Bağış Yap

Amount :
Other : USD

16 Nisan 2013 Salı

ABDURRAHMÂN MAĞRİBÎ


ABDURRAHMÂN MAĞRİBÎ;
Büyük velîlerden. İsmi Abdurrahmân bin Ahmed bin Muhammed bin Abdurrahmân bin
Ahmed el-İdrisî'dir. Hazret-i Hasan soyundan olup, şerîflerdendir. 1614 (H.1023) senesinde
Mağrib (Fas) beldelerinden Miknâset-üz-Zeytün denilen yerde doğdu. Zamânının teki ve
evliyânın seçilmişlerinden idi. 1674 (H.1085) senesi Zilkâde ayının on yedinci günü vefât etti.
Vasiyeti üzerine Bender'de Seyyid Sâlim dergâhına defnedildi.
Abdurrahmân Mağribî küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Bulunduğu yerdeki âlimlerden
okudu. Evliyânın sohbetlerinde kemâle geldi, olgunlaştı. Kerâmetleri görüldü. İsmi her yere
yayıldı. Mısır, Şam, Anadolu da dahil pekçok yeri gezip dolaştı. Anadolu'ya gelişinde
âlimlere büyük önem veren Sultan dördüncü Murâd Han ile görüştü. 1633 senesinde hacca
gitti. Mekke-i mükerremede mücâvir olup orada bir müddet ikâmet etti.
Talebelerinden olan Şeyh Mustafa bin Fethullah anlatır:
Mekke-i mükerremede iken bir gün, Şeyh Hüseyin bin Muhammed ile birlikte Abdurrahmân
Mağribî'nin evine gittik. Tasavvuf ehli hakkında hiç bilgim yoktu. Huzûruna girince bana;
"Tasavvuf büyükleri hakkında ne dersin?" diye sordu. Ben de bilgim olmadığı için sükût
ettim. O zaman Abdurrahmân Mağribî; "İmâm-ı Gazâlî hazretleri üstün olup İhyâ'sı çok
kıymetlidir. Muhyiddîn Arabî'ye düşman olma. Tasavvuf ehlini sev, onların kitaplarını oku."
buyurdu. Sözleri kalbimde hemen yer etti. O andan îtibâren kalbim velîlerin sevgisi ile doldu
ve Allahü teâlâdan beni onlarla haşretmesini diledim. Abdurrahmân Mağribî; "Lâ ilâhe
illallah Muhammedün Resûlullah" kelime-i tayyibesini çok okumamı söyledi ve bana çok duâ
etti.
Abdurrahmân Mağribî birkaç sevdiği ile birlikte Yemen'e gitti. Yolda kerâmetleri görüldü.
Talebelerinden Seyyid Ömer bin Sâlim anlatır:
Abdurrahmân Mağribî, birkaç sevdiği yanında olduğu halde bir gemi ile Yemen'e
gidiyorlardı. Yolda fırtına çıktı ve deniz kabardı. Gemi nerede ise batacaktı. Berâberindekiler
ona; "Efendim içinde bulunduğumuz durumu görüyorsunuz. Duâ buyurun da bu tehlikeden
kurtulalım." dediler. O da; "Ey Deniz! Allahü teâlânın izni ile sâkin ol!" buyurdu. Hemen
fırtına dinip deniz sâkinleşti. O zaman da; "Rüzgâr olmadan gemi gitmez." dediler. O da;
"Allahü teâlâ rüzgâr gönderir." buyurdu. Sonra hoş bir rüzgâr esti. Gemi de selâmetle yerine
ulaştı.
Abdurrahmân Mağribî hazretleri Yemen'deki âlim ve velîlerle görüştü. Seyyid Abdurrahmân
bin Akîl, Yemen'de sohbet ettiği büyüklerden idi.
Mağribî hazretleri Yemen dönüşü Mekke-i mükerremede ders ve sohbet meclisi kurdu. İlim
ve edeb öğretti. Çok cömert idi. Verdiği ziyafetlere herkesi çağırırdı. Şöhreti her yere yayıldı.
Hindistan, Şam, Mısır ve başka yerlerden kendisine gönderilen hediyeleri fakirlere dağıtırdı.
Herkesten sevgi ve îtibâr görürdü. Borçlu bir kimse kendisine gelip yardım istediğinde,
elinden tutup, borcunu öderdi.
Mağribî'nin sohbeti çok tatlı idi. Bir kimse onun meclisinde bulunsa, ayrılmak istemezdi.
Herkese iyilik ederdi. Âlimleri çok sever, onlara izzet ve ikrâmlarda bulunurdu. Fakirlere çok
yardım ederdi. Hâliyle, sözleriyle insanları Allahü teâlânın dînine çağırırdı. Kış ve yaz giydiği
tek elbisesi vardı. Huzûruna gelenleri hayırlı işlere teşvik eder, Kur'ân-ı kerîm, Peygamber
efendimize salevât ve çok istigfâr okumalarını tenbih ederdi. Tasavvuf yolunu, bu yolun
büyüklerini, onların sözlerini ve hâllerini sevmeyi bildirirdi. Bilhassa Şeyh-ul-Ekber
Muhyiddîn-i Arabî'ye rahmetullahi aleyh çok hürmet ve tâzim eder ve ona saygıyı emrederdi.
Abdurrahmân Mağribî Bendermehâ şehrinde idi. Sevdiği iki kişi gelip, Hindistan'a gitmek
istediklerini söyleyerek duâ istediler. O da birisine; "Senin deniz yolculuğun çok meşakkatli
geçer. Netîcede selâmettesin." buyurdu. Aynen öyle oldu. Diğerine de; "Hindistan'da beni
görürsün fakat konuşman nasîb olmaz." buyurdu. O da Hindistan'ın saltanat şehri olan
Cihânâbâd'a geldi. Bir gün evinin önünde otururken, karşısında siyah bir elbise içinde
Abdurrahmân Mağribî'yi gördü. Dikkatlice bakınca hemen tanıdı. Oradakilere gösterip; "Bu
zât Abdurrahmân Mağribî'dir." dedi. Elini öpmek için ilerledi. Fakat hocasının kendisine
söylediği sözü hatırladı ve durakladı. Sonra da kendisini bir hal kaplayıp kendinden geçti.
Kendine geldiğinde hocasını bulamadı.
5E&",,"*>&+12,2)()&<16;$,$&!.,.:.%
Seyyid Ömer anlatır:
Abdurrahmân Mağribî, Şeyh Ahmed bin Alvân'ın kabrini ziyâret etmek istedi. O gece İbn-i Alvân,
rüyâda hizmetçisine; "Yarın şu şu vasıfta bir zât gelecek. Ona ziyâfet hazırla, hürmet ve hizmette
kusûr etme. Zîrâ o Allahü teâlânın sevgili kullarındandır." buyurdu. Hizmetçi sabahleyin hocasının
buyurduğu hazırlığı yaptı. Ziyâretçiyi beklemeye başladı. Fakat gelen olmadı. Merakla ve bulurum
ümîdiyle şehrin dışına çıktı. Kimseye de rastlamadı. Bir haber elde edemeden geri döndü. Üzgün
bir vaziyette hocasının türbesine gitti. Orada hocasının târif ettiği zâtı gördü. Hâlbuki türbenin
kapısı kilitli idi. Hemen yanına gidip, ellerinden öptü ve hocasının rüyâda kendisine verdiği vazîfeyi
anlattı. Abdurrahmân Mağribî'yi alıp evine götürdü. Ziyâfet verdi. İzzet ve ikrâmda bulundu.
1) Hulâsât-ül-Eser; c.2, s.346
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.66

ABDURRAHMÂN-I HARPÛTÎ


ABDURRAHMÂN-I HARPÛTÎ;
Anadolu velîlerinden. Sivrice ilçesine bağlı Çöke köyünde 1756 (H.1169) târihinde doğdu.
Doğum târihi ihtilaflıdır. Küçük yaşta Elazığ Medresesinde tahsîle başladı. Sonra tahsîl
hayatına Diyarbakır'da devâm etti.
Diyarbakır'da tahsîli sırasında, bütün derslerden geri kalması üzerine, arkadaşları onunla alay
ederlerdi. Bu durumu hocası öğrenince, onun daha çok rencide olmaması için, yanına
çağırarak; "Şimdiye kadar okudukların ve öğrendiğin bilgi sana kâfidir. Köylerde çok rahat
imamlık yapabilirsin. Var git oralarda kısmetini ara." dedi. Bunun üzerine medrese tahsîlini
bırakarak, şehirden ayrıldı. Yolda bir hanın önünden akmakta olan bir çayın kenarında oturup
düşünürken, çayın içerisindeki taşların, suyun şiddetli akıntısından yusyuvarlak olduklarını ve
pırıl pırıl parladıklarını gören genç Abdurrahmân, üzüntü ve kırık bir kalb ile; "Yâ Rabbî!
Beni sen yarattın. Bu dersleri anlayamamam da senin kudretin iledir. Senin emrinde akan
sular, şu taşları nasıl yusyuvarlak yapıyor ve parlatıyorsa, sen de benim zihnime kuvvet ihsân
et de, rızâna kavuşturacak ilim deryâsından biraz nasîb alayım." diye Allahü teâlâya yalvardı.
Daha sonra yorgunluğu sebebiye uykuya daldı. Rüyâsında, yanına nûrânî üç zât gelerek,
yanlarında getirdikleri bir çuval darıyı Abdurrahmân Molla'ya nöbetleşe yedirdikten sonra,
kaybolup gittiler. Abdurrahmân Harpûtî uyanınca, içinde bir ferahlık bir sevinç duydu ve
zihninin açıldığını hissetti.
Abdurrahmân-ı Harpûtî bu hâdiseden sonra medreseye geri döndü. Arkadaşları onu aralarında
görünce yine alay etmeye başladılar. Fakat bunlara hiç aldırış etmedi. Ders saatinde hocasının
huzuruna çıkarak elini öptü ve müsâade isteyerek yerine oturdu. Cevapsız kalan bâzı sorulara,
Abdurrahmân Efendi cevap verince, hocası dâhil herkes hayret içinde kaldı. Hocasının
geçmiş derslere âit sorularını da rahatlıkla cevaplandırdı. Aradan kısa bir zaman sonra yapılan
imtihanda birincilik alınca, hocası ona icâzet, diploma vererek İstanbul'a gönderdi.
Abdurrahmân-ı Harpûtî, İstanbul'a gitti ise de bir vazîfe verilmemesi üzerine memleketine
döndü. Burada tâliblere ders vermekle meşgûl oldu. Bir müddet sonra tekrar memleketini terk
ederek İstanbul'a gitti. Bir gün vakit namazını kılmak için girdiği Ayasofya Câmiinin
duvarında asılı bir levhaya gözü takıldı. Levhanın altındaki kâğıtta; "Bu levhadaki ibâreyi, her
kim doğru olarak hâllederse, mükâfatlandırılacaktır." yazıyordu. Hemen bir kâğıda ibâreyi
bütün kâideleri ile çözen Abdurrahmân-ı Harpûtî, kâğıdın altına "Daha başka mânâların da
mevcûd olduğu ibâreden anlaşılmakta ise de, kâğıdım olmadığı için bu kadarıyla iktifâ
edilmiştir." diye bir şerh koyarak adını ve adresini yazdı ve tahlilnâmelerin içine bıraktı.
Ertesi gün kâğıtlar sultânın huzûrunda teker teker tetkik edildi. Bu tetkik esnasında
Abdurrahmân Efendinin yaptığı tahlilin diğerlerine göre, daha yüksek bilgilerle donatılmış
olduğu anlaşıldı ve Abdurrahmân Efendi irâde-i seniyye ile saraya dâvet edildi. Kendisine
mesleğinin gereği kıyâfetler giydirilerek sultânın huzûruna çıkarıldı. İkinci Mahmûd Han;
"Siz benim hocamsınız." diyerek yanına oturttu ve büyük iltifâtlarda bulundu. Üsküdar'da bir
ev verildi ve evlendirildi.
Bu sırada Osmanlı Devleti içerisinde yeniçeri isyân ve zorbalıklarının önü alınamaz bir hâle
gelmişti. Tâlim ve eğitim kabûl etmiyorlar, savaşa çıkmayı da reddediyorlardı. Kendilerine
harp fenlerinin öğretilmesini isteyen din ve devlet adamlarına karşı harekete geçtiler. Bunun
üzerine İkinci Mahmûd Han vezirleri ve ulemâ sınıfını toplantıya çağırdı. Abdurrahmân-ı
Harpûtî hazretleri de bunlar arasında idi. Yeniçerilerin artan zorbalıklarından bahisle ne
yapılması gerektiği soruldu. Mesele son derece nâzikti. Yeniçeriler tekrar isyân ederek devlet
ileri gelenlerinin kellelerini istemeye başlamışlardı. Tamâmen bid'at yuvaları hâline gelen
bektâşî tekkeleri de kendilerini tahrik ediyordu. Sonuçta ulemâ birlik içerisinde bunların
öldürülmeleri câizdir diye fetvâ verdi. Savaşın başlangıcı olmak üzere sancak-ı şerîfin
çıkarılması kararlaştırıldı. Fakat sancağı şerîfin açılması çok önemli bir olaydı. Bu işin
dönüşü yoktu. Yeniçeriler ile yapılacak mücâdelenin sonu ise kestirilemiyordu. Bu sebepten
karar alınmasına rağmen herkeste bir tereddüd vardı. İşte bu devlet adamlarının çekingen ve
kararsız hâlleri sırasında Abdurrahmân Harpûtî hazretleri söz aldı.
"Bu din ve devletin ayakta kalması Allahü teâlânın istediği şeyse yeniçerileri vururuz, yok
ederiz. Değilse biz de bu din ile berâber batıp gideriz, daha ne ihtimâl kaldı?" diyerek
kalplerdeki şüpheleri giderdi. Herkes tek bilek tek yürek oldu. Nitekim bu inanç ve îmânla
harekete geçerek yeniçeri ocağını ortadan kaldırdılar ve bozulmuş bektaşî yuvalarını
kapattılar.
Kürd Hoca ünvânı ile de meşhûr olan Abdurrahmân-ı Harpûtî hazretleri sonra Şam'a giderek
Emevîyye Câmii İmâmı Saîd Efendinin derslerinde bulundu. Ayrıca Nakşibendiyye yolunu
Muhammed Sâdık Erzincânî'den öğrenerek icâzet, diploma aldı.
Abdurrahmân Efendi 1851 (H.1267) senesinde Üsküdar'daki evinde vefât etti. Karacaahmet
mezarlığındaki türbesine defnedildi.
1) Sicilli Osmânî; c.3, s.327
2) Harput Yollarında; c.2, s.134
3) Tahrirü'l-Veciz; s.26
4) Tarih-i Cevdet; c.12, s.138

ABDURRAHMÂN GÂZİ


ABDURRAHMÂN GÂZİ
Erzurumluların büyük hürmet ve tâzim göstererek, özellikle Cumâ günleri ziyâret ettiği
Abdurrahmân Gâzi hakkında târihî vesikalarda ve kitaplarda bilgi bulunamamıştır. Türbesi,
Erzurum'un kıble tarafından yarım saat uzaklıkta olan Eğerlidağ (Şığveler) Dağı
eteklerindedir.
Abdurrahmân Gâzi türbesi eskiden bu adı taşıyan bir tekkenin içindeydi. Bu tekkede
Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri, oğlu Mehmed Şâkir Efendi ve yeğeni Yûsuf Efendi
türbedarlık yapmışlardır. Daha sonra yıkılan bu tekkede şimdi görülen câmide yoktu. Bu
câmi, Vakıflar Genel Müdürlüğündeki kayıtlara göre daha sonraları sabık Edirne vâlisi
Ahmed İzzet Paşa tarafından yaptırılmıştır.

15 Nisan 2013 Pazartesi

ABDURRAHMÂN EFENDİ


ABDURRAHMÂN EFENDİ;
On altıncı yüzyıl Anadolu evliyâsından. Erzincan'da doğdu. Doğum târihi belli değildir.
Lüzumlu ilimleri tahsîl ettikten sonraErdebil taraflarına gidip, Safiyüddîn Erdebîlî'nin
torunlarından Alâeddîn Ali'ye talebe oldu. Orada uzun zaman kalıp, maddî ve mânevî
ilimlerde kendisini yetiştirdi. Hâl ve hareketlerini, söz ve işlerini, Resûl-i ekremin güzel
ahlâkına göre düzeltmek için büyük gayretler gösterdi. Hocası vâsıtasıyla, Safiyüddîn Erdebîlî
yolundan aldığı feyzlerle kemâle geldi. İnsanlara doğru yolu göstermek, Allahü teâlânın güzel
dînini öğretmek, Resûl-i ekremin örnek ahlâkını yaymak vazîfesiyle, hocası tarafından
Anadolu'ya gönderildi. Amasya'nın batısında bir dağ başına yerleşti. Kimseye bir şey
söylemeyip, kimseyle irtibat kurmadı. Fakat hak yolunun âşıkları, onu arayıp bulmakta
gecikmediler. Akın akın huzûruna geldiler. Kısa zamanda pekçok talebe yetiştirip insanların
dünyâ ve âhirette huzûra kavuşmaları için büyük gayret gösterdi. Vazîfeli olduğu bölgeyi
nûrları ile aydınlattı. Nice ölü kalbleri diriltip, kurumuş gönülleri suladı. İnsanların
gönüllerine Allah aşkını nakşedip, birbirlerine karşı şefkat ve muhabbetle davranmalarına,
memleketin huzûr ve sükûna kavuşmasına vesîle oldu.
Bir sabah ibâdet ile meşgûl iken odasından çıkıp, talebelerine; "Misâfir gelecek, yiyecek bir
şeyler hazırlayın." buyurdu. Hâlbuki, dergâhta yemek yapacak bir şey yoktu. Talebeleri
durumu arzedince, dergâhtan dışarı çıkıp, çevresine baktı. Karşı tepeden bir ceylan sürüsü
dergâha doğru koşarak geliyordu. Yanındakilere dönüp; "Bu ceylanlar, misâfirlerimize ziyâfet
için birbirleriyle yarışıyorlar." dedi. Ceylanlar önüne gelince; "Bizim misâfirimiz için canını
fedâ edecek olan öne çıksın." dedi. En öndeki ceylan, fırlayıp ileri atıldı. Talebeler; o ceylanı
tutup kestiler. Yemek hazırlandığı sırada misâfirler geldiler. İkrâm edilen yemeği yediler.
Allahü teâlâya ibâdet için güç ve kuvvet kazandılar.
Bir köyün kıyısında bulunan ve köyün su ihtiyâcını karşılayan kaynak kuruyunca köy halkı
Abdurrahmân Erzincânî'ye başvurdu. O da pınarın başına gidip duâ ettikten sonra âsâsını
suyun aktığı yere değdirdi. Allahü teâlânın izni ile pınardan altın aktı. Bunun üzerine; "Yâ
Rabbî! ben altın istemedim su istedim." diye münâcâtta bulununca su eskisi gibi akmaya
başladı. O günden beri pınarın suyu hiç kesilmedi.
İnsanlara; Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmek için büyük gayret gösteren
Abdurrahmân Erzincânî on altıncı asrın sonlarında vefât etti.
:5?%.&-5,:")&"-%(,:(,"%
Bir sabah Abdurrahmân-i Erzincânî hazretleri, odasından dışarı çıktı. Çok üzüntülü idi. Talebeleri,
üzüntüsünün sebebini sordular. O da; "Erdebîl'deki SafiyyüddînErdebîlî'nin talebeleri, bu zamâna
kadar temiz îtikâdlı, Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolunda, bid'atlerden sakınıp, Allahü
teâlânın emir ve yasaklarına riâyet eden, kötülüklere meydan vermeyen kimselerdi. Ama şimdi,
doğru yoldan ayrıldılar. İnançlarına bid'at pislikleri karıştırdılar. Şeytan, onları büyüklerin yolundan
saptırdı." buyurdu. Çok geçmeden, Erdebîl tarafından bir haber geldi. Safiyyüddîn Erdebîlî'nin
torunlarından Cüneyd oğlu Haydar'ın, Ehl-i sünnet îtikâdından, Selef-i sâlihînin yolundan ayrılarak
sapıttığı haberi verildi. Haydar, Eshâb-ı kirâm efendilerimizin bâzılarına dil uzatmış, pâdişâhlık
dâvâsına kalkışmıştı.
1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s. 78
2) Tâc-üt-Tevârih; c.5, s.7
3) Erzincan Târihi; c.1, s.484
4) Tıbyan-ül-Vesâil; c.2, s.222
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.374

ABDURRAHMÂN EFENDİ (Zileli)


ABDURRAHMÂN EFENDİ (Zileli);
On yedinci asır Anadolu velîlerinden. Zileli olup doğum târihi ve âilesi hakkında bilgi
bulunmamaktadır. Tahsîl ve terbiyesini Zile'deki âlimlerden aldığı anlaşılmaktadır.
Abdurrahmân Efendi daha sonra Kastamonu'ya gelerek Şeyh Şâbân-ı Velî tekkesinde Mustafa
Çelebi Efendiden dersler aldı. Evliyâlık yolunda ilerledi. 1660'da Şeyh Mustafa Çelebinin
vefâtı üzerine Şâbân-ı Velî tekkesinde sekizinci şeyh olarak irşâd makâmına oturdu. Bir
taraftan talebe yetiştiriyor, diğer taraftan halka vâz ve nasîhatler vererek Allahü teâlânın emir
ve yasaklarını bildirmeye devâm ediyordu.
Ağır başlı, vakar ve heybet sâhibi, sâkin bir zât idi. Edeb ve hayâsı çok yüksekti. Sabah
namazını evvel vaktinde kılar, bu vakitten kuşluk vaktine kadar talebelere ders verirdi. Sonra
evine gider, öğle namazı vaktinde tekrar gelip namazı kıldırırdı. Namazı kılınca bir saat halka
vâz ve nasîhat eder sonra talebelerine ders vermeye devâm ederdi. En ince meseleleri çok
güzel îzâh eder ve anlatırdı. Sorulan suâllere derhal ve yerinde cevaplar verirdi. Yüksek
hâlleri ve kerâmetleri ile Kastamonu'da yediden yetmişe herkesin sevip saydığı, candan
bağlandığı bir kimse idi.
Abdurrahmân Efendi 13 sene Şeyh Şâbân-ı Velî tekkesinde insanlara doğru yolu göstermekle
meşgûl oldu. 1673 senesi içerisinde vasiyetnâmesini yazarak Amasya'da bulunan ve orada
halkı irşâd etmekte olan Şeyh İbrâhim Efendiye gönderdi. Vasiyetnâmenin özeti şu şekildedir:
"Ey benim aziz kardeşim Hâfız İbrâhim Efendi! Size dahî` mâlum olsun ki biz zâhirî olarak
hacca gitmeye niyet edip onun tedâriki ile meşgûl iken, bir seher vaktinde gaipten bir sedâ
geldi. "Hazır ol mânevî hacca gitsen gerektir." denildi. Biz cenâb-ı Hakk'ın emrini
beklemekte iken Recep ayının yirmi yedinci gecesi ki mîrâc gecesi ruhlar âleminde
geziyorduk. Resûl-i ekrem mîrâca giderken bindiği burağa binmiş olarak geldiler. Bizi de
burağın arkasına aldılar ve gittik. Levh-i mahfûzun yanına varınca; "Siz burada eğlenin,
bundan öte izin yoktur." buyurdular. Levh-i mahfûza nazar eyledik, baktık ki kendimizin
Şâban ayında dünyâ evinden âhirete gideceğimizi, sizin de Şâban Efendi Tekkesinde şeyh
olacağınızı gördük. Ey benim kardeşim! Levh-i mahfûzda yazılan sizsiniz. Hemen fakîre duâ
eyle ve duâdan unutmayıp tekkede meşgâle ve mücâhede Allahü teâlânın dînini yaymakla
meşgûl olup gayret kemerini yedi yerden kuşanıp ve benim evlatlarımı dahi gözden ve
gönülden çıkarmayınız. Kapı dervişi Molla Hasan altı senedir tekkenin hizmetindedir. Lâkin
irşâdı sizden olmakla bu zamâna tehir edilmiştir. İrşâd ile faydalanmadıkça salıvermemenizi
ricâ ederiz. Bize lâzım olan hakkı tebliğ eylemektir."
Şeyh Abdurrahmân Efendi bu vasiyetnâmeyi İbrâhim Efendiye gönderdikten sonra yazdığı
gibi 1673 (H.1083) senesi Şâbanında hayâta gözlerini kapadı. Kastamonu'daki Şâbân-ı Velî
hazretlerinin türbesine defnolundu.
1) Kastamonu Evliyâları; s.39-41
2) Menâkıb-ı Şâbân-ı Velî; s.50

ABDURRAHMÂN BUCEYREMÎ


ABDURRAHMÂN BUCEYREMÎ;
Evliyânın büyüklerinden. Doğum târihi belli değildir. Mısır'ın Buceyrem köyünde doğdu.
Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Devrin âlimlerinden ilim öğrendi. Halvetî tarîkatı
büyüklerinden Şeyh Ömer Yâfî ile arasında dostluk ve yakınlık vardı. Sık sık mektuplaşırdı.
Sonraları Hayfa'nın Tantura köyüne yerleşti ve burada insanlara doğru yolu anlattı. Hayfa
bölgesinde büyüklüğü ve kerâmetleri ile meşhûr oldu. Mısır Hidivi İbrâhim Paşa Şam'a kadar
olan bölgeyi ele geçirdikten sonra sık sık Abdurrahmân Buceyremî'yi ziyâret etti ve
nasîhatlerini dinledi. Abdurrahmân Buceyremî on üçüncü hicrî asrın ortalarında vefât etti.
Kabri Tantûra köyündedir.
Yûsuf Nebhânî'nin babası İsmâil Nebhânî humma hastalığına yakalandı. Tantûra'ya,
Abdurrahmân Buceyremî'den hastalıktan kurtulmak için duâ istemeye gitti. Huzûruna girip
elini öptü ve durumunu arz etti. Abdurrahmân Buceyremî; "Sen odanın kapısından içeri
girerken, o hastalık da senden geçti. Seninle beraber odaya girmedi." buyurdu. Gerçekten
onda hummadan hiçbir eser kalmamıştı. Elini öpüp huzûrundan sevinçle ayrıldı.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.67

ABDURRAHMÂN BECELÎ


ABDURRAHMÂN BECELÎ;
Tâbiîn devri velîlerinden. İsmi Abdurrahmân, babasının ismi Ebû Nu'm'dur. Doğum târihi ve
yeri belli değildir. Sahâbînin büyüklerinden ilim öğrendi ve birçoğundan hadîs-i şerîf nakletti.
718 (H.100) senesinde vefât etti.
Abdurrahmân Becelî, çok ibâdet eden, haramlardan kaçan, devamlı Allahü teâlâyı zikreden
bir zâttı. Hemen ölecekmiş gibi dünyâya rağbet etmez, vaktini ilim, ibâdet ve hayır işlerle
geçirirdi. Çok az yemek yerdi. Genellikle oruç tutardı. Bütün günlerini;"Rabbim emrine
âmâdeyim." cümlesini hazin bir sesle söylemekle geçirirdi. Devamlı ihrâm ile dolaşırdı.
Kendisine nasılsın diye soranlara; "Eğer iyi bir kul olabilirsek, bize ne mutlu, yok eğer
günahkâr isek pek bayağı ve bedbahtız." buyururdu.
Abdurrahmân Becelî bir harâbenin yanından geçerken; "Seni harâbe hâline getiren kimdir?"
diye sordu. Harâbe, Allahü teâlânın izni ile dile gelerek; "Geçmiş kavimleri ve ülkelerini
harabe hâline getiren!" diye cevap verdi.
Cemâcim vak'asında iki müslüman ordu harb yaptı. Bu savaş sırasında Abdurrahmân Becelî,
Haccâc'a; "İnsanları öldürme konusunda ileri gitme." buyurdu. Haccâc bu nasîhata kızarak;
"Senin kanınla yeryüzünü sulayacağım." deyince Abdurrahmân Becelî; "Yerin altındakiler
üstündekilerden daha çoktur." buyurdu. Bunun üzerine Haccâc, hiçbir şey yapamadı. Doğruyu
söylemekten hiç çekinmezdi. Her yerde doğruyu söylemeye çalışırdı.
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.5, s.69

ABDURRAHMÂN BABA


ABDURRAHMÂN BABA
Harifet-ül-Acâyib adlı eserde belirtildiğine göre; Abdurrahmân Gâzi Baba, Ankara'da
medfun Seyyid Muhammed Hasan, Ahlat'ta medfun Seyyid Muhammmed Hüseyin ve
Erzurum'da medfun Habib Baba ile birlikte Hindistan taraflarından Anadolu'ya gelen ilk gâzi
dervişlerdendir. Bölgede vâlilik ve kale muhâfızlığı yapmış olup on dokuzuncu asrın
ortalarında vefât etmiştir. Târihî Van kalesinin kuzey cephesinde ve orta kısmına yakın
eteklerinde bulunan türbesinin yanında kendi adına yapılan bir câmi ile eski Van belediye
reisi ve şâir Gâlip Paşanın türbesi vardır

ABDURRAHMÂN ARVÂSÎ


ABDURRAHMÂN ARVÂSÎ;
Anadolu'da yetişen büyük âlim ve velîlerden. Seyyiddir, yâni hazret-i Hüseyin'in
evlâdındandır. İsmi, Abdurrahmân, babasının ismi Seyyid Abdullah'tır. Âlim-i Arvâsî, Kutb-i
Arvâsî, Abdurrahmân Kutub lakablarıyla da bilinmektedir. Zamânının kutbu idi. Hicrî on
ikinci asrın ikinci yarısında Arvas'ta doğdu. On üçüncü asrın ilk yarısında vefât etti. Kabri
Van'ın Hoşab (Güzelsu) kazâsındadır. Ziyâret olunur ve bereketlerinden istifâde edilir. Hacet
sâhipleri murâdlarına, isteklerine kavuşur.
Şeceresi şöyledir: Seyyid Abdurrahmân bin Abdullah bin Muhammed bin Muhammed
Şehâbeddîn bin İbrâhim bin Âlim-i Rabbânî Cemâleddîn bin Kemâleddîn bin Kutub
Muhammed bin KâsımBağdâdî'dir.
Seyyid Abdurrahmân Arvâsî'nin büyük dedesi Seyyid KâsımBağdâdî hazretleri Hülâgû'nun
Bağdâd katliamı sırasında Bağdâd'dan hicret edip, âile fertleri ile birlikte uzun yıllar
Anadolu'nun çeşitli yerlerinde kaldı. Tasavvuf yolunda olgunluk derecesine ulaşan
Muhammed Velî veyaKutub Muhammed diye meşhûr olan oğlunu doğu Anadolu'ya
gönderdi. Kendisi de Mısır'a gidip Ezher Medresesi müderrisleri reîsi oldu. SonraMedîne-i
münevvereye gidip orada vefât etti. Anadolu'ya gelen ve etrâfını aydınlatan Muhammed Velî,
Hakkârî Beyi İbrâhim Hanın kızı Fâtıma Hanımla evlendi. Yüksek dağlar arasında geçidi zor
bir yere bir dergâhla iki katlı bir ev yaptırdı. Arvas yâni Van'ın Bahçesaray ilçesine bağlı
Doğanyayla köyünü kurarak sevenleri ve akrabâlarıyla birlikte oraya yerleşti. Burada nâdide
eserlerden bir de kütüphâne teşkil ederek ilim ve feyz neşr etti. Pekçok kimse onun sohbet ve
ilim meclislerine devâm edip ilâhî lutfa ve feyzlere gark oldular. Çok talebe yetiştirdi.
Neslinden gelenler yolunu tâkib etti. Seyyid Muhammed Velî'nin torunlarından Seyyid
Abdullah vefât ettiği zaman oğlu Abdurrahmân Arvâsî küçük yaşta yetim kaldı.
Seyyid Abdurrahmân, önce küçük yaşta kaybettiği babasından, onun vefâtından sonra da
vaktin büyük âlimlerinden ilim tahsîl etmeye başladı.
Yedi-sekiz yaşlarında iken Kur'ân-ı kerîmi hatmedip Arabî ilimleri öğrenmeye başladı. Kısa
zamanda aklî ve naklî ilimlerle zamânının fen ilimlerinde büyük âlim, allâme oldu.
Büluğ çağına gelince, annesi, Arvâsî soyunun Van havâlisinde devâmı için, genç yaşta onu
zorla evlendirdi. Abdurrahmân Arvâsî hazretlerinin MollaAbdullah, Hacı Molla Lütfullah,
Molla Efendi (Muhammed), Molla (Muhammed) Zâde, Molla Ubeydullah, Molla
Abdülhamîd, Şeyh Seyyid Muhammed, SeyyidTâhir ve ismi bilinemeyen dokuz oğlu olduğu
bildirilmektedir.
Dedelerinin yolunu devâm ettiren Abdurrahmân Arvâsî, zâhirî ilimlerde yükseldiği gibi
tasavvuf yolunda da ilerleyip kemâle gelmiş, Kâdirî ve Çeştî kollarında irşâd sâhibi,
zamanının mürşid-i kâmili olmuştu.
Medresesinde talebe yetiştirmeğe başladığında, her taraftan akın akın yüzlerce hak âşığı
huzûruna koştular. Sohbetleriyle şereflenip bereketli feyzlerine kavuştular.
Seyyid Abdurrahmân'ın ömrü, zâhir ve bâtın ilimlerini yaymakla geçti. Arvâs'taki ve
Hoşab'daki medrese ve dergâhı dolup taştı. İstanbul, Hicâz, Mısır, Irak gibi memleketlerde
çözülemeyen meseleler Abdurrahmân hazretlerine getirilirdi. Çevredeki bütün bölgeler, onun
irşâd, yol gösterici nûruyla aydınlanmıştı. Bu sebeple Sultan İkinci Mahmûd Han ona çok
hürmet gösterir, duâsını ister, husûsî hediyelerle selâmlarını gönderirdi.
Pekçok kerâmetleri görülmüş olan Seyyid Abdurrahmân hazretleri zamânın beylerine,
paşalarına mektuplar yazarak nasîhat ederdi. Bu mektuplardan bir kısmını uzak memleketlere
de göndermiştir. İrisân beylerinden Emîr Şerefüddîn Abbâsî'ye yazdığı Fârisî mektuplar çok
kıymetlidir. Bu mektuplardan birinde Muhammed Kerîm Han, Mustafa ve Feyzullah beylere
selâm ve duâ etmektedir. Şerefüddîn Han, Seyyid Abdurrahmân'dan gelen başka bir
mektubun sonuna; "Mevlânâ hazretleri bu mektubu bu fakîre 1778 senesinde göndermiştir.
Musîbete sabretmek lazım olduğu ve sabrın kıymetini bildirmiştir. Birkaç ay sonra pederim
Abdullah Han vefât etmiştir. Mevlânâ'nın kerâmetini buradan anlamalıdır." satırlarını
eklemiştir.
Seyyid Abdurrahmân her sene üç-beş ay o havâliyi dolaşır, Vâz ü nasîhat ve irşâdla, halka
İslâmın esaslarını anlatır, bilhassa bozuk mezhep ehline karşı hısn-ı hasîn (sağlam kale)
vazîfesi görürdü. Bu yüzden memleketimizin sulhuna hizmeti çoktur. Çünkü onların olduğu
bölgede bozuk îtikâdlı kimse bulunmazdı. Böyle âlim ve velîlerin Osmanlı Devletine
hizmetleri bey ve paşalardan az değildi. Hatta hizmetleri kalıcı olduğundan daha çoktu
denilebilir.
Seyyid Abdurrahmân, yakınlarından birini dünyâ malına muhabbeti sebebiyle yanından
uzaklaştırmıştı. O zât da Beyrut'a gidip, zekâsıyla vâli olmuştu. Birgün kendisine; "Efendim!
O yakınınız Beyrut'ta vâli oldu." dediklerinde; "O, ateşte yanmadı mı?" buyurdu. O günün
târihini bir yere kaydettiler. Sonradan haber geldi ki, Beyrut vâlisi bir gece konağında çıkan
bir yangın sebebiyle çocuklarıyla birlikte yanmıştı. Târihini sordular, Seyyid Abdurrahmân
hazretlerinin onun hakkında söylediği günün târihini tutuyordu.
Seyyid Abdurrahmân hazretleri çok cömert olup, misafiri ve geleni gideni pek fazla olurdu.
Bir gün hanımı ona; "Efendim gelenimiz gidenimiz çok. Beylerin, paşaların ve eşrâfdan olan
kimselerin hanımları da geliyorlar. Büyük bir kapıya geldiklerini bildiklerinden çeşitli
elbiseler, kıymetli entariler giyiyorlar. Benim üstümde ise hep bu entâri var. Mümkünse bir
entâri daha yaptırsanız da arada bir onu da giysem." dedi. Seyyid Abdurrahmân hazretleri;
"Sen git mutfağında bulunan teknedeki hamurunla meşgûl ol." buyurdu. Hanımı mutfağa
girdi. Tekneyi hamurla değil, altınla dolu buldu. Koşup efendisine geldi, bir yandan ağlıyor,
bir yandan da; "Beni affet, bundan sonra senden bir şey istemiyeceğim." deyip, özür
diliyordu.
Birgün Abdurrahmân Arvâsî hazretleri sevenleri ve talebeleri ile Van Gölü kıyısında
giderken, gölde bulunan AhtamarAdasındaki Ermeni kilisesinden bir papas çıkarak su
üstünde yürümeye başladı. Abdurrahmân Arvâsî hazretlerinin talebelerinden bâzılarının
hatırına; "Allah'ın düşmanı dediğimiz papas su üzerinde yürüyor da, evliyânın büyüğü
Abdurrahmân Kutub hazretleri acaba neden kıyıdan yürüyerek dolaşıyor?" düşüncesi geldi.
Talebelerinin düşüncelerini anlayan Abdurrahmân Arvâsî hazretleri, ayakkabılarını çıkararak
ellerine alıp birbirine çarptı. Her çarpışta papas suya battı. Boğazına kadar battığı zaman son
defa çarptı ve papas tamâmen batıp boğuldu. Abdurrahmân Arvâsî hazretleri böyle düşünen
bâzı talebelerine dönerek; "O sihir yaparak su üstünde gidiyor ve sizin îmânınızı bozmak
istiyordu. Ayakkabıları çarpınca sihri bozulup battı. Müslümanlar sihir yapmaz, Allahü
teâlâdan kerâmet istemekten de hayâ ederler." buyurdu. Kerâmeti ile papasın sihrini bozdu.
Ömrü boyunca ilim öğrenen, öğreten, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak
onların iki cihan seâdetine kavuşmalarına çalışan Abdurrahmân Arvâsî hazretleri
Osmanlı-Türk devleti için büyük bir velînîmet idi. Hicrî on üçüncü asrın ilk yarısında vefât
etti. Van'ın Hoşab (Güzelsu) nahiyesinde defn edildi. Kabr-i şerifi sevenleri tarafından ziyaret
edilmektedir.
Kerâmetleri vefâtından sonra da görüldü. Abdurrahmân Tâgî (Tâhi) şöyle anlattı:
Babam Budağ Hanın yanında çalışırdı. O anlattı: Han, askerleriyle berâber Seyyid
Abdurrahmân Kutub hazretlerinin kabri yakınlarına gelmişti. Mola verdikleri yerde, Yûsuf
Efendi askerlerden ayrılıp, Seyyid Abdurrahmân'ın kabri başına geldi ve Seyyid hazretlerini
kabrin üzerinde oturuyor gördü. Kendini görünce yüzünü çevirdi, başka yere bakmaya
başladı, hiç iltifât etmedi. Yûsuf Efendi yüz bulamayınca, doğru askerin yanına gelip
komutana silâhını ve elbiselerini çıkararak teslim etti. Silâhını teslim ettiğini gören Han,
Yûsuf Efendiyi tehdîd ederek; "Bizden vaz geçersen seni Nirib nâhiye müdürlüğünden
azlederim, evini oradan çıkarır seni öldürürüm." dedi. Yûsuf Efendi aldırış etmedi. Doğru
Abdurrahmân hazretlerinin kabri başına geldi. Bu defâ kabrinin üzerinde oturduğu hâlde ona
güler yüzle bakıyordu ve; "Mevlânâ Yûsuf! İlk geldiğinde senden yüz çevirmiştim. Şimdi ise
yüzümü sana döndüm, tövbe et!" buyurdu. O da şimdiye kadar yaptıklarına tövbe edip
Abdurrahmân hazretlerinin elini öptü. Ondan nasîhat alarak ayrıldı. O nasîhatlara uyarak
mutlu bir hayat yaşadı ve han da kendisine hiç bir kötülük yapamadı.
1974 Kıbrıs harekâtından sonra Van'ın Hoşab(Güzelsu) kazâsına âilesi ile birlikte bir hava
binbaşısı gelip SeyyidAbdurrahmân Arvâsî hazretlerinin kabrini sordu. Kabrin bulunduğu
yere varıp, orada bir koç kesip fakirlere, şeker alıp çocuklara dağıttı. Kendisine bu
yaptıklarının ve ziyâretinin sebebi sorulunca, şöyle anlattı:
Kıbrıs harekâtı sırasında adanın üzerinde uçuyordum. Beşparmak Dağlarındaki Rum
yuvalarını, oyuklarını, mazgallarını ve müstahkem mevkı ve mevzilerini bombalayıp
dönecektim. Omuzumda iki el hissettim. Korktum. Baktım ki sarıklı, sakallı, nûr yüzlü ihtiyâr
bir zât. "Evlat, filan mevzileri de bombala!" buyurdu. "Benzinim dönüşe yetmez." dedim.
"Korkma ben tekeffül ediyorum." deyince döndüm. Gösterdiği mevzi ve hedefleri de
bombaladım. Mersin'e doğru gelirken; "Gördün mü benzinin yetti." buyurdu. Ben merak edip
o zâta; "Siz kimsiniz?" diye sordum. "Van'ın Hoşab kazâsından Seyyid Abdurrahmân'ım."
buyurdu. "Sağ mısınız?" dedim. "Değilim ama, böyle savaşlarda ve sıkıntılı durumlarda
yardıma koşarım." buyurdu.
Abdurrahmân Arvâsî hazretlerinin vefâtından yüz elli seneden fazla zaman geçtiği hâlde
müslümanların yardımına koşması onun kutup ve yüksek kerâmet sâhibi olduğunu
göstermektedir. Onun kutb olduğu zamânında ve sonraki zamanlarda da hep tevâtür hâlinde
bilinmektedir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfesi ve asrının kutbu olan Seyyid
Tâhâ-yı Hakkârî hazretleri kendisinden bahs ederdi.
Abdurrahîm Arvâsî hazretlerinin torunlarından Muhammed Emin Garbî Efendi anlatır:
Hoşab halkı bilirler. Kuraklık olduğu zaman gidip Seyyid Abdurrahmân hazretlerinin
kabrinin başucundaki taşı alıp aşağısındaki dereye sokarlar ve yağmur yağar. Bunun için o taş
suda durmaktan incelmiştir. Böyle olduğunu bu fakir de gördüm. Bu da Abdurrahmân Arvâsî
hazretlerinin kerâmetidir.
Abdurrahman Arvâsî hazretlerinin oğullarından Seyyid Lütfullah, hacı olup, âlim, fâdıl ve
velî idi. Arvas'tadır. Seyyid Sıbgatullah Arvâsî (Gavs-i Hizânî) bunun soyundandır.
Oğullarından biri Seyyid Molla Abdülhamîd'dir. Arvas'da kalırdı. Arvas medrese, tekke ve
zâviyesini sevk ve idâre ederdi. Arvas ve civârında bunun çocukları kaldı. Seyyid Fehîm
Arvâsî hazretlerinin babasıdır.
Oğullarından biri de Seyyid Molla Muhammed'dir. Başkale'ye yerleşti. Nesli burada çoğaldı.
Âlim, kâmil, kadirşinâs ve hal ehli olup, Seyyid Tâhâ hazretlerinin sohbetinde bulunmuş idi.
Neslinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî gibi bir âlim ve mürşid yetişmiştir.
Oğullarından biri de, Seyyid Abdullah'dır. Arvas'da medfundur. Hacıdır. Medresede müderris
idi. Babasına mensûb idi. Oğlu Abdülcelîl Zûgûla (Daldere) köyüne yerleşti.
Biri de MollaEfendidir. Aslında ismi Seyyid Muhammed Efendi olup, ismine hürmeten,
babası sâdece "Efendi" derdi. Büyük âlim idi. Babasına mensûb, kâmil bir zât idi. Pîr Yûsuf
kabristanındadır.
Biri de Seyyid Ubeydullah olup, kısaca Ubeyd denir. Arvas'da doğdu. Molla ve müderris idi.
Oğulları Gevaş tarafına geldi.
Adı geçen oğullarından bu altısının nesli günümüzde devâm etmektedir. Babalarının
vazîfesini hakkıyla yapmışlardır. Allah hepsinden râzı olsun.
!"),(&1,#$<1,1%7
Seyyid Abdurrahmân, ihsân sâhibiydi. Mal ve canını Allahü teâlânın dînini yaymak için sarf etti.
Zamânının kutbu olduğu için uzak yerlerde Allah yolunda, O'nun dînini yaymak için savaşanların
yardımına koşardı. Hanımı şöyle anlattı:
Efendim, arada-sırada silâhlarını kuşanır, evden çıkar, sabahtan önce yine eve gelirdi. Geldiğinde
üstünde-başında kan lekeleri olurdu. Elbiselerini yıkar sesimi çıkarmazdım. Yine elbiseleri kan
içinde kaldığı bir gün kendisine; "Efendi! Sık sık gidip, sabaha bu vaziyette geliyorsun. Nereye
gidiyorsun ve elbisen niçin kan içinde dönüyorsun?" diye sordum. O da; "Hanım, sağlığımda iken
kimseye söylemezsen, bu sırrı sana söylerim." dedi. Ben de; "Söylemem." dedim. Bunun üzerine;
"Biz vazîfemiz îcâbı zaman zaman dünyânın neresinde müslümanlarla kâfirlerin harbi varsa oraya
gideriz. Müslümanlara yardım eder, küffâr ile harbederiz. Ayrıca darda kalmış müslümanların da
yardımına yetişiriz." buyurdu. Ben bu sırrı o vefât edinceye kadar kimseye söylemedim, sakladım.
1) İslâm MeşhurlarıAnsiklopedisi; c.1, s.194
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.302
3) Eshâb-ı Kirâm; s.288

14 Nisan 2013 Pazar

ABDURRAHMÂN BİN ALİ SEKKÂF


ABDURRAHMÂN BİN ALİ SEKKÂF;
Evliyânın meşhurlarından. İsmi Abdurrahmân bin Ali bin Ebî Bekr bin Abdurrahmân
es-Sekkâf'tır. 1446 (H.850) senesinde Terîm şehrinde doğdu. 1517 (H.923)'de Yemen'de vefât
etti. Hadîs, kelâm, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde tanınmış âlimlerdendir. İlim tahsîline
başlayınca, önce Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Seyyid Muhammed bin Abdurrahmân'dan kırâat
ilmini öğrendi. Bu ilmin ehline kırâatını, hıfzını dinletti. Ayrıca fıkıh ve nahiv ilmine âit
kitaplar okuyup, ezberledi. Haviyu's Sagîr ve Dîvân-ı Şeyh Abdullah bin Es'ad
el-Yâfiî'nin çoğunu ezberledi. Ezberlediği bu metinleri hocalarına dinletip kontrol ettirdi.
Babasından, amcası Şeyh Abdullah Ayderûs'dan, meşhûr âlim Sa'd bin Ali'den, meşhûr fıkıh
âlimi Şeyh Abdullah bin Abdurrahmân'dan ilim öğrendi. Sonra Yemen'e gidip, tahsîline orada
devâm etti. Allâme Abdullah bin Ahmed ile Allâme Muhammed bin Ahmed'den ders alıp
çeşitli ilimleri öğrendi. Bu âlimlerden işittiklerini rivâyet etmek ve eserlerini okutmak da
dahil olmak üzere icâzet, diploma aldı ve dört sene Aden'de kaldı. Aden'den Zebîd şehrine
gitti. Orada da Hâfız Yahyâ el-Âmirî'den ve Safiyüddîn Ahmed bin Ömer el-Meczed'den ilim
öğrendi, icâzet aldı. Bu tahsîlleri sırasında Hâfız Yahyâ el-Âmirî'den Peygamber efendimizin
mübârek parmak izlerinin bulunduğu bir mahalli göstermesini ricâ etti. O da kabûl edip
gösterdi. O mahalde parlayan bir nûr gördüler.
Abdurrahmân bin Ali Sekkâf, bir elini devamlı gizli tutar, göstermek istemezdi. Bir defâsında
bâzıları ısrarla sebebini sorunca şöyle anlatmıştır:
Peygamber efendimizi methetmek için bir kasîde yazdım. Sonra dünyâya düşkün olan bâzı
kimseleri de methettim. Bunun üzerine Peygamber efendimizi rüyâmda gördüm. Beni
azarlayıp elimi kesmemi emretti. Ben de elimi kestim. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.anh) bana şefâatçi
olup, Resûlullah'dan affetmesini diledi. Bunun üzerine af buyurdular. Kestiğim elimi
birleştirdim, eskisi gibi oldu. Uyandığım zaman elime bir baktım, kesilmiş ve birleştirilmiş
olan yerde bir iz vardı. Sonra elini çıkarıp o ısrar edenlere gösterdi. Baktılar ki elindeki o
izden bir nûr parlıyordu.
1475 (H.880) senesinde hacca gitti. Mekke'de Hâfız es-Sehavî'den ilim öğrenip rivâyetlerini
ve eserlerini nakil hususunda icâzet aldı. Hac ve ömre yaptı. Kâbe'yi birçok defâ tavâf etti. Bu
ziyâreti sırasında kendisinde üstün hâller hâsıl oldu, kalbi nûr gibi parladı. Sonra Peygamber
efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret için Medîne'ye gitmeye karar verdi. Yanında amcasının
oğlu vardı. Fakat o hasta olması sebebiyle memleketine dönmek istiyor, Ali Sekkâfın da
kendisiyle berâber dönmesi için ısrar ediyordu.
Bu duruma çok üzüldü. Resûlullah'ın kabr-i şerîfini ziyâret edemeyeceğim diye derin bir
düşünceye daldı.
Abdurrahmân bin Ali Sekkâ bu kederli hâli ile Kâbe'yi tavâf ederken, birdenbire karşısına
babası çıktı. Fakat babası memleketleri Terîm şehrinde idi. Bu hâle çok şaşırdı. Babası
takdire râzı olması gerektiğini hatırlattı. O günün gecesinde ayrıca rüyâsında Peygamber
efendimizi gördü. Peygamber efendimiz başını okşayıp tebessüm ederek; "Bizi ziyâret
edememekten dolayı üzüldün. Biz senden râzıyız, seni kabûl ettik. İlerde bizi çok güzel bir
hâlde ziyâret edeceksin." buyurdu.
Bu rüyâdan sonra büyük bir sevince gark olan Abdurrahmân bin Ali Sekkâf memleketi
Terîm'e döndü. Büyük bir şevkle babasının derslerine devâm etti. Babasının bütün eserlerini
okudu. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâ-u Ulûmiddîn kitabını
babasından baştan sona kırk defâ okuyup bitirdi. Ayrıca memleketinde bulunan diğer
âlimlerden de okudu. Din ve edebiyât ilimleri ile tasavvuf ilminde, Arapça'da âlim oldu.
Tahsîlinin bu safhasından sonra ilk ziyâretinden altı sene sonra ikinci defâ hacca ve
Peygamber efendimizi ziyârete gitti.Aden'e ve Zebîd şehrine, oradan da Cidde'ye varınca
Muhammed bin Tâhir adında sâlih bir tüccar ona hürmet gösterip bütün ihtiyâçlarını
karşıladı, misâfir etti. Hac ibâdetini büyük bir rahatlık içinde yaptıktan sonra Peygamber
efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret için Medîne yoluna çıktı. Altı sene önce gördüğü rüyâ artık
gerçekleşmek üzere idi. Medîne'ye yaklaştığı sırada kendisini Medîneli çocuklar âdetleri
üzere karşıladılar. Yanında yirmi dinar parası vardı. Hepsini bu çocuklara dağıttı. Sonra
Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. İçindeki büyük hasret ateşiyle uzun
zamandan beri yanan Ali Sekkâf murâdına ermesi sebebiyle tarife sığmaz bir mutluluk ve
sevinç içinde idi. Kavuştuğu bu nîmetten dolayı sevinci her an bir kat daha artıyordu. Bu
ziyâreti sırasında anlatılamayacak derecede ve ifâdeye sığmayan hâllere ve nîmetlere, üstün
derecelere kavuştu.
Medîne'ye vardığı sırada Melik Eşref Kayıtbay'ın yakın adamlarından İbn-i Zaman adıyla
meşhur bir tüccar da Medîne'de idi. Tüccar onu görünce çok hürmet ve ikrâmda bulundu.
Hattâ sayısız mal ve eşyâ hediye etti.
Abdurrahmân bin Ali Sekkâf hazretleri ziyâretini tamamlayıp memleketi Terîm'e döndü. Bu
dönüşünde akrabâları ve memleketin ahâlisi onu büyük bir hürmet ile karşıladı. İnsanlar onun
sohbetine ve derslerine toplandılar. O da insanlara ilmi ve mârifeti yudum yudum sundu.
Derslerinde velîlerin yazdığı kitapları ve bilhassa İhyâu Ulûmiddîn adlı eseri okuturdu.
Hadîs ilminde de âlim olup tâliplere ders verirdi. Bütün hallerinin İslâmiyete uygun olması
husûsunda büyük bir titizlik gösterirdi. Az yer, az uyur, az konuşurdu. Fakirleri, garibleri,
yetimleri, zayıfları gözetir, yardım ederdi. Pekçok âlim ve velî onu methetmiştir.
Hadîs âlimlerinden ve Gurer kitabının müellifi Muhammed bin Ali şöyle anlatmıştır:
Rüyâmda bana Abdurrahmân Sekkâf'ın üstün hallerini, güzel hasletlerini söyleyip çok
methettiler. Sabahleyin yanına gittim, kendi kendime hatırımdan; "Keşf ve kerâmet sâhibi ise
ben daha söylemeden gördüğüm rüyâdan haber verir." diye geçirdim.
Evine yaklaşınca onu kapı önünde bekler gördüm. Beni görünce tebessüm edip, akşam
gördüğüm rüyâyı anlattı.
Abdurrahmân bin Ali Sekkâf'ın vefâtından sonra kabrini ziyâret ettiğim zaman Kur'ân-ı kerîm
okurdum. Bu sırada bir yanlışım çıksa veya bir yer unutsam, kabirden gelen bir ses doğrusunu
bildirirdi.
Terîm Sultânı Muhammed bin Ahmed ile Şahar Sultânı arasında harb oldu. Abdurrahmân bin
Ali, Terîm Sultânının muzaffer olacağını haber verdi. Dediği gibi oldu.
Abdurrahmân bin Ali'nin sevdiklerinden biri vefât etti. Definden sonra, telkîn için kabrin
başında durdu. Bir müddet sonra ayrıldı. Bulunanlar, telkîn vermeme sebebini sordular.
Buyurdu ki: "Her kişinin telkîne ihtiyâcı vardır. Lâkin bana bunun ihtiyâcı olmadığı
bildirildi."
Abdurrahmân bin Ali, bir gün Mervân Mescidinde talebelerine ders okuturken, mescidin bir
kenârına bir şeyin düştüğü görüldü. Oradakilerden birine; "Git, o düşen şeyi getir!" buyurdu.
O kişi, düşen şeyi getirdi. Bu, üzeri mühürlenmiş bir zarf idi. Zarfı açıp içindekini okudu.
Sonra bir kâğıda cevâbını yazıp; "Bunu, gelen mektubun düştüğü yere bırakın." buyurdu.
Oraya koydular.
Az sonra bir kuş gelip, o mektubu aldı gitti. Talebeleri sebebini sordular. O da;
"Sevdiğimiz Muhammed Ba'bâd bize haber göndermiş. Biz de cevâbını yazdık." buyurdu.
1) Χμιυ Κερμτ−ιλ−Εϖλιψ; χ.2, σ.63
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.210
3) El-Meşre-ur-Revî; c.2, s.134

ABDURRAHMÂN BİN AHMED (Abdurrahmân-ı Zâz)


ABDURRAHMÂN BİN AHMED (Abdurrahmân-ı Zâz);
Şâfiî mezhebinde derin fıkıh alimi ve meşhûr veli. Tebrizlidir. Künyesi Ebü'l-Ferec olup,
"Zâz" diye meşhûrdur. 1040 (H. 432) senesinde İran'da Tebrîz'e bağlı Serahs kasabasında
doğdu. Sonra Merv'e yerleşti. Birçok âlimden hadîs ve fıkıh ilmini öğrendi. Kâdı Hüseyin'in
önde gelen talebelerindendi. Şâfiî mezhebinde büyük bir âlim olarak yetişti. Çeşitli
memleketlerden gelen pek çok kimse kendisinden ilim aldılar. Çok talebe yetiştirdi. 1101 (H.
494) senesinin Rebî-ül-âhir ayında vefât etti.
Merv şehrine gelip yerleştikten sonra, Kâdı Hüseyin'den fıkıh ilmini öğrendi. Merv'deki Şâfiî
âlimlerinin en üstünü oldu. Ebü'l-Kâsım el-Kuşeyrî, Hasan bin Ali el-Mutavvi'î,
Ebü'l-Muzaffer Muhammed bin Ahmed et-Temîmî ve daha başka âlimlerden hadîs-i şerîf
dinleyip ezberledi. Kendisinden de; Ebû Tâhir es-Sincî, Ömer bin Ebî Mutî', Ahmed bin
Muhammed bin İsmâil en-Nişâbûrî ve daha başkaları hadîs-i şerîf rivâyet ettiler.
İlimde yüksek dereceye ulaşan âlimlerden olup zühd ve verâ sâhibi, haram ve helâli
ziyâdesiyle gözeten biri idi. Az yer, az içerdi. Kendisinden ilim öğrenmek için, çeşitli
memleketlerden pek çok talebe geldi. Böylece ismi ve ilmi, birçok şehirlerde duyuldu.
Ebû Sa'd es-Sem'ânî diyor ki: "O, İslâm âlimlerinin en büyüklerinden birisi idi. İsmi çeşitli
yerlerde darb-ı mesel oldu. Çünkü o, Şâfiî mezhebini ve onun imâmına âit en ince bilgileri
ezbere biliyordu. İmlâ ismini verdiği eseri, her yere yayıldı. Kendisine dört bir taraftan gelen
büyük âlim ve fakîhler ilim tahsîl ettiler. Bu hususta ona sarsılmaz ve çok büyük îtimâdları
vardı. İlmi çok geniş olup, kendisine yetişen olmadı. Fetvâları o kadar kuvvetli idi ki, aksini
bildiren çıkmadı. Fazîletinin ve ilminin çokluğu ile berâber, dînine çok bağlı, verâ sâhibi,
günahtan uzak duran bir zât idi. Yiyip içmede ve giyinmede ihtiyatlı hareket eder, haram ve
şüpheli olmasından çok sakınırdı.
Hanımı Hurre binti Abdurrahmân anlatıyor:
Kocam pirinç yemezdi. Çünkü pirinç, ekildiği zaman suya ihtiyâcı çok olurdu. Pirinç
ekenlerin, bu ihtiyaçlarını karşılayabilmek için ister istemez başkalarına haksızlık yapmış
olabileceklerini düşünürdü.
Hanımı şöyle anlatır:
Evimize hırsız girmiş, giyecek eşyâların hepsini alıp götürmüştü. Hattâ üzerinde namaz
kıldığım seccâdem dahî alınmıştı. Kocam İmâm-ı Abdurrahmân'ın cübbesi, evin ortasındaki
bir ipin üzerinde bulunduğu halde alınmamıştı. Hırsız, beş ay sonra bulunup yakalandı.
Çalınanların çoğunu geri verdi. Fakat bazı şeyleri getirmedi. Kocam hırsıza; "Niçin cübbemi
almadın?" diye sordu. Hırsız da; "Ey Şeyh! O gece birkaç defa almak istedim. Ona yaklaşınca
her defâsında, ondan bir ateş parladı. Hattâ beni yakacaktı. Sonunda onu ipin üzerinde
bırakarak, evden ayrıldım." diye cevap verdi.
Başlıca eserleri şunlardır:
1) Kitâb-ül-Emâlî veya İmlâ: Şâfiî mezhebinde kıymetli bir fıkıh kitabıdır.
2) Et-Ta'lîka.
Esnevî; Mühimmât ismindeki eserinde diyor ki: "Râfi çoğu nakillerini İmâm-ı Gazâlî'nin
sözleri dışında, altı kitaptan yapardı. Bunlar Tehzîb, Nihâye, Tetimme, Şâmil, Tecrîd-i
İbn-i Kec ve Abdurrahmân bin Ahmed'in Emâlî'sidir."
1) Mu'cem-ül-Müellifin; c.5, s.121
2) Tabakât-üş-Şâfiîyye; c.5, s.101
3) Tehzîb-ül-Esmâ vel-Lüga; c.2, s.263
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.3, s.400
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.312.

ABDULLAH BİN ZEYD


ABDULLAH BİN ZEYD;
Tâbiîn devri velîlerinden. İsmi, Abdullah bin Zeyd bin Amr el-Cevmî, künyesi Ebû
Kilâbe'dir. Basra'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 722 (H.104) senesinde Şam'da
vefât etti.
Abdullah bin Zeyd, Eshâb-ı kirâmdan Sâbit bin Kays, Enes bin Mâlik ve Tâbiînden büyük
âlim Katâde'den (r.anhüm) ders alıp ilimde yükseldi. Hadîs-i şerîf ilminde sika, sağlam,
güvenilir bir zât oldu. Bir hadîs-i şerîfi öğrenmek için uzun süre seyâhat ederdi. Bu hâlini
şöyle anlatır:
Hiç bir işim olmadığı halde Medîne'de, sırf bir hadîs-i şerîfi daha önce duymuş olan bir
şahıstan dinlemek için üç gün kaldım.
Hadîs-i şerîflerin toplanıp, yazılması için uğraşırdı. Vefâtından evvel, kitaplarının Tâbiînin
büyüklerinden, fıkıh âlimi ve evliyâdan Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî'ye verilmesini vasiyet etti. Bir
deve yüküne yakın kitâbı Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî'ye verildi.
Abdullah bin Zeyd devamlı helâl kazanmayı teşvik ederdi. Bir gün Eyyûb-i Sahtiyânî'ye;
"Çarşıya git, iş ara. Zirâ en büyük huzûr insanlara muhtâc olmamaktır." buyurdu. Başka birine
de; "Seni, geçimini temin ederken görmek, câmi köşesinde görmemden daha sevimlidir."
buyurdu. Döküntü hurma satan ve sohbetine devâm eden bir talebesi vardı. Ona; "Ben, senin
sohbet meclisinden faydalandığını zannediyordum. Fakat şu bir hakikattir; Allahü teâlâ kötü
olan her şeyden bereketini almıştır." buyurdu.
Çok sıcak bir günde bir kâfile ile hacca gidiyordu. Susuzluğu çok şiddetli idi. Ellerini açıp;
"Yâ Rabbî! Sen hararetimi ve susuzluğumu giderirsin." diye duâ edince, başı üzerinde bir
bulut belirip üzerine yağmur yağdı. Elbisesi ıslandı ve susuzluğu gitti. Lâkin kâfilede bundan
başkasına bir damla yağmur düşmedi.
Abdullah bin Zeyd hazretlerinin hikmetle dolu pekçok nasîhat ve sözleri vardır. Bir gün;
"Hem dünyâ, hem de âhirette yaşayan kimseye ne saâdet!" buyurunca; Âhirette nasıl
yaşandığı kendisinden soruldu, cevâbında; "Böyle bir insan dünyâda Allahü teâlâyı hatırından
çıkarmadı, dâimâ O'na yalvardı ve bu sâyede âhirette O'nun rahmetine mazhar oldu."
buyurdu.
"Kimlerden uzak duralım?" diye soruldu. Cevâben; "Arzu ve istekleri peşinden koşanlarla
berâber oturup kalkmayınız. Onlarla konuşmayınız. Çünkü, sizi kendi sapıklıklarına
düşürmelerinden zihninizi karıştırmalarından korkuyorum." buyurdu.
Bir tanıdığı arkadaşından şikâyet etmişti. "Sana, din kardeşinden istemediğin bir şey ulaşırsa,
onun için bir özür ara. Bir mâzeret bulamazsan, kendi kendine, belki benim bilmediğim bir
durum vardır, de." buyurdu.
Bid'at yâni dinde sonradan ortaya çıkarılan ve dindenmiş gibi olan hurâfelere ve bid'at
sâhiblerine çok kızar ve şöyle derdi:
"Bid'at ehli ile oturmayınız. Onlarla sohbet etmeyiniz. Zîrâ sizi dalâlete düşürebilirler veya
bilmediğiniz kötülüklere bulaştırabilirler. Bir kimse bir bid'at ortaya çıkarırsa onunla harb
ederim."
İlim sâhipleri sorulduğunda:
"Âlimler üç kısımdır. Bir kısmı, ilmi ile amel eder, insanlar da onun ilmiyle amel ederler.
Diğer bir kısmı, ilmi ile amel eder, fakat insanlar onun ilmiyle amel etmez. Başka bir kısmı
da ilmiyle kendisi amel etmediği gibi insanlar da amel etmez." buyurdu.
Kendisine münâfıkların âhiretteki hâlleri nasıldır? denildi. Buyurdu ki:
"Kıyâmet günü Arş-ı a'lâ tarafından bir münâdî Yûnus sûresi 62. âyet ile meâlen; "Ey
Allah'ın sevgili kulları! Sizin için bir korku yoktur. Siz mahzûn da edilmezsiniz." nidâ
eder. Bu nidâdan sonra herkes başını yukarı kaldırır ve; inandık îmân ettik, derler. Ancak,
münâfıkların başları hiç yukarı kalkmaz ve eğik kalır."
Bir defâsında da; "Allahü teâlâya şükre sebeb olan dünyâlık insana zarar vermez." buyurdu.
"Bir sözü anlamayacak kimseye söyleme! Çünkü o söz, ona zararlı olup, fayda vermez."
Abdullah bin Zeyd hazretleri namazlardan sonra "Allahümme innî es'elüke't-tayyibât ve
terk-el-münkerât ve hubbe'l-mesâkîn ve en tetûbe aleyye ve izâ eradte Lî ibâdike fitneten en
teveffenî gayre meftûnin." duâsını okurdu.
Bir talebesi nasîhat istediğinde rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfleri bildirdi.
"Üç şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse imânın tadını bulur. Birincisi, bir
kimseye Allah ve Resûlü, başkalarından daha sevgili olmak. İkincisi, bir kimse sevdiğini
Allah için sevmek. Üçüncüsü, bir kimseyi Allah küfürden kurtardıktan sonra tekrar
küfre dönmekten, ateşe atılmaktan tiksindiği gibi tiksinmek."
"İşlerin en hayırlısı, çok aşırı veya eksik olmayıp, orta mertebede olanıdır."
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.2, s.282
2) El-A'lâm; c.4, s.88
3) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.5, s.224
4) Tezkiretü'l-Huffâz; c.1, s.94
5) Sünen-i Dârimî; c.2, s.470
6) Câmiu Kerâmât-il Evliyâ; c.2, s.104
7) Tehzîb-i İbn-i Asâkir; c.7, s.426

ABDULLAH-I YEMENÎ


ABDULLAH-I YEMENÎ;
Yemen'de yetişen büyük velîlerden. İsmi, Abdullah bin Ali bin Hasan bin Şeyh Ali'dir.
Abdullah-ı Yemenî diye meşhûr olmuştur. Hadramût'un Terîm şehrinde doğdu. Doğum târihi
bilinmemektedir. 1627 (H.1037) senesinde Yemen'in Veht köyünde vefât etti. Kabri orada
olup ziyâret mahallidir.
Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Abdullah-ı Yemenî ilk önce Kur'ân-ı kerîmi ezberledi.
Zamânının büyük âlimlerinden çeşitli ilimleri tahsîl etti. Şeyh Zeynüddîn bin Hüseyin,
Seyyidü'l-Celîl Abdullah bin Sâlim ve Şeyh Şihâbüddîn gibi zâtlar onun ilim öğrendiği
âlimlerdendir. Abdullah Yemenî daha sonra Bender şehrine gitti. Orada büyük fıkıh âlimi
Nûreddîn Ali bin Bâyezîd'den fıkıh ilmini tahsîl etti. Uzun müddet onun ilim meclislerinde
kalıp kendini yetiştirdi ve fıkıh ilminde âlim oldu. Bulunduğu yerlerde Tasavvuf ehli zâtların
sohbetlerinde bulunup tasavvufda ilerledi.Sâhil bölgesine gidip, oradaki âlimlerle görüştü,
karşılıklı ilim ve mârifet alış-verişinde bulundu. Bâzı âlimlerden ilim aldı, bâzı kimselere ilim
öğretti.
Yemen bölgesinde yüksek âlimlerden okuduktan sonra Hindistan'a giden Abdullah-ı Yemenî
hazretleri Ahmedâbâd şehrinde Şeyhülislâm Şeyh bin Abdullah Ayderûs'u ziyâret edip, onun
ilim meclislerinde bulundu. Ondan bâzı eserlerini okudu. Uzun müddet hizmetinde bulunup
istifâde etti. Şeyh bin Abdullah Ayderûs ona talebe yetiştirmek üzere hırka giydirip icâzet,
diploma verdi.
Daha sonra da Bender'de bulunan Seyyidü'l-Kebîr Ömer bin Abdullah Ayderûs'a gitmesini
emretti. Bender'e giden Abdullah Yemenî Ömer bin Abdullah Ayderûs'dan da çeşitli ilimleri
öğrendi. Uzun müddet hizmetinde kalıp icâzet aldı. İlim ve tasavvufta yüksek dereceye
ulaştıktan sonra Yemen'e döndü.
Yemenliler ona büyük iltifât gösterip, ondan istifâde etmek için etrâfında toplandılar.
Çok ibâdet eden Abdullah Yemenî riyâzet, nefsin istediklerini yapmamak ve mücâhede,
nefsin istemediklerini yapmak sûretiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalıştı. Tasavvuf
yolunda ilerleyip evliyâlık derecesine ulaştı. Onun riyâzet ve mücâhede ile meşgûl olduğu
günlerde şeytan siyah bir köle şeklinde karşısına çıktı. Abdullah Yemenî hazretlerinin önünde
diz çöküp; "Senin ibâdet ettiğin gibi ibâdet eden hiç bir kimseyi görmedim." diyerek ucba,
kendi ibâdetlerini beğendirmeye, böylece onu ibâdetlerinden vazgeçirmeye yeltendi. Keşf ve
kerâmet sâhibi olan Abdullah Yemenî bunun iblis olduğunu anlayıp huzûrundan kovdu.
Çünkü o iblisin Allahü teâlânın sevgili kullarına musallat olup, onları doğru yoldan
saptırmaya çalışacağını biliyordu.
Yemen'in Veht köyüne yerleşen Abdullah Yemenî insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını
anlatmak sûretiyle onların dünya ve âhirette kurtuluşa ermelerine çalıştı. İnsanlar uzak ve
yakından onun sohbet meclislerine koştular. Pek çok kimse ona talebe olmakla şereflendi.
Yolunu kaybetmiş pek çok kimse, onun bereketli sohbetleriyle hidâyete, doğru yola kavuştu.
Onun talebeleri arasından pekçok velî yetişti. Sohbetinde yetişen velî ve âlimlerden bâzıları
şunlardır: Haremeynden gelen Seyyidü'l-Velî Muhammed bin Alevî, İmâmü'l-Celîl
Abdurrahmân bin Akîl, Seyyid-ül-Kebîr Ebü'l-Gays binAhmed, Seyyidü'l-Azîm Abdullah
el-Musâvî, Seyyid Akil bin Ömer ve başkaları.
Abdullah Yemenî hazretleri ilim ve fazîlet sâhibi, ilmiyle âmil, cömert bir zât idi. Sultanlar
gibi ikrâm ve ihsânlarda bulunurdu. Fakirlere pekçok sadaka verirdi. Devlet adamları
yanında, îtibârı çoktu. Çok güzel yazı yazar ve şiirler söylerdi. Şiirleri bir dîvânda toplandı ve
insanlar arasında meşhûr oldu.
Hâller ve kerâmetler sâhibi olan Abdullah Yemenî hazretlerinin çok kerâmetleri görüldü. Bir
defâsında Sâhil bölgesine gitmişti. Vâlinin adamları haksız olarak vergi ve mal istediler.
Abdullah Yemenî hazretleri haksız vergi vermenin haram olduğunu belirterek vermek
istemedi. Vâli vazifelilerine emir verip ısrar edince, Abdullah Yemenî hazretleri dört kişinin
bile zor kaldırabileceği bir yükü elleriyle kaldırdı, bir kenara fırlattı ve oradan uzaklaştı. Bu
durumu işiten vâli korktu, huzûruna gelerek af ve özür diledi.
Bir defâsında da fakirlerden bir topluluk Abdullah-ı Yemenî hazretlerine gelerek Allahü
teâlâya kendilerini zengin kılması için duâ etmesini istediler. Duâ etti ve Allahü teâlâ onları
zengin kıldı. Bâzıları da Allahü teâlânın kendilerine hacca gitmeyi kolaylaştırması için duâ
etmesini istediler. O kimseler ellerinde hiç imkân olmadığı hâlde kolaylıkla hacca gittiler.
Abdullah Yemenî hazretleri kerâmetlerini gizlerdi. Yakın talebe ve dostlarına da
gizlemelerini emrederdi. "İstikâmet yâni doğruluk üzere olunuz. Çünkü en büyük kerâmet
istikâmet üzere olmaktır." derdi. Kendisinden zuhûr eden ve görmüş oldukları kerâmetleri
hicrî 1040 senesine kadar anlatmamaları üzerine söz almıştı. Böylece 1040 yılına yakın vefât
edeceğini de kerâmetle bildirmişti.
Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle geçiren Abdullah-ı Yemenî hazretleri 1627
(H.1037) senesinde Yemen'in Veht köyünde vefât etti. Orada defn edildi. Kabri ziyâret
mahallidir. Ziyâret edenlerin, onu vesîle ederek yaptıkları duâlar kabûl olunmakta ve
korktuklarından emin olmaktadırlar. Abdullah-ı Yemenî hazretlerinin kabri üzerine,
Osmanlılar zamanında Yemen vâlisi Muhammed Paşa bir türbe yaptırmıştır.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2 s.127
2) El-Meşre-ur-Revî; c.2, s.192

13 Nisan 2013 Cumartesi

ABDULLAH YÂFİÎ


ABDULLAH YÂFİÎ;
On dördüncü asırda Yemen'de yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden ve evliyâdan. İsmi,
Abdullah bin Es'ad bin Ali bin Süleymân bin Fellâh'tır. Yâfiî nisbesiyle meşhûr olmuştur.
Künyesi Ebû Muhammed, Ebü'l-Berekât lakabı Afîfüddîn'dir. Kutb-i Mekke diye de bilinir.
1298 (H.698) senesinde Aden şehrinde doğdu, 1367 (H.768)'de Mekke'de vefât etti. Mualla
kabristanındadır.
Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Abdullah Yâfiî önce Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi.
Yemen'de AllâmeEbû Abdurrahmân Muhammed bin Ahmed ez-Züheynî, Ebû Abdullah
Muhammed bin Ahmed el-Başşalî ve Aden Kâdısı Şerefüddîn Ahmed bin Ali el-Harrâzî'den
aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti. Bir zaman ilmi bırakıp hep ibâdet ve tasavvufla meşgûl olmak
istedi. Bu düşüncesi ziyâdesiyle ilerlediğinden üzüntü ve keder hâlini aldı. Bu arada o zamâna
kadar eline almadığı bir kitaptan bir yer açıp;
Üzüntülerini at, işini kazaya bırak
Bâzan darlık açılır, bâzan dar olur fezâ
Sıkıntının ardından bakarsın gelir rızâ
Bir hâlle sevinirsin, mâziyi unutturur.
Allah dilediğini yapar, sakın sen yüz döndürme.
mısralarını okuyunca, üstüne bir rahatlık çöktü. Allahü teâlâ kalbine ilme karşı bir meyil
ihsân etti. 1313 senesinde hac için Mekke-i mükerremeye gitti. Şeyh Ali et-Tavâşî ile görüşüp
meclis ve sohbetlerine katıldı. Ondan zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrendi. İlimde ve tasavvufda
yüksek derece sâhibi oldu. Tarîkat silsilesi birkaç koldan Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine
ulaşır.
Mekke-i mükerremeye yerleşip evlendi ve başka âlimlerin derslerini dinledi. Fakîh
Necmeddîn et-Taberî'den Hâvi kitabını okudu. Hadîs ilmini Radıyüddîn Taberî'den öğrendi.
Sonra Mekke'den ayrılarak on sene insanlardan uzak yaşadı.
1333 senesinde Kudüs'e gitti ve İbrâhim aleyhisselâmın makâmını ziyâret etti. Oradan Şam'a,
sonra da Mısır'a giderek İmâm-ı Şâfiî hazretleri ve Zünnûn-i Mısrî'nin kabirlerini ziyâret etti.
Karafe denilen yerde Hüseyn el-Câkî ve Şeyh Abdullah el-Menûfî'nin sohbetlerinde bulundu.
Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlık derecelerine ulaştı.
Sâlih kimselerden biri Resûlullah efendimizi rüyâsında gördü. Resûlullah efendimiz Abdullah
Yâfiî'nin ağzına tâze hurma koyuyordu. Resûl-i ekremin yanında hazret-i Ebû Bekr ve
hazret-i Ömer de vardı. Onlara ise olgun hurma ikrâm ediyordu. Bu rüyâyı gören sâlih kimse,
sabahleyin Abdullah Yâfiî'nin meclisine gidip rüyâsını anlatmak istedi. Huzûrunda büyük
kalabalık vardı. Oradakilerden biri; "Yaş hurma ile Şeyh temyiz edildi." dedi. Orada
bulunanlardan fakir bir kimse de; "Ey Abdullah! Korku ile ümid arasında olduğundan Resûl-i
ekrem sana tâze hurma verdi. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'in îmânları kuvvetli
olduğundan, Server-i âlem onlara tam olgunlaşmış hurma ikrâm etti." dedi. Abdullah
Yâfiî'nin meclisinde bulunanlar böyle olursa Yâfiî hazretlerinin derecesini düşünmelidir.
İmâm-ı Yâfiî hazretleri bir sohbetinde buyurdu ki:
"Mevtâları iyi veya kötü hâlde görmek, cenâb-ı Hakk'ın bâzı kullarına ihsân ettiği bir keşf ve
kerâmettir. Dirilere müjde vermek, onlara doğru yolu göstermek veya ölüler için hayırlı bir iş
yapılmasına, borçlarının ödenmesine yaraması içindir. Ölüleri görmek, daha çok rüyâda
olmaktadır. Uyanık iken görenler de vardır. Evliyâ ve hâl sâhipleri için kerâmettir."
"Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki: Ölülerin illiyyîndeki veya siccîndeki rûhları, arasıra, yâni
Allahü teâlâ dileyince, mezarlarındaki cesedlerine iâde olunurlar. En çok Cumâ geceleri böyle
olur. Birbirleri ile buluşurlar, konuşurlar. Cennetlik olanlar, nîmetlere kavuşur. Azap
görecekler, azâb olurlar. Rûhlar, illiyyînde veya siccînde iken cesed olmaksızın da, nîmetlenir
ve azap çekerler. Kabirde ise, rûh ve cesed birlikte nîmetlenir. Yâhut azaplanır."
Yüksek ilim sâhibi olan velîlerden Abdullah Yâfiî etrafında toplanan insanlara İslâm dîninin
emir ve yasaklarını anlattı. Kabir ziyâretine karşı çıkan ve evliyânın kerâmetini inkâr edenlere
cevaplar verdi. Bozuk îtikâd, inanış sâhibi olan İbn-i Teymiyye'ye cevaplar verdi. Evliyânın
kerâmetiyle ilgili olarak kendisine soru soran talebelerine şöyle buyurdu:
"Allahü teâlânın yardımı ile derim ki, evliyâda kerâmetlerin zuhûru, meydana gelmesi, aklen
câiz ve naklen vâkidir. Aklen câiz olması: Allahü teâlâ her şeye kâdirdir. Kerâmetler de,
mûcizeler kâbilinden mümkün olan şeylerdir. Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleri eserlerinde
böyle olduğunu bildirmişlerdir. Bu, şarkta, garbda, Arab diyârı olsun, Acem diyârı olsun, her
tarafta böyledir.
Kerâmetlerin vukûu naklen sâbittir; bu husus, Kur'ân-ı kerîmde, hadîs-i şerîflerde ve
haberlerde bildirilmiştir. Kur'ân-ı kerîmde, Âl-i İmrân sûresi otuz yedinci âyetinde hazret-i
Meryem hakkında meâlen; "Bunun üzerine Rabbi, Meryem'i güzel bir kabûl ile kabûl
buyurdu ve onu iyi bir şekilde yetiştirdi. Zekeriyyâ Peygamberi de ona kefîl (himâyesine
me'mur) kıldı. Zekeriyyâ ne zaman Meryem'in bulunduğu mihrâba girdiyse, onun
yanında bir yiyecek buldu. "Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?" dedi. O da; "Bu,
Allah tarafından gönderiliyor. Şüphe yok ki, Allah dilediğini hesapsız olarak
rızıklandırır" dedi." buyrulmuştur. Zekeriyyâ aleyhisselâm, yazın hazret-i Meryem'in
yanında kış meyvesi, kışın da yaz meyvesi buluyordu. Yine Kur'ân-ı kerîmde, Meryem sûresi
yirmi beşinci âyetinde hazret-i Meryem hakkında meâlen; "Hurmanın da dalını kendine
doğru silkele, üzerine devşirilmiş tâze hurmalar dökülsün." buyrulmuştur. Bu tâze hurma,
zamânının dışında oluyordu.
Yine Mûsâ aleyhisselâmın annesine, oğlu Mûsâ'yı Nil Nehrine bir sepet içinde bırakması
ilhâm olunmuştur. Ayrıca Eshâb-ı Kehf'in (r.anhüm) kıssası, köpeğin onlarla konuşması gibi
hayret verici hâdiseler ve daha başkaları, kerâmetlerin naklen delilidir. Bütün buraya kadar
zikredilenler, peygamber değil velîlerdendir."
Bir müddet Medîne-i münevverede ikâmet eden veResûlullah efendimize komşuluk yapan
Abdullah Yâfiî hazretleri tekrar Mekke-i mükerremeye döndü. Orada ikinci defâ evlendi.
Sonra yaşlı hocası Şeyh Ali Tavâşî'yi ziyâret için Yemen'e kısa bir seyahatte bulundu. Tekrar
Mekke-i mükerremeye döndü. Orada insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp talebe
yetiştirmeye devâm etti. 1346 senesinde hac için Mekke-i mükerremeye gelen İmâm-ı Sübkî
ile tanışıp sohbetlerde bulundu.
Kutb-i Mekke adıyla da bilinen Abdullah Yâfiî hazretleri tatlı sohbetlerinde evliyâullahın
hâllerinden bahs eder; "Allah adamlarının anıldığı yere Rahmet-i ilâhî yağar" hadîs-i
şerîfi gereğince hareket ederdi. Onu dinleyenler saatlerce dinleseler usanmazlar, devamlı
anlatmasını isterlerdi. Tarîkat silsilesinde bulunan Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin hâl ve
kerâmetlerinden çok anlatırdı.
Abdülkâdir-i Geylânî'ye âit şu kıssa çok meşhûrdur. Evliyânın büyükleri bunu bildirmişlerdir:
"Bir kadın, Abdülkâdir-i Geylânî'ye çocuğunu getirip; "Oğlum seni çok seviyor. Ben, Allah
için bu oğlumdaki hakkımdan vazgeçtim. Onu sana verdim." dedi. Abdülkâdir-i Geylânî
rahmetullahi aleyh de çocuğu kabûl etti. Ona, nefsiyle mücâdeleyi ve tasavvuf yoluna girmeyi
emretti. Aradan bir müddet geçtikten sonra, annesi oğlunu görmeye geldi. Oğlunu, açlıktan ve
uykusuzluktan zayıflayıp sararmış gördü. Oğlunun sâdece arpa ekmeği yediğini anladı. Bunun
üzerine Abdülkâdir-i Geylânî'nin huzûruna girdi. Bu sırada Abdülkâdir-i Geylânî'nin sofrada
tavuk yediğini gördü.Abdülkâdir-i Geylânî'ye; "Sen kendin tavuk eti yiyorsun benim çocuk
arpa ekmeği yiyor." dedi. Bunun üzerine Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, elini o kemiklerin
üzerine koydu ve; "Çürümüş kemikleri dirilten Allahü teâlânın izni ile kalk!" dedi. Tavuk,
gıdaklıyarak kalktı. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî, kadına; "Oğlun böyle olduğu zaman,
dilediğini yesin." buyurdu. Kadın da çocuğunun böyle bir hoca elinde olgunlaşacağını
düşünerek Allahü teâlâya şükür etti.
Yine Abdülkâdir-i Geylânî'nin bulunduğu meclise, fırtınalı bir günde bir kuş geldi. Mecliste
karışıklık meydana getirdi. Bunun üzerine Abdülkâdir-i Geylânî; "Ey rüzgâr! Bu kuşu
yakala!" buyurunca, o ânda kuş bir tarafa, başı bir tarafa düştü. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî
kürsüden inip, o kuşu aldı ve; "Bismillâhirrahmânirrahîm." dedi. Kuş, hemen canlandı ve
uçtu. Orada bulunan herkes bunu gördü. Abdülkâdir-i Geylânî rahmetullahi aleyh bir gün
cumâ namazına gitmek için yola çıkmıştı. Yolda içki yüklü üç hayvan gidiyor ve içki kokusu
her tarafa yayılıyordu. Abdülkâdir-i Geylânî, o yüklerin sâhibine durmasını ve gitmemesini
söyledi. Fakat o durmayıp yola devâm etti. Bunun üzerine Abdülkâdir-i Geylânî, içki yüklü
hayvanlara; "Durun!" deyince hareketsiz kaldılar. Sâhibi, hayvanları ne kadar dövdü ise hiç
kımıldamadılar. Hayvanların sâhibi de kulunç hastalığına yakalandı. Duyduğu ızdıraptan
kıvranıyordu. Bunun üzerine Abdülkâdir-i Geylânî'den af diledi. Sonra bu hâli geçti. İçki
yüklerinden bu sefer sirke kokusu geliyordu. Hayvanlar artık yürümeye başladı. Görenlerin,
hayretten ağızları açık kaldı. Abdülkâdir-i Geylânî, sonra câmiye gitti. Bu durum sultâna
bildirilince, korkusundan ağladı. Bu sebeple haramlardan vazgeçti. Abdülkâdir-i Geylânî'nin
ziyâretine geldi ve tevâzu ile onun huzûrunda oturmaya başladı.
Abdullah Yâfiî hazretleri talebelerine karşı çok şefkatli idi. Onların her türlü ihtiyaçlarını
karşılamayı kendisine vazîfe bilirdi. Tasavvuf yolundaki ve ilimdeki şöhreti her tarafa yayıldı.
Bununla ilgili olarak Şeyh Alâeddîn Harezmî şöyle anlatır:
Bir gece Şam beldelerinden birinde halvette idim. Yatsı namazından sonra oturmuştum.
Halvette olduğum yerin kapısı iyice kapalı idi. İçeriye nereden girdiklerini anlayamadığım iki
kişi gelip yanıma oturdu. Bir müddet benimle sohbet ettiler. Birbirimizle fakîrlerin hâllerini
konuştuk. Şam'dan bir kimseyi zikrettiler ve ondan övgü ile bahsettiler. Daha sonra; "Bizim
selâmımızı yoldaşın Abdullah Yâfiî'ye ulaştır." dediler. Ben onlara; "Abdullah Yâfiî'yi
nereden biliyorsunuz?" diye sordum. Onlar; "Onun hâli bize gizli değildir." deyip mihrabtan
tarafa yürüdüler. Namaz kılacaklarını zannetmiştim. Halbuki duvardan dışarı çıkıp
gitmişlerdi.
Yine Şeyh Alâeddîn Harezmî şöyle nakletti:
Şam taraflarında 1341 senesinde, Recep ayında yatsı namazından sonra nûrânî yüzlü iki
ihtiyar içeri geldi. Nereden girdiklerini göremediğim bu kimselerin hangi şehirden olduklarını
da bilmiyordum. İçeri girince bana selâm verdiler ve müsâfehâ ettiler. Onlara yaklaşıp
nereden geldiklerini sorunca; "Sübhanallah, senin gibi kişi bu halden suâl mi eder?" dediler.
Sonra bir mikdâr kuru arpa ekmeğini önlerine getirip ikrâm ettim. Onlar; "Biz bunun için
gelmedik." deyince ben ne için geldiklerini sordum. O zaman; "Sana selâmımızı Abdullah
Yâfiî'ye götürmeni vasiyet ederiz." dediler. Ayrıca ona; "Müjdeler olsun sana." diye
söylememi istediler. Onlara; "Abdullah Yâfiî'yi nereden tanırsınız?" dediğimde; "Biz onunla
görüşürüz, o bizimle görüşür." cevâbını verdiler. Sonra onlara: "Bu müjdeyi ona eriştirmeye
size izin verildi mi?" diye sorduğumda; "Evet izin verildi." dediler. Devam ederek; "Onun
şarkda, doğuda kardeşleri vardı. Onların yanından gelirler." deyip, kayboldular.
Mekke'de bulunduğu zamanda hac için çeşitli İslâm memleketlerinden gelen ve onun
şöhretini duyan pekçok âlim, velî ve sâlih kimse onun ilim meclislerinde ve sohbetlerinde
bulundular.
1367 senesi 21 Şubat günü Mekke-i mükerremede vefât etti. Cennet-ül-Muallâ kabristanına
defnedildi.
Ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla
geçiren İmâm-ı Yâfiî hazretleri birçok eser yazdı. Bu eserlerinden bâzıları şunlardır: 1)
Mir'at-ül-Cinân ve İbret-ül-Yakazân: Tabakât ve târih kitabı olup yıllara göre tetib
edilmiştir. Hicrî 750 senesine kadar olan hâdiseleri ve hâl tercümelerini anlatmıştır. 2)
Ravdu'r-Riyâhîn fî Hikâyeti's-Sâlihîn, 3) Neşrü'l-Mehâsin-il-Galiyye fî Fadli
Meşâyihi's-Sofiyye, 4) Esnel-Mefâhir fî Menâkıb-iş-Şeyh Abdülkâdir. 5)
Merhem-ül-İlel-il-Mudille, 6) El-İrşâd vet-Tatrîz fî Fadl-i Zikrillâh ve Tilâvet-i
Kitabi'l-Azîz, 7) Ed-Dürrü'n-Nazîm fî Havassi'l-Kur'ân-ı Azîm, 8) Misbâhüz-Zalâm
fil-Müstegisin-i bî Hayri'l-Enâm, 9) Divanüş' Şi'r.
$,,2&1:1#
Abdullah-ı Yâfiî, Hicaz'a ilk geldiğinde Medîne-i münevvereye girmeden önce kendi kendine;
"Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem izin vermeyince bu şehre girmem." diye söz verdi. Çünkü
ilmi ve edebi çok yüksekti. Büyüklerin, bilhassa Peygamber efendimizin huzûruna edeple
girileceğini biliyordu. On dört gün Medîne'nin giriş kapısında bekledi. Devamlı ibâdet edip kabûl
buyurulması için Allahü teâlâya duâ etti. Bir gece rüyâsında Peygamber efendimiz; "Ey Abdullah!
Ben dünyâda senin peygamberin âhirette şefâatçin, Cennet'te ise arkadaşınım. Yemen'de on kişi
vardır. Onları ziyaret eden beni ziyaret etmiş olur. Onları üzen beni üzer." buyurdu. Abdullah Yâfiî
hazretleri; "Yâ Resûlallah! Onlar kimlerdir." diye sorunca; "Onların beşi vefât etmiştir. Beşi ise
hayattadır." buyurdu. Abdullah Yâfiî; "Yaşayanlar kimlerdir?" diye sorunca; "Şeyh Ali Tavâşî,
Şeyh Mansûr bin Ca'da, Muhammed bin Abdullah, Fakih Ömer bin Zeylaî, Şeyh Muhammed bin
Ömer Nehârî'dir. Vefât etmiş olanlar ise Ebü'l-Gays bin Cemil, Fakîh İsmâil Hadramî, Fakih Ahmed
bin Mûsâ bin Acîl, Şeyh Muhammed ibni Ebû Bekr Hakemî ve Fakîh Muhammed bin Hüseyin
İclî'dir." buyurdu.
Peygamber efendimizin mânevî işareti üzerine Medîne-i münevvereden ayrılarak Mekke'ye oradan
da Yemen'e geçti. Önce, Mekke'den Yemen'e gitmiş olan hocası Şeyh Ali Tavâşî'yi ziyâret etti.
Peygamber efendimizin rüyâda ziyâret etmesini tavsiye buyurduğu zâtlardan sağ olanları ziyâret
etti ve sohbetlerinde bulundu.
Ziyâretine gittiği zâtlardan Şeyh Muhammed bin Ömer Nehârî ona; "Merhaba ey Resûlullah'ın
elçisi!" diye hitâb etti. Abdullah Yâfiî hazretleri ona; "Bu hâle ne ile kavuştun?" diye sorunca,
Bekara sûresi iki yüz seksen ikinci âyet-i kerîmesinin "...Allah'tan korkun, Allah size ilim
öğretiyor." meâlindeki son kısmını okudu. Peygamber efendimizin rüyâda tavsiye buyurduğu
zatlardan vefât etmiş olanların da kabirlerini ziyâret edip Medîne-i münevvereye döndü. Fakat yine
Medîne'ye girmeden on dört gün Medîne kapısında bekledi. İbâdet edip kabûl olunması içinAllahü
teâlâya niyâzda bulundu. Bir gece yine Resûlullah efendimiz ona; "Tavsiye ettiğim zâtların onunu
da ziyâret ettin mi?" buyurdular. Abdullah Yâfiî; "Evet yâ Resûlallah! Ziyâret ettim. Medîne'ye
girmeme izin var mı?" diye sordu. Resûlullah efendimiz; "Gir sen emin olanlardansın." buyurdu.
Sevgili Peygamberimizin bu hitâbına mazhar olan Abdullah Yâfiî hazretleri edeple ve gözyaşları
dökerek Medîne-i münevvereye girdi. Efendimizin mübârek kabr-i şerîflerini ziyâret edip yüksek
feyzlerine kavuştu.
1) Câmiu'l-Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.120
2) Mu'cemü'l-Müellifîn; c.6, s.34
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.6, s.210
4) Ed-Dürer-ül-Kâmine; c.2, s.247
5) Tabakât-üş-Şâfiîyye (Esnevî); c.2, s.579
6) Esmâü'l-Müellifîn; c.1, s.217
7) Tabakât-üş-Şâfiîyye (Sübkî); c.10, s.33
8) Miftâh-üs-Seâde, c.1, s.217
9) Keşf-üz-Zünûn; c.1, s.90, 117,719,918 c.2, s.1637,1841,1944
10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1082
11) Kıyâmet ve Âhiret; s.224
12) Habîb-üs-Siyer; c.2, s.29
13) Sefînet-ül-Evliyâ; s.68
14) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.381
15) Tabakât-ül-Evliyâ; s.555
16) Nefehât-ül-Üns; s.529
17) Mu'cem-ül-Matbuât; c.2, s.1952
18) Brockelmann; Gal-2, s.176, Sup-2, s.227
19) De Slane Cataloque des Manuscripts Arabes; c.1, s.300
20) Ahlvardt. Verzeichniss der Arabischen Handchriften; c.9, s.194
21) Tabakâtü'l-Havâs; s.67-70

ABDULLAH İBNİ VEHB


ABDULLAH İBNİ VEHB;
Mısır'da yetişen âlim ve velîlerden. İsmi Abdullah bin Vehb el-Fihrî, künyesi Ebû
Muhammed'dir. 742 (H.125) senesinde doğdu. 812 (H.197) senesinde vefât etti. Fıkıh ve
hadîs ilminde güvenilir ve fazîlet sâhibi bir zât idi.
Abdullah ibni Vehb, küçük yaşta ilim tahsîline başladı. İlim öğrendiği hocalarının sayısı üç
yüz yetmiş civarındadır. Bunların en meşhurları İmâm-ı Mâlik, Havye bin Şüreyh, Saîd bin
Ebî Eyyûb, Leys bin Sa'd, Süleymân bin Bilâl, İbn-i Cüreyc, Süfyân-ı Sevrî veSüfyân bin
Uyeyne hazretleri gibi büyüklerdir. İmâm-ı Mâlik hazretlerinin derslerinde kemâle gelip
olgunlaştı. İmâm-ı Mâlik, Abdullah bin Vehb'e yazdığı mektuplarında; "Mısır'ın fakihi (fıkıh
âlimi) Ebû Muhammed Müftî" diye hitâb ederdi. Bundan başkasına fakîh diye hitâb etmez ve
yazmazdı. Abdullah bin Vehb'e ayrıca "Dîvân-ül ilm" yâni İlmin kütüphânesi denilmiştir.
Hadîs-i şerîf ilminde hâfız, yüz bin hadîs-i şerîfi, râvileri ile birlikte ezbere bilen ünvânı
verildi. Kendisinden rivâyet edilen hadîs-i şerîflerin sayısı yüz bin civârındadır. İmâm-ı
Mâlik'in talebelerinden, hocası tarafından en çok sevilen ve sünneti en iyi bilen olduğu
rivâyet edilmektedir. Ahmed bin Sâlih; "İbn-i Vehb'den daha fazla hadîs-i şerîf rivâyet eden
birini tanımıyorum." dedi.
Hazret-i Abdullah bin Vehb, fıkıh ilminde de çok yüksek idi. Bu yüzden, kendisi için; "Hadîs
ilmi ile fıkıh ilmini cem' eden." buyruldu. Bir defâsında, İmâm-ı Mâlik'in huzurunda, İbn-i
Kâsım ile İbn-i Vehb'den bahsediliyordu. İmâm-ı Mâlik; "İbn-i Vehb bütün ilimlerde âlimdir.
İbn-i Kâsım ise sadece fakîhdir." buyurdu.
Medîne ahâlisi bir meselede ihtilaf ettikleri vakit, İbn-i Vehb'in gelmesini beklerler, geldiği
zaman ihtilaf ettikleri meseleyi kendisine arzedip verdiği fetvâyı kabûl ederlerdi.
Abdullah ibni Vehb buyurdu ki: "Allahü teâlâ beni, İmâm-ı Mâlik ve Leys bin Sa'd vesîlesi
ile dalâlete düşmekten kurtardı." "Bu nasıl oldu?" diye sordular. "Ben hadîs-i şerîfleri
toplamakla meşgûl iken, bana ulaşan çeşitli rivâyetler karşısında şaşırıp kalmıştım. Ne zaman
ki, İmâm-ı Mâlik ve Leys bin Sa'd hazretleri ile karşılaştım. Onlar beni, şu rivâyeti al, şunları
alma. Bu hadîs-i şerîfin mânâsı şudur. Şunun mânâsı şöyledir, diye îkâz ettiler. Böylece
şaşırmaktan ve dalâlete düşmekten kurtuldum." buyurdu.
Bir defâ, zamanın halîfesi, kendisine mektup yazıp, kâdı olması için teklifte bulundu ise de,
mesûliyetinin çok ağır olması sebebiyle kabûl etmedi. "Niçin kabûl etmiyorsunuz? Allahü
teâlânın kitâbı, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünneti ile hüküm verirsiniz."
diyenlere; "Bilmiyor musunuz? Kıyâmet günü âlimler peygamberler ile ve kâdılar sultanlar
ile berâber haşr olunacaklar, berâber diriltilecekler." buyurdu.
Öğrendiği ilmi başkalarına da öğretti. Bu şekilde yetiştirdiği talebelerin en meşhurları
arasında kardeşinin oğlu, Ahmed bin Yûsuf et-Tenîsî, Ahmed bin Sâlih el-Mısrî, İbrâhim bin
Münzir, Yahyâ bin el-Mekâbirî bulunmaktadır.
Yahyâ bin Bekir diyor ki: "Hazret-i Abdullah ibni Vehb'in ömrünün üçte biri, kendi nefsini
terbiye ve hesâba çekmekle, üçte biri ilim öğretmekle ve üçte biri de hacca gidip gelmekle
geçmiştir."
Otuz altı defâ hac ettiği rivâyet edilmektedir.
İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'e İbn-i Vehb hakkında sordular. Buyurdu ki: "İbn-i Vehb akıllı,
din ve sâlih ameller sâhibidir."
Abdullah ibni Vehb hazretleri bir gün bir kimsenin; "(Kâfirler) (Cehennem) ateşinin içinde
birbirleriyle çekişirlerken, zayıf olanlar, o büyüklük taslıyanlara; "Biz size uymuştuk,
şimdi ateşin birazını bizden savabilir misiniz?" derler." (Mü'min sûresi: 47) âyet-i
kerîmesini okuduğunu işitti. Titremeye başladı ve uzun müddet kendisine gelemedi.
Bir gün talebeleri kendisine; "Korktuğumuzdan emin olmak için ne yapalım?" dediler. O
zaman onlara Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfini okudu:
"Biriniz bir yere indiği zaman, (Eûzü bi-kelimâtillahittâmmâti min şerri mâ haleka)
desin. Çünkü oradan gidinceye kadar hiç bir şey ona zarar ve kötülük yapmaz."
Yine kendisinden; duânın kabûl edilmesi, hayır ve misâfire ikrâmdan soruldu. O zaman şu
hadîs-i şerîfleri okudu:
"Kul günâh veya kat'-ı rahm (sılayı rahmi terk) dâvâsında bulunmadıkça ve acele
etmedikçe duâsı kabul edilir." Eshâb-ı kirâm; "Yâ Resûlallah, acele etmek nedir?" diye
sorunca; "Duâ ettim de kabul edildiğini görmedim der ve o anda vaz geçerek duâyı
bırakır." buyurdular.
Bir kimse Peygamber efendimize suâl edip "Müslümanların hangisi daha hayırlıdır?" dedi.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Elinden ve dilinden müslümanların emîn olduğu
kimsedir." buyurdu.
"Her kim Allah'a ve âhiret gününe îmân ederse ya hayır işlesin, yahud sussun. Her kim
Allah'a ve âhiret gününe îmân ederse, komşusuna ikrâm etsin. Her kim Allah'a ve
âhiret gününe îmân ederse, misâfirine ikrâm etsin."
Bir gün huzurunda kendisinin telif ettiği Kitabu Ahvâl-il Kıyâme isimli eserinden, kıyâmet
hallerine ait mevzular okunuyordu. Kitap bittiğinde, benzi sararmış, yüzünün kanı çekilmişti.
Bundan sonra hiç konuşamadı ve birkaç gün sonra vefât etti.
Abdullah ibni Vehb'in son sohbetindeki nasîhati; "Kişinin beğendiği şeyi başkası için de
beğenmesi güzel olur. Kendisine faydası olmayanın başkasına faydası olmaz." şeklinde idi.
Abdullah ibni Vehb hazretleri İmâm-ı Mâlik'den duyduğu hadîs-i şerîfleri, eserleri (Eshâb-ı
kirâmdan nakledilen sözleri), edeb ve terbiye ile alâkalı meseleleri toplayıp El-Mücâlesât
adında bir kitap meydana getirdi. Ayrıca, hadîs ilmine dâir El-Câmi adlı iki cildlik eseri ve
yine Muvatta-ı Sagîr, Muvatta-ı Kebîr, Kitâbu Ahvâl-il-Kıyâme ve Tefsir-ul Kur'ân adlı
eserleri vardır.
1) Vefeyât-ûl-A'yan; c.3, s.36
2) Hilyet-ül-Evliyâ; c.8, sh.324
3) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.6, s.71
4) El-A'lâm; c.4, s.144
5) Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.279
6) Brockelmân; Sup.1, s.257
7) Şezerât-uz-Zeheb; c.1, s.347
8) El-İntika; s.48
9) Ed-Dîbâc; s.132
10) Tertîb-ul-Medârik; c.2, s.421
11) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.162
12) İzâh-ul Meknun; c.1, s.438, c.2, s.428
13) Mizan-ul-İ'tidal; c.2, s.86

ABDULLAH TERCÜMÂN


ABDULLAH TERCÜMÂN
Büyük âlim ve evliyâ. Onbeşinci asırda yaşamıştır. Kabri Tunus'tadır. Akdeniz'de bulunan
Balear adalarının büyüğü olan Mayorka Adasında hıristiyan bir âilenin tek çocuğuydu. Tahsil
yaşı gelince Nebuniye şehrinin en meşhur papazı olan Nikola Nertil'in yanında yetişti. İncil'i
ezberledi. Hocası olan papazın yol göstermesi ile Tunus'a gitti ve orada müslüman oldu.
Arapça'yı öğrenip İslâm ilimlerinde yetişti. Hıristiyanlığın iç yüzünü ve nasıl bozulduğunu
anlattığı Tuhfet-ül-Erîb adlı eserini yazdı. 1420 yılında tamamlanıp 1873 yılında Londra'da
ilk baskısı yapılan bu kitap 1981 yılında da İstanbul'da İhlâs Vakfı tarafından bastırıldı. Eser
Hacı Zihni Efendi tarafından Türkçeye tercüme edildi ve Osmanlıca baskıları yapıldı. El
yazması Berlin Kütüphanesindedir.

ABDULLAH-I ŞÜTTÂRÎ


ABDULLAH-I ŞÜTTÂRÎ;
Hindistan evliyâsından. Doğum târihi ve yeri belli değildir. Büyük âlim Şihâbüddîn
Sühreverdî'nin torunlarındandır. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. İlim tahsîline başladıktan
sonra Hemedâniyye tarîkatını Ali Hemedânî'den, Kâdiriyye tarîkatini ise Şeyh
Abdülvehhâb'dan öğrendi. Daha sonra Tayfûriyye tarîkati şeyhlerinden Muhammed Ârif'in
sohbetlerine devâm ederek, talebesi oldu.
Abdullah-ı Şüttârî nefsinin isteklerini yapmamakta çok azimli olduğundan hocası tarafından
"Şüttâr" lakabı verildi. Şeyh Muhammed Ârif, tasavvuf yolunda iyi bir şekilde yetişen
Abdullah-ı Şüttârî'yi; icâzet, diploma vererek, halka doğru yolu göstermesi için Hindistan'a
gönderdi ve; "Vardığın yerde şeyhlik yapanlara şöyle söyle: "Sâhib olduğunuz ilimden beni
faydalandırınız. Bu hususta bana cömerdlik ediniz. Eğer bana verecek bir şeyiniz yoksa, ben
sâhib olduğum ilmi sizden esirgemem." buyurdu.
Hindistan'a gitmek üzere yola çıkan Abdullah-ı Şüttârî ilk olarak Bankipûr şehrine uğradı.
Burada yaşayan velî zâtlardan Şeyh Mahdûm Hüsâmeddîn, Râcî Seyyid Hâmid ve Şâh Seyyid
bir yerde oturmuş sohbet ediyorlardı. Abdullah-ı Şüttârî'nin geldiğini duyunca, Şeyh
Hüsâmeddîn;"Şeyh Abdullah misâfirdir. Bizler ise ev sâhibi olduğumuzdan onu ziyârete
gitmemiz münâsib olanıdır." dedi ve yola çıktılar. Onların geldiğini haber alan Şüttârî
misâfirlerini çadırın dışına çıkıp karşıladı. Şeyh Abdullah onlara; "Bana bir şey lutfedin, ben
Hakkın tâlibiyim. Yoksa ben hocalarımdan öğrendiklerimi size anlatmaya hazırım." dedi.
Şeyh Hüsâmeddîn tam bir tevâzû ile; "Bir şeyim yok ki, bu hususta sana bir şey vereyim.
Hocalarımdan öğrendiklerimin henüz mütâlaasını bitirmedim. Fakat sizden bir şeyler
öğrenmek isterim." dedi. Bunun üzerine Abdullah-ı Şüttârî; "Elhamdülillah Hindistan'da
kâmil bir ârif gördüm." dedi.
Abdullah-ı Şüttârî, daha sonra yoluna devâm ederek Canpûr şehrine gitti. Orada meşhûr oldu.
Devlet ricâli ve birçok ilim tâliplisi sohbetlerinde bulundu. Abdullah-ı Şüttârî'nin bir kösü,
büyük davulu vardı. Ona vurup; "Hakkı, talep eden, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak
isteyen var mı gelsin. Ona bu hususta rehberlik edeyim." diye seslenirdi. Mecliste oturduğu
zaman etrafına bakındıktan sonra; "Burada ilim talebesi olan, kalbi şüphelilerle dolu kimseler
var. Bir şeyler anlatmak için, inanmak lazımdır. Bu olmadan olmaz." buyururdu.
Bir gün Sultan İbrâhim Şarkî, Abdullah-ı Şüttârî'nin huzuruna geldi ve; "Duyduğuma göre siz
Hakk'a çağırma, Hakk'a ulaşmak için rehberlik dâvâsında bulunuyormuşsunuz? Niçin bana da
bir şey göstermiyorsunuz?" diye sorunca; "Allahü teâlâ herkesi bir iş için yaratmıştır. Siz
saltanat, idârecilik işleri ile uğraşınız. Halkın fayda görmesi size bağlıdır." dedi. Bunun
üzerine Sultan; "Başka birine tasarrufta bulunun." deyince, Şeyh Abdullah; "Kabûl edecek
cevher lazımdır." dedi. Sultan; "Burada bu kadar insan var. İçlerinden birinde de mi bu cevher
yok?" diye sorunca Abdullah-ı Şüttârî'yi bir hâl kapladı. Sultanın arkasında duran bir gence
teveccüh eyledi. Genç kendinden geçti. Sonra bu genç bütün işini bırakıp Abdullah-ı
Şüttârî'ye talebe oldu.
Abdullah-ı Şüttârî daha sonra Câbih vilâyetine gitti. Câbih sultanı başşehir Mend'de ona bir
ev tahsis etti. Burada sakin ve sessiz bir şekilde halkı Allahü teâlânın emirlerine uyma ve
yasaklarından sakınmaya dâvet etti.
Talebe olmak için birisi huzuruna gelince akıl ve uyanıklık bakımından derecesini ölçmek
için ona katıklı ekmek gönderir, ekmeği katıkla beraber mi yiyor, yoksa birisi kalıyor mu diye
tâkib için de birini vazîfelendirirdi. Eğer beraber yediği görülürse, bunu onun firâset ve
akıllılığına, uyanıklılığına işâret sayar, ona kalb ile yapacağı vazîfeler verirdi. Yok, birini
yiyip, diğerini bıraktığı görülürse, onun bu işte kuvvetinin azlığına işâret sayarak zâhirle
alâkalı kolay yapabileceği vazîfeler verirdi.
İnsanları Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya çağıran bir rehber olan Abdullah-ı Şüttârî 1428
(H.832)de vefât etti. Kabri, Mend kalesindedir.
1) Ahbâr-ul-Ahyâr; s.182
2) Tıbyânu Vesâil-il-Hakayık (Süleymâniye Kütüphânesi Fâtih Kısmı, 431); c.2 s.148b
3) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.185
4) Nüzhet-ül-Nevâtır; c.3, s.180
5) The Sufi Orders in İslâm; s.97

ABDULLAH-I ŞEMDÎNÎ

ABDULLAH-I ŞEMDÎNÎ;
Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. Kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen büyük âlim ve
velîler silsilesinin otuzuncusudur. Bu diyârda Nakşibendî, Müceddidî, Hâlidî kolunun önde
gelen temsilcisidir. İsmi Abdullah'tır. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin onuncu
torunu ve Seyyid Tâha-i Hakkârî'nin amcasıdır. Lakâbı, Sirâcüddîn ve Menba-ul-Hilm'dir.
Doğum târihi bilinmemektedir. Şemdinli civârında dünyâya gelmiş, 1813 (H.1228) senesinde
Şemdinli'nin Nehrî kasabasında vefât etmiştir. Kabri orada olup, ziyâret edilmekte ve
bereketleri hâsıl olmaktadır.
Şemdinli'de dünyâya gelen asîl, temiz ve şerefli bir âileye mensûb olan Seyyid Abdullah
Şemdînî, küçük yaşta ilim tahsîline yöneldi. Zamânının usûlüne göre ilk tahsîlini gördükten
sonra, Irak'ın Süleymâniye beldesine giderek oradaki medresede ilim öğrenmeye devâm etti.
Aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip büyük âlim oldu. Bu medresede ilim öğrenmekle meşgûl
iken medrese arkadaşı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ile bir kardeş gibi yaşadılar. Yüksek
yaratılışı olan bu iki gönül dostu zâhirî ilimleri tahsîl ettikleri sırada kalb ve gönül ilmi olan
tasavvufa karşı alâka duymaya başladılar. Bu alâka, muhabbet ve aşk derecesine ulaşıp,
kendilerini mânevî olarak terbiye edip, bâtınî ilimleri öğreterek yetiştirecek bir rehber, yol
gösterici aradılar.
Sonunda aradıkları rehberi hangisi daha evvel bulursa, o büyük zâttan alacağı mânevî feyz ve
bereketin aralarında müşterek olmasını kararlaştırdılar. Bu hususta birbirlerine söz verdiler.
Yâni aradıkları o büyük velîyi hangisi daha evvel bulur ve tanırsa hemen diğerinin de o zâtı
tanımasına, ona bağlanıp feyz almasına vâsıta olacaktı.
Kendilerine yol gösterecek mânevî bir rehberi aradıkları sırada Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
aldığı bâzı mânevî işâretler üzerine Hindistan'a gitmeye karar verdi. Zâhirî ilimlerde yüksek
bir âlim olan Abdullah-ı Şemdînî de onunla gitmek istedi. Fakat Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
ona; "Ben gideyim, oradan alıp getirdiklerime ortağız." dedi. Nihâyet Hindistan'a gitmek
üzere Süleymâniye'den yola çıktı. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Hindistan'a
ulaştı. Sonunda Nakşibendiyye mânevî yolunun mürşid-i kâmili Şâh Gulâm-ı Ali Abdullah-ı
Dehlevî hazretlerinin huzur ve sohbetleriyle şereflendi. Kısa zamanda lâyık ve müstehak
olduğu fazîlet ve olgunluğa ulaştı. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlık derecesine yükseldi.
Hocası ona, İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle, insanların dünyâ ve âhiret
saâdetine kavuşmalarına vesîle olabilmek ve talebe yetiştirmek hususunda tam bir icâzet,
diploma ve hilâfet verdi. Hocasının tam ve mutlak vekili olarak aldığı yüksek feyz ve
kemâlâtı, ilim ve edeb âşıklarına sunmak ve onları yetiştirmekle vazîfeli olarak Bağdâd'a
gönderildi.
Bundan sonra bütün âlem, vâsıtalı vâsıtasız irşâd ve feyz kaynağı olan Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî hazretlerinin mânevî nûru ile nûrlanmaya başladı. Böylece Bağdâd'da feyz ve nur
saçan rahmet güneşi doğdu.
Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, daha önceki anlaşmalarının gereği bir müddet Bağdâd'da
kaldıktan sonra Süleymâniye'ye dönen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin ziyâretine gitti.
Mevlânâ'nın Hindistan'da elde ettiği mârifet ve kemâlâtı, olgunluğu görünce ona olan
muhabbeti daha da arttı. Medrese talebeliğinde arkadaşı olduğunu düşünmeyip o evliyâlık
güneşinin sohbetlerine devâm etmeye başladı. Onun önde gelen talebelerinden oldu. Bâzı
hasetçi ve inkârcı kimselerin, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin karşısına çıkıp, söz ve
yazı ile onu kötülemeye, türlü türlü iftirâlarla ve düzme yalanlarla, ona gönül verenlerin
yolunu kesmeye çalıştıkları sırada, o hep onun yanında bulundu. Kendisinde bulunan asâlet
ve yüksek kâbiliyet ile Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebe yetiştirmek husûsundaki
mahâretinin birleşmesiyle kısa zamanda bütün ilimlerde ve tasavvuf hallerinde yetişerek
olgunlaştı. Mevlanâ hazretlerinin binlerce talebesi arasında en yükseklerinden oldu. Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ona talebe yetiştirmek üzere icâzet, diploma verdi. Mevlânâ
hazretlerinden icâzet ve hilâfet alanların baştan üçüncüsü olan Seyyid Abdullah-ı Şemdînî,
kardeşi Seyyid Ahmed Geylânî hazretlerinin oğlu Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'yi de, Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî'nin sohbetlerine götürerek, onun da bu yolda yetişmesine vesîle oldu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir ara, Bağdâd'a gitti. Bu sırada Abdullah-ı Şemdînî
talebelerin başına geçip onları yetiştirmekle meşgûl oldu. Daha sonra tekrar Süleymâniye'ye
dönen Mevlânâ hazretleri, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere çeşitli
beldelere yetiştirip gönderdiği talebeleriyle birlikte, Seyyid Abdullah-ı Şemdînî'yi de
Şemdinli'ye gönderdi. Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, Şemdinli civârındaki Nehrî kasabasına
yerleşti. Nehrî'de medrese, tekke ve zâviyeler yaptırarak talebe yetiştirmeye başladı. Türkiye,
İran ve Irak'ın çeşitli yerlerinden ilim meclisine ve sohbetlerine koşan pekçok kimseyi zâhirî
ve bâtınî ilimlerde yetiştirdi. Peygamber efendimizden bu yana, evliyânın ve İslâm âlimlerinin
anlattığı ve yaşadığı İslâmiyeti, güzel ahlâkı insanlara anlattı. Bilhassa edeb ve ahlâktan
mahrûm aşîretler üzerinde çok tesirli olup, onların düzelmesine vesîle oldu. Kabîle ve
aşîretlere, anlayacakları şekilde güzel nasîhatlar vermek sûretiyle onların doğru yola
kavuşmalarına vesîle oldu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri onun hakkında Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'ye; "Seyyid
Abdullah ne güzel bir şeyhdir. Onda hiç kusûr yoktur. Yalnız kusûru, onun münkiri yâni
karşısına çıkıp onun büyüklüğünü inkâr eden kimseler bulunmamasıdır." buyurdu.
Yine buyurdu ki:
"Beni, Seyyid Abdullah ve Seyyid Tâhâ'dan üstün tutmayınız." Eshâbı; "Onlar sizin
talebenizdir, nasıl böyle dersiniz?" diye arz ettiklerinde; "Onlar şehzâdelerdir. Pâdişâh
olacaklardır. Biz ise, bir müddet onların terbiyesi ile meşgûl olan ve böyle yüksek bir
vazîfenin kendisine verildiği bir mürebbiyeyiz. Mürebbî, şah olacak şehzâdeden üstün olabilir
mi?" buyurdular.
Berdesûr kasabasında bir medrese yapıp, müderrislik yapan ve mezunlar vermeye başlayan
yeğeni Seyyid Tâhâ, arada bir huzûruna gelir, sohbetinde bulunurdu. Her defâsında kendisine
tasavvuf yoluna girmesi söylenir, o da; "Bir gün inşâallah o da olur." der ve kendi kendine;
"Peygamberlerin, âlimlerin ve evliyânın hep düşmanları, hasetçileri, sevmiyenleri olmuştur.
Amcam, dedikleri gibi büyük evliyâdan olsa, muhakkak hasetçisi, düşmanı, çekemeyeni
olurdu. Hele bu âhir zamanda ve kıyâmetin yaklaştığı, hakîkatın unutulup, bid'atin revâc
bulduğu böyle bir devranda acaba niçin hiç büyüklüğünü inkâr eden düşmanı yoktur?" diye
düşünürdü. Bir gün Berdesûr'da çarşıda birisinin, amcasının aleyhinde konuştuğunu gördü.
Bunun üzerine; "Sevmeyeni, kabûl etmeyeni olduğuna göre, evliyâdandır." deyip, Nehrî'ye
geldi. Amcasına teslîm olup, bir müddet istifâde etti. Sonra Mevlânâ'nın dâveti üzerine
Bağdâd'a gitti, orada kemâle geldi.
Ömrünü ilim tahsîl etmeye, İslâmiyeti öğrenmeye ve öğretmeye vakfetmiş olan ve pekçok
kerâmetleri görülen Seyyid Abdullah-ı Şemdînî hazretleri 1813 (H.1228) senesinde
Şemdinli'nin Nehrî kasabasında vefât etti. Nehrî kabristânının girişinde defn edildi. Kabrinin
üzerinde sâde bir türbe vardır. Mübârek kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmekte, âşıkları
duâ edip mübârek rûhundan feyz almaktadır. Onu vesîle ederek duâ edenlerin maddî ve
mânevî dertlerine dermân buldukları dilden dile anlatılmaktadır.
Şemdinli'nin Nehrî kasabasında ilk defâ irşâd ve feyz kaynağı olan Seyyid Abdullah-ı
Şemdînî, Şâfiî mezhebi fıkhında ve diğer ilimlerde derin âlim olup, ilmiyle âmil, büyük veli,

peygamberlik sırlarına vâkıf ve hazret-i Osman'ın güzel ahlâkını hatırlatan güzel ahlâk sâhibi
olup, hayâ ve edebin kaynağı idi. Her hâli istikâmet ve doğruluk üzere idi. Sohbetleri hasta
ruhlara gıdâ, bakışları kararmış kalblere şifâ idi. İnsanların dünyâda ve âhirette kurtuluşa
ermelerinin, saâdet kapısının anahtarı idi. Allahü teâlâ şefâatine ve feyzlerine mazhâr eylesin.
Amin.
1) El-Minah; s.108
2) Şems-üş-Şümûs; s.136
3) Mecd-i Tâlid; s.106
4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1128

9 Nisan 2013 Salı

ABDULLAH MENÛFÎ


ABDULLAH MENÛFÎ;
Evliyânın meşhûrlarından. Usûl, tefsîr, nahiv ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi
Abdullah bin Muhammed'dir. Aslen Mağribli, Kuzeybatı Afrikalı olduğu için Mağribî
nisbesiyle de anıldı. Babası Mısır'a göçtü. 1287 (H.686) senesinde Mısır'ın Buhayra şehrinde
doğdu. Sonra Menûf'a yerleşti. Mağribî veMenûfî nisbesiyle meşhûr oldu. 1347 (H.748)'de
Mısır'da vefât etti.
Dokuz yaşında Süleymân Tenûhî Şâzilî'nin terbiyesine verilen Abdullah Menûfî, çocukken
temel din bilgilerini öğrenip, Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Daha küçük yaşta evliyâlık hâlleri
görüldü. Rükneddîn bin Kûbî, Şemsüddîn Tûnusî, Kâdı Nâsıruddîn'in babası, Şerâfüddîn
Zevâvî, Şihâbüddîn Merhal, Celâlüddîn İmâm-ül-Fâdıliyyet-il-Mu'ber, Mecdüddîn Akfehsî
gibi birçok âlimden ilim öğrendi. Süleymân Tenûhî Mağribî Şâzilî'nin sohbetlerinde yetişip,
vilâyet derecelerinde yükseldi. Mâlikî mezhebi fıkıh bilgilerinde, tefsîr ve Arabî ilimlerde
âlim oldu. "İnsanlardan tamâmen kesilip, onlardan uzaklaşmak için Resûlullah efendimizden
mânen izin istedim. İzin vermediler." buyurmuştur.
Zamânının sultanı ona vazîfe vermek istedi. İlimle, insanlara Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını anlatmakla meşgul olduğundan kabul etmedi. Kıymetli talebeler yetiştirdi. Sâlih
insanların yetişmesine sebeb oldu.
Abdullah Menûfî hazretleri, Kuşeyrî Risâlesi ile Kâdı İyâd'ın Şifâ'sını ve Tefsîr-i Vâhidî
gibi eserleri talebelerine okuturdu. Eline yeni aldığı en ağır kitabı, hiç mütâlaa etmeden
talebeye anlatırdı. Anlatmaya başladığı zaman, ağzından nûrların yükseldiği açıkça görülürdü.
Zühd ve takvâda, dünyaya düşkün olmamakta, haramlardan çok sakınmakta asrının bir tânesi
idi. Tevâzu sâhibi olup haramlara düşmek korkusu ile şüphelilerden çok sakınırdı. Allahü
teâlânın yasakladıklarından uzak durur, emirlerini yapmak için gayret ederdi. Vakitlerini
yalnız Allahü teâlânın dînini öğrenmek, O'nun kullarına öğretmek ve ibâdet etmek için
harcardı. Gündüzleri oruç tutar, geceleri namaz kılardı. Kur'ân-ı kerîmi çok okurdu. İnsanlara
karşı çok merhametli idi. Onlara devamlı emr-i mârûfta bulunur, Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını öğretmeye gayret ederdi. Mâlikî mezhebine göre fetvâ verirdi. Yûsuf Nebhânî
hazretleri Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ'da diyor ki: "Mısır'daki evliyâ arasında, İmâm-ı
Şâfiî'den sonra en üstünü Ahmed-i Bedevî'dir. Ondan sonra Seyyidet Nefîse'dir. Sonra
Şerâfeddîn-i Kürdî, sonra Abdullah Menûfî Şâzilî'dir."
Birçok talebe yetiştirdi. Talebelerinden Halil bin İshâk Cündî Mâlikî mezhebinin meşhûr
fıkıh âlimlerindendir. Hocasının hayâtını Menâkıb-ı Abdullah Menûfî adlı eserinde topladı.
Eserleri, vefâtından sonra talebeleri tarafından tertib edildi. Mısır'da vefât ettiği zaman,
insanlar onun cenâze namazını kılmak için sokaklara döküldü. Mısır'da onun ilminden
istifâde etmeyen yok gibiydi.
Cündî'nin yazdığı Menâkıb-ı Abdullah Menûfî adlı eserdeki menkıbe ve kerâmetleri, güzel
sözleri, dilden dile, gönülden gönüle dolaştı. Kerâmet ve menkıbelerinden bâzıları şöyledir:
Talebeleri arasında yüzü ve hâlinin güzelliği ile meşhûr olan bir genç vardı. Bir kadın, ona
âşık oldu. Hîle ile, o talebenin kaldığı eve girdi. Kadın kendisini kabûl etmesini isteyip,
üzerine geldi. Talebe de, hocası Abdullah Menûfî'den imdâd istedi. O anda duvar yarılıp,
Abdullah Menûfî hazretleri içeri girdi. Kadın korkup bayıldı. Ayılınca tövbe edip, güzel ahlâk
sâhibi hanımlardan oldu.
Bir gün hiç âdeti olmadığı hâlde bir kebabçı dükkânına girdi. Kebabçının yeni kızarttığı
kuzunun tamâmını satın aldı. Dükkândan uzaklaşınca, kuzuyu köpeklere attı. Çok geçmeden,
kuzunun dînimizde yenmesinin haram olduğu şekilde öldürüldüğü anlaşıldı.
Talebelerinden birine haber gelip, annesinin öldüğü bildirildi. O da hocasından, memleketine
gitmek için izin istedi: "Hiçbir yere gitme! Annen ölmedi!" buyurdu. Çok geçmeden talebenin
annesinin ölmediği haberi geldi.
Evinden, sultanların bile âciz kalacağı derecede yiyecek dağıtılırdı. Bâzan elini sarığına
uzatıp altın ve gümüş alır fakirlere verirdi. Ellerini yıkayıp dışarı çıktığı zaman parmakları
arasından su damlaları ile birlikte gümüş çıkardı. Bu gümüşleri ilk karşılaştığı kimseye
verirdi. Bir örtünün üzerine oturduğu zaman örtünün altında hiç bir şey olmadığı halde elini
örtünün altına sokar, Altın ve gümüş çıkarırdı. Kısa zamanda bir yerden bir yere gitmesi
meşhurdur.
Hocası Süleymân Tenûhî Şâzilî'nin Menûf'de vefâtında, oraya gidip cenâzesinde bulundu.
Cenâze namazını kıldı. Aynı gün tekrar Kâhire'ye döndü.
Vefât ederken bedeninden etrafa güzel kokular yayıldığını orada bulunanlar hepsi hissettiler.
@"!$%$)&*"!!(
Hırsızlar, Abdullah Menûfî hazretlerinin talebelerinin kaldığı yere gidip, anbardan buğday yükleyip
gittiler. Abdullah Menûfî hırsızlara haber gönderip:
"O, fakîrlerin hakkıdır, aldığınız gibi geri getirin!" dedi.
Onlar çaldıklarını inkâr ettiler. Bir günde, hırsızların bütün merkepleri öldü. Bunun, o büyük zâtı
üzmelerinin cezâsı olduğunu anlayıp, günahlarına tövbe ettiler. Ellerindekini getirip sâhiplerine geri
verdiler. Hak sâhipleriyle helâllaştılar.
1) Tabakât-ül-Evliyâ (İbn-i Mulakkın); s.554
2) Neyl-ül-İbtihâc; s.121
3) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.119
4) Hüsn-ül-Muhâdara; c.1, s.525
5) Ed-Dürer-ül-Kâmine; c.2, s.312
6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.601,1032
7) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.10, s.294