Bağış Yap

Amount :
Other : USD

30 Nisan 2013 Salı

Silsile-i aliyye, İmam-ı Ahmed Rabbani


23- İ mâm-ı Ahmed Rabbânî
İ mam-ı Ahmed Rabbani hazretleri, Hindistan'da yeti en en büyük veli ve alim. Ariflerin
ı ı ı, velilerin önderi, slamın bekçisi, müslümanların ba tacı, müceddid, müctehid ve slam
alimlerinin gözbebe idir. nsanların itikad, ibadet ve ahlak hususunda do ruyu
ö renmelerini, ö rendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sa layan, insanları Allahü teâlânın
rızasına kavu turmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen slam
alimlerinin yirmi üçüncüsüdür.
smi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'abidin'dir. Lakabı Bedreddin, künyesi Ebü'l-
Berekat'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) ehrinde do du. mam-ı
Rabbani ismiyle tanınmı tır. mam-ı Rabbani, Rabbani alim demek olup, kendisine ilim ve
hikmet verilmi , ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kamil, olgun alim
demektir. Hicri ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddid-i
elf-i sani", ahkam-ı slamiye ile tasavvufu birle tirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmi tir.
Hazret-i Ömer'in soyundan oldu u için ,"Faruki" nesebiyle anılmı , Serhend ehrinden
oldu u için de oraya nisbetle, "Serhendi" denilmi tir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi,
İmam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sani eyh Ahmed-i Faruki Serhendi'dir. (kuddise sirruh)
Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük alimleri, salih ve faziletli kimseleri
idiler. Babası Abdülehad Efendi din ve fen ilimlerinde yeti mi , tasavvufta da en son
mertebeye ula mı tı. Gençli inde ilmi yaymak, insanlara hizmet etmek, do ru yolu
göstermek için seyahat etti i sıralarda, Hindistan'ın me hur kasabalarından Skendere'ye
gitmi ti. O memleketten asil bir aileye mensub saliha bir hanım, firasetiyle Abdülehad
Efendinin mübarek bir zat oldu unu anlayıp, ona; "Kendi kuca ımda terbiye edip
büyüttü üm, iffet ve ismet cevheri bir kız karde im vardır. Böyle saliha bir kızın sizinle
nikahlanmasını arzu ediyorum. Bu ricamı kabul edece inizi umarım." diye haber gönderdi.
Abdülehad Efendi bir müddet dü ündükten sonra teklifi kabul edip, o kızla nikahlandı. Bu
evliliklerinden mam-ı Rabbani hazretleri do du.
mam-ı Rabbani hazretleri çocuklu unda iddetli bir hastalı a tutulmu tu. Evlerinde
büyük bir üzüntü hasıl olup, vefat edece ini zannetmi lerdi. O zamanın me hur velilerinden
ve Abdülkadir-i Geylani'nin yolunun büyüklerinden ah Kemal Kihteli Kadiri'ye götürüp
duasını istediler. ah Kemal Kadiri, mam-ıRabbani'yi görünce büyük bir hayranlıkla
bakarak babasına; "Hiç üzülmeyiniz. Bu çocuk çok ya ayacak, ilmiyle amil, büyük bir alim
ve e siz bir veli olacak." demi ve çocu un elinden tutup, öpmü tü. Muhabbetle
sarılmalarından dolayı, Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin feyzi ve nuru, mübarek vücudunu
kapladı.
ah Kemal Kadiri, mam-ı Rabbani hazretleri hakkında çok güzel ve büyük müjdeler
verdi. mam-ıRabbani yedi-sekiz ya larında iken ah Kemal Kadiri vefat etti.
mam-ı Rabbani hazretleri ilk tahsiline, babasından ders alarak ba ladı. Babasından
okuyup Arapçayı ö rendi. Küçük ya ta Kur'an-ı kerimi ezberledi. Sesi güzel oldu undan,
Kur'an-ı kerimi bülbül gibi okurdu. lminin ço unu babasından, bir kısmını da zamanının
me hur alimlerinden ö rendi. Babasından ders aldı ı sırada, çe itli ilimlere ait küçük
kitapları ezberledi. Babasından aldı ı dersleri tamamlayınca, Siyalkut ehrine gidip orada,
Mevlana Kemaleddin Ke miri'den ilim ö rendi. Mevlana Kemaleddin me hur alim
Abdülhakim-i Siyalkuti'nin de hocası olup, zamanının en yüksek alimi idi. Bazı hadis
kitaplarını da eyh Yakub-ı Ke miri'den okudu. Kadı Behlul-i Bedah ani'den; hadis, tefsir ve
bazı usul ilimlerinde icazet, diploma aldı. On yedi ya ında iken tahsilini tamamlayıp, bütün
ilimlerden icazet aldı. Tahsili sırasında, Kadiri ve Çe ti büyüklerinin kalblerindeki feyz ve
lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, talebelere ilim ö retmeye ba ladı.
Bu sırada; Risalet-üt-Tehliliyye, Redd-i Revafid, sbat-ün-Nübüvve adlı eserlerini yazdı.
Edebiyata çok meraklı olup, fesahatı ve belagatı, sür'at-i intikali, zekasının iddeti herkesi
hayrette bırakıyordu.
Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde olgunlu u, tevazusu ile birlikte kalbi, Ahrariyye,
Nak ibendiyye büyüklerinin a kı ile yanıyor, bu yolda yazılmı kitapları okuyordu.
Babasının vefatından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend'den yola çıktı. Bu
yolculu unda Delhi'ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Baki-billah'ın
talebelerinden olan Mevlana Hasan Ke miri ile görü tü. Mevlana Hasan Ke miri, onu
hocasının huzuruna götürüp, tanı tırmak istedi ve; "Bugün Ahrariyye yolunda bu ülkede
ba ka böyle büyük bir zat yoktur. Taliblerin onun bir nazarıyla bakı ıyla kavu tukları
manevi derecelere günlerce çekilen çileler ve çe itli riyazetlerle nefsin istediklerini
yapmamakla kavu mak mümkün de ildir." dedi.
mam-ı Rabbani hazretleri, daha önce babası Abdülehad'dan da Ahrariyye yolunun ve bu
yolda bulunanların üstünlüklerini ve kıymetini duymu tu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını
okuyup onların güzel hallerini bildi i için; "Bu Hicaz yolunda, böyle büyük bir alimden, bu
büyükler yolunun zikr ve usullerini almaktan daha iyi ne olur?" diyerek Muhammed Bakibillah'ın
huzuruna gitti. Huzuruna girince kalbinde bir nur parladı. Mıknatıs i neyi çeker gibi
çekildi. Kalbi imdiye kadar hiç duymadı ı, bilmedi i eylerle doldu. Hacdan sonra u rayıp
istifade etme i niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmadı. Ertesi gün
huzuruna gelip, Ahrariyye feyzine kavu mak evkini arzusunu bildirdi ve hizmetinde kaldı.
Edeble ve can kula ı ile sözlerine ve hallerine ba landı. Böylece Kabe'ye gitmekten
vazgeçip, Kabe sahibini istedi. Üstadının da lütuf ve himmeti ile iki ay içinde kimsede
görülmeyen hallere kavu tu.
mam-ı Rabbani hazretleri, Muhammed Baki-billah'ı tanıdıktan sonra, edeple ve can
kula ı ile bu hocasının sözlerine ve hallerine ba landı. Birkaç ay sonra, hocası Muhammed
Baki-billah ona icazet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hallerinde de yüksek dereceye
kavu tuktan sonra, memleketi olan Serhend'e dönmesi emrolundu. Hocası, talebesinden
ço unun yeti tirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend'e gönderdi. Hocası
onun için öyle buyurdu: "Kalblere deva, ruhlara ifa olan bu tohumu, Semerkand ve
Buhara'dan getirip Hindistan'ın bereketli topra ına ektim. Taliblerin yeti ip kemale gelmesi
için u ra tım. O ( mam-ı Rabbani), her dereceyi a ıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi
aradan çekip, talebeyi ona bıraktım."
mam-ı Rabbani hazretleri, memleketine gelince ilim ve edep ö retmeye isteklileri
yeti tirme e ve yükseltme e ba ladı. öhreti her yere yayılıp, her taraftan a ıkları, onun
ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydavi Tefsiri, Sahih-i
Buhari, Mi kat-i Mesabih, Avarif-ül-Me'arif, Üsul-i Pezdevi, Hidaye ve erh-i Mevakıf gibi
bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir ekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında
dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini
ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselamın dinini canlandırıyor ve
kuvvetlendiriyordu. Zamanının padi ahlarını, vali, kumandan, alim ve hakimlerini, çok
tesirli mektupları ile, dine, sünnet-i seniyyeye te vik ediyor, çok alim ve veli yeti tiriyordu.
Allahü teâlâ ona öyle manevi ilimler ihsan etmi ti ki hocası Baki-billah da bu yeni ilimlere
kavu mak için huzuruna gelir, hürmetle otururdu. Hatta bir gün geldi i zaman, mam-ı
Rabbani'yi kalbi ile me gul görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip; "Rahatsız
etme!" dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra mam-ı Rabbani hazretleri kalkıp;
"Kapıda kim var?" deyince üstadı; "Fakir Muhammed Baki." dedi. Bu ismi duyunca kapıya
ko up, edep ve tevazu ile kar ıladı.
mam-ı Rabbani hazretleri bir müddet Serhend'de talebe yeti tirmekle me gul olup,
insanlara do ru yolu anlattıktan sonra, hocası Muhammed Baki-billah'ı ziyaret için Delhi'ye
gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı ve hocası ile çok ho sohbetleri oldu. Hallerini
bulunduklarından daha yukarıya götürdüler. Bütün bu lütufları ile çok yüksek hallere,
faziletlere kavu masına ra men, hocası Muhammed Baki-billah'a yapılması mümkün
olmayan bir edeble davranıyordu. Muhammed Ha im-i Ke mi öyle anlatmı tır: "Hace
Hüsameddin Ahmed'den i ittim. Hocam mam-ı Rabbani'yi medhedip övdükten sonra;
"Mertebesi yüksek, fazileti çok olmakla beraber, edebe riayette, hocamız Muhammed Bakibillah'ın
talebelerinden hiçbiri, mam-ı Rabbani hazretleri gibi de ildi. Bunun için bereketler
herkesten önce ona nasib oldu." buyurdu.
mam-ı Rabbani hazretleri öyle buyurmu tur. "Biz dört ki i, hocamız Muhammed Bakibillah'a
hizmette di erlerinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir ba lılı ı, ayrı bir dü üncesi
vardı.Bu fakir yakinen biliyorum ki, böyle bir sohbet ve cem'iyyet, terbiye ve ir ad kayna ı,
Peygamber efendimizin zamanından sonra dünyada çok az görülmü tür. Gerçi insanların en
hayırlısı olan Resulullah efendimiz zamanında bulunamadık, sohbetine kavu amadık ama,
Muhammed Baki-billah hazretlerinin saadetli sohbetinden de mahrum kalmadık. Bunun için
bu büyük nimetin ükrünü yerine getirmek lazımdır. Onun huzurunda herkes kendi
ba lılı ına, muhabbetine göre bir eylere kavu tu."
mam-ı Rabbani hazretleri, hocası Muhammed Baki-billah hazretlerinin ikinci defa
huzuruna gidip bir müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha
taliblere, isteklilere feyz vermekle me gul oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavu tu. Bu
hallerini hocasına mektuplar yazarak bildirdi. Bundan sonra üçüncü defa hocasını ziyarete
gitti. Bu ziyaretinden sonra Delhi'den Serhend'e dönüp birkaç gün kaldı ve Lahor'a gitti.
Lahor ehrinde herkes, mam-ı Rabbani hazretlerinin te rifini büyük bir ganimet bildi.
Talebelerinin en me hurlarından olan; Mevlana Muhammed Tahir, Hace Muhammed,
Mevlana Esgar Ahmed ve Mevlana Ravh Hüseyin gibi zatlar bu sırada talebesi olup,
sohbetinde pi ip yüksek derecelere kavu tular. mam-ı Rabbani hazretleri Lahor'da
bulundu u sırada, oranın me hur alimleri kendisine çok hürmet ve edep gösterdiler. Nice
bilinmeyen ve çözülmesi zor meseleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.
mam-ı Rabbani hazretlerinin Lahor'daki sohbetleri devam ederken, hocası Muhammed
Baki-billah'ın vefat haberi geldi. Kalblerdeki huzur ve ferahlı ın yerini, elem ve keder aldı.
Bu haber üzerine, hemen Delhi'ye gidip mübarek mezarlarını ziyaret etti. O ullarına ve
talebelerinin büyüklerine taziyede bulundu. Muhammed Baki-billah hazretlerinin talebeleri,
üzüntülerini ve kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle
gidermek için, huzurlarına gelip, Muhammed Baki-billah'a gösterdikleri gibi, mam-ı
Rabbani hazretlerine de; muhabbet, hürmet ve teslimiyet gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu
kabul edip ba landılar.
mam-ı Rabbani hazretleri, hocası Muhammed Baki-billah'ın her sene, vefat etti i ay
olan Cemazil-ahir ayında Serhend'den hocasının nurlu kabrini ziyarete gider ve tekrar
Serhend'e dönerdi. ki üç defa da Akra'yı te rif etti. Bundan ba ka Serhend'den ayrılıp ba ka
bir yere gitmedi. Ancak, hayatının sonuna do ru, zamanın sultanının ısrarı üzerine, iki-üç
sene kadar bazı beldelerde askerlerin arasında bulundu. Bunda da birçok hikmetler vardı. O
yerlerin halkı bu vesile ile onun sohbetlerinde bulundular. Bereketli nazar ve teveccühlerine
kavu up, nasiblerini aldılar.
mam-ı Rabbani hazretleri, Serhend'e döndükten sonra, Kadiri tarikatının büyüklerinden
olan ah Kemal Kadiri'nin ruhaniyetinden de icazet almakla ereflendi. Bu icazeti öyle
olmu tur: Bir sabah mam-ı Rabbani hazretleri talebeleri ile murakabe halinde iken, ah
Kemal'in torunu ve onun bütün kemalatının vekili olan ah skender, Kehtel'den gelip, ah
Kemal'in bereketli hırkasını mam-ı Rabbani hazretlerinin mübarek omuzuna koydu. mam-ı
Rabbani gözlerini açınca, ah skender'i gördü. Tam bir tevazu ile boyunlarına sarıldı. ah
öyle dedi: "Birkaç zamandır, hal ve rüyamda dedem ah Kemal'i görüyorum. Bana,
hırkasını size vermemi emrediyordu. Fakat, onların bu bereketli hırkasını evden çıkarıp, bir
ba kasına vermek bana çok a ır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine uymak
lazım oldu." mam-ı Rabbani, o hırkayı giyip hususi odasına gitti. Bir müddet sonra
odasından çıkınca, en yakın sırda larına, mahremlerine öyle söyledi: "Hazret-i ah
Kemal'in hırkasını giydikten sonra, a ılacak çok garip hal zahir oldu. öyle ki, hırkayı
giydi im zaman, insanların ve cinlerin seyyidi Abdülkadir-i Geylani'yi, hazret-i ah Kemal'e
kadar devam eden bütün halifeleriyle yanımda gördüm. Hazret-i Gavs-i Rabbani
Abdülkadir-i Geylani kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve hususi nisbetlerinin ve yollarının
nurları ve esrarı beni kapladı. Bense, o hallerin ve nurların denizine gömülüp o denizin
dalgıcı oldum. Bir müddet bu halde kaldım. O hallerin beni kapladı ı zamanda kalbime;
"Beni Ahrariyye büyükleri terbiye ettiler ve i imin esası bu büyüklerin yolunda olmaktır,
imdi ba ka oluyor." diye geldi. Böyle dü ünürken, Ahrariyye yolunun büyüklerinin, hace-i
cihan HaceAbdülhalık-ı Goncdüvani'den hocam HaceBaki-billah'a kadar bütün halifelerinin
geldi ini gördüm. Benim i im ve icraatım hakkında konu maya ba ladılar. Ahrariyye
büyükleri; "Bunu biz terbiye ettik. Bizim terbiyemizle zevke, hale ve kemale eri ti. Siz ona
ne hakla karı abilirsiniz?" dediler. Kadiri büyükleri (Rahimehümüllah) da; "Daha
çocuklu unda bizim ona teveccühümüz vardır. Bizim nimet soframızdan tad almı tır. imdi
de bizim hırkamızı giymektedir." dediler.
Onlar böyle konu urken Kübreviyye, Çe tiyye yollarından da birer cemaat geldi.
Böylece anla maya vardılar, bundan sonra bu iki erefli nisbetten de kalbimde, büyük pay,
tam bir evk buldum." mam-ı Rabbani hazretleri tasavvufda, bu yolların hepsinde talebe
yeti tirip feyz verdi.
mam-ı Rabbani hazretleri, benzeri az yeti en, müstesna bir slam alimi ve büyük bir
mür id-i kamildir. Peygamber efendimizin vefatından bin sene sonra da slam dü manları
dine, imana insafsızca saldırmı lardı. Allahü teâlâ kullarına acıyarak, mam-ı Rabbani gibi
bir müceddid yarattı. Ona derin ilimler ihsan eyledi. Onun vasıtasıyla din dü manlarının
korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı batıldan ayırıp, çok kalblerden batılı kaldırdı. Bu yüce
mam'ın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyaya ı ık saldı. Yani Allahü
teâlâ onu, Peygamber efendimizden bin sene sonra, din-i slamı yenilemek ve
kuvvetlendirmek için göndermi ti.
mam-ı Rabbani hazretlerinin dine yıllarca yaptı ı bu büyük hizmetleri, sa lam, ikna
edici delillerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehl-i sünnet itikadının ve do ru din
bilgilerinin yayıldı ını, bid'atlerin kalktı ını gören bazı sapık kimseler, ona cephe aldılar
hased ve iftira etmeye ba ladılar.
Bunun için bazı kimselerin cefa oklarına, eziyet ve iftiralarına hedef oldu. Nice
alimlerin, fadılların, kamillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrafına ve
hizmetine ko u maları ise, hasedlerini daha da artırdı. mam'ı tehlikeye dü ürmek için,
hilelere ba ladılar. Mesela, Cüneyd-i Ba dadi, Bayezid-i Bistami gibi büyük me ayihi a a ı
görüyor diyerek, cahil tabakayı aldattılar. Yüksek me ayihin bildirdi i vahdet-i vücudu inkar
ediyor, diyerek, görü ü kısa kimseleri mam'dan so utmaya ba ladılar. Onu sevenlere de;
"Me ayih-i izamı inkar ediyor, Allahü teâlânın marifetine vasıtasız olarak kavu tum diyor."
dediler. Çe it çe it iftiralarda bulundular.
O zamanın sultanı Selim Cihangir Hanın devlet adamları, hatta büyük veziri, ba müftisi
ve etrafındakiler Ehl-i sünnet dü manı idiler. Halbuki mam-ı Rabbani hazretlerinin birçok
mektupları ve bilhassa ayrıca yazdı ı Redd-i Revafıd Risalesi, Eshab-ı kiram dü manlarını
red etmekte, böylelerinin cahil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmaktaydı. mam-ı Rabbani
bu risalesini Buhara'da bulunan en büyük Özbek hanı Abdullah Hana yollamı tı. "Bunu
ran'da, ah Abbas-ı Safevi'ye gösterin! Kabul ederse ne iyi, etmezse onunla harb caiz olur."
demi ti. Kabul etmedi. Harb oldu. Abdullah Han, Herat'ı ve Horasan'daki ehirleri aldı.
Buralarını daha evvel Safeviler almı tı. te bundan sonra, Hindistan'daki bozuk fırkalar,
Eshab-ı kiram dü manları elele verdiler. Sultana gidip mam-ı Rabbani hazretleri hakkında
çe itli iftiralarda bulunarak ikayet ettiler. Sultan, o lu ah Cihan'ı gönderip, mam-ı
Rabbani hazretlerini, evladlarını ve yeti tirdi i talebelerini ça ırıp, hepsini öldürme e karar
verdi. Bunun üzerine ah Cihan, bir müfti ile yanına gitti. Sultana secde caiz oldu unu
gösteren bir fetvayı da götürdü. mam-ı Rabbani'nin üstünlü ünü biliyordu. "Babama secde
edersen seni kurtarabilirim." deyince, mam-ı Rabbani hazretleri bu fetvanın zaruret
zamanında izin oldu unu, azimet ve din bütünlü ünün secde etmemek oldu unu, ecel
gelince, ölümden hiçbir eyin kurtaramayaca ını söyledi ve secde etme i kabul etmedi.
Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultana yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara kar ı
sultana güzel ve doyurucu cevaplar verdi. Sultan yüksek hakikatleri anlıyabilecek birisi
olmadı ı halde, ne elendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hatta, sultana kendisine yapılan
iftiraların asılsız oldu unu açık delillerle anlatırken, orada bulunan ate e tapıcı Hinduların
büyük bir kumandanı, mam-ı Rabbani hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve
kıymetini görerek müslüman oldu.
Sultanın ikna oldu unu gören iftiracı sapıklar; "Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün
memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karı ıklık çıkabilir." diyerek, uzun
konu malardan sonra sultanı aldattılar. Sultan, mam-ı Rabbani hazretlerinin, memleketin en
sa lam ve korkunç kalesi olan Guwalyar Kalesi'ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi. Bu
hadiseye çok üzülen talebeleri sultana isyan etmek istediler. Bunu yapabilecek güçte idiler.
Fakat mam-ı Rabbani hazretleri onları rüyalarında ve uyanık iken bundan men etti. Sultana
hayır dua etmelerini emredip; "Sultanı incitmek bütün insanlara zarar verir." buyurdu.
Kendisi de sultana hep hayır dua ediyordu. Sultanın veziri, koyu bir muhalif oldu undan,
zindanda, mam-ı Rabbani hazretlerinin ba ına karde ini tayin etmi ve çok iddetli
davranmasını emretmi ti.Bu görevli ise ondan çe itli kerametler, üzülmek yerine heybet,
sabır ve hatta ne e görerek tövbe etti. Bozuk itikadını terkedip Ehl-i sünneti seçti ve halis
talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile
müslüman olmakla ereflendi. Birçok günahkar tövbe etti. Hatta bazıları yüksek alim oldu.
mam-ı Rabbani hazretleri hapiste üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptı ına pi man oldu.
Hapisten çıkarıp ikram ve ihsan eyledi. Hatta halis talebesinden ve sadık dostlarından oldu.
Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına
gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve u radı ı dertlerden sonra, evvelce bulundukları
hallerin ve makamların binlerce üstünde derecelere yükselmi olarak memleketine döndü.
mam-ı Rabbani hazretleri önceleri; "Yeti ti im derecelerin üstünde, daha çok makamlar
vardır. Onlara yükselmek celal sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. imdiye kadar cemal
sıfatı ile ok anarak terbiye edildim." buyurmu tu. Talebesinden bir kısmına; "Elli ile altmı
arasında üzerime dertler, belalar ya acak." buyurmu tu. Buyurdu u gibi oldu. O makamlara
da yükselmek nasib oldu.
mam-ı Rabbani hazretlerini hapsettiren Selim Cihangir Hanın o lu ah Cihan, padi ah
olmak için babasına kar ı geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki kumandanların ço u
kalbden kendisine ba lı oldu u halde zafer kazanamadı. O zamanın velilerinden birine halini
anlatıp dua istedi. O veli dedi ki: "Senin zafer kazanman için vaktin dört kutbunun sana dua
etmesi lazımdır. Bunlardan üçü seninle beraber ise de, en büyükleri olan dördüncüsü bu i e
razı de ildir. O da mam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sani hazretleridir. ah Cihan, mam'ın
huzuruna gelip dua etmesi için yalvardı. Fakat, mam-ı Rabbani onun babasına kar ı
gelmesine mani olup nasihat etti. "Babana git, elini öp, gönlünü al, yakında vefat edecek,
saltanat sana kalacaktır." diye müjde verdi. ah Cihan emirlerini dinleyip arzusundan
vazgeçti. Bir zaman sonra 1627 (H.1037) de babası vefat edince saltanata kavu tu.
Müslümanların zayıf dü tü ü, küfrün, sapıklı ın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık
kimselerin her tarafı kapladı ı bir zamanda, binlerce kâfir, çok sayıda fasık ve facir onun
güzel hallerini görüp, sohbetini i itip tövbe ederek salih müslüman oldu. Uzaktan yakından
pek çok kimse, rüyada ve uyanık iken onu görerek yanına ko mu , huzuruna geldiklerinde
gördüklerini aynen bulmu lardır. Alim, salih, genç, ihtiyar binlerce kimse onu görüp,
sohbetinde bulununca, feyz alarak kalbleri zikreder olmu tur. Huzurundaki pek çok talebeyi
hallere, yüksek derecelere kavu turmu tur. Her an kerametleri görülür feyz ve bereket
yayardı. Kerametlerinin altı binden fazla oldu u bildirilmi tir.
Zamanının alimleri, mam-ı Rabbani hazretlerine "Sıla" ismi ile hitab ettiler. Sıla,
birle tirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun slamiyetten ayrı bir ey olmadı ını slamiyete
uygun bir ey oldu unu isbat ederek, ahkam-ı slamiye ile tasavvufu vasl etmi ,
birle tirmi tir. Bir hadis-i erifte; "Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun efaati ile
çok kimseler Cennet'e girer." buyrularak onun gelece i haber verilmi tir. Bu hadis-i erif,
mam-ı Süyuti'nin Cem'ül-Cevami kitabında vardır. mam-ı Rabbani hazretleri bir
mektubunda; "Beni iki derya arasında "Sıla" yapan Allahü teâlâya hamd olsun." diye dua
etmi tir. Eshabı, talebeleri ve sevenleri arasında "Sıla" ismiyle me hur olmu tur. Hadis-i
erifte müjdelenen "Sıla" ismini ondan evvel hiç kimse almamı tır.
mam-ı Rabbani hazretleri, Müceddid-i elf-i sanidir. Yani hicri ikinci binin
müceddididir. Eski ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir resul
gönderilirdi, yeni din öncekini de i tirip, bazı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir
Nebi gelir, din sahibi peygamberin dinini de i tirmez, kuvvetlendirirdi. Hadis-i erifde, bu
ümmete ise, her yüz yıl ba ında slam dinini kuvvetlendiren bir alim gelece i haber
verilmektedir. Peygamber efendimizden sonra peygamber gelmeyece ine göre, kendisinden
bin sene sonra, slam dinini her bakımdan ihya edecek, dine sokulan bid'atleri temizleyip,
asr-ı seadetteki temiz haline getirecek, zahiri ve batıni ilimlerde tam varis, alim ve arif bir
zatın olması lazımdı. Hadis-i erifler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti mam-ı
Rabbani hazretleri yapmı tır.
Bütün slam alimleri, bu zatın mam-ı Rabbani hazretleri oldu unda ittifak etmi lerdir.
Peygamberimizden tam bin sene sonra ilim ve ir ad kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihanı
Resulullah'ın nurları ile aydınlattı. Bid'atleri temizleyip slam dinini ihya etti. Onun
zamanında Hindistan'da ve hatta bütün slam aleminde ba gösteren sapık fikirler, bozuk
inanı lar yayılmaya ba layıp, büyük fitneler çıkmı tı. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vücudu
anlatan sözler, müslümanlar arasında çe it çe it ekillere sokuldu.Bu yüksek ve kıymetli
bilgi anla ılamadı. Birçok cahil, büyüklerin sözlerinin manalarını anlamayarak zamanla
dinden çıktı. slamiyete kar ı olanlar da bunu fırsat bilip, müslümanları do ru yoldan
ayırmak için çalı tılar. Böylece tasavvuf bilgileri ile slamiyetin hükümleri arasında ayrılık
ve çatı ma varmı gibi, ikisi birbirinden ayrıymı gibi gösterilerek, müslümanlar çe itli
isimler altında birbirlerinden ayrılmaya ve birbirlerine dü man edilmeye çalı ıldı. mam-ı
Rabbani hazretleri ba ta vahdet-i vücud bilgileri olmak üzere, yanlı anla ılan daha birçok
meseleyi gayet açık bir ekilde izah ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlı ve
bozuk inanı lardan, bid'atlerden temizledi. Hakkı batıldan ayırıp, Peygamberimizin hak ve
do ru yol oldu unu haber verdi i Ehl-i sünnet itikadını her yere yaydı. Genç-ihtiyar herkes
ve birçok alim onun etrafında toplandı. Kendisine ilk defa (Müceddid-i elf-i sani) ismini
veren, zamanının en büyük alimlerinden Abdülhakim-i Siyalkuti'dir. O zamanın di er büyük
alimleri de onu medhedip övmü lerdir.
Hace Muhammed Baki-billah'ın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek alimlerden
olan Seyyid Mir Muhammed Numan diyor ki: " mam-ı Rabbani'ye tabi olma ı hocam bana
söyleyince, buna lüzum olmadı ını anlatmak için; "Kalbimin aynası ancak sizin parlak
kalbinizin nuruna kar ı duruyor." dedim. Hocam sert bir sesle; "Sen, Ahmed'i ne sanıyorsun?
Onun, güne olan nuru, bizler gibi binlerce yıldızı örtmektedir." buyurdu.
Belh ehrinde bulunan Mir Muhammed Mü'min Kübrevi, talebesinden birini, mam-ı
Rabbani'nin huzuruna gönderdi. mam-ı Rabbani'nin huzuruna varınca; üstadından, Seyyid
Mirek ah' dan, Hasan-ı Kubadani veKadı'l-kudat Tulek'den selam getirdi ve; "Üstadım Mir
Muhammed Mü' min buyurdu ki: " htiyarlı ım mani olmasaydı ve yerim yakın olsaydı,
gidip dersinden istifade eder, ölünceye kadar hizmetçilik ederdim. Kimseye nasib olmıyan
nurları ile kalbimi aydınlatma a çalı ırdım. Bedenim uzakta, gönlüm ise, onunla oradadır.
Bu fakiri, huzurunda bulunan temiz talebesi gibi kabul buyurmasını ve mukaddes
nurlarından ruhuma ı ık salmasını yalvarırım ve benim için de mübarek elini öp!" dedi."
deyip, mamın bir daha elini öptü. Veda edip ayrılırken de; "Belh ehrindeki azizler,
kendilerine, yüksek hakikatleri bildiren mektuplarınızdan göndermenizi istirham ettiler."
dedi. Bunun üzerine mam-ı Rabbani bir mektup yazıp, di er birkaç mektupla beraber verdi.
mam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinin me hurlarından olan Muhammed Ha im-i
Ke mi öyle anlatmı tır: "Bir gün Hazret-i mam'ın huzurunda oturuyordum. Onlar
marifetleri yazıyordu. Aniden bevl sıkı tırması sebebiyle kalkıp helaya gitti. Fakat hemen
süratle dı arı çıktı. Böyle süratle helaya girip, hemen aceleyle dı arı çıkmalarına hayret
ettim. "Bunun sebebi nedir?" dedim. Heladan çıkar çıkmaz su ibri ini istedi ve sol elinin ba
parma ının tırna ını yıkadı ve o aladı. Sonra tekrar helaya girdi. Bir müddet sonra çıkınca
buyurdu ki: "Bevl sıkı tırdı, acele ile helaya girdim ve oturdum. Gözüm tırna ımın üzerine
gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu
yapmı tım. Halbuki, o nokta Kur'an-ı kerimin harflerini yazarken kullanılırdı. Orada
oturma ı do ru görmedim ve edeb dı ı buldum. Bevl sıkı tırmasından dolayı sıkıntı
çektimse de, bu sıkıntı bir edebi terketmenin verece i sıkıntının yanında çok az geldi. Dı arı
çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim."
mam-ı Rabbani hazretlerinin fıkıh meselelerinde ilmi çoktu ve her meseleye anında
cevap verebilecek bir derecedeydi. Usul-i fıkıhta da tam bir maharet sahibiydi. Fakat
ihtiyatının çoklu undan, ço u zaman kıymetli fıkıh kitaplarına ba vururdu. Seferde ve
hazarda bazı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti,
müftabih yani fıkıh alimlerinin üzerinde ittifak ettikleri fetvalara, daima uymaktı. Bazı fıkıh
alimlerinin caiz dedi i, bazılarının mekruh dedi i bir i te, o kerahet tarafını tercih eder ve o
i i yapmazdı. "Bir meselenin yapılmasında ve yapılmamasında, helal ve haram olmasında
ihtilaf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etme i mümkün oldu u kadar elden
kaçırmamalıdır." buyururdu.
mam-ı Rabbani hazretlerinin eski talebelerinden seyyid bir zat öyle anlatmı tır:
" mam-ı Rabbani hazretlerinin biraderi, Sürunç beldesindeydi. Ona bir mektup yazıp
huzuruna gelmesini istemi ti. Mektubu götürmek için beni vazifelendirdi. Yola çıkarken
selametle gitmem için dua edip Fatiha okudu ve bana buyurdu ki: "Yolda "Kurey suresini"
çok oku ki tehlikelerden korunasın. ayet yolda mü kil bir i ile kar ıla ırsan bizi hatırla!"
Gitmek üzere yola çıktım. Yanımda iki ki i daha vardı. Sürunç'a iki menzillik yol kalmı tı.
Fakat önümüzde deh etli bir çöl vardı. Bu çölde iken bir ara, yanımdakilerden ayrılıp biraz
uza a gittim. Abdest tazeledim ve iki rekat namaz kılmak üzere namaza duracaktım. Bu
sırada kar ıma birden bire korkunç bir arslan çıkıverdi. Bana do ru yakla ıyordu. Hemen
hocam mam-ı Rabbani hazretlerinin; "Bir mü kil ile kar ıla ırsan beni hatırla!" emri
hatırıma geldi. Kendi kendime; "Ey hocam! Allahü teâlânın izniyle imdadıma yeti , beni bu
yırtıcı arslanın pençesinden kurtar!" dedim. Daha ben sözümü bitirmeden mam-ı Rabbani
hazretleri gözüküverdi ve arslana, benden uzakla ması için, eliyle i aret etti. Arslan kaçarak
uzakla ıp gitti. Bu hadiseyi yanımdaki arkada lar da gördü. Bana; "Böyle bir anda imdadına
yeti en bu büyük zat kimdir?" dediklerinde; " mam-ı Rabbani hazretleridir." dedim. Onlar da
bu hadise üzerine, mam-ı Rabbani hazretlerini çok sevenlerden oldular."
eyh Muhammed'in sfehan'dan gelirken yolculukta atından heybesi dü mü tü. Farkına
varınca, atını kafiledekilere bırakıp heybeyi aramak için kafileden ayrıldı. uraya da, buraya
da bakayım diyerek ararken aradan çok zaman geçti. Kafile gözden kayboldu. Kafileden
uzak kaldı. Çöl ve da dan ba ka hiçbir ey göremiyordu. Yolu kaybedip a kın, peri an bir
halde, çaresizlik içinde a layarak etrafta ko uyordu. Fakat kafileden bir eser göremiyordu.
"Buralarda ölüp gidece im, yolumu a ırdım." diye dü ünüyordu. Sonra bir suyun ba ına
oturup abdest aldı. Tam bir yalvarı la dua edip, hocası mam-ı Rabbani hazretlerinin
imdadına yeti mesini istedi. O anda mam-ı Rabbani hazretleri bir at üzerinde kar ısına
çıkıverdi. Yanına yakla ıp durdu ve; "Elini ver!" buyurarak elinden tutup onu atın terkisine
bindirdi. Sonra atı süratle sürüp, aradı ı kafileye yakla tı. O, kafileyi uzaktan görünce attan
indirip; "Hadi git!" buyurdu. Kafileye ula tı. mam-ı Rabbani hazretleri gözden kayboldu, bir
daha göremedi.
Serhend kadılarından birinin o lu, mam-ı Rabbani hazretlerinin sohbetinde
bulunanlardan ve sevenlerindendi. Bu genç bir defasında çok a ır bir hastalı a yakalandı.
Tabibler hastalı ına deva bulamadılar. Bunun üzerine mam-ı Rabbani hazretlerine bir
mektup yazıp, yalvararak, içinde bulundu u iddetli hastalıktan kurtulması için dua istedi.
mam-ı Rabbani hazretleri mektubuna cevap yazıp; "Biz seni himayemize aldık, bu
hastalıktan kurtulacaksın. Hatırını ho tut." buyurdu. O genç mam-ı Rabbani hazretlerinin
teveccühü ve duası bereketiyle, hastalıktan kurtulup sıhhate kavu tu. Sonra tekrar sohbetine
devam etmeye ba ladı. Bu hastalıktan kurtulduktan sonra halini zevk ve evkle anlatıp,
ba lılı ını dile getirdi.
mam-ıRabbani hazretlerinin eski talebelerinden biri öyle anlatmı tır: "Küçüklü ümde
Kur'an-ı kerimi ezberleyip hafız olmu tum. Sonra Serhend'den lahabad'a gittim. Zamanla
i e dalıp ezberimi unuttum. Bende hafızlık kalmadı ve bu hal üzere aradan birkaç yıl geçti.
Sonra memleketim Serhend'e döndüm. Bu sırada Ramazan-ı erif ayı idi. Serhend'e
geldi imde mam-ı Rabbani hazretleriyle görü ünce bana; "Hafız! Teravih namazını, hatim
ile kıldır!" buyurdu. Kur'an-ı kerimin ezberimde kalmadı ını, hafızlı ımı kaybetti imi
söyledim. Fakat; "Okuyacaksın!" buyurdu. Üç defa halimi arzedip; "Bende hafızlık
kalmadı." dedimse de kabul etmediler. Çaresiz emre uydum. Teravih namazını kıldırmak
üzere imam oldum. mam-ı Rabbani hazretlerinin himmeti ve emirlerinin bereketi ile,
unuttu um halde ilk gün yirmi bir cüz'ü ezberden okumak suretiyle teravih kıldırdım. mamı
Rabbani hazretleri kıyamda dinledi. Di er cemaat uzun müddet kıyamda durmaya güç
yetiremedi. kinci gün teravihde hatmi tamamladım. Bende hafızlık kalmadı ı halde böyle
okuyabilmem, mam-ı Rabbani hazretlerinin bereketi ile idi."
mam-ı Rabbani hazretlerinin yakın talebelerinden, ehzade Veliahd'ın hocası Mirek
eyh öyle anlatmı tır: "Ben önceleri mam-ı Rabbani hazretlerini sevenlerden de ildim.
Çünkü, "Kendini hazret-i Ebu Bekr'den üstün görüyor." diye bir iftira yayılmı tı. Bu
sıralarda Hindistan'a gitmi tim. Serhend ehrine varınca eski dostlarımdan biriyle
kar ıla tım. Bu arkada ım önceden çok kötü bir insandı. Fakat bu defa onu çok iyi ve üstün
bir halde, takva sahibi gördüm. Yüzünde bir nur vardı. "Sen böyle de ildin bu hal nedir?"
dedim. Cevap olarak; "Ben mam-ıRabbani hazretlerinin hizmetine ve sohbetine girdim,
devamlı huzurundayım. Onun sohbetinin bereketi ile bu nimete kavu tum." dedi. Bunun
üzerine ben ona; "Senin bahsetti in zat kendinin hazret-i Ebu Bekr'den üstün oldu unu
yazmı . Onun sohbetinin tesir ve faydası olur mu?" dedim. Arkada ım ben böyle deyince;
"Asla! Binlerce asla! Bilmeden, anlamadan inkar etme! O yeryüzünün kutbudur. E er sen
onu görüp sohbetine kavu saydın, hakkında söylenilen bu iftiranın asılsız oldu unu
anlardın." dedi. Fakat bendeki üphenin çoklu u sebebiyle; "Görmek istemiyorum." dedim.
Arkada ım bana mam-ı Rabbani hazretlerinin huzuruna gidip onu görmem için çok ısrar
etti. Mutlaka görmemi ve bu yanlı dü ünceden kurtulmamı istiyordu. Bu ısrar üzerine
mam-ı Rabbani hazretlerinin huzuruna gitmeye karar verip kendi kendime; "E er u üç
eyden bahsedip beni ikna ederse onu sevenlerden olurum." dedim. Kendi kendime cevabını
almak üzere hazırladı ım üç sualden birincisi, hakkında kendini hazret-i Ebu Bekr'den üstün
görüyor diye söylenilen iftiraya cevap vermesi, hemen bu mevzuyu açıp bu hususta benim
üphelerimi giderip tam ikna etmesi idi. kincisi; benim babam ve dedelerimden bahsetmesi,
üçüncüsü de HaceHavend Mahmud'dan anlatması idi. Bu karardan sonra arkada ımla
beraber, mam-ı Rabbani hazretlerinin huzuruna gittik. Onu uzaktan görür görmez bütün
azalarım heybet ve deh ete kapıldı. Kalbim ona tutuluverdi. Korkarak ve titreyerek huzuruna
yakla tım. Oturmamıza izin verdi. Oturduktan sonra yastı ının altından bir mektup çıkarıp
benim elime verdi. Sonra verdi i bu mektubu okuyup öyle bir izah yaptı ki, hakkında yapılan
ve kendini hazret-i Ebu Bekr'den üstün görüyor diyenlerin iftiralarına cevap verip açıkladı.
Benim bu hususta artık hiç üphem kalmadı. Bundan sonra zihnimde tuttu um ikinci
meseleye geçip; "Mevlana Mirek! Senin baban öyle öyle bir zat, deden de öyle öyle bir
zat ve senin ecdadının erefi öyledir." diyerek medhetti. Ayrılmak üzere kalktı ımızda veda
ederken, üçüncü olarak tuttu um Hace Havend Mahmud'dan bahsetmedi diye geçti. Tam bu
sırada yüzünü bana dönüp; "Hace Havend bizim Pirzademizdir ve cezbe sahibidir." buyurdu.
Bir sohbetinde bu üç kerametini gördüm."
Yine Can Muhammed Celenderi, Acin'de görü tü ü o seyyid zata öyle anlatmı tır:
" mam-ı Rabbani hazretlerinin yanında talebe iken, bir gün ak ama do ru mam-ı Rabbani
hazretleri bana; "Sana bir i söylesem yapar mısın?" buyurdu. "Canım feda olsun yapmaz
olur muyum!" dedim. Bunun üzerine benim elime yazılı bir ka ıt verdi ve buyurdu ki:
"HafızRahne'nin bahçesine git, orada bir grup dervi oturuyor. Onların yanına var.
Aralarından güzel yüzlü bir dervi in onlardan geride bulundu unu göreceksin. Bu dervi in
yanına git, ona bizim dua etti imizi söyle. Bu ka ıdı ona ver ve buraya gelmesini bildir."
Emri üzerine derhal söyledi i yere gittim. Tarif etti i ekilde dervi lerden bir cemaat ve bu
cemaatten biraz geride oturan güzel yüzlü bir dervi gördüm. O da beni gördü ve görür
görmez bana; "Seni mam-ı Rabbani hazretleri mi gönderdi?" dedi. Evet deyip elimdeki
ka ıdı verdim. mam-ı Rabbani hazretlerinin dua etti ini ve ça ırdı ını söyledim. Ben böyle
deyince kalkıp, benimle yola koyuldu.
mam-ı Rabbani hazretlerinin huzuruna girdi imizde bir kö ede oturuyordu. Ça ırıp
geldi im zat da ba ka yere oturdu. Bu sırada mam-ı Rabbani hazretleri kahve getirmemi
söyledi. Hemen ko arak dergahtaki kahve pi irilen yere gittim. Kahveyi alıp getirdim. Önce
mam-ı Rabbani hazretlerine sundum. "Ona götür." buyurarak misafire vermemi istedi. Ona
götürmek üzere yüzümü o tarafa döndüm. Onu da mam-ı Rabbani hazretlerinin suretinde
gördüm. Bu sefer o, önce mam-ı Rabbani hazretlerine götürmemi söyledi. Dönüp baktım,
mam-ı Rabbani hazretleri yerinde oturuyordu. Huzuruna ça ırıp geldi im dervi , mam-ı
Rabbani hazretlerinden beni sordu. O da; "Bu Celender'dendir. smi, Can Muhammed'dir"
dedi. Bunun üzerine o dervi ; "Babası bizim tanıdıklarımızdandır. Bunu hangi tarikatta
yeti tiriyorsunuz?" deyince; "Kadiriyye silsilesinden" buyurdu. Bunun üzerine o zat; "Allahü
teâlâya hamd olsun. Onu Seyyid Abdülkadir-i Geylani'ye kavu tururuz." dedi. Bu sırada
mam-ı Rabbani hazretleri dı arı çıkmak üzere kalktı ve benden bir ibrik su istedi. Hemen
hazırladım. Dı arı çıktı ında bana kutup yıldızını göstererek; "Can Muhammed! Kutup
yıldızını biliyor musun?Bu mudur de il midir? Dikkatli bak!" buyurdu. Dikkatli baktım
kutup yıldızından, üzerinde siyah hırka bulunan bir zat çıktı ve ok gibi bir anda yanımıza
geldi. mam-ı Rabbani hazretleri bana, "Huzuruna yakla ! O, Abdülkadir-i Geylani'dir! Ona
intisab et, ba lan." dedi. Bu emre uyarak hemen huzuruna yakla tım, benim kendisine
intisabımı (talebeli imi) kabul etti. Sonra tekrar kutup yıldızına do ru gidip kayboldu. Bu
sırada mam-ı Rabbani hazretleri, abdest aldıktan sonra mescide girdi. mam-ı Rabbani
hazretlerinin beni göndererek ça ırdı ı dervi de yanımdaydı. Bana; "Abdülkadir-i Geylani
hazretlerini gördün mü?" dedi. Ben de "Evet" dedim."
Bu hadiseyi Can Muhammed Celenderi'den naklen anlatan seyyid zat öyle anlatır: "Ben
bunları Can Muhammed Celenderi'den dinledikten sonra ona dedim ki: "Bu kadar kıymetli
eylere kavu tuktan sonra neden ticarete dalıp da dergahtan uzak kaldın?" O da bana; "Acaib
bir hikayedir. Ben, mam-ı Rabbani hazretlerinin huzurunda talebe iken akrabalarım gelip,
beni götürmek istediler. "Buna müsaade et, biz bunu kethuda (ticaret reisi) yapaca ız" diye
ısrar ettiler. mam-ı Rabbani hazretleri bana; "Git kethuda ol" buyurdu. Ben ayrılıp
gidemedim. Yakınlarım tekrar gelip, ısrarla beni istediler. "Git" buyurdu. Ben yine
gidemedim. Akrabalarım kalabalık bir halde tekrar geldiler, beni götürmek için ısrar ettiler.
mam-ı Rabbani hazretleri bu halden rahatsız oldu. Bir gün bir ey yiyordu. Kendi a zından
yedi i eyin bir parçasını koparıp benim a zıma verdi. Onu a zıma alır almaz halim de i di.
Dünya i lerini dü ünür hale dönmü tüm. Bu sefer çaresiz beni götürmek için gelip ısrar eden
akrabalarımla gittim. Ticarete ba layıp, kethuda oldum. Bundan sonra ticaretle u ra tım.
Fakat hocam mam-ı Rabbani hazretlerini unutmadım. Ona ba lılı ımı kesmedim. Her ne
zaman buraya gelsem, ziyaret edip görü ürüm, sohbetinde bulunurum" dedi."
mam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerindenMevlana Muhammed Emin, bir gün,
hocasına öyle arzetti: "Nevab ir Hace, asil ve erefli bir aileye mensubtur. Babası ve
dedeleri evliyadandı. Fakat Nevab ir Hace çok içki içiyor ve haram i lerle me gul oluyor.
Islahı için bir teveccüh buyurunuz. Bu bir komutandır. E er tövbe etmek nasib olursa onun
sebebiyle askerlerden pekçok kimse de kurtulur, salih kimselerden olurlar." Bunu arzedince
mam-ı Rabbani hazretleri sükut etti. Yine bir defa aynı ey arzedilince mam-ı Rabbani
hazretleri buyurdu ki: "Ey Mevlana Muhammed! Nevab ir Hace'nin haline teveccüh ettim.
Onu haramlar ve günahlar içinde gördüm. Onu bu kötü halden kurtarmak için çok teveccüh
ettim, u ra tım. Elim ona ula madı. Fakat sonunda onu kendimize çekece iz." buyurdu.
Aradan uzun zaman geçti. Hakkında böyle buyurdu u o kimse, içki içmeyi ve haramları
terkedip tövbe etti. Sonra ibadet ve taatla me gul oldu.
Bu zat bir defasında Serhend ehrinden ba ka bir ehre gitmi ti. Serhend'e dönü ünde
hastalanıp vefat etti. O ulları onu mam-ı Rabbani hazretlerinin türbesi yanında bir yere
defnettiler. Böylece mam-ı Rabbani hazretlerinin; "Sonunda biz onu yanımıza çekece iz."
buyurmasının hikmeti anla ıldı."
Birgün mam-ı Rabbani hazretleri hastalanmı tı. Hastalı ı sırasında yemek için on bir
tane üzüm istedi. Hizmetçi üzümleri getirince, mam-ı Rabbani hazretleri murakabeye
daldı.Bir müddet sonra ba ını kaldırıp; "Çok garib bir hal gördüm. Bu üzümleri önüme
koydukları zaman, hepsinin, Allahü teâlâya münacaat ettiklerini, yalvardıklarını i ittim.
Allahü teâlâ üzümlerin münacaatını kabul etti ve hastalıktan kurtulma ı bunları yeme e
ba lı kıldı." buyurdu. Bu üzümlerden birkaç tane yeyince hastalıktan eser kalmadı. Geri
kalan üzümleri de sakladı. Bir müddet sonra küçük o lu hastalandı. Bu hastalı a
dayanamayacak bir hal alınca o üzümleri yedirdiler. Onun da hastalı ı geçti."
Muhammed Ha im-i Ke mi öyle anlatmı tır: "Seyyidlerden bir genç, medresede talebe
idi. Onunla arkada lık ederdik. Bir gün a layarak yanıma geldi ve ba ından geçen bir
hadiseyi anlattı. mam-ı Rabbani hazretlerinin büyük bir kerametini görmü tü. Dedi ki:
"Hazret-i Ali'ye kar ı sava anları, hele hazret-i Muaviye'yi sevmezdim. Bir gece senin
üstadın mam-ı Rabbani'nin Mektubat'ını okuyordum. Okudu um yerde; " mam-ı Enes bin
Malik buyurdu ki: "Hazret-i Muaviye'yi, sevmemek onu kötülemek, hazret-i Ebu Bekr'i ve
hazret-i Ömer'i sevmemek bunları kötülemek gibidir. Ona sö ene, bunlara sö ene verilen
cezayı vermek lazımdır." yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir
yazıyı buraya yazmı dedim. Mektubat'ı yere attım. Yata ıma uzandım. Uyudum. Rüyamda,
senin o büyük üstadın öfkeli ve kızgın bir halde yanıma geldi. ki mübarek elleri ile
kulaklarımı çekti ve; "Ey cahil çocuk! Sen bizim yazdı ımızı be enmiyorsun ve kitabımızı
fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca a aladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir
zata götüreyim de gör! Resulullah efendimizin eshabını sevmedi in için, aldandı ını ondan
i it." buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü ve kapısında bırakıp kendisi yalnızca
ilerledi. Uzak'ta görünen büyük bir odaya do ru yürüdü. Orada nur yüzlü, büyük bir zat
oturuyordu. Çekinerek ve saygı ile o zata selam verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona bir
eyler söylüyor, beni gösteriyordu." Uzaktan bana bakı larından benden bahsetti i
anla ılıyordu. Biraz sonra senin o yüksek üstadın mam-ı Rabbani, kalktı. Beni ça ırdı. "Bu
oturan zat, hazret-i Ali'dir. yi dinle! Bak ne buyuruyor." dedi. Yanlarına gidip, selam
verdim. "Sakın, sakın! Resulullah efendimizin eshabına kar ı, kalbinde bir dargınlık
bulundurma! O büyüklerden hiçbirini, asla kötüleme. Aramızda muharebe eklinde görünen
i lerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldı ını, biz ve o karde lerimiz biliriz!" dedi. Senin
yüksek hocanın adını söyleyerek; "Bu zatın yazılarına da sakın kar ı gelme!" buyurdu. Bu
nasihatı dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu hususdaki tereddüdün ve so uklu un,
kalbimden çıkmadı ını gördüm. Bu halimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek hocana
bakarak; "Bunun gönlü daha temizlenmedi. Suratına bir tokat indir!" dedi. eyh hazretleri,
yüzüme kuvvetli bir tokat indirdi. Tokadı yiyince, kendi kendime; "Bunu sevdi im için
onlara dü manlık etmi tim. Halbuki kendisi onlara dü manlı ımdan bu kadar çok
incinmektedir. Bu halden vazgeçmeliyim!" dedim. Kalbimi yokladım. Dü manlık, kırgınlık
kalmamı , tertemiz buldum. O anda uyandım. imdi de kalbim o kinden temizlenmi tir. O
rüyanın, o sözlerin tadı, beni ba ka hale soktu. Kalbimde Allah'tan ba ka hiçbir eyin sevgisi
kalmadı. Senin yüksek hocan mam-ı Rabbani'ye ve onun yazdıklarındaki marifete inancım
iyice arttı."
Muhammed Ha im-i Ke mi öyle anlatmı tır: " mam-ı Rabbani hazretlerinin makbul
talebelerinden olan, yüksek yaradılı lı bir azizden i ittim, öyle buyurdu: "Mühim bir i için
Lahor ehrinden, Burhanpur'a gitmi tim. Serhend'e gelip, hazret-i mam'ın ellerini öpmekle
ereflendi im zaman hastalandım. Gideyim mi, kalayım mı diye tereddüd ediyorum. mam-ı
Rabbani hazretleri; "Çok mühim bir i in var, muhakkak gitmelisin, in aallah hayırlısı olur."
buyurdu. Emirlerine uyarak yola çıktım. ki üç konak gidince hastalı ım arttı. Bir gece böyle
devam etti. Bu hastalı ın iddetli zamanında kendi kendime; "Onlar bana; "Gidin bunda
hayır vardır" buyurdu dedim."Halbuki hastalı ım çok arttı. Bu dü ünceden sonra bu
hastalı ın ate i ve sıkıntısı esnasında, mam-ı Rabbani hazretlerini rüyada gördüm. "Hiç
üzülme, ifa bulacaksın yola devam et." buyurdu. Sabah olunca, hastalık tamamen geçti.
Delhi'ye gelince, orada bir dostum bana Hare (bir ehir) helvası ikram etti. Bunu yiyince,
yeniden hastalandım. Yata a dü tüm ve mam-ı Rabbani hazretlerinin kerem ve teveccühüne
kavu mak için yalvarma a ba ladım. ki gün geçmeden, hazret-i mam'ın huzurunda
bulunan, eski ve samimi dostlarımdan biri, aniden kapıdan içeri girdi. "Hayırdır in aallah."
dedim. Dedi ki: "Beni mam-ı Rabbani hazretleri gönderdi. "Git, filan dostunun yanında
bulun, imdi a ır hastadır, senin gibi i ten, halden anlayana çok ihtiyacı olup, beraber
bulunursunuz." buyurdu. "Senin yanına gelmek üzere yola çıkaca ım sırada bir torba ifalı ot
isteyip sana getirmem için bana verdi. te getirdim." Ben dedim ki: "Bu otları mam-ı
Rabbani hazretleri benim hastalı ımın iyile mesi için ilac olarak göndermi tir. Bu otları
ezip, suyunu içmeliyim." Doktorlar; "Sıtmanın iddetli zamanında, tatlı ve so uk yenmez,
içilmez." deyip, beni bu i ten men etmek istediler. Ben onlara; " mam-ı Rabbani hazretleri
bunları benim için gönderdi içece im." dedim. ster istemez o otları ezip erbet yaptılar. çer
içmez, hastalı ımın hafifledi ini anladım. Ertesi gün kalan otların da suyunu çıkarıp içince
büsbütün kurtuldum. Orada bulunanlar, bu hadise üzerine hayretler içerisinde kaldılar ve
mam-ı Rabbani hazretlerinin büyüklü ünü anladılar."
O zamanın sultanının üçüncü o lu, di er karde lerinden çok daha olgun ve aralarında
seçkin bir durumdaydı. Babasına isyan etmi ti. Bir taraftan babası, bir taraftan da bu o lu,
kuvvetli ordularla birbirlerine hücum ettiler. iddetli bir harb ba ladı. Babasının tarafında
bulunup, en mühim i leri yürüten büyük bir kumandan, bu harb sırasında sultanın o lunun
tarafına geçti. Di er kumandanlar da bu dü üncede idiler. Bu ehzade, velilerin ve alimlerin
sevgisini kazanmı tı. slamiyetin yayılmasına gayret ve müslümanları himaye ediyordu.
Zamanın evliyasının büyüklerinden bir kısmı, mam-ı Rabbani hazretlerine mektup yazıp;
"Delhi'de bulunan veliler ile büyükler ke f ve vakıalarla galibiyetin ve nusretin ehzade
tarafında oldu unu görüyorlar. Hazretiniz bu hususda ne buyururlar" dediler: mam-ı
Rabbani hazretleri cevabında; "Harb meydanındaki vaziyetin bunun aksi oldu unu
anlıyorum, fakat sonunda ehzadenin kazanaca ını tamamen görüyorum." buyurdu.
Buyurdukları gibi oldu. Bir müddet kadar di erleri devleti idare edip, sonra Allahü teâlâ
karde ler arasında sultanlı ı ona ( ah Cihan bin Cihangir'e) nasib etti. Babasının vekili
olarak onun makamına geçti. Allahü teâlâ, bu sultana Hindistan'ı adalet ve ihsanla dolduran
bir padi ahlık nasib eyledi. Bu padi ah sayesinde memleket ba ka nizama girdi. Arifler ve
alimler bamba ka hürmet gördüler. Dine üstün hizmetler yapıldı.
mam-ı Rabbani hazretleri 1615 (H.1024) senesinde, elli üç ya larında iken,
talebelerinden çok sevdiklerine; "Benim ömrüm ve hayatım hakkındaki kaza-yı mübremin
altmı üç sene oldu unu ilham ile bana bildirdiler." buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü
Peygamber efendimize tabi olmasının çoklu u, ya bakımından da uymakla belli oluyordu.
Aynı zamanda bu hususta hazret-i Ebu Bekr'e, hazret-i Ömer'e ve hazret-i Ali'ye de uymu
oluyordu.
1623 (H.1032) senesinde Ecmir'de iken; "Vefat etmemin yakın oldu una dair i aretler,
alametler görülme e ba ladı." buyurdu. Serhend'de bulunan kıymetli o ullarına mektup
yazıp; "Ömrümüzün sona ermesi yakındır." buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılı ı ile
yanan, evliyanın gözlerinin nuru kıymetli o ulları, bu mektubu alınca, babalarının
bulundu u yere hareket ettiler. Huzuruna kavu unca, bir gün, bu yüksek o ullarını hususi
odaya ça ırdı. Buyurdu ki: "Kıymetli o ullarım, bu dünyaya hiçbir ekilde nazarım ve
ba lılı ım kalmadı. Öbür dünyaya gitmek icab ediyor, gitme ve yolculuk alametleri
görünme e ba ladı."
Muhammed Ha im-i Ke mi demi tir ki: "O ulları odadan çıkınca, kalblerindeki sıkıntıyı
ve ölçülemeyen üzüntüyü, bu fakir gördüm. Her birinin a lamaktan bo azı tıkanıyordu.
Böyle olduklarını görünce, kendilerine ne için bu kadar a ladıklarını sordum. Babaları
mam-ı Rabbani hazretlerinin vefatının yakın oldu unu açıklaması üzerine sebebini
ö rendim. Fakat mam-ı Rabbani hazretleri, bu haberden o ullarının çok üzgün oldu unu,
kalblerindeki sıkıntı ve darlı ı görünce, aynı zamanda kendisine daha bir yıldan çok
ya ayacakları bildirilince, tekrar o ullarını ça ırdılar ve; "Bir takım i leri tamamlamak için
daha bir müddet ya ayaca ımızı bildirdiler." buyurdu. Bunun üzerine iki karde çok sevindi.
Sonra bu hadiseyi bana anlattılar. Bununla beraber, bu fakirin gözya larının aktı ı rahneleri
(çukurları) açmı oldular. Fakat, bu müjdelerinden, kıymetli o ulları ve bu kalbi yaralı a ık,
uzun yıllar ya ayacaklarını ümid ettik."
mam-ı Rabbani hazretleri o günlerde, Hace Muinüddin Çe ti hazretlerinin mezarını
ziyarete gitti. Bir müddet kalblerine murakabe ederek oturdu. Kalkınca, buyurdu ki: "Hazreti
Hace çok iltifat edip, çok efkat gösterdiler. Kendi hususi bereketlerinden ziyafetler
verdiler. Konu tuk ve çok sırlar açıklandı. Konu ulanlardan biri udur: Buyurdu ki: "Bu
asker arasında bulunmaktan kurtulma a çalı mayınız. Kendinizi Allahü teâlânın rızasına
bırakınız." Bu arada o mezarda hizmet gören türbedarlar gelip, mam-ı Rabbani
hazretlerinin elini öpmekle ereflendiler.
Muinüddin Çe ti hazretlerinin kabrinin örtüsünü her sene de i tirip, eskisini evliyanın
büyüklerinden birine gönderirlerdi. Yahud da zamanın padi ahına verirler, o da kıymetli inci
ve mücevherat gibi, bir sandıkta, teberrüken saklardı. O gün, o mezarın örtüsünü de i tirdiler
ve eskisini mam-ı Rabbani hazretlerinin huzuruna getirip, buna en çok layık olan sizsiniz
diyerek takdim ettiler. mam-ı Rabbani hazretleri tam bir edeble kabul etti. Örtüyü
hizmetçilerine verip, kalbden so uk bir ah çekdi ve; "Hazret-i Hace'ye bundan daha yakın bir
libas, bir örtü yoktur. Bunu saklayın, bana kefen olsun" buyurdu.
mam-ı Rabbani hazretleriEcmir seferinden Serhend'e dönünce, artık evinde inzivaya
çekildi. Bir müddet, be vakit namaz ve Cuma namazı hariç, evden dı arı çıkmadı. Nur ve
esrar menbaı olan hususi odasına; Muhammed Ha im-i Ke mi'den, yüksek o ullarından,
talebelerinden ve hizmetçilerinden iki üç ki i hariç, ba kalarının girmesi çok nadir oluyordu.
Halveti seçti i günlerden bir gün, so uk bir nefes çekip; " eyhülislam'ın (Ebu Ali
Dekkak'ın) me rebi çok yükselince, meclisinde insan kalmadı." sözünü söyledi. Burada
oldu u gibi, ömrünün sonuna do ru, mam-ı Rabbani hazretlerinin me rebi de o kadar
yüksek oldu ki, talebelerinin en yüksekleri bile onun yanında mektebe yeni ba layan küçük
çocuklar gibi kalıyorlardı.
mam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinden biri öyle anlatmı tır: " mam-ı Rabbani
hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta oldu u sırada huzuruna çıkıp, birkaç günlü üne
memleketime gidip gelmek için izin istedim. "Birkaç gün dur!" buyurdu. Sonra tekrar
arzedip; "Hemen gidip, dönece im." dedim. "Birkaç gün sabret!" buyurdu. Fakat; "Gidip en
kısa zamanda huzurunuza dönece im." deyince, izin verdi ve: "Sen nerede, biz nerede,
ilkbahar nerede?" mısra'ını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra vefat etti.
Bunun gibi, hususi mahremleri ve onlara çok yakın olanlar; bu günlerde mam-ı Rabbani
hazretlerine inziva ve insanlardan uzak kalmalarına temasla; "Çoluk-çocu unuzdan ve bütün
insanlardan ayrılmanızın, uzlete çekilmenizin sebebi nedir?" diye sorunca, cevabında; "Bu
dünyadan göçmemi çok yakın görüyorum. böyle olunca, tamamen inziva ve ayrılı ı tercih
edip, daima istigfar ediyorum, af diliyorum. Bunları zaruri görüyorum. Bütün vakitlerimi ve
nefeslerimi, zahiri ve batıni ibadetlerle geçirmeyi elzem buluyorum. Bu da ancak,
insanlardan ayrılmak ve yalnız kalmakla ele geçer. Bunun için beni bırakınız, benden
ayrılınız ve beni Allahü teâlâya ısmarlayınız." buyurdu.
Yine bugünlerde, kendi evinin aralı ında (holünde) istirahat ederken, aniden; " ki üç ay
sonra biz bu evde olmayız" buyurdu. Orada bulunanlar; "Hususi odanızda mı
bulunacaksınız?" diye arzettiler. Buyurdu ki: "Orada da olmayaca ım." "Ya nerede
olacaksınız?" diye sordular. "Bu yerlerden hiçbirinde olmam. Bakalım ne olur?" buyurup,
yollarının icabı açık söylemedi.
Bu arada çok sadaka verdi ve büyük hayırlar yaptı. Esrar mahremlerinden, yakınlarından
biri, bu sadaka ve hayratlarının çoklu unu görünce; "Bütün bu hayratlar, belaların
giderilmesi için midir?" diye sordu. Buyurdu ki: "Hayır, belki de kavu mak evki ile bunları
yapıyorum. Ve u beyti okuyup gözlerinden sevinç gözya ları döküldü:
"Vuslat günüdür sırda ım aleme kucak açayım,
Bu devletin, bu nimetin sevinçlerini saçayım."
Muharrem ayının on ikinci günü buyurdu ki: "Bana bu dünyadan öbür dünyaya gitmeme
kırk veya elli gün kaldı ını bildirdiler. Mezarımı da gösterdiler." Bu sözleri dinleyenler
üzüldüler ve a a kaldılar. Ci erlerindeki yara yeniden tazelendi. O günlerde, o lu
Muhammed Said birgün, mam-ı Rabbani hazretlerini a larken gördü. Sebebini sordu.
Cevabında; "Allahü teâlâya kavu manın sevinci ile a lıyorum." buyurdu. Yine o lu; "Allahü
teâlâ, bu i i, bu dünyada çok sevdiklerinin iste ine bırakır. Madem ki, siz bu kadar çok
istiyorsunuz, elbette gidersiniz." diye arz etti. Bu sözü söyleyen o ullarında bir de i me
gördü ve buyurdu ki: "Muhammed Sa'id! Allahü teâlânın gayretine dokunuyorsun." O lu;
"Kendi halime üzülüyorum." dedi ve gayet samimi bir beyanla, derd ve elem dolu kalbini
dı arı vururcasına; "Ey gönlümün süruru babacı ım! Bize yaptı ınız bu efkatsızlık ve
acımasızlık nedendir?" diye arz etti. Bunun üzerine; "Allahü teâlâ sizden sevgilidir. Ayrıca
bizim size efkat ve yardımlarımız, vefat ettikten sonra, bu dünyadakinden daha çok
olacaktır. Çünkü bu dünyada, insanlık icabı bazan ister istemez yardım ve teveccüh tam
olmuyor. Halbuki öldükten sonra, be eri sıfatlardan tamamen ayrılma vardır." buyurdu.
Bunu söyledi i günden itibaren, o günleri sayma a ba ladılar. öyle ki, Safer ayının yirmi
ikinci gecesi kalbleri hasta eshabına; "Bugün söyledi im günlerin kırkıncı günü geçmi
oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz günde ne zuhur eder" buyurdu. Yine o ullarına buyurdu ki:
" u arada hasıl olan birkaç günlük sıhhatte, Allahü teâlâ, Habibine tabi olan bir insanda
bulunabilecek bütün kemalatı bana ihsan eyledi." O ullarının bu sözlerden kalbleri
parçalandı. Çünkü, bu sözlerde hazret-i Ebu Bekr Sıddik-i Ekber'in; "Bu gün dininizi tamam
eyledim." ayet-i kerimesi gelince kalblerine gelen, yani Peygamber efendimiz vefat
edecektir, ilhamından bir i aret bulundu unu anladılar.
Mısra:
"Senin misk zülfünden, ayrılık gecesinin kokusu geliyor."
Safer ayının yirmi üçü Per embe günü, dervi lere, kendi mübarek elleriyle elbiselerini
taksim etti. Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadı ı için, havanın
so uklu u tesir edip, tekrar sıtma hastalı ına tutuldu ve tekrar yata a dü tü. Peygamber
efendimiz hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta olmu lar ve vefat
eylemi lerdi. mam-ı Rabbani hazretleri, bu hususta da ittiba'ı (uymayı) kaçırmadı. Bu
hastalıktan evvel hizmetçilerinden birine; "Mangal için u kadar liralık kömür al!"
buyurdu.Biraz sonra tekrar yanına ça ırarak; "Söyledi imin yarısı tutarında kömür al, çünkü
bir ses kalbime, o kömürleri yakacak kadar zaman kalmadı diyor." buyurdu. Kömürün bir
kısmını kendisi için ayırtıp, di erini çocuklarına gönderdi. Kendisine ayrılmı olan miktar,
vefat etti i gün tamamen bitmi ti. Bu hastalık zamanında, yüksek ilimleri, çok fazla olarak
kendi yüksek o ullarına anlattı. Bir gün ince hakikatleri beyanda o kadar u ra ıyor ve bunun
için o kadar konu uyordu ki, kıymetli o ulları Hace Muhammed Said; "Hazretinizin
hastalı ı bu kadar konu manıza elveri li de ildir, bu marifetlerin beyanını bir ba ka zamana
bıraksanız nasıl olur babacı ım?" diye arzetti. Bunun üzerine: "Ey o lum! Daha zaman ve
fırsat var mı? Biliyorum ki, bir ba ka vakit, bu kadarını söylemeye de kuvvet ve kudret
bulamayaca ım." buyurdular.
Bu günlerde hastalı ı iddetli olmasına ra men cemaatle namaz kılma ı terketmedi.
Ancak son dört-be gün, yalnız ba ına namaz kıldı. Duaları, tesbihleri, salevatları, zikri ve
murakabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dinimizin ve hocalarının yollarının
inceliklerinden hiçbirini terketmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü yarısında kalkıp abdest
aldı. Teheccüd namazını ayakta kıldı ve; "Bu bizim son teheccüdümüzdür." buyurdu.
Vefatından biraz önce, kendinden geçme hali görüldü. Büyük o lu, bu kendinden geçme
halinin çoklu u, hastalı ın iddetinden mi, yoksa isti rak (nurlara gömülme) sebebi ile
midir, diye arzetti. Cevabında; " sti rak sebebi iledir. Çünkü, bazı çok yüksek haller
görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, ta ki hepsini oldukları gibi görebileyim ve
bunlarla her eyim tamam ve kamil olsun." buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek
o ullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme halinden kurtulunca, ci eri yaralı,
kalbi yanık talebelerine elveda sözünü hatırlatan, vasiyetlerini söylemeye ba ladı. Bu
vasiyetlerin ço u; mutabeata, Peygamberimize tabi olmaya te vik, sünnete yapı ma,
bid'atten kaçınma, zikr ve murakabeye devam etme hakkında idi.
Nasihatlerinden birinde; "Mezarımı belli olmayan bir yere yapınız." buyurdu. Yüksek
o ulları arzettiler ki: "Bundan evvel, hazretinizin i areti ile a abeyimizin defnedildi i, erefli
ve bereketli yer hakkında; "Benim mezarım orada olacaktır. Aynı yerde defnedilece im."
buyurmu tunuz. Bu gün de böyle buyuruyorsunuz." "Evet öyleydi. Fakat imdi ben böyle
istiyorum." dedi. O ullarının, bunu kabul etme hakkında durakladıklarını görünce; "E er
böyle yapmazsanız, ehrin dı ında yüksek babamın yanına defnediniz. Bu da olmazsa, ehrin
haricinde bir bahçede benim mezarımı yapınız. Süslemeyiniz. Oldu u gibi bırakınız ki, en
kısa zamanda ni anı kalmasın." buyurdu.
Hazret-i mam kendi kabirleri için buyurdukları iki üç yer hakkında, o ullarında bir
duraklama, bir dikkat, hatta bir a kınlık görünce, tebessüm edip; "Serbestsiniz. Nereyi
münasip görürseniz, oraya defnediniz." buyurdu. Vefat etti i Safer ayının yirmi dokuzuncu
Salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine; "Çok zahmet çektiniz, bu sizin son
zahmetinizdir." buyurdu. Gecenin sonunda: "Bu gece de bitti, sabah oldu." buyurdu. O
günün i rak zamanında; "Bevl edece im, bir le en getirin." buyurdu. Getirdiler, fakat içinde
kum yoktu. " çinde kum olmazsa sıçrama ihtimali olabilir." buyurdu. O en nazik zamanda
da, en ince hususlara dikkat edip, bevl etmedi ve; "Bu le eni kaldırın, beni de yata ıma
yatırın." buyurdu. Dedi i gibi yaptılar. Kendilerine biraz sonra, vefat edeceksin, abdest
alma a vakit bulamayacaksın ilhamı gelince, abdestini bozmak istemedi ve abdestli olarak
ruhunu teslim etmek istedi. Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sa elini sa yana ının
altına koyup, zikrle me gul oldu. Büyük o lu Muhammed Said, babasının sık sık nefes
aldı ını görünce; "Hal-i erifiniz nasıldır babacı ım?" diye arzetti. " yiyim ve kıldı ım o iki
rekat namaz kafidir." buyurdu. Bundan sonra bir daha konu madı. Yalnız Allahü teâlânın
ismini söyledi ve biraz sonra da vefat etti. Peygamberlerin büyüklerinin ço unun son sözleri
namaz olmu tur. Bu hususta da peygamberlerin Serverine tabi oldu. Vefatı 1624 (H.1034)
senesi, Safer ayının yirmi sekizi, güne hesabı ile yirmi dokuzu, Salı günü ku luk vakti vaki
oldu.
O ay yirmi dokuz gün idi. Peygamber efendimizin vefat ayı olan Rebiülevvel ayının ilk
gecesi, Peygamber efendimizin huzuruna kavu tu. Hastalık ve humma çekti i günler, ya ının
sene adedi kadar olup, altmı üç gün idi. Hadis-i erifde; "Bir günlük humma, bir senenin
keffaretidir" buyruldu. Çektikleri hastalık, bu hadis-i erifin manasına uygun oldu.
mam-ı Rabbani hazretlerinin nurlu bedeni yıkama tahtasının üzerine konulup, elbiseleri
soyulunca, orada bulunanlar hazret-i mamın namazda oldu u gibi ellerini ba ladı ını
gördüler. Sa elinin ba parma ı ve küçük parma ını, sol elin bile inde halka yaptı. Halbuki,
o ulları vefatından sonra, kollarını düzeltip uzatmı lardı. Yıkama tahtasına yatırırken,
tebessüm etti ve bir müddet bu ekilde kaldı.
Yıkayıcı, mübarek ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sa tarafını yıkadı. Sa tarafa
yatırıp sol tarafını yıkayaca ı zaman, orada bulunanlar, velilik kuvvetinin bir alameti olarak,
zaif bir hareketle ellerinin hareket etti ini, biraraya geldi ini ve eskisi gibi tekrar sa elinin
ba ve küçük parmaklarının, sol elinin bile inde halka yaptı ını gördüler. Halbuki sa tarafa
yatınca, sa elin sol el üzerine gelmemesi icabederdi. Bununla beraber öyle bir kuvvetle sol
elini tutmu tu ki, ayırmak ve çözmek mümkün de ildi. Kefene sardıkları zaman, yine
ellerinin ba landı ı görüldü. Bu hal iki-üç defa vaki oldu. Nihayet oradakiler, bunda derin
bir mana ve gizli bir sır oldu unu anlayıp, bir daha ellerini açmaya u ra madılar ve o ulları
Hace Muhammed Said; "Madem ki, muhterem babam böyle istiyor, böyle bırakalım"
buyurdu. Peygamber efendimiz hadis-i erifde; "Ya adıkları gibi ölürler" buyurdu. Bu,
Allahü teâlânın büyük bir ihsanıdır. Diledi ine ihsan eyler. O'nun ihsanı boldur.
mam-ı Rabbani hazretlerinin cenaze namazını, o lu Hace Muhammed Said kıldırdı.
Vefatında 63 ya ında idi. Serhend'de evinin yanında defnedildi.Daha sonra Afganistan
padi ahı ah-i Zaman, kabri üzerine büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırdı. Vefat haberi,
talebelerini ve sevenlerini çok üzüp a lattı. Duyuldu u her yerde gözya ları döküldü. Vefatı
üzerine iirler yazılmı ve pekçok tarih dü ürülmü tür. Onun vefatına dayanamayan
talebelerinden Muhammed Ha im-i Ke mi öyle anlatır: "Vefat etti i günün ak amı ehrin
kenarında virane bir mescidde, o pahasız hazinenin hayaliyle içim yanıyor, kalbim
parçalanıyordu. Kalbimden so uk ahlar çekiyor, gözümden yakıcı gözya ları döküyordum.
Ben bu halde iken birden hocamın ruhaniyeti gözüküp; "Sabretmek lazım." buyurdu.
Binlerce kırıklık ve peri anlık içinde; "Ey efendim, ate e kim dayanabilir?" dedim. " brahim
aleyhisselama uymayı yerine getirmek lazımdır." buyurdu. Böylece, bu kendinden geçmi
a ı ın divaneli i arttı, ızdırabımı ve ona olan muhabbetimi dile getiren iirler söyleme e
ba ladım."
Büyük o lu Muhammed Said buyurdu ki: "Yüksek babamı, vefatından sonra rüyada
gördüm. Allahü teâlânın kendisine verdi i büyük nimetlerden tam ne e ve sevinçle
anlatıyordu ve bununla iftihar ediyordu. Kendisine; "Canım babacı ım, ükr makamından
hiç kimseye bir nasib verdiler mi?" diye arzettim. "Evet, beni de ükredenlerden eylediler."
buyurdu. Arzettim ki, Kur'an-ı kerimde mealen; " ükreden kullar azdır." (Sebe' suresi: 13)
buyruluyor. Bu ayet-i kerimeden anla ılan, bu cemaatin, peygamberler oldu udur. Yahud da
Peygamberlerin en büyük eshablarıdır. Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddik gibi deyince; "Evet,
öyledir. Fakat beni hususi bir ihsan ve inayetle, o cemaate dahil eylediler." buyurdu.
Hace Muhammed Ma'sum hazretleri buyurdu ki: "Babamı vefatından sonra rüyada
gördüm. Münker ve Nekir'in suali nasıl geçti? diye sordum." Buyurdu ki: "Allahü teâlâ
merhamet ederek, bereket cihetiyle ilham edip; "E er sen izin verirsen bu iki melek kabrine
gelecek." buyurdu. Arzettim ki: "Ey Allah'ım! Bu iki melek de, senin huzurunda kalsınlar
dedim. Nihayetsiz rahmet ve merhametinden bana acıdı ve onları benim yanıma
göndermedi." Tekrar; "Kabir sıkması nasıl geçti?" diye sordum. "Oldu, fakat çok az oldu."
buyurdu.
Eserleri: 1) Mektubat: slam aleminde mam-ı Rabbani'nin Mektubat'ı kadar kıymetli bir
kitap daha yazılmamı tır. Mektubat, üç cild olup, be yüz yirmi altı mektubunun
toplanmasından meydana gelmi tir. Kelam ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun marifetlerini
açıklayan uçsuz bir derya gibi e siz bir eserdir.
Mektubat'ın birinci cildi 1616 (H.1025) senesinde talebelerinin me hurlarından Yar
Muhammed Cedid-i Bedah i Talkani tarafından toplanmı tır. Birinci cildde üç yüz on üç
(313) mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Ha im-i Ke mi'ye yazılmı tır.
mam-ı Rabbani hazretleri birinci cildin son mektubunu yazınca; "Muhammed Ha im'e
gönderilen bu mektupla resullerin, din sahibi peygamberlerin ve Eshab-ı Bedr'in sayısına
uygun oldu undan, üç yüz on üç mektupla birinci cildi burada bitirelim" buyurmu tur.
kinci cildi ise 1619 (H.1028) senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütni tarafından
toplanmı tır. Bu cildde Esma-i hüsna yani Allahü teâlânın Kur'an-ı kerimde geçen doksan
dokuz ismi sayısınca doksan dokuz (99) mektup vardır.
Üçüncü cild de mam-ı Rabbani hazretlerinin vefatından sonra 1630 (H.1040) senesinde
talebelerinden Muhammed Ha im-i Ke mi tarafından toplanmı olup, bu cildde de Kur'an-ı
kerimdeki surelerin sayısınca yüz on dört (114) mektup vardır. Her üç cildde toplam be yüz
yirmi altı (526) mektup vardı. mam-ı Rabbani hazretlerinin vefatından sonra on mektubu
daha üçüncü cilde ilave edilmi tir. Böylece toplam mektup adedi (536) olmu tur.
Mektubat'daki mektupların birkaçı Arabi, geri kalanların hepsi Farisidir. Çe itli
zamanlarda basılmı tır.
2) Redd-i Revafıd: Farisi olup, Rafızileri reddeden bu kitabın Türkçesi, (Hak Sözün
Vesikaları) kitabında, bir bölüm olarak, hlas Holding A. . tarafından yayınlanmı tır.
Arapça'ya da tercüme edilmi tir. 3) sbatün-Nübüvve: "Peygamberlik nedir?" adı ile
Türkçeye tercüme edilmi tir. Hak sözün Vesikaları kitabı içinde bir bölüm olarak
yayınlanmı tır. AyrıcaArapçası, ngilizceye ve Fransızcaya da tercüme edilmi tir. 4) Mebde'
ve Me'ad, 5) Adab-ül-Müridin, 6) Ta'likat-ül-Avarif, 7) Risale-i Tehliliyye, 8) erh-i
Ruba'ıyyat-ı Abd-il-Baki, 9) Mearif-i Ledünniye, 10) Müka efat-ı Gaybiyye, 11) Cezbe ve
Süluk Risalesi.
mam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
Edebi gözetmek, zikrden üstündür. Edebi gözetmeyen Hakk'a kavu amaz.
Ehlin gönlü için (ailenin gönlünü almak için) günah i lemek ahmaklıktır.
Farzı bırakıp, nafile ibadetleri yapmak bo una vakit geçirmektir.
Gına sahiplerinin yani zenginlerin, alçak gönüllü olması güzeldir. Fakirlerin ise onurlu
olması lazımdır.
nsana lazım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve
yasaklarına uymak, daha sonra tasavvuf yolunda ilerlemektir.
Kalbin tasviyesi (temizlenmesi); slamiyete uymakla, sünnetlere yapı makla,
bid'atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen eylerden sakınmakla olur. Zikr ve rehberi, do ru
yolu gösteren alimi sevmek bunu kolayla tırır.
Kalbin birçok eyleri sevmesinin sebebi, hep o bir ey içindir. O da nefsdir.
Kâfirlere kıymet vermek, müslümanlı ı a a ılamak olur.
Kelime-i tevhid; putlara ibadeti bırakıp, Hak teâlâya ibadet etmek demektir.
Küfür, nefs-i emmarenin isteklerinden hasıl olur.
Malı zarardan korumanın ilacı, zekat vermektir.
Mübahları geli i güzel kullanan, üpheli eyleri yapma a ba lar. üphelileri yapmak da
harama yol açar.
Büyükleri sevmek, saadetin sermayesidir. Muhabbete müdahane, gev eklik sı maz.
Nefs bir kötülük deposudur. Kendini iyi sanarak Cehl-i mürekkeb olmu tur.
Nefse, günahlardan kaçmak, ibadet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan
kaçmak daha sevaptır.
Razzak olan Hak teâlâ, rızıklara kefil olmu , kullarını bu sıkıntıdan kurtarmı tır.
Seadet, ömrü uzun ve ibadeti çok olanındır.
Seadet-i ebediyyeye kavu mak, peygamberlere uyma a ba lıdır.
Sohbeti ganimet bilmelidir. Sohbetin üstünlü ü, bütün üstünlüklerin ve kemallerin
üstüdür.
Sünnet ile bid'at birbirinin zıddıdır. Birini yapınca öteki yok olur.
Zahid, dünyaya gönül ba lamadı ı için, insanların en akıllısıdır.
Zekat niyeti ile bir kuru vermek, da lar kadar altını sadaka olarak vermekten kat kat
daha sevapdır.
Salih ameller slamın be artıdır. Salih amelleri yapmadan kalb selamette olmaz.
Cennet ile Cehennem'den ba ka ebedi bir yer yoktur. Cennet'e girmek için iman ve dinin
emirlerine uymak lazımdır.
Dünyayı maksad edinmemeli. Dünya, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünya ve ahiret bir
arada olmaz. Dünyaya dü kün olmak, günahların ba ıdır. Dünyaya dü kün olanlar ahirette
zarar görür. Dünyaya dü kün olmamanın ilacı, slamiyete uymaktır.
Bu zamanda dünyayı terk etmek çok zordur. Dünyayı terk lazımdır. Hakikaten terk
edemeyen, hükmen terk etmelidir ki, ahirette kurtulabilsin. Hükmen terk etmek de büyük
nimettir. Bu da, yemekte, içmekte, giyinmekte, meskende, dinin hududundan dı arıya
ta mamakla olur.
Dünyayı terk etmek iki türlüdür; birincisi, mübahların, zaruret mikdarından fazlasını
terktir. Bu çok iyidir. kincisi, haramları ve üphelileri terkedip yalnız mübahları
kullanmaktır. Bu zamanda bu da iyidir.
Tesbih okumak (sübhanellah demek), tövbenin anahtarı ve hatta özüdür.
Vakit çok kıymetlidir. Kıymetli eyler için kullanmak lazımdır. lerin en kıymetlisi
sahibine hizmet etmektir. Yani Allahü teâlâya ibadet ve taat etmektir.
Gençlik zamanında dinin emirlerine uymak, dünya ve ahiret nimetlerinin en üstünüdür.
Annenin yavrusuna faydası olmadı ı (annenin yavrusundan kaçaca ı) kıyamet günü için,
hazırlık yapmayana yazıklar olsun!
Ayet-i kerimede mealen; "Vallahu basirun= Allah onların ne yaptıklarını görmektedir"
buyruldu. Allahü teâlâ her eyi gördü ü halde, (insanlar) çirkin i leri yaparlar. A a ı bir
kimsenin bile bu i leri gördü ünü bilseler, vaz geçerler yapmazlar. Bunlar ya Hak teâlânın
görmesine inanmıyorlar, yahud onun görmesine kıymet vermiyorlar. manı olana her ikisi de
yakı maz.
Velilerin hiçbiri, peygamber mertebesine varamaz.
Velilerin hiçbiri, Sahabi mertebesine çıkamaz.
hlas ile yapılan küçük bir i , senelerce yapılan ibadetler gibi kazanç (sevap) hasıl eder.
Her ibadeti seve seve yapmalı. Kul hakkına dokunmama a, hakkı olanlara hakkını
ödeme e titizlikle çalı malıdır.
Dünyanın vefasızlıkta e i yoktur, dünyayı isteyenler de alçaklıkta ve bahillikte
(cimrilikte) me hurdur. Aziz ömrünü, bu vefasızın ve de ersizin pe inde harcayanlara
yazıklar ve korkular olsun.
Gençlik ça ının kıymetini biliniz! Bu kıymetli günlerinizde, slamiyet bilgilerini
ö reniniz ve bu bilgilere uygun ya ayınız! Kıymetli ömrünüzü faydasız, bo eyler
arkasında, oyun ve e lence ile geçirmemek için uyanık olunuz.
nsanlar riyazet deyince, açlık çekme i ve oruç tutma ı anladılar. Halbuki, dinimizin
emretti i kadar yimek için dikkat etmek, binlerce sene nafile oruç tutmaktan daha faydalıdır.
Bir kimsenin önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, i tihası oldu u halde ve hepsini yemek
istedi i halde, dinimizin emretti i kadar yiyip, fazlasını bırakması, iddetli bir riyazettir ve
di er riyazetlerden çok üstündür.
Bir farzı vaktinde yapmak, bin sene nafile ibadet yapmaktan daha çok faydalıdır.
Ölmek, felaket de ildir. Öldükten sonra, ba ına gelecekleri bilmemek felakettir.
Sonsuz kurtulu a kavu mak için, üç ey muhakkak lazımdır: lim, amel, ihlas.
Ölülere dua ve istigfar etmekle ve onlar için sadaka vermekle, imdatlarına yeti mek
lazımdır.
Dünyayı ele geçirmek için ahireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı
bırakmak ahmaklıktır.
Nefse kolay ve tatlı gelen eyi saadet zan etmemeli, nefse güç ve acı gelenleri de ekavet
ve felaket sanmamalıdır.
Birkaç günlük zamanı büyük nimet bilerek, Allahü teâlânın be endi i eyleri yapma a
çalı malıdır.
badetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yakla tıran ey
namazdır.
Cahillerin, büyüklere dil uzatmalarına sebeb olmayınız! Her i inizin slamiyete uygun
olması için, Allahü teâlâya yalvarınız.
Geçici lezzetlere, çabuk biten, tükenen dünyalıklara aldanmamalıdır.
hsan sahibinin kapısı çalınınca açılır.
Gönül dalgınlı ının ilacı; gönlünü Allahü teâlâya vermi olanların sohbetidir.
Dünya hayatı pek kısadır. Bunu en lüzumlu eyde kullanmak gerekir. Bu en lüzumlu ey
de, kalbini toparlamı olanların yanında bulunmaktır. Hiçbir ey sohbet gibi faydalı olmaz.
EDEBE R AYET
Bir gün, hafızlardan biri, kendi minderlerinden a a ı bir minder koyup üzerine oturarak,
Kur'an-ı kerim okuma a ba ladı. mam-ıRabbani hazretleri bu durumun farkına varıp,
hemen üzerinde oturdu u yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir zaman
Kur'an-ı kerim okumakta olan hafızdan yüksekte oturmazdı."
GECE OLANI GÜNDÜZ ANLATMA!
Çok uzak memlekette bulunan bir aziz, mam-ı Rabbani hazretlerinin medhini duyup,
Serhend ehrine geldi ve birinin evinde misafir kaldı. mam-ı Rabbani'den istifade etmek için
geldi ini, ona talebe olmak erefine kavu mak istedi ini, bunun için çok ne eli oldu unu
söyleyince, ev sahibi mam-ı Rabbani'yi kötülemeye ba ladı. Misafir çok üzüldü.Mahcub
oldu. mam-ı Rabbani'ye sı ınıp kalbinden; "Ben yalnızAllah rızası için, size hizmet niyeti
ile gelmi tim. u ahıs, beni bu saadetten mahrum etmek istiyor." dedi. Bu sırada mam-ı
Rabbani birdenbire yalın kılıç gözüküverdi. Hallerini inkâr eden, o ahsa gereken cezayı
verdi ve evden çıktı. O aziz sabahleyin mübarek huzuruna kavu unca, geceki hadiseyi arz
etmek istedi. Fakat mam-ı Rabbani hazretleri; "Gece olanı, gündüz anlatma!" buyurup,
kerametini gizledi.
N SIRRI BUDUR
mam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinden seyyid bir zat öyle nakletmi tir: "Bir grup
tücarla Acin'de idim. Bu tüccarlar arasında Can Muhammed adında Celender'den bir zat da
vardı. Onunla aramızda bir dostluk kurmu tuk. Bir gün biri bana sultanın, mam-ı Rabbani
hazretlerini hapsetti ini söyledi inden çok üzüntülüydüm. Can Muhammed beni böyle
kederli görünce, üzüntümün sebebini sordu. Ben de, mam-ı Rabbani hazretlerinin
hapsedildi ini duydu um için, böyle oldu umu söyledim. Can Muhammed bana; "Ben de
onun talebesiyim. Bugün i in aslını ondan ö renece im." dedi. Sonra gidip kaylule yaptı
yani ö le vaktine yakın biraz uyudu. Sonra bu uykusunda, rüyasında mam-ı Rabbani
hazretlerini gördü ünü ve kendisine; " itti iniz haber do rudur. Fakat bazı makamları
geçmek, Allahü teâlânın celal sıfatı ile terbiye edilmeye ba lıdır. E er öyle olmasaydı o
makamları geçmek mümkün olmazdı. Dostlarımıza söyle, gönüllerini ho tutsunlar, i in sırrı
budur." buyurdu unu söyledi.
ÇABUK GEL, GEÇ KALDIN!
mam-ı Rabbani hazretlerinin akrabalarından biri öyle anlatmı tır: "Ben, mam-ı
Rabbani hazretlerinin talebelerinden olmayı arzu ediyordum. Fakat çe itli maniler sebebiyle,
bir türlü hizmetine girmek nasib olmamı tı. Bir gece karar verip; "Yarın gidip halimi
arzedip, beni de talebeleri arasına kabul etmesini isteyeyim" diye dü ündüm. O gece
rüyamda kendimi derin bir deniz kenarında gördüm. mam-ı Rabbani hazretleri ise kar ı
sahildeydi. Huzuruna kavu mak istiyordum. Bana; "Çabuk gel, çabuk gel! Geç kaldın."
buyurdu. Bu sözlerini i itince kalbim zikretmeye ba ladı. Uykudan uyandım, kalbim artık
zikrediyordu. " mam-ı Rabbani hazretlerinin yolu böyledir. Daha ben sohbette bulunmadan
kalbim zikre ba ladı. Ya bir de sohbetinde bulunsam nasıl olur?" dedim. Sabahleyin mam-ı
Rabbani hazretlerinin huzuruna gidip, gördü üm rüyayı bana olan teveccüh ve tasarruflarını
anlatarak halimi arzettim. Kalbimin zikretmeye ba ladı ını söyledim. Bana; "Yolumuz tam
budur. Buna devam et" buyurdular."
YIKILAN PUTHANE
Seyyid Rahmetullah öyle anlattı: "Dekken melikinin emri üzerine, iki üç arkada la bir
sahraya gittik. Orada bir puthane gördüm. Bir gün mam-ı Rabbani hazretlerinden; "Bir
müslümanın elinden bunu yıkma i i gelirse, bunu muhakkak yıksın veya zarar versin. Bu i i
yapmaktan kaçınmasın. Çünkü bunu yapan Allah yolunda, din için cihad eden gaziler
sevabına kavu ur." diye duymu tum. Onların bu sözlerine güvenerek, arkada larıma; "Bu
sahrada, bu puthaneyi koruyan kimse görünmüyor, burayı yıkalım." dedim. Duvarlardan
biraz yıkınca, civarda tarlalarda çalı an Hindulardan biri, puthaneyi yıktı ımızı görmü .
Ko up, o puthanede tapınan köylülere haber vermi . O sıra bin ki iye yakın bir kalabalı ın
ta larla, sopalarla, mızraklarla tam bir kızgınlıkla üzerimize geldiklerini gördük. Ben ve
arkada larım hayret ve korkudan ne yapaca ımızı a ırıp, oldu umuz yerde kaldık. Kaçma a
bile cesaret edemedik. Kalbimden Kelime-i ehadet getirmeye ba ladım. Bu halde iken,
mam-ı Rabbani hazretlerinin kalbine müteveccih oldum ve; "Ey din büyü ü! Sizin
nasihatinize güvenip bu i i yapma a koyulduk. Allahü teâlânın izniyle bizi bu alçak
kâfirlerin elinden kurtar" dedim. Bu yalvarma ve iltica esnasında mam-ı Rabbani'nin sesi
kula ıma geldi. "Hiç korkma! imdi senin için slam askeri gönderiyorum." diyordu.
Arkada larıma; "Bana bir hal oldu. Hazret-i mam'ın sesini duydum. mam'ın söz verdi i
askerler ne zaman gelecek, bunlar yakla tı." dedim. Hindular çok yakla mı lardı. O anda
birden bire otuz kırk kadar süvari göründü. Son sürat geldiler, bir kısmını kamçılayıp bizi
kurtardılar. Sonra hepsini sürüp götürdüler. Bu i , mam-ı Rabbani hazretlerinin tasarrufu ve
kerameti ile oldu.
YANAN MALLAR
mam-ı Rabbani hazretleri talebeleriyle beraber bir yolculu a çıkmı tı. Bir
kervansarayda konakladıkları sırada, talebelerine aniden öyle buyurdu: "Bu gün buraya bir
bela gelece ini ve herkese sirayet edece ini görüyorum. Arkada larımız birbirlerine
söylesinler herkes; Bismillahillezi la yedurru me'asmihi ey'ün fil-ardı vela fissemai ve
hüvessemi'ul-alim, ve Euzü bi-kelimatillahittam-mati min erri ma halak dualarını tekrar
tekrar okusunlar. Çünkü, bu duayı kim okursa, Allahü teâlânın inayeti ile kendisi ve malı
korunur." Bunu söyledikten iki saat geçmeden kervansarayın bazı kısımlarında yangın çıktı.
Bir türlü söndüremediler ve malların ço u yanıp telef oldu. Bu arada mam-ı Rabbani
hazretlerinin talebelerinden Mevlana Abdülmümin Lahori'nin de malları yandı. Ona; "Sana
hiç kimse okunması icabeden duaları söylemedi mi?" buyurdu. Arkada ları ona bu duaların
okunması gerekti ini söylemeyi unutmu lardı.
EDEPS Z NÖBETÇ
mam-ı Rabbani hazretlerinin güvenilir bir talebesi ve o ulları öyle anlatmı lardır: Bir
tüccar, mam-ı Rabbani hazretlerinin kom ularından birinin malını çaldı. Mal sahibi ise,
mam-ı Rabbani hazretlerinin akrabasından bir genci hırsızlıkla itham etti. O genç, hakaret
ve dayak korkusundan kaçıp gitti. Serhend'de bu i lerle görevli olan nöbetçi bunu duyunca
hazret-i mam'ı ça ırdı. inde gev eklik gösterenin yanına gitmek icabetmedi ini bildikleri
halde, mam-ı Rabbani hazretleri talebelerinden birisi ile, yaya olarak oraya gitti. O edepsiz
nöbetçi onların anına yakı mayan sözler söyledi. Hazret-i mam ise gayet yumu ak cevaplar
verdi. Bu esnada Mevlana Tahir Bedah i geldi. O kızgın nöbetçiye; "Kimi aya ına
ça ırdı ını biliyor musun? Allahü teâlânın dostlarına kötü davrananlar elbette kısa zamanda
cezasını görür." dedi. Nöbetçi onları bıraktı. Aradan bir gün geçmeden bu edepsiz nöbetçi,
semtinde bulunan büyük bir kalabalıkla münaka a etti. kavgaya döküldü. O nöbetçi,
o ullarından ve akrabasından yirmi kadar insanla kalabalı a kar ı koymak istedi ve evin
damına çıktı. O evde harb için saklanan patlayıcı maddeler vardı. Oraya aniden bir ate dü tü
ve büyük bir patlama oldu. O nöbetçi, bütün o lu ve akrabası ile havaya uçtu. Cesedleri bile
görülmedi. Böylece Allah dostlarına kötü söz söylemenin cezasını canıyla ödedi.
N Ç N YIKILMADI
Muhammed Ha im-i Ke mi öyle anlatmı tır: "Ecmir'de iken, Teravih namazı kıldı ımız
mescidin bir duvarı sa lam yapılmamı tı ve bir tarafa do ru e ilmi ti. O kadar ki, mescide
gelenlerin ço u ve etrafında bulunanlar oradan geçerken, bugün yarın bu duvar yıkılacak
derlerdi. mam-ı Rabbani hazretleri bir gün bu dü üncelerine temasla buyurdu ki: "Bu duvar,
bu fakirler burada kaldı ı müddetçe, bize riayet edip her halde yıkılmayacak. Nitekim
büyükler; "Bizim akamız ciddidir." buyurmu lardır. Buyurdukları gibi duvar, mam-ı
Rabbani hazretleri oradan ayrılıncaya kadar yıkılmadı. Oradan ayrıldı ımız gün, ben, herkes
gittikten sonra bir bahane ile bir saat kadar o mescidin yanında kaldım. Duvarın yıkılıp
yıkılmayaca ına bakıyordum. mam-ı Rabbani hazretleri mescid görünmez oluncaya kadar
uzakla ınca duvar birdenbire yıkılıverdi."
K M ÖLECEK, K M KALACAK?
mam-ı Rabbani hazretleri vefat etmeden altı ay önce, aban ayının on be inci gecesi
olan "Berat kandili" gecesini, kendi hususi odasında ihya eyledi. O gece yarısı, kıymetli
hanımının bulundu u odaya geldi. Hanımı dedi ki: "Bu gece ecellerin ve amellerin takdir
edildi i gecedir. Kimbilir Allahü teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine ya ayacak!
diye kaydetti." mam-ı Rabbani hazretleri bu sözü duyunca; "Niçin tereddüt ve üphe ile
söylüyorsun? Ya isminin, dünyada ya ayacaklar sahifesinden silindi ini görenin hali nice
olur?" buyurdu. Bunu söyleyince, esrar yata ı olan kalbinden bir ah çekti. Böylece mam-ı
Rabbani hazretleri, o sene vefat edece ine kerametiyle i aret buyurmu lardı.
D N NAS HATTIR
Buyurdu ki: "Sünnete çok sıkı sarılmak lazımdır." Bu sözleriyle de Peygamber
efendimize uymak istemi lerdi. Çünkü, Peygamber efendimiz vefat edecekleri zaman böyle
nasihat eylemi lerdi. Abbad bin Sariye'den, Tirmizi ve Ebu Davud öyle rivayet eder:
"Resulullah efendimiz bize vaz ediyordu. Bu vazdan kalbler ürperiyor. Gözler ya arıyordu.
Dedik ki: "Ya Resulallah! Bu sözleriniz veda vazına benziyor, bize vasiyet ediniz."
Resulullah aleyhisselam buyurdular ki: "Size vasiyetim olsun: Allah'tan korkunuz, bir köle
bile emr-i ilahiyi bildirse dinleyiniz ve yapınız. Ya ayanlarınız çok eyler görecek. O zaman
benim ve Hulefa-i ra idinin sünnetine gayet sıkı sarılınız, onu elden kaçırmayınız. Dinde
bid'atten çok sakınınız. Çünkü bütün bid'atler dalalettir, sapıklıktır."
mam-ı Rabbani hazretleri vasiyetine devamla öyle buyurdu: "Dinimizin sahibi
Resulullah efendimiz, nasihatlerin en incelerini bile; "Din nasihattır" hadis-i erifi gere ince
ihmal etmediler. Dinimizin kıymetli kitaplarından, tam tabi olmak yolunu ö reniniz ve
bununla amel ediniz. Benim techiz ve tekfin i lerimde sünnete uyunuz." Bundan evvel daha
önce mübarek hanımına buyurmu tu ki: "E er ben senden evvel, bu sıkıntılarla dolu
dünyadan ahirete gidersem, benim kefenimi, senin mehr parandan aldırırsın."

Silsile-i aliyye, Muhamed Bakîbillah


22- Muhamed Bakîbillah
Muhammed Bâkî billah hazretleri, insanları Hakka dâvet eden, do ru yolu göstererek
saadete kavu turan ve kendilerine silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi
ikincisidir. mâm-ı Rabbânî hazretlerinin hocasıdır. 1563‘de Kâbil’de do du. Kâbil'den
Semerkand'a gidip, zamanın en büyük âlimlerinden olan Mevlânâ Sâdık-ı Hulvânî'den
gerekli ilimleri ö rendi. Yüksek yaratılı ı ve kabiliyeti ile kısa zamanda, talebeler arasında
en yüksek seviyeye ula tı. Sonra tasavvufa yönelip, bu yolun büyük âlimlerinden bâtınî
ilimleri ö renerek yüksek dereceye ula tı. Hâcegî mkenegî hazretlerinin sohbetleri,
Bahaddin Buhari ve halifelerinin ruhaniyetlerinin yardımı ile, bu büyükler silsilesine dahil
oldu.
Muhammed Bâkî-billah hazretleri hocasının emriyle Hindistan'a gidip, bir sene Lahor'da
kaldı. Oradaki âlimler onun sohbetine gelip, istifade ettiler. Sonra Delhi'ye gidip, vefatına
kadar orada kalarak, insanlara do ru yolu anlattı. ki-üç sene gibi kısa bir müddette, pekçok
âlim ve velî yeti tirdi. Onun yeti tirdi i büyüklerin ba ında, kendisinden sonra halifesi olan,
ikinci bin yılın müceddidi, slâm âlimlerinin gözbebe i mam-ı Rabbani gelir. mam-ı
Rabbani hazretleri yeti ip kemale gelince, Muhammed Bâkî-billah hazretleri bütün
talebelerinin yeti tirilmesini ona bıraktı.
Emr-i mâruf ve nehy-i münker yaparken, iddet ve sertlik göstermezdi. Bir kimse dine
uygun olmayan bir i yapsa veya söz söylese, yumu aklıkla, kinaye ve ima ile sakındırır,
kalb kırmak istemezdi. Emr-i mâruf yaparken, kendini di er insanlardan ayırmamak ve üstün
görmemek için çok gayret sarf ederdi. sohbetlerinde hiç bir müslüman kötülenmezdi. E er
birinin kalbinden bir müslüman hakkında kötü bir dü ünce geçse, derhal hakkında kötü
dü ünülen kimseyi övücü sözler söyleyerek konu maya ba lardı.
Hân-ı Hânân ismiyle me hur padi ah Abdürrahîm Hân onu sevenlerden biri idi. Bâkîbillah
hazretlerinin hacca gidece ini duyunca, yol parası olarak bol miktarda para gönderdi.
"Bu hediyemi, lutfederek kabul buyurun efendim" dedi. O ise, “Müslümanların paralarını
harcayarak hacca gitmemiz uygun olmaz" diyerek kabûl etmedi ve hacca da gitmedi.
Yemek pi irenin abdestli olmasını, yemek pi irirken dünya kelamı söylenmemesini
tembih ederdi. "Salih olmayanın yemekleri feyzin gelmesine engel olur” buyururdu.
Evliyadan bir zat gelip,; "Hâlimde bir ba lanma, kalbimde bir sıkıntı hissediyorum, fakat
kabahatimin ne oldu unu bilemiyorum." dedi. Hâce hazretleri, "Yeme inde ihtiyatsızlık vâki
olmu " buyurdu. "Her gün aynı yemekleri yiyorum" dedi. Hace hazretleri, " yi dü ün” dedi.
yice dü ününce, "Evet efendim imdi hatırladım, yemek pi erken, helâl oldu u üpheli iki
üç odun yakılmı tı" dedi.
Bir gün HâceHüsameddin'in haber vermesiyle, görevliler içki içen ve ba ka kötülükler
yapan bir genci yakalayıp hapse attılar. Hâce hazretleri bunu duyunca, Hâce Hüsameddine
sitem etti. O da: "Çok kötü bir gençtir" deyince, üzüntülü bir ekilde, derin bir âh çekip
buyurdu ki: "Sen kendini iyi gördü ünden o sana kötü görünüyor. Fakat biz kendimizi ondan
farklı görmüyoruz. Nasıl olur da onu kötüleriz?"
Sonra o genci, hapisten çıkardılar. O genç, kom usu hâce hazretlerinin yakın alâkası
kar ısında son derece memnun olup, günahlarına tövbe ederek sâlihlerden oldu.

Silsile-i aliyye, Hâcegî Muhammed Emkenegî,


21- Hâcegî Muhammed Emkenegî
Hacegi Muhammed Emkenegi hazretleri, evliyanın büyüklerinden. nsanları Hakka
davet eden; do ru yolu göstererek, saadete kavu turan ve kendilerine "Silsile-i aliyye"
denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi birincisidir.
1512’de Buhara'nın mkene kasabasında do du. 1599’da orda vefat etti. Evliyanın
büyüklerinden Dervi Muhammed hazretlerinin o lu ve Muhammed Bâkî-billah
hazretlerinin hocasıdır. Zahirî ve batınî ilimleri babasından ö rendi. Babasından feyiz alarak
tasavvufta kemale erdi. Tasavvuf ilminin ve hallerinin mütehassısıydı.
Bütün ömrü slamiyete hizmetle ve Peygamber efendimizin güzel ahlakını insanlara
duyurmakla ve ö retmekle geçti. Çok velî yeti tirdi. Yeti tirdi i velîlerin en ba ta geleni
kendisinden sonra halîfesi olan Muhammed Bâkî-billah'tır. Muhammed Bâkî-billah
hazretleri, bir gece rüyasında Hacegi Muhammed mkenegîyi gördü. Hocası ona; "Ey o ul,
senin yolunu gözlüyorum." buyurdu. Bâkî-billah hazretleri buna çok sevindi. Hemen
huzuruna gitti. Huzuruna varınca ona çok iltifat gösterip, yüksek hâllerini dinledi. Sonra üç
gün üç gece birlikte bir odada ba ba a kalıp, sohbet ettiler.
Hacegi hazretleri ona feyiz verip, yüksek faydalara kavu turdu. Sonra Bâkî-billah
hazretlerine; "Sizin i iniz, Allahü teâlânın yardımı ve bu yüksek yolun büyüklerinin
ruhlarının terbiyeleriyle tamam oldu. Tekrar Hindistan'a gitmeniz lâzım. Çünkü bu silsile-i
aliyyenin, orada sizin sayenizde parlayaca ını görüyorum. Bereket ve terbiyenizden çok
istifade edip, büyük i ler yapacak kimseler gelecek." buyurdu.
Hace Bâkî-billah kendilerini bu i e lâyık görmedi inden, özür dilediyse de, Hacegi
mkenegî, ona istihare yapmasını emretti. Rüyasını mkenegî hazretlerine anlattı ı zaman, u
kar ılı ı aldı:
"Derhal Hindistan'a gidiniz. Orada sizin bereketli nefeslerinizden bir aziz meydana
gelecek, bütün dünya onun nuruyla dolacak. Hatta, siz de ondan nasîbinizi alacaksınız."
Hace Bâkî-billah hazretleri Hindistan'da Serhend ehrine geldi i zaman, kendisine;
"Kutbun etrafına geldin" diye ilham olundu. Bu kutub, mâm-ı Rabbani hazretleriydi.
Demek ki, bu kıymetli tohum, Semerkand ve Buhara'dan getirilmi , Hindistan topra ına
ekilmi oluyordu.
Hacegi Muhammed mkenegî hazretleri, ömrünün sonlarına do ru sık sık öyle söylerdi:
Ölümü hatırlar, gülemem asla,
Bugün ne olacak bilemem asla,
Maksadım Rabbime yakın olmaktır
Bundan ba kasını istemem asla.
Mevlânâ Halid-i Ba dadî hazretleri bir mektubunda Hacegi Emkenegî hazretlerinden
bahisle öyle buyurmu tur:
"Hacegi Emkenegî, Hak â ıklarını gerçek sevgiliye kavu turmak için sıkıntılara
katlanarak ve zahiren kırıklık içerisinde senelerce rehberlik yaptı. Bir gün talebelerinin bir
kısmı ile dikenlik bir yerden geçiyorlardı. Bir talebesinin ayakları yalın idi. Aya ına hep
diken batıyordu. çinden gizlice ah çekiyor ve aya ını da hocasının izinden ayırmıyor, takip
ediyordu.
Hocası Emkenegî hazretleri onun bu hâline iltifat edip, "Karde im aya a elem dikeni
batmadıkça, murat gülü açılmaz." buyurdu. Bu söze talebe çok sevindi.”

29 Nisan 2013 Pazartesi

Silsile-i aliyye, Dervî Muhammed


20- Dervî Muhammed
Derviş  Muhammed hazretleri, evliyânın büyüklerinden. insanları Hakka dâvet eden,
do ru yolu göstererek saâdete kavu turan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük
âlim ve velîlerin yirmincisidir.
Rûh ilimlerinde mütehassıs idi. Büyük âlim ve kâmil bir velî olan dayısı Kâdı
Muhammed Zâhid'in derslerinde yeti ti. Dayısına talebe olmadan önce, on be sene nefsinin
isteklerinden kurtulmak için mücadele etmi ve insanlardan uzak ya amı tı.
Bir gün ellerini açıp, acizli ini ve çaresizli ini Allahü teâlâya yalvararak arz etmi ti.
Aniden Hızır aleyhisselâm gelip; "E er sabır ve kanâat istiyorsan, Muhammed Zâhid'in
hizmet ve sohbetine kavu makta acele et. O sana sabır ve kanâati ö retir." buyurdu. Hemen
Muhammed Zâhid'in yüksek huzuruna varıp, orada ilim tahsîl etti. Güzel terbiye görüp,
kemâle geldi. Hocası ona, insanlara do ru yolu anlatmak, ebedî olan Cehennem azâbından
kurtaracak eyleri bildirmek için hilâfet verdi. Hocasının vefâtından sonra yerine geçip,
Semerkand'da, do ru yoldan ayrılanlarla ve dîne sonradan sokulan bid'atlerle u ra tı.
Bid'atleri yok etti. Çok velî yeti tirdi.
nsanları Allahü teâlânın yoluna ça ırmada çok gayret gösterdi. Talebelerinin terbiyesi
husûsunda, insan üstü bir kuvvet ve gayrete sahipti. mam-ı Rabbani hazretlerinin dünyâya
gelmesinden bir sene önce, vefât etti. nsanları ir âd için yeti tirdi i yüksek talebeleri pek
çoktur. Bunların en büyü ü, o lu Hâce Muhammed mkenegî'dir.

Silsile-i aliyye, Kâdî Muhammed Zâhid


19- Kâdî Muhammed Zâhid
Kadı Muhammed Zahid hazretleri, Türkistan'da ya amı büyük velîlerdendir. nsanlara
slâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak saadete kavu maları için çalı an ve Silsile-i aliyye
adı verilen büyük âlim ve velîlerin on dokuzuncusudur. Annesi silsile-i aliyye büyüklerinden
Yakub-i Çerhî hazretlerinin kızıdır.
Küçük ya tan itibaren ilim ö rendi. Daha sonra tasavvufa yöneldi. Ubeydullah-ı Ahrar
hazretlerine talebe oldu. 12 yıl onun kalplere ifa olan sohbetlerinde bulundu. Ondan
vazifesini devraldı. Birçok talebe yeti tirdi. Silsile-i aliyye büyüklerinden Dervi
Muhammed hazretleri onun yeti tirdi i evliyadan biridir.
Memleketi olan Semerkand'da kalıp ilim tahsîl ettikten sonra daha fazla ilim ö renmek
için bir talebesiyle Hirat'a gitmek üzere yola çıktı. adman köyüne vardıkları zaman havanın
sıcak olması sebebiyle orada bir müddet kaldılar. O sırada köye Ubeydullah-ı Ahrar
hazretleri te rif etti. Onu ziyarete gitti. Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri. Onunla biraz
konu tuktan sonra, sohbete ba ladı. Sohbette Muhammed Zâhid'in hatırından geçenlere
cevap verip. ona, "E er maksadın ilim ö renmekse o i burada daha kolay" buyurdu. Sonra
onun yanına yakla ıp, "Hirat'a gitmekten maksadın ne? lim ö renmek mi, yoksa tasavvuf
mu?" buyurdu. Muhammed Zahid deh ete kapılıp cevap veremedi. Yanındaki talebesi;
"Onun asıl maksadı tasavvuf yoluna girmektir." diye cevap verdi. Ubeydullah-ı Ahrar
hazretleri tebessüm edip; "O halde çok iyi." buyurdu. Sonra birlikte bahçeye çıktılar. Orada
Muhammed Zâhid'in elini tuttu. Elini tutar tutmaz kendinde büyük de i iklik hisseden
Muhammed Zâhid bayıldı. Ayıldı ı zaman Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; "Belki sen benim
yazımı okuyabilirsin." Diyerek cebinden bir kâ ıt çıkarıp “Bu ka ıtta ibâdetin hakîkati ve
Allahü teâlânın azameti kar ısında insanın âcizli i yazılı” diyerek Muhammed Zahid'e verdi.
Bu kâ ıtta öyle yazılıydı:
"Bu saadet Allahü teâlânın muhabbetiyle ve onun resûlüne tâbi olmakla ele geçer.
Bunun için din ilimlerine varis olan âlimlerin sohbetlerinde bulun. Onlardan faydalı
ilim ö ren. Tâ ki Resulullah efendimize tâbi olmak sûretiyle mârifet-i ilâhiyyeye
kavu asın. Kötü din adamlarından uzak dur. Helâl haram ayırmayan, dine uygun
olmayan i ler yapan cahil tarîkatçılardan uzak dur."
Muhammed Zâhid'e Hirat'a gitmek üzere izin verdi. Sadüddîn Ka garî'ye vermesi için
bir de mektup verdi. Mektupta Muhammed Zahid'e yardımcı olunması yazılıydı. Bu
hareketleri gören Muhammed Zâhid'in Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerine kar ı muhabbeti ve
ba lılı ı arttı. Fakat bir türlü Hirat'a gitme azminden vaz geçemedi. Mektubu alıp yola çıktı.
Yolda ilerledikçe bindi i hayvan yava ladı. yol almaktan âciz kaldı. Buhara'ya 36 km
kalmı tı ki, iddetli bir göz a rısına tutuldu. Günlerce orada kaldı. yile ince yola çıktı. Bu
sefer de Humma hastalı ına tutuldu. O zaman e er yola devam ederse helâk olaca ını anladı.
Gitmekten vaz geçti. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin huzuruna dönüp sohbet ve hizmetinde
bulunmaya karar verdi. Gelip umdu una kavu tu.
Buyurdu ki: Dervi lik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, keramet
göstermek de ildir. Dervi lik; gönlü, mâsivadan, [Allahü teâlâdan ba ka her eyden] yüz
çevirmektir. Bir yandan günah i leyip, bir yandan da, "Estagfirullah" demek, istigfar
de ildir. stigfar; Allahü teâlânın emirlerine uymak, yasak etti i eylerden
sakınmaktır.

Silsile-i aliyye, Ubeydüllah-i Ahrâr


18- Ubeydüllah-i Ahrâr
Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri, Türkistan'ın büyük velilerindendir. Kendilerine "Silsile-i
aliyye" adı verilen ve insanlara slamiyetin emir ve yasaklarını anlatarak dünya ve ahirette
saadete kavu malarına vesile olan büyük alim ve velilerin on sekizincisidir. 1403’te
Ta kent'te do du. 1490’da Semerkant'ta vefat etti. Kabri oradadır.
Do umundan itibaren üstün halleri görüldü. Annesi nifastan temizlendikten sonra
emmeye ba lamı tır. Yüzünde öyle bir nur parlardı ki, görenler hayran kalıp, ona duâ
ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç dü mezdi. Dedesi de, alim ve veli idi. Vefat
edece i sırada, torunları ile tek tek vedala tı. Ubeydullah-ı Ahrar o zaman çok küçüktü. Onu
görünce, kuca ına aldı. Sarılarak a ladı ve öyle dedi: "Ben, bunun büyük bir zat oldu u
zaman hayatta olmam. Bu slamiyete hizmet edecektir. Cihan padi ahları bunun sözünü
dinleyecekler." dedi.
Tasavvufta yüksek derecelere kavu tuktan sonra, helâl kazanmak için tarımla me gûl
oldu. Kısa zamanda zengin oldu. 1300'den fazla çiftli i vardı. Herbirinde üç bin amele
çalı ırdı. Allahü teâlâ onun mahsûlüne öyle bir bereket verdi ki, her yıl 800 bin batman [700
ton] zahire u ur verirdi. Ambarlarına konulan mahsul, çıkardıklarında, koyduklarından fazla
geliyordu. Kendisi bu konuda; "Bizim malımız, fakirler içindir. Bunca malın hassası i te bu
noktadadır" buyururdu.
Yakınlarından biri, bir gece birini kendisine arap alıp getirmesi için gönderdi. O kimse
arabı alıp gelince, onun bulundu u evin önünde durup, arap testisini yukarıdan sarkıttı ı
bir sepete koydu. O da sepeti yukarı çekmeye ba ladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi
koptu, yere dü tü ve testi kırıldı. arap isteyen kimse, kimse bilmesin diye, sabahleyin
erkenden kalkıp kırılan testisinin parçalarını topladı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri o
kimsenin evine geldi. "Gece yukarı çekti in testinin sesi kula ıma geldi. E er o testi
kırılmasaydı, benim kalbim kırılırdı ve bir daha seninle bulu mama imkân kalmazdı.”
buyurdu.
Bu talebesi anlatır: Seferde idik. Gece yarısı bana "Hemen kalk, e yalarını topla ve
derhal dı arı çık!" buyurdu ve kendisi de çıktı. Bu çevrede olanları da uyandır. Beni takip
edin" dedi. bir tepeye do ru yürüdü, biz de hemen toparlanıp onu takip ettik. Tepeye çıkınca,
durdu. Biz de yanında durduk. Bir kısmı da, gelmemi ti. Biz tepede iken, birdenbire korkunç
bir sel geldi. Önüne gelen a aç, kaya, duvar, ne varsa süpürüp götürüyordu. Ayrıldı ımız ev
de sel suları içinde kalmı , gelmeyenler de sele kapılmı tı. Sele kapılmaktan kurtulanlar,
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bu kerâmetini görerek, onun büyük bir velî oldu unu bir
kere daha anlamı oldular. Buyururdu ki:
“Kalbin kararmı olmasının alâmeti, günahlardan, üzüntü duymaması, günahta
ısrar etmesidir. i ledi i günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık nasihat tesir
etmez, gafletten uyanmaz."
"E er biz eyhlik yapsaydık, zamanımızda hiçbir eyh kendisine talebe bulamazdı.
Fakat bize ba ka i emredildi. Bizim i imiz, müslümanları zulümden korumaktır."
“Tasavvuf, vakti, en de erli olan eye sarfetmektir."
"Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir."
"Tasavvuftan maksat, kendini zorlamadan her an Allahü teâlâyı hatırlamaktır."
" nsanın kıymeti; idrâkinin, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladı ı
kadardır."
"Belâlara sabretmek hatta ükretmek gerekir. Çünkü, Allahü teâlânın birbirinden
acı belâları vardır."
" nsanın yaratılmasından maksat, kulluk yapmasıdır. Kulluktan maksat ise, her
hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır."
"Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız düzgün de ilse, hâlimiz
haraptır. E er bütün harablıkları, çirkinlikleri verseler itikadımız düzgün ise, hiç
üzülmemeliyiz"

Silsile-i aliyye - 17- Ya’kûb-ı Çerhî


17- Ya’kûb-ı Çerhî
Yakub-i Çerhi hazretleri, evliyanın büyüklerinden. nsanların iman, ibadet ve ahlak
hususunda do ruyu ö renip, yapmalarını sa layan ve Allahü teâlânın rızasına kavu turmak
için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen slam âlimlerinin on yedincisidir.
Derin âlim ve kamil bir veli idi.
Kendisi anlatır: “Buhara’nın âlimlerinden ilim tahsil edip icazet aldıktan sonra
memleketime dönmek üzere idim. çimde Behaeddin-i Buhari hazretlerinin yanına gitmek
arzusu hasıl oldu. Huzuruna varıp; “Beni hatırdan çıkarmayınız.” diye yalvardım. “Tam
gidece in sırada mı bana geliyorsun?” buyurdu. “Gönlüm i tiyakınızla dolu." dedim. “Bu
arzu ne sebepten geliyor?” dedi. “Büyük bir zatsınız ve herkesin makbulüsünüz.” dedim.
Bunun üzerine; “Bu sebep kâfi de il, daha makbul bir ey bulman lazımdır. Halkın beni
kabulü eytanî olabilir.” buyurdu. Bunun üzerine; “Sahih bir hadis-i erifte; “Allahü teâlâ
bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalblerine dü ürür. nsanlar onu
severler.” buyurulmu tur.” deyince, tebessüm ederek “Biz azizanız” dedi. Bu sözü duyunca
kendimden geçer gibi oldum. Çünkü bu görü meden bir ay kadar önce, bir rüya görmü tüm.
Rüyamda bana; “Azizan’ın talebesi ol!” demi lerdi. Behaeddin-i Buhari hazretleri; “Biz
azizanız.” buyurunca rüyayı hatırladım. Tekrar; “Bana teveccüh ediniz, hatırınızdan
çıkarmayınız.” diye yalvardım. “Bir gün Azizan’dan (Ali Ramiteni'den) böyle bir istekte
bulunmu lar. O da, bir eyin hatırda kalması için bir vasıtaya ihtiyaç oldu unu söylemi ve
hatırlamaya vesile olacak bir ey istemi ler.” buyurdu. Bunu söyledikten sonra, bana
mübarek takkesini hediye ederek, “ u takkeyi al, onu her gördü ünde bizi hatırla ve yanında
bul.” buyurdu.
Yine kendisi anlatır: “Allahü teâlânın inayetiyle bu fakirde erenler yoluna girmek arzusu
do unca, Behaeddin-i Buhari hazretlerine kavu mak nasip oldu. Onun kerem ve iltifatları
beni saadete garketti. Gördüm ki, mür idim kamildir. Çe itli vakalar ve gaybî i aretlerden
sonra, Kur’an-ı kerimi açıp bir ayeti i aret tutmak istedim; “O peygamberler Allah’ın
hidayetine eri tirdi i kimselerdir, sen de onların gitti i yoldan yürü...” mealindeki ayet-i
kerime çıktı, ba lılı ım kat kat arttı.
Tereddüt içinde bulundu um günlerden idi. çimde öyle bir fırtına koptu ki, hemen
Behaeddin-i Buhari hazretlerinin huzuruna kavu mak için Kasr-ı Arifan’a gittim. Behaeddini
Buhari hazretlerinin evlerine yakla tı ım zaman; yola çıkmı , beni beklemekte oldu unu
gördüm. Beni yanına oturttu. Namaz kıldıktan sonra sohbete ba ladı. Buyurdu ki: “ lim iki
kısımdır. Biri kalb ilmi; bu ilim, en faydalı olan ilimdir. Bu ilmi nebîler ve resûller
ö retir. Di eri lisan ilmidir. Bu ilim de Allahü teâlânın insano luna hüccetidir. Batın
ilminden sana bir pay eri mesini ümit ederim.”
Buyurdu ki: “Sadakat ehliyle oturdu unuz zaman, dikkatli olun. Çünkü onlar, kalblere
girip himmetinize bakarlar. Biz, kendi kararımızla kimseyi kabul edemeyiz. Böyle memuruz.
Bakalım bu gece bize ne i aret buyurulur. E er seni kabul ederlerse, biz de kabul ederiz.”
buyurdu.
Ömrümde o gece kadar çetin ve zor bir gece geçirmedim. Saadet kapısının yüzüme
kapanmasından korktum. Sabah namazını hocamla beraber kıldım. Namazdan sonra; “Sana
müjdeler olsun, kabul i areti geldi. Biz insanları az kabul ederiz. Kabul etti imiz zaman da
geç kabul ederiz. Ta ki gelenlerin nasıl geldi i ve zamanının gelmi oldu u belli olsun.”
buyurdu. Halifesi Alaüddin-i Attar ile sohbet etmemizi emretti. Ben de onun yanına gittim
ve vefatına kadar sohbetlerinde kaldım. Onun halifesi olarak insanlara do ru yolu gösterdim.

27 Nisan 2013 Cumartesi

Silsile-i aliyye - 16- Alâ’üddin-i Attâr


16- Alâ’üddin-i Attâr
Alaüddin-i Attar hazretleri, Buhara'da yeti en en büyük evliyadandır. nsanları Hakka
davet eden, onlara do ru yolu gösterip gerçek saadete kavu turan ve kendilerine Silsile-i
aliyye denilen büyük âlim ve velilerin 16.sıdır. Asıl ismi Muhammed bin Muhammed
Buharidir.
Zengin babası vefat edince, o ullarına miras olarak çok fazla mal kaldı. Fakat Alaaddin
hiç miras kabul etmeyip, ah-ı Nak ibend Muhammed Bahaaddin-i Buhari’ye talebe olmayı
tercih etti. Gidip halini arz etti ve talebeli e kabul buyrulmasını istirham eyledi. Bahaaddin
Buhari hazretleri ona nazar edip, (Evlâdım bizim yolumuzda mihnet ve sıkıntı çoktur.
Dünyayı ve nefsini terkedebilecek misin?) buyurunca, hiç dü ünmeden, (Yapmaya hazırım
efendim) dedi. (Öyleyse bugün bir küfe elma al, karde lerinin mahallesinde sat!) buyurdu.
Elma sattı
Alaaddin, soylu ve tanınmı bir aileye mensup olmasına ra men, kibirlenmeden,
karde lerinin mahallesinde, ba ıra ba ıra elma sattı. Ertesi gün hocasının huzuruna gelerek,
(Emirlerinizi yerine getirmeye çalı tım efendim.) dedi. Hocası, (Bugün de karde lerinin
dükkanı önünde satacaksın.) buyurdu. "Peki efendim!" diyerek, a abeylerinin dükkanı
önünde ba ıra ça ıra elma satmaya ba ladı. A abeyleri, (Bizi elâleme rezil etme, para lâzım
ise, istedi in kadar verelim, mirasından da fazlasını al, fakat bu i i bırak.) dediler. Onları hiç
dinlemeyip elma satmaya devam etti. A abeyleri, (Madem satacaksın, bizim dükkanın
önünde satma!) dediler. O yine dinlemedi. Hakaretler ederek, onu dövdüler. Fakat o, hiçbir
eye aldırı etmedi. Hocasının emrine uymaya devam etti. Ertesi gün hocası, (Artık bu i
tamam) diyerek elma satı ı i ini bıraktırdı ve onu talebeli e kabul buyurdu.
Alaaddin-i Attar hazretleri anlatır: (Hocam beni kabul edince, onu çok sevdim ve
sohbetlerinden ayrılamıyacak hâle geldim. Birgün bana, (Sen mi beni sevdin, ben mi seni
sevdim?" buyurdu. (Bu âciz hizmetçiye iltifat ederseniz, o da sizi sever.) dedim. (Az bekle!)
buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde ona kar ı sevgiden eser kalmadı. O zaman, (Sevginin
kimden oldu unu anladın mı) buyurdu.
E er mâ uktan sevgi olmaz ise â ı a,
 ı ın muhabbeti kavu turmaz mâ u a.
Talebeli e kabul edilince, canla ba la hizmet etti. Talebelerin arasında parmakla
gösterilenlerden oldu. Hocası onun derecesinin çok yüksek oldu unu bildi i için, birgün
hanımına, (Kızımız bülû a erince haber ver.) buyurdu. Kız bülû a girince, hocası, talebesi
Alaaddinin odasına gitti. Eski bir hasır üzerinde kitap okurken gördü. Ba ının altına koydu u
bir tu lasından ba ka bir eyi yoktu. Hocası, (E er kabul edersen, bülû a gelmi bir kızım
var. Seninle evlendireyim.) buyurdu. Alaaddin, (Büyük lütuf buyurdunuz. Fakat
görüyorsunuz, hiçbir eyim yok.) dedi. Hocası, (Kızım sana takdir edilmi tir. Rızkınızın da,
Allahü teâlânın gönderece i bildirilmektedir.) buyurdu. Bir müddet sonra evlendiler.
Nehre atladı
Bahaaddin-i Buhari hazretleri, talebeleri ile kıra çıkmı tı. Yolda bir nehirden
geçiyorlardı. Nehir yeni ya an ya murlarla ta ıp kabarmı , a açları kökünden söküp
götürüyordu. Hocaları (Alaaddin atla!) buyurdu. O da, hemen nehrin içine atladı. Sularda
kayboldu. Talebeler a kınlık içinde idi. Ancak hocalarına bir ey soramadılar. Hocaları, kır
gezisinden ak am üzeri geri dönerken, köprünün yanına gelince, (Bir eksi imiz var mı?) diye
sordu. Talebeler de, (Evet) dediler. Hocaları elini uzatarak; (Alaaddin gel!) buyurdu.
Alaaddin nehirden çıktı. Elbiseleri bile ıslanmamı tı. Hocaları, (Bakın, nehir, kökleri sa lam
olmayan bütün a açları söküp götürüyor. Fakat Alaaddin'in kökü sa lam oldu undan onu
götüremedi.) buyurdu.
Alaaddin-i Attar hazretleri buyururdu ki: (Maksada ancak hocanın, rızâsı ile erebilir.
Talebeye, bütün i lerini hocasına bırakmak dü er. Hocasının yanında bir tercihi
olmamalı. Allah adamları ile sohbet aklı artırır, onları görmek için iki günü
geçirmemelidir.)
Vefât edince, rüyada gördüler. (Allahü teâlanın bize verdi i nimetler çoktur. En
küçü ü u ki: Kabrimin 40 fersah (240 km) uzaklı ına defnedilmi olan
müslümanların, efaatim ile affolunaca ı bildirildi.) dedi.

Silsile-i aliyye - 15- Seyyid Muhammed Bahaeddin


15- Seyyid Muhammed Bahaeddin
Seyyid Muhammed Bahaeddin Buhari hazretleri, insanları Hakka davet eden, do ru yolu
göstererek saadete kavu turan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve
velilerin on be incisidir.
Allahü teâlânın sevgisini kalplere nak etti i için, kendisine Nak ibend denir.
1318’de Buhara'ya yakın Kasr-ı Arifan'da do du. 1389 ‘de Kasr-ı Arifan'da vefat etti.
Kabri oradadır. slam âlimlerinin en me hurlarından olup, tasavvufta en yüksek derecelere
ula mı tır. Zamanında ve kendinden sonraki asırlarda onun sebebi ile pek çok insan,
hidayete, do ru yola kavu mu tur.
Zamanının büyük velilerinden Muhammed Baba Semmasi, henüz o do madan Kasr-ı
Arifan'a gelmi ti. Bu geli inde, burada bir büyük zatın kokusu geliyor. Bu beldede büyük
bir veli yeti ecek diyerek i aret etmi , emsalsiz bir zatın buradan zuhur edip ortaya
çıkaca ını talebelerine müjdelemi ti.
Babası Seyyid Muhammed Buhari anlatır: "O lum Behaeddin'in do masından üç gün
sonra, Hace Muhammed Baba Semmasi, yine Kasr-ı Arifan'a gelmi ti. Ben kendisini çok
sever ve muhabbet beslerdim. yeni do an o lum Behaeddin'i alıp huzuruna götürdüm. Hace,
o lumu elimden alıp, ba rına bastı ve; "Bu yavru, benim o lumdur. Ben bunu, manevi
evlatlı a kabul ettim" buyurdu. Sonra Seyyid Emir Gilal'e öyle dedi: "Size, bu yerde bir
büyük zatın kokusu geliyor derdim. te o mübarek koku, bu melek yavrunun kokusudur. Bu
yavru, büyük bir zat olsa gerektir." buyurdu.
Annesi anlatır: "O lum Behaeddin dört ya ında iken, evimizdeki ine i göstererek, bu
inek beyaz ba lı bir buza ı do uracak dedi. Birkaç ay sonra inek, dedi i gibi bir buza ı
do urdu."
Behaeddin Buhari hazretlerinin ilk hocası, Hace Muhammed Baba Semmasi'dir. Sonra
Seyyid Emir Gilal hocası oldu. Daha bir çok hocalardan ders aldı.
"Ali Ramiteni hazretlerinden gelip, emanet olarak saklanan taç bana verildi. O anda
kalbim Allahü teâlânın muhabbeti ile dolup, ta tı. Sonra hocam Seyyid Emir Gilal, Kasr-ı
Arifan'a geldi. Bana çok iltifatta bulunup; "Hace Muhammed Baba Semmasinin emri üzerine
seni yeti tirmeye çalı aca ım" dedi.
Seyyid Emir Gilal hazretleri Behaeddin Buhari hazretlerinin yeti mesi için titizlikle
me gul olup, onu tasavvufta yüksek derecelere ula tırdıktan sonra buyurdu ki:
"Hace Muhammed Baba Semmasi'nin sizin terbiyeniz ile ilgili vasiyetini yerine
getirdim. Sizi istenilen ekilde yeti tirdim. Artık icazetlisin”
Behaeddin Buhari hazretleri, Emir Gilal hazretlerinin vefatından sonra, insanlara do ru
yolu gösterip, rehberlik vazifesini yapmaya ba ladı.
Maalesef bugün dünyanın hemen her beldesinde onun ismini kullanarak, Nak ilik adı
altında Hakka giden yolu kesen çok eyh taslakları vardır. Ehl-i sünnet itikadını bilen bir
kimse, bunların yanlı yolda oldu unu rahatça anlar.

Silsile-i aliyye - 14- Seyyid Emîr Gilâl


14- Seyyid Emîr Gilâl
Seyyid Emir Gilal hazretleri, insanları hakka dâvet eden, do ru yolu göstererek saâdete
kavu turan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin on
dördüncüsüdür. Hz. Hüseyin'in soyundandır. Evliyânın me hûrlarından olan Muhammed
Bâbâ Semmâsî'nin talebesi ve Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin hocasıdır. Çömlekçilik
yaptı ı için "Gilâl" veya “Külal” ismiyle me hûr olmu tur. Her ânını slâmiyet’e uygun
olarak geçirmi , pek çok kimse onun sohbet ve derslerinde kemâle gelmi tir. Annesi öyle
anlatır: "Emîr Gilal'e hâmile iken, üpheli bir lokma yesem, karın a rısına tutulurdum. O
lokmayı mîdemden geri çıkarmadıkça, karın a rısından kurtulamazdım. Bu hâl ba ımdan üç
defa geçti. Sonra hayırlı bir çocu a hâmile oldu umu anladım. Bunun üzerine yedi im
lokmaların helâlden olmasına çok dikkat edip, ihtiyatlı davrandım."
Sâlih zâtlardan biri vefât edece i sırada, cenâze namazını Emîr Gilal hazretlerinin
kıldırmasını vasiyet etmi ti. Fakat o, uzak bir yerde bulunuyordu. O zât vefât edince, o
beldenin âlimleri toplandı. Onun ça rılması için, bulundu u yere bir ki i gönderelim dediler.
Bunun üzerine orada bulunan eyh Sûfî; "Haberciye lüzum yok, kendisine mâlûm olabilir."
dedi. Her ihtimale kar ı, iki ki i gidip, haber vermek üzere hazırlanmı tı. Tam gidecekleri
sırada, Emîr Gilal hazretleri âniden kar ıdan gözüktü. Bundan sonra vefât eden zatın cenâze
namazını kıldırdı. Oradaki âlimler, bu i için kendisine nasıl mâlûm oldu unu sordular. O da
u hadis-i erifleri bildirdi: (Kalb, kalbe kar ıdır.), (Mümin, müminin aynasıdır.), (Her
kaptan içindeki sızar.)
Kerâmetten sordular. Buyurdu ki: "Evliyânın kerâmeti haktır. Aklen ve naklen
câizdir. Bu hususta çok nakiller vardır. Süleymân aleyhisselâmın vezîri Âsaf'ın,
Belkîs'in tahtını bir ânda Sana'dan Kudüs'e getirmesi gibi. Bir ba ka misâl; Hz. Ömer,
bir defâsında Medîne’de, hutbe okurken, ran’daki slâm ordusunu görüp, ordu
kumandanına; "Yâ Sâriye, da a yana da a!" buyurdu. Uzakta olan kumandan Sâriye
ve ordunun erleri, bu sesi duyup da a çekildi. Dü manın tehlikeli hücumundan
korundu. Evliyâdan meydana gelen kerâmet, Peygamber efendimizin mûcizesinden
dolayıdır.
Ölüm hastalı ında, talebelerine öyle vasiyet etti: " lim ö renerek Muhammed
aleyhisselâmın yoluna tabî olmaktan aslâ ayrılmayınız. Bu, mümin için bütün
saâdetlerin vâsıtasıdır. Her Müslüman erke in ve kadının, kendine lâzım olan din
bilgilerini ö renmesi farzdır. Bunlar, sırasıyla u bilgilerdir: man, Namaz, Oruç,
Zengin ise, zekât ve hac, ana-baba hakkını ö renmek.
Allahü teâlânın kendisinden râzı olmasını isteyen, anne ve babasının rızâsını
kazanır. Resûlullah efendimiz; "Allahü teâlânın rızâsı, ana babanın rızâsını
kazanmakla elde edilir." buyurdu. Bu bakımdan, ana babanın hakkını gözetmek
mühimdir. Sıla-i rahîm (akrabâyı ziyâret), kom u hakkını gözetmek, lâzım olan alı -
veri bilgilerini ö renmek, helâli ve haramları ö renmek lâzımdır.
Bir dergâh in â ettiriyordu. çilerden biri, "Hiç kimse bir ey getirmiyor." diye söylendi.
Az sonra, bir adam geldi. Çok miktarda ekmek ve üzüm getirdi. Emîr Gilal hazretlerinin
huzuruna varıp, gece gündüz di a rısı çekmekteyim. Sizin duânızı almak için geldim, bana
yardımcı olunuz, takatım kalmadı dedi. Gelen adama; "Yanıma yakla , hangi di in a rıyor?"
buyurdu. Adam yakla tı. Parma ını a zına sokup, a rıyan di inin üzerine koydu. Sonra hlâs
sûresini okudu. Gelen ki inin di a rısı kesilip, hiç hastalanmamı gibi oldu. Bundan sonra
buyurdu ki: "Ey dostlar! hlâslı olunuz. Her i inizi Allah rızâsı için yaparsanız,
kurtulursunuz. hlâssız yapılan amel, üzerinde pâdi âhın mührü bulunmayan geçmez
para gibidir. Üzerinde padi ahın sikkesi bulunmayan parayı kimse almaz. Üzerine
mühür vurulanı ise herkes alır. hlâs ile yapılan az amel, Allahü teâlâ indinde çok amel
gibidir. hlâssız yapılan çok amelin ise, Hak katında kıymeti yoktur. Yaptı ınız her
ibâdeti ve i i, ihlâs ile yapınız. Böylece Allahü teâlânın rızâsını kazananlardan
olursunuz.

Silsile-i aliyye - 13- Muhammed Bâbâ Semmâsî


13- Muhammed Bâbâ Semmâsî
Muhammed Baba Semmasi hazretleri, Hace Ali Ramiteni hazretlerinin yeti tirdi i
büyük velilerdendir. Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük slâm âlimlerinin on
üçüncüsüdür. Buhara'ya ba lı Semmas köyünde do du.
Tasavvuf ilmini büyük âlim Ali Ramiteni hazretlerinden ö rendi. Onun derslerinde ve
sohbetlerinde yeti ip, tasavvufta yüksek dereceye ula tı. Hocası, kendisinden sonra yerine,
Muhammed Baba Semmasi'yi vekil bıraktı. Di er talebelerine de, ona tâbi olmalarını vasiyet
etti.
Hocasının vefâtından sonra onun yerine geçen Muhammed Baba Semmasi, çok talebe
yeti tirdi ve içlerinden bir kısmını tasavvufta yüksek makamlara kavu turdu.
Bu talebelerinin ba ında, kendisinden sonra yerine geçen ve ilim deryasında sedef olan
Seyyid Emîr Gilâl hazretleri gelmektedir. Bir talebesi de, Bahaddin-i Buhari hazretleridir.
Henüz o do madan önce, hocası Muhammed Baba Semmasi onun do du u yerden
geçerken; "Bu yerden büyük bir zatın kokusu geliyor. “Pek yakında burası, Kasr-ı ârifân
[arifler sarayı] olur." buyurdu.
Bir gün yine oradan geçiyordu. " imdi o güzel koku daha çok geliyor. Ümit ederim ki, o
büyük zat dünyaya gelmi tir." buyurdu. Böyle buyurdu u zaman, Bahaddin-i Buhari
hazretleri do alı üç gün olmu tu. Dedesi, çocu un gö sünün üzerine hediye koyup,
Muhammed Baba Semmasi'ye getirince; "Bu bizim o lumuzdur. Biz bunu kabul eyledik."
buyurup, talebelerine de; "Kokusunu aldı ım i te bu çocuktur. Zamanının rehberi ve bir
tanesi olacaktır." buyurdu. Sonra halîfesi Emîr Gilal hazretlerine, bu çocu un iyi
yeti tirilmesini tembih etti.
Bahaddin-i Buhari hazretleri anlatır:
"Evlenmek istedi im zaman, dedem beni Muhammed Baba Semmasi hazretlerine
gönderdi. Ona gidece im günün gecesi, içimde gözya ı ve duâ iste i kabardı. Onun
mescidine gidip iki rekat namaz kıldım ve Allahü teâlâya öyle duâ ettim: "Ya rabbi, bana,
belâlarına tahammül için kuvvet ver!"
Sabahleyin hocamın huzuruna varınca; "Bir daha duâ ederken, "Ya rabbi, senin rızan
nerede ise, bu kulunu orada bulundur!" diye duâ et! E er Allah, dostuna belâ
gönderirse, yine inayeti ile o belâya sabır ve tahammülü de ihsan eder. Fakat, Allah'tan
ne gelece ini bilmeden, belâ ister gibi duâ etmek do ru de ildir." buyurdu. Bir gece
önceki hâlimi ke fetmekteki kerametini anladım ve ona tam ba landım."
Yeti tirdi i, tasavvufta yüksek derecelere kavu malarına vesile oldu u yüzlerce veliden
dördünü kendisine halife seçmi tir. Bunlardan birincisi Hâce Sûfi Suhârî, ikincisi kendi o lu
Hâce Muhammed Semmasi, üçüncüsü Mevlâna Dani mend Ali, dördüncüsü ise Seyyid Emir
Gilal hazretleridir.
Bahaddin-i Buhari hazretleri anlatır:
Hocam Muhammed Baba Semmasi ile yemek yiyorduk. Yemek bitince, bana bir ekmek
uzatıp; "Al, bunu sakla, belki lazım olur" buyurdu. Yemek yedi imiz halde, bana bu ekme i
vermesinin hikmetini dü ünmeye ba lamı tım. Ben dü ünürken, "Faydasız dü üncelerden
kalbi muhafaza etmek gerekir” buyurdu. Sonra yolculu a çıktık ve bir tanıdı ımın evinde
misafir olduk. Misafir oldu umuz evin sahibinin sıkıntılı bir hâlde oldu u görülüyordu.
Hocam ona; niçin üzgün oldu unu sordu. O da; "Bir kâse sütüm var, fakat, sütün yanında
yemek için ekme im yok. Ona üzülüyorum" dedi. Hocam bana dönüp; "Acaba bu ekmek ne
olacak dü ünüp duruyordun. Ekme i sahibine ver." buyurdu.

Silsile-i aliyye - 12- Alî Râmîtenî


12- Alî Râmîtenî
Ali Ramiteni hazretleri, insanları Hakka dâvet eden, onlara do ru yolu gösterip, gerçek
saadete kavu turan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin
onikincisidir. Buhara yakınlarındaki Râmiten kasabasında do du.
Herkese yol gösteren, kalbinden nur fı kıran Mahmud-i ncirfagnevî hazretlerinden çok
faydalandı. Evliyalık derecelerine kavu tu. Maddî ilimlerde de yükseldi. bâdet ve derslerden
sonra helâl lokma kazanmak için dokumacılık yapardı. Bu sebeple kendisine dokumacıların
eyhi manasına Pir-i Nessac derlerdi.
Bir talebesi kendisine bir yemek getirmi ti. Ona "Getirdi in bu yemek, sıkıntılı bir
anımızda imdada yeti ti. Sen de bizden her ne muradın var ise iste! Çünkü hacet kapısı u
anda açıktır." buyurdu. Genç de; " limde ve evliyâlık makâmında size benzemekten ba ka
bir arzum yoktur!" dedi. O da, "Çok zor ve yükü a ır bir i arzu ettin. Bunun yükünü
kaldıramazsın." buyurdu. Genç ise; "Dünyada tek muradım, aynen sizin gibi olmaktır. Fakat
yine de her emrinize razıyım." dedi. O da, gence teveccüh etti. O genç, bir müddet sonra
zahir ve batında Allahü teâlânın izniyle hocasının derecelerine kavu tu. Fakat a k sarho u
olup, kendinden geçti. Öylece kırk gün sonra vefat etti. Ona bir anda kendi makamlarını
verip, kendisi gibi yaptı ı için, iki aziz manasında, üstadın ismi de "Azizan" olarak kaldı.
Ali Ramiteni hazretleri ömrünün sonlarına do ru Buhârâ'dan Harezm'e geldi. Sur
kapısında konakladı ve oranın padi ahına iki talebesini gönderdi. "Sultâna gidiniz. Fakir bir
dokumacı, ehrinize gelmi tir. zin verirseniz burada kalacak, izin vermezseniz geri
gidecektir, deyiniz. E er izin verirse, sultanın elinden mühürlü bir belge alın." buyurdu.
Talebeleri gidip sultana durumu arz ettiler. Sultan böyle bir iste i ilk defa duydu u için tuhaf
kar ıladı ise de, mühürlü bir belge verdi. Bu belgeyi talebeler getirdiler. Azizan hazretleri
ehrin kenarında bir semte yerle ti.
Her gün i çilerin toplandı ı pazara gidip, içlerinden birkaç ki iyi alırdı. Onlara günlük
yevmiyelerini sorduktan sonra; " imdi abdest alıp, ikindi namazına kadar sohbetimize
katılın. kindiden sonra da ücretlerinizi alıp evlerinize dönün." buyururdu. çiler,
çalı madan oturmak suretiyle, ibadetlerini de yaparak hiç i itmedikleri eyleri ö reniyorlar,
ak ama do ru ise ücretlerini almayı ganimet biliyorlardı. sohbetine bir defa katılan, sohbetin
lezzetine doyamayıp, bir daha ayrılamıyordu. Bu durum, bütün ehre yayıldı. Herkes talebesi
olmak can atıyordu. Her gün evi dolup dolup bo aldı, duasını almak için herkes birbiriyle
yarı tı. Nihayet bazıları, durumu sultana öyle anlattılar:
" ehirde bir hoca türedi, herkes akın akın ona ko uyor. Onun bir dedi i iki edilmiyor.
Her arzusunu, emirmi gibi yapmak için yarı ediyorlar. Bu gidi le ehirdekiler, onu
ba larına sultan seçerler de saltanatınızdan olursunuz.”
Sultan, da onun ehirden çıkması için bir ferman yazdırıp adamlarıyla gönderdi. O da
gelenlere, "Bizim, ehirde yerle ece imize dair imzalı ve mühürlü bir fermanımız var.
Sultan, e er kendi imzasını, mührünü ve iznini inkâr ediyorsa, biz de çıkıp gitmeye razıyız."
cevâbını verdi. Bu cevabı sultana bildirdiler. Sultan, verdi i izni geri almak küçüklü üne
dü medi. Ayrıca gelip sohbetine katıldı. Onun sohbetindeki lezzeti ve inceli i iyi anlıyan
sultan, onun en önde gelen talebelerinden oldu.

Silsile-i aliyye - 11- Mahmûd-i Encirfagnevî.


11- Mahmûd-i Encirfagnevî.
Mahmud-i Encirfagnevi hazretleri, insanları Hakka davet eden, onlara do ru yolu
gösterip, hakiki saadete kavu turan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve
velilerin on birincisidir. Maveraünnehrin Tur-i Sina gibi mukaddes bir yer olmasına vesile
olan, orayı nurlandıran büyük âlim ve velilerden olan Mahmud-i ncirfagnevi, Buhara'nın
Fagne köyünde do du. 1315 senesinde vefat etti. Mimarlık ile geçinirdi.
Hace Ârif-i Rivegeri hazretlerinin derslerinde ve sohbetlerinde yeti ip, kemâle geldi.
Maddi ve manevi ilimlerde zamanının büyük âlimlerinden oldu. nsanları ir ad etmek ve
onlara saadet yolunu göstermek için hocasından icazet aldı. Birçok âlim yeti tirdi. Binlerce
kimsenin, dalaletten hidayete, yani sapıklıktan do ru yola ve saadete kavu masına vesile
oldu. Yeti tirdi i âlimlerin en büyü ü ve kendisinden sonra halifesi Hace Ali Ramitenidir.
Hocası Ârif-i Rivegeri'den icazet alıp, insanları do ru yola ir ad ile vazifelendirilince,
vaktin gere i sesli zikre ba ladı. Sesli zikre ilk ba laması, hocasının vefat hastalı ı sırasında,
Riveger tepesi üzerinde olmu tu. Hace Ârif bu zaman; " imdi vaktidir" buyurdu. Bu
sözünü, kabulüne i aret tutmu lardır. Hace Ârif Rivegeri'nin vefatından sonra, Kale Kapısı
önündeki mescitte sesli zikre devam eyledi. Vaktinin büyük âlimlerinden Hace Muhammed
Parisa'nın dedelerinden Mevlana Hafızuddin, âlimlerin üstadı emsüleimme Hulvani'nin
i areti ile, Buhara'da, o zamanın en büyük imam ve âlimlerinin huzurunda, Hace Mahmud'a;
"Siz hangi niyetle cehri (sesli) zikr ile me gul oluyorsunuz?" diye sordu. Cevabında;
"Uyuyanları uyandırmak, gâfillere i ittirmek ve insanları dinin ana caddesi ve do ru
yolu üzerinde yürütmek, hakikate te vik etmek, böylece insanların, bütün iyiliklerin
anahtarı, her saadetin esası olan tövbeye ve bir büyü e ba lanmalarına sebep olmak
istiyorum" buyurdu. Bunu duyunca, Mevlana Hafızuddin ona; "Niyetiniz böyle dürüst
olunca, böyle zikretmeniz caiz olur." dedi. Mahmud-i ncirfagnevi buyurdu ki: "Sesli zikri
ancak, dili yalandan ve gıybetten, midesi haram ve üpheliden temiz, kalbi riyadan ve
gösteri ten uzak, sırrı Rabbinden ba ka her eye teveccühten münezzeh olan
yapabilir."
Büyük âlim Ali Ramiteni anlatır: "Hace Mahmud-i ncirfagnevi zamanında, dervi lerden
biri Hızır aleyhisselamı gördü ve ona; "Bu zamanda kendisine uyulacak eyh kimdir?"
diye sordu. Hz. Hızır, "Hace Mahmud-i ncirfagnevidir." dedi.
Hz. Hızır ile görü üp o suali soran zatın, Ali Ramiteninin kendisi oldu u
bildirilmi lerdir.
Bir gün Hace Ali Ramiteni, Hace Mahmud-i ncirfagnevi'nin ba lıları ile Ramiten
sahrasında iken, havada uçan büyük beyaz bir ku gördüler. Onların ba larının üzerine
gelince, açık bir dille; "Ey Ali, kâmil er ol! Sözüne ba lı kal, yapı tı ın ete e sımsıkı
sarıl, ahdini bozma!" dedi. Bu ku u görmek, söylediklerini duymakla, arkada larını bir hâl
kapladı, kendilerinden geçtiler. Kendilerine geldiklerinde, ku tan ve konu masından
sordular. Ali Ramiten buyurdu ki: "O, Hace Mahmud-i ncirfagnevi idi. Allahü teâlâ ona bu
kerameti ihsan eyledi. imdi Hace Dıhkan hastadır, Son anlarını ya amaktadır. Onu ziyarete,
yoklamaya gidiyor. Çünkü o, Allahü teâlâdan son nefeste, kendisine yardımcı olması için
evliyasından birini göndermesini istemi ti. Hace, bu sebeple onun yanına gidiyor."