Bağış Yap
23 Nisan 2013 Salı
Silsile-i aliyye - 1- Ebubekr-i Sıddîk
1- Ebubekr-i Sıddîk
Hz. Ebû Bekir, daha Müslüman olmamı tı. Çok te’sîrinde kaldı ı bir rü’yâ gördü. Gökten dolunay
inip, Kâ’be-i muazzamaya gelmi ve sonra parça parça olmu , parçalar Mekke’deki her evin üzerine
dü mü , sonra da tekrar bir araya gelip gö e yükselmi ti. Fakat, kendi evine dü en ay parçası evde
kalmı tekrar gö e yükselmemi ti. Hz. Ebû Bekir, evin kapısını kapayarak, ay parçasının çıkmasına
mâni olmu tu.
Kavminden Peygamber gelecek
Sabahleyin heyecanla uyanan Hz. Ebû Bekir, hemen bir Yahûdî âlimine gidip, rü’yâsını anlattı. O da
dedi ki:
- Bu rü’yâ karı ık rü’yâlardan biridir. Bunun ta’bîri yapılamaz.
Fakat bu söz O’nu tatmin etmemi ti. Devamlı bu rü’yânın ta’bîrini dü ünüyordu.
Bir zaman sonra ticâret maksadıyla gitti i yerde, râhip Bahîra’ya rü’yâsını anlattı. Rü’yâ Bahîra’nın
çok dikkatini çekti. Bunun için Hz. Ebû Bekir’e sordu:
- Sen nerelisin?
- Kurey ’tenim.
- Tamam. imdi rü’yânı ta’bîr edeyim. Mekke’de, bu kavimden bir peygamber gelecek, O’nun hidâyet
nûru her yere yayılacak. Sen, O hayatta iken O’nun vezîri, vefâtından sonra da Halîfesi olacaksın!..
Hz. Ebû Bekir ne yapaca ını a ırmı hâldeyken, râhip Bahîra sözlerine öyle devam etti:
- imdi sen hemen memleketine dön! O’na ula ! O’na vahiy gelmeye ba ladı ında, git herkesten
önce O’na îmân et!
Hz. Ebû Bekir bu ta’bîri kimseye anlatmadı. Peygamber efendimiz, peygamberli ini teblî e
ba layınca sordu:
- Peygamberlerin, peygamber olduklarına dâir delîlleri vardır. Senin delîlin nedir?
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Peygamberli ime delîl, o rü’yâdır ki, bir Yahûdî âliminden ta’bîrini istedin. O âlim, “Karı ık bir
rü’yâdır, i’tibâr edilmez” dedi. Sonra râhib Bahîra, do ru ta’bîr etti. Yâ Ebâ Bekr, seni Allahü
teâlâya ve Resûlüne îmân etme e da’vet ederim.
Bunun üzerine, Hz. Ebû Bekir, kelime-i ehâdet getirerek Müslüman oldu. Zaten bir gece önce öyle
dü ünmü tü:
Aklıma yatmıyor
“Baba ve dedelerimizin seçti i din, hiç aklıma yatmıyor. Zîrâ hiçbir zarar ve fayda vermeye kâdir
olmayan bir heykele tapınmak, ibâdet etmek akıllıca bir i de ildir. Bu kadar muazzam bir kâinâtın bir
yaratıcısı olması lâzımdır. Fakat bunu kendi aklım ile bulmam mümkün de ildir. Yarın gidip durumu
Muhammed aleyhisselâma anlatayım. Bu durumu ancak O’na arz edebilirim. Zîrâ, olgun ve akıllı,
do ru görü lü, hiç yalan söylemiyen bir kimsedir. Herkes O’ndan Muhammed-ül emîn diye
bahsetmektedir. O, ne yapmamı isterse ona göre hareket ederim.”
Resûlullah efendimiz de, aynı gece, Hz. Ebû Bekir’i slâm’a da’veti dü ünmü tü. Sabah olunca her
ikisi de aynı dü ünce ile birbirlerinin evine gitmek üzere evlerinden çıktılar. Yolda kar ıla tıklarında,
“Sözle meden birle tik” dediler.
Hz. Ebû Bekir, Peygamber efendimizin huzurlarında Müslüman olur olmaz, hemen yakın arkada ları
hatırına geldi:
- Yâ Resûlallah, müsâade ederseniz, yakın arkada larımı da huzûrunuza getirip, onların da
Müslüman olmalarını arzû ediyorum. Onların da ebedî saâdete kavu malarını istiyorum, diyerek
arkada larına ko tu.
Arkada larım dedi i, Hz. Osman, Hz. Talhâ bin Ubeydullah, Hz. Zübeyr, Hz. Abdurrahmân bin Avf,
Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh gibi, ileride Eshâb-ı kirâmın ileri
gelenlerinden ve Cennetle müjdelenenlerden olacak kimselerdi.
Gelin îmân edin
Hz. Ebû Bekir, yeni Müslüman olmasının a k ve evkiyle, Mescid-i Harâma vardı ında,
dayanamayıp, mü rikler tarafına dönerek seslendi:
- Bütün kâinâtın yaratıcısı olan Allahü teâlâyı bırakıp, niçin gidip, bu âciz putlara tapıyor,
onlara yüz sürüyorsunuz. Gelin, Allaha ve O’nun resûlü Muhammed aleyhisselâma îmân edin!
Bunun üzerine mü rikler, hep birlikte üzerine yürüdüler. Kendisini çok fecî ekilde dövdüler.
Kabîlesinden gelen ba’zı kimseler, kendisini baygın bir hâlde evine götürdüler.
Hz. Ebû Bekir, uzun bir süre kendisine gelemedi. Ayılması için yapılan bütün gayretlerden bir netîce
alınamıyordu. Artık, ümitsiz bir ekilde ba ında beklemeye ba ladılar. Nihâyet ak am üstü biraz
kendine gelir gibi oldu. Gözünü açar açmaz, a zından çıkan ilk kelâm u oldu:
- Resûlullah, ne yapıyor, O ne hâldedir? O’na bir ey oldu mu?
Annesi Ümmülhayr sevinç içinde dedi ki:
- Yavrum, bir ey arzû eder misin, yiyip içmek ister misin?
- Anneci im, ben Resûlullaha bir ey oldu mu diye soruyorum. O’nun hakkında bana bilgi getirmedi in
takdîrde, ne bir lokma yerim, ne de bir ey içerim.
- Evlâdım, vallahi, O’nun hakkında bir bilgim yok. Onun için sana cevap veremiyorum. Sen biraz ye,
kendine gel. Sonra O’nun durumunu ö renirsin.
- Hayır anne!.. Sen Ümm-i Cemil’e git ve de ki: O lum Ebû Bekir, senden Resûlullahı soruyor. Acaba
ne hâldedir?
Annesi de îmân etti
Annesi hemen gidip, Ümm-i Cemil’e durumu anlattı.
Daha sonra, annesi ve Ümm-i Cemil’in yardımıyla, yava yava Hz. Erkam’ın evine vardı.
Peygamber efendimizi sa sâlim görünce çok sevindi, Resûlullaha sarıldı. Artık bütün a rılarını
unutmu tu. Peygamber efendimize dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bu benim annem Selmâ’dır. Ona duâ etmenizi istiyorum. O da hidâyete kavu sun!
Peygamber efendimiz duâ buyurdu. Böylece annesi de, îmân ile ereflendi ve ilk Müslümanlardan
oldu.
Resûlullah efendimiz Mi’râca çıktıktan sonra, ertesi gün, Kâ’be yanında mi’râcını anlatınca, i iten
mü rikler, inkâr edip, alay etmeye ba ladılar. Müslüman olmaya niyetli olanlar da vazgeçtiler.
Mü rikler, “Tamam, bu defa bir koz yakaladık” diyerek Hz. Ebû Bekir’e gidip sordular:
- Ey Ebâ Bekr! Sen çok defa Kudüs’e gidip geldin. yi bilirsin. Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek, ne
kadar zaman sürer?
- yi biliyorum. Bir aydan fazla.
Mi'râcınız mübârek olsun!
Kâfirler bu söze sevindi. “Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur” dediler. Gülerek, alay ederek ve
Hz. Ebû Bekir’in de kendi kafalarında oldu una sevinerek, “Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip
geldi ini söylüyor” diyerek, Ebû Bekir’e sevgi, saygı gösterdiler.
Hz. Ebû Bekir, Resûlullahın mübârek adını i itince;
- E er O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip gelmi tir, deyip içeri girdi.
Kâfirler neye u radıklarını anlıyamadı. Önlerine bakıp gidiyorlar ve bir taraftan da diyorlardı ki:
- Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imi . Ebû Bekir’e de sihir yapmı .
Hz. Ebû Bekir hemen giyinip, Resûlullahın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle dedi
ki:
- Yâ Resûlallah! Mi’râcınız mübârek olsun! Allahü teâlâya sonsuz ükürler ederim ki, bizleri, senin
gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla ereflendirdi. Parlıyan yüzünü görmekle ve kalbleri alan,
rûhları çeken tatlı sözlerini i itmekle ni’metlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün do rudur.
nandım. Canım sana fedâ olsun!
Böylece Hz. Ebû Bekir, o gün tereddüde dü en Müslümanların tereddütlerini giderdi, di erlerinin
ma’nevîyatlarını güçlendirdi. Böyle tereddütsüz îmân etmesinden dolayı Resûlullah, o gün Hz. Ebû
Bekir’e Sıddîk dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi.
Beraber hicret ederiz
Mekke’de mü riklerin, Müslümanlara yaptıkları baskılar ve i kenceler üzerine, Müslümanların ço u,
Resûlullah efendimizin izniyle Medîne’ye hicret etti. Hz. Ebû Bekir de hicret için izin istedi inde,
Resûl-i ekrem buyurdu ki:
- Sabreyle. Ümîdim odur ki; Allahü teâlâ bana da izin verir. Beraber hicret ederiz.
- Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Böyle ihtimâl var mıdır?
- Evet vardır.
Peygamber efendimizin bu cevapları, Hz. Ebû Bekir’i sevindirmi ti.Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir
hazırlıklara ba ladı. Hicret için iki deve satın aldı ve o günü beklemeye ba ladı. Artık Mekke’de
sadece; sevgili Peygamberimiz ile Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, fakîrler, hastalar, ihtiyârlar ve mü riklerin
hapse attı ı mü’minler kalmı tı.
Di er taraftan Medîneli Müslümanlar, ya’nî Ensâr, hicret eden Mekkelileri ya’nî Muhâcirleri çok iyi
kar ılayıp, misâfir ettiler. Aralarında kuvvetli bir birlik meydana geldi.
Resûlullah efendimiz, hicret gecesi, Allahü teâlânın emriyle evinde Hz. Ali’yi bırakıp, mü riklerin
üzerine toprak saçarak uzakla ıp, Hz. Ebû Bekir’in evine gitti. Hz. Ebû Bekir’e buyurdu ki:
- Hicret etmeme izin verildi.
Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk heyecanla sordu:
- Mübârek aya ınızın tozuna yüzümü süreyim yâ Resûlallah! Ben de beraber miyim?
Efendimiz cevap verdiler:
- Evet...
Anam-babam fedâ olsun
Hz. Ebû Bekir sevincinden a ladı. Gözya ları arasında dedi ki:
- Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Develer hazır. Hangisini murâd ederseniz, onu kabûl
buyurunuz.
- Benim olmayan deveye binmem. Ancak bedeliyle alırım.
Bu kesin emir kar ısında mecbur kalan Hz. Ebû Bekir, devenin bedelini söyledi.
Hz. Ebû Bekir, Abdullah bin Üreykıt isminde, kılavuzlu u ile me hûr olan zâtı ça ırıp, yol göstermesi
için ücretle tuttu ve develeri üç gün sonra Sevr da ındaki ma araya getirmesini emretti.
Safer ayının 27’si per embe günü, Peygamber efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk, yanlarına bir miktar
yiyecek alarak yola çıktılar. zleri belli olmasın diye parmaklarına basarak gidiyorlardı. Hz. Ebû Bekir,
Resûlullahın çevresinde, ba’zan sola, ba’zan sa a, öne, arkaya gidiyordu. Peygamberimiz, niçin
böyle yaptı ını sorunca dedi ki:
- Etraftan gelecek bir tehlikeyi önlemek için. E er bir zarar gelirse önce bana gelsin. Canım yüksek
zâtınıza fedâ olsun yâ Resûlallah!
- Yâ Ebâ Bekr! Ba ıma gelecek bir musîbetin, benim yerime, senin ba ına gelmi olmasını
ister misin?
- Evet yâ Resûlallah! Seni hak dinle, hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim
ki, gelecek bir musîbetin, senin yerine, benim ba ıma gelmesini isterim.
Ma ara kapısı önüne geldiklerinde, Hz. Ebû Bekir dedi ki:
- Allah için yâ Resûlallah, içeri girmeyin! Ben gireyim, orada zararlı bir ey varsa, bana gelsin,
mübârek zâtınıza bir keder, bir elem de mesin.
Aya ını yılan soktu
Sonra içeri girip, süpürüp temizledi. Sa ında, solunda irili ufaklı birçok delikler vardı. Hırkasını
parçalayıp, delikleri kapadı, fakat biri açık kaldı. Onu da ökçesi ile kapayıp, Resûlullahı içeri da’vet
eyledi.
Peygamber efendimiz içeri girdi ve mübârek ba ını Hz. Ebû Bekir’in kuca ına koyup uyudu. O
zaman, Hz. Sıddîk’ın aya ını yılan soktu. Resûlullahın uyanmaması için sabredip, hiç hareket
etmedi. Fakat gözya ı Resûlullahın mübârek yüzüne damlayınca buyurdu ki:
- Ne oldu yâ Ebâ Bekr?
- Aya ım ile kapattı ım delikten, bir yılan aya ımı soktu.
Resûlullah efendimiz, Ebû Bekir’in yarasına, iyi olması için mübârek a zının ya ından sürünce, acısı
hemen dindi, ifâ buldu.
Resûlullah efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk içerde iken, mü rikler, iz takip ederek ma aranın önüne
geldiler. Ma aranın a zının bir örümcek tarafından örüldü ünü ve iki güvercinin de yuva yaptı ını
gördüler. z sürücü Kürz bin Alkama dedi ki:
- te burada iz kesildi.
Mü rikler dediler ki:
- E er, onlar buraya girmi olsalardı, kapının üzerindeki örümcek a ının yırtılmı olması lâzım gelirdi.
Bu örümcek, a ını, Muhammed do madan önce örmü tür.
çeri bakmadan geri döndüler
Mü rikler kapı önünde münâka a ederken, içeride Hz. Ebû Bekir endi eye kapıldı. Kâinâtın sultânı
efendimiz buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Bekir! Üzülme! üphesiz Allahü teâlâ bizimledir.
Mü rikler içeri bakmadan geri döndüler.
Ma arada üç gece kalıp, pazartesi gecesi yola çıktılar. Eylül ayının 20 ve Rebî’ul-evvelin 8. pazartesi
günü Medîne’de Kubâ köyüne geldiler. O gün, Müslümanların Hicrî emsî sene ba langıcı oldu.
Hz. Ebû Bekir, hazerde ve seferde Resûlullahtan hiç ayrılmadı. Ona her zaman arkada lık etti. Her
zaman, malını, canını fedâ etmeye hazır hâlde yanında beklerdi.
Bedir sava ında bir ara, slâm askeri zorlanmaya ba ladı. Bunun üzerine, Peygamber efendimiz,
Sa’d ve Sa’îd hazretlerini gönderdi. Sonra Hz. Ebû Zer’i gönderdi. Daha sonra da Hz. Ömer’i
gönderdi. Bir saat geçti i hâlde, zorlanma devam ediyordu. Bunu gören, Hz. Ebû Bekir, kılıcını çekip
atına binmek isteyince, Peygamber efendimiz elinden tutup buyurdu:
- Yanımdan ayrılma yâ Ebâ Bekr! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek
yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle kalbim kuvvetleniyor.
Peygamber efendimiz, Hz. Ebû Bekir’i a larken görünce buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Bekir, a lama! Arkada lı ı ve malı, bana, senden daha bereketli olanı yoktur.
Hz. Ebû Bekir'in îmânı
Hz. Ebû Bekir, diline hâkim olmak, lüzûmsuz hiçbir ey konu mamak için mübârek a zına ta
koyardı. Mecbûr kalmadıkça aslâ dünya kelâmı konu mazdı. Hadîs-i erîfte buyuruldu ki:
(Ebû Bekir’in îmânı, bütün mü’minlerin îmânı ile tartılsa, Ebû Bekir’in îmânı a ır gelir.)
Peygamber efendimizin ilk halîfesi ve peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmak fazîleti,
üstünlü ü, sadece Hz. Ebû Bekir’e nasîb olmu tur. O, dîni kuvvetlendirmek, Peygamber efendimizi
memnûn etmek için malını vermekte, dü mana kar ı cihâd etmekte, hep önde olmu tur.
Hadîd sûresinde meâlen buyuruldu ki:
(Mekke-i mükerremenin fethinden önce, malını veren ve cihâd eden kimseye, fetihten sonra
malını da ıtan ve cihâd edenden daha büyük derece vardır. Allahü teâlâ hepsine Cenneti
va’detti.)
Bu âyet-i kerîmenin, Hz. Ebû Bekir’in fazîletini ve derecesinin yüksekli ini gösterdi ini âlimlerimiz söz
birli i ile bildirmi lerdir.
Tevbe sûresinde de, önce îmâna gelenlerden, her fazîlette öne geçenlerden, Allahü teâlânın râzı
oldu u bildirilmi tir.
Tebük gazâsında, Resûlullah, herkesin yardım yapmasını emir buyurunca, herkes malının bir kısmını
getirip verdi. Hz. Ömer, her zaman en çok yardımı yapan Hz. Ebû Bekir’i, bu defa geçeyim diye,
malının yarısını alıp getirdi. Sonra Hz. Ebû Bekir de malını getirip teslîm etti. Peygamber efendimiz
sordu:
- Yâ Ömer, evine ne kadar mal bıraktın?
- Yâ Resûlallah, bu kadar da eve bıraktım.
Allah ve Resulünü bıraktım
Sonra Hz. Ebû Bekir’e dönüp sordu:
- Yâ Ebâ Bekr, sen evine ne bıraktın?
- Yâ Resûlallah, evime bir ey bırakmadım. Tamamını buraya getirdim. Onlara Allah ve Resûlünü
bıraktım.
Resûlullah efendimiz Hz. Ömer’e dönerek buyurdu ki:
- kinizin arasındaki fark, cevaplarınız arasındaki fark kadardır.
Hz. Ebû Bekir’in, Peygamber efendimizin vefâtından sonra da çok büyük hizmetleri oldu. Zîrâ
Peygamber efendimiz vefât edince, Eshâb-ı kirâmın aklı ba ından gitti. Mescidde a la maya
ba ladılar. Hiç kimsenin inanası gelmiyordu.
Hele Hz. Ömer tamamen kendinden geçmi bir hâlde idi. Peygamber efendimizin mübârek yüzüne
bakıp diyordu ki:
- Resûlullah bayılmı , fakat baygınlı ı çok a ır.
Ölüm sözünü a zına almadı ı gibi, kimsenin de söylemesini istemiyordu. Dı arı çıkıp dedi ki:
- Kim “Resûlullah öldü” derse, kılıcımla boynunu vururum!
Resûlullah da vefât edecektir
Hz. Ebû Bekir ile Hz. Abbâs’ın Eshâb-ı kirâm arasında bir a ırlı ı vardı. Eshâb-ı kirâmı ancak bunlar
teskin edebilirdi. Bunun için beraber mescide gittiler. Hz. Ebû Bekir buyurdu ki:
- Ey insanlar! Resûlullahın, “Ben vefât etmiyece im” dedi ini içinizde duyan var mı?
- Hayır, böyle bir söz duymadık.
Sonra Hz. Ömer’e dönüp sordu:
- Yâ Ömer, bu husûsta sen bir ey duydun mu?
- Hayır duymadım.
Sonra Eshâb-ı kirâma dönüp buyurdu ki:
- Hiç kimse, Resûlullahın vefât etmiyece ini söyliyemez. Cenâb-ı Hakka yemîn ederim ki, Resûlullah
ölümü tatmı bulunmaktadır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, “Muhakkak, sen de öleceksin, onlar da
ölecektir” buyurmaktadır. Resûlullah, slâmiyetin bütün hükümleri tamamlandıktan sonra, aramızdan
ayrıldı. Artık kendimize gelip, defin i lerini tamamlayalım.
Sonra, Hz. Abbâs da buna benzer konu malar yaptı. Böylece Eshâb-ı kirâmın aklı ba larına geldi.
Sevgili Peygamberimiz bir gün Eshâb-ı kirâm ile sohbet ederken, “ ehîdli in fazîletlerini”
anlatıyorlardı. ehîdlerin efâ’ati hakkında buyurdu ki:
- Kıyâmet gününde ehîdler, mah er yerine gelirlerken, orada bulunan Peygamberler aya a
kalkarlar. Onlar, çocukları, akrabâları ve dostlarından 70 bin ki iye efâ’at ederler.
Gazânız mübârek olsun
Bu sözleri i iten Hz. Nevfel, Resûlullah efendimizden, ehîd olmak için duâ istedi. Resûlullah
efendimiz de duâ ettiler.
Bir müddet sonra, muhârebeye çıkıldı. Peygamber efendimiz de aralarında bulunuyordu. Bu
muhârebe Hz. Nevfel’in duâsından sonraki ilk muhârebe idi. Ve bu muhârebede Hz. Nevfel ehîd
dü erek, arzûsuna kavu tu.
Peygamber efendimiz ve Eshâbı, muhârebeden dönüyorlardı. Kar ılamaya gelenler arasında, Hz.
Nevfel’in hanımı, çocukları ve ya lı annesi vardı.
Ya lı annesi, “Gazânız mübârek olsun” dedikten sonra Resûlullaha, o lunu sordu. Peygamber
efendimizin gözleri nemlendi. O lunun ehîdlik haberini vermeye mübârek kalbi dayanamadı.
Elleriyle arkayı i âret edip, yoluna devam etti.
Hz. Nevfel’in annesi, Peygamber efendimizin hemen arkasından gelen, Allahın arslanı Hz. Ali’ye de
aynı ekilde o lunu sordu. O da ehîdlik haberini veremeyip, arkayı i âret etti.
Ya lı kadın daha sonra, Hz. Ömer’e ve Hz. Osman’a rastladı. Onlara da o lunun durumunu sordu.
Onlar da cevap veremeyip Resûlullahın yaptı ı gibi arkayı i âret ettiler.
En son gelen Hz. Ebû Bekir idi. Kadınca ız büyük bir ümitle sevgili Peygamberimizin azîz arkada ına
yakla arak aynı eyleri sordu.
Hz. Ebû Bekir kendi kendine dü ündü:
“Yâ Rabbî! Ne kadar zor bir durumdayım. E er do ruyu söylersem, mahzûn kalbleri üzmü
olaca ım. Bunu yapmaktan sevgili Peygamberimiz çekindi. O’na nasıl aykırı davranabilirim. Sen
bana öyle bir ey ilhâm et ki, bu gariplerin yüre i daha fazla yanmasın Allahım!”
Yâ Allah!.. Yâ Nevfel!..
Daha sonra, Hz. Ebû Bekir, bütün kalbiyle:
- Yâ Allah!.. Yâ Nevfel!.. diye ba ırdı.
te o sırada, yaydan fırlamı ok gibi bir atlı, yıldırım hızıyla yanlarına yeti erek dedi ki:
- Buyur yâ Sıddîk, beni mi ça ırdın?
Bu atlı, Hz. Nevfel’den ba kası de ildi.
Sonra, Cebrâil aleyhisselâm gelip, Peygamber efendimize unları söyledi:
- Yâ Resûlallah! Hak teâlânın selâmı var. “E er Peygamberin ma ara arkada ı Sıddîk, bir kere
daha (ALLAH) deseydi, yüceli im hakkı için, bütün ehîdleri diriltirdim. Çünkü, Ebû Bekir,
câhiliyye devrinde bile yalan söylememi tir” buyurdu.
Bu hâdiseden sonra, Hz. Nevfel senelerce ya adı. Nihâyet, “Yemâme” cenginde tekrar ehîdlik
erbetini içti.
Silsile-i aliyye - Muhammed aleyhisselam
Muhammed aleyhisselam
Muhammed aleyhisselam, Allahü teâlânın Resulüdür. Habibidir. Peygamberlerin en
üstünü ve sonuncusudur. Babası Abdüllahdır. Miladın be yüzyetmi bir [571] senesi nisan
ayının yirmisine rastlayan, Rebi’ul-evvel ayının onikinci pazartesi gecesi, sabaha kar ı,
Mekkede tevellüd etdi. Babası, daha önce vefat etmi idi. Altı ya ında iken annesi, sekiz
ya ında iken dedesi vefat etdi. Sonra, amcası Ebu Talibin yanında büyüdü. Yirmibe ya ında
iken, Hadice-tül-kübra ile evlendi. Bundan dört kızı, iki o lu oldu. lk o lunun adı Kasım
idi. Bundan dolayı, kendisine (Ebül-Kasım) da denir. Kırk ya ında iken, bütün insanlara ve
cinne Peygamber oldu u bildirildi. Üç sene sonra, herkesi imana ça ırma a ba ladı.
Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine verdi i iyilikleri, ihsanları sayarak, Onun mubarek
kalbini ok arken, kendine güzel huylar verdi ini, (Sen güzel huylu olarak yaratıldın)
mealindeki ayet-i kerime ile bildirmekdedir. Akreme buyuruyor ki, Abdüllah ibni Abbasdan
i itdim: Bu ayet-i kerimedeki (Huluk-ı azim), ya’ni güzel huylar, Kur’an-ı kerimin
bildirdi i ahlakdır. (Hadaik-ul-hakayık) kitabında diyor ki, (Ayet-i kerimede, (Sen huluk-ı
azim üzeresin) buyuruldu. Huluk-ı azim demek, Allahü teâlâ ile sır, gizli eyleri bulunmak,
insanlar ile de güzel huylu olmak demekdir. Çok kimselerin islam dinine girmesine,
Resulullahın güzel ahlakı sebeb oldu).
Muhammed aleyhisselamın bin mu’cizesi göründü, dost dü man herkes de bunu söyledi.
Bu kadar mu’cizelerin en kıymetlisi, edebli olması ve güzel huyları idi.
(Kimya-i Se’adet) kitabında diyor ki, (Ebu Sa’id-i Hudri buyurdu ki, Resulullah,
hayvana ot verirdi. Deveyi ba lardı. Evini süpürürdü. Koyunun sütünü sa ardı.
Ayakkabısının sökü ünü dikerdi. Çama ırını yamardı. Hizmetcisi ile birlikde yirdi.
Hizmetcisi el de irmeni çekerken yorulunca, ona yardım ederdi. Pazardan öte beri alıp torba
içinde eve getirirdi. Fakirle, zenginle, büyükle, küçükle kar ıla ınca, önce selam verirdi.
Bunlarla müsafeha etmek için, mubarek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, be i, siyahı ve
beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun, ça ırılan yere giderdi. Önüne konulan eyi, az olsa
da, hafif, a a ı görmezdi. Ak amdan sabaha ve sabahdan ak ama yemek bırakmazdı. Güzel
huylu idi. yilik etmesini sever idi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi.
Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Fakat, çatık ka lı de ildi. A a ı gönüllü idi.
Fakat, alçak tabi’atli de ildi. Heybetli idi. Ya’ni saygı ve korku hasıl ederdi. Fakat, kaba
de ildi. Nazik idi. Cömerd idi. Fakat, israf etmez, faidesiz yere bir ey vermezdi. Herkese
acır idi. Mubarek ba ı hep önüne e ik idi. Kimseden bir ey beklemezdi. Se’adet, huzur
isteyen, Onun gibi olmalıdır.)
(Mesabih) kitabında, Enes bin Malik buyuruyor ki, (Resulullaha on sene hizmetcilik
etdim. Bana bir kerre üf demedi. unu niçin böyle yapdın, bunu niçin yapmadın buyurmadı).
Yine (Mesabih)de, Enes bin Malik diyor ki, (Resulullah insanların en güzel huylusu idi.
Beni birgün, bir yere gönderdi. Vallahi gitmem dedim. Fakat, gidecektim. Emrini yapmak
için dı arı çıkdım. Çocuklar sokakda oynuyordu. Onların yanından geçerken arkama bakdım.
Resulullah arkamdan geliyordu. Mubarek yüzü gülüyordu. (Ya Enes! Dedi im yere gitdin
mi?) buyurdu. Evet gidiyorum ya Resulallah dedim).
Ebu Hüreyre diyor ki, (Bir gazada, kafirlerin yok olması için düa buyurmasını
söyledik. (Ben, la’net etmek için, insanların azab çekmesi için gönderilmedim. Ben,
herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavu ması için gönderildim) buyurdu).
Enbiya suresinin yüzyedinci ayetinde mealen, (Seni, alemlere rahmet, iyilik için
gönderdik) buyuruldu.
Ebu Sa’id-i Hudri (Resulullahın hayası, bakire islam kızlarının hayalarından daha
çokdu). buyurdu
Enes bin Malik diyor ki, (Resulullah bir kimse ile müsafeha edince, o kimse elini
çekmedikce, mubarek elini ondan ayırmazdı. O kimse, yüzünü çevirmedikce, mubarek
yüzünü ondan çevirmezdi. Bir kimsenin yanında otururken iki diz üzerinde oturur, ona saygı
olmak için mubarek baca ını dikip oturmazdı).
Cabir bin Sümre diyor ki, (Resulullah az konu urdu. Lüzumlu oldu u zaman veya
bir ey sorulunca söylerdi). Bundan anla ılıyor ki, her müslümanın (Mala-ya’ni), faidesiz ey
söylememesi, susması lazımdır. Mubarek sözlerinde tertil ve tersil vardı. Ya’ni, gayet açık
ve metodlu konu ur ve kolay anla ılırdı.
Enes bin Malik buyuruyor ki, (Resul hastayı ziyarete gider, cenaze arkasında yürür,
ça rılan yere giderdi. E e e de binerdi. Resul aleyhisselamı Hayber gazasında gördüm.
Yuları bir ip olan e ek üzerinde idi. Resul sabah namazından çıkınca, Medine çocukları ve
i çileri su dolu kablarını önüne getirirler. Mubarek parma ını içine sokmasını dilerlerdi. Kı
ve so uk su olsa da, herbirine mubarek parma ını sokar, gönüllerini yapardı). Yine Enes
diyor ki, (Bir küçük kız, Resul aleyhisselamın elini tutup bir i için götürseydi, birlikde
gider, mü kilini hal ederdi).
Cabir diyor ki, (Resul aleyhisselamdan bir ey istenip de yok dedi i i itilmedi).
Enes bin Malik buyuruyor ki, (Resul ile birlikde gidiyordum. Üzerinde bürd-i Necrani
vardı. Ya’ni Yemen kuma ından bir palto vardı. Arkadan bir köylü gelip, yakasından öyle
çekdi ki, paltonun yakası mubarek boynunu çizdi, yeri kaldı. Resul geriye döndü. Köylü
zekat malından bir ey istedi. Resul, onun bu haline güldü. Ona bir ey verilmesi için emr
buyurdu). (Tetimmet-ül mazher) kitabında diyor ki, (Buradan anla ılaca ına göre,
insanların ba ında bulunan kimsenin, Resul aleyhisselama uyarak, bunların eza ve
sıkıntılarına katlanması lazımdır. Zaten sıkıntıya katlanmak, herkes için iyi bir huydur.
Üstlerin katlanması ise daha güzel olur).
(Zad-ül Mukvin) kitabında diyor ki, (Resul aleyhisselamın kom usu bir ihtiyar kadın
vardı. Kızını Resul aleyhisselama gönderdi. Namaz kılmak için örtünecek bir elbisem yok.
Bana, namazda örtünecek bir elbise gönder diye yalvardı. Resul aleyhisselamın o anda ba ka
elbisesi yokdu. Mubarek arkasındaki antariyi çıkarıp, o kadına gönderdi. Namaz vakti
gelince, elbisesiz mescide gidemedi. Eshab-ı kiram, bu hali i itince, Resul o kadar
cömerdlik yapıyor ki, gömleksiz kalıp, mescide cema’ate gelemiyor. Biz de her eyimizi
fakirlere da ıtalım dediler. Allahü teâlâ, hemen sra suresinin 29. ayetini gönderdi. Önce
habibine, hasislik etme, bir ey vermemezlik yapma buyurup, sonra da, sıkıntıya dü ecek ve
namazı kaçırarak, üzülecek kadar da da ıtma! Sadakada ortalama davran buyurdu.
O gün, namazdan sonra, hazret-i Ali “kerremallahü vecheh”, Resulullahın yanına gelip,
(Ya Resulallah ! Bugün, çoluk çocu uma nafaka yapmak için sekiz dirhem gümü ödünc
almı dım. Bunun yarısını size vereyim. Kendinize antari alınız) dedi. Resul çar ıya çıkıp, iki
dirhem ile bir antari satın aldı. Geri kalan iki dirhem ile yiyecek alma a giderken gördü ki,
bir a’ma oturmu , Allah rızası için ve Cennet elbiselerine kavu mak için, bana kim bir
gömlek verir diyordu. Almı oldu u antariyi bu a’maya verdi. A’ma, antariyi eline alınca,
misk gibi güzel koku duydu. Bunun, Resul aleyhisselamın mubarek elinden geldi ini anladı.
Çünki, Resul aleyhisselamın bir kerre giydi i her ey, eskiyip da ılsa bile, parçaları da misk
gibi güzel kokardı. A’ma düa ederek, (Ya Rabbi! Bu gömlek hurmetine, benim gözlerimi aç)
dedi. ki gözü hemen açıldı. Resulün ayaklarına kapandı.
Resul oradan ayrıldı. Bir dirhem ile bir antari satın aldı. Bir dirhem ile de yiyecek satın
alma a giderken, bir hizmetci kızın a ladı ını gördü. (Kızım, niçin böyle a lıyorsun?)
buyurdu. Bir yehudinin hizmetcisiyim. Bana bir dirhem verdi. Yarım dirhem ile bir i e ve
yarım dirhem ile de ya satın al dedi. Bunları alıp gidiyordum. Elimden dü dü. Hem i e,
hem de ya gitdi. imdi ne yapaca ımı a ırdım dedi. Resul, son dirhemini kıza verdi.
(Bununla i e ve ya al. Evine götür) buyurdu. Kızca ız, eve geç kaldı ım için, yehudinin
beni dö ece inden korkuyorum dedi. Resul , (Korkma! Seninle birlikde gelir, sana bir ey
yapmamasını söylerim) buyurdu. Eve gelip, kapıyı çaldılar. Yehudi kapıyı açıp, Resulullahı
görünce a ırıp kaldı. Yehudiye, olanı biteni anlatıp, kıza bir ey yapmaması için efa’at
buyurdu. Yehudi, Resulullahın ayaklarına kapanıp, (Binlerce insanın ba tacı olan, binlerce
arslanın, emrini yapmak için bekledi i ey koca Peygamber! Bir hizmetci kız için, benim gibi
bir miskinin kapısını ereflendirdin. Ya Resulallah! Bu kızı senin erefine azad etdim. Bana
imanı, islamı ö ret. Huzurunda müslüman olayım) dedi. Resul, ona müslümanlı ı ö retdi.
Müslüman oldu. Evine girdi. Çolu una çocu una anlatdı. Hepsi müslüman oldu. Bunlar, hep
Resulullahın güzel huylarının bereketi ile oldu.
O halde, ey müslüman! Sen de Resulullahın güzel huyları gibi ahlaklanmalısın! Hatta,
Allahü teâlânın ahlakı ile ahlaklanmak, her müslümana lazımdır. Çünki, Resul (Allahü
teâlânın ahlakı ile huylanınız!) buyurdu. Mesela, Allahü teâlânın sıfatlarından biri
(Settar)dır. Ya’ni günahları örtücüdür. Müslümanın da din karde inin aybını, kusurunu
örtmesi lazımdır. Allahü teâlâ, kullarının günahlarını afv edicidir. Müslümanlar da,
birbirlerinin kusurlarını, kabahatlerini afv etmelidir. Allahü teâlâ kerimdir, rahimdir. Ya’ni
lutfü, ihsanı boldur ve merhameti çokdur. Müslümanın cömerd ve merhametli olması
lazımdır. Bütün güzel ahlak da böyledir.
Resul aleyhisselamın güzel huyları pek çoktur. Her müslümanın bunları ö renmesi ve
bunlar gibi ahlaklanması lazımdır. Böylece, dünyada ve ahıretde felaketlerden, sıkıntılardan
kurtulmak ve O iki cihan efendisinin efa’atine kavu mak nasib olur.
ABDÜLFETTÂH-I BAĞDÂDÎ AKRÎ
ABDÜLFETTÂH-I BAĞDÂDÎ AKRÎ;
İstanbul'un en yüksek üç evliyâsından biri. İsmi Abdülfettâh-ı Bağdâdî el-Akrî'dir. 1778
(H.1192) senesinde doğdu. Kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen âlim ve evliyânın en
meşhurlarından olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetlerinde yetişip olgunlaştı.
Onun emriyle İstanbul'a gelip senelerce insanlara hak yolu öğretmek vazîfesiyle meşgul oldu.
1865 (H.1281) senesi Muharrem ayının dokuzuncu Cumâ günü vefât etti. Kabr-i şerîfi
Üsküdar'da Eski Vâlide Câmiinden Karacaahmed mezarlığına çıkan yol ile
SelimiyeBağlarbaşı caddesinin kesiştiği köşedeki Şeyhül islâm Ârif Hikmet Beyin
kabristanındadır.
Abdülfettâh Efendi, küçük yaşta Bağdâd'ın tanınmış âlimlerinden ilim öğrendi. Çok zeki olup
kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Gayret ve devamlı çalışması ile de arkadaşlarının ve
hocalarının dikkatini çekti. Genç yaşta tefsîr, hadîs ve bilhassa fıkıh ilminde mütehassıs bir
âlim oldu.
Din ilimlerinde kendisini yetiştiren Abdülfettâh Efendi tasavvuf adı verilen Resûlullah
efendimizin mübarek kalbinden çıkıp evliyânın kalplerine gelen bilgilere de sâhib olmak
istedi. Asrının en büyük âlimi, İslâm bilgilerinin mütehassısı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretlerine talebe oldu. Bundan sonra hocasının her emrini yerine getirmek için canla başla
çalıştı.
Verilen her vazîfeyi ânında yapardı. Nefsinin hiçbir arzusunu yapmaz, arzu etmediği şeyleri
yapardı. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terkeder,
dünyâya hiç meyletmezdi. Tek arzusu hocasından hiç ayrılmamak, onun kalplere şifâ olan
kıymetli sohbetlerini dinlemek, verdiği vazîfeyi canı pahasına da olsa yerine getirmekti.
Dertlere, sıkıntılara, meşakkatlere çok dayanıklı idi. Gelen sıkıntıları gülerek karşılar, verenin
Allahü teâlâ olduğunu düşünerek sevinirdi. Hattâ, dert ve belâ gelmediği zaman; "Rabbimin
husûsî ihsânına kavuşamadım." diye üzülürdü.
Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, bu güzel hasletlerini bildiği için, ona en zor işleri yaptırır,
diğer talebeleri ile haberleşmeye bunu gönderirdi. Yolculukta herhangi bir vâsıtaya, bineğe
binmesini yasaklamıştı. Yaya gitmesini emrederdi. O da bunu zevk ile yapar, çok uzak
yolculuklara hiçbir şeye binmeden giderdi. Yürüyerek, yolculuk ânında doğan mihnetlere,
sıkıntılara katlanarak nefsini terbiye eder, rûhunun yüksek derecelere vâsıl olmasını sağlardı.
Vazîfeli olarak İstanbul'a iki defâ yaya gitmişti. Bu tahammülü sebebiyle hocasının
iltifâtlarına kavuştu ve önde gelen talebeleri arasına girdi. Öyle ki artık hocasının evine girer
çıkar, hizmetini ve işlerini görürdü. Bu hizmeti netîcesinde çok faydalara kavuştu. Kendisine
insanları yetiştirmek, ilim ve edeb öğretmek izni verildi.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin ilminin derinliği, evliyâlığının üstünlüğü, dünyânın her tarafına
yayılmıştı. Her yerden akın akın talebeler, onun ilminin bir damlasına kavuşmak için
geliyordu. Saltanat şehri olan İstanbul'dan da pekçok kimse, Bağdad'a gidip, onun talebesi
olmakla âhirette yüksek derecelere kavuşmak istiyorlardı. İsteklilerin hepsinin Bağdad'a
gitmesi mümkün değildi. Bu sebeple Mevlânâ Hâlid hazretleri, Hak âşıklarının yanan
rûhlarını serinletmek için Abdülfettâh-ı Bağdâdî'yi İstanbul'a gönderdi.
Abdülfettâh hazretleri, İstanbul'un Üsküdar semtinde Karacaahmed Kabristanı ile Bağlarbaşı
arasında, Nûh Kuyusu mevkiindeki dergâha yerleşti. Bunu işitenler dergâha akın ettiler.
Abdülfettâh hazretleri, bu Hak âşıklarının hasta ve ölü rûhlarına hayat veriyor, kararan
kalplerine nûr akıtarak Ahrâriyye yolunun Müceddidî ve Hâlidiyye kolunun feyzlerini
sunuyordu. Kısa zamanda, devlet erkânından vezîrler, komutanlar, paşalar, âlimler, velîler
onun talebesi olmak için etrâfını doldurdular. O âb-ı hayat pınarı, herkesi kâbiliyetlerine göre
yetiştiriyordu. Bu şekilde senelerce çalışarak, pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına vesîle
oldu.
Abdülfettâh-ı Bağdâdî Akrî hazretleri, ömrünün son senelerinde, Allahü teâlâya ve otuz
dokuz sene önce vefât eden mübârek hocası, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye kavuşmak arzusu
ile yanmaya başladı. 1865 (H.1281) senesinde Muharrem ayının ortalarında talebeleri ve
tanıdıkları ile helâlleşti, vedâlaştı. Vasiyetini bildirdi. Muharrem'in on dokuzunda Cumâ günü
talebelerinin başında okudukları Kur'ân-ı kerîmi dinleyerek son nefesini verdi.
Bütün âlimler ve evliyâlar sözbirliği ile Eyüp'te medfûn bulunan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb
el-Ensârî ve diğer Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) hâriç, İstanbul'un en yüksek üç velîsinden birinin
Abdülfettâh-ı Akrî hazretleri olduğunu bildirdiler. Âşıkları onun feyz ve nûr saçan mübârek
kabr-i şerîfini ziyâret etmekte, bereketlenmektedirler. Diğerleri ise Edirnekapı-Eyüp
arasındaki Murâd-ı Münzâvî ile Zeyrek'teki Mehmed Emîn Tokâdî hazretleridir.
!(%!&-(,&*$'31+&1++$
Hâlid-i Bağdâdî'nin, şânını o zamanlar,
Duymuştu dünyâdaki, bilcümle müslümanlar.
Yayılınca şöhreti, her yerine dünyânın,
Bağdad'a geliyordu, insanlar akın akın.
Hem İstanbul'dan dahi, birçok âşık olanlar,
Ona kavuşmak için, Bağdad'a yollandılar.
Bu gelen insanların, şu idi tek gâyesi:
"Hâlid-i Bağdâdî'nin, olmaktı talebesi."
Zîrâ Resûlullah'tan, fışkıran bütün "nûrlar",
Ondan yayılıyordu, herkese o zamanlar.
İstanbul'dan Bağdad'a, taşınan insanlara,
Baktığında, Mevlânâ, kıyamadı onlara.
Emir verip hemence, Abdülfettâh Akrî'ye,
Gönderdi İstanbul'a, "feyzini saçsın" diye.
Abdülfettâh Efendi, İstanbul'a gelince,
Nuh kuyusu denilen, yere geldi hemence.
Bu mübârek velî zât, buraya vardığında,
Cümle Hak âşıkları, buldu onu ânında.
Etraftan akın akın, geliyordu insanlar,
Zîrâ ondan akardı, ilâhî feyiz, nûrlar.
Devlet ricâlinden de, vezir, paşa, kumandan,
Gelirdi akın akın, bu dergâha o zaman.
On binlerce müslüman, gelerek bu dergâha,
Bağlardı kalplerini, hepsi Resûlullah'a.
Abdülfettâh Efendi, kırk yıldan daha fazla,
Bu dergâhta böylece, hizmet etti ihlâsla.
Mevlânâ Hâlid ise, o gelince Bağdad'dan,
Otuz dokuz yıl önce, ayrılmıştı dünyâdan.
Onun ayrılığına, hiç dayanamıyordu,
Hocasına kavuşmak, aşkıyla yanıyordu.
Bin sekiz yüz altmış dört, yılı Muharreminde,
Cümle talebesiyle, helâlleşti evinde.
Ayın on dokuzunda, hem de bir Cumâ günü,
Kur'ân'ı dinler iken, teslim etti rûhunu.
Âlim ve evliyâlar, sözbirliği hâlinde,
Şunu bildirdiler ki: "İstanbul dahilinde,
Binlerce evliyâdan, eshâbın hâricinde,
Üçü, en büyüğüdür, bu velîler içinde.
Bu üçünden biri de, Abdülfettâh Akrî'dir,
Kabri, âşıklarının, istifâde yeridir.
İkisi de şunlardır, bu üç büyük velînin,
Murâd-ı Münzâvî'yle, Tokâdî Mehmed Emîn.
Yâ Rabbî, bu üç büyük, velînin hürmetine,
Şifâ ver hasta olan, Muhammed ümmetine.
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.971
2) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.23
3) Şems-üş-Şümûs
4) Mecd-i Tâlid Tercümesi; s.84
5) Hadâik-ul-Verdiyye; s.259
ABDÜLEHAD SERHENDÎ
ABDÜLEHAD SERHENDÎ;
Hindistan'da yetişen evliyânın büyüklerinden. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu olan
Muhammed Saîd Fârûkî'nin beşinci oğludur. "Hazret-i Vahdet" lakabıyla, kardeşleri arasında
da "Hazret-i Meyân Gül" ismiyle meşhûr olmuştur. 1635 (H.1045) senesinde Serhend'de
doğdu, 1710 (H.1122) senesinde vefât etti.
Âlim ve evliyâ bir âileden gelen Abdülehad Serhendî önce babasından ilim öğrendi. Onun
terbiyesinde ve sohbetinde bulunup mânevî feyzlerine kavuştu. Sonra amcası Muhammed
Ma'sûm Fârûkî'nin ilim meclisinde ve sohbetinde bulunarak zâhirî ilimlerde ve tasavvufta pek
yüksek derecelere kavuştu. Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi ilimlerde ve fen ilimlerinde büyük âlim
oldu.
Amcası Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretleri Abdülehad Serhendî'nin tasavvuf yolunda daha
yüksek derecelere kavuşması için ona kırk defâ teveccühde yâni mânevî olarak çok yardımda
bulunacağına söz verdi. Muhammed Ma'sûm hazretleri otuz dört defâ teveccüh ettikten sonra
vefât etti. Yeğeni Abdülehad ise, her gün amcasının kabrine gitti. Amcası, Abdülehad'ın her
gelişinde Allahü teâlânın izni ile kabirden kalkarak yeğenine teveccühde bulundu ve onun
yüksek mânevî derecelere kavuşması için yardımcı oldu. Yaptıklarını da bir kâğıda yazıp,
onun eline verdi. Bu şekilde teveccüh adedini kırka tamamlayarak sözünü yerine getirdi.
Abdülehad Serhendî hâdiseyi Muhammed Ma'sûm hazretlerinin oğullarına anlattı ve elindeki
altı adet yazıyı gösterdi. Onlar babalarının bizzât kendi el yazısını görünce; "Bu büyük
kerâmet ancak ona yakışır, elhak doğrudur." dediler.
Zâhirî ilimlerde ve tasavvufta yüksek derece sâhibi olan Abdülehad Serhendî hazretleri iki
defâ hacca gitti. Birinci gidişinde babası Muhammed Saîd Fârûkî ve amcası Muhammed
Ma'sûm-i Fârûkî ile berâber bulundu. Bu gidişinde on sekiz yaşında idi. Sevgili
Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem kabr-i şerîflerini de ziyâret eden Abdülehad
Serhendî hazretleri Peygamber efendimizin husûsî iltifâtlarına kavuştu. Kabr-i seâdeti ziyâret
ederken mazhar olduğu iltifâtlardan birisini şöyle nakletti:
Peygamber efendimizin kabr-i seâdetlerini edeple ziyâret ediyordum. Üzerime güzel bir hil'at
yâni elbise giydirildi ve; "Seni kardeşin ile kuvvetlendireceğiz." buyruldu.
Hac ibâdetini yapıp döndükten sonra babasının ve amcasının hizmetine devâm etti. Önce
amcasının ve sonra da babasının vefâtı üzerine babasının yerine geçip talebelerine ders verdi.
Bereketli sohbetleriyle onların tasavvuf yolunda ilerlemelerine vesîle oldu.
İlim, fazîlet ve güzel ahlâk sâhibi olan Abdülehad Serhendî hazretleri sohbetleri sırasında
talebelerine buyurdu ki:
Bize ve size lâzım olan; İslâmiyete uymak ve büyüklerin yolu üzere istikâmette olmaktır. Bu
istikâmete, kerâmetten üstün demişlerdir. Büyüklerden biri talebelerinden birine, vazîfe verip
gönderirken buyurdu ki: "Allahlık ve peygamberlik dâvâsında bulunma!" Talebe; "Bundan
Allah'a sığınırım." deyince, o büyük buyurdu ki: "Ben ne istersem, o olsun demek Allahlık,
beni inkâr eden, kabûl etmeyen kâfirdir demek, peygamberlik iddiâ etmektir."
Kardeşine yaptığı nasîhatte de buyurdu ki:
"Ey can kardeşim! Bu dünyâ amel yeridir. Karşılık yeri âhirettir. Ameli, işi bitirmeden ücret,
karşılık istemek yersizdir. İş yapma ve amel etme bittiği gün, yapılan işin karşılığı ihsân
olunacaktır."
Kötü ve zararlı kimselerle berâber bulunmanın mahzurları ile şüphelilerden sakınmak
hususunda da:
"Zararlı kimselerin sohbetinden, arkadaşlığından, şüpheli yiyeceklerden ve çeşitli şeyleri
istemek arzularından sakınınız. Bu üç kelimenin bildirdiği mânâları iyi düşününüz." buyurdu.
Talebelerinden birisi kendisi için nasîhat isteyince ona hitâben buyurdu ki:
"Azîzim, nasîhatimi can kulağı ile dinle! Allahü teâlâ hâzır ve nâzırdır. Her işini görmekte,
her yaptığını bilmektedir. O hâlde bilerek, anlayarak söyle. Bilerek anlayarak dinle. Bilerek
anlayarak iş yap. Bunu bilerek dur. Bunu bilerek yürü. Kısaca bugün öyle ol ki, yarın mahcûb
olmayasın. Birkaç gece rahatsız ol da, sonsuz râhata kavuş."
"İyi ameli sonraya bırakıp tehir edenler helâk oldular. Sen dersin ki, yarın yaparım. Ya yarına
kavuşamazsan! Yâhut kavuşur da, bu imkân, sıhhat, kuvvet ve rahatlığı bulamazsan. O zaman
çok pişmân olursun. Beyt:
Çalış, ibâdet et, bırak emeli,
Son nefese kadar bırakma ameli.
İnsan kendi başına değildir ki, istediğini yapsın, her bulduğunu alsın. Allahü teâlâ mahşer
yerinde, herkese amelini gösterecektir. Hareketlerinden, hareketsizliklerinden, yaptıklarından
ve söylediklerinden herkes hesap verecektir. İşin esâsını düşünmelidir. Şefkatli bir ana gibi
daha ne kadar kendi üzerine titreyeceksin. Ne zamâna kadar, kıymetli cevherleri bırakıp,
çocuklar gibi ceviz, kozalak peşine koşacaksın."
Ömrünü İslâmiyet'i öğrenmek, öğretmek ve kıymetli eserler yazmakla geçiren Abdülehad
Serhendî hazretleri 1710 (H.1122) senesinde Serhend'de vefât etti. Orada defn edildi.
Sohbetlerinde birçok âlim ve evliyâ yetiştiren Abdülehad Serhendî hazretleri birçok kitap
yazdı. Babasının güzel ahlâkını ve yüksek hâllerini Letâif-i Medîne adlı bir kitapta topladı.
Öteki eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Beydâvî Tefsî'rinin bâzı kısımlarına yazdığı
hâşiyeler. 2) Mevedde. 3) Menşûr-üd-Dürer fî Fedâil-is-Suver. 4) Sehâif-i Tis'a, 5)
Bürhân-ı Celî, 6) Bedâyi-üş-Şerâî, 7) Cennât-ı Semâniyye, 8) Sebîl-ür-Reşâd, 9)
Esrâr-ül-Cumâ, 10) Risâle-i Men'i Sebâbe, 11) Şevâhid-üt-Tecdîd, 12) Hayr-ül-Kelâm,
13) Münâcât-ı Kebîr, 14) Münâcât-ı Sagîr, 15) Kısâs ber-Hak, 16) Neşr-ül-Itr, 17) Şerh-i
Kelime-i Tesbîh, 18) Şerh-i Kelime-i Tehlîl, 19) Şerh-i Mektûbât-ı Müceddîdî, 20)
Ensâr-ül-Fakr.
;1)4,$!&#>->!&)=31++$%
Abdülehad Serhendî kendisinden nasîhat isteyen birine şu mektubu yazdı:
"Azîzim! Evvelkiler çok amel etselerdi, az kabûl ederlerdi. Şimdikiler az bir şey yapsalar,
çok kabûl ediyorlar. Bir gümüş verseler, bir altın verdik diyorlar. Çünkü şimdi bid'atler
çoğaldı, nefsin arzuları her yerde mevcut, zulmet dalgaları ise, birbiri ardınca gelmektedir.
Heybetinden öncekilerin ve sonrakilerin titrediği, cinlerin, insanların ve hayvanların
dehşetinden şaşırdığı büyük korku geldi. Haşir ve neşir günü çok yaklaştı. Bir bölük
Cennet'e, bir bölük Cehennem'e gitsin denecek gün geldi çattı. İşte bunları düşünüp
uyanmalı, hakîkatleri gören gözleri açmalıdır. Akıllı gençlere, düşünen yaşlılara yazıklar
olsun ki, gaflet pamuğunu kulaklarından çıkarmıyorlar ve gurur perdesini basîret
gözlerinden uzaklaştırmıyorlar.
Azîzim! Gençlik en büyük nîmettir. Elden geldiği kadar en iyi vakitleri, en iyi işlere sarf
etmelidir. Kıymetli cevherleri, çocuklar gibi oyuncaklarla değişmemelidir. İstîdâd
toprağınız temiz ve yüksektir. Sakın onu boş koymayın. Yâhut bozuk tohum ekmeyin."
Abdülehad Serhendî hazretlerinin hepsi âlim, fazîlet ve güzel ahlâk sâhibi dört oğlu vardı.
Bunlardan birincisi Şeyh Ebû Hanîfe'dir. Abdülehad Serhendî'nin vefâtından sonra beş veya altı
sene onun dergâhında kalıp talebelerine ders verdi. Daha sonra ishal hastalığından vefât etti. Ebû
Hanîfe'nin iki oğlundan biri olan Muhammed Zeki babasının hac için gittiği iki seferde hizmetinde
bulundu. Abdülehad Serhendî hazretlerinin ikinci oğlu Şeyh Muhammed Takî olup, zâhirî ve
mânevî fazîletlerle süslenmişti. Uzun müddet babasının dergâhının hizmetini görmüştür. Pekçok
kimse onun vâsıtasıyla hidâyete kavuşmuştu. Babası Abdülehad Serhendî hazretleri gibi güzel
şiirler söylerdi. Abdülehad Serhendî hazretlerinin üçüncü oğlu Şeyh Muhammed Murâd idi.
Babasının Haremeyn'e, Mekke ve Medîne'ye yaptığı yolculuk sırasında onun hizmetini görmüştü.
Onun da Şeyh Enverullah isimli bir oğlu
vardı. Abdülehad Serhendî hazretlerinin dördüncü oğlu Nûr-ul-Hak idi. Zâhirî ilimlerle ve bâtınî
feyzlerle süslenmişti.
Abdülehad Serhendî hazretlerinin talebelerine ve sevdiklerine yazdığı mektupları, halîfelerinden
Muhammed Murâd Keşmîrî toplamıştır. Mevlânâ Abdullah Cân Fârûkî tertib etmiştir. Ekserisi
Farsça olup, içerisinde yüz on dokuz mektup vardır.
1) Gülşen-i Vahdet Mukaddimesi
2) Umdet-ül-Makâmât; s.243
3) Persian Literature; c.2, s.1257
4) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.662
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.258
6) İslâm MeşhûrlarıAnsiklopedisi; c.1, s
ABDÜLEHAD NÛRÎ
ABDÜLEHAD NÛRÎ;
İstanbul'da yetişen büyük velîlerden. İsmiAbdülehad Nûrî bin Muslîhuddîn Mustafa Safâî bin
İsmâil bin Ebü'l-Berekât, künyesi Ebü'l-Mekârim'dir. 1594 (H.1003) veya 1604 (H.1013)
senesinde Sivas'ta doğdu. Annesi Şemseddîn-i Sivâsî'nin büyük kardeşi Muharrem Efendinin
kızı Safâ Hâtundur. Abdülehad Nûrî Efendi ilim tahsîline Sivas'ta başladı. İstanbul'da
tamamlayıp zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere ulaştı. 1651 (H.1061) senesi Safer
ayının ilk Cumâ günü ikindi vaktine yakın vefât etti. Cenâze namazı Azîzzâde Şeyh
Abdülbâkî Efendi tarafından kıldırılıp Eyüp Nişancası'nda, mürşidi Abdülmecîd Sivâsî
hazretlerinin türbeleri karşısına defnedildi. Sevenlerinden Yûsuf Ağazâde Mustafa Efendi,
kabrinin üzerine bir türbe yaptırdı.
Abdülehad Nûrî Efendi, daha üç yaşında iken annesinin amcası büyük âlim Şemseddîn
Sivâsî'nin nazar ve feyzine kavuştu. Şemseddîn Sivâsî hazretleri vefâtına yakın; "Abdülehad'ı
bana getirin!" buyurdu. Abdülehad'ı getirip Şemseddîn Sivâsî'nin kucağına verdiler.
Şemseddîn hazretleri Abdülehad'ı ilâhî sırlarla dolu göğsüne bastırdı ve tam bir teveccüh ile
teveccühte bulundu. Sonra Anne Hâtuna teslim etti. Emirleri üzerine, mahremleri olan
hanımlar dışarı çıktılar. Onlardan sonra içeriye, dışarda bekleyen halîfeleri ve talebeleri
girdiler. Şemseddîn Sivâsî onlarla birlikte, bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl
oldular. Daha sonra bir duâ okumaya başladılar ve duânın bitiminde rûhunu teslim ettiler.
Oradakilerden bâzısı, vefât etti, bâzısı da vefât etmedi diye tereddüd ettiler. En sonunda
içlerinden birisi, Şemseddîn Sivâsî'nin yanına varıp, vefatını gördü, mahzûn ve kederli bir
şekilde diğerlerine bildirdi.
Abdülehad Nûrî Efendi henüz küçük yaşta babasız kaldı. Dayısı Abdülmecîd Sivâsî yeğenini
himâyesine alarak tahsîl ve terbiyesiyle meşgûl oldu.
Halvetiyye yolunun büyüklerinden Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî'nin halîfesi olan Abdülmecîd
Efendi, devrin pâdişâhı Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından dâvet edilince yeğeni
Abdülehad Nûrî'yi de berâberinde İstanbul'a getirdi. Abdülehad Nûrî bir yandan medrese
tahsîline devâm ederken bir yandan da dayısından tasavvuf terbiyesi gördü. Kırk erbaîn yâni
bin altı yüz gün devamlı yalnız olarak bir yerde îtikâf edip ibâdetle meşgûl oldu. Mânevî
derecelere kavuştu. Mürşidi hocası Abdülmecîd Sivâsî'den icâzet, diploma alarak halîfesi
oldu.Hocası tarafından insanları doğru yola ulaştırmaya memur edildi. Yirmi yaşlarında kitap
yazmaya başladı.
Abdülehad Efendi, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek işâretleri ile
Midilli'ye gönderildi. Giderken en kısa zamanda tekrar İstanbul'a döneceğini bildirdi.
Abdülehad Efendi Midilli'yi teşrif ettiklerinde, yetmiş gayri müslim, onun vâsıtasıyla
İslâmiyeti kabûl etti. Midilli halkı Abdülehad Efendiyi çok sevdi ve hemen hepsi ona talebe
oldu. Dayısı ve hocası olan Abdülmecîd Sivâsî bu durumu duyunca; "Âferin Abdülehad'a!
Umduğumuzdan fazla tasarruf kuvvetine sâhipmiş." buyurdu. O sırada, donanma
komutanlarından hayır sâhibi bir zât olan Bâlî-zâde Hasan Bey, Midilli'ye gelişinde; câmi,
dergâh ve pekçok odalar ve yemekhâneden meydana gelen bir külliye yaptırdı. Burayı
Abdülehad Efendi ve ondan sonra gelecek talebelerine tahsîs etti.
Zamânın şeyhülislâmı Yahyâ Efendi, Midilli'de Abdülehad Efendinin verdiği vâzları, dersleri
ve hizmetleri çok beğenerek, kalbten bir sevgi beslemeye başladı. Bir gün Abdülmecîd
Sivâsî'nin ziyâretine giden Yahyâ Efendi ona; "Abdülehad Çelebi'yi dâvet edin de, mehmed
Ağa dergâhını ona verelim. İnşâallah o, İstanbul'da vâzları ve halkı doğru yola götürmesi ile,
zamânının bir tânesi olacaktır." dedi. Abdülmecîd Sivâsî bu teklifi kabûl etti. Bir mektup
yazıp, Abdülehad Efendiyi çağırınca, derhal İstanbul'a geldi. Doğruca dayısı ve hocası
Abdülmecîd Sivâsî'nin huzûruna girdi. Dayısı; "Oğul, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi seni ister.
Varın ziyâret edin. Murâd-ı şerîfleri nedir? Bir görün." buyurdu. Yahyâ Efendinin huzûruna
varınca, Şeyhülislâm; "Abdülehad Çelebi! Sana merhûm Mehmed Ağa dergâhını verdik.
Burası şerefli bir dergâhtır." dedi. Abdülehad Efendi, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi'nin bu
teklifini kabûl etti ve duâ buyurdu. Oradan ayrılıp, hocası Abdülmecîd Sivâsî'nin yanına gitti
ve durumu arz etti. Dayısı da; "Allah mübârek eylesin. Midilli'yi, feth ile gönülleri ihyâ ettin.
İnşâallah İstanbul'da da çok kimsenin ebedî saâdetine vesîle olursun. Hiç durma, yerine bir
talebeni tâyin edip, vâlideni ve talebelerinden gelmek isteyenleri alıp gel! Dergâhında
talebelerini terbiye ile meşgûl ol." dedi. Abdülehad dayısı ve hocası Sivâsî'nin emrine uyup,
talebelerinden fıkıh ve tasavvuf yolunu iyi bilen, Alîmî Efendiyi yerine bıraktı. Vâlidesini ve
talebelerinden birkaçını alıp, İstanbul'daki Mehmed Ağa dergâhına yerleşti. Burada
yirmisekiz sene vâz ve nasîhatla meşgûl oldu. 1635 senesi Rabî'ul-âhir ayından îtibâren;
Ayasofya, Fâtih ve Sultan Ahmed câmilerinde vâz vermeye başladı.
Abdülehad Efendi, cumâ günü hangi mevzûda vâz verecekse, onunla alâkalı âyet-i kerîme ve
hadîs-i şerîflerin meâllerini güzelce beyân eder, ayrıca mevzû ile alâkalı bir hikâye anlatır,
söylenmesi lâzım olan hususları söyleyerek, faydalı nasîhatler yapardı. Müşkilleri ve suâlleri
olanlar, vâzdan sonra, anlayamadıkları yerleri sorarlar, o da cevap verirdi. Bir gün
Sultanahmed Câmiinde vâz verirken şu şiiri söyledi:
Semâdan sırr-ı tevhîdi duyan, gelsin bu meydâna.
Derûn içre bugün, Allah diyen gelsin bu meydâna
Duyanlar sırr-ı Settârı, görenler nûr-i Gaffârı
Cihânda şîşe-i ârı, kıran gelsin bu meydâna
Sezâdır ehl-i irfâna getirsin cânı meydâna
Fedâ kılmaya ol cânı duyan gelsin bu meydâna
Gönül maksûdunu buldu, cihan envâr ile doldu.
Bugün iklim-i oldu, duyan gelsin bu meydâna
Süleymâniye Câmiinde vâz ettiği bir gün, kürsüye bir kâğıt kondu. Vâzdan sonra, bu şekilde
konan kâğıtları okurlardı. Kâğıdı okuyunca; "Sizin gavs olduğunuz söyleniyor. Gavs olan,
Allahü teâlânın izni ile istediğini yaparmış. Eğer gavs iseniz, beni bu mecliste öldürün
bakalım." yazıyordu.
Abdülehad Efendi bu yazıyı okuyunca; "Taassub insanı nelere götürürmüş. Sübhânallah, biz
âciz ve fakîr bir kuluz. Halk bizi gavs ve kutb bilir. Hak teâlâ onları tasdik eyleye. Kutb
olanlar nefis ehli olanlar gibi, ben bunu yapamaz mıyım diye elinden geleni yapmaya
kalkışmaz. Onlara sıkıntı ve cefâ verilse bile onlar affederler. Onun için yüksek mertebelere
eriştiler. Fakat evliyâ, kınından çekilmiş bir kılıçtır. Bir kimse kendini kılıca vursa, kabahat
kılıcın mıdır, yoksa kendini kılıca vuranın mı?" buyurduklarında, câminin içinde; "Aman,
eyvah, eyvah." diye bir çığlık koptu. O kâğıdı yazan kişi o anda vefât etti.
Kudüs ve Kâhire'de kâdılık yapmış olan İsmâilzâde Efendi, Abdülehad Efendinin dergâhına
yakın bir yerde oturuyordu. Abdülehad Efendiye gider gelirdi. Yine bir gün dergâha acele ile
gelerek; "Efendim! Mâlumunuz, bir oğlumuz kaldı. O da tâûn hastalığına yakalandı. Ölmek
üzeredir. Duâ ve himmetlerinizi istemeye geldim." dedi. Abdülehad Efendinin, yapacak bir
şeyi olmadığını bildirmesi üzerine, Kâdı İsmâilzâde Efendi; "Sizden murâdım nâil olmadıkça,
buradan ayrılmam mümkün değildir." diye ısrar etti. Duâ ve himmet etmeleri için çok
yalvardı. Bunun üzerine Abdülehad Efendi; "Bakalım Hak teâlâdan ne işâret buyurulur?"
deyip dışarı çıktı. İki rekat namaz kılıp murâkabeye vardı. Bir müddet o hâlde kaldı. Sonra
bulunduğu yerden çıkıp; "İsmâil Efendi, oğlun tâûndan kurtuldu. Sıhhate kavuştu. Elbisesini
giymiş bir hâlde odasında dolaşmaktadır." diye müjde verdi. Buna çok sevinen İsmâil Efendi,
Allahü teâlâya hamd ve senâda bulunup, Abdülehad Nûrî'ye çok teşekkür etti. Evine
vardığında oğlunu, Abdülehad Nûrî Efendinin haber verdiği şekilde, odada elbisesini giymiş
ve dolaşır buldu.
Abdülehad Nûrî Efendi'ye; "Sultânım, böyle bir hastanın şifâya kavuşmasına vesîle olmak
büyük bir iş, güç ve kuvvettir." denildiğinde şöyle cevap verdi:
Evet öyledir. Fakat Allahü teâlânın dilediği şey elbette olur. Allahü teâlâya, bu hastalığı o
çocuktan defetmesi için teveccüh edip yalvardığım zaman, tâûn askerinden ellerinde bir
defter ile dört kimse göründü. "Siz Kutbu âzam, gavs-ı âlem ve Allahü teâlânın sevdiği bir
kul olduğunuz hâlde, niçin Allahü teâlânın kazâ ve kaderine karşı gelirsiniz. Bizim
defterimizde ismi ve resmi ile vefâtı yazılı olan kimsenin yaşamasını niçin istersiniz?"
dediklerinde, onlara; "Benim Allahü teâlâya teveccüh etmem, yalvarıp yakarmam da, Allahü
teâlânın rızâsı, kazâ ve kaderi ile değil midir?" dedim. O dört şahıs susarak kaybolup gitti.
Vezirlerden birisi, Abdülehad Efendiye bir kese altın hediye gönderdi. Sonradan o vezir,
Abdülehad Efendinin sohbetinde bulunduğu bir gün; "Bu derece hediyede bulunmak herkesin
kârı değildir." mânâsında sözler sarf ederek övündü ve yaptığı iyiliği başa kakar bir duruma
düştü. Bunun üzerine Ebdülehad Efendi; "Behey Paşa! Fakîrlerin ve halkın gözü, ciğeri ve
kanı ile bana minnet mi edersin?" dedi. Ellerini yanlarında bulundurdukları keseye
soktuğunda kesedeki altınlar herkesin gözü önünde kan olup ortaya doğru akmaya başladı. Bu
durumu gören paşa hemen tövbe ederek, Abdülehad Efendiden af diledi.
Abdülehad Efendinin, doğruluğu, sadâkat ve bağlılığı ile bilinen ve kâdılık yapan bir talebesi
vardı. Çoluk-çocuğunu bir gemiye bindirerek, kâdı tâyin olduğu yere gidiyordu. Bir ara büyük
bir fırtına çıktı. Geminin yelkenleri ve direkleri parçalandı. Gemide bulunanların hayattan
ümitlerini kestikleri, ağlayarak Kelime-i şehâdet getirdikleri ve Allahü teâlânın rahmetini
diledikleri bir sırada, Allahü teâlânın izni ile Abdülehad Nûrî Efendi onlara göründü. "Niçin
feryâd edersiniz? Deniz de bir mahlûk, emredileni yapan bir memurdur." buyurup, denize;
"Ey deniz! Allahü teâlânın izni ile sâkin ol!" dediğinde deniz sâkinleşerek durulup gitti. Bunu
görenler Allahü teâlâya hamd ü senâda bulundular.
Körükçüzâde Efendi isminde bir âlim, bir gün SüleymâniyeCâmiinde vâz eder, altı gün de
umûmi ders verirdi. Abdülehad Nûrî Efendiye ve talebelerine gerek vâzında, gerekse
derslerinde dil uzatır, aleyhinde konuşurdu. Abdülehad Efendinin halîfeleri ve talebeleri, o
zâtın bu sözlerini duyunca çok üzüldüler, onu hocalarına şikâyet edip, vâzına ve derslerine
mâni olmasını istediler. Abdülehad Efendi de onlara; "Birkaç gün tahammül edin. Onun bizi
inkârı ve düşmanlığı, bize bağlılığa dönüşecek. Bizim talebelerimiz arasına girecek.
Vefâtımızdan sonra otuz sene tasavvuf yolunun doğruluğunu müdâfaa edecek." dedi.
Çok geçmeden bir gün, Abdülehad Efendi talebeleri ile berâber sohbet ederken; "İşte
dostunuz Körükçüzâde Efendi geliyor." dedi. Herkes hayretle onun gelişini bekledi. Ansızın
huzûra girdi. Abdülehad Efendinin ellerine kapandı. Hıçkırarak ağladı. Abdülehad Efendi;
"Gördüğünüz rüyâdan haberimiz var. Murâdınız ne ise onu söyleyin." dedi. Körükçüzâde
Efendi; "Saâdetli Sultânım! Bu köleniz kırk seneden beri, medresede müderrislik
yapmaktayım. Bütün vakitlerim ders okutmak, vâz vermek, Resûlullah efendimizin sünnet-i
seniyyesi ile amel etmekle geçtiği hâlde, niçin rüyâmda Resûlullah efendimizin mübârek
cemâlini göremediğimi, yüksek ve bereketli sohbetleri ile şereflenemediğimi, niçin mahrûm
olduğumu düşünerek uykuya daldım. Gördüğüm rüyâ ile bu derdime derman ve merhemin
sizin olduğunuzu anladım. Aman ne olur, benim bu derdime derman olun." diye ağlayıp
inledi. Bunun üzerine Abdülehad Efendi, onun kulağına bir şeyler söyledi. Körükçüzâde
Efendi kalkıp gitti. O gün öğleden sonra tekrar gelip ağlayarak; "Bu ne büyüklüktür ki, kırk
yıldır ilim ve amel ile, nefsi ıslâh ve takvâ ile müşerref olamadım. Fakat sizin bir himmet ve
işâretiniz ile, o Sultân-ı enbiyânın mübârek cemâlini görmekle şereflendim." deyip
Abdülehad Efendi'ye talebe oldu. Şiir:
Mürşid-i kâmil, mürîdi, evvel ehl-i hâl ider,
Sonra, Fahr-i kâinâtın bezmine idhâl ider,
Nice yıllar sa'y ile eremediği menzillere,
Bir nefesle mürşid-i kâmil onu îsâl ider.
Abdülehad Efendinin halîfelerinden birisi şöyle anlatır:
Pâdişâh beni Dâvûdpaşa Câmiinde vâz etmem için dâvet etmişlerdi. Câmiye girdiğimde
bende biraz pişmanlık hâli meydana geldi. Kürsîye çıktığımda, hatırıma hiçbir kelime
gelmedi. Yakın olduğu hâlde önümdeki yazıyı okuyacak hâlim kalmamıştı. Bu durumdan
kurtulmak için Abdülehad Efendinin rûhâniyetine teveccüh etmek hatırıma geldi. Abdülehad
Efendinin rûhâniyetine kalpten teveccüh ettiğimde o anda görünüp, sanki bana; "Nedir bu
perişanlık, yapacağın vâz, uzun zamandan beri yaptığın vâzlar değil midir?" buyuruyordu. O
sırada bende, tam bir rahatlık ve zindelik meydana geldi. Öyle bir vâz ettim ki, beni
tanıyanlar; "Hayâtımızda böyle bir vâz dinlemedik." dediler.
Talebelerinden Karabaş Mahmûd Efendi şöyle anlatır:
Abdülehad Efendi, bu fakîri Ankara'ya gönderdikten bir müddet sonra, İstanbul'a dâvet etti.
Bunun üzerine İstanbul'a gittim, bir müddet hizmetlerinde bulundum. Sonra çoluk-çocuğumu
İstanbul'a getirmemi emrettiler. Bir kese akçe harçlık verip; "Sakın sayma, bu size ömrünüzün
sonuna kadar yeter." buyurdular. Üç akçe ile çoluk-çocuğumu İstanbul'a naklettim. Yedi sene
o akçeler ile geçimimi sağladım, hiç eksilmediler. İçimden dâimâ, akçeleri saymak geçerdi.
Fakat sabredip saymazdım. Akçeleri sayma arzusu bir gün bana gâlip geldi ve saydım.
Beşyüz akçe vardı. Bir kaç gün geçmeden eksilmeye başladı ve sonunda bitti.
Kastamonulu Şâbân Efendinin talebelerinden Üsküdarlı Karabaş Ali Efendi şöyle anlatır:
1647 senesinde İstanbul'a gittim. Abdülehad Efendi o zaman Bâyezîd Câmiinde ders
veriyordu. Bir vâzında bulundum. Vâzdan sonra herkes elini öptü. Ben, kimse kalmayınca
elini öptüm. Geceleyin gördüğüm bir rüyânın tâbirini soracağım sırada; "Ali Efendi! dergâha
gelin." buyurdular. Üç ay geçtikten sonra, bir gece dergâhlarındaki sohbette hazır bulundum.
Mübârek ellerini öpeyim diye yanlarına vardım. Âdet-i şerîfleri olarak gözlerini açmazlarmış.
Fakat ben huzûrlarına varınca, gözlerini açtılar; "Ali Efendi! Ne garip, geç geldiniz!"
buyurduktan sonra rüyâmı anlatmadan tâbir ettiler ve; "Yirmi sene sonra İstanbul'a gelirsiniz,
Üsküdar'da ikâmet ediniz. Dergâhınız Üsküdar'dadır." buyurdular. Aynen Abdülehad
Efendinin dediği gibi oldu.
Abdülehad Efendi 1650 senesinde, talebeleri ile Rumelihisârı'na gitmişti. Orada birkaç gün
kalmışlardı. Bir ara sohbet ederken orada bulunanlardan biri; "Efendim! Evliyâullah, Allahü
teâlânın izni ile toprağı altın yapar. Sizden böyle şey isterim." dedi. Bunun üzerine Abdülehad
Efendi besmele çekip yerden bir avuç toprak aldı ve dervişin avucuna döktü. Dervişin
avucunda birkaç adet hâlis altın meydana geldi. Bir tânesi yere düştü. Ali dede isminde bir
talebe o altını alıp, koynuna koydu. Teberrüken o altını muhâfaza etti. Vefâtına yakın, o altını
ne yaptığı sorulunca; "Onu canım gibi muhâfaza ediyorum. Efendimin yâdigârıdır. Bu kadar
zengin olmama bu altın vesîle oldu." dedi.
Abdülehad Efendi, Kandilli taraflarında bir yere talebeleri ile berâber gitmişti. Orada talebeler
denize girmek için izin istediler. Abdülehad Efendi de izin verdi. Herkes denize girdi. Fakat
talebelerden birisi denize girmemişti. Abdülehad Efendi o talebeye niçin denize girmediğini
sorunca; "Efendim! Vücûdum zayıftır. Soğuk suya tahammülü yoktur." diye cevap verdi.
Bunun üzerine Abdülehad Efendi; "Deniz suyu hamam suyu gibi sıcak olabilir. Hem sıhhat
ve kuvvete vesîle olur." buyurdular. Emre uyarak denize girdi. Deniz suyunun, hamam suyu
gibi sıcak olduğunu gördü.
Abdülehad Efendiye bağlı en samîmi talebelerinden olan Hassa-ı Hümâyûndan Gürcübaşı
Mûsâ Ağa şöyle anlattı:
Abdülehad Efendi hiç sebep yokken ve bir münâsebet de geçmeden bana; "Mûsâ Ağa!
Mısır'dan dönüşte, kalyona binmeyip, sayıkaya veya firkateyne bininiz." buyurdu. Buna çok
taaccüb ettim. Çünkü, Mısır'a gitmek hiç hatırımdan geçmemişti. Fakat Abdülehad Efendinin
bunu söylemekten bir murâdları olmalı deyip, merakla bekliyordum. Bu sözün mânâsını bir
türlü anlayamıyordum.
Abdülehad Efendinin vefâtlarından birkaç sene sonra Mısır'a gitmem icâb etti. Mısır'a gittim.
Dönüşte yol arkadaşım Hacı Hasan ile, eşyâlarımı İskenderiye'ye gönderdim. Hacı Hasan
İskenderiye'ye vardığında eşyâlarımı hazır bir kalyona yüklemiş. Oraya varıp, eşyâlarımın
kalyona yüklenmiş olduğunu görünce, Abdülehad Efendinin bana yaptığı tenbihler hatırıma
geldi. Bu yüzden eşyâlarımı o kalyonla götürmemek için çok gayret ettim. Fakat bütün
gayretlerim boşa çıktı. Bunun üzerine kazâya rızâ gösterip, Allahü teâlâya tevekkül ederek
kalyonla yola çıktık. Yelkenler açıldı, uygun bir rüzgâr ile bir gün bir gece yol aldık. Sonra
büyük bir fırtına çıktı. Çok tehlikeli durumlarda karşı karşıya kaldık. Bir sâhile yanaşmak
imkânı yoktu. Kalyon su almaya başladı. Suyu tulumbalarla dışarıya atmak mümkün olmadı.
Yetmiş kadar kişi, kurtulmak için sandallarla denize indiler. Fakat alabora oldular.
Kayıktakiler yardım çığlıkları ile bağırıyorlardı. Kalyon da batmak üzereydi ki, Abdülehad
Efendi denizin üzerinde görünüp; "Korkma, kurtulacaksın." dedi. Benden başka üç kişiye de
böyle göründü. İki gün iki gece deniz üzerinde hocamın rûhâniyeti bizimle berâber bulundu
ve bizi teselli etti. Bu şekilde Suriye'nin Trablus'una ulaştık. Bu sırada Abdülehad Efendi;
"Mûsâ Ağa, bundan sonrası selâmettir." deyip kayboldu. Fakat yanımızda hiç harçlığımız
yoktu. Bu sırada tanıdıklarımızdan birisi hâlimizi öğrenip, İstanbul'a gittiğimizde ödemek
üzere, bize harçlık ve elbise verdi. Hattâ bir müddet evinde misâfir etti. Böylece Abdülehad
Efendinin kerâmetleri ile memleketimize ulaştık.
Muhammed Nâzır Efendi şöyle anlatır:
Rüyamda büyük bir sahradaydım. Büyük bir ağacın etrâfında yedi kişi oturmuştu. Önlerinde
birer tane buğday döğecek tokmak vardı. İçlerinden birisi, beni öldürmek kastıyla; "Azîz'in
mezrâsında ne gezersin?" diyerek üzerime hücum etti. Ben de ondan kendimi kurtarmak için;
"Ben, Azîz'in talebelerindenim." dedim. O sırada uyandım. Hemen rüyâmı tâbir etsin diye,
Abdülehad Efendinin yanına gittim. Huzûruna varınca; "Hoş geldin Efendi. Rüyândakiler
bizim hizmetçilerimizdir. Kılıçları ve diğer silâhları mükemmeldir. Size tokmak ile
görünmeleri merhametlerindendir." buyurdu. Bu kerâmetini görünce, bütün varlığım ile ona
bağlandım.
Meşhûr talebelerinden Karabâşî Hacı Sâdık Efendi şöyle anlattı:
Hacca giderken, korkulu ve kimsesiz yerlerde, Abdülehad Efendiyi bizzat bu gözlerim ile
görürdüm. Kendi kendime, ona olan fazla sevgimden dolayı onu gördüğümü, bir hayal
olduğunu düşündüm. Fakat Mekke-i mükerremeye vardığımda, tavâf ederken hocamı
yanımda gördüm. Hattâ bana selâm verdi. Ben de elini öptüm. Sonra kayboldu. Ben tavâfımı
bitirdiğimde, hocam Makâm-ı İbrâhim denilen yerden ayrılıyordu. Bana; "Ey Sâdık Dede!
Arafat'ta görüşürüz." deyip tekrar kayboldu. Arafat'ta, hocam Abdülehad Efendi ile birlikte
vakfeye durduk. Sonra bana vedâ ederek ayrıldı.
Abdülehad Nûrî Efendi, bir vâz esnâsında, vefâtının yaklaştığına işâret etti. 1650 senesinde
bütün derslerine son vererek vâz verme işini de talebelerine bıraktı. Kendisini tamâmen
ibâdet ve tâata verdi. Aynı senenin Muharrem ayının sonunda biraz rahatsız oldu. Hastalıkları
artınca, Sultan Dördüncü Mehmed Han, Vâlide Sultan, vezîr-i âzam, şeyhülislâm ve diğer
sevenleri tarafından gönderilen tabibler bir olup, ilaç vermek istediler, fakat kabûl etmedi.
Zamânın LokmanHekîmi diye meşhûr olan Fergânîzâde Süleymân Ağa; "Sultânım, ilâcı
bıraktık. Bâri mübârek, başınıza sarığınızı giyin. İnşâallah ilâca muhtaç olmazsınız."
deyince,Abdülehad Efendi; "Süleymân Ağa! Siz bizim ahvâlimize vâkıfsınız. Biz dâvet
olunduk. Bizi bekliyorlar. Biz âlemlerin Rabbinin huzûrunu tercih ettik." dedi. Hastalığının
yedinci günü ikindi vakti vefât etti. Gaslini, dergâhının câmi imâmı TatarAli Efendi yaptı.
AliEfendi ne tarafa çevirmek istediyse Abdülehad Efendinin bedeni kendiliğinden o tarafa
döndü.
Abdülehad Nûrî Efendinin dünyâya hiç rağbet etmediğine dâir bir kasidesindeki beytler
şöyledir:
Fakr ile fahra (övünmeye) vâris olduk
Zenginliğin son derecesine mâlikiz biz
Fâniyi (gelip geçeni) bekâya verdik elhak
Bâkî'de bekâya mâlikiz biz.
Abdülehad Efendi buyurdu ki:
"Talebeyi celâl ve kahr ile terbiye, talebenin kemâline sebeptir. Fakat her talebenin buna
tahammülü olmadığından, nasîbsiz kalmasınlar diye lütf ve cemâl ile terbiye ederiz.
Çoğunlukla talebe, istidat ve kâbiliyetine göre terbiye olunur."
"Kelime-i tevhîdle Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullah diyerek kudret miktarınca
meşgûl olmak lâzımdır."
"İki kalbin yok ki, biri ile Allahü teâlâya, diğeri ileAllahü teâlâdan başkalarına yönelesin."
"İlimde mâhir, dînî meselelere gereği gibi vâkıf olmayan, fakat âlim sıfatını taşıyan câhil;
Ehl-i sünnet vel cemâat îtikâdı ile diğer dalâlet ve bozuk îtikâdları birbirinden ayırmaya gücü
yetmeyen, ihtilaflı meselelerin sâdece bir tarafını bilip, diğer tarafından haberi olmayan ve
yanlış düşüncesinde direten, ilmi ile amel etmiyen münâfık sıfatlı kimseler, âhireti taleb
edenleri bid'at ve dalâlete düşürerek dinden ederler. Onun için; Allahü teâlânın emirlerine
uyan, yaratıklarına şefkat eden, sırf Allah için doğru yolu gösteren mürşid-i kâmillere uyup,
nâkıs olanlardan çok sakınmalıdır."
Abdülehad Nûrî Efendinin yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır:
1) Şerhu Erbeîniyyât, 2) Riyâz-ül-Ezkâr, 3) Te'dib-ül Mütemerridîn, 4) Risâlet-ün fî
Hayât-il Hızır ve İlyas, 5) Risâlet-ün fî Tevfîkı Tearrüd-ül Âyât, 6) Risâletü'n
Meret-ül-Vücûdî fil Merâtib-il-Külliyeti vel Hazırât, 7) Risâlet-ün fî Nef'i Mesâi'l-Ahyâi
lil-Emvât.
B)D1&<1631':$&"3"
Körükçüzâde diye, vardı ki âlim bir zât,
Bu velîye soğukluk, duyuyordu o bizzât.
Her gün Süleymâniye, câmiinde ders ve vâz,
Edip, İslâmiyeti, ediyordu halka arz.
Lâkin onun hakkında, hakîkate mugâyir,
Kelâmlar ediyordu, kötülüğüne dâir.
Abdülehad Nûri'nin, talebeleri ise,
Bunları işiterek, düşerlerdi yeise.
Onun bu sözlerinden, rahatsız olup gâyet,
Onu, hocalarına, eylediler şikâyet.
Dediler ki: "Efendim, yaptığı doğru mudur?
Biz onun sözlerinden, oluyoruz bî-huzur."
Buyurdu: "Evlâtlarım, sabrediniz az daha,
Onun bu düşmanlığı, dönüşecek dostluğa.
O dahi aranıza, girecek bu gün yarın,
Gelip hizmet edecek, bir dergâhta bi hakkın."
Fazla zaman geçmemiş, idi ki bu velî zât,
Dergâhta talebeye, ediyorken nasihât,
Buyurdu: "Biraz sonra Körükçüzâde Hoca,
Bu dergâhtan içeri, girecektir doğruca."
İnanamıyorlardı, talebeler buna hiç,
Herbirinin kalbini, sardı büyük bir sevinç.
Onun dediği gibi, hakîkaten az sonra,
Körükçüzâde Hoca, gelip girdi huzura.
Bu büyük evliyânın, eline sarılarak,
Hürmet ile öptü ve, ağladı hıçkırarak.
Ona buyurdular ki: "Mâlumudur rüyânız,
Şimdi lütfen söyleyin, ne ise murâdınız."
Körükçüzâde ise, arz etti ki ona ilk;
"Efendim, kırk senedir, yaparım müderrislik.
Bunca yıl câmilerde, ederek her gün vâz,
Resûlün sünnetini, hep eyledim halka arz.
Lâkin Resûlullahın, mübârek nûr cemâli,
Görünmedi rüyâda, dert ettim bu hâli.
Her gün onun dînine, hizmet eyledim de hep,
Ne için bu şereften, mahrum oldum ben acep?
Ben bunu düşünerek, yattığımda dün gece,
Gâyet rûhâniyyetli, rüyâ gördüm şöylece:
Bana nida etti ki, rüyâda bir münâdi;
"Kalk da Abdülehad'ın, dergâhına git haydi."
Bu derdimin ilâcı, sizde imiş efendim,
Bir himmet eyleyin de, hallolsun işbu derdim."
Abdülehad Efendi, eğilip biraz ona,
Bir şeyler fısıldadı, gizlice kulağına.
Körükçüzâde buna, sevinmişti be gâyet,
Gitti ve ertesi gün, yeniden etti avdet.
Dedi ki: "Ey efendim, sevinçliyim bir nice.
Zîrâ bu devlet ile, şereflendim bu gece.
Kırk yıldır bu şerefe, ermemişken mâlesef,
Sizin himmetinizle, bu gün oldum müşerref."
Soğukluğun yerine, sevgi doldu o kalbe,
Hattâ o günden sonra, oldu ona talebe.
Rehber, talebesini, önce eder ehl-i hâl,
Sonra Resûlullahın, bezmine eder ithal.
<1)$)&$<3$)&:1@+1%:1)&<$,$)3$/+$%
Hacı Hızıroğlu Mehmed Ağa, Üsküdar'ın ileri gelenlerinden ve sipâhilerindendi. Büyük
zâtların sohbetlerinde çok bulunurdu. Tarîkat âdâbından nasîbini almış, edeb sâhibi bir zât
idi. Bir gün kötülük ve zulüm yapmak isteyen kimselerin kendisini aradıkları haberini aldı ve
dostlarından birisinin evinde saklandı. Gece Allahü teâlâya, kendisini bu belâ ve musîbetten
muhâfaza buyurması için yalvarırken, çevresinde bulunan velî zâtlardan yardım ve duâ
istemek hatırına geldi. Evinin çevresinde oturan velîleri bir bir hatırına getirdi. O anda
hatırına, bu belâdan, Abdülehad Nûrî Efendinin vâsıtasıyla kurtulabileceği düşüncesi geldi.
Bunun üzerine bütün kalbiyle Abdülehad Nûrî Efendiye yönelip; "Abdülehad Efendi
hürmetine beni bu belâdan kurtar." diye Allahü teâlâya yalvardı. O arada uyuya kaldı.
Rüyâsında Abdülehad Nûrî Efendiyi gördü. Ona; "Mehmed Ağa, korkma! Zorbaların
defterinden senin ismin kaybolmuştur. Gönlün hoş olsun. Rahat bir hâlde evinde dostların ile
sohbet eyle." dedi. Uyanır uyanmaz Mehmed Ağa, Abdülehad Nûrî Efendinin dergâhındaki
talebelere yedirmek üzere, Allah için yedi kurban adadı. Bir iki hafta evinde dostları ile
sohbette bulundu. Çarşı, pazarda dolaştığı hâlde, kötü bir haber almadı.
<1,231+,1&;$:$0&;1,
Abdülehad Efendi bir gün, talebelerinden birisinin bir iş için Üsküdar'a gidip gelmesini
istedi. Fakat o gün çok fırtınalı idi. Kayık hiç işlemiyordu. Bu yüzden talebelerden kimse,
ben gidip gelirim, diyemedi. Nihâyet içlerinden biri, Abdülehad Efendinin emrini yerine
getirmek için kendisinin Üsküdar'a gidip geleceğini söyledi. O zaman Abdülehad Efendi o
talebesine; "Selâmetle gidip gel." diye duâ etti. O talebe Eminönü'ne geldiğinde, yüz
kadar kayıkçıdan ancak birini Üsküdar'a gidip gelmeye iknâ edebildi. Kayıklarından birisini
denize indirdiler. Bir ok atımı gitmeden, fırtına dindi, deniz sâkinleşti, rüzgâr uygun bir
yöne doğru esmeye başladı. Yelken açıp, Üsküdar'a kısa zamanda gidip geldiler. Dönüşte
talebe durumu Abdülehad Efendiye bütün tafsîlâtıyla anlattı. Abdülehad Efendi talebesine
çok duâ etti.
1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.357
2) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.51
3) Hediyyet-ül-İhvân; vr.73
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.66
5) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.93
6) Hülâsât-ül Eser; c.2, s.269
7) Vekâyi-ül-Füdelâ; c.1, s.547
8) Sicilli Osmânî; c.3 s.204
22 Nisan 2013 Pazartesi
ABDÜLEHAD
ABDÜLEHAD;
Hindistan evliyâsından. İsmi, Abdülehad bin Zeynelâbidîn'dir. Hazret-i Ömer'in neslindendir.
1520 (H.927) senesinde doğdu. 1598 (H.1007) senesinde Serhend'de vefât etti. Kabri şehrin
dışında kuzey tarafındadır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Abdülehad'ın yedi oğlundan
dördüncüsüdür.
Abdülehad genç yaşta Hindistan'ın büyük âlimi Abdulkuddûs'un ilim meclisinde ve
sohbetlerinde bulunup, tasavvufta mânevî dereceler kazandı. Devamlı hizmet ve sohbetinde
kalmayı arzu ettiğini bildirince Abdülkuddûs hazretleri ona; "Önce lâzım olan din bilgilerini
öğren. İlim deryâsında balık gibi yüz, bir sâhilden diğer sâhile geç, sonra yine bize gel. Bu
yola bel bağla ki, ilimsiz vilâyet, velîlik; tuzu az yemeğe benzer." buyurdu.
Abdülehad bu sözleri dinledikten sonra, hocası Abdülkuddûs'ün yaşlı olduğunu, dönüşünde
vefât etmiş olabileceğini ve bir daha da ona kavuşamayacağını düşünerek; "Korkarım ki,
sonra, bu azîz ve yüksek sohbeti bulamam." dedi. Bunun üzerine; "Eğer beni bulamazsan,
oğlum Rükneddîn'in sohbetine devâm et ve arayacağını onda ara." buyurdu. "Sabredeyim,
bakalım yüksek keremleri ne gösterir." sözü gereğice, zâhirî ilimleri tahsîl için oradan ayrıldı.
Daha tahsîli bitmeden, hocası Abdülkuddûs hazretleri vefât etti. Tahsîlini tamamladıktan
sonra, hocası Abdülkuddûs'ün işâreti üzerine, Şeyh Rükneddîn'in yanına gitti. O da babasının
işâretine uyarak, Abdülehad'a büyük bir alâka gösterip tasavvufta yetiştirdi. Kâdiriyye ve
Çeştiyye tarîkatlarından icâzet, diploma verdi.
Abdülehad hazretleri, hocası Abdülkuddûs'ün en başta gelen talebelerinden Şeyh Celâl
Tehânîserî'nin sohbetlerine de devâm etti. Onun meclisinde iken, Kâdirî tarîkatının o zaman
en büyük âlimi olan Şâh Kemâl ile görüşüp sohbette bulundu. Bu görüşmeleri senelerce
devâm etti ve bu sohbetlerden çok faydalar elde etti. Şâh Kemâl ile görüşmesi ve tanışması
Şeyh Celâl Tehânîserî'nin bir sohbeti sırasında olmuştu. Birgün Şâh Kemâl Şeyh Celâl
Tehânîserî'nin sohbetine gelmişti.Abdülehad, Şâh Kemâl'in üstün hâllerini görünce, onunla
tanışıp dost olmak istedi. Sohbetten sonra dışarı çıkınca görüşüp tanıştı. Abdülehad'a; "Benim
ismim Kemâl'dir. Pâil'de otururum, evim oradadır. Eğer sohbetimizin sırrını anlamak
isterseniz, oraya buyurun da sohbet edelim." dedi. Pâil, Serhend şehrine bağlı, yirmi-yirmi beş
kilometre mesâfede bir kasaba idi.
Şâh Kemâl, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin tarîkatı silsilesinden olan Şeyh Fudayl'a talebe
olmuş, tasavvufda yüksek hâller sâhibi bir zât idi. Tasavvuf hâlleriyle kendinden geçmiş bir
vaziyette, tenhâ yerlerde ve sahrâlarda dolaşırdı. Suya, yemeğe, yatmaya ve konuşmaya
ihtiyâcı olunca, bulunduğu ıssız ve kurak sahrâlardan ansızın bir şehir görünür, orada
bulunanlar Şâh Kemâl'e hürmet ve ikrâm göstererek, arzu ettiği şeyleri istemeden getirir,
ziyâfetler verirlerdi. Şâh Kemâl getirilen yemeklerden yer, sularından içer, gece de yanlarında
kalırdı. Sabahleyin ortalık aydınlanmaya başlayınca, o görünen şehir ve insanlar gözden
kaybolur, yine sahrâda yalnız kalırdı.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, babası Abdülehad'ın, hocası Şâh Kemâl'den şöyle bahsettiğini
nakletmiştir:
"Şeyh tasavvufun ince meselelerini anlatmak istediğinde, dinleyenlerin ilimdeki seviyelerine
göre konuşur, sırları çözebilecekleri derecede anlatırdı."
İmâm-ı Rabbânî de Şeyh Kemâl hakkında; "Keşf, gözüm açıldığı zaman, Gavs-ı Sekaleyn
Abdülkâdir-i Geylânî'den sonra, Kâdirî tarîkatı büyükleri arasında Şeyh Kemâl gibisini az
gördüm." buyurmuştur.
Abdülehad Serhend'e gelince, oradan Şâh Kemâl'in bulunduğu Pâil kasabasına gitti. Orada
Şâh Kemâl ile sohbetler yapıp aralarında muhabbet ve dostluk meydana geldi. Şâh Kemâl de
çoluk-çocuğuyla Pâil'den Serhend'e gelir, günlerce kalıp Abdülehad ile sohbet ederlerdi.
Abdülehad Şâh Kemâl'in sohbetlerinde sayısız faydalar elde edip, şaşılacak hallere ve
kerâmetlere şâhid oldu. Şâh Kemâl 1573 (H.981) senesinde, seksen yaşında vefât edince
Serhend'in Kihtel kasabasında defn edildi.
Abdülehad, ilim ve mârifette yükselmek için yaptığı seyahatler sırasında, pekçok ilim ve
mârifet sâhibinin sohbetinde bulundu. Sonra memleketine dönüp, vefâtına kadar Serhend'de
kaldı. Ömrü insanlara faydalı olmakla geçti. Geceleri tâat ve ibâdetle geçirir, Allah için ağlar,
gözyaşı dökerdi. Çok talebesi ve sevenleri vardı. Tevâzûsundan dolayı kendini hiç kimseden
farklı görmez ve hiç birinin kendisine hizmet etmesini kabûl etmezdi. Ekseriyâ, evinin
ihtiyaçlarını pazardan kendisi taşır, kimsenin taşımasına müsâade etmezdi. Ömrünü Resûl-i
ekreme öyle bir bağlılık ile geçirdi ki, bir sünneti bile terk etmezdi. Sünnet olan tâatları ve
duâları yapar, tasavvuf ehlinin, azîmetle, en iyi olduğu bildirilenle amel etmesi husûsuna da
dikkat ederdi.
Gündüzleri, kendisinden ilim öğrenmek isteyen talebelere ders verirdi. Bu hususta yazılmış
olan uzun ve zor kitapları, en ince noktalarına kadar gâyet güzel açıklayıp îzâh ederdi. Her
ilimde, bilhassa fıkıh ve usûl ilminde eşsiz bir âlimdi. Zamânın âlimleri ve büyükleri onu
kendilerine hoca ve üstâd kabûl ederek çok istifâde ederlerdi. Şöyle nakledilmiştir ki;
Abdülehad hazretleri usûl ilminde meşhûr bir eser olan Usûl-i Pezdevî'nin derin
mânâlarındaki incelikleri açık bir şekilde anlatırdı.
Okuyarak, çalışarak elde edilen bilgilerle, mânevî bilgileri birleştirmişti.
Te'arrûf, Avârif-ül-Me'ârif ve Füsûs-ül-Hıkem ve bunlar gibi evliyânın büyükleri
tarafından yazılmış olan kitapları okur ve çok güzel îzâh ederdi. Pekçok şevk ve zevk sâhibi,
onun yanında bu kitapların okunmasından ve dinlemekten haz alırdı. Uzaktan yakından
sohbetine gelerek, okunan kitapları ve Abdülehad'ın yaptığı îzâhları dinlerlerdi. Onun
anlatışının ve sohbetinin bereketiyle maksatlarına kavuşurlardı. Şeyh-i Ekber Muhyiddîn
Arabî'nin bildirdiği ince mânâları anlamakta eşsiz idi. Allahü teâlânın ihsânı ile, yaratılışının
yüksekliğinden ve çok yüksek maksatlı olmasından, dînin emirlerine tam uyar, İslâmiyete
uymayan hâllere ve sözlere değer vermezdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Pederim ve üstâdım,
sebeb-i hayâtım ve saâdetim; abdestte, tahârette ve namazda, pek ziyâde dikkat gösterir,
edeplere riâyet ederdi. Ben bunları babamdan görerek öğrendim. Herbir edebe, bütün
incelikleri ile riâyeti kitablardan öğrenmek kolay değildir." buyurmuştur.
Bir gün, sâdık dostlarından birisi Abdülehad'ın odasına girmişti. İçeri girer girmez,
Abdülehad hazretlerini, uzuvları kopmuş ve kesilmiş, yere uzanmış bir hâlde gördü. İçeri
giren kimse, bu işi yapan, ya hırsız yâhut da düşmandır diye düşündü. Sonra korkarak ve
bağırarak, büyük bir üzüntü ile dışarı çıktı. Bir başkasına bu durumu bildirdi. Hemen ikisi
birden odaya girdiler. Bir de baktılar ki, Abdülehad hazretleri, rahat ve sağlam bir şekilde
murâkabe eder bir hâlde oturuyor. Ağlayarak ayaklarına kapandılar. Onlara; "Ben hayatta
kaldığım müddetçe bu sırrı kimseye söylemeyin!" buyurdu. Bu hâlin sebebini sorduklarında
da; "Öyle bir şey idi ki, onu anlatacak söz bulamam." buyurdular. Fakat hâli ile sanki
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin şu beytlerini terennüm ediyordu.
Düşmanız kendimize, o yâr bizi çekiyor
Gark olmuşuz denize, bizi dalga çekiyor.
Onun âşıklarına, Azrâil'in yolu yok,
Dostun âşıklarını, sevdâ aşkı çekiyor.
Susamışlar fîgân eder,
Gizlice yüz can verir, dildâr-i peydâ çekiyor.
Yeter, âşıkların katlinin sırrını söylersem,
Münkirleri kızdırıp, inkârını çekiyor.
Abdülehad, evliyânın meşhûrlarından olan ve oğlu İmâm-ı Rabbânî'nin hocası Bâki-billah
hazretleri ile görüşmeyi çok arzu ettiği hâlde, görüşemeden vefât etmişti. Bunu, İmâm-ı
Rabbânî hazretleri şöyle anlatmıştır:
Babamın bu büyük arzûsunu vefâtından sonra, Muhammed Bâki-billah hazretlerine arzettim.
"Biz de onları görmeyi çok isterdik. Serhend'e gitseydik onlardan bir şey öğrenirdik."
buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri yine şöyle anlatmıştır:
Babamın bana; "Ehl-i beytin sevgisinin, îmân ve hüsn-i hâtimeye yâni son nefeste îmân ile
gitmeye büyük tesiri olur." dediğini hatırlayınca, can verme anlarında bunu kendisine sordum.
"Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun, o muhabbetle ve sevgiyle doluyum, nîmet deryâsında
yüzüyorum." buyurdu. Beyt:
İlâhi! Fâtıma evlâdı hürmetine,
Son sözüm kelime-i tevhîd eyle.
Abdülehad hazretleri buyurdu ki:
"Kalbime, Allahü teâlânın yardımı ile öyle geliyor ki, namazın sonunda teşehhüdde,
Ettehiyyâtü'nün okunmasının emredilmesi namazın müminlerin mîrâcı olduğunu
hatırlatmaktır. O hâlde lâyıkdır ki, müminlerin mîrâcında da, Peygamber efendimize
mîrâcında hâsıl olan yüksek hâllerden ve eşsiz şereflerden bir şeyler bulunsun. Allahü teâlâ
lütfederek, bize de Resûlünün kâsesinden bir yudum ihsân etti. Ettehiyyâtü'den sonra,
Peygamber efendimize salevât okunmasının emredilmesi, müminlerin mîrâcının Resûlullah'a
uyup, tâbi olmakla hâsıl olacağını gösteriyor. Yine bu salevâtlar, Peygamber efendimize
uymakla şereflenmenin ve bereketli hidâyetlerine kavuşan müminlere verilen nîmetin
hakkının edâsı, şükrüdür. Ayrıca, Peygamber efendimizin ümmetine, mîrâc ile şereflenmeyi
bahşettiğini bildiren bir tenbih ve uyarmadır.
Yine şunu işâret etmektedir ki, ümmetin en yükseklerinden birkaçı, o en yüksek mertebeye
çıkarlarken, Resûlullah efendimize tâbi olmak, uymak dâiresinden dışarı çıkamazlar. Onların
sonu Resûlullah'ın başlangıcına yetişemez ve hepsinin başı, Resûlullah'ın ayaklarının
altındadır.
Tasavvufa dâir bir kitap gördüm. Onda şöyle yazılı idi:
"Yemeklerde îtidâle, orta hale dikkat etmek, normali muhâfaza etmek, matlûba, sevgiliye
kavuşmaya kâfidir. Bu husûsa riâyet edince, zikre ve fikre ihtiyaç yoktur"
Abdülehad'ın yedi oğlu vardı. İmâm-ı Rabbânî dördüncü oğludur. En büyük oğlu Şeyh Şâh
Muhammed'i kendisi yetiştirip tasavvufta yükseltmiştir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu kardeşi
için babasının şöyle dediğini nakleder:
Babam birçok defâ buyurdu ki: "Şâh Muhammed, sözde ve hâlde olgun bir talebedir." Bu
oğlu kendisi hayatta iken vefât etti.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri şöyle anlatmıştır:
Bu kardeşim vefât ederken baş ucunda idim. Âniden tebessüm etti. Sebebini sordum;
"Hakîkât-ı Muhammedî bana zâhir oldu, göründü, onu seyrediyorum!" dedi.
Abdülehad hazretleri, din bilgilerinde kıymetli kitaplar yazmıştır. Bunlardan bazıları
şunlardır: 1) Künûz-ül-Hakâyık, 2) Mi'râc-ı Nebî, 3) Risâle-iEsrâr-üt-Teşehhüd.
$@@1+&61&$<31+&D16*1%$
Abdülehad hazretleri zâhirî ve bâtınî ilimleri elde etmek için birçok beldeleri gezdi. Bir
memlekette fazla kalmaz, başka yere giderdi. Böylece pekçok şehir ve beldelerde
bulunmuştu. Hindistan'ın meşhûr kasabalarından Skendere'de de ilim yaymak için bir
müddet kaldı. Yüzünde nûr, alnında mârifet eserleri parlıyordu.
Bir gün, Skendere'nin asil âilelerinden sâliha bir hanım, firâsetiyle Abdülehad'ın mübârek,
kıymetli bir kimse olduğunu anlayıp, ona haber göndererek; "Kendi kucağımda terbiye
edip büyüttüğüm bir kız kardeşim vardır. İffet ve ismet cevheridir. İsterim ki size nikâh
eyleyeyim. Ümit ederim ki bu teklifimi kabûl edersiniz." ricâsında bulundu. Abdülehad
önce, evet diyemedi, özür diledi. Sonra Allahü teâlâya duâ edip, bu hususta hayırlı olan
şeyi nasîb etmesini istedi. Sonra o kızla evlenmeyi kabûl etti ve onunla nikâhlandı.
Bundan sonra bir müddet Skendere'de kaldı. Hâlis niyetle, Allah rızâsı için yapılan bu
evlilikten İmâm-ı Rabbânî gibi büyük bir zât dünyâya geldi.
1) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.971
2) Mektûbât (Ýmâm-ý Rabbânî); c.1, 226. mektûb, c.2, 44.
mektûb
3) Zübdet-ül-Makâmât; s.91,104
4) Umdet-ül-Makâmât; s.116
5) Hadarât-ül-Kuds; s.28
ABDÜLBÂKİ EFENDİ
ABDÜLBÂKİ EFENDİ;
Büyük velîlerden. Kastamonulu olup, doğum târihi bilinmemektedir. İskilib'den Acem Ali'si
demekle mâruf akıllı, güçlü-kuvvetli, dindar ve şerefli bir kimsenin oğlu idi. Babasına Acem
Ali'si denmesinin sebebini şöyle naklederler:
Acem diyarından Anadolu'ya namlı bir pehlivan geldi. Çorum sancağında yenmedik pehlivan
bırakmadı. Büyük gurura kapıldı. İstanbul'a gitmek üzere hazırlık yaparken, Abdülbâki
Efendinin babası Ali Pehlivanla güreştirdiler. Ali Pehlivan, Acem'i yendi ve ondan sonra
Acem Ali'si diye anıldı. Oğlu Abdülbâki de kendisi gibi güçlü, kuvvetli olup pehlivanlık
meziyetlerine sâhip bir gençti. Fakat bunu güreşçilikte kullanmadı. Kendi nefsiyle güreşip
dünyâ zevklerinden gönlünü ayırdı. İstanbul'a giderek tanınmış ilim adamlarından din ve fen
ilimlerini tahsîl etti. Bu sırada gözlerine bir hastalık gelerek bir gözü kör oldu.
Abdülbâki Efendi zâhirî ve bâtınî ilimlerde âlim derecesine varmasına rağmen kendisinde bir
boşluk ve eksiklik hissediyordu. Kalbi aşk-ı ilâhî ile yanıyor ve bir mürşidin eteğine tutunmak
için can atıyordu. Bu sebeple kendisini tasavvuf yolunda ilerletebilecek bir mürşid-i kâmil
aramaya başladı. O ilâhî aşkla yanıp kavrulduğu bu günlerinde Yûnus Emre'nin şu sözlerini
dilinden düşürmezdi:
Gel ey kardeş Hakk'ı bulayım dersen
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz
Resûlün cemâlin göreyim dersen
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.
Niceler gittiler mürşid arayı
Arayanlar buldu derde devâyı
Bir kez okur isen akdan karayı
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.
Rumeli'de Bâlî Efendi ve Anadolu'da Şeyh Şâbân-ı Velî gibi herkesin sevdiği örnek
insanların bulunduğunu öğrendi. Fakat hangisinin hizmetine varacağını bilemedi. Tereddüd
hâlinde iken birkaç defâ Şâbân Efendi'ye gitmek için içinde ilâhî bir his uyandı ve Şâbân-ı
Velî'ye gitmeye karar verdi. İstanbul'dan kalkarak Kastamonu yoluna düştü. Günler süren
yorgunluk ve sıkıntı sonunda yürüyerek şehre geldi. Doğruca Hisarardı'ndaki Şâbân-ı Velî'nin
ikâmetgâhlarına varıp ellerini öptü. O can tabîbine hâlini arz etti. Şâbân-ı Velî hazretleri
isimlerini sorduklarında; "Abdülbâki" cevâbını verdi. Bunun üzerine Şeyh hazretleri:
"İsmin sâhibinin hâline tesiri vardır. İnşâallah sülûk edip, evliyâlık makamlarında ilerleyip,
hakîkaten Abdülbâki (Bâki olan Allah'ın kulu) olursun." dedi.
Abdülbâki Efendi yıllarca Şâbân-ı Velî hazretlerinin dergâhında hizmet etti. Şeyhine karşı
pek saygılı ve hürmetkâr olup, tasavvuf yolunda ileri derecelere kavuştu. Şâbân-ı Velî
hazretleri onun için:
"Eğer bizim Abdülbâki'nin bir gözü daha olsaydı, ince mânâları mütâlaa ederken, kitâbı delip
öte yana geçerdi." demiştir.
Yine;
"Sen zâhir ve bâtın gibi iki ilim ile âlim ve ârif olacaksın. Yüksek makamlara çıkacaksın, balı
yağa katacaksın!" diyerek Abdülbâki Efendinin kemâl ehli olmasına işâret ettiler. Çok
geçmeden de kendilerine şeyhlik pâyesini vererek Çorum halkına doğru yolu göstermek üzere
gönderdiler.
Abdülbâkî Efendi yıllarca burada insanlara vâz ve nasîhat vermekle ve ders okutmakla
meşgûl oldu. Kıymetli halîfeler yetiştirerek memleketin her tarafına gönderdi.
O insanlara doğru yolu göstermek için bütün gayretiyle çalışırken Kastamonu'da Şâbân-ı Velî
hazretlerinin vefâtından sonra tekkeye şeyh olan Osman Efendi ile Hayrüddîn Efendi de vefât
etmişlerdi. Hayrüddîn Efendi vefât edince dervişler bir araya geldiler. Abdülbâki Efendinin
şeyhlik makamı için uygun olduğuna karar verdiler. Kendisine geldikleri zaman Abdülbâki
Efendi onlara dedi ki:
Bir gün hocam Şâbân-ı Velî hazretlerine sizden sonra seccadeye kim gelir diye sormuşlardı.
O da; "Osman gelir, sonra Hayrüddîn gelir, sonra seccade sahibini bulur." demişti.
Elhamdülillah bu hizmete lâyık görüldük, diyerek Kastamonu'ya geldi.
Şâbân-ı Velî hazretlerinin tekkesinde İslâmiyeti yaymağa, halkı irşâda başladığı zaman herkes
cân u gönülden ona dost ve talebe olmağa başladı. Cumâ günleri, mûteber tefsîr kitaplarından
alarak Kur'ân-ı kerîm âyetlerini tefsîr eder, hadîs-i şerîfler naklederdi. Böylece halkın büyük
kısmını da tarîkatin içerisine cezbetti. O kürsüde konuşurken herkes hayran hayran dinlerdi.
Kastamonu ulemâsının pekçoğu Abdülbâki Efendiye talebe oldu. Bu şevk içinde pekçok
kâmil insan yetişti ve etrâfa hilâfetle gönderildi.
Abdülbâki Efendi memleketini ve talebelerini görmek için gittiği İskilip'te hastalanarak vefât
etti. Kabri İskilip'tedir. Şâbân-ı Velî tekkesinde on bir yıl şeyhlik yaptı. Vefât târihi 1589
(H.997)' dur.
Şeyh Abdülbâki Efendinin pekçok kerâmeti görülmüştür. Ancak o kerâmetlerinin
anlatılmasından hiç hoşlanmazdı. Sık sık etrafına bunu hatırlatır, ölümünden sonra bile
söylenmesini istemezdi. Bu yüzden kendisine çok bağlı olan talebelerinden Ömerü'l-Fuâdî
Efendi yazdığı Menâkıbnâme'de Abdülbâki Efendinin kerâmetlerinden bahsetmemiştir.
1) Kastamonu Evliyâlarý; s.21
2) Menâkýb-ý Þâbân-ý Velî; s.40, 229, 235
ABDÜLAZÎZ BİN EBÛ REVVÂD
ABDÜLAZÎZ BİN EBÛ REVVÂD;
Meşhûr hadîs âlimlerinden. Doğum târihi bilinmemektedir. 775 (H.159) târihinde vefât etti.
Aslen Horasanlıdır. Sonra Mekke-i mükerremeye yerleşmiş, burada vefât etmiştir. Mugîre bin
Mühelleb bin Ebî Sufre'nin âzâdlısıdır. Babasının ismi Meymûn'dur.
Nâfî, İkrime(İbn-i Abbâs'ın âzâdlısı), Muhammed bin Ziyâd ve diğer âlimlerden (r.anhüm)
hadîs-i şerîf rivâyet etti. Ondan da oğlu Abdullah, Süfyân-ı Sevrî, Hüseyin el-Ca'fî, Ebû Âsım
en-Nebîl ve daha başka âlimler hadîs-i şerîf bildirmişlerdir. Buhârî onun rivâyet ettiği bir
hadîs-i şerîfi almıştır.
İbn-i Mübârek onun için şöyle demiştir:
"O çok ibâdet ederdi. Hadîs ilminde sözüne güvenilir bir zâttır."
Süfyân bin Uyeyne de şöyle anlatmıştır:
Mekke-i mükerremeye şiddetli yağmur yağıp, evler yıkılmıştı. Fakat Abdülazîz hazretleri bu
âfetten sağ sâlim kurtulmuştu. Allahü teâlânın bu ihsân ve lütfuna şükür olarak bir köleyi
âzâd etti.
Şakîk-i Belhî hazretleri anlattı:
Yirmi sene gözleri görmemişti. Onun için, bu kadar sene çoluk çocuğunu göremedi. Bir gün
oğlu kendi kendine düşünüp, bu duruma içerleyerek; "Babacığım! Senin gözlerinin
görmemesine çok üzülüyorum." deyince, Abdülazîz hazretleri; "Oğlum! Ben Allahü teâlâdan
gelene râzıyım." cevabını vermiştir.
Yine birisine şöyle buyurdu: "İslâmdan, Kur'ân-ı kerîmden ve saçının beyazlığından öğüt
almayan, nasîhat kabûl etmez."
Abdülazîz bin Ebû Revvâd buyurur ki:
Ölüm hastalığında, Mugire bin Hakî'nin yanına gittim. "Bana nasîhat et." dedim. "Bu yatak
için sâlih amel yap." dedi.
Abdülazîz bin Ebû Revvâd hazretlerine; "Nasıl sabahladın?" diye sorulunca, ağladı. "Niçin
ağladın?", dendi. Bunun üzerine; "Ölümü unutmuş, üstelik günahları da çok olan kimsenin
hâli nasıl olur. Ecel, süratle geliyor, ömür her gün eksiliyor. Akibetin Cennet mi, Cehennem
mi, ne olacağı bilinmiyor. Ya Cehennem olursa, hâlimiz ne olur?" buyurdu.
/"%"04()()&<5).
Abdülazîz Revvâd hazretleri başından geçen ibret verici bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
Medîne-i münevverede idim. Bir gece Mescid-i Nebî'ye gidiyordum. Bir kadın telaşla
yaklaşıp; "Ey efendi! Eğer sevab kazanmak istiyorsan yardıma gel! Şurada bir hasta var
can çekişiyor, ölmek üzere. Yanındakiler hep kadın. Bir erkek yok ki, ona şehâdet
kelimesini telkin etsin, söyletsin!" dedi.
Hemen oraya gittim. Ölmek üzere olan adam, kelime-i şehâdeti söyletmek için ne kadar
uğraştıysam bir türlü söyleyemedi!
Birara gözlerini açıp; "Kaç defâdır bunu söyle diyorsun. Fakat ben söyleyemiyorum. Ben
bu kelime-i şehâdetten veİslâm dîninden yüzümü çevirmişim." dedi ve sonra öldü.
Adamın kim olduğunu ve hâlini araştırdım. "Bu adam devamlı şarap içerdi!" dediler. Kendi
kendime, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın; "Şarap içmeyi âdet eden,
vesene (puta) tapan gibidir." buyurması elbette doğrudur, dedim.
1) Hilyet-ül-Evliya; c.8, s.191
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.61, c.4, s.166,168
3) Tehzîb-ül-Esmâ ve'l-Luga; c.1, s.307
4) Þezerât-uz-Zeheb; c.1, s.246
5) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.6, s.338
6) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.112
ABDÜLAZÎZ DÎRÎNÎ
ABDÜLAZÎZ DÎRÎNÎ;
Mısır evliyâsından. İsmi Abdülazîz, babasının adı Ahmed'dir. Künyesi Ebû Muhammed,
lakabı İzzeddîn'dir. 1216 (H.613) yılında doğdu. 1295 (H.694) senesinde Kahire'de vefât etti.
Kabri Kahire'dedir.
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Abdülazîz Dîrînî, zamânındaki âlimlerden ilim öğrendi.
Ebü'l-Feth bin Ebi'l-Ganîm Rasânî'nin sohbetinde bulundu ve Şeyh İzzeddîn'den tasavvuf
ilmini öğrendi. Tasavvuf yolunda yüksek mertebelere kavuştu. Abdülazîz Dîrînî dünyâya
düşkün olmayan ve birçok kerâmeti görülen, edebiyât, kelâm ve Şâfiî mezhebi fıkhı âlimiydi.
Mısır'da er-Rîf denilen yerde otururdu. Bâzı günler buradan ayrılıp, civar bölgeleri dolaşırdı.
Oralardaki insanlar, ondan, müşkillerinin çözülmesi için duâ etmesini isterlerdi. Kendisini
görme imkânı bulamayanlar, meselelerini mektupla sorup cevap alırlardı. Kuvvetli îmân ve
güzel ahlâk sâhibi idi. Herkese güler yüz, tatlı dil gösterirdi. Kimseyi kırmazdı. Bir gün bir
yere giderken, onu tanımayan kimseler yanına gelip, "Kelime-i şehâdeti söyle bakalım."
dediler. O da peki deyip, okudu. Sonra onlar; "Şimdi kadıya gidelim. Onun huzûrunda yeni
müslüman olanların yaptığı gibi, sen de oku." dediler. Orada bulunan büyük küçük herkes
berâberce kadıya gittiler. Kadı hemen Abdülazîz ed-Dîrînî'yi tanıdı ve; "Efendim, bu ne hâl?
Bunlar kim?" dedi. O da; "Bilmiyorum. Bunlar beni ne zannetti iseler, Kelime-i şehâdeti
okumamı istediler ve buraya getirdiler. Ben de onları kırmayıp geldim." dedi.
Abdülazîz ed-Dîrînî; Ali Müleyhî ismindeki zâtı çok sever ve sık sık ziyâretine giderdi.
Ziyâretlerinden birinde, Ali Müleyhî ikrâm olarak bir piliç pişirip getirdi.Sofraya koydu.
Berâberce yediler. Yemekten sonra ed-Dîrînî hazretleri; "Bunun karşılığını inşâallahü teâlâ
görürsünüz." buyurdu. Bir süre sonraAbdülazîz ed Dîrînî, Ali Müleyhî'yi tekrar ziyârete gitti.
Ali Müleyhî tekrar bir piliç pişirdi ve ikrâm etti. Hanımı, pilicin ikrâm edilmesini pek hoş
karşılamadı. Piliç sofraya gelince, Abdülazîz Dîrînî kızarmış pilice bakıp, hişt demesiyle piliç
canlandı ve yürüyüp gitti. Sonra da; "Çorba bize yeter. Hanımınız üzülmesin." buyurdu.
Bir gün talebeleri, hocalarının kerâmet göstermesini akıllarından geçirdiklerinde;
"Yavrularım, bizler, yerin dibine batmaya müstehak kimseler olduğumuz hâlde batmamamız,
bir de Allahü teâlânın bizi, yeryüzünde bu hâlde bulundurması en büyük kerâmet değil
midir?" buyurdu.
Talebelerine, sohbet ederken talebenin hocasına karşı göstermesi gereken edepleri şöyle
anlattı:
Talebe, doğru yolu öğrenmek isteyince, hocasına karşı tam olarak boyun eğmesi ve itâat
etmesi gerekir. Hattâ talebenin, hocasına karşı meyyit gibi olması lâzımdır. Nasıl meyyit
yıkayıcıya hiçbir şey şart koşmadan, îtirâz etmeden teslimiyet gösteriyorsa, talebenin de
hocasına, bu şekilde teslimiyet göstermesi gerekir. Yoksa, teslimiyet ve itâat etme
mertebesinden düşüp takvâ ve doğru yol üzere bulunma derecesinden uzaklaşır.
Talebe, özellikle hocasının huzûrunda, nefsinin arzu ettiği bir şeyin iddiâsında
bulunmamalıdır. Çünkü böyle bir iddiâda bulunmak, talebenin en büyük hatâlarından olup,
hocasının gözünden düşmesine yol açar. Fakat talebenin, hocasının huzûrunda sâdece
dinlemesi, söze karışmaması, nefsine âit herhangi bir iddiâda bulunmasına mâni olur. Onun
en güzel şekilde hocasına tâbi olmasına yardımcı olur. Bu ise, zâten talebenin, hocasının
huzûrunda iken dikkat etmesi lâzım gelen hususlardandır.
Talebe, kendi derecesinin, hocasının derecesinden yüksek olduğunu düşünmemelidir. Bilakis,
her yüksek mertebeyi hocası için istemeli, Allahü teâlânın yüksek ihsanlarını ve bol
lütuflarını hocası için temenni etmelidir. Hakîkî talebe böyle olur. Bu sebeple, en yüksek
mertebelere çıkar.
Abdülazîz Dîrînî, duâlarında Allahü teâlâya şöyle münâcâtta bulunurdu:
"İlâhî! İhsân ve ikrâm ederek bize kendini tanıttın. Nîmetlerin deryâsına bizleri daldırıp
garkettin. Her an nîmetlerin deryâsında yüzmekte, onlardan istifâde etmekteyiz. Bizleri râzı
olduğun, beğendiğin yer olan Cennetine dâvet ettin. Seni hatırlamak, emirlerini yapmak
sebebiyle, bizlere sonsuz nîmetler hazırladın, ihsân ettin. Ne büyüksün yâ Rabbî!
Yâ İlâhî! Biz kendimize zulmettik. Nefsimizin kötülüğü her yanımızı kapladı. Gaflet denizi
kalblerimizi doldurdu. Her hâlimizle perişanlığımız apaçık. Bizim bu hâlimizi en iyi bilensin.
Yâ İlâhi! İsyânımız ve günahımız, senin azâbını bilmemek, duymamak sebebiyle değildir.
Lâkin âsî nefsimiz bize, azâba düşürecek işleri yaptırdı ve günahları işletti. Senin günahları
örtüp, yüzümüze vurmaman sebebiyle şımardık. Bu yüzden çok günah işledik. Senin af ve
magfiretine güvenip, günahlara daldık. Şimdi yaptıklarımızın cezâsı olarak, bize hazırladığın
azâb ile karşı karşıyayız. Cehennem azâbından bizi şimdi kim kurtarabilir. Senden başka kim
bize bir kurtuluş ipi uzatabilir. Âhiret günü, senin huzûrunda mahcûb bir duruma düşecek bu
hâlimize yazıklar olsun. Yarın çirkin amellerimiz karşımıza çıkarıldığında ayıblanmamıza
esefler olsun.
Yâ Rabbî! Bizim günahlarımızı affet. Kusûrlarımızı bağışla. İbâdetlerimizdeki kusurlarımızı
af ve magfiret eyle. Yâ İlâhî! Bilmeyerek yaptıklarımızı affet ve bizi aklıselîm sâhibi kıl. Sen,
Rabbimizsin, sana inandık. Sen günahları affedersin, affedicisin."
Talebelerine bir sohbetinde şöyle nasîhat etti:
"Bütün işlerinizde ve hareketlerinizde, orta hâl üzere olun. Cimrilikten ve isrâftan son derece
sakının. İsrâf ve haddinden fazla dağıtmakla, elde bir şey kalmaz. Bir gün insan muhtaç kalır.
Cimrilik yapmak, hâl ve harekette ölçülü olmamakla da, kişi îtibâr bulamaz.
Sakın dünyânın parlaklığına, câzibesine ve onun dışı tatlı, içi zehir olan hîlelerine aldanma.
Onun inci gibi görünen ön dişlerinin arkasında, parçalayıcı dişler saklıdır. Çünkü dünyânın
sağı solu belli olmaz. Bakarsın bâzan suda ateş parçası olsun ister. Bâzan insana
yapamayacağı şeyleri teklif eder. Böylece insan, boyundan büyük işlere girer de helâk olur
gider.
Eğer kadere, Allahü teâlânın hükmüne rızâ gösterirseniz şerefli bir hayat yaşarsınız. Yok,
imkânsız bir şeyin olmasını ümit ederseniz, ümidinizi, tehlikeli bir şey üzerine binâ etmiş,
kurmuş olursunuz.
Zaman akıp gidiyor. Hâdiseler birbiri peşinden geliyor. Yumuşaklık; vekar ve sükûnettir.
Dünyâ hırsı bir anlıktır. Sabır, yumuşak olmaya, meseleler üzerinde temkinli ve dikkatli
hareket etmeye vesîle olur. Kızmak, kabalığa yol açar. Dünyâ hayâtı, bir uyku hâlidir. Ölüm,
bu uykudan uyanmaktır.
İnsanın ömrü, hep sonra yapacağım, edeceğim ile geçer. İnsanların temenniden başka
sermâyeleri yoktur. Sonra yaparım diyenin düşüncesi, sonraya asılıp sallanmak gibi
olmayacak düşüncelerdir. İnsanların günleri çok çabuk geçer. İnsan, gençliğinin kıymetini
bilmelidir. Hiç vakit kaybetmeden, gençliğin her ânını değerlendirmelidir. Sonra, âh
gençliğim, tekrar elime geçse de iyi işler yapsaydım, diye pişmanlık duyulur. Onun için,
gençliğin, insana emânet olduğunun farkında, idrâkinde ve bunun şuurunda olmak ne kadar
mühimdir! Ömürler, yolculuktan başka bir şey değildir.
Âhiret yolculuğunun çok yakın oludğunu, hatırınızdan aslâ çıkarmayınız. Âhiret hazırlığını
elden kaçırmaktan çok sakınınız. Çünkü, her girişin bir çıkışı vardır. (Bu dünyâya geldiğimiz
gibi, birgün bu dünyâdan ayrılacağız.)
Yaptığınız uygunsuz işler için bir sebep ve özür göstermeyi bırakınız. Allahü teâlânın
emirlerine uyup, yasaklarından sakınmakta gevşeklik göstermeyiniz. Âhirete hazırlanmakta
sabırlı olunuz ve sebât gösteriniz.
Abdülazîz ed-Dîrînî; tefsîr, fıkıh, lügat, tasavvuf ve edebiyâta dâir birçok eserler yazdı. Bu
eserlerden bâzıları şunlardır: 1) El-Misbâh-ül-Münîr: Tefsîr olup 2 cilttir. 2) Et-Teysîr-ü fî
İlm-it-Tefsîr: Tefsîr ilmine dâir, 3200 beyitten müteşekkil bir şiir kitabıdır. 3)
Tahârat-ül-Kulûb fî Zikri Allâm-il-Guyûb: Tasavvuf hakkında bir eser, 4)
Envâr-ül-Meârif ve Esrâr-üt-Tavârif: Tasavvufa dâir bir eser, 5) Tefsîru Esmâ-il-Hüsnâ:
Tevhîd hakkında bir eserdir, 6) El-Vesâilü ver-Resâilü: Tevhîde dâir bir eser, 7)
Nazm-üs-Sîretin Nebeviyyeti, 8) El-Vecîz: 5000 beyitten müteşekkil bir şiir kitabı, 9)
Et-Tenbîh, 10) Nazm-ül-Vesît, 11) El-Envâr-ül- Vâdıha fî Mesân-il-Fâtiha, 12)
Ed-Dürer-ül-Mültekita fî Mesâil-il-Muhtelita, 13) Erkân-ül-İslâm fit-Tevhîdi
vel-Ahkâm, 14) Er-Ravdat-ül-Enika fî Beyân-iş-Şerîat-il-Hakîkati, 15)
Kılâdet-üd-Dürr-il-Mensûr fî Zikri Yevm-il- Ba's ven-Nüşûr, 16) Mîzân-ül-Vefâ.
45!&3>+162'$&$:$
Evliyânın büyüğü, "Abdülazîz Dîrînî",
Yayıp kuvvetlendirdi, Allah'ın dînini.
Bin iki yüz on altı, yılında doğan bu zât
Yetmiş dokuz yaşında, Mısır'da etti vefât.
Güler yüz, tatlı dille, mümtaz idi bilhassa,
Hiç kimsenin kalbini, incitmezdi o aslâ.
O, hâlini herkese, etmezdi fazla izhâr,
Bir gün onu dışarda, gördü bâzı insanlar.
Gayr-i müslim bir kimse, zannedip kendisini,
İstediler onun da îmâna gelmesini.
Dediler ki: "Ey kişi, kelime-i şehâdet,
Söyle ki, senin olsun, ebedî bir saâdet."
O dahi "Peki" deyip, şehâdet söyleyince,
Büründü oradakiler, bir sürûr ve sevince.
"Müslüman yaptık." diye gayr-i müslim birini,
Kâdıya götürdüler, bu İslâm âlimini.
Dediler: "Şehâdeti, oku ki burada da,
Müslüman olduğunu, öğrensin bu kâdı da."
Kâdı ise bu zâtı, tanırdı gâyet iyi,
Ayakta karşıladı, gelince bu velîyi.
Büyük hürmet gösterip, dedi: "Safâ geldiniz,
Hemen îfâ edelim, var ise bir emriniz."
Sonra o insanları, sorup bu evliyâya,
Dedi ki: "Bu insanlar, niçin geldi buraya?"
Buyurdu: "Bilmiyorum, bunlar beni görünce,
Kelime-i şehâdet, okuttular ilk önce.
Sonra da beni alıp, buraya getirdiler,
Bilmem ki onlar beni, acep ne zannettiler?"
Onlar da hakîkati, anlayınca nihâyet,
Onun tevâzusuna, eylediler çok hayret.
Bu velînin sevdiği, bir kimse vardı yine,
Sık sık onu görmeye, gidiyordu evine.
O dahi yedirmeden, göndermezdi onu hiç,
Bir gün de gittiğinde, ikrâm etti bir piliç.
Abdülazîz Dîrînî, onun bu ikrâmına,
Gâyetle memnûn olup, çok duâ etti ona.
Bir daha geldiğinde, ona bu zât-ı kirâm,
O yine, piliç kesip, eyledi ona ikrâm.
Ve lâkin zevcesinin, burkuldu biraz içi,
Ona fazla bulmuştu, kesilen o pilici.
Onun büyüklüğünü, iyi bilmediğinden,
O gün ister istemez, öyle geçti kalbinden.
Dedi ki: "Bu nasıl iş, anlamadım bunu hiç,
O kim ki, her gelişte, kesiyor ona piliç.
Hâlbuki bana kalsa, kâfi gelir bir çorba,
Niçin ona çok rağbet, gösteriyor acaba?"
Ve lâkin o esnâda, Abdülazîz Dîrînî,
Bildi onun kalbinden, böyle geçirdiğini.
O pilici yemeyip, duâ etti kalbinden,
O an piliç canlanıp, odadan çıktı hemen.
Buyurdu ki: "Hanımın, dert etmesin bunu hiç,
Bize çorba kâfidir, onun olsun bu piliç.
Hanım dahi görünce, pilicin geldiğini,
Anladı o velînin, büyük kerâmetini.
Öyle düşündüğüne, pişman oldu pek fazla,
Bu Allah adamına, tâbi oldu ihlâsla.
Anladı ki Allah'ın, dostudur bu velîler,
Kalpten geçenleri de, gâyet iyi bilirler.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.241
2) El-A'lâm; c.4, s.18
3) Tabakât-üş-Şâfiîyye; c.8, s.199
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.450
5) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.580
6) Tabakât-ül-Müfessirîn (Dâvûdî); c.1, s.304
7) Hüsn-ül-Muhâdara; c.1, s.421
8) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.202
9) Tabakât-ül-Evliyâ; s.447
10) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.72
11) Keşf-üz-Zünûn; c.1, s.190,447,492,749,924; c.2 s.1012,1034,1118,1389
12) Brockelmann; Gal-1, s.451; Sup-1, s.810
13) Âdâb Risâlesi, Süleymâniye Kütüphânesi,
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)