiğinden, onun için sarf bilgilerini yazıp topladı. Bu eserine Osmânî ismini verdi. Ahî
Sirâc, bundan sonra Mevlânâ Rükneddîn'in huzûrunda; Kafiye, Mufassal, Kudûrî ve
Mecma'ul-Bahreyn adlı eserleri dikkatlice okudu. Bunları da bitirdikten sonra, tekrar Hâce
Nizâmüddîn-i Evliyâ'nın huzûruna gelerek, üç sene daha kalıp, tasavvuf yolunda kemâle
geldi. Hâce hazretlerinin sohbetleri bereketiyle, tam bir olgunluğa kavuşup, icâzet ve hilâfet
almakla şereflendi. Hocası, Ahî Sirâc'a kitaplarından ve elbiselerinden bâzılarını yâdigâr
verip, onu insanları irşâd etmek, onlara doğru yolu göstermek üzere, memleketi olan
Lüknov'a gönderdi. Gittiği yeri, evliyâlık güzelliği ile süsleyip aydınlattı. Hâce Nizâmüddîn
onun için; "O, Hindistan'ın aynasıdır." buyurmuştur. Ahî Sirâc irşâd ile insanlara rehberlik
edip İslâmiyeti anlatmak ve yaşatmakla vazîfelendirilip Lüknov'a gelince, ilme susamış
olanlar etrafında toplanmaya başladı. Ahî Sirâc, hocası hazret-i Hace'ye lâyık bir talebe idi.
Ondan aldığı yüksek ilimleri, feyz ve bereketleri etrâfına yaymaya başladı. Çok talebe
yetiştirdi. Binlerce kişi ondan istifâde edip, ilim öğrendiler.
Şeyh Hüsâmeddîn-i Mankpûrî, Melfûzât isimli eserinde, bunun da sözlerini ve menkıbelerini
zikretmektedir. Bu kitapta bildirildiğine göre, bir gece dervişlerden bir zât, Sirâcüddîn Osman
hazretlerine misâfir olmuştu. Yatsı namazından sonra Ahî Sirâc yatağına uzandı. Misafir olan
derviş ise, namaz kılmaya başladı. Bir taraftan da, böyle büyük bir zâtın gece uyumasına
hayret ediyordu. Sabah olduğunda, Ahî Sirâc hazretleri kalkıp, abdest almadan, birlikte sabah
namazını kıldılar. Misâfir derviş, Ahî Sirâc'ın bütün gece zikrle meşgûl olup uyumadığını, ilk
zamanda anlayamadığından bu hâle çok hayret ederek; "Allah, Allah! Ne garip iştir! Bütün
gece yattınız. Sabahleyin ise abdest almadan namaz kıldınız!" dedi. Ahî Sirâc tevâzu edip;
"Siz tâat ile meşgûl oluyorsunuz. Bizim ise, kıymetli bir malımız (rûhumuz) vardır. Büyük ve
azılı bir düşman da (nefsimiz) onun peşinde olup, onu öldürmek için gayret etmektedir. Biz o
kıymetli malımızı korumak, düşmana teslim etmemek için uyumuyor, bekçilik ediyorduk."
Bu sözleri hayretle dinleyen misafir derviş, o zâtın büyüklüğünü böylece daha iyi anlamış
oldu ve; "Eğer âşık mescidde görünmezse de, onun kalbi dâimâ namaz iledir." meâlinde bir
beyit söyledi.
Rivâyet edildiğine göre, Ahî Sirâc hazretleri, vefatına yakın zamanda kabir gibi bir yer kazıp,
hocasının huzûrundan ayrılırken kendisine verdiği elbiselerini oraya koydu. Üzerini de aynen
kabir gibi yaptı ve buna da "Elbiseler mezarı" denildi. Ahî Sirâc vasiyet edip, vefât ettiğinde,
elbiseler mezarının ayak ucuna gelecek şekilde defnedilmesini istedi. Bir müddet sonra vefât
etti. Talebeleri vasiyeti yerine getirip, hocalarını elbiseler mezarının ayak ucu tarafında
hazırladıkları bir kabre defnettiler. Böylece hocalarının vasiyetini yerine getirdiler.
Sirâcüddîn Osman hazretlerinin yetiştirdiği talebeleri içinde en ileride olanlarından biri de,
Alâeddîn Ebû Ali Kalender'dir.
1) Ahbâr-ul-Ahyâr; s.92
2) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.357
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.37
4) Nüzhet-ül-Havâtir; s.77
5) Persian Literatüre; c.2, s.1031
AHÎ SİNAN
AHÎ SİNAN;
Denizli velîlerinden. On dördüncü asırda yaşadı. Doğum ve ölüm târihleri belli değildir.
Cömertlik ve misâfirperverliğin timsâli olan Ahî Evran'ın kurduğu ahîliğin Denizli'deki
kurucusu Ahî Sinan hazretleridir. Denizli'de doğan Ahî Sinan küçük yaştan îtibâren burada
çok iyi bir tahsil ve terbiye gördü. Mert, özü sözü doğru bir kimseydi. Helâl rızık kazanmak
için dericilik yapardı. Ahî Evran'la görüşerek ona talebe oldu. Sohbeti ile bereketlendi. Sonra
Denizli'de insanların îmânlarının olgunlaştırılmasını ve iş ahlâkının verimliliğinin ve
kalitesinin yükselmesini hedef alan ahî teşkîlâtını kurdu. Böylece Denizli'de iyi ahlâklı,
çalışkan ve mert insanların yetişmesinde çok büyük rol oynadı.
1333'de Anadolu'yu geçen meşhûr seyyah İbn-i Battûtâ Denizli'ye geldiğindeAhî Sinan
hazretlerinin tekkesine indi. Ramazan ayıydı. Berâberce akşam namazını kıldıktan sonra
iftarlarını yaptılar. O gece sabaha kadar sohbet edip ibâdet ve zikirle meşgûl oldular. İbn-i
Battûtâ, Seyâhatnâmesinde bu ahîler hakkında şöyle demektedir: "Memleketlerine gelen
yabancıları karşılama, onlarla ilgilenme, yiyeceklerini, içeceklerini, yatacaklarını sağlama,
ihtiyaçlarını giderme, onları ahlâksız ve edepsizlerin ellerinden kurtarma, şu veya bu sebeple
bu yaramazlara katılanları yeryüzünden temizleme gibi konularda bunların eş ve örneklerine
dünyânın hiç bir yerinde rastlamak mümkün değildir."
Gülşehrî de Mesnevî'sinde bunlar hakkında şöyle demektedir:
"Yüz kişi her gece onda sofra yer
Rahmet ol sultân-ı ahî cânına der
Terbiyelerle ahîdür her biri
O ahî ki sahidur her biri
Etmeği çok ve aşı yağlu durur
Hizmet için belleri bağlu durur
Kocalar hizmetle oturmuş durur
Hoş yiğitler kapuda durmuş durur
Elli yıl ben bu aradan gitmedüm
Bir acı söz kimseden işitmedüm."
Vefât târihi bilinmeyen Ahî Sinan hazretlerinin kabri Denizli merkez Deretekke mevkıinde,
şimdiki Ahî Sinan caddesi üzerinde "Kocabay" işhanının bulunduğu yerde idi. Ancak
işhanının yapımı sırasında inşâat sebebiyle 1968 yılında kaldırılmış olup, bugün nerede
bulunduğu tesbit edilememiştir.
1) Denizli'de Türbeler-Kitâbeler-Yatırlar (Şükür Tekin Kaptan, Denizli-1991); s.63
AHÎ EVRAN
AHÎ EVRAN;
Büyük velîlerden. Kelam, tefsîr, tasavvuf ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi, tabib. Anadolu'daki
Ahîlik esnaf teşkilâtının kurucusu. Asıl ismi Mahmûd bin Ahmed'dir. Herkesin korkup
kaçtığı evran denen büyük bir yılanın onu görünce sakinleşmesi ve itâat etmesi dolayısıyla
"Evran" diye anılmıştır.
1171 (H.567) yılında İran'da Batı Âzerbaycan taraflarındaki Hoy kasabasında dünyâya geldi.
İmâm-ı Fahrüddîn Râzî'den çeşitli ilim dallarında dersler aldı. Ahmed Yesevî hazretlerinin
talebelerinin ders ve sohbetlerine devâm ederek tasavvuf yolunda ilerledi. Büyük İslâm âlimi
Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Hac yolunda Evhadüddîn Hâmid
Kirmânî ile tanışıp, onun talebelerinden oldu. Evhadüddîn Kirmânî'nin vefâtına kadar da
yanından ayrılmadı. Konya'daki Anadolu Selçuklu Devleti idârecileri arasında büyük nüfûz
sâhibi olup, Bağdat'a elçi gönderilmiş olan Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin babası,
Mecdüddîn İshak'ın dâveti üzerine, Muhyiddîn ibni Arabî ve hocası Evhadüddîn'le birlikte
Anadolu'ya geldi. Hocasının kızı Fâtıma Bacı ile evlendi. Yazmış olduğu pek kıymetli
eserlerinden Mürşid-ül-Kifâye ve Yezdân-Şinaht adlı kitaplarını Sultan Alâeddîn Keykûbâd'a
takdim etti.
Bundan sonra kayınpederi Evhadüddîn'le Anadolu şehirlerini dolaştı. Esnafa bilhassa
İslâmiyetin alış-veriş bilgileri hakkında vaazlar verdi. Nasîhatlar etti. Kendisine sual sorup
nasîhat isteyenlere:
"Ey Ahî (Kardeşim)! Alış veriş ilmini bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz. Haram lokma
yiyen ise ibâdetlerinin sevâbını bulamaz. Zahmetleri hep boşa gider. Sonunda büyük azaba
yakalanır ve pişman olur." buyururdu.
Ahî Evran ayrıca gittiği yerlerde esnafı bir çatı altında toplayıp teşkîlâtlandırıyordu. Böylece
Anadolu şehirlerinde Ahi teşkilatlarının kurucusu oldu. Hocası Evhadüddîn'in vefâtından
sonra Kayseri'ye yerleşen AhiEvran bütün Anadolu ahilerinin şeyhi kabul edildi.
Ahî teşkilâtına girebilmek için ilim ve sanatla meşgûl olmak lazımdı. Ahî Evran'ın etrafında
ve her şehirde bulunan ahîler her cumâ gecesi aralarında toplanırlar. Kur'ân-ı kerîm, hadîs ve
fıkıh kitapları, menkıbeler okurlar ve ahlâk konularında sohbet ederlerdi.
Ahî Evran hazretleri Kayseri'ye yerleştikten sonra debbâğlık yapmaya ve elinin emeği ile
geçimini temin etmeye başladı. Bu arada halkı irşâd etmeye, bilgi ile yetiştirmeye çok önem
verirdi. Yetiştirdiği talebeleri Anadolu'nun dört bir tarafına gönderirdi. Bu talebeler onun
emriyle gittikleri yerlerde zâviye kurup irşâd halkasını genişletmeye çalışırlardı. Böylece
zamanla sevenleri yüz binlere ulaştı.
Bu sırada Doğudan Batıya bütün Türk alemi Moğol tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Moğollar
geçtikleri her yerde kan, gözyaşı ve parçalanmış cesetler bırakıp, beldeleri ve hâneleri virân
ediyorlardı.
Yaklaşan bu büyük tehlikeye karşı Ahî Evran hazretleri halkı uyandırmaya ve sevenlerini
karşı koymaya çağırdı. Onlara şöyle nasihatlarda bulundu:
"Ey Ahîler! Mücâhitler, yiğit, arslan yürekli olur. Düşmandan korkmaz, kaçmaz ve ona boyun
eğmez. Yağmada kurt gibi saldırsalar hiç sarsılmaz. Atılan oklara ve kılıç darbelerine
metânetle karşı koyar. Savaşırken safta, namazdaki gibi sessiz olup, komutanına itâatte
cemâatin imâma uyması gibidir. Düşmanına karşı haykırışı gök gürültüsü gibi olmalıdır.
Düşmandan korkmayın, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyamamaktan korkun. Vatan
sevgisinin îmândan olduğunu unutmayın!"
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edip, takdirine râzı olan ve hocalarına itâat eden bu
mübarek insanlar sürüler halinde Anadolu'ya akan Moğol putperestlerine karşı kahramanca
mücâdele ettiler. Onların zulüm ve katliamlarından yılmadılar. Anadolu'yu bir şefkat diyarı
haline getirdiler.
Ahî Evran hazretleri Anadolu'nun bu karışıklık zamânında Anadolu Selçuklu Devleti'ne karşı
meydana gelen bir hâdise bahânesiyle iftirâya uğradı ve tutuklanıp hapsedildi. Beş sene
hapiste kaldı.
Beş yıllık tutukluluk süresini bitirdikten sonra Denizli'ye gitti. Bir müddet sonra Sadreddîn-i
Konevî hazretlerinin isteği üzerine, diğer ulemâ ile birlikte Konya'ya döndü. Konya'da bir
müddet ikamet edip, müslümanları irşâd ile meşgûl olup, vâz ve nasîhatta bulundu.
Daha sonra, Kırşehir'e (Gülşehir'e) yerleşti. Menâhic-i Seyfî adlı Şâfiî mezhebi ilmihâl
bilgilerine dâir eserini, Kırşehir emîri Seyfeddîn Tuğrul'a takdim etti. Vâzlarındaki sâdelik,
herkesin anlayabileceği şekilde meseleleri îzah ederek yazdığı kitaplar, kendisinde görülen
kerâmetler, ahlâkının güzelliği, dünyâ malına ehemmiyet vermeyip, yalnız Allahü teâlânın
rızâsı için çalışması, herkesin sevgisini kazanmasına vesîle oldu. Çevresinde pek çok kimse
toplandı. İslâmiyete yaptığı hizmetler dolayısı ile Nâsırüddîn lakabını aldı. Doksan üç
yaşlarında iken onun nüfûzundan ve sevenlerinin çokluğundan korkan ve Moğolların
baskısına dayanamayan Kırşehir emiri Nûreddîn Caca tarafından 1262 (H.660) yılında
Kırşehir'de şehîd edildi.
Talebeleri Ahî Evran hazretlerinin yolunu devam ettirdiler. Bu arada Ahî Evran'ın hanımı
Fâtıma Bacı'nın yetiştirdiği bacılar da elde ettikleri mümtâz İslâm kültürünü, bacıdan bacıya
naklettiler. Söğüt civârında, Bizans hududunda gelişmeye başlayan Osmanlı Beyliği emrine
koşuşan ahîlerden bir kısmı, uçlara yerleşip tekkeler ve zâviyeler kurdular. Bir ahî şeyhi olan,
Şeyh Üdebâli ile Osman Bey arasında akrabâlık tesis edildi. Doğudan gelerek Osmanlılara
katılan Türkmenleri terbiye ettiler, yetiştirdiler. Onlara İslâmî bilgileri öğretip, gazâ rûhunu
aşıladılar. FâtımaBacı'nın yetiştirdiği bacıların meydana getirdiği Baciyân grubu da yeni
gelenlerin kadınlarına İslâmiyeti öğreterek, dîn-i İslâmı hakkıyla yaşamaları için gayret ettiler.
Üç kıtada altı asır at oynatacak istikbâlin Osmanlı neslinin temelini kurmakta, onlara
yardımcı oldular. Osmanlılar da onların kadr-ü kıymetini devamlı şekilde takdir ettiler.
Onlara hürmet gösterip vatandaşlarının onlar tarafından yetiştirilmesini kolaylaştırdılar.
"*=&&)"<(,&&5,3",(:(%
İslâm âleminde daha önce de mevcut bulunan, cömertlik, mertlik, mürüvvet mânâlarına gelen
ve güzel ahlâkın en yüksek mertebesi şeklinde bilinen fütüvvet teşkilâtı ile Ahî Evran'ın
nasihatlarından Ahîlik teşkilâtının umdeleri, şartları, ortaya çıktı.
"Ahî ve şeyh helâlinden kazanmalıdır. Teşkilât mensuplarının hepsi sanat sâhibi olmalıdır.
Cömert olup yoksullara yardım etmelidir. Âlimleri sevmeli, gereken hürmeti göstermelidir.
Namazlarını zamânında kılmalı, kazâya bırakmamalıdır. Alçak gönüllü olmalı, fakirleri
sevmelidir. Nefsine hâkim olup, haramlardan kaçınmalıdır. Beylerin, zenginlerin kapısına
gitmemelidir."
Bir Ahînin üç şeyi açık olmalıdır:
1) Cömert olup eli açık olmalı, fakat isrâf etmemelidir. 2) Misâfire kapısı açık olmalı, gelene
ikrâmda kusûr etmemelidir. 3) Sofrası açık olmalı, aç geleni tok döndürmelidir.
Üç şeyi de kapalı olmalıdır:
1) Gözü; harama ve başkasının ayıbını görmeye kapalı olmalıdır. Kimseye sû-i zan etmemeli,
yabancı kadına, kıza ve başkasının bakması haram olan yerlerine bakmamalıdır. 2) Dili bağlı
olmalı, kimseye kötü söylememeli, lüzumsuz yere konuşmamalıdır. 3) Beli bağlı olmalı,
kimsenin nâmusuna, ırzına, haysiyet ve şerefine göz dikmemelidir.
1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.69
2) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi; s.33
3) Rihle-i İbn-i Battuta; s.285
4) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.115
5) İslâm Târihi Ansiklopedisi; c.1, s.201
AHÎ BAYRAM
AHÎ BAYRAM
İslâmiyetin gazâ hamlelerini kolaylaştıran askerî, san'at erbâbını himâye ve imâlâtı kontrol
eden iktisâdî, mânevî ihtiyaçları cevaplandıran tasavvufî yönleri ile Anadolu'da İslâmiyetin
yerleşip Avrupa'ya sıçramasını temin eden ahîlerdendir. On üçüncü yüzyıl ile on dördüncü
yüzyılın başlarında Menteşe Beyliği devrinde yaşamıştır. Türbesi Aydın'ın Eski Çine
köyünde, Ahmed Gâzi Câmii avlusundadır. Türbe yöre sâkinleri tarafından sık sık ziyâret
edilen yerlerdendir.
21 Mayıs 2013 Salı
AHISKALI ALİ HAYDAR EFENDİ
AHISKALI ALİ HAYDAR EFENDİ;
İstanbul-Fâtih-Çarşamba'daki Şeyh İsmet Efendi Dergahının son şeyhi. İsmi, Ali Haydar olup,
babası Şerîf Efendidir. Ahıskalı Ali Haydar Efendi diye meşhûr olmuştur. 1870 (H.1288)
senesinde Batum'un Ahıska kazasında doğdu. 1960 (H.1380) senesinde İstanbul'da vefât etti.
Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır.
İki yaşındayken annesini, dört yaşındayken babasını kaybeden Ali Haydar Efendi ilk tahsîlini
memleketinde yaptı. Erzurum'a gelerek oradaki Bakırcı Medresesine sonra, İstanbul'a gidip
Fâtih Câmiinde derslere devâm etti. Tahsîlini tamamlayıp, Bâyezîd Dersiâmlarından
Çarşambalı Hoca Ahmed Hamdi Efendiden 1901 senesinde icâzet aldı. Bir yandan hocasının
derslerine devâm ederken diğer yandan kâdı yetiştiren Medreset-ül-kuzât'a gidip 1906 yılında
mezûn oldu. Dînî derslerden yapılan imtihanı kazanıp, Fâtih Câmiinde talebe okutmaya
başladı. Böylece Fâtih Dersiâmları arasında yer aldı. 1909 senesinde Fetvâhânede fetvâ
yazmakla vazîfelendirildi. Sahn-ı Seman (Fâtih) Medreseleri fıkıh müderrisliğine tâyin edildi.
Bu sırada talebelere yardım toplamak için gittiği Bandırma'da ramazan ayında halka vâz etti.
Vâzlarında, tasavvuf ve tarîkat ehli aleyhinde de konuşuyordu. Bir gün sabah namazında
kürsüye çıkarak; "Burada Bezzâz Ali Rızâ Efendi var, şöyle yapar, böyle yapar." diye
aleyhinde konuştu. Cemâatin içinde Bezzâz Ali Efendinin talebelerinden Börekçi Hasan
Efendi adında biri vardı. Namazdan sonra Bezzâz Ali Rızâ Efendinin yanına gidip durumu
hocasına anlattı. Bezzâz Ali Rızâ Efendi; "Hiç merak etme, çok yakında bizim yanımıza
gelecek." cevâbını verdi. Çok geçmeden Ali Haydar Efendinin gönlüne bir ateş düştü.
Tasavvufa ve tasavvuf erbâbına karşı alâka duymaya başladı. Cübbeyi ve sarığı çıkarıp
câmiden çıktı, pazar yerinde bez satan Bezzâz Ali Rızâ Efendinin yanına giderek,
söylediklerinden pişmanlık duyduğunu bildirip, yalvararak; "Beni evlatlığa kabûl et." dedi.
Bezzâz Ali Rızâ Efendi kolundan tuttu, sırtını okşadı ve; "İstanbul'da Hacı Ahmed Efendi
var, ona git." dedi.
Ahıskalı Ali Haydar Efendi İstanbul'a gelip Hacı Ahmed Efendiyi buldu. O da; "Topkapı'da
Ali Efendi var ona git." dedi. Topkapı'ya giden Ahıskalı Ali Haydar Efendi kendisine
bildirilen köhne bir evin kapısını çaldı. Yarım saat kadar kapıda bekledi. O anda kendisinin
huzur dersleri Baş Mukarrir ve Baş Muhatabı olduğunu düşünüp kendi kendisine; "Böyle bir
adamken bu köhne evin kapısında bekliyorum!" dedi. Daha sonra kapı açılıp, bir kız çocuğu
çıktı ve; "Buyurun içeri." dedi. İçeri girenAli Haydar Efendi bir saat daha bekledi. Bu
bekleyişi sırasında yine makâmını ve mevkıini düşündü. Bu sırada saçı-başı birbirine
karışmış, kambur bir adam içeri girdi. Bu kimsenin Ali Efendi olduğunu anlayan Ali Haydar
Efendi hemen elini öpmek istedi. Fakat o kimse; "Çek, çek elini, ben samîmiyetsizlere el
vermem." dedi. Ahıskalı Ali Haydar Efendi kendisinin sıfatlarını ve makamlarını saymaya
başlayınca o zat; "Sus, sus!" diyerek azarladı. Ali Haydar Efendi ağlamaya başlayınca da;
"Yâ! Amma da cümbüş hocasıymışsın, şaka yaptım." dedi. O anda kendinde bâzı
değişiklikler hisseden Ali Haydar Efendi Ali Efendiye talebe olup sohbet ve derslerine devâm
etti. Tasavvuf yolunda ilerledi. Ali Rızâ Efendinin vefâtı üzerine 1914 senesinde Şeyh İsmet
Efendi dergâhı postnişinliğine, vakıf şartı gereğince, Ali Rızâ Efendinin talebeleri tarafından
seçildi. Fakat iktidarda olan İttihat ve Terakki hükümeti onun bu vazîfeye getirilmesine mâni
oldu. Usulsüz olan bu uygulama dergâh mensupları arasında huzursuzluğa yol açtı.
Derin bir bilgisi ve kuvvetli bir hitâbet gücü olan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Mart 1915'te
şeyhülislâmlıkta yeni kurulan "Te'lif-i Mesâil Heyeti" reisliğine tâyin edildi. Bu görevi
esnâsında Mecelle'yi ikmâl için kurulan komisyonda vazîfe aldı ve iki senede Kitâb-ül-Büyû'
(Alış-veriş kitabı) ve Kitab-ül-İcâre'yi hazırladı.
Birinci Dünyâ Harbi boyunca bu vazîfeyi devâm ettiren Ahıskalı Ali Haydar Efendi 1916
senesinden îtibâren her ramazan ayında huzur dersleri (pâdişâh huzûrunda yapılan ilmî ders
ve sohbet toplantıları) başmuhâtaplığı vazîfesini yürüttü. Bu vazîfesi 1923 senesine kadar
sürdü ve pâdişâhlığın kaldırılmasıyla son buldu.
Ahıskalı Ali Haydar Efendinin postnişinliğine mâni olunmakla ilgili usulsüz uygulama,
mürîdândan Hâfız Halil Sâmi Efendi tarafından yazılan bir dilekçe ile saraya intikâl ettirildi.
Nihâyet 1919 senesinde Ali Haydar Efendinin postnişinliği pâdişâh tarafından tasdik edilerek
vazîfesi kendisine iâde edildi. Bu vazîfesi tekke ve zâviyeler kapanıncaya kadar devâm etti.
Şeyhülislâmlığın kaldırılması, tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra açıkta kaldı, sâdece
dersiâm maaşı ile iktifâ etti. Cebecibaşı Mahallesinde bulunan Şeyh İsmet Efendi dergâhında
ikâmet etti.
Dört pâdişâhın zamanında bilfiil vazîfe yapmış olan ve bilhassa Sultan İkinci Abdülhamîd
Hanın iltifatlarına kavuşan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Cumhûriyet devri boyunca dînî
tedrisât ile meşgûl oldu. Yirmi beş yıl boyunca göz hapsinde tutuldu.
Oğlu Hâlid Gürbüzler babasıyla ilgili olarak şunları söylemektedir:
"Babam kimseyle kötü olmamamızı söylerdi. Oturalım, çaylar, kahveler içelim demez,
devamlı ilimle meşgûl olurdu. Erzurum'dan Alvarlı Mehmed Efendi, Ramazanoğlu Sâmi
Efendi sık sık ziyaretine gelirlerdi. Hasib Efendi ile Mehmed Zahid Kotku Efendi de
gelirlerdi. Devrin bütün âlimleri ziyâretine gelir, sohbet ederlerdi."
Din ve devlet hizmeti görenlere büyük kıymet veren Ahıskalı Ali Haydar Efendi talebelerinin
ve sevenlerinin ilmî yönden daha ileri olmalarını ister; "Sulbümden değil, yolumdan gelen
benim evladımdır." derdi. Kendisi ilmî mütâlaayı hiç bırakmazdı. Zevcesi Hanife Hanıma;
"Hanife, Hanife yeni bir câhilliğimi daha gördüm. Yeni bir şey daha öğrendim." derdi. Kendi
tahsilinin kısa olduğundan bahs ederek; "Benim tahsil müddetim beş senedir." derdi.
Sert mizaçlı bir insandı. İbâdete çok düşkündü. Geniş çaplı düşünür, müslümanların idâresi
hakkında ihlâslı ve temiz insanların söz sâhibi olmasını, milletin ve devletin devâmını isterdi.
Küçük oğlu Behâeddîn Gürbüzler'in ifâde ettiğine göre, ilim öğrenmek, öğretmek ve insanlara
İslâmiyeti anlatmakla meşgûl olurdu. Siyâsetle meşgûl olmazdı. Hatta İttihat ve Terakki
fırkasına girmesi için Hüseyin Câhit ve Talat Paşa tarafından teklifte bulunulmasına rağmen,
tekliflerini kabûl etmemişti. Talebelerine siyâsetten uzak durmalarını tavsiye ederdi.
Tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra Türkiye'de kurulan yeni idâreye karşı olduğu öne
sürülerek Ankara'ya götürülmüştü. Ankara'da İskilipli Âtıf Hoca ile birlikte zor şartlar altında
hapishânede kaldığı sırada rüyâsında şeyhini gördü. Şeyhi ona; "Oğlum kırk bir defâ Fetih
sûresini okursan kurtulursun." dedi. Ahıskalı Ali Haydar Efendi okumaya başladı. Bir yandan
da okuduğu sayıyı ranzaya işâretliyordu. Onun böyle yaptığını gören İskilipli Âtıf Efendi;
"Hoca ne yapıyorsun?" diye sorunca; "Rüyâmda şeyhim böyle böyle söyledi. Sen de oku
kurtulursun." dedi. Âtıf Efendi; "Bu gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm.
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, ben seni çağırıyorum, sen müdâfaanı (savunmanı)
hazırlıyorsun! buyurdu. Ben de müdâfaanâmemi yırttım." dedi. Ahıskalı Ali Haydar Efendi
okumaya devâm etti. Daha sonra kurtuldu.
Dînî ilimlere vâkıf olan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, kuvvetli hitâbetiyle dinleyenleri tesir
altında bırakırdı. Ömrünü İslâm dînini öğrenmeye ve öğretmeye vermişti. Kur'ân-ı kerîmi çok
okurdu. Nefse güvenmemeyi telkin ederdi. Talebelerine ve sevenlerine nasîhatlarda
bulunurdu. Zamânın şartlarına göre dînî konuları anlatmak hâricinde sessiz bir hayat yaşadı.
Vefâtından on gün evvel Fâtih-Çarşamba'daki Şeyh İsmet Efendi dergâhının yakınındaki
evinde komaya girdi. On gün bitkisel hayat sürdü. Ağustos 1960 (H.1380) günü yarı beline
kadar doğruldu. "Allah" diyerek rûhunu teslim etti. Cenâzesini Mehmed Zâhid Kotku Efendi
ile Ramazanoğlu Sami Efendi yıkadılar. Hocası olan Reîs-ül-Ulema Çarşambalı Ahmed
Efendinin de kabrinin bulunduğu Fâtih Câmii kabristanına defn edilmesi istendi. Fakat buna
müsâde edilmedi. Yavuz Selîm Câmiinde Ramazanoğlu Sâmi Efendi tarafından kıldırılan
cenâze namazından sonra Sakızağacı kabristanında defn edildi.
1) Osmanlılarda Devlet ve Tekke Münâsebetleri; s.212,248
2) Ahıskalı Ali Haydar Efendi (Kemal Bozkurt-İslam Mecmuası, Sayı 98 Ekim 1991)
3) Son Devir Osmanlı Ulemâsı; c.1, s.260
4) İstanbul ve Anadolu Evliyâları; c.1, s.562
AHISKALI ABDULLAH EFENDİ
AHISKALI ABDULLAH EFENDİ;
Anadolu evliyâsından. İsmi Abdullah, nisbesi Ahıskalı, lakâbı Ziyâüddîn, künyesi Ebû
Abdullah'dır. 1733 (H. 1146) senesinde Ahıska şehrinin Özgür nâhiyesine bağlı Urpala
köyünde dünyâya geldi. Ahıska şimdi Gürcistan'da olup, o zamanlar Osmanlı memleketi idi.
1813 (H. 1228) senesinde Üsküdar'da vefât etti. Karacaahmed mezarlığının Söğütlüçeşme
tarafında medfûndur.
Çocukluğunda, âlim bir zât olan babasıyla birlikte Şam'a giderek, Sâlihiyye semtinde bir
müddet ikâmet eden Abdullah Ahıskalı, ilk tahsîlini babasından aldı. Kur'ân-ı kerîmi
okumasını ve tecvîd ilimlerini öğrendi. Babasıyla birlikte memleketlerine döndüklerinde ders
almaya devâm edip, âlet ilimlerini öğrendi.
Babasının vefâtından sonra Kars'a gelerek, oranın fazîlet sâhiplerinin meşhûrlarından İsmâil
bin Muhammed Berküşâdî'den usûl-i fıkıh ve hadîs ilimlerini okudu. Bu hocası tarafından
kendisine icâzet ve "Ziyâüddîn" lakabı verildi. Orada bir müddet kaldıktan sonra Erzurum'a
geçti.Erzurum âlimleriyle sohbet edip, sonra Diyarbakır'a gitti. Oradaki âlimlerden, fazîlet ve
kemâlât yönleriyle akrânından ileride olan Küçük Ahmedzâde Ebû Bekr Efendiden, Sahîh-i
Buhârî ve Muhtasar-ı İbn-i Hacîb isimli eserleri okudu. Bozcuzâde Ömer Efendiden, tefsîr ve
arûz ile birlikte, fen ilimlerinden; hesap, hendese, astronomi ilimlerini okuyup icâzet aldı.
Ahıskalı'nın hocalarından Ömer Efendi, Mısır'ın âlim ve fâdıllarından Abdüsselâm
Erzincânî'ye bir mektup yazmıştı. Bu mektubu yerine ulaştırmak üzere, Ahıskalı'yı
vazîfelendirdi. Mektubu alıp Mısır'a giden Ahıskalı, Abdüsselâm Erzincânî'den, Buhârî,
usûl-i hadîs, fıkıh, kırâat ve başka ilimler okuyarak ilmini ilerletti. Tahsîlini tamamladıktan
sonra, 1761 senesinde İstanbul'a geldi. Bir taraftan öğrendiği yüksek ilimleri ilim âşıklarına
öğretmeye, bir taraftan da kıymetli ve faydalı eserler telif etmeye başladı.
Abdullah Ahıskalı Efendi, bir ara Edirne yoluyla Bosna taraflarına seyahate çıktı. İki sene
süren bu seyahati esnâsında en büyük eseri Revâmîz-ül-A'yân'ı telife başladı. Seyahatten
sonra İstanbul'a döndü, hac vazîfesini yerine getirmek maksadıyla yola çıktı. Şam-Kudüs
yoluyla hacca gitti. Hacdan sonra İstanbul'a döndüğünde vazîfe yaptığı Ayasofya
Medresesinde, Revâmîz-ül-A'yân isimli eserini tamamladı. Beş ciltlik olan bu eserin yazma
nüshası Süleymâniye Kütüphânesi Hâlet Efendi Kısmı 583 ve Es'ad Efendi Kısmı 2127, 2128
numarada kayıtlıdır. Eserlerinden bâzılarının isimleri şöyledir: 1) Revâmîz-ül-A'yân fî
Beyan-i Mezâmîr-il-Uhûdî vel-Ezmân, 2) Levâmi'un-Nûr: Kütüb-i sitte denilen altı
meşhûr hadîs-i şerîf kitabındaki hadîs-i şerîflerden tekrar olunanların çıkarılmasıyla
hazırlanmış muhtasar bir eserdir. 3) Dürer Hâşiyesi, 4)
Mirkât-üt-Tarîkat-il-Muhammediyye ve Merdât-üş-Şerîat-il- Ahmediyye, 5)
Câmi'ul-Fürsûl, 6) Mebâhic-ül-İhvân (Îsâgûcî şerhi), 7) Risâle fî Hakk-ıl-Müsâfir, 8)
Risâle fit-Tıbbi ve'l-Kıyâfeti, 9) Rumûz-ül-Hakâyik ve Künûz-üd-Dekâyik, 10)
Bedî-un-Hizâm fil-Coğrafya, 11) Muhtasarı Revâmîz-ül-A'yân.
Ahıskalı Abdullah Efendi sohbetlerinde şöyle buyururdu:
"İlim ve ilim sâhiplerinin kadri ve kıymeti Allahü teâlânın katında yüksektir. İnsanlar
arasında ise şerefi büyüktür. İnsan ve cinlerin tabiatında olanlara hürmet yerleştirilmiştir.
İlim, insanları cehâletten irfân derecesine ulaştırır. Ebedî saâdete ve devlete kavuşmakta
sağlam bir ip, Cehennem'e düşmekten kurtulmakta güvenilir bir vâsıtadır. Allahü teâlâ
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: "Allahü teâlâdan kullar içinde ancak âlimler korkar."
(Fâtır sûresi: 28) Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: "Melekler ilim tâlibine, ondan râzı oldukları
için kanatlarını gererler" "Suda balıklara kadar gökdekiler ve yerdekiler âlim için istiğfar
ederler (onun günahlarının bağışlanmasını isterler)." "Alimin âbide üstünlüğü, ayın diğer
yıldızlara üstünlüğü gibidir."
Fıkıh âlimi Ebü'l-Leys Semerkandî buyurdu ki: "Âlimle berâber oturup, onun anlattıklarından
bir şey hâtırında tutamayan kimse için böyle olmasına rağmen yedi fayda vardır: 1. İlim
öğrenenlerin fazîletine kavuşur. 2. Âlimin meclisinde bulunduğu müddetçe günahlardan
korunmuş olur. 3. Evinden ilim öğrenmek için çıktığı zaman üzerine rahmet iner. 4- İlim
meclisine oturduğunda meclise inen rahmetten o da nasibini alır. 5. Orada anlatılanları
dinledikçe, kendisine sevap yazılır. 6. Dersi dinler de anlayamadığı zaman üzülür, gamlanır,
kalbi kırık olur. Bu hâli Allahü teâlânın hadîs-i kutsîde; "Ben, benim için kalbi kırık olanların
yanındayım." buyurduklarından olmasına vesîle olur. 7. Âlimin üstün, fâsıkın, günâh
işleyenlerin aşağı tutulduğunu görüp kalbini fıskdan, günâh ve kötü şeylerden çevirir. Bunun
içindir ki, Resûlullah efendimiz sâlihlerle, iyi kimselerle berâber olmayı emretmiştir."
"İnsan niyetini düzeltemese de, ilim öğrenmek, terketmekten daha fazîletlidir. Çünkü ilim
öğrenince, o ilmin onun niyetini düzeltmesi umulur. Mücâhid rahmetullahi aleyh buyurdu ki:
"Biz ilim öğrenirken niyetimiz tam olarak düzgün değildi. Sonra Allahü teâlâ bize niyetimizi
düzeltmeyi nasîb etti." Yine bâzı âlimler şöyle buyurdu: "Biz ilk önce ilmi Allah rızâsını niyet
ederek öğrenmedik. Fakat ilim bu hâlimizi kabûl etmedi. Onu, Allah için öğrenmemize vesîle
oldu."
1) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.370
2) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.109
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.487
4) Îzâh-ül-Meknûn; c.1, s.356,357, c.2, s.414,468, 584,585
5) Brockelman; Supp: c.2, s.674
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.279
Kaydol:
Yorumlar (Atom)