Bağış Yap
2 Mayıs 2013 Perşembe
Silsile-i aliyye-32- Seyyid Muhammed Sâlih
32- Seyyid Muhammed Sâlih
Seyyid Muhammed Sâlih hazretleri, Osmanlılar zamanında Anadolu'da yeti en evliyânın
en büyüklerinden. nsanlara slâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyada ve
âhirette saadete, mutlulu a kavu malarına vesile olan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" adı
verilen büyük âlim ve evliyâların 32.sidir. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin 11.
torunu ve Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin karde idir. 1865te Nehrî'de vefât etti.
Seyyid Sâlih, küçük ya ta Kur'an-ı kerim okumayı ö rendi. Kısa zamanda Kur'an-ı
kerimi ezberledi. Medreseye giderek tefsir, hadis, fıkıh gibi zâhirî ilimlerle, zamanın fen ve
edebiyat bilgilerini ö renerek büyük bir âlim oldu. Tasavvufta da yeti erek, kalb ilimlerinde
marifet sahibi olmak için, a abeyi Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin sohbetiyle ereflendi.
Senelerce ona hizmet etti. Mübarek teveccühlerine kavu tu. Evliyalıkta çok yükseldi.
Hocasından icazet alınca, talebe yeti tirmeye ba ladı.
Haramlardan iddetle kaçar, üpheli korkusuyla mübahların fazlasını terk ederdi. Ekseri
günleri oruçlu geçerdi. Gecelerini ibâdetle ihya eder, uykusunu ö leye yakın kaylule yaparak
alır, hem de sünnet-i erife uyardı. Çok merhametli olup, hiç kimseyi incitmezdi. nsanların
cehenneme gitmemeleri için elinden gelen gayreti gösterir, Allahü teâlânın emirlerini
bildirir, yasaklarından kaçınmalarını sa lardı. Gayr-i müslimlere de iyilik yapardı. Herkes
tarafından sevilirdi.
Mübarek alınlarında nur parlardı. Onu gören, Allahü teâlânın sevgili bir kulu oldu unu
hemen anlar, hürmette kusur etmemeye çalı ırdı. Bir gece, hırsızın biri onun evini soymaya
karar verdi. O gece ay çıkmamı tı, zifiri karanlıktı. Hırsız, bahçe duvarından içeri atladı.
Fakat o anda bahçenin birdenbire gündüz gibi aydınlandı ını gördü. Hayret etti. Görürler
korkusuyla hemen dı arı çıktı. Ortalık yine karanlık oldu. "Bu defa aydınlık olmaz."
dü üncesiyle tekrar bahçeye girdi. Ortalık bir anda yine aydınlandı. Yine çıktı, tekrar girdi.
Nihayet evin penceresine baktı ında, Seyyid Sâlih hazretlerini gördü. Hırsıza; "Buyurun, ne
isterseniz vereyim." buyurdu. Hırsız onun güne gibi parlayan mübarek yüzünü görüp, tatlı
sözünü i itince hayran kaldı. Bahçeye girince meydana gelen aydınlı ın onun nûru oldu unu
anlayıp, yaptı ına pi man oldu. Huzuruna varıp tövbe etti. Talebelerinden oldu.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin o lu Ubeydullah; babasının yerine geçen amcası Seyyid Sâlih
hazretlerine talebe olmayıp, di er halifesi Seyyid Fehîm hazretlerine tâbi olmak istedi.
Fehîm-i Arvâsî ise ona; "Muhterem babanız, yerine Seyyid Sâlihi tâyin ettiler. Bu sebeple siz
de, biz de onun sohbetine gidip, ona tâbi olmamız lâzımdır." buyurdu. Buna ra men
Ubeydullah, buna itiraz eyledi. Bunun üzerine Fehîm Arvâsî; "Mübârek hocamızın kabr-i
erîfine gidelim ve soralım. Ne buyururlarsa yapacak mısın?" buyurdu. O da; "Yaparım."
dedi. Gittiler. Kabristana giri te ayakkabılarını çıkarıp, kabrin yanına varınca, Tâhâ-i
Hakkârî hazretlerinin; "Fehîm! Ubeydullah'ı, karde im Sâlih'e götür." buyurdu unu i ittiler.
Ubeydullah, babasının bu emrine uyarak, süratle amcasının huzuruna ko tu. Amcası
kendisine sarıldı ve sıktı. O anda Ubeydullah'a o kadar muhabbet geçti ki, Ubeydullah'da
meydana gelen bu muhabbet ate inden, amcası; "Ubeydullahın sarılması ile sanki
kemiklerim birbirine geçti." buyurdu.
Hastalanınca, talebelerini toplayarak helâlle ti, vasiyetini bildirdi. "Kabrimi Seyyid Tâhâ
hazretlerinin kabr-i erîfinin ayak ucuna kazınız. Edebi gözetip kabirde de mübârek ayakları
ba ımın üstüne gelecek ekilde olmasını sa layın. Bizden sonra Seyyid Fehîm'e tâbi olun."
buyurdu. Vefat edince, vasiyetini aynen yaptılar.
SEYY D SÂL H;
Osmanlılar zamânında Anadolu'da yeti en evliyânın en büyüklerinden. nsanlara
slâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâda ve âhirette saâdete, mutlulu a
kavu malarına vesîle olan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" adı verilen büyük âlim ve
evliyâların otuz ikincisidir. smi Muhammed Sâlih'tir. Babasının ismi Molla Ahmed'dir.
Büyük velî Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin on birinci torunu ve Tâhâ-i Hakkârî
hazretlerinin karde idir. Seyyiddir. Do um târihi bilinmemektedir. 1865 (H.1281) senesinde
Nehrî'de vefât etti. Kabri, a abeyi ve hocası Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin ayak
ucundadır.
Seyyid Sâlih, küçük ya ta Kur'ân-ı kerîm okumayı ö rendi. Çok zekîydi. Kısa zamanda
Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Medreseye giderek tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimlerle,
zamânın fen ve edebiyât bilgilerini ö renerek büyük bir âlim oldu. Tasavvufta da yeti erek,
kalb ilimlerinde mârifet sâhibi olmak için, a abeyi Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin sohbetiyle
ereflendi. Senelerce ona hizmet etti. Mübârek teveccühlerine kavu tu. Vilâyet derecelerinde
çok yükseldi. Hocası, ona icâzet vererek, talebe yeti tirmek üzere Berdersûr'a gönderdi.
Seyyid Sâlih hazretleri orada talebe yeti tirmeye ba ladı. Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretleri
vefât edece i zaman ona kendisinden sonra makamlarına kimin oturaca ı sorulunca;
"Birâderim Sâlih, kâmil ve olgundur. Herkesin ba ı onun ete i altındadır." buyurarak Seyyid
Sâlih'i yerine bıraktı. Hasta kalplere ifâ olan sohbetleri ile, â ıklarının kemâle gelmesine,
Hakk'a yakla arak velî birer zât olmalarına vesîle oldu.
Seyyid Sâlih hazretleri, muhabbet ve edep sâhibiydi. Verâsı ve takvâsı çoktu.
Haramlardan iddetle kaçar, üpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terk ederdi. Ekserî
günleri oruçlu geçerdi. Gecelerini ibâdetle ihyâ eder, uykusunu ö leye yakın kaylûle yaparak
alır, hem de sünnet-i erîfe uyardı. Çok merhâmetli olup, hiç kimseyi incitmezdi. nsanların
Cehennem'de yanmamaları için elinden gelen gayreti gösterir, Allahü teâlânın emirlerini
bildirir, yasaklarından kaçınmalarını sa lardı. Gayr-i müslimlere dahi iyilik yapardı. Bu
sebeple herkes tarafından sevilirdi.
Seyyid Sâlih hazretlerinin mübârek alınlarında nûr parlardı. Onu gören, Allahü teâlânın
sevgili bir kulu oldu unu hemen anlar, hürmette kusur etmemeye çalı ırdı. Bir gece, hırsızın
biri Seyyid Sâlih hazretlerinin evini soymaya karar verdi. O gece ay çıkmamı tı, zifiri
karanlıktı. Hırsız, bahçe duvarından içeri atladı. Fakat o anda bahçenin birdenbire gündüz
gibi aydınlandı ını gördü. Hayret etti. Görürler korkusuyla hemen dı arı çıktı. Ortalık yine
karanlık oldu. "Herhâlde bu defâ aydınlık olmaz." dü üncesiyle tekrar bahçeye girdi. Ortalık
bir anda yine aydınlandı. Yine çıktı, tekrar girdi. Nihâyet evin pençeresine baktı ında,
Seyyid Sâlih hazretlerini gördü. Seyyid Sâlih, hırsıza; "Buyurun, her ne isterseniz vereyim.
Bir ey almaya geldiyseniz söyleyin." buyurdu. Hırsız onun güne gibi parlayan mübârek
yüzünü görüp, o cömertçe tatlı sözünü i itince hayran kaldı. Bahçeye girince meydana gelen
aydınlı ın Seyyid Sâlih hazretlerinin nûru oldu unu anlayıp, yaptı ına pi mân oldu.
Huzûruna varıp tövbe etti. Ondan sonraki günlerde onun derslerine giderek, ilim ö renmeye
ba ladı. Talebelerinden oldu.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin o lu Ubeydullah, babasının yerine geçen amcası Seyyid Sâlih
hazretlerine talebe olmayıp di er halîfesi Seyyid Fehîm hazretlerine tâbi olmak istedi.
Fehîm-i Arvâsî ise ona; "Muhterem babanız, yerine Seyyid Sâlih hazretlerini tâyin ettiler. Bu
sebeple siz de, biz de onun sohbetine gidip, ona tâbi olmamız lâzımdır." buyurdu. Buna
ra men Ubeydullah, buna îtirâz eyledi. Bunun üzerine Fehîm-i Arvâsî; "Mübârek hocamızın
kabr-i erîfine gidelim ve soralım. Ne buyururlarsa yapacak mısın?" buyurdu. O da;
"Yaparım." dedi. Gittiler. Kabristana giri te ayakkabılarını çıkarıp, kabrin yanına vardılar.
Daha hiçbir ey söylemeden Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin; "Fehîm! Ubeydullah'ı, karde im
Sâlih'e götür." buyurdu unu i ittiler. Ubeydullah, babasının bu emrine uyarak, süratle
amcasının huzûruna ko tu. Amcası kendisine sarıldı ve sıktı. O anda Ubeydullah'a o kadar
muhabbet geçti ki, Ubeydullah'da meydâna gelen bu muhabbet ate inden, amcası;
"Ubeydullah bu sarılma ile kemiklerimi eritti." buyurdu.
Seyyid Sâlih, 1865 (H.1281) senesinde hastalandı. Talebelerini toplayarak herbiriyle
vedâla tı, helâlla tı. Vasiyetini bildirdi. Kabriyle ilgili olarak da; "Kabrimi a abeyim Seyyid
Tâhâ hazretlerinin kabr-i erîfinin ayak ucuna kazınız. Edebi gözetip kabirde de mübârek
ayakları ba amın üstüne gelecek ekilde olmasını sa layın. Bizden sonra Seyyid Fehîm'e tâbi
olun." buyurdu. Sonra talebelerinin Kur'ân-ı kerîm tilâvetleri arasında vefât edip,
sevdiklerine kavu tu. Vasiyetini aynen yaptılar. Kabrini hocasının ayak ucuna kazdılar.
imdi bu iki kabrin üç ta ı vardır. Yâni Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrinin ayak ucundaki
ta , Seyyid Sâlih hazretlerinin ba ta ıdır.
Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerinin nesli, Seyyid Nûreddîn ve Seyyid Muhammed
Emin isminde iki o lu vâsıtasıyla devâm etmi tir.
Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerinin vefâtından sonra yerine Seyyid Fehîm-i Arvâsî
hazretleri geçip vazîfesini devâm ettirdi. nsanlara slâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp
onların kurtulu larına vesîle oldu. Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerinin halîfelerinden eyh
Azrâil, Girit'e oradan da Brezilya'ya hicret edip orada slâmiyetin yayılması için çalı tı. eyh
Azrâil'in kızı, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin zevcesi ve Seyyid Re îd Efendinin
annesiydi.
Silsile-i aliyye-31- Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî
31- Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî
Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretleri, Anadolu'da ya ayan büyük velilerden. Silsile-i aliyye
adı verilen, insanlara slamiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyada ve ahirette
seadete, mutlulu a kavu malarına vesile olan büyük alim ve velilerin otuz birincisidir.
Peygamber efendimizin neslinden olup Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin on birinci
torunudur. Babası Seyyid Molla Ahmed bin Salih Geylani'dir. ihabüddin, madüddin,
Kutbü'l- r ad vel-medar lakaplarıyla ve Hakkari nisbesiyle me hurdur. Mevlana Halid-i
Ba dadi hazretlerinin halifelerindendir. 1853 (H.1269) senesinde emdinli yakınındaki
Nehri'de vefat etti. Kabri orada olup ziyaret edilmekte, feyz ve bereketlerinden istifade
olunmaktadır.
Asil ve temiz bir aileye mensub olan Seyyid Taha-i Hakkari'de çocuklu unda büyüklük
ve olgunluk halleri görülür, zeka, istidat, vakar ve heybeti ile herkesin dikkatini çekerdi.
Onu her gören ilerde pek büyük bir zat olaca ını söylerdi. Küçük ya ta Kur'an-ı kerimi
hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsiline ba ladı. Süleymaniye, Kerkük, Irak, Erbil, Ba dat
gibi ilim merkezlerine giderek öhretli alimlerden, tefsir, hadis, fıkıh gibi zahiri ilimleri,
zamanın fen ve edebiyat bilgilerini ö rendi.
Seyyid Taha, daha ilim talebesi iken, bir gün Ba dat'a yakın bir yerde, çok küçük bir
akarsudan abdest alıyordu. Arkada ları; "Bu su çok azdır, bununla abdest olmaz." deyince;
"Bu, ma-i caridir, yani akar sudur. Dinimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim
talebesisiniz, bunları bilirsiniz. Sonra bu suda balık bile ya ar." buyurdu ve elini orada
biriken su birikintisine sokup çıkardı. Arkada larına uzatarak; "Bakın bu suda kocaman
balıklar ya amaktadır." deyip elindeki balı ı gösterdi. Bu büyük kerameti gören arkada ları;
"Bundan sonra sen ne yaparsan yap, bir daha sana itiraz etmeyece iz." dediler.
Hicri on üçüncü asrın kutbu olan Mevlana Halid, Hindistan'a giderek, Gulam Ali
Abdullah Dehlevi'nin huzuru ile ereflenip, layık ve müstahak oldukları fazilet ve kemalatı
aldı. Sonra, Allahü teâlânın kullarına do ru yolu gösterip Hakk'a kavu turmak için vatanına
döndü. Her taraf, Mevlana'nın kalbinden saçılan nurlarla aydınlanmaya ba ladı. Bu sırada
arkada ı olan Seyyid Abdullah da Süleymaniye'de bulunan Mevlana'yı ziyarete gitti.
Sohbetinde bulunarak, kemale geldi ve halife-i ekmeli yani en olgun halifesi oldu. Mevlana
Halid-i Ba dadi'ye, biraderinin o lu Seyyid Taha'nın, harikulade ve yüksek istidadını anlattı.
Mevlana Halid-i Ba dadi hazretleri de, bir daha geli inde, onu beraberinde getirmesini emir
buyurdu. Seyyid Abdullah, ikinci ziyaretlerinde ye eni Seyyid Taha'yı da götürdü. Mevlana
hazretleri, Ba dat'ta Seyyid Taha'yı görür görmez, hemen Abdülkadir Geylani hazretlerinin
kabr-i erifine gidip, istihare etmesini emretti. Seyyid Taha da kabre gidip istihare etti. Ceddi
Abdülkadir Geylani hazretleri, Allahü teâlânın izniyle kabr-i erifinden kalktı ve onu çok iyi
kar ıladı. Sonra; "Benim yolum büyük ise de, imdi ehli kalmadı. Mevlana Halid ise,
zamanının alimi, evliyanın en büyü üdür. Hemen ona git, teslim ol, onun emrine gir."
buyurdu.
Seyyid Taha, büyük dedesi Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin manevi emri ve
izni üzerine, Mevlana'nın huzuruna geldi. Bu öyle bir geli ti ki, pek az kimselere nasib
olmu , nasıl ve neler elde ederek gidece i, bu ba langıç ve geli ten belli oluyordu. Mevlana,
Seyyid Taha'nın yeti mesine, gözlerin görmedi i, kulakların duymadı ı, kalplerin
dü ünemedi i makamlara eri mesine himmet gösterip yardım etti. leride zamanın en büyük
alim ve velisi olacak tarzda, ihtimam ve ciddiyetle onu terbiye etti. Riyazet ve
mücahedesinde hiç eksiklik etmedi. Nefsin istediklerini yaptırmayıp, istemediklerini
yaptırdı.
Mevlana Halid hazretleri, yeti tirme ve terbiye esnasında, Seyyid Taha'ya da dan ta
getirtirdi. Bu hal, talebeleri arasında, taaccüble kar ılanır; "Hocamız Mevlana, Resulullah'ın
sallallahü aleyhi ve sellem Ehl-i beytine çok fazla ba lı oldu u halde, Seyyid hazretlerini
da a göndermesindeki hikmet nedir?" derlerdi. Hazret-i Mevlana ise, bu hususda konu maz
sükut ederdi.
Seyyid Taha hazretleri, Mevlana Halid-i Ba dadi'nin yanında seksen gün kaldıktan
sonra, velilikte pek yüksek derecelere kavu tu. Ke f ve keramet sahibi olarak hilafet-i
mutlaka ile ereflendi.
Seyyid Taha hazretleri, hilafetle mü erref olup Berdesur'a hareket edece i zaman,
Mevlana onu büyük bir cemaatle u urladı. Vedadan sonra, Seyyid Taha, Mevlana'nın
ayrılmı oldu unu hissedip, atına binmek istedi inde, üzenginin bir kimse tarafından
tutuldu unu anladı. Baktı ında, üzengiye yapı an ve onu tutanın hocası Mevlana oldu unu
gördü. "Estagfirullah" deyip, geri çekildi. Mevlana, Seyyid Taha hazretlerine hitaben; "Bir
zaman nefsinin terbiyesi için size da dan ta getirtiyordum. imdi Resul-i ekremin Ehl-i
beytine olan ba lılı ım sebebiyle üzengini benden ba ka kimse tutamaz. Siz de bundan
kaçınamazsınız." buyurdu. O da sıkılarak; "Emir edebden üstündür." sözü gere ince ata
bindi. Bir müddet binlerce alim, salih, talebe ve halkın katıldı ı u urlama merasimi ile
yürüdü. Sonra, Mevlana durdu. Elindeki dizginleri, Seyyid Taha'ya verip; "Bundan sonra
dizginlerin senin elindedir. Terbiye ve yeti mende kusur etmedim. Cenab-ı Hak yardımcın,
büyüklerin ruhları sı ına ın olsun." buyurdu. Taha-i Hakkari hazretleri Mevlana Halid-i
Ba dadi'nin halifesi olarak Berdesur'a geldi.
Amcası Seyyid Abdullah, Nehri'de talebe yeti tirmek ile me gul iken, oraya çok yakın
olan Berdesur'a Seyyid Taha'nın da gönderilmi olmasının hikmetini anlayamayan
birçokları; "Böyle iki büyük halifenin bir yere gönderilmesinin sebebi nedir?" dediler. Fakat
bunu, kısa bir süre sonra Seyyid Abdullah vefat etti inde anladılar. Bunun üzerine, oranın
halkı tarafından Seyyid-i Büzürk (Büyük Efendi) diye bilinen Seyyid Taha hazretleri, Nehri
kasabasına gelip ir ada ba ladı. Burada kırk iki sene, ilim talebesine, Hak a ıklarına ve
Hakk'ı arayanlara ilim, feyz ve nur saçtı. A ıklar, uzaktan yakından pervane gibi bu ir ad ve
nur kayna ının etrafına toplandılar. Nehri, Cennet bahçelerinin gıbta edece i bir gülistan
oldu. Allah'ı arayanların arzusu ve ruhlarının mıknatısı haline geldi. imdi birkaç harab evin
bulundu u Nehri'de, o zaman nüfus on altı bine yükseldi. Nehri birkaç cami, mescid,
medreseler, çar ı ve di er dükkan, han, hamam ve benzeri binalarla o civarın merkezi idi.
Seyyid Taha'nın sohbetleri bereketiyle pekçok kimse Allahü teâlânın rızasını kazandı.
Seyyid Taha hazretleri, en büyük velilerden olup, onu gören müslim veya gayr-i müslim,
o anda Allahü teâlâyı hatırlardı.
Bir sohbeti esnasında buyurdu ki:
"Bana Cennet ve Cehennem'den bahsetmek i i verilmedi. Bu kapıda olanlara bu ikisi
tesir etmez." Bu sözü açıklarken halifesi Seyyid Sıbgatullah Arvasi öyle buyurdu: "Ebrar,
yani iyi müminler ahiretleri için amel ederler, mukarrebler, yani Allahüteâlâya yakın olan ve
hep O'nunla bulunmaktan zevk alan seçkinler, sadece Allahü teâlâ için amel ederler."
nkarcılardan ve bid'at sahiplerinden kaçınmak hususunda buyurdu ki:
"Münkirden (inkârcıdan) ve bid'at ehlinden aslandan kaçar gibi kaçın! Münkirin
ekme ini yiyenin kalbi, zikre kar ı kırk gün ölür. Bu münkirler, Resulullah'ın zamanında
olsalardı, ona iman etmezlerdi."
Seyyid Taha hazretleri bazan; "Misvakla kılınan bir rekat namaz, misvaksız kılınan
yetmi rekattan hayırlıdır." hadis-i erifini okurdu. "Hadisdeki sivak, "misvaklamak"
manasına geldi i gibi "sensiz" manasına da gelir. O zaman hadis-i erifin manası; "Sensiz,
yani kendini dü ünmeden Rabbinle oldu un bir rekat, kendinle oldu un yetmi rekattan
faydalıdır." buyururdu.
Seyyid Taha hazretleri, vefa ve sadakatte hazret-i Ebu Bekr-i Sıddik'ı, ecaatte ve
adalette hazret-i Ömer'i, haya ve hilmde hazret-i Osman'ı, vilayet-i kübrada hazret-i mam
Ali'yi (r.anhüm) temsil ederdi. Tıpkı Resulullah'a yakın Eshab-ı kiramdan birisi gibiydi.
Seyyid Taha hazretlerinin, murakabe etmesinin çoklu undan, boynundaki kemik,
dı arıya do ru e ilmi gibi görünürdü. Vekar ve heybetinden mübarek yüzüne bakılmazdı.
Yüzündeki heybet ı ı ı, on dördüncü gecedeki ay gibi gözleri kama tırırdı. Alnı geni ,
ka ları gür, iki ka ları arası açık, mübarek gözleri siyah, yüzleri yuvarlak, sakalı top, orta
boylu bir nur parçası idi. Gönül sahibleri görünce, ruhen a ık olurlardı. Hülasa, ilahi nurun
tecellisi idi. Sohbetlerinin ehli olanlar, a kla kendilerinden geçerlerdi. Nehri hududuna
girildi inde, feyz ve muhabbet kokuları, akıllı olanları ve gönül sahiplerini istila ederdi.
Ziyaretçiler, abdestsiz olarak Nehri'ye giremezdi. En büyük halifelerinden "Halife Köse"
lakabıyla tanınan me hur Molla Taha buyurdu ki: " ki yerinden ba ka Nehri'nin bütün
ta ları, a açları, her eyi nurdur. Biri, yahudi mahallesi, öbürü Musa Bey ismindeki bir
münafı ın kalesidir."
Seyyid Taha hazretleri, teheccüd namazını ekseriya bereketli evinde, bazan kendi
mescidlerinde eda ederlerdi. Ku luk namazını daima camide kılardı. Her gün medreseleri
kontrol eder, müderris ve talebelerin tahsillerini tedkik buyururdu. Müderrislerin mü kil
meselelerini hallederdi. Nehri, karınca yuvası gibi, daima salih ki iler ve talebelerle dolu idi.
Binlerce gönül sahibi feyz almak için boyunlarını büküp, o dergaha akın ederlerdi. Gecegündüz
o makamın, zikir, fikir, ibadet ve taatsız bir anı bulunmazdı. Seyyid Taha hazretleri
dergahı te riflerinde, herkesin gönülleri, inci saçılan dillerinden çıkacak sözlere ba lanırdı.
Nehri kasabası bin yedi yüz hane iken, hiçbir evde yemek söz konusu de ildi. Hepsi Seyyid
Taha-i Hakkari'nin dergahından yer, içerdi. kindi namazından sonra "Hatm-i hacegan-ı
kebir", sonra mam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat'ı okunurdu. Seyyid Fehim hazretleri
Nehri'de ise ona, yok ise, muhterem damadları ve halifeleri Seyyid Abdülehad hazretlerine
okuturlardı.
Bu arada bazı kelime veya cümle üzerinde yapılan geni izahlar, sohbetlerinin esasını
te kil ederdi. Nehri'de misafirlerden, faraza sadrazam olsa dahi, ak amla yatsı arasında
yemek fasılası yoktu. Bu müddet zikir, fikir ve ibadetle geçirilirdi. Ak am yeme i, ak am
namazından önce yenirdi. Kendisini sevenlerden ve talebelerinden kimseyi unutmazlar,
herkesin halini geni çe sual buyururlardı. Kimin bir sıkıntısı olursa, hemen giderme e
çalı ırlardı. Sıla-i rahme, akraba ziyaretine ehemmiyet verir, muhtaç olanların ihtiyaçlarını
kar ılardı. Hocasının tavsiyelerine uyarak devlet adamlarıyla temas buyurmazlar, ancak bazı
müslümanların zararını önlemek üzere mektup yazarlardı. Halbuki ba ta Sultan Abdülmecid
Han olmak üzere, bütün devlet adamları her emirlerine amade ve hazırdı.
Seyyid Taha hazretleri, bütün cihana hükmeden bir hükümdar olsa, dünyayı en güzel
ekilde idare edebilirdi. Aklı, idraki, idare ve intizamı akıllara hayret verirdi. Dünya ve
ahirete ait ilimlerdeki maharet ve ihtisası herkesten üstündü. Hülasa, madden ve manen,
slam alemine bah edilen ilahi lütuflardan bir büyük nimetti.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin babasının dedesi olan Seyyid Muhammed, o
zaman Van'dan gelip, bu kaynaktan feyz aldı. Seyyid Taha, Van'ı ereflendirince, Seyyid
Muhammed'in evinde misafir olurdu. Seyyid Muhammed'in biraderi Molla Lütfi'nin o lu
Seyyid Sıbgatullah Efendi de, Hizan'dan Van'a gelince, Seyyid Taha'ya talebe oldu. Çok
feyz ve bereketlere kavu tu. Sonra Hizan'a babasının yanına gitti. Bundan sonra, yüzlerce
talebesi ile, her yıl Nehri'ye Seyyid Taha hazretlerini ziyarete giderdi.
Seyyid Taha hazretlerinin, Halife Köse namıyla tanınan; alim, amil ve veliy-yi kamil bir
talebesi vardı. Seyyid Taha'nın halifelerinden olup, ismi Taha idi. Edebinden, " smim
Taha'dır." deme e haya ederdi. Üstadından kendisine bir isim vermesini dü ünür, fakat arz
edemezdi. Sakalı biraz seyrek idi. Bir gün, bu dü üncesini ve utancını ke feden hocası, bir
talebesine; "Bizim Köse buraya gelsin." buyurdu. Buna çok sevinip, bu ismi üzerine aldı ve
hilafetle ereflendikten sonra da ismi, "Halife Köse" kaldı.
Seyyid Taha-i Hakkari'nin pek çok kerametleri vardır.
Bir gece, hırsız, Seyyid Taha hazretlerinin anbarına girip bir çuval un almak istemi ti.
Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar bo alttı, yine kaldıramadı. Biraz daha
bo alttı. Yine kaldırıp götüremedi. O sırada, Seyyid Taha hazretleri anbara geldi ve; "Ne o,
çuvalı kaldıramıyor musun? Yardım edeyim." deyince, hırsız, donakalıp bir ey diyemedi.
Seyyid hazretleri çuvalı kaldırıp, hırsızın sırtına verdikten sonra; "Bunu al git, bizim
adamlarımız görmesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyacın olursa, anbara de il, bize
gel!" buyurdu unda hırsız, tövbe edip, sadık talebelerinden oldu.
Seyyid Taha hazretlerinin kayınpederi, Nehri kadısı idi. Bu mübarek damadını o kadar
çok severdi ki, kabrini, onun kabrinin bulundu u bahçe duvarının kapısının giri inde
yapılmasını ve; "Seyyid Taha hazretlerinin kabrini ziyaret etmek isteyen Hak a ıkları, benim
mezarıma u rayıp da geçsinler. Belki o mübarek zatı ziyaret edenlerin hürmetine Allahü
teâlâ beni affeder. Yahut onu ziyarete gelenlerin ayaklarına mezarımın topra ı de mekle
teberrük ederim." buyurdu. (Gerçekten o mezar, Seyyid Taha hazretlerinin mübarek
kabirlerinin tam giri indedir.)
Bir Ermeni, Seyyid Taha hazretlerine gelip; "Çocu um olmuyor, sizin büyük bir zat
oldu unuza inanıyorum. Dua edin de, çocu um olsun." dedi. Seyyid Taha hazretleri,
talebesinden birine; "Git bir beze iki tane koyun tüyü koy, sar, getir!" buyurdu. Talebesi emri
yerine getirdi. Seyyid Taha, Ermeniye; "Bu bezi beline sar, hiç çıkarma!" buyurdu. Aynı
Ermeni be sene sonra gelip; "Efendim, her batında iki çocuk olmak üzere, be senede on
tane çocu um oldu. Artık yeter." dedi. Seyyid Taha da; "Belindekini artık çıkarabilirsin."
buyurdu.
Seyyid Taha hazretleri, bir gece rüyasında Resul-i ekrem efendimizi uçsuz-bucaksız bir
sahrada ilerlerken gördü. Önlerinde, yanlarında ve arkalarında, efaat isteyen pekçok insan
vardı. Kimi eteklerine tutunmu , kimi önlerinde dize gelmi ve ba ını e mi ti. Seyyid Taha
hazretleri bir kenarda bekliyordu. Allah'ın Resulü onu görünce, ona do ru yöneldiler ve
iltifatlarda bulundular.
Yine bir gece rüyasında, da dan bol bir suyun aktı ını ve herkesin ondan içme e
ko tu unu gördü. Kendisi ise o gün, suyu kayna ından içmek için da ın tepesine
tırmanıyordu. Bir de gördü ki, suyun kayna ında Allah'ın Resulü var. Ve bütün sahrayı kol
kol dola an sular, O'nun mukaddes parmaklarından akmaktadır... Seyyid Taha, suyu o
mübarek parmaklardan ve fı kırı noktasından içmek saadetine eri mek için yakla tı ve içti.
Hocası Mevlana Halid hazretleri, kendisine yazdı ı Farisi mektuplarından birinde öyle
buyurdular: "Kıymetli Seyyid Taha! Allahü teâlânın emanında olunuz! Afet olan öhretten
daima çok sakınınız! Ki i için, talebelerin çoklu u büyük bela olabilir. Allahü teâlâ sizi o
afetten korusun! Amin. Kalbin acem beldelerine meylini, öldürücü, ruhu kurutucu zehir
biliniz! Nerede kaldı ki, onların yanına gidilsin. Onlara yakın olmaktan, tatlı, idareli dil
kullanmaktan çok uzak olmalıdır. n aallah bir araya gelmezsiniz. E er ah bile bizzat davet
ederse, gitmemelidir. Nerede kaldı ki, ba kalarının davetine gidilsin. Böyle davete verilecek
cevap udur: "Biz dervi kimseleriz. Bizim i imiz, dünyadan kesilmek ve slam padi ahına
dua etmek, insanların dinine hizmettir. Devlet reislerinin meclisinin edeblerini bilmeyiz."
Sana emretti im üzere ol, muhalefet etme! MollaMustafa E nevi'ye de fakirin selamını söyle
ve bu yazdıklarım aynı zamanda onun içindir. Fitne olan yerden çok uzak olup, dine hizmet
edecek yerde bulunmak ve yerle mek zaruridir. Bizden bir ey gizli tutulmasın ki, helake
sebeb olur. Kulların en zayıfı Halid-i Nak ibendi Mücedidi."
Mevlana Halid-i Ba dadi hazretleri, Seyyid Taha-i Hakkari'ye yazdı ı ba ka bir
mektubunda da buyurdu ki: "Allahü teâlâ kalbimin sevgilisi Seyyid Taha'yı fena ve beka
makamlarının nihayetine kavu turmakla ereflendirsin. Bu fakire muhabbet ve ihlas ba ı ile
ba lılı ınızı bildiren mektubunuz geldi. Yüksek Nak ibendiyye yoluna hizmet için
çalı tı ınız ve Kur'an-ı kerimi bir usul ile hatmetme haberinize çok sevindik. hlaslı olmak
artı ile insanlar sizin vasıtanızla Allahü teâlâya ibadet etmek, Peygamber efendimizin
sünnet-i seniyyesine uymak gibi her ne yaparlarsa onların kazandı ı sevab kadar sizin de
amel defterinize yazılacaktır. " yi bir çı ır açan müslüman kimseye, açtı ı o çı ırın sevabı
verilece i gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir. Bununla beraber onların sevabından da
hiçbir ey eksilmez." hadis-i erifi bu sözümüze açık delildir. Allahü teâlânın selamı, rahmet
ve bereketi üzerinize olsun. Kulların en zayıfı Halid-i Nak ibendi."
Seyyid Taha hazretleri, halifesi Seyyid Sıbgatullah Arvasi'ye yazdıkları Farisi bir
mektupta öyle buyuruyor: "Adı güzel, feyz ve fayda menbaı Molla Sıbgatullah! Selam eder,
dualarımı bildiririm. Gönderdi iniz güzel mektubunuz geldi. Bizi sevindirdi. Allahü teâlâya
hamd ve ükürler olsun ki, dünya ve ahiret saadetinin sermayesi olan fukaraya (evliyaya)
muhabbetiniz sönmemi bir kor gibi durmaktadır. ki eyi muhafaza etmek lazımdır. Bunlar;
dinin sahibine son derece ba lılık ve hocasına ihlas ve muhabbet üzere olmak. Bu iki ey
olunca, ne verilirse nimettir. Bu ikisi kuvvetli olup, ba ka bir ey verilmezse, hiç
üzülmemelidir. Sonunda verilecektir. E er, Allah korusun, bu iki eyden birinde halel ve
sakatlık olursa, bununla birlikte haller ve zevkler bulunsa da, bunları istidrac bilmeli,
kendinin harablı ı görmelidir. Do ru yol budur. Allahü teâlâ muvaffak eylesin!"
kinci mektuplarında da; "Duacınızın hallerini sorarsanız, Allahü teâlâya hamd olsun ki,
sevdiklerimizin istedi i ekildedir. "Karde imin o lu, birkaç kimse ile birlikte huzurunuzla
ereflenmek isterler. zin var mıdır?" diyorsunuz. Buyursunlar! Fakat kendinizi onlara kar ı
yetersiz göstermemek artıyla. Her zaman geliniz. Canınız istedi i kadar kalınız. Ne zaman
gitmek isterseniz gidersiniz. Vesselam ved-dua. Kulların en zaifi Seyyid Taha Halidi
Nak ibendi."
Bir gün Seyyid Taha hazretlerine; "Amcanız Seyyid Abdullah hazretlerinin üzerinde
türbe vardır. Ba kalarında ise yoktur. Acaba hikmeti nedir?" diye sordular. Seyyid Taha
hazretleri de öyle buyurdu: "Biz Berdesur'dan Nehri'ye gelmeden önce, basit bir ekilde
örtmü ler. Amcam sa olsaydı, babasının üstünü dahi örtmezdi. Madem ki, siz örttünüz, biz
bir ey demiyoruz. Ama bizim üzerimiz örtülmeyecektir." (Gerçekten bu emir devam
etmektedir. Ba kale'de, Gayda'da, Arvas'da, Van'da, Ankara'da ve di er yerlerdeki ona ba lı
seyyidlerin hiçbirinin üstü örtülü yani türbe içinde de ildir.)
Seyyid Taha hazretleri ehidan Da ını her yıl iki kere ziyaret ederdi. (Bu da ,
emdinli'nin do usunda, hatta babalarının medfun bulundu u Meleyan Köyünün de
do usundadır. ran hududuna yakındır. Hazret-i Ömer zamanında, Eshab-ı kiram, o belde ve
ülkeleri feth için buraya gelmi ler ve bu da da ehid olmu lardır. O zamandan beri bu da ın
ismi ehidan ( ehidler) Da ıdır.
Irak'ın Revandız havalisinde, Berzenci kabilesi ile Hayderi kabilesi arasında bir husumet
meydana gelip, birbirlerine harb ilan ettiler. Irak'ta, sözleri geçen bütün halk araya girdi i
halde, bu fitne ve kavgayı önleyemediler. Önemli mesele oldu undan, Seyyid Taha
hazretlerine; "Bunu siz halledersiniz." dediler. Sulh ve barı tırma, dini bir emir oldu undan,
hemen Irak'a, yani Revandız'a hareket eyledi. Her iki taraf Seyyid Taha hazretlerini görünce,
birlikte kar ılayıp ellerini öperek emirlerine uydular. Bunları barı tırıp, Nehri'ye
geldiklerinde, adetleri oldu u üzere, Nehri yolunda bulunan nehir kenarında Zi Tuva
Çe mesi ba ında istirahat ettiler. Beraberlerinde bulunan bin ki iye öyle bir teveccüh ettiler
ki, bunlardan be yüz ki i derhal, o anda hal ve keramet sahibi oldu.
Irak'tan iki seyyid genç, altı katırı hediyelerle yükleyip, Nehri'ye, Seyyid Taha
hazretlerine getirmek için yola çıktılar. Harunan Köyünden geçerken, Seyyid Taha
hazretlerinin büyüklü ünü inkar eden Musa Bey adındaki zat, katırları yükleri ile birlikte
gasbetti. Gençler a layarak Nehri'ye gelip Seyyid Taha hazretlerini haberdar ettiler. Seyyid
Taha, Musa Beye haber gönderip; "Bu katırların yükleri bana aid oldu undan, yükler senin
olsun. Bu gençler seyyiddirler. Onlara merhamet et, katırlarını teslim et." buyurdu. Musa
Bey emirlerini dinlemedi, katırları vermedi. kinci defa haber gönderip; "Benim namıma ve
hatırıma versin." buyurdu. Buna da kar ı çıkınca, Seyyid Taha büyük hiddetle; "Cuma gecesi
gelsin de o vermesin görelim." buyurdu. Cuma gecesi, Nehri'den, talebeler gidip, neticeyi
ö renmek için nöbet beklediler. Me er Bey, divanhanesinde kendine tabi olanlarla oturmu ,
Seyyid Taha'nın evliyalı ını inkar hususunda konu uyormu .
Bu fısk meclisinin biti inden sonra, yatak odasına girip yata ına uzanırken, midesine bir
a rı girerek. "Karnım!.. karnım!.." diye ba ırarak can vermi . Vaziyeti anlayan dokuz o lu
hemen Nehri'ye gelip, katırları yükleri ile birlikte teslim ederek Seyyid Taha'ya sı ındılar.
"Lütfen, merhameten babamızın defin merasiminde bulunup, dua buyurunuz." dediler.
Onlara cevaben; "Benim bulunmam, ona bir menfaat sa lamaz." buyurdu. Çocukları çok
israr ettiler. Hazret-i Seyyid nihayet kalkıp, cenazeye gitti. Cenazenin kapkara kömür gibi
oldu u görüldü. Definden sonra, Seyyid Taha; "Benim geli imden zerre kadar
menfaatlenmedi." buyurdu. Cenab-ı Hak, bir seyyide hakaret etmenin onu üzmenin cezasını
verdi. Bunu herkes açıkça gördü.
Berzenci seyyidlerinden Seyyid Musa, kervancıba ı olarak ran'a gidiyordu. Gayet sarp
bir yerde, aya ı kayan katırı uçuruma yuvarlanırken; " mdad ya Seyyid Taha!" diye ba ırdı.
O anda bir el, hayvanı oldu u yerde durdurdu. Çekip yola çıkardılar. Seyyid Musa, bir
müddet sonra ziyaret için Nehri'ye gitti. Seyyid Taha hazretleri; "Ya Seyyid Musa! Bir katır
için bizi ran'a çekiyorsunuz." buyurdu.
Van'ın Gürpınar kazasından bir zat, Nehri'ye gidip, Seyyid Taha'ya talebe olmak istedi.
Kabul edilince de geri dönüp evine geldi. Talebe olduktan birkaç gün sonra, hayvanlarının
bir kısmını kurt kaparak telef etti. eytan; "Bu hocaya ba lanmak sana yaramadı, u ursuz
geldi." diye vesvese verdi. O talebe nihayet Seyyid Taha hazretlerinin daha önce kendisine
hediye etti i tesbihi iade etti. Maksadı hocasından ayrılmaktı. Tesbih, Seyyid Taha'ya takdim
edildi inde, tebessüm buyurdu. Aradan günler geçmi ti. Seyyid Taha hazretleri, bir gün ö le
vakti namaza kalkarken, birden mübarek ellerini uzatıp; "Def ol, ya lain!" buyurup namaza
ba ladılar. Namazdan sonra Halife Köse; "Efendim, mübarek ellerinizi uzatmadaki hikmet
ne idi?" diye sual etti. O da; "Gürpınar'da bir müslüman sekeratta iken, eytan aleyhillane
imansız gitmesine çalı ıyordu. Büyüklerin bereketiyle defedildi. Adam imanla vefat etti."
buyurdu. Halife Köse; "Tesbihi iade eden olmasın?" dedi. "Evet, odur!" buyurdu. "Efendim,
o edebsizlik ve terbiyesizlik etmi ti." deyince de; "Bir zaman bize muhabbeti vardı."
buyurdular.
Seyyid Taha hazretleri, bir gün camide büyük bir cemaate namaz kıldırmak için aya a
kalkmı tı. Niyetten önce, mübarek sa elini birden ileri uzattı. Geri çekti inde bir mikdar su,
mübarek cübbelerinin kolundan döküldü. Canlı bir balık da yere dü tü ve çırpınma a
ba ladı. Cemaat hayrette kaldı. Namaz kılındıktan sonra Halife Köse cesaret edip; "Efendim,
bu su ve balık nereden geldi?" diye arz etti. Seyyid Taha hazretleri cevaben; "Kızıldeniz'de
bir gemi batıyordu. Talebelerimizden birinin; " mdat ya mübarek hocam!" diye ça ırması
üzerine, yardım edip, gemiyi düzelttik. Büyüklerimizin himmeti, bereketiyle kurtuldular. Bu
su ve balık oradandır." buyurdu.
Sultan Abdülmecid Han zamanında, Müküs kaymakamı Dervi Bey, kaymakamlıktan
çıkarılmı , ayrıca yakalandı ında hapse atılması emredilmi ti. Bu yüzden Dervi Bey, gece
gündüz saklanıyor dı arı çıkamıyordu. Sonunda Dervi Beyin hatırına, Arvas'ta Seyyid
Fehim hazretleri geldi. Hemen huzuruna gidip, tövbe etti ini, vazifesine yeniden iade
edilmesini ve affedilmesi için ark bölgesinin askeri idare amiri olan Erzincan mü irine
efaatçı olmasını istedi. Seyyid Fehim hazretleri kendisine sı ınan kaymakama; "Allahü
teâlâya hamd ve ükür olsun ki, seyyidimiz ve mür idimiz hayattadır. Böyle mühim
meselelere karı mam do ru olmaz. Seni bir mektupla ona göndereyim. n aallah tesirini
muhakkak görürsünüz." diye müjde verdi. Kaymakam Dervi Bey, Seyyid Taha hazretlerinin
huzuruna varınca, takdim olunan mektubu okudu. Sonra, Seyyid Taha, hemen Erzincan
Mü irine u mealde bir emirname yazdı: "Dervi Beyi sana gönderiyorum. ini mutlaka yap.
Senin de bana bir i in dü erse yaparım vesselam." Mektubu Dervi Beye verdi. Dervi Bey
mektubu okudu, tatmin olmadı. Fakat; "Bundan ba ka çare yoktur." deyip, Erzincan'a
yollandı. Bir gece yarısı Erzincan'a ula tı; " imdi bir otele ineyim, yarın Mü irle
görü ürüm." deyip, bir otele gitti. Hemen kar ısında polisleri gördü. Me er bütün otellerin
kapısındaki polisler, Dervi Beyi bekliyormu . smini sordular. Dervi oldu unu anlayınca,
hürmet gösterip; "Hemen Mü ir Beye gidelim." dediler. Dervi Bey; "Gecedir, yatıyor,
rahatsız etmiyelim." dediyse de, polisler; "Bize verilen emir ve talimat udur: "Müküs'lü
Dervi Bey hangi saatte gelirse, derhal bana getirin, uykuda isem uyandırın." Dervi Beyi
hemen götürüp, Mü ire haber verdiler. Mü ir derhal kalkıp, Dervi Beyin boynuna sarıldı ve;
"Bu sekizinci gecedir. Hazret-i Seyyid Taha bir an bile uyku ve istirahatime müsaade
buyurmadılar; "Dervi Beyi gönderiyorum, i ini mutlaka yap, serbest olsun, aksi takdirde
helak olursun." buyuruyor." dedi. Hemen telgrafla Dervi Beyin tahliye edilmesini,
affedildi ini, vazifesine iade edildi ini bildirdi. Serbest olarak eski yerine gönderdi. Dervi
Bey, dönü ünde te ekkür için Nehri'ye Seyyid Taha hazretlerine gidip, elini öptü; "Sizin
yolunuza girip talebeniz olmak istiyorum." deyince, Seyyid hazretleri; "Arvas'a git, Seyyid
Fehim Efendi, yapaca ın vazifeyi söylesin." buyurdu.
Misafirlerin hizmetiyle vazifeli levazım amiri, bir ak am üzeri Seyyid Taha hazretlerinin
huzuruna gelerek; "Efendim! Bu fakir, bu ak am üzeri, bin erkek ve be yüz kadın misafirin
yemeklerini çıkartıp yedirdim. u anda be yüz ki i Nehri'ye girmektedir. Anbarlarda un
kalmadı, ne yapayım?" diye arzedince, Seyyid Taha; "Anbarlarda olması lazım." buyurdu.
"Efendim, süpürdüm, bir ey kalmadı." deyince; "Bir daha bak." diye emretti. Bunun üzerine
amir gidip baktı ında, anbarların unla dolu oldu unu hayretle gördü.
Seyyid Taha, Nehri'nin alt tarafında bir de irmen yapmayı dü ündü. Bu de irmenin plan
ve projesini bizzat kendisi hazırlayıp, yapılı ı esnasında talebeleriyle beraber sırtında ta
ta ıdı. Günlerce çalı tıktan sonra nihayet de irmenin in ası tamamlandı. De irmen öyle
sanatlı, öyle muntazam yapılmı tı ki, hazne kısmına bu day konuldu unda kendili inden
çalı maya ba lar, haznede bu day bitti inde de dururdu. Bunu görenler, Seyyid Taha
hazretlerinin aklının çoklu una hayran kalırlardı. Nitekim halifelerinden Seyyid Sıbgatullah
u beyti söylemi tir:
"Gözümüz revak gibi sizin e i inizdedir,
Kerem et, kalbime gir; evim sizin evinizdir."
Seyyid hazretleri beyti i itip, iltifatla yanlarına te rif buyurdu.
Bir kimse ehid olmu ve büyük bir velinin yanına defnedilmi ti. Seyyid Taha onun
ehidlik mertebesini görüp; "Bu kimsenin, u büyük veliden a a ı oldu u söylenemez."
buyurdu.
Seyyid Taha hazretleri, kendisini Mevlana Halid-i Ba dadi'ye götüren veli-nimeti
amcası Seyyid Abdullah hazretlerine, bu büyük nimetin ükrü olarak, hep hürmet ve hizmet
etti. Onu hep iyilikle andı ve ruhuna pekçok sevablar hediye etti. Ayrıca buyurdu ki: "Vefat
etti imde benim kabrimi kabristanın en üst tarafına yapınız ki, sırf beni ziyarete gelenler,
amcam Abdullah hazretlerinin kabrine u ramak mecburiyetinde kalsınlar. Onu da ziyaret
ederek mübarek ruhuna sevablar hediye etsinler." (O kabristanın bir yolu vardı. Seyyid
Abdullah'ın kabri giri te idi. Seyyid Taha hazretlerinin kabrine gitmek isteyenin Seyyid
Abdullah'ın kabrinin yanından geçmesi lazımdır).
Taha-i Hakkari hazretleri pek yüksek bir veliydi. Nitekim bir defasında Mevlana Halid-i
Ba dadi hazretleri; "Beni Seyyid Abdullah ve Seyyid Taha'dan üstün zannetmeyin"
buyurmu tu. Meclisinde olanlar; "Efendim, siz ikisinin de hocasısınız" dediler. "Benim onlar
yanındaki yerim, bir sultanın çocuklarını yeti tiren bir hoca gibidir. Onlar sultanın çocukları
oldu u için, bu hocadan üstündürler." buyurdu.
Bir gün Seyyid Taha hazretleri Seyyid Sıbgatullah'a buyurdular ki: "Molla Sıbgatullah!
Üstada muhabbet ve onunla sohbet, her eyden üstündür. Çünkü üstad, kemal mertebelerinin
en yükse ine kavu turmak ve ona marifetleri vermekle, talebesinin hastalıklarını izale eder,
giderir."
Yine öyle buyurdu:
" ah-ı Nak ibend hazretleri, yolunun esasını Eshab-ı kiramın (aleyhimürrıdvan) yolu
üzere kurdu. Onlar Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) muhabbeti ile yetindikleri gibi,
bize de, üstada muhabbet yeter."
Seyyid Sıbgatullah Arvasi hazretleri, Seyyid Taha hazretlerine; "Nefehat gibi bazı
kitaplarda, bazı evliya için (kuddise sirruh) bazıları için (rahmetullahi aleyh) deniyor;
hikmeti nedir?" diye sual edince, öyle buyurdu: "Birincisi, nefsinden tamamen kurtulanlar,
ikincisi kendinde, nefsinden bir eyler kalanlar içindir. Nefsden tamamen kurtulmak, ir adın
artı de ildir. (Rahmetullahi aleyh) denenlerden de bir ço u, ir ad makamına oturmu lar,
büyüklerin yolunda olup, faydalı olmu lardır."
Bir halifesine öyle buyurdu: "Halka önce i aretle muamele et, bu fayda vermezse ibare
ile (söz ile) söyle. Bu da fayda vermezse, ondan yüz çevir. Sen birinden yüzünü çevirirsen,
Resulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) kadar bütün "Silsile-i aliyye" büyükleri ondan yüz
çevirir."
Bir gün, kendilerine; "Nehri'de sadık talebeniz kimdir?" dediler. "Molla Muhammed
Münhani'dir" buyurdu. "O, katı tabiatlıdır." dediler. Bunun üzerine, Mevlana Ahmed
Cüzeyri'nin Divan'ındaki u beyti okudu:
"Ehl-i tarik, makamları seyr ederken renk renktir,
Bir kısmı ilahi cemal, bir kısmı celaldedir."
Çe itli zamanlardaki sohbetleri sırasında buyurdu ki:
"Amellerinizi ucb (kendini be enmek, ibadeti kendinden bilmek) ile örtüp yok
etmeyiniz."
"Bizim yolumuzda ucb ve riya yoktur. Riya ve ucba helal diyen, yolumuzda de ildir."
"Bizim yolumuzdaki yolcuların faydaları ana ve babalarına da ula ır."
Evliyanın vefatından sonra istifade hakkında; "Kılıç kınından çıkmadıkça, (ruh,
bedenden çıkmadıkça) kesmez." buyurdu.
"Zikr yapılmaksızın yalnız rabıta ile Hakk'a kavu mak mümkündür.
Zikr ise, rabıtasız kavu turucu de ildir."
Taha-i Hakkari hazretleri Nehri'de kaldı ı kırk iki sene içinde slamiyetin emir ve
yasaklarını insanlara anlatarak onların dünya ve ahirette kurtulu ları için çalı tı. Bütün
hocaları gibi slamın güzel ahlakını yaydı. Siyasete karı madı. Pekçok veli yeti tirip onlara
hilafet verdi. slamiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirdi. Halifelerinin en
me hurları unlardır: Biraderi Seyyid Muhammed Salih, Seyyid Sıbgatullah Arvasi, Seyyid
Fehim Arvasi, damadı ve katibi Seyyid Abdülehad, Muhammed Küfrevi, Halife Köse adıyla
me hur olan eyh Taha, Molla Resul Sibki, Mevlana Hacı Hakkari, Süleyman Baradusti,
Molla Muhammed Munhani Ho abi, eyh Ahmed Meczub. Bunlardan ba ka halifeleri de
vardır.
Seyyid Taha-i Hakkari hazretleri 1852 (H.1269) senesinde bir ikindi vakti, Haram
Çe mesi denilen a açlık bir mevkide talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet anında kendisine
iki mektup arzedildi. Bunları kıymetli damadı Abdülehad Efendiye okuttuktan sonra;
"Abdülehad! öhret afettir. Artık bizim dünyadan gitmemizin zamanı geldi." buyurdu.
Abdülehad da; "Aman Efendim, am'dan gelen bu iki mektup nedir ki?" dedi. O gün
sohbetten sonra hane-i saadetlerine gitti ve orada hastalandı. On bir gün hasta yattı.
Hastalı ının a ır olmasına ra men namazlarını mümkün oldu u kadar ayakta kılmaya çalı tı.
Hastalı ının on ikinci, Cumartesi günü talebeleri ve yakınları ile helalla tı, vedala tı,
vasiyetini bildirdi. Karde i Seyyid Salih hazretlerini ça ırttı. Onun için; "Biraderim Salih,
kamil, olgun bir velidir. Herkesin ba ı onun ete i altındadır." buyurdu. Yerine karde i Salih
hazretlerini halife bıraktı. kindi vaktinde, talebelerinin Yasin-i erif tilavetleri arasında,
mübarek ruhunu Kelime-i tevhid getirerek teslim eyledi.
Mübarek mezarı Nehri'dedir. Onu seven a ıkları, uzak yerlerden gelerek, mübarek
kabrinden fı kıran nurlardan, feyzlerden istifade etmekte, bereketlenmektedirler.
Seyyid Taha-i Hakkari hazretlerinin nesli o ullarıyla devam etmi tir. Seyyid Habib,
Seyyid Mahmud, Seyyid Alaeddin ve Seyyid Ubeydullah isimlerinde dört o lu vardı.
Bunlardan Seyyid Habib Efendi, genç ya ta vefat etti. Seyyid Mahmud ve Seyyid Alaeddin
Efendilerin de o ulları vardı. Seyyid Taha-i Hakkari hazretlerinin Seyyid Ubeydullah
adındaki o lu, nüfuzunun ve talebelerinin çoklu u ile me hurdur. Babasının vefatından sonra
amcası Seyyid Salih hazretlerinin sohbet ve ir adıyla kemale gelmi , 1864 senesinde
amcasının vefatından sonra ir ad makamına oturmu tu. Ehl-i sünnete çok hizmet etti. Seyyid
Fehim-i Arvasi hazretleriyle birlikte hacca gitti. Sonra Taif'te ikamete memur edildi. Bir
müddet sonra Kabe-i muazzamayı tavaf esnasında iki rekat namaz kılarken secdede vefat
etti. Cennet-i Mualla kabristanına defnedildi. Seyyid Ubeydullah Efendinin; Seyyid Re id,
Seyyid Alaeddin, Seyyid Mazhar, Seyyid Abdülkadir, Seyyid Muhammed Sıddik isminde
be o lu vardı. Bu o ulları vasıtasıyla nesli devam etmi tir.
ELHAMDÜL LLAH
Seyyid Taha hazretleri zamanında, ran ahı, emdinan'a yakın 145 pare köyü, her eyi
ile beraber Seyyid Taha'ya ba ı ladı. Bu haberi kendisine getirdiklerinde, bir an ba ını e ip
kaldırdıktan sonra; "Elhamdülillah." dedi. ran ahı ölünce, o lu bu köyleri geri aldı. Haberi
Seyyid Taha'ya getirdiklerinde, yine ba ını e ip bir an sonra kaldırdı ve; "Elhamdülillah."
buyurdu. Eshabından Halife Köse; "Efendim! Köyleri size hediye ettikleri zaman da hamd
ettiniz. Geri aldıklarında da hamd ettiniz. Hikmeti nedir?" diye arzedince; "Hediye ettikleri
zaman kalbimi yokladım. Dünya malına sevinmedi imi gördüm, bunun için hamd ettim.
imdi geri aldıklarında, yine kalbime baktım. Hiç üzüntü bulunmadı ını gördüm. Yine hamd
ettim." buyurdu.
SEN N ARADI IN EY BU KAPIDA YOKTUR
Musul taraflarında eyhlik iddiasında bulunan bir kimse, talebesinden birini Seyyid Taha
hazretlerinin yanına gönderdi ve; "Seyyid Taha'ya, sünnete uymayan bir i i letmeden,
buraya dönme!" dedi. O da kalkıp Nehri'ye geldi. Bir ikindi namazından sonra, Seyyid Taha
hazretlerinin mescidin kapısında duran ayakkabılarından sol aya ınınkini uza a koydu.
Bununla mescidden sa ayakla çıkmasını ve sünnete uygun olmayan bir i yapmasını
dü ünmü tü. Fakat Seyyid Taha hazretleri, kalabalık içerisinde, o ki iye hitab edip; "Aldı ın
ayakkabıyı yerine koy! Senin aradı ın ey, bu kapıda yoktur." buyurdu.
BASTON VE DAYAK
Herki a iretinden Molla Abdullah isminde bir müderris, iki talebesi ile ziyaret için
Nehri'ye giderken, çayın ba ında oturdular. Molla Abdullah, talebelerine; "Herkes abdest
alarak Nehri'ye gider. Abdestsiz kimse gitmez. Ben bu adeti bozup, abdest almadan
gidece im." dedi. Talebeleri; "Hocam, biz bu adeti bozmayalım, abdest alıp da gidelim."
dedilerse de, Hoca Efendi; "Sanki bu dini bir hüküm müdür? Ben yapmam!" dedi. Bu arada
elini yüzünü yıkarken, koltu undan bastonu suya dü dü. Elini uzatıp, bastonu almak
isterken, hikmet-i ilahi baston, onun ba ına, yüzüne vurarak yüzünü gözünü kan içinde
bıraktı. Sonra baston kayboldu. O da, böyle söyledi ine pi man oldu. Yaralarını sarıp, abdest
aldı. Nehri'ye gitti. Seyyid hazretlerinin dergahına girince, bastonu duvarda asılı gördü.
Gözleri bastona takılıp kalınca, Seyyid Taha hazretleri; "Herhalde bu bastondan dayak
yemi siniz." buyurdu. Molla Abdullah yaptıklarına pi man olup, tövbe etti, talebelerinden
olmakla ereflendi.
1 Mayıs 2013 Çarşamba
Silsile-i aliyye - 30- Seyyid Abdüllah Şemdini
30- Seyyid Abdüllah Şemdinî
Seyyid Abdullah ş emdini hazretleri, Anadolu'da yeti en büyük velilerden. Kendilerine
Silsile-i aliyye adı verilen büyük alim ve veliler silsilesinin otuzuncusudur. Bu diyarda
Nak ibendi, Müceddidi, Halidi kolunun önde gelen temsilcisidir. ismi Abdullah'tır. Seyyid
Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin onuncu torunu ve Seyyid Taha-i Hakkari'nin amcasıdır.
Lakabı, Siracüddin ve Menba-ul-Hilm'dir.
Ş emdinli'de dünyaya gelen asil, temiz ve şerefli bir aileye mensub olan Seyyid Abdullah
ş emdini, küçük ya şta ilim tahsiline yöneldi. Zamanının usulüne göre ilk tahsilini gördükten
sonra, Irak'ın Süleymaniye beldesine giderek oradaki medresede ilim ö renmeye devam etti.
Akli ve nakli ilimleri tahsil edip büyük alim oldu. Bu medresede ilim ö renmekle me gul
iken medrese arkada ı Mevlana Halid-i Ba dadi ile bir karde gibi ya adılar. Yüksek
yaratılı ı olan bu iki gönül dostu zahiri ilimleri tahsil ettikleri sırada kalb ve gönül ilmi olan
tasavvufa kar ı alaka duymaya ba ladılar. Bu alaka, muhabbet ve a k derecesine ula ıp,
kendilerini manevi olarak terbiye edip, batıni ilimleri ö reterek yeti tirecek bir rehber, yol
gösterici aradılar.
Sonunda aradıkları rehberi hangisi daha evvel bulursa, o büyük zattan alaca ı manevi
feyz ve bereketin aralarında mü terek olmasını kararla tırdılar. Bu hususta birbirlerine söz
verdiler. Yani aradıkları o büyük veliyi hangisi daha evvel bulur ve tanırsa hemen di erinin
de o zatı tanımasına, ona ba lanıp feyz almasına vasıta olacaktı.
Kendilerine yol gösterecek manevi bir rehberi aradıkları sırada Mevlana Halid-i Ba dadi
aldı ı bazı manevi i aretler üzerine Hindistan'a gitmeye karar verdi. Zahiri ilimlerde yüksek
bir alim olan Abdullah-ı emdini de onunla gitmek istedi. Fakat Mevlana Halid-i Ba dadi
ona; "Ben gideyim, oradan alıp getirdiklerime orta ız." dedi. Nihayet Hindistan'a gitmek
üzere Süleymaniye'den yola çıktı. Uzun ve me akkatli bir yolculuktan sonra Hindistan'a
ula tı. Sonunda Nak ibendiyye manevi yolunun mür id-i kamili ah Gulam-ı Ali
Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin huzur ve sohbetleriyle ereflendi. Kısa zamanda layık ve
müstehak oldu u fazilet ve olgunlu a ula tı. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyalık derecesine
yükseldi. Hocası ona, slamiyetin emir ve yasaklarını anlatmak suretiyle, insanların dünya ve
ahiret saadetine kavu malarına vesile olabilmek ve talebe yeti tirmek hususunda tam bir
icazet, diploma ve hilafet verdi. Hocasının tam ve mutlak vekili olarak aldı ı yüksek feyz ve
kemalatı, ilim ve edeb a ıklarına sunmak ve onları yeti tirmekle vazifeli olarak Ba dad'a
gönderildi.
Bundan sonra bütün alem, vasıtalı vasıtasız ir ad ve feyz kayna ı olan Mevlana Halid-i
Ba dadi hazretlerinin manevi nuru ile nurlanmaya ba ladı. Böylece Ba dad'da feyz ve nur
saçan rahmet güne i do du.
Seyyid Abdullah-ı emdini, daha önceki anla malarının gere i bir müddet Ba dad'da
kaldıktan sonra Süleymaniye'ye dönen Mevlana Halid-i Ba dadi hazretlerinin ziyaretine
gitti. Mevlana'nın Hindistan'da elde etti i marifet ve kemalatı, olgunlu u görünce ona olan
muhabbeti daha da arttı. Medrese talebeli inde arkada ı oldu unu dü ünmeyip o evliyalık
güne inin sohbetlerine devam etmeye ba ladı. Onun önde gelen talebelerinden oldu. Bazı
hasetçi ve inkarcı kimselerin, Mevlana Halid-i Ba dadi hazretlerinin kar ısına çıkıp, söz ve
yazı ile onu kötülemeye, türlü türlü iftiralarla ve düzme yalanlarla, ona gönül verenlerin
yolunu kesmeye çalı tıkları sırada, o hep onun yanında bulundu. Kendisinde bulunan asalet
ve yüksek kabiliyet ile Mevlana Halid-i Ba dadi hazretlerinin talebe yeti tirmek
hususundaki maharetinin birle mesiyle kısa zamanda bütün ilimlerde ve tasavvuf hallerinde
yeti erek olgunla tı. Mevlana hazretlerinin binlerce talebesi arasında en yükseklerinden oldu.
Mevlana Halid-i Ba dadi hazretleri ona talebe yeti tirmek üzere icazet, diploma verdi.
Mevlana hazretlerinden icazet ve hilafet alanların ba tan üçüncüsü olan Seyyid Abdullah-ı
emdini, karde i Seyyid Ahmed Geylani hazretlerinin o lu Seyyid Taha-i Hakkari'yi de,
Mevlana Halid-i Ba dadi'nin sohbetlerine götürerek, onun da bu yolda yeti mesine vesile
oldu.
Mevlana Halid-i Ba dadi hazretleri bir ara, Ba dad'a gitti. Bu sırada Abdullah-ı emdini
talebelerin ba ına geçip onları yeti tirmekle me gul oldu. Daha sonra tekrar Süleymaniye'ye
dönen Mevlana hazretleri, insanlara slamiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere çe itli
beldelere yeti tirip gönderdi i talebeleriyle birlikte, Seyyid Abdullah-ı emdini'yi de
emdinli'ye gönderdi. Seyyid Abdullah-ı emdini, emdinli civarındaki Nehri kasabasına
yerle ti. Nehri'de medrese, tekke ve zaviyeler yaptırarak talebe yeti tirmeye ba ladı.
Türkiye, ran ve Irak'ın çe itli yerlerinden ilim meclisine ve sohbetlerine ko an pekçok
kimseyi zahiri ve batıni ilimlerde yeti tirdi. Peygamber efendimizden bu yana, evliyanın ve
slam alimlerinin anlattı ı ve ya adı ı slamiyeti, güzel ahlakı insanlara anlattı. Bilhassa
edeb ve ahlaktan mahrum a iretler üzerinde çok tesirli olup, onların düzelmesine vesile oldu.
Kabile ve a iretlere, anlayacakları ekilde güzel nasihatlar vermek suretiyle onların do ru
yola kavu malarına vesile oldu.
Mevlana Halid-i Ba dadi hazretleri onun hakkında Seyyid Taha-i Hakkari'ye; "Seyyid
Abdullah ne güzel bir eyhdir. Onda hiç kusur yoktur. Yalnız kusuru, onun münkiri yani
kar ısına çıkıp onun büyüklü ünü inkar eden kimseler bulunmamasıdır." buyurdu.
Yine buyurdu ki:
"Beni, Seyyid Abdullah ve Seyyid Taha'dan üstün tutmayınız." Eshabı; "Onlar sizin
talebenizdir, nasıl böyle dersiniz?" diye arz ettiklerinde; "Onlar ehzadelerdir. Padi ah
olacaklardır. Biz ise, bir müddet onların terbiyesi ile me gul olan ve böyle yüksek bir
vazifenin kendisine verildi i bir mürebbiyeyiz. Mürebbi, ah olacak ehzadeden üstün
olabilir mi?" buyurdular.
Berdesur kasabasında bir medrese yapıp, müderrislik yapan ve mezunlar vermeye
ba layan ye eni Seyyid Taha, arada bir huzuruna gelir, sohbetinde bulunurdu. Her defasında
kendisine tasavvuf yoluna girmesi söylenir, o da; "Bir gün in aallah o da olur." der ve kendi
kendine; "Peygamberlerin, alimlerin ve evliyanın hep dü manları, hasetçileri, sevmiyenleri
olmu tur. Amcam, dedikleri gibi büyük evliyadan olsa, muhakkak hasetçisi, dü manı,
çekemeyeni olurdu. Hele bu ahir zamanda ve kıyametin yakla tı ı, hakikatın unutulup,
bid'atin revac buldu u böyle bir devranda acaba niçin hiç büyüklü ünü inkar eden dü manı
yoktur?" diye dü ünürdü. Bir gün Berdesur'da çar ıda birisinin, amcasının aleyhinde
konu tu unu gördü. Bunun üzerine; "Sevmeyeni, kabul etmeyeni oldu una göre,
evliyadandır." deyip, Nehri'ye geldi. Amcasına teslim olup, bir müddet istifade etti. Sonra
Mevlana'nın daveti üzerine Ba dad'a gitti, orada kemale geldi.
Ömrünü ilim tahsil etmeye, slamiyeti ö renmeye ve ö retmeye vakfetmi olan ve
pekçok kerametleri görülen Seyyid Abdullah-ı emdini hazretleri 1813 (H.1228) de
emdinli'nin Nehri kasabasında vefat etti. Nehri kabristanının giri inde defn edildi. Kabrinin
üzerinde sade bir türbe vardır. Mübarek kabri sevenleri tarafından ziyaret edilmekte, a ıkları
dua edip mübarek ruhundan feyz almaktadır. Onu vesile ederek dua edenlerin maddi ve
manevi dertlerine derman buldukları dilden dile anlatılmaktadır.
emdinli'nin Nehri kasabasında ilk defa ir ad ve feyz kayna ı olan Seyyid Abdullah-ı
emdini, afii mezhebi fıkhında ve di er ilimlerde derin alim olup, ilmiyle amil, büyük veli,
peygamberlik sırlarına vakıf ve hazret-i Osman'ın güzel ahlakını hatırlatan güzel ahlak sahibi
olup, haya ve edebin kayna ı idi. Her hali istikamet ve do ruluk üzere idi. Sohbetleri hasta
ruhlara gıda, bakı ları kararmı kalblere ifa idi. nsanların dünyada ve ahirette kurtulu a
ermelerinin, saadet kapısının anahtarı idi. Allahü teâlâ efaatine ve feyzlerine mazhar
eylesin. Amin.
Silsile-i aliyye - 29- Mevlana Hâlid-i Badadi
29- Mevlana Hâlid-i Ba dâdî
Mevlâna Halid-i Ba dadî hazretleri, Irak ve am'da yeti mi büyük velîlerdendir. Silsilei
aliyye adı verilen âlimler ve velîler zincirinin 29.sudur. Asrının müceddidi idi.. Babası Hz.
Osman'ın, annesi ise Hz. Ali'nin soyundandır. Kabri am'ın kuzeyinde, Kâsiyûn Da ı
ete indeki kabristanda bulunan türbesindedir.
Zekâsı keskin, hâfızası kuvvetli, irâdesi sa lam ve çok çalı kan idi. Devrin me hûr pek
çok âlimlerinden ilim ö renip, icâzet aldı. Ö rendi i bütün ilimlerde din ve fen adamlarına
hocalık yapacak derecede üstün bir bilgiye sâhip oldu. Din ve fen ilimlerindeki üstünlü ü ve
geni bilgisi sebebiyle zamânının bütün âlimleri ve velîlerinin takdirlerini kazandı. Hangi
ilimden ve hangi fenden ne sorulursa sorulsun derhal cevâbını verirdi. Zekâsı ve bilgisi
kar ısında akıllar hayrete dü erdi. 21 ya ındayken, ulemâya üstâd olup, 7 yıl ders okuttu.
Alimler arasında sözü senet idi.
Hicaz'a gidip Medîne’ye kavu unca Peygamber efendimize olan a kını Farsça olarak
dile getiren Kasîde-i Muhammediyye'yi yazdı. Medîne’de Yemenli fazîlet sâhibi bir zâta
rastladı. Ondan nasîhat istedi. O zât dedi ki: "Ey Hâlid Mekke’ye gidince edebe uymayan
bir ey görürsen hemen reddetme." O da Mekke’de bir Cumâ günü Kâbe-i erîfe kar ı
Delâil-i Hayrât'ı okurken birinin, Kâbe'ye sırt çevirip kendine baktı ını gördü. " una bak
Kâbe'ye arkasını çevirmi , edebi gözetmiyor!" diye dü ünürken, o kimse; "Mümine hürmet,
Kâbe'ye hürmetten öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Sana verilen nasîhatı ne tez
unuttun” dedi. Ondan özür dileyip; "Beni talebeli e kabûl et." diye yalvardı. O da; "Sen
burada olgunla amazsın, senin i in Hindistan’da tamam olur." dedi. Bu zatın hocası
Abdullah-ı Dehlevî oldu u rivayet edilmektedir.
Bir gün Hindistan'dan Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin talebelerinden Mirzâ
Abdürrahîm çıkageldi. Hocasının "Mevlânâ Hâlid'e selâmımızı söyle bu tarafa gelsin!"
buyurdu unu bildirdi. kisi beraberce Hindistan’a gittiler. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin
bulundu u ehre gelmenin sevinci ile, yanında bulunan e yaların hepsini, fakirlere da ıttı.
Hindistan'ın en büyük velîsi ve büyük slâm âlimi, âh Abdullah-ı Dehlevî'nin huzûruna
kavu tu.
Abdullah-ı Dehlevî, ona nefsinin terbiyesi için dergâhı temizleme vazifesini verdi. O,
âlim bir zat olmasına ra men, hiç îtirâz etmedi. Bir müddet bu vazifeye devam ederken,
hocası ile kar ıla tı. Onun omuzları üzerinden Ar 'a do ru muazzam bir nûrun yükseldi ini
ve meleklerin ona hayranlıkla baktıklarına âhit oldu. Hocası, onun tasavvufta pek yüksek
derecelere eri ti ini görünce, devamlı yanında bulunmasını emretti. Abdullah-ı Dehlevî'nin
kalbindeki bütün esrâr ve mânevî üstünlüklere kavu tu.
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri; "Ey Hâlid, imdi memleketine ve Ba dât'a git! Oradaki
insanları Allahü teâlâya kavu tur." buyurdu. O da gidip ir ada ba ladı. Ba dât Vâlisi Saîd
Pa a, ziyâretine geldi. Birçok âlimin sessiz, ba ları önüne e ik, hizmetçi gibi edeple
huzûrunda oturmu olduklarını gördü. Onun heybetini görünce, diz çöküp titremeye ba ladı.
Celâl hâli gidince, Saîd Pa anın titremesi de geçti. Daha sonra vali, talebeli e kabul edildi.
Ulemadan eyh Ali Süveydî, hadîs âlimi idi. Hadîs-i erîf senetlerinde kuvvetli bilgisi
vardı. mtihân maksadıyla, Mevlânâ Hâlid hazretlerine geldi. Kütüb-i Sitte'de yazılı
hadîslerden üç hadîsi senetlerini yanlı olarak, imtihan yollu okudu. O da, bu hadîslerin asıl
senetlerini sahîh olarak okuyunca, hemen ellerine kapanıp, kalbine gelen imtihan
dü üncesinden tövbe ederek af diledi. Her yerde; "Mevlânâ Halid zâhir ve bâtın ilimlerinde
sonsuz bir deniz, biz ise bir damlayız." derdi.
Mevlânâ Hâlid-i Ba dâdî hazretlerinin pek çok kerametleri görülmü tür.
Ba dat'tayken Hâcı Mahmûd Efendi isminde, zengin, bir talebesi vardı. Bu zât, çok
borçlanmı tı. Bir gün "Efendim, borcumun çoklu undan dı arı çıkmaya yüzüm kalmadı."
deyince, buyurdu ki:
"Bir ay sabret."
O, bunun üzerine; "Aman efendim, bir ay sabredecek tâkatim kalmadı." diyerek iki defâ
tekrarladı. "öyle ise, kaldır u hasırı istedi in kadar al." buyurdu.
Mahmûd Efendi de hasırı kaldırdı ve altında bir altın gördü. Altını aldı, ba ka bir altın
gördü ve böylece her aldı ı altının yerinde yeni bir altın gördü. Borcunu tamamlanıncaya
kadar bu i e devâm etti.
Süleymâniye'nin me hûr âlimlerinden bâzısı, Mevlânâ Hâlid-i Ba dâdî hazretlerini, aklî
ve naklî ilimlerin en zor ve ince meseleleri ile imtihan ettiler. Çâresiz kalıp, Irak'ın her
bakımdan en büyük âlimi olan ve hüccet-ül- slâm denilen eyh Yahyâ Mazûrî mâdî'ye
mektup yazıp; "Süleymâniye âlimleri tarafından, din ve dünyâ ilimlerinin allâmesi,
müslümanların hücceti, efendimiz, üstâdımız Yahyâ Mazûrî mâdî hazretlerine arz olunur ki,
ehrimizde, Hâlid isminde bir zât zuhûr eyledi. Hindistan'a gidip geldikten sonra, vilâyet-i
kübrâ ve insanları ir âd dâvâsında bulunuyor. Bu zât, din ilimlerini tahsîl ettikten sonra, terk
eyledi. Yanlı yollara saptı. Bizler onu ilimde yenemedik. Büyü ümüz sizsiniz! Bu tarafa
gelip, yanlı lı ını ve zararlarını def edip, onu yenmeniz, üzerinize vâcibdir. Gelmeyecek
olursanız, bu fikirleri bütün insanlara ve di er ehirlere yayılacaktır." dediler.
Bu mektup, eyh Yahyâ'nın eline geçince, bâzı talebeleri ile birlikte, Süleymâniye
yolunu tuttu. ehre yakla ınca, bütün âlimler, kar ılamaya çıkıp, herbiri kendi evine dâvet
ettiyse de, kabûl etmedi ve; "Bu saatte o zâtla görü mem lâzımdır." diyerek, Hâlid-i Ba dâdî
hazretlerinin evine gitti.
eyh eve girince, onu kapıda kar ıladı ve yanıba ına oturttu. eyh Yahyâ'nın kalbinde,
bir takım ince ve zor meseleler vardı. Bunları sorup imtihan edecekti. Hâlid-i Ba dâdî
hazretleri, eyh'e hitâben; "Din ilimlerinde çok mü kül meseleler vardır. te biri udur ve
cevâbı budur; di eri udur, cevâbı budur." buyurup, eyh'in kalbindeki bütün suâlleri ve
cevaplarını söyledi. eyh Yahyâ meseleyi anladı. Tövbe edip talebelerinden oldu.
Talebelerinden bni Âbidîn hazretleri; "Dün gece rüyâmda Hz.Osman'ın vefât etmi
oldu unu gördüm. Çok büyük bir kalabalık oldu. Cenâze namazını ben kıldırdım." diyerek
rüyâsını anlatınca, Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Yakında vefât ederim. Sen de kalabalık bir
cemâat ile cenâze namazımı kıldırırsın, çünkü ben, Hz.Osman'ın soyundanım." buyurdu. bni
Âbidîn bunu duyunca çok üzüldü. Çok geçmedi vefat etti. Cenâze namazını, "Be vakit
namazda Ettehiyyâtü okurken Resûlullah efendimizi ba gözüyle görmezsem, o
namazımı iâde ederim." diyen, Hanefî mezhebinde büyük fıkıh âlimi Seyyid bni Âbidîn
hazretleri kıldırdı.
Talebelerinden ve halîfelerinden olan Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretlerini çok sever ve
ona çok dua ederdi. Buyururdu ki: Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti, insanların
övmesi ile ayıplamasını, e it görmektir. nsanların ra betine sevmek, önem
vermemelerine üzülmek, basitlik ve akılsızlıktır.
Silsile-i aliyye - 28- Seyyid Abdüllah Dehlevi
28- Seyyid Abdüllah Dehlevi
Seyyid Abdullah Dehlevî hazretleri, Hindistan’da yeti en, silsile-i aliyye denilen alim ve
velilerdendir. 1745 de Hindistan'ın Pencab ehrinde do du. 1824 te Delhi'de vefât etti. Kabri
âhcihân câmii yakınındaki dergâhındadır.
Babası, Abdullatif efendi âlim, sâlih ve zâhid bir zat idi. Bir gün rüyâsında Hz. Ali
ona:"Allahü teâlâ sana bir o ul ihsân edecek, o büyük bir zât olacak. Ona bizim ismimizi
koyarsın." dedi
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de annesine rüyâsında; "Yakında dünyâya bir
o lun gelecek. Ona bizim ismimizi koyarsın." buyurdu. Resûlullah efendimiz de evliyâdan
bir zât olan amcasına rüyâsında, do acak çocu a Abdullah isminin verilmesini emretti.
Çocuk do du unda, ismini babası, Ali, annesi Abdülkâdir, amcası Abdullah koydu.
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, altı ya ına gelince, Hz. Ali'ye kar ı sevgi ve edebinden
kendisine Ali denmesini istemeyip Ali'nin hizmetçisi mânâsına gelen Gulam Ali dedi ve bu
isimle tanındı.
Allah vergisi çok üstün bir zekâya sâhipti. Kur'an-ı kerimi kısa zamanda ezberledi. Dînî
ilimleri ve zamanının fen ilimlerini ö rendi.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin huzuruna varıp, kendisini talebeli e kabûl
buyurmasını istedi. O da: "Sen ho landı ın bir yere git. Bizim yolumuz, tuzsuz ta ı
yalamak gibidir." buyurdu. "Ben her eye razıyım efendim." dedi. "Mübârek olsun."
buyurup talebeli e kabûl edildi. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, 15 yıl sohbetiyle ereflendi.
Evliyâlıkta yüksek derecelere kavu unca, mutlak icâzet alıp, halifesi oldu.
Talebelerinden Meyân Ahmed Yâr anlatır: Bir gün hocamla, kızı vefât etmi olan ya lı
bir teyzenin evine tâziyeye gittik. Hocam ona, "Allahü teâlâ, in allah sana daha iyi bir evlat
verir." dedi. Kadın; "Ben ihtiyârım, bizim çocu umuz olmaz." dedi. Hocam; "Allah her eye
kâdirdir." buyurdu. Sonra evden çıkıp mescide geldik. Hocam abdest alıp iki rekat namaz
kıldı. O kadına çocuk vermesi için duâ etti. "Allahü teâlâya, o kadına bir çocuk vermesi için
arz-ı hâcette bulundum. Duâmın kabûl oldu una dâir alâmetleri gördüm. n aallah çocu u
olacaktır." buyurdu. Daha sonra, o kadının bir çocu u oldu.
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri buyurdu ki: Talebe, sâdık olan tâlip demektir. Allahü
teâlânın sevgisi ile ve O'nun sevgisine kavu mak arzusu ile yanmaktadır. Bilmedi i,
anlayamadı ı bir a k ile a kın hâldedir. Uykusu kaçar, göz ya ları dinmez. ledi i
günahlarından utanarak ba ını kaldıramaz. Her i inde Allah'tan korkar, titrer, Allahü
teâlânın sevgisine kavu turacak i leri yapmak için çırpınır. Her i inde sabreder. Her
geçimsizlikte, sıkıntıda kusuru kendisinde görür. Her nefeste Allah'ını dü ünür. Gaflet
ile ya amaz. Kimseyle münaka a etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri Allahü
teâlânın evi bilir. Eshâb-ı kirâm hakkında hayır konu ur ve isimleri anıldı ında
"radıyallahü.anhüm" der. Hepsinin iyi oldu unu söyler. Peygamber efendimiz Eshâb-ı
kirâm arasında olan eyleri konu mamayı emir buyurdu. Sâlih müslüman, bunları
konu maz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere kar ı bir edepsizlikte
bulunmaktan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allah'ın Resûlünü sevmenin
alâmetidir. Kendi bilgisi, kendi görü ü ile evliyâ-yı kirâmı, birbirinden a a ı ve yukarı
diye ayırmaz. Birinin, daha yüksek, daha üstün oldu u ancak âyet-i kerime, hadis-i
erif ve Sahabe-i kiramın sözbirli i ile anla ılır. Muhabbet sarho lu u ile ba ka türlü
söyleyenler mâzûrdur.
30 Nisan 2013 Salı
Silsile-i aliyye - 27- Mazher-i Cân-ı Canan
27- Mazher-i Cân-ı Canan
Mazher-i Can-ı Canan hazretleri, evliyanın büyüklerinden. nsanları Hakk'a davet eden,
do ru yolu göstererek hakiki saadete kavu turan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen
alim ve velilerin me hurlarındandır. smi, emseddin Habibullah'tır. Babası Mirza
Can'dır. Onun ismine izafeten Can-ı Canan denilmi tir. 1699 (H.1111) veya 1701 (H.1113)
senesinde Ramazan-ı erifin on birinde Cuma günü do du. 1781 (H.1195) senesinde ehid
edildi. Hazret-i Ali'nin neslinden olup, seyyiddir. Ceddi, ileri gelen devlet adamlarından
olup, Teymuriyye sultanlarına yakınlıkları vardı. Babası Mirza Can, mevki ve makamı
terkedip, fakirli i ve kanaatı tercih etti. Servetini Allah için fakirlere da ıttı. Kızının nikahı
için ayırdı ı yirmi be bin rub'iyye mikdarındaki altını, bir dostunun iddetli bir sıkıntıda
oldu unu i itince, tamamen ona hediye etti. Babası, memleketinde, merhameti, üstün ahlakı,
insani meziyetlerinin üstünlü ü ile tanınmı bir zattı. Zamanın mür id-i kamillerinden olan
ah Abdürrahman Kadiri'nin sohbetinde kemale geldi.
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, Zeka, fehm ve anlayı ının parlaklı ını gören firaset
erbabı, onun yüksek bir fıtrata, yaratılı a sahib oldu unu söylerlerdi. Babası, onun terbiye ve
taliminde, ilim ö renmesi hususunda çok dikkat gösterdi. Daha küçük ya ta ilim, marifet
ö renmeye ve çe itli maharetler kazanma a ba ladı.Kıymetli ömrünü çocuklu undan
itibaren gayet iyi de erlendirip, heba etmedi. lim ve marifeti yanında ayrıca çe itli sanat ve
maharetleri ö rendi. Kendisi öyle demi tir: "Çocuklu umda brahim aleyhisselamı rüyamda
görüp, çok iltifat ve ihsanlarına kavu tum. Yine çocuklu umda hazret-i Ebu Bekr'i ne zaman
hatırlayıp ismini ansam, mübarek sureti kar ıma çıkardı. Ruhaniyetini gözümle görürdüm.
Bana çok iltifatta bulunurdu."
Yine öyle anlatmı tır: "Çocuklu umda idi. Bir kimse babamla konu uyordu. mam-ı
Rabbani hazretlerinden bahsettiler. Ben o anda mam-ıRabbani hazretlerinin ruhaniyetini
gördüm. Bana oradan kalkmam için i aret etti. Bu hali babama söyleyince; "Anla ıldı ki, sen
onların yolundan istifade edeceksin." dedi. Allahü teala benim tinetime, sünnet-i seniyyeye
ittiba etme, uyma hasletini yerle tirmi ."
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin fıtratında, yaratılı ında bir yükseklik, büyükler
yolunda ilerlemeye büyük bir kabiliyet, onları sevmek ve muhabbet gösterme hususiyeti
vardı. "A k ve muhabbet, benim tinetimin hamurunun mayasıdır." buyurdu. Zamanın me hur
alimlerinden onun halini görenler; "Bu çocuk, a ıkane bir mizaca sahibdir." demi lerdir.
Babası ona; "Senin dünyaya geli in benim için çok mübarek oldu. Çünkü senin do du un
sene, ben dünyaya ait ba lılıkları, dünyaya dü kün olmayı terkedip, kanaatı tercih ettim."
demi tir.
Kendisi ilim tahsilini öyle anlatmı tır: "Farisi lisanını ve di er bazı bilgileri babamdan,
Kur'an-ı kerimi, tecvid ve kıraat ilmini Kari Abdürresul'den, akli ve nakli ilimleri de
zamanımızın alimlerinden ö rendim. Hacı Muhammed Efdal'den, tefsir ve hadis ilmi
ö rendim. On be ya ında iken kendisinden ilim ö rendi im hocam Hacı Muhammed Efdal,
bana bir takke hediye etmi ti. Bunun bereketi ile zihnim iyice açıldı. Hiçbir eyi okuyup
ö renmekte zorluk çekmedim. Tahsilimi tamamladıktan sonra, bir müddet de talebelere ders
verdim. On altı ya ında babam vefat etti. Vefat etmeden önce öyle vasiyyet etti: "Bütün
vaktini, kemalatı, olgunlukları ve üstün dereceleri elde etmek için harca. Kıymetli ömrünü
bo eylerle geçirme." Babamın vasiyetine uyarak, ilim ö renmeye ve ö rendi im ilimle
amel etmeye devam ettim. Bir gece rüyamda evliyadan bir zatı gördüm. Mezarından kalkıp
yanıma geldi ve kendi külahını ba ıma koydu." Bu rüyadan sonra gönlümde makam ve
mevki arzusu hiç kalmadı. Tasavvufa yönelme arzusu iyice fazlala tı. Bir defasında rüyamda
gaybdan bir ses; "Bizim seninle i imiz var. nsanların hidayete kavu ması ve onları hidayete
kavu turacak yolun yayılması senin sebebinle olacak!" dedi. Bu rüyayı da görünce tasavvufa
yönelip, batın nisbetini elde etmek arzum iyice kesinle ti. Bu maksadıma kavu mak için
Seyyid Nur Muhammed Bedayuni'nin huzuruna gittim. Mübarek yüzünü görünce marifet
sahibi bir zat oldu unu anladım. Sünnet-i seniyyeye son derece ba lı, dinin emirlerine tam
uyan, yüksek ahlak sahibi bir zat idi. Sohbeti kalbe safa veriyor, cana can katıyordu. yice
anla ılmı tı ki, arayanlar maksada onun huzurunda kavu uyor, ölmü kalb onun huzurunda
dirilip itminana eriyor. Hakk'a kavu mak orada müyesser oluyordu. Beni talebeli e kabul
etmesini arzedince, istiharesiz talebe kabul etmedi i halde beni derhal kabul etti. Feyzleri o
kadar bereketli ve tesirli idi ki, bir teveccüh ile talebesinin kalbi zikretmeye ba lardı. Ona
talebe olup feyzlerine kavu unca gönlüm aydınlandı. Çok iltifatına kavu tum.
Kısa zamanda Nur Muhammed Bedayuni hazretlerinin sohbetinde yeti tim. Tasavvuf
hallerine gark olmu tum. Ben, muhabbet-i ilahinin sarmasından, cezbenin çoklu undan
uykuyu, istirahati, yemeyi, içmeyi terk etmi tim. nsanlardan uzakla ıp yalnız ba ıma
dola maya ba ladım. Açlı ın iddetinden a aç yapra ı yemi tim. Vaktim hep kendimden
geçmi bir vaziyette ve murakabe halinde geçiyordu. Asıl maksada kavu mayı böylece
bekledim. Nihayet o hale geldim ki; "Rabbini görüyormu gibi ibadet et" hadis-i erifinde
istenen vasfa ula tım. Mahviyyet, fena ve beka hallerine kavu tum. Büyüklerin tarif etti i
maksada, sırr-ı tevhide yükseldim.
Nur Muhammed Bedayuni, benim hallerime bakıp, bana kar ı tevazu ile, büyük bir sevgi
ve alaka gösterdi. Bir gün, ikimiz kar ı kar ıya otururken; " ki güne kar ı kar ıya gelmi ,
birinin nurundan di eri görülmüyor. E er taliblerin terbiyesine yönelsen alem nurlanır."
buyurdu. Yine bir gün bana; "Sende Allahü tealaya ve Resulüne kar ı muhabbet yüksek
derecededir. Bizim yolumuz, senin teveccühlerin ile yayılacak. Sana emseddin Habibullah
ismi verildi." buyurdu ve talebelerinden bir kısmının yeti tirilmesini bana havale etti.
Hocamın sohbetine devam ederken, havale etti i o talebeleri de yeti tirdim ve hocamın
sohbetine bıraktım. Her ne kadar Resulullah efendimizin zamanında bulunup görmekle
ereflenmedik ama, Allahü tealaya binlerce ükürler olsun ki, Resulullah'ın naiblerinden olan
(O'nun yolunu anlatan) hocam Seyyid Nur Muhammed Bedayuni'nin sohbetinde bulunmakla
eref- lendim. Hayatın meyvesi, asıl maksad ele geçti. Büyüklerin çok iltifatına kavu tum.
Hocam Seyyid Nur Muhammed Bedayuni'nin sohbetine dört sene devam ettim. Sonra
bana icazet verdi. Bana Ehl-i sünnet itikadı üzere olmamı, sünnet-i seniyyeye uymamı ve
bidatlerden sakınmamı vasiyet etti."
Hocası Seyyid Nur Muhammed'in vefatından sonra, altı sene eyh Gül eni ve on iki
sene Muhammed Efdal veHafız Sa'dullah'ın, sekiz sene Muhammed Abid-i Senami'nin
sohbetlerine devam ederek tasavvufda Müceddidiyye yolunda yüksek derecelere kavu tu.
Ayrıca Kadiriyye, Çe tiyye, Sühreverdiyye ve Kübreviyye yollarından da icazet, diploma
aldı. Zahiri ve batıni ilimleri ö rendikten sonra insanları ir ada ve do ru yolu anlatmaya
ba ladı. Derslerine, sohbetlerine alimler, amirler, veliler ve halk devam edip ondan feyz
aldılar. Mir Müsliman, Senaullah Pani-püti, Gulam Kaki, SeyyidAlimullah, Seyyid Abdullah
Dehlevi gibi büyük alimler ve veliler yeti tirdi.
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri buyurdu ki: "Allahü teala bize en olgun aklı, do ru ve
keskin görü ü ihsan etti. Saltanat i lerinin idaresi ve memleketin nizamı hususunda, herkesin
haline uygun en güzel usulü ö renmi idim. Bunun için zamanın me hur devlet adamları,
alacakları silahları ve di er mühim eyleri bizden sorar ve bizden aldıkları cevaba göre
hareket ederlerdi." Yine öyle buyurmu tur: "Muhterem babamın bereketli terbiyesiyle
yeti tikten sonra bende öyle bir hal hasıl oldu ki, bir bakı la herkesin ne oldu unu ve
kalbindekini anlardım. Bulundu um yolun nuruyla insanların saadet veya ekavet, (Cennet
veya Cehennem) ehli oldu unu, alınlarından okurdum."
Nevvab Han Firuzcenk, Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerini, so u u iddetli bir kı
gününde, üzerinde eski bir elbiseyle gördü. Bu halini görünce a ladı. Yanında bulunan
adamlarından birine; "Biz ne bedbaht insanız ki büyüklerimizden bir zat hediye kabul
etmiyor ve ona hizmet etmekle ereflenemiyoruz." dedi. Bu hadise üzerine Mazhar-ı CanıCanan
hazretleri; "Biz, zenginlerden bir ey kabul etmeme e, almama a kararlıyız. Hayat
güne imiz batmaya yüz tuttu, ömür bitmek üzere. imdiye kadar kabul etmedik." buyurdu.
Sonra Nevvab Han Firuzcenk, otuz bin rubiyye para hediye etmek istedi. Kabul buyurmadı
ve; "Biz sizin servetinizin yiyicisi de iliz, onu fakirlere da ıtınız." dedi.
Yine Afgan serdarlarından biri, e refi denilen üç yüz altın göndermi ti. Bunu da kabul
buyurmayıp; "Her ne kadar hediyeyi kabul etmek lazımsa da, mutlaka kabul etmek lazım
oldu una dair bir emir yoktur. Bize kendi talebelerimiz, ihlas ve ihtiyatla, haram
karı maması için dikkat ederek hazırladıkları hediyeleri getiriyorlar, onları bile kabul
etmiyoruz. Kaldı ki, ümeranın ve zenginlerin hediye edece i eylerin tam helalden
hazırlanmı oldu u üpheli olanları hiç kabul etmeyiz. Onda insanların hakkı vardır.
Kıyamet günü onun hesabını vermek zordur. mam-ı Tirmizi'nin, Ebu Berze'den getirerek
yazdı ı hadis-i erifde Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Kıyamet günü herkes, dört suale
cevap vermedikçe hesapdan kurtulamayacaktır: Ömrünü nasıl geçirdi. lmi ile nasıl amel etti.
Malını nereden nasıl kazandı ve nerelere harcadı. Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı."
Bunun için çok dikkat etmek lazımdır" buyurdu.
Mazhar-ı Can-ı Canan'a yine devlet adamlarından biri Hindistan'ın me hur meyvesi olan
"Enbe"den (Hint kirazı) bir mikdar hediye göndermi ve kabul etmesi için de çok
yalvarmı tı. Bunun üzerine iki tane "Enbe" alıp gerisini iade etmi ve; "Bu fakirin gönlü,
bunları kabul etmek istemiyor." buyurmu tu. Biraz sonra huzuruna bir bahçe sahibi gelip;
"Falan emir, size gönderdi i enbeleri bizden zulüm ile alıp size hediye etti." dedi. Bunun
üzerine mazlumun hakkının verilerek, himaye edilmesini söyledi. Sonra da; "Sübhanellah,
onun getirdi i bu yiyecek bizim batınımıza zararlı oldu." buyurdu. Ondan sonra da malı
üpheli kimselerin ikramını hiç kabul etmedi. Yine bu hadise üzerine; "Yiyeceklerin en
zararlısı kazançları üpheli olan zenginlerin ikram etti i yiyeceklerdir. Hatta fakirlerin
ikramları da üphelidir. Çünkü onlar da, bu yemekleri hazırlamak için, kazançları üpheli
olan zenginlerden borç alıyorlar." buyurdu.
Bir defasında bir iftar vaktinde yemek yerken, gafil birine aid olan bir ekme i talebeleri
payla mı lar, bir parça da Mazhar-ıCan-ıCanan hazretlerine vermi lerdi. O gece teravih
namazından sonra yenilen o ekmek sebebiyle, batınlarına tesir edip zarar verdi ini belirterek;
"Bu zarardan ancak namaz kılmak ve okunan Kur'an-ı kerimi dinlemekle kurtuldum."
buyurdu. Talebesi Abdullah-ı Dehlevi hazretleri bu söz üzerine: " üpheli bir lokma, onların
mübarek batınlarında nur deryalarında böyle bir de i meye, zarara sebeb olursa bizim
halimize ne denir!" buyurmu tur. Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri bu hususta öyle
buyurmu tur: "Yenilen lokmalar insanı muvaffakiyete kavu turmalı, taat ve ibadetin nurunu
arttırmalıdır. Fakirli i zenginli e tercih etmeli, sabır ve kanaatı seçmeli. Teslimiyeti ve rızayı
seciye haline getirmelidir. Resulullah efendimizin; "Allah'ım! Al-i Muhammed'in rızkını kafi
gelecek kadar kıl." buyurdu u duasına uygun olarak, insan için lazım olan eyleri yeteri
kadar istemelidir.
Eshab-ı kiram da böyle dua ederdi. srafa dü ürecek kadar zengin; sıkıntıya, borca
dü ürecek kadar da fakir olmamalıdır. Kulluk vazifesini yerine getirip, ölüme hazır
beklemeli, gönlü ba ka arzulara ba lamamalıdır. Ölüm, ilahi bir hediyedir. Allahü tealaya
kavu mak ve Resulullah efendimizin didarını, mübarek yüzünü görmektir."
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, hocalarına büyük bir muhabbet ve ihlas ile ba lıydı.
Bilhassa mam-ı Rabbani hazretlerine derin bir muhabbeti vardı. "Her neye kavu mu sam,
hocalarıma olan muhabbetim sebebiyle kavu tum. Kulun amelleri nedir ki, Allahü tealanın
rızasına kavu tursun! Fakat Allahü tealanın rızasına kavu mu ve makbul kullarından olan
zatları sevmek, onlara muhabbet beslemek, Allahü tealanın rızasına kavu mak için en
kuvvetli vasıtadır." buyurdu.
Mazhar-ıCan-ı Canan hazretleri öyle anlatmı tır: "Bir defa cihanın süsü ve kainatın
serveri olan Peygamber efendimizi rüyada görmekle ereflendim. Yanyana uzanmı
yatıyorduk. O kadar yakındık ki, mübarek nefesi yüzüme geliyordu. Bu esnada susadım.
Serhend büyü ünün o ulları, yani mam-ı Rabbani hazretlerinin evladı da orada idiler.
Resulullah, onlardan birine su getirmesini emir buyurdu. Fakir; "Ya Resulallah, onlar benim
pirimin evladıdır." diye arzettim. "Onlar bizim sözümüzü tutarlar." buyurdu. Onlardan bir
aziz, kalkıp su getirdi. Kana kana içtim. Sonra; "Ya Resulallah, hazretiniz Müceddid-i elf-i
sani hakkında ne buyurursunuz?" diye arzettim. "Ümmetimde onun bir benzeri yoktur."
buyurdu. "Ya Resulallah! mam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat'ı, mübarek nazarlarınızdan
geçti mi?" dedim. Buyurdu ki: "E er ondan hatırladı ın bir yer varsa oku!" Ben de, mam-ı
Rabbani hazretlerinin bazı mektuplarında geçen ve Allahü teala için; "O, vera-ül-vera sonra
yine vera-ül-vera'dır, yani Allahü teala ötelerin ötesidir. Akıl neyi dü ünür ve neyi tasavvur
ederse O de ildir" buyurdu unu okudum. Resulullah efendimiz bunu çok be endi ve;
"Tekrar oku!" buyurunca, tekrar okudum. Bu ifadeleri çok güzel buldu. Bu hal epey bir
müddet devam etti. Sabah olunca büyüklerden bir zat erkenden gelip bana; "Ben bu gece
rüyamda sizin bir rüya gördü ünüzü gördüm. O rüyayı bana anlat!" deyince, anlattım. Çok
be enip, hayret etti. Ben gördü üm bu rüyada, Resulullah efendimizin mübarek nefesinin ve
sohbetinin bereketiyle kendimi tamamen nur ve huzur içinde buldum. Uyanık iken ele geçen
eylerden daha çok bereketli olan bu rüyanın bereketiyle günlerce acıkmadım ve
susamadım."
Bir gün Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin talebelerinden biri huzuruna gelip;
"Efendim! Karde im, Azimabad'a gitmi ti. Sevenlerinizdendir. Bir iftiraya u rayıp haksız
yere hapsedilmi . Kurtulması için dua ve teveccühde bulunmanızı istirham ederiz." dedi.
Bunun üzerine Mazhar-ı Can-ı Canan bir mektup yazıp, karde ine ula tırması için ona verdi
ve; "Bu eline geçtikten bir saat sonra hapisten kurtulur" buyurdu. O talebe mektubu
karde ine ula tırınca, i aret edildi i gibi hapisten kurtuldu.
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, büyük günah i lemi bir kadının kabri yanına
oturmu tu. Kabre teveccüh eyledi. Yani hatırına ba ka hiçbir ey getirmeyip yalnız onu
dü ündü. "Bu mezarda Cehennem ate i var. Kadının imanlı olmasında üphe ediyorum.
Ruhuna hatm-i tehlil, yetmi bin Kelime-i tevhid sevabı ba ı layaca ım. manı varsa
affolur." buyurdu. Hatm-i tehlilin sevabını ba ı ladıktan sonra; "Elhamdülillah, imanı
varmı . Kelime-i tayyibe, tesirini gösterip azabdan kurtuldu" buyurdu.Hadis-i erifde; "Bir
kimse, kendisi için veya ba kası için yetmi bin adet Kelime-i tevhid okursa, günahları
affolur." buyruldu.
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerini sevenlerden bir zat, bir gün mübarek ete ini tutup;
"Kızımın bir o lu olaca ını bana müjdelemezsen ete ini elimden bırakmam." dedi. Mazhar-ı
Can-ı Canan hazretleri biraz murakabeden sonra; "Gönlün ho olsun! Cenab-ı Hak senin
kızına bir erkek çocuk ihsan eyledi." buyurdu.Hakikaten bu adamın kızının dokuz ay sonra
bir erkek çocu u oldu.
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri talebeleri ile birlikte bir yolculu a çıkmı tı. Yanlarında
azık olarak hiç bir yiyecek yoktu. Gittikleri yerde de misafir kalabilecekleri bir tanıdıkları
bulunmuyordu. Talebeleri bu durumu bildiklerinden merak edip; "Bakalım halimiz ne olur?"
diyerek yola devam ettiler. Her yemek vakti geldi inde, Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin
kerameti ile gaybdan önlerine sofra kuruluyordu. Sofra üzerinde çe it çe it ve gayet nefis
yemekler bulunuyordu. Bu nefis yemekleri yiyip yolculu a devam ettiler. Talebeleri
hayatlarında öyle güzel ve çe itli yemekler yememi lerdi. Bu hal, seferlerinden dönünceye
kadar devam etti.
Bir kimse, ölüsünün azabda oldu unu rüyada görüp, Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerine
magfiret olunması için dua etmesini istirham etti. Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri de dua
edip; "Allahü teala, ölünün günahlarını magfiret eyledi." diye de ona müjde verdi. O kimse
tekrar ölüsünü rüyada görünce, kendisine; "Hazret-i Mazhar'ın duası bereketi ile, azabdan
kurtuldum." dedi.
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, ehid olarak vefat etti. Vefatından birkaç gün önce, bu
fani dünyadan gitme zamanının geldi i ve Allahü tealaya kavu aca ı için bamba ka bir a k
ve evk içindeydi. O günlerde ibadet ve taatlarını daha da artırmı tı. Bir taraftan da talebeleri
ve sevenleri akın akın sohbetine geliyorlardı. Sohbetleri ve murakabeleri büyük bir huzur
hali içinde geçiyordu. Sohbetleri sırasında huzurunda toplananlar yüz ki iden ziyade olur,
bereketlere ve feyzlere kavu urlardı. Vefatının yakla tı ı günlerde talebelerinden Molla
Nesim, memleketine gidip dönmek üzere izin istedi inde, bu talebesine; "Artık seninle bir
daha görü ece imiz malum de ildir!" buyurdu. Bu sözleriyle vefat edece ine i aret etmi ti.
Bunu i iten talebeleri a la maya ba layıp gözya larını tutamadılar. Yine vefatının yakla tı ı
günlerde talebelerinden Molla Abdürrezzak'a yazdı ı bir mektupda; "Ömrüm seksen ya ını
geçti. Ecelim yakla tı. Bize hayır duada bulun!" diye yazmı tı. Bu sıralarda talebelerinden
di erlerine yazdı ı mektuplarında da aynı ekilde i aret etmi tir.
Yine vefatının yakla tı ı günlerde kavu tu u nimetleri dile getirerek ve ükrederek öyle
buyurdu: "Kalbimden her ne geçtiyse ve her ne nimete kavu mak istediysem, Allahü teala
onları bana ihsan etti. Beni slam-ı hakiki ile ereflendirdi ve çok ilim ihsan etti. Salih amel
üzere istikamet verdi. Büyüklerin tasavvuf yolunda bildirdi i eylerin hepsini verip ke f,
tasarruf ve keramet ihsan etti.Beni dünyaya dü kün olmaktan ve dünyaya dü kün olanlardan
da uzak eyledi. Ancak Allahü tealaya yakla makta, yüksek derece olan ehitlik derecesine
kavu amadım. Hocalarımın, mür idlerimin ço u ehitlik erbetini içmekle ereflendiler. u
anda ben ya landım, vücudum zayıf dü tü. Cihad edecek ve böylece ehitli e kavu acak
gücüm, takatim kalmadı. Ölümü sevmeyen, istemeyenlere a ılır. Ölüm Allahü tealaya
kavu maya sebeptir. Ölüm, Resulullah efendimizi ziyaret etmeye, evliyaya kavu maya,
onların mübarek yüzlerini görerek mesrur olmaya sebeptir. Ölüm; Resulullah efendimiz,
Halilürrahman brahim aleyhisselam, Emirul-müminin hazret-i Ebu Bekr-i Sıddik, mam-ı
Hasan, Cüneyd-i Ba dadi, ah-ı Nak ibend Bahaeddin Buhari ve Müceddid-i elf-i sani
mam-ı Rabbani hazretleri ile görü meye, onlara kavu maya vesiledir. Kalbimde bu
büyüklere kar ı hususi bir muhabbet vardır. Onlar zahiri ve batıni ehadete kavu tular, en
yüksek mertebelere ula tılar."
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri böylece, ehitlik derecesine kavu mayı çok arzu etti ini
dile getirmi ti. Ömrünün son günlerini ya adı ı sıralarda huzuruna gelip gidenler iyice
artmı tı. 1781 (H.1195) senesinin Muharrem ayının yedisinde Çar amba gecesi kapısının
önünde pekçok kimse toplanmı tı. Bunlar arasından üç ki i ısrarla içeri girmek istiyorlardı.
Nihayet izin alıp içeri girdiler. Bunlar Mo ol ve Mecusi idiler. Huzuruna girince, Mazhar-ı
Can-ı Canan sen misin?" dediler. Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri de; "Evet benim."
buyurdu. Me er bunlar Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerine kastedip, öldürmek üzere
gelmi lerdi. çlerinden biri üzerine hücum edip hançer vurmaya ba ladı. Vurulan hançer
darbesi kalbine yakın bir yere isabet etmi , a ır yaralanmı ve yere yıkılmı tı. Durumdan
haberdar olan Nevvab Necef Han, sabah erkenden frenk bir tabib gönderdi. Tabibe; "Çabuk
gidip bu mübarek zatı tedavi et, onu yaralayanlar da yakalanınca kısas yapılsın." dedi. Frenk
tabib gidip Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin yarasına baktı ve geri dönüp kasden Nevvab
Necef Hana; " yile ip kurtulur, ba ka tabib göndermeye lüzum yok." dedi. Mazhar-ı Can-ı
Canan hazretleri bu yaralı haliyle üç gün daha ya adı. Yaralarından devamlı kan aktı.
Üçüncü gün, Cuma günü idi. Ö le vakti ellerini açıp Fatiha-i erifi okudu. kindi vaktinde;
"Günün bitmesine kaç saat vardır?" buyurdu. Dört saat vardır dediler. O gün hem Cuma,
hem de A ure günü idi. Ak am olunca üç defa derin nefes aldı ve ehid olarak vefat etti.
Vefatında ebced hesabında tarih olarak mealen: "Allah'a ve Peygambere itaat edenler, i te
bunlar Allah'ın kendilerine nimet verdi i, peygamberlerle, sıddiklarla, ehidlerle ve iyi
kimselerle beraberdirler. Bunlarsa ne güzel birer arkada !" buyurulan Nisa suresi 69. ayet-i
kerimesinden; "Ülaike ma'allezine en'amellahü aleyhim" kısmı söylendi. Yine Peygamber
efendimizin bir hadis-i erifinde; "Methe ayan olarak ya adı ve ehid olarak öldü."
manasında; "A e hamiden mate ehiden." buyurdu u kısım ile ebced hesabına göre vefat
tarihi söylendi.
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin ehid olarak vefat etmesinden sonra, sevenleri, onun
büyük bir kayıb oldu unu ifade eden rüyalar görmü lerdir.
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, slamiyetin yayılması ve insanların hakiki saadete
kavu maları için çok üstün hizmetler yapmı tır. Her biri üstün birer cevher olan kıymetli
zatlar yeti tirmi ve onları insanlara rehberlik yapmakla vazifelendirmi tir. Talebeleri de
bulundukları yerlerde insanlara slamiyeti ö retmi ler, imanlarının vicdanile mesini
sa lamı lardır. Böylece her biri bulundu u yerde slamiyete uyulmasına, güzel ahlakın
yayılmasına ve insanların birbirlerine kar ı iyi muamelede bulunmalarını sa lamı lardır.
Onları tanıyıp seven insanlar, onların sebebiyle temiz bir hayat ya amak ve saadete
kavu makla ereflenmi lerdir.
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri buyurdu ki: "Her kim ki dünyaya dü kün olanlar
arasına karı ırsa, sohbetin bereketlerine ve tasavvufun nurlarına kavu amaz! Bir kimse
dünyaya dü kün olanlar arasına ihtiyaç oldu u kadar karı ır ve halis niyetle ve batıni
nisbetini muhafaza ederek aralarında bulunursa zararı yoktur."
"Dünya mel'undur ve dünyada olan eylerden Allah için yapılmayanlar da mel'undur.
Allahü tealanın sevgisi ile dünya sevgisi bir araya gelmez. Allahü tealanın rızasına
kavu mak için masivayı yani Allahü tealadan ba ka her eyi ve bütün maksatları terketmek
lazımdır."
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin kendi eshabına, talebelerine nasihatları öyledir:
"Takvanın ve veranın, haramlardan ve üpheli eylerden sakınmanın yolu, Resulullah
efendimize mütabeat yani tam uymak ve onun bildirdiklerini candan kabul etmektir. Kendi
halinizi, Kitab ve sünnette bildirilen hususlar ile kar ıla tırınız. E er haliniz, Kitab ve
sünnette bildirilen hususlara yani dinin emirlerine uygun ise makbuldür. Uygun de ilse
merduddur, reddedilecekdir. Ehl-i sünnet ve cemaat itikadı üzere olmak lazımdır."
EVL YAYA HÜRMET
Seyyid Gulam Ali (Abdullah-ı Dehlevi) hazretleri anlatır: "Bir gün Mazhar-ı Can-ı
Canan hazretlerinin sohbetinde bulunuyordum. htiyar bir adam gelip; " eyhin öhreti
Rahmani mi, yoksa de il mi? Onu anlama a geldim." dedi. Bu küstahça söz kar ısında,
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri son derece müteessir oldu ve öfkelenerek o ihtiyara, keskin
ve dik dik baktı. O esnada ihtiyar yere dü üp çırpınma a ba ladı. Sonra; "Tövbe ettim. Allah
için beni affet." diye yalvardı. Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, Allahü tealanın ismi araya
girince, kalktı ve ihtiyarın kolundan tutarak kaldırdı. htiyar hemen düzeldi."
DÜNYA METAI PEK AZDIR
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri kemal derecede zühd ve tevekkül sahibiydi. Dünyadan
ve dünyaya dü kün olanlardan son derece sakınırdı. Kendisine verilmek istenen hediyeleri
kabul etmezdi. Kabul etti i çok nadir olurdu. Zamanın padi ahı Muhammed ah, veziri
Kameruddin Han ile Mirza Can-ı Canan'a haber gönderip, öyle dedi: "Allahü teala bize öyle
bir mülk verdi ki, hatırlarından her ne geçerse hediye olarak göndeririz, yeter ki istesinler."
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri bu teklif üzerine u cevabı verdi: "Allahü teala Kur'an-ı
kerimde mealen; "...Onlara öyle de; dünyanın metaı pek azdır..." (Nisa suresi: 77)
buyurarak dünyanın yedi iklimindeki mal ve mülkün az bir ey oldu unu bildirdi. Az bir ey
olan bu yedi iklimden biri de Hindistan olup, o da senin elinde bulunmaktadır. Bunun
kıymeti nedir ki? Büyüklerin himmetinin esası ise, ondan uzak durmaktır."
Yine o havalinin devlet adamlarından biri, Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri için bir
dergah yaptırdı ve bütün dervi lerin ihtiyacını da kar ılıyaca ını bildirerek kabul etmeleri
için arzetti. Fakat Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri kabul etmedi ve; "Bizim için her yer
birdir. Allahü tealanın indinde herkesin rızkı takdir edilmi tir. Vakti gelince herkes rızkına
kavu ur. Dervi lerin hazinesi sabır ve kanaat olup, bu kafidir." buyurdu.
HAK K LAÇ
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin seksen yedi mektubu ve melfuzatı, Kelimat-ı
Tayyibat denilen kitapta vardır. Mektuplarından biri:
"Karde im, zamanımız talebesinin zaifli inden, evliyadan ke f ve keramet
istediklerinden ve birinci asrı göz önünde tutmadıklarından bahseden mektubunuz geldi.
Biliniz ki, ba ka eyhlere meyli olan sefihleri, akılsız kimseleri talebe edinmeye lüzum
yoktur. Akıllı ve muhlis kimselerden, bu i e talib olanları kabul etmelidir. Üzülmeyiniz.
Allahü teala hakiki hakimdir. Al-i mran suresi 31. ayetinde mealen; "Ey Habibim! Onlara
de ki, e er Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olunuz. Allah da sizi sever." buyrulması, bütün
yollardaki saliklerin, talebelerin maksadı olan Allahü tealanın sevgisini ve rızasını
kazanma ı, Peygamber efendimize tabi olmaya ba lı kıldı. O mütehassıs doktor, kulları
gaflet ve günah hastalıklarından kurtarmak için, ilaç ve perhiz yerinde olan emir ve yasakları
gönderdi. Bu reçeteyi tatbik edip, uygun ilaçları alan, perhize riayet eden sıhhat ve ifa bulur.
Kaçınan kendini ziyan ve telef etmi olur.
Bu reçetenin bir sureti, bir de hakikati vardır. Sureti ile avam müslümanları hareket eder.
Bu da, itikadını düzelttikten sonra kitab ve sünnete uygun olarak amel edip, emir ve
yasaklara uymakla olur. Kar ılı ı da Cennet'in nimetleri ve Cehennem'den kurtulmaktır.
Hakikati ise havassa, seçkinlere mahsus olup, kalblerin nurlanması, parlaması ve nefslerin
tezkiyesi, temizlenmesidir. Bunda bildirilmi olan suret bulunmakla beraber, riyazet ve
mücahedelerde de vardır. Burada ele geçen, tecelli ve ke flerdir. Surete iman ve slam,
hakikate ise ihsan denir. Nitekim Hadis-i erifde; " hsan; Rabbine, onu görür gibi ibadet
etmendir." buyruldu. Hakikatsız suret, derideki hastalıklara çare bulmada, çıban ve yaralar
üzerine konulan merhem ve ilaçlar gibidir. Yarayı iyile tirir, çıbanı geçirir. Elbette faydasız
de ildir. Hakikatın ise, suretsiz hiç faydası yoktur. Belki o hakikat de il, mekr-i ilahidir.
Bundan Allahü tealaya sı ınırız.
Hakikat, temizlemek, yani hastalıklı, mikroplu, bozuk maddeleri çıkarıp atmak gibidir.
Çünkü yerinde kalırlarsa, yine hasta edebilirler. Tam sıhhate kavu mak, büsbütün ifa
bulmak, bu iki tedavinin birlikte yapılmasıyla olur. Bu açıklamadan, Peygamber efendimizin
tedavisinin, Eshab-ı kiramın tabiatlarında nasıl sıhhat ve ifa tesirleri yaptı ı kolaylıkla
anla ılabilir. Muhakkak ki, o tedavi ve ilaç, Allahü tealayı çok sevmek, bütün gayretiyle
Resulullah'a tabi olmak, taat ve ibadetlerden lezzet duymak ve günahları çirkin görüp, nefret
etmekten ba kası de ildi. Bu da onlarda kalblerin huzuru ve nefslerin temizlenmesi tesirini
yapıyordu. Resul-i ekremin bereketli sohbeti ve slamiyet reçetesinin tatbiki ile, bu
mertebelere pek kısa zamanda, belki bir anda kavu uyorlardı. Onlar, daha sonraki asırlarda
söylenen zevk ve mevacidlerden ziyade, suret ve hakikate son derece riayet ve ihtimam
gösterip, hakikati koruyan sureti muhafaza edip, ke f ve keramete itina göstermediler.
Bunları kemalin, olgunlu un icab ve artlarından saymadılar.
O halde, tam sıhhate kavu mak yani Muhammedi nisbet isteyen bir talib, Resulullah'ın
sünnetine uymayı, bütün riyazet ve mücahedelerden üstün ve buna aid olan nur ve
bereketleri, bütün feyzlerden efdal bilmelidir. Bütün zevk ve mevacidlere, batın cemiyyeti ve
devamlı huzur yanında de er vermemeli ve bu öz ve hakikatlerin elde edilmesine sebeb olan
büyü ü, Resulullah efendimizin vekili bilmeli, ona canla ba la hizmet edip, bu yolda,
çocuklar gibi, ele geçen ceviz-meviz gibi eylerle, tatlı olsa da, yetinmemelidir.
Hadis-i erifi ve fıkıh bilgilerini ö reniniz. Alimlerin sohbetine devam ediniz.
Amellerinizi Allahü tealanın habibi olan Peygamber efendimize ittiba, uymak niyetiyle
yapınız." (21. mektup)
Silsile-i aliyye - 26- Seyyid Nur Muhammed
26- Seyyid Nur Muhammed
Seyyid Nûr Muhammed hazretleri, evliyânın büyüklerinden. nsanları Hakk'a davet
eden, do ru yolu gösterip hakiki saadete kavu turan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen
büyük âlim ve velîlerin 26.sıdır. Seyyid olup soyu Peygamber efendimize ula ır. Türbesi,
Hindistan'ın Delhi ehrindedir.
Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri, ilmini ve feyzini mam-ı Rabbani
hazretlerinin torunu, büyük âlim ve mür id-i kamil Muhammed Seyfüddîn-i Farûkî'den aldı.
Onun derslerinde ve sohbetlerinde yeti ip icâzet aldı. limde o kadar yükselmi ti ki
zamanının yegane âlimi ve rehberi idi. nsanlar ondan feyz almak için sohbetine
ko mu lardır. Bir teveccühü ile talebelerinin kalbleri zikretmeye ba lardı. "Sokakta
günahkârla kar ıla mak kalbde zulmet hasıl eder." buyurur ve talebelerinin hangi günahı
i leyenle kar ıla tı ını haber verirdi. Yeti tirdi i talebelerin en me huru ve halifesi,
"Mazhar-ı Cân-ı Cânân" hazretleri olup, evliyânın büyüklerindendir.
üpheli eylerden ve haramlardan sakınma hususunda gayreti son dereceye ula mı tı.
Yiyece i ekme in ununu helâlden tedarik eder, hamurunu kendi yo urup, pi irir ve iyice
acıkınca azar azar yerdi. Tasavvufta ilâhî a k ile kendinden geçme hâli pek ziyade idi. 15
sene bu hâl üzere ya adı ve tasavvufî hâllere gark oldu. Ömrünün son zamanlarında bu
hâlden ayıklık hâline dönmü tür.
Sünnet-i seniyyeye uymakta, edeblerde de Peygamber efendimize tâbi olmakta büyük
bir dikkat gösterirdi. Peygamber efendimizin hayatını ve yüksek ahlâkını anlatan kitapları
devamlı yanında bulundurur, bunları okuyup, hâllerinde ve i lerinde Resûlullah efendimize
uymaya çalı ırdı.
Bir defasında helâya girerken, yanlı lıkla önce sa aya ını içeri atınca tasavvuftaki
hâlleri ba landı. Üç gün Allahü teâlâya yalvarıp, niyazda bulunduktan sonra hâlleri tekrar
açıldı.
Daima murakabede bulunurdu. Böylece, Allahü teâlâdan ba ka her eyi unutup, Allahü
teâlâya yönelerek çok ibâdet yaptı ından beli bükülmü tü.
Bir gün birisi yiyecek bir ey hediye getirmi ti. Kendisine takdim edilince, "Bu
yiyecekte bir zulmet gözüküyor, lütfen bir ara tırınız!" buyurdu. Bu yiyecek helâldendir diye
arz ettiler. Fakat ara tırınca, bu yiyece in gösteri niyetiyle hazırlandı ını anladılar.
Dünyaya dü kün olan bir kimse, kendisinden emanet bir kitap istedi inde verirdi. Kitap
geri getirilince o kitabı bir yere kor üç gün bekletirdi. Verdi i kimseden kitap üzerine sirayet
eden zulmet, sohbeti bereketiyle da ıldıktan sonra alıp okurdu.
Bir defasında bir talebesi huzuruna giderken, yolda gözü yabancı bir kadına takılıp ona
bakmı tı. Hocasının huzuruna girince, sende zina zulmeti görüyoruz buyurarak yabancı
kadına bakması sebebiyle günaha girdi ine i aret etmi tir.
Eshab-ı kirama dü manlık besleyen, râfizî iki ki i , râfizî olduklarını saklayıp, kendisine
tâbi olmak istediklerini söylemi lerdi. Onlara, "Önce bozuk itikadınızdan vazgeçin sonra tâbi
olma arzusunda bulunun" buyurdu. Biri, bu kerameti görünce, hemen tövbe edip, sapık
itikadından vazgeçti.
Kendisi anlatır: "Bir gün hocamın kabrini ziyarete gitmi tim. Kabri ba ında murakabeye
daldım, hocamı kabrinde görüp, konu tum. Kefeni ve bedeni hiç çürümemi ti. Sadece
ayaklarının alt kısımlarına toprak tesir edip hafif dökülmü tü. Bunun sebebini kendisinden
sordum, dedi ki: "Sahibinden izinsiz, o geldi i zaman geri vermek niyetiyle bir ta alıp,
abdest aldı ım yere koydum. Abdest alırken o ta ın üzerine bastım. Ayaklarımda gördü ün
topra ın tesiri bu sebepledir."
Silsile-i aliyye - 25- Seyfeddîn-i fârûkî hazretleri
25- Seyfeddîn-i fârûkî hazretleri
Seyfeddîn-i fârûkî hazretleri, Silsile-i aliyyenin 25.sidir. mâm-ı Rabbânî hazretlerinin
torunu ve Urvetü'l-Vüskâ Muhammed Masûm-i Fârûkî hazretlerinin be inci o ludur. Do um
zamanında bir melek; "Do du u gün, ölece i gün ve dirilece i günde ona selam olsun."
meâlindeki Meryem sûresinin 15. âyet-i kerîmeyi okuyarak müjde vermi ti. Küçük ya ından
îtibâren ilme yöneldi. Amcası Muhammed Saîd'den aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip kısa
zamanda âlim oldu. Zamanının bir tanesi ve marifet deryası olan babası Muhammed
Ma'sûm-i Fârûkî'nin teveccüh ve sohbetleriyle, ilerleyip, kısa zamanda birçok kerâmetlere
kavu up âlimlerin ba tacı oldu.
Kemale erdikten sonra babasının emriyle Âlemgîr Han ile görü mek üzere Delhi'ye gitti.
Delhi'ye vardı ı zaman, ehrin kapısında iki azgın fil ve bunları zabt etmeye çalı an iki
heybetli pehlivanın resimlerinin asılı oldu unu gördü. Sultâna o resimleri indirtip yok
edinceye kadar ehre girmeyece ini bildirdi. Sultan resimleri indirtince ehre girdi. Sultan
Âlemgîr Han, kendi iste iyle ona talebe oldu. Sohbetleriyle ereflendi. Ya ı ilerlemi
olmasına ra men Kur'ân-ı kerîm okumayı ö renip ezberledi. Sohbetlerinin bereketiyle
Hindistan'da yayılmı birçok bid'at ve sapıklık, Sultan Âlemgîr Han tarafından ferman
çıkartılarak ortadan kaldırıldı ve unutulmu sünnetleri ortaya çıkarıldı. Di er vezirler, vâliler
ve devlet adamları da sohbetleriyle ereflenip hidâyete kavu tular.
Himmet ve bereketiyle, Hindistan'ın her tarafında slâmiyet yayılıp müslümanlar
kuvvetlendi. Bid'at sâhipleri ve kâfirler peri ân oldu.
Delhi'de, sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kâfirler ve fâsıklar da onun
sohbetine gelip, yüksek huzuruyla ereflenince, hidayete kavu up eski günahlarına tövbe
edip, isti far ederek geri dönerlerdi. Sohbetinin bereketiyle, binlerce ki i hidayete kavu up,
yüksek derecelere ula mı tı. Dergâhına her gün binlerce ki i gelir feyz alırdı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)