Bağış Yap

Amount :
Other : USD

26 Nisan 2013 Cuma

Silsile-i aliyye - 10- Arif-i Rivegerî


10- Arif-i Rivegerî
Ârifi rivegeri hazretleri, insanlara do ru yolu gösteren silsile-i aliyye dinilen âlimler
zincirinin onuncusu. Buhârâ'ya 30 km uzaklıkta bulunan Riveger köyünde dünyaya geldi.
Küçük ya ta tahsile ba ladı. Zekâ ve kavrayı ının parlaklı ı sebebi ile hızla ilerledi. Bu
esnada ilim ve hikmet sâhibi, ibâdet artlarını harf harf yerine getiren, insanlara do ru yolu
göstermede zamanın kutbu Abdülhâlık Goncdüvanî hazretleri ile tanı tı ve bütün dünyası
de i ti. Daha ilk günde ebedî saadet tacının ba ına kondu unu hissetti. Derhal kendisine
ba landı, vefatına kadar hiç ayrılmadı.
Hocası ilk sohbetinde ona öyle dedi: "Hak yolcusu talebe, zamanının de erini gâyet
iyi bilmelidir. Üzerinden vakitler geçip giderken kendisinin ne halde oldu unu sezmeye
bakmalıdır. âyet geçen bir an içinde, huzurlu olduysa, bunu iyi bir hal bilmeli.
"Allahıma ükürler olsun" demelidir. E er gafletle geçip gitmi ise, hemen onu telafi
etme yoluna gitmeli, yüce Yaratana nefsani mazeretini bildirip ondan ba ı lanmasını
dilemeli, esta firullah demelidir..."
Ârif-i Rivegerî, hocası Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretlerinin hayatlarında ona hizmet
etmekle me hur olup pek çok feyz ve bereketlere kavu tu. Yüksek üstadının vefâtından
sonra onun yerine Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolunu insanlara ö retme i ine
memur oldu. Himmet, inâyet ve gayretlerini Allahü teâlâyı arayanlara sarf etti.
Pek ço unun hidâyete ve evliyâlık makamlarında yüksek derecelere kavu malarına
vesîle oldu. Zamanının bir tanesi idi. Herkese çok iyi ve yumu ak davranır, kimsenin kalbini
kırmazdı. Nefsinin istediklerini hiç bir zaman yapmaz, istemediklerini yapmak, ruhunu
yükseltmek için çok çalı ırdı. Haramlardan iddetle kaçar, hatta harama dü mek korkusu ile
mubahların fazlasını terk ederdi. Geceleri vaktini hep ibadetle geçirir, gündüzleri talebe
okutur, sünnet oldu u için; gündüz ö leden önce bir miktar uyurdu. Buna kaylule denir.
Peygamber efendimizin sünnetini çok iyi bilir, onun unutulmaması için çok gayret gösterirdi.
Sohbetlerine öyle ba lardı: "Allahü teâlâ hepimizi dünya ve ahiretin efendisi ve bütün
insanların her bakımdan en yükse i ve en iyisi olan Resulullaha tâbi olmak saadetiyle
ereflendirsin! Çünkü cenâb-ı Hak, Ona tâbi olmayı, Ona uymayı çok sever. Ona
uymanın ufak bir zerresi bütün dünya lezzetlerinden ve bütün ahiret nimetlerinden
daha üstündür. Hakiki üstünlük, O'nun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır.”
Ârif-i Rivegerî hazretleri uzun bir ömür ya adı. Kabrini ziyaret edenler, onun feyiz ve
bereketlerine kavu maktadır. Onu vesile ederek Allahü teâlâya yapılan dualar kabul
olmaktadır.
Bir gün Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'yi gördü,
Çar ıdan erzak almı , evine dönüyordu.
Bir hizmetim dokunsa diye dü ündü bir an,
Yükü ta ımak için, izin istedi ondan.
Hazret-i Abdülhâlık, onun bu teklifini,
Peki evlat diyerek, verdi elindekini.
Sonra yüzünü dönüp, bir nazar etti ona.
Adeta o yeniden gelmi oldu cihana
De i iverdi hemen, bir ba ka oldu hâli,
Çünkü kaplamı idi, onu a k-ı ilâhî.
Bir gün eski hocası, rastladı yine ona,
Hakaretler ederek, dedi. "Dön okuluna!"
Bu hoca, her nasılsa, eytana uymu idi,
Gerçi bu günahına pi manlık duymu idi.
Ârif-i Rivegerî, üstün firasetiyle,
Anlayıp, öyle dedi, ona kırık kalbiyle:
"Efendim, bu gariple, u ra aca ınıza,
Niçin bakmıyorsunuz, dünkü günahınıza."
Görünce talebenin böyle kerametini,
Anlamı tı bu hâlin, nereden geldi ini.
O da Abdülhâlık-ı Goncdüvanî'ye gitti,
Talebe oldu ona, yıllarca hizmet etti.

Silsile-i aliyye - 9- Abdulhalik-i Goncdüvanî


9- Abdulhalik-i Goncdüvanî
Abdülhâlık Goncdüvani hazretleri, insanları Hakka dâvet eden, onlara do ru yolu
gösterip, gerçek saadete kavu turan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve
velîlerin dokuzuncusudur. Babası Abdülcemîl Malatyalı idi. Hızır aleyhisselâm babasına,
"Ey Abdülcemîl! Senin bir erkek evlâdın olacak. smini Abdülhâlık koyarsın." buyurdu.
Abdülcemîl daha sonra Buhara'nın Goncdüvan kasabasına yerle ti. Çok geçmeden bir
erkek evlâdı oldu. smini Abdülhâlık koydu. Abdülhâlık, be ya ına geldi inde ilim
ö renmesi için Buhara'ya gönderildi. Büyük âlim Hâce Sadreddîn hazretlerinden Kur'ân-ı
kerîm ve tefsîrini ö renmeye ba ladı. Bir gün okuma esnâsında, "Rabbinize gizli duâ
ediniz!" meâlindeki âyet-i kerimeye gelince hocasına, "Bu gizliden murat nedir? E er zikir
ve duâ, â ikâr, sesli bir ekilde dil ile olursa riyâdan korkulur. E er kalb ile olursa,
damarlarda dola an eytan duyar. Ne yapayım?" diye arz etti. Hocası, Sadreddîn hazretleri,
bu ya taki bir çocu un böyle bir suâl sormasına hayret edip, "Bu mesele, kalb ilimlerinin bir
konusudur. n allah, sana bu ilimleri ö retebilecek bir üstada kavu ursun. Böylece bu
mü külün halledilmi olur." buyurdu. O da bu zatı beklemeye ba ladı. Bir gün Hızır
aleyhisselâm yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık anma yollarını ö retip;
"Kalbinden Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kelime-i tayyibesini öyle söyle!"
diye tarif etti.
Yusuf-i Hemedani hazretleri Buhara'ya gelince, Abdülhâlık Goncdüvani onun hizmetine
girdi ve bu hizmette bir süre kaldı. Bunu öyle anlatır: 12 ya ında idim. Hızır aleyhisselâm
bana Yûsuf-ı Hemedanî’den ilim ö renmemi tavsiye etti. Onun Buhara'ya geldi ini i iterek
derhal yanına gittim. Ondan pekçok istifâdem oldu.
Ders anlatırken, bir genç içeri girdi. Az sonra söz isteyip, "Müminin firâsetinden
korkunuz. Çünkü o, Allah'ın nuru ile bakar." hadîs-i erifinin sırrı nedir diye sordu.
Gence heybetle bakıp, "Önce belindeki zünnarı kes ve müslüman ol" dedi. Genç, tela la;
"Ben müslümanım zünnarım yok." dedi. O zaman bir talebesine gencin hırkasını çıkarmasını
i aret etti. Talebe o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belindeki hırıstiyanlara ait zünnar
denilen ip ku ak görüldü. Genç, çok mahcup oldu. Üstada sevgi duymaya ba ladı. Böylece
evliyânın, Allahü teâlânın nûruyla baktı ının ne demek oldu unu çok iyi anladı. Kelime-i
ehâdet getirip müslüman olmakla ereflendi. Sonra Üstad, talebelerine, "Bu genç maddî
zünnarı kesti, biz de kalbdeki zünnarı keselim. O da, kibir ve gururdur." buyurdu..
Bir gün biri geldi. " Son nefeste iman ile gitmek için bize duâ edin!" dedi. Misafire,
"Farzları eda ettikten sonra duâ edenin duâsı kabul olur. Sen, farzları yaptıktan sonra duâ
ederken bizi hatırlarsan, biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin, hem de bizim için
duânın kabul olmasına vesile olur." buyurdu.
Safevîler Goncdüvan kalesini ablukaya alınca, kendilerine saldıran askerlerin ba ında
heybetli bir zatı elinde iki a ızlı kılıç ile hücuma geçti ini gördüler. Çok zayiat verip
kaçtılar. Üstadın vefâtından önce söyledi i a a ıdaki sözleri onun 332 yıl sonra ortaya çıkan
kerametiydi.
Dosta kutlu, dü mana ise bela olurum,
Sava ta demir gibi, barı ta sanki mumum,
Nur çe mesinin ba ı Goncdüvan menzilimiz
Harbde iki a ızlı kılıç ile vururum.

Silsile-i aliyye - 8- Yusuf-i Hemedanî


8- Yusuf-i Hemedanî
Yusuf-i Hemedani hazretleri, insanları Hakka dâvet eden, onlara do ru yolu gösterip,
gerçek saadete kavu turan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin
sekizincisidir. Fıkıh âlimi idi, hadîs ilmini de ö rendi. Tasavvufu Ebû Ali Fârmedî
hazretlerinden ö renip, onun sohbetinde yeti erek kemale ula tı. Yüzlerce talebesi vardı.
Abdullah-i Berkî, Ahmed Yesevî ve Abdülhâlık-ı Goncdüvani gibi büyük velîler yeti tirdi.
Bir taraftan do ru din bilgilerini ö retmeye çalı ır, insanlarla u ra maktan, onları
yeti tirmek için çalı maktan hiç sıkılmazdı. Di er taraftan, a rılara ve yaralara ilaç yaparak
herkesin derdine deva bulmaya çalı ırdı.
Necibüddîn irazi isimli bir zat anlatır: Bir zamanlar evliya sözlerinden birkaç parça
elime geçmi ti. nceledim, çok ho uma gitti. Bunlar kimin sözüdür, bu zatı bulayım da,
istifade edeyim dedim. Bir gece rüyada, heybetli, vekarlı, ak sakallı, pek nûrânî bir zatın
evimize girdi ini gördüm. Hemen abdest almaya gitti. Beyaz bir kaftan giymi ti. Kaftanın
üzerinde iri hatla, altın suyu ile, Âyet-el-kürsî ba tan aya a kadar yazılmı tı. Ben onun
arkasından gittim. Kaftanı çıkarıp bana verdi. Bu kaftanın altında ondan daha göz kama tırıcı
bir ye il kaftan daha vardı. Bunda da, önceki gibi aynı hatla, altın yazıyla Âyet-el-kürsî
yazılmı tı. Onu da bana verdi. “Ben abdest alıncaya kadar bunları tut!” buyurdu. Abdest aldı.
“Bu iki kaftandan hangisini istersen sana vereyim.” buyurdu. Hangisini verirseniz iyi olur
dedim. Ye il kaftanı bana giydirdi. Beyazı da kendisi giydi. “Ben, o okudu un parçaların
sahibi olan Yusuf-i Hemedani'yim.” buyurdu. Uyanınca çok sevindim. Ona olan sevgim
arttı.
bni Hacer-i Mekkî hazretleri anlatır: Ebu Said Abdullah, bn-üs-Sakkâ ve Seyyid
Abdülkâdir-i Geylânî ilim ö renmek için Ba dat’a geldiler. Yusuf-i Hemedani hazretlerinin,
Nizâmiyye Medresesinde vâz etti ini duymu lardı. bn-üs-Sakkâ; “Ona bir soru soraca ım
ki cevabını veremeyecek.” dedi. Ebû Saîd Abdullah; “Ben de bir soru soraca ım. Bakalım
cevap verebilecek mi?” dedi. Küçük ya ına ra men büyük bir edeb timsâli olan Abdülkâdir-i
Geylânî de “Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım. Sadece huzurunda beklerim, onu
görmekle ereflenir, bereketlenirim” dedi. Nihayet Yusuf-i Hemedani hazretlerine geldiler.
Üstad, bn-üs-Sakkâ’ya dönerek; “Yazıklar olsun sana! Demek bana, cevabını
bilemeyece im sual soracaksın ha! Senin sormak istedi in sual udur. Cevabı da öyledir.
Senden kâfirlik kokusu geliyor.” buyurdu. Sonra Ebu Said Abdullah’a dönerek; “Sen de
bana bir sual soracaksın ve bakacaksın ki, ben o sualin cevabını nasıl verece im. Soraca ın
sual udur ve cevabı da öyledir. Fakat sen de edebe riayet etmedi in için, ömrün sıkıntı ile
geçecek.” buyurdu. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî’ye döndü. “Ey Abdülkâdir! Bu edebinin
güzelli i ile, Allahü teâlâyı ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin Ba dat’ta bir kürsîde
oturdu unu, çok yüksek bilgiler anlattı ını, “Benim aya ım, bütün evliyânın boyunları
üzerindedir.” dedi ini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün evliyayı,
senin onlara olan yüksekli in kar ısında boyunlarını e mi halde olduklarını görüyor
gibiyim.” Buyurdu.
Aradan yıllar geçti. Abdülkâdir-i Geylânî zamanındaki evliyânın en üstünü, ba tâcı
oldu. Öyle yüksek derece ve makamlara kavu tu ki, insanlardan ve yüksek zatlardan herkes
gelerek, mübârek sohbetlerinden istifâde ederlerdi. Bir gün buyurdu ki: “Benim aya ım,
bütün evliyânın boyunları üzerindedir.” Zamanında bulunan bütün evliyâ, onun
kendilerinden çok yüksek oldu unu bilirler ve üstünlü ü kar ısında boyunları e ri olurdu.
Bunlar meydana çıktıkça, Yusuf-i Hemedani hazretlerinin senelerce önce haber verdi i
hâller anla ılıyordu.
bn-üs-Sakka ise, çok güzel konu urdu. öhreti zamanın sultanına ula tı. O da bunu elçi
olarak Bizans’a gönderdi. Hıristiyanlar buna çok ilgi gösterdiler. Nihâyet, onlara aldanarak
hıristiyan oldu.
Ebû Saîd Abdullah da diyor ki: Hayatım sıkıntılar içinde geçti. Yusuf-i Hemedani
hazretlerinin, her üçümüz hakkında da söyledi i aynen meydana geldi.

Silsile-i aliyye - 7- Ebu Alî Farmedi


7- Ebu Alî Farmedi
Ebu Ali Farmedi hazretleri, insanların iman, ibâdet ve ahlâk hususunda do ruyu ö renip
yapmaları ve Allahü teâlânın rızasına kavu maları için onlara rehberlik edip, buna
kavu turan ve kendilerine tasavvuf yolunda silsile-i aliyye denilen me hur velî ve bu
âlimlerin yedincisidir. Devrinin bir tanesi idi. Zâhirî din ilimlerini, Ebül-Kasım Ku eyrî’den
ve daha ba ka âlimlerden ö rendi. Nasihatleri pek tesirli idi. Nizâm-ül-mülk ve zamanın
devlet erkânı kendisine çok hürmet ederdi. Tasavvuf ilminin mütehassısı idi. mâm-ı Gazâlî,
ve Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin de hocası idi. Kendisi anlatır:
Gençli imde Ni abur'da ilim ö reniyordum. Bir gün eyh Ebu Saîd Ebülhayr
hazretlerinin Ni abur'a gelmekte oldu u haberini aldık. Kerametleri me hur idi. Ni abur
halkı, âlimler ve ileri gelenlerin hepsi onun büyüklü ünü biliyor ve saygı duyuyordu. Pek
çok kimse kar ılamaya çıktı. Ben de onu görmek istiyordum. Kendisini görür görmez ona ve
tasavvufa kar ı kalbimdeki sevgi pek fazlala tı. O gün sohbetini dikkatle dinledim. Devamlı
sohbetlerine katılmaya ba ladım. Bir gün onu görme arzum arttı. Fakat o gün sohbet için
belirlenen günlerden de ildi. Sabredeyim, dedim. Dayanamayıp dı arı çıktım. Etrafıma
bakındım. Ebu Saîd hazretleri bir çok kimse ile bir yere gidiyordu. Onları tâkip ettim. Bir
yere dâvete gidiyorlarmı . Dâvet edilen eve girdiler. Pe lerinden ben de girip bir kö eye
oturdum. Beni görmüyordu. eyhe bir hâl oldu, kendinden geçip üzerindeki abayı parçaladı.
Sonra abayı çıkarıp yere bıraktı. Mecliste bulunanlar yırtılmı abayı parçalara ayırıp
da ıtması için eyhin önüne bıraktılar. Bu parçalardan i lemeli bir kısım olan kolun yen
kısmını ayırıp; "Ebu Ali neredesin?" dedi. Ben kendi kendime beni tanımaz, bilmez, galiba
talebelerinden, adı Ebu Ali olan birini ça ırıyor diye cevap vermedim. kinci defa ça ırınca,
oradakiler bana; " eyhimiz seni ça ırıyor" dediler. Kalkıp huzuruna vardım. lemeli elbise
parçasını bana verip; "Sen bize bu elbise parçası gibi yakınsın" dedi.
Ebül-Kasım Ku eyrî'nin yanında kaldı ım sıra, bende meydana gelen halleri kendisine
anlatınca, "Evlâdım, ilim ö renmekle me gul ol" diyordu. 2-3 yıl daha ilim ö rendim. Bir
gün kalemimi mürekkep hokkasına batırıp çıkardım. Bembeyaz çıktı. Üç defa denedim, her
defasında mürekkep beyaz çıkıyordu. Bu hâli hocama anlattım. "Mademki kalem senin
elinden kaçıyor, sen de onu bırak" dedi. Ben de, medreseden ayrılıp, dergâha geçtim.
Bir gün bana bir hal oldu, kendimden geçtim. Bir mür ide, rehbere ihtiyacım var diye
dü ündüm. Ebül-Kasım Gürgani'nin ismini i itmi tim. Tus ehrine hareket ettim. Talebeleri
ile mescitte oturuyordu. Ben de önünde diz çöktüm. eyhin ba ı önüne e ikti. Ba ını
kaldırıp, "Gel Ebu Ali" buyurdu. Yanına oturup hallerimi anlattım. "Ba langıcın mübarek
olsun. Terbiye görürsen, yüksek derecelere kavu ursun." buyurdu. Kalbimdeki a k ve evk
ço almı tı. Bu arzumun çoklu u sebebiyle, Ebül-Hasan-ı Harkani hazretlerinin sohbetine
nihâyetsiz feyizlerine kavu tum.
Hocam Ebül-Kasım Ku eyri hamamda guslediyordu. Belki ihtiyacı olur diye kuyudan
bir kova su çıkarıp hamamın havuzuna bo alttım. O anda gerçekten bu suya ihtiyacı varmı .
Hamamdan çıkınca; "Ey Ebu Ali, Ebül-Kasım'ın 70 yılda elde etti i dereceyi, sen bir kova
su ile kazandın" buyurdu.
Bir yolculu umuz sırasında bir da a yakla ırken önümüze büyük bir yılan çıktı.
Hepimiz korkup kaçı tık. Ebû Saîd hazretleri de orada idi. Atından inip o koca yılana
yakla tı. Ben eyhin yanında idim. Yılan onun önünde ba ını yerlere sürerek saygı gösterdi.
eyh hazretleri yılana; "Zahmet ettin" dedi. Sonra yılan da a do ru uzakla ıp gitti. eyh dedi
ki: "Bu da da iken birkaç yıl bu yılanla aynı yerde bulunduk. Bizim buradan geçmekte
oldu umuzu anlayınca gelip dostlu unu tazeledi. Ahdin güzelli i imandandır. Güzel huylu
olana kar ı her ey güzel huylu olur. Hz. brahim de güzel huylu idi. Ate de ona güzel huylu
oldu. Onu yakmadı.

25 Nisan 2013 Perşembe

Silsile-i aliyye - 6- Ebul Hasan Harkanî


6- Ebul Hasan Harkanî
Ebül Hasan-ı Harkânî hazretleri, insanları Hakka davet eden, onlara do ru yolu gösterip,
gerçek mutlulu a kavu turan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin
altıncısıdır. Büyük slâm âlimi Bâyezîd-i Bistâmî'nin rûhâniyetinden istifâde ederek
yükselmi ti. Zamanının kutbu idi.
Bir gün Dr. bni Sîna, eyh Ebül Hasan Harkanî hazretlerini evinde ziyârete geldi.
Hanımı, ters birisi idi, adeta onu azarlayarak, ormana gitti ini söyledi. bni Sînâ ormana
giderken, eyhin, odun yüklü bir arslanla geldi ini gördü."Bu ne hâl?" diye sorunca,
"Evimdeki kurdun sıkıntı yükünü ta ıdı ım için, bu kurt da bizim yükümüzü ta ıyor."
buyurdu.
Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün Asya'ya hâkim oldu u zamanda, Harkan ehrine yakın
gelmi ti. Birkaç adamını, Harkan'a eyhe göndermi ve onu yanına ça ırmı tı. eyh
hazretleri, bir özür beyan ederek gitmedi. Durum, Sultana bildirilince, "Haydi kalkın, demek
ki o, bizim sandı ımız kimselerden de ildir. Biz ona gidelim." dedi. Sonra kendi elbisesini
Kadı yad'a giydirdi ve kendisi de silahtar olarak, Kadı yad'ın yanında eyhin evine girdi.
Sultan selâm verince, eyh hazretleri selâmını aldı. Fakat aya a kalkmadı. Sultan, eyhe;
"Niçin aya a kalkmadınız?" diye sorunca, eyh, "Madem ki seni öne geçirmi ler, yanıma gel
bakalım." dedi. Soruya o anda cevap vermedi.
Sultan Mahmûd, eyhe; "Hocan Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zat idi?" diye sordu. eyh:
"O, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidayete kavu urdu." dedi. Sultan bu cevabı
be enmedi "Ebû Cehil, Ebu Leheb gibiler, Fahr-i kâinât efendimizi çok defa gördüler. Fakat
hidayete gelmediler?" dedi. eyh; "Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibiler, insanların en üstününü
Allahü teâlânın sevgili Peygamberi olarak görmediler. Ebu Tâlib'in yetimi olarak gördüler. O
gözle baktılar. E er, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi,
e kıyalıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemale gelirlerdi." buyurdu. Sultan bu cevabı çok
be endi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı.
Sultan Mahmûd; "Bana nasîhat ediniz." deyince eyh; " u dört eye dikkat et:
Günahlardan sakın, namazını cemaatle kıl, cömert ol, Allahü teâlânın yarattıklarına efkat
göster." dedi. Sultan, eyhin önüne bir kese altın koydu. Buna kar ılık eyh, sultanın önüne
arpadan yapılmı bir yufka koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı. Fakat lokmayı yutamadı.
eyh hazretleri; "Bir lokma ekme i yutamıyorsun. ster misin, u bir kese altın bizim de
bo azımızda dursun? Biz paralarla olan alâkamızı kestik. u altınları önümden alın." dedi.
Sultan, paraları almak zorunda kaldı.
Sultan giderken, eyh aya a kalktı. Sultan "Geldi im zaman hiç iltifat etmemi tin, fakat
imdi aya a kalkıyorsun, niye?" diye sordu. eyh hazretleri; "Buraya padi ahlık gururu ile
beni imtihan için geldin. imdi ise dervi olarak gidiyorsun. Önce gurur içinde oldu undan
dolayı aya a kalkmadım. Fakat imdi dervi oldu un için aya a kalkıyorum." dedi.
Sultan, yaptı ı bir gazada ma lup olmak üzere idi. Birden eyhin hırkasını eline alıp;
"Yâ lâhî! u hırkanın sâhibinin yüzü suyu hürmetine, u kâfirlere kar ı bizi muzaffer kıl."
diye duâ etti. Dü man tarafında bir toz duman ortaya çıktı. Dü manlar, bu toz-duman içinde
bir ey görmiyerek, kılıçlarını birbirlerine vurdular ve kendi kendilerini öldürdüler. Sa
kalanları da ılıp gitti. O ak am Sultan Mahmûd, rüyâsında eyhi gördü. eyh, Sultana;
"Allahü teâlânın dergâhında, hırkamızın yüzü suyu hürmetine zafer kazandın. E er o anda
isteseydin, kâfirlerin hepsinin müslüman olmasını sa layabilirdin." buyurdu. Kıymetli
sözlerinden birkaçı öyledir:
"Allahü teâlâ için yaptı ın her ey ihlâstır. Halk için yaptı ın her ey de riyâdır."
" u iki ki inin çıkardı ı fitneyi, eytan bile çıkaramaz: Dünyaya dü kün âlim ve
ilimsiz sofu"
"E er bir mümini ziyâret edersen, hâsıl olan sevâbı, yüz adet kabûl edilmi hac
sevâbı ile de i tirmemen lâzımdır. Çünkü bir mümini ziyâret için verilen sevap,
fakirlere verilen yüz bin altın sadakanın sevâbından daha fazladır. Bir mümin
karde inizi ziyâret edince, Allahü teâlânın rahmetine kavu ursunuz."
"Bir mümin karde ini sabahtan ak ama kadar incitmeyen kimse, o gün ak ama
kadar Peygamber efendimizle ya amı olur. E er incitirse, Allahü teâlâ onun o günkü
ibâdetini kabûl etmez."

Silsile-i aliyye - 5- Bayezid-i Bistamî


5- Bayezid-i Bistamî
Bayezidi Bistami hazretleri, insanları Hakka dâvet eden, onlara do ru yolu gösterip,
gerçek saadete kavu turan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velilerin
be incisidir. Arifler sultanı diye me hurdur. smi Tayfûrdur. Üveysi idi. Kendisinden kırk yıl
önce vefat eden mâm-ı Cafer-i Sadık hazretlerini ruhaniyetinden istifâde etti.113 âlimden
ilim ö renmi tir. Son derece âlim, fâdıl ve edib idi.
Daha annesinin karnında iken kerâmetleri görülmeye ba ladı. Annesi ona hâmile iken
üpheli bir eyi a zına alacak olsa, onu geri atıncaya kadar karnına vururdu. Çocukken bir
gün câmi avlusunda oynuyordu. akik-i Belhi hazretleri, "Bu çocuk büyüyünce zamanının
en büyük velisi olacak." buyurdu. Hadis âlimlerinden bir zat, onu görünce çok ho una gitti.
"Güzel çocuk, namaz kılmasını biliyor musun?" dedi. Bayezid-i Bistami, "Evet Allah dilerse
becerebiliyorum." cevabını verince; "Nasıl?" diye sordu. O da "Buyur yâ Rabbi! Emrini
yerine getirmek üzere tekbir alıyor, Kur'ân-ı kerimi tane tane okuyor, tazim ile rükuya
varıyor, tevazu ile secde ediyor, vedala arak selam veriyorum." deyince, o zat hayran
kalarak; "Ey zeki çocuk! Sende bu fazilet ve derin anlayı varken, insanların ba ını
ok amalarına niçin izin veriyorsun?" diye sordu. Ona, "Onlar beni de il, Allahü teâlânın
beni süsledi i o güzelli i meshediyorlar. Bana ait olmayan bir eye dokunmalarına engel
olmam uygun olur mu?" dedi.
Anneye hizmet
Küçük ya ta iken okumaya ba ladı. Dikkatle derslerine devam ediyordu. Bir gün
okudu u bir âyet-i kerimenin (Lokman sûresi: 14) tesiri ile eve döndü. Annesi merak edip
niçin erken döndü ünü sorunca, öyle cevap verdi: "Ö rendi im bir ayet-i kerimede,
Allahü teâlâ, kendisine ve sana itaat etmemi emrediyor. Ya sana hep hizmet edeyim
veya beni serbest bırak, hep Allahü teâlâya ibadet ile me gul olayım." dedi. Annesi;
"Sen beni bırak Allahü teâlâya ibadet et." dedi. Bundan sonra, kendini Allahü teâlâya
verdi, emirlerinin hiç birisini yapmakta gev eklik göstermedi; ama annesinin hizmetini de
ihmal etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabul edip, her durumda yerine
getirmeye çalı ırdı. Çünkü Allahü teâlânın emri de böyle idi.
So uk bir kı gecesi idi. Annesi yatarken su istedi. O da hemen fırladı. Fakat testide su
yoktu. Çe meye gidip, testiyi doldurdu. Eve geldi inde, annesinin tekrar uykuya dalmı
oldu unu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. Testi elinde oldu u halde bekledi. Epey müddet
sonra annesi uyanıp "Su, su!" diye mırıldanarak uyandı. O lunun bu hâlini gören annesi;
"Yavrum, testiyi niçin elinde tutuyorsun?" dedi. O da, "Uyandı ın zaman, suyu hemen
verebilmek için testi elimde bekliyorum." dedi. Annesi; "Ya Rabbi! Ben o lumdan râzıyım.
Sen de râzı ol!" diye duâ etti. Belki de annesinin bu duâsı sebebiyle, Allahü teâlâ ona
evliyâlı ın yüksek mertebelerine kavu mayı ihsan etti.
badet zevki
Gençlikte yaptı ı bâzı ibâdetlerden zevk alamıyordu. Bu durumu annesine anlatırdı ve
yeti mesinde, terbiye edilmesinde bir kusur bulunup bulunmadı ını sorardı. çimde beni
Rabbimden alıkoyan bir ey hissediyorum. Fakat sebebini bilmiyorum." dedi. Annesi epey
dü ündükten sonra, "Evlâdım tek ey hatırlıyorum. Sen daha küçüktün. Kom ulara oturmaya
gitmi tim. Kuca ımda iken a lamaya ba ladın. Bir türlü susturamadım. Seni susturmak için
ocakta pi mekte olan tarhanaya kom udan izinsiz parma ımı batırıp a zına koydum." dedi.
Bunun üzerine annesinden, o kom uya gidip helallik dilemesini istedi. Annesi helalle tikten
sonra ibâdetlerinden zevk almaya ba ladı.
Bir gece seher vakti Allah dedi. Sonra dü üp bayıldı. Ayılınca, niçin bayıldı ını
sordular. (Sen kim oluyorsun da ismimi a zına alıyorsun? eklinde bir ses gelir diye çok
korktum da onun için bayılmı ım.) buyurdu.
Biri, "Bu derecelere nasıl kavu tunuz?" diye sordu. Ona "Her yerde Allahü teâlânın
gördü ünü ve bildi ini dü ünüp, edebe riâyet etmekle." diye cevap verdi.
Bir gece otururken ayaklarını uzatmı tı. (Sultanla oturan edebini gözetmeli) diye bir ses
duyup hemen toparlanır.
Buyururdu ki: Allahü teâlâyı an, dilini, ba ka i lerle u ra maktan koru. Nefsini
hesaba çek. lme yapı ve edebi muhafaza et. Merhamet sahibi ve yumu ak ol. Allahü
teâlâyı unutturacak her eyden uzak dur. Bir kimsenin, Allahü teâlâya olan sevgisinin
gerçek olup olmadı ının alâmeti, kendisinde deniz misâli cömertlik, güne misâli efkat
ve toprak misâli tevâzu gibi üç hasletin bulunmasıdır.

Silsile-i aliyye - 4- Cafer-i Sadık


4- Cafer-i Sadık
Câfer-i Sâdık hazretleri, Ehl-i beytten olup, on iki imâmın altıncısı, insanları Hakka
davet eden; do ru yolu göstererek, saadete kavu turan ve kendilerine "Silsile-i aliyye"
denilen büyük âlim ve velîlerin dördüncüsüdür. Babası Muhammed Bâkır, dedesinin dedesi
Hz. Ali’dir. O lu Musa Kâzım, on iki imamın yedincisidir.
lim ve fazîlette zamanının bir tanesi oldu. Din bilgilerinde oldu u gibi, zamanının bütün
fen ilimlerinde de söz sahibiydi. Yeti tirdi i talebeler, cebir ve kimya ilimlerinde çe itli
ke ifler yapmı lar, bu ilimlerin temel sistemati ini kurmu lardır. Fizik ve kimya ilimlerinin
konusunu te kil eden madde ve onlar üzerindeki bilgisi pek çoktu. Kimyanın babası sayılan
Cabir de, Câfer-i Sâdık'ın talebesidir.
mâm-ı Câfer'in en me hur talebesi, olan mâm-ı a'zâm, Câfer-i Sâdık'ın sohbetlerine
iki sene devâm ederek, o gizli ve açık mârifet kayna ından ilim ve evliyalık yolunda çok
faydalandı. mâm-ı a'zam, onun huzurunda kavu tu u yüksek mertebeleri anlatmak için; "O
iki sene olmasaydı, Numan helâk olmu tu." buyurmu tur.
Hakiki islam âlimleri, dinimizi, hiç de i tirmeden bugüne kadar ula tırmı tır. Bu
âlimlerden îman bilgilerini anlatanlara “Mütekellimîn", ibadetlerin nasıl olaca ını
bildirenlere, "Fukaha", kalb ile yapılacak ve sakınılacak eyleri ö reten ilme "Tasavvuf" ve
bu ilmin âlimlerine de "Mutasavvifîn" denildi. te mâm-ı Câfer hazretleri, bu üçüncü ilmi
anlattı.
Zamanın hükümdarı bir gece vezirine dedi ki: "Hemen git, mâm-ı Câfer'i buraya getir,
öldürmek istiyorum."Vezir, hükümdârı bundan vazgeçirmek için çok çalı tı ise de iknâ
edemedi. Mecburen ça ırmaya gitti. Hükümdar da cellatlara emir verdi. " mâm-ı Câfer içeri
girince, ben ba ımdan külahımı çıkarınca hemen ba ını vurun!" dedi. Bir müddet sonra,
mâm-ı Câfer-i Sâdık hazretleri içeri girdi. Hükümdar bunu görünce, derhal aya a kalktı.
Büyük bir tevazu ile onu kar ıladı. Koltu una oturttu, edeple kar ısına diz çöküp oturdu.
Cellatlar a ırıp kaldı. Hükümdar, Hz. imama ,"Efendim, benden iste iniz olursa emredin,
hemen yapayım." dedi. Hükümdara "O halde lütfen beni bir daha ça ırıp da ibadetten
alıkoyma." buyurup, gitmek üzere aya a kalktı. Hükümdar, izzet ve ikramla onu u urladı.
Gittikten sonra vücudunda bir titreme oldu, bayılıp dü tü. Kendine gelince, veziri sordu: "Bu
ne hâl?" Hükümdar; "O içeri girince, yanında bir aslan gördüm. Sanki bana "Onu incitirsen
seni parçalarım." diyordu. Ne yapaca ımı a ırdım." dedi. Buyurdu ki:
“ unlarla beraber bulunmaktan sakın:
1- Yalancıdan.
2- Cimriden.
3- Ahmaktan. Çünkü en çok i ine yarayaca ı zaman, seni bırakır.
4- Fâsıktan yani günah i lemekten utanmayandan!“
"Bir hata i ledi iniz zaman isti far edin, hatada ısrar helâk olmaya sebeptir. Bir
kimse geçim darlı ı çekiyorsa isti fara devam etsin." "Mihnete ükretmeyen, nîmete
ükretmez."
"Sadaka vererek rızkınızı ço altınız. Zekât vererek mallarınızı koruyunuz.
Tasarrufa riayet eden sıkıntı çekmez. Tedbirli, düzenli ya amak, geçimin yarısıdır.
nsanlarla iyi geçinmek, aklın yarısıdır. Musibet zamanında dizini döven, sevabından
mahrum olur. “
" u dört eyin azı da çoktur: Ate , dü man, fakirlik, hastalık."
" u üç ey Müslümana eref verir: Kendisine zulmedeni affetmek, bir ey
vermeyene iyilikte bulunmak ve kendisini aramayanı, arayıp sormak."

Silsile-i aliyye - 3- Kasım bin Muhammed


3- Kasım bin Muhammed
Kasım bin Muhammed hazretleri, tabiinin büyüklerinden ve Medine'de yeti en ve
kendilerine "fukaha-i seb'a" adı verilen yedi büyük âlimden biridir.
nsanları Hakka davet eden onlara do ru yolu gösterip, hakiki saadete kavu turan ve
kendilerine "silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velilerin üçüncüsüdür.
Babası Muhammed, Hz. Ebu Bekir'in o ludur. mam-ı Zeynel- âbidin ile de teyze
çocuklarıdır.Babası ehid edilip küçük ya ta yetim kalınca, halası Hz. Ai e validemizin
yanında büyüdü. Eshab-ı kiramdan birço una yeti mi ve onlardan ilim ö renip ba ta halası
Hz. Ai e, Ebu Hüreyre, ibni Abbas ve ibni Ömer gibi me hur sahabilerden hadis-i erif
rivayetinde bulundu.
Tasavvuf ilminde mütehassıstı. Vera ve takvada e i ve benzeri yoktu.
Resulullah efendimiz, tasavvuf ilminin bu yüksek marifetlerinin hepsini, bu zatın dedesi
olan Hz. Ebu Bekr-i Sıddik'ın kalbine akıttı. O, ruh ilminde de bir mütehassıs oldu.
Hz. Ebu Bekr-i Sıddik da Resulullah'tan aldı ı bu feyizleri, Eshab-ı kiramdan Selman-ı
Farisi'nin kalbine akıttı. Ruhu yükselten ve onu besleyen bu marifetlere, Muhammed bin
Kasım da, Selman-ı Farisi'nin sohbetlerinde bulunarak yeti ip bir ruh mütehassısı olmu tu.
Silsile-i aliyye büyüklerinin dördüncüsü olan mam-ı Cafer-i Sadık da, Kasım bin
Muhammedin sohbetinden feyz aldı.
Hadis ve fıkıh ilminde zamanının en yükse iydi. limde ve takvada e ine
rastlanamayacak bir yüksekli e eri mi ti. Çok hadis-i erif nakletti. lmi herkes tarafından
takdir edilirdi. Ömer bin Abdülaziz'in; "E er birini yerime halife seçmem gerekseydi,
Kasım'ı seçerdim" buyurmu tur.
Dini meseleler hakkında çok hassas davranır, ancak açık olanları hakkında fetva verirdi.
Her sabah Mescid-i Nebi'ye gelir, iki rekat namaz kılar, sonra Resulullah'ın minberi ile kabri
arasına oturur, kendisine sorulan meselelere fetva verirdi. Mezheb imamlarımızdan Malik
bin Enes de onun hakkında: "Kasım, bu ümmetin, fakihlerindendi" buyurmu tu.
Kendisi anlatır:
"Bir gün halam Hz. Ai e'nin yanına vardım. Ona; "Anacı ım (Halacı ım), bana
Peygamber efendimizin kabri erifine götür!" dedim.
Bunun üzerine bana Hücre-i Saadeti açtı. Üç kabir gördüm. Pek yüksek olmadıkları gibi,
pek yerle beraber de de illerdi. Üzerlerine kızılca çakıl ta ları dökülmü tü Peygamber
efendimizin erefli kabri hepsinden ilerdeydi. Hz. Sıddik'ın ba ı, Fahr-i kâinat hazretlerinin
mübarek sırtı hizasında, Hz. Ömer'in ba ı da Resulullah efendimizin aya ı hizasındaydı."
Mekke ile Medine arasında Kudeyd denilen yerde 725 senesinde vefat etti. Vefatından
önce gözlerini kaybetti. Ölece ini anlayınca o luna dedi ki:
"Benim üzerimde bulunan u elbiselerim kefenim olsun" dedi.
O esnada üzerinde gömlek, pe tamal ve cüppe vardı.
O lu; "Babacı ım bunu iki katına çıkarsak olmaz mı?" diye sordu. O luna buyurdu ki:
"Dedem Ebu Bekir de böyle üç parça bir kefene sarılmı tı. Bizim için ölçü onlardır.
Bu kadarı kâfi, sonra dirilerin yeni giyeceklere ölülerden daha çok ihtiyacı var."
Güzel sözlerinden birisi öyledir:
Bizden önce ya ayan büyüklerimiz, ba a gelen musibetleri güzellikle kar ılamayı,
kendilerine verilen nimetleri de alçak gönüllülük ederek almayı severlerdi.

24 Nisan 2013 Çarşamba

Silsile-i aliyye - 2- Selman-ı Farisî


2- Selman-ı Farisî
Selman-ı Farisi hazretleri, esbabı kiramın büyüklerinden ve me hurlarındandır. Silsiletüz
Zeheb diye bilinen "Altun silsilenin" (Büyük veliler silsilesinin) ikinci halkasıdır. Aslen
ranlı olup, isfehan yakınında bir köyde do up, büyüdü. Gençli inde Mecusi iken, Hıristiyan
rahipleriyle tanı ıp, Mecusili i terk etti. Kiliseye girip hıristiyan oldu. Çok ilim ö renip âlim
oldu. Sonra da uzun yıllar de i ik yerlerde kaldı.
Nihayet Medine'ye gelip Peygamber efendimiz (aleyhisselam) hicret edince maksadına
kavu up müslüman oldu ve Ehl-i beytten sayıldı.
Müslüman olmadan önce, ismi Mabeh idi. Müslüman olunca, Peygamberimiz O'na
Selman ismini verdi, ran'lı oldu u için de Farisi denildi inden ismi Selman-ı Farisi olarak
me hur oldu. Nesebi ise; Mabeh bin Buzah ah bin Mursilan bin Behbudah bin Firüz'dur.
Lakabı Selman-ül Hayr, künyesi ise Ebü Abdullah'tır.
Ebü'l-Ferec buyurdu ki: Abdullah ibn-i Abbas'ın yanında idim. Bana Selman-ı Farisi'nin
bir gün hayatını öyle anlattı:
Selman dedi ki: "Ben Faris ( ran)'ın, sfahan ehrinin Cey köyündenim. Babam köyün en
zengini olup, arazimiz ve malımız çoktu. Ben babamın tek çocu u idim. Beni herkesten çok
severdi. Bunun için beni kız gibi yeti tirdi. Evden çıkmama izin vermezdi. Babam Mecusi
(ate perest) oldu u için Mecusili i de bana evde tam bir ekilde ö retti. Evde devamlı bir
ate yanar biz ona tapar secde ederdik. Babamın malı ve mülkü çok oldu u için beni bir ara
dı arıya çıkardı ve dedi ki: "Yavrum ben öldü üm zaman bu malların sahibi sen olacaksın,
onun için git mallarını ve arazilerini tanı".
Ben de "peki" deyip bahçelerimizi dola tım. Bir gün tarlalara bakmaya gitti imde bir
Hıristiyan kilisesine rastladım. Onların seslerini i ittim, gidip baktım ki, içerde ibadet
ediyorlar. Ben daha önce öyle bir ey görmedi im için çok hayret ettim. Zira bizlerin ibadeti
bir miktar ate yakar ve ona secde ederdik. Fakat onlar görünmeyen bir Allah'a ibadet
ediyorlardı ve kendi kendime dedim ki, bunların dini haktır ve bizimki batıldır. Onun için
ak ama kadar onları seyrettim. Tarlalarımıza gitmedim, ak am oldu. Onlara dedim ki: "Bu
dinin aslı nerededir?" Bana, "Bu dinin aslı am'dadır" dediler, "Peki dedim. Ben de am'a
gitsem beni de bu dine kabul ederler mi?" "Evet kabul ederler" dediler. "Sizlerden yakında
am'a gidecek kimseler var mıdır?" diye sordum "Bir müddet sonra bir kervanımız am'a
gidecektir." Diye cevap verdiler ( sfahan’daki bu Hıristiyanlar, sfahan’a am'dan
gelmi lerdi ve sayıları da az idi.)
Ben bunlarla me gul olurken vakit geç oldu. Babam benim dönmedi imi görünce, beni
aramak için adam göndermi . Beni aramı lar bulamamı lar ve bulamadıklarını babama
söylemi ler. Tam bu sırada, ben de eve döndüm. Babam "Bu zamana kadar nerede kaldın.
Seni aramadı ımız yer kalmadı" dedi. Ben de "Babacı ım ben bu gün tarlaları dola mak için
yola çıktım, fakat yolda kar ıma bir Nasrani kilisesi çıktı. Ben de içeri girdim, baktım ki;
görmedikleri ve her eye hakim ve kadir olan bir Tanrıya iman ediyorlar. Onların ibadetlerine
a tım kaldım. Ak ama kadar onları seyrettim. Anladım ki onların dini daha do rudur."
dedim. Babam "Ey o lum sen yanlı dü ünüyorsun senin babalarının ve dedelerinin dini,
onların dininden daha do rudur. Onların dini bozuktur. Sakın onlara aldanma, inanma" dedi.
Ben de "Hayır babacı ım onların dini bizimkinden daha hayırlıdır ve onların dini haktır.
Bizimki (ate perestlik) ise batıldır." dedim. Babam buna çok kızdı ve beni el ve
ayaklarımdan ba layıp eve hapsetti. Ben daha önce "kilisede hıristiyan rahiplere; bu dinin
aslının nerede oldu unu sormu tum. Onlar da am'da oldu unu söylemi lerdi. Ben evde
hapis iken devamlı am'a gidecek olan kervanı beklerdim. Nihayet hıristiyan rahipler am'a
gidecek kervanı hazırlamı lardı. Bunu haber alınca beni ba layan iplerimi çözüp kaçtım ve
kervanın bulundu u kiliseye gittim.
Buralarda duramayaca ımı anlattım. O kervanla beraber am'a gittim. am'da hıristiyan
dininin en büyük âlimini sordum. Bana bir âlimi tarif ettiler. Onun yanına gittim. Ona
durumu anlattım.
Onun yanında kalmak istedi imi, ona hizmet edece imi söyleyip, ondan bana
Nasranili i ö retmesini rica ettim. O da kabul etti.
Ben de Ona hizmet etmeye, kilisenin i lerini yapmaya ba ladım. O da bana dini
ö retmeye ba ladı. Fakat sonradan Onun kötü kimse oldu unu anladım. Çünkü
hıristiyanların fakirlere vermesi için getirdikleri sadaka altın ve gümü leri kendine alır,
fakirlere vermezdi. Böylece ahsına yedi küp altın ve gümü biriktirdi. Fakat bunu benden
ba ka kimse bilmezdi. Bir müddet sonra o âlim vefat etti. Nasraniler onu defn etmek için
toplandılar. Onlara "Neden buna bu kadar hürmet ediyorsunuz, o hürmete layık bir insan
de ildir." dedim, "Sen bunu nerden çıkarıyorsun" dediler ve bana inanmadılar. Ben de
biriktirdi i altınların yerini bildi im için onlara gösterdim. Nasraniler yedi küp altını ve
gümü ü çıkardılar ve "Bu, defne ve techize layık bir kimse de ildir dediler ve bir yere atıp
üzerini ta la kapattılar. Sonra onun yerine ba ka bir âlim geçti. Çok âlim zahid bir kimse idi.
Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Hep ahiret için çalı ıyordu. Gece-gündüz hep ibadet
ederdi. Onu çok sevdim ve uzun zaman yanında kaldım. Onun ve kilisenin hizmetini yapar
ve de onunla ibadet ederdim. Vefat zamanı geldi ve ona "Ey benim efendim, uzun zamandan
beri yanınızdayım ve sizi çok sevdim. Çünkü sen Allahın emirlerine itaat ediyorsun ve men
ettiklerinden kaçıyorsun. Sen vefat etti in zaman ben ne yapayım. Bana ne tavsiye edersin"
diye sordum. Bana "O lum am'da insanları ıslah edecek bir kimse yok. Kime gitsen seni
ifsad ederler. Fakat Musul'da bir zat vardır. Ona gitmeni tavsiye ederim" dedi.
"Ben de peki efendim" dedim. O zat vefat edince am'dan Musul'a gittim. Onun tarif
etti i zatı buldum, ba ımdan geçenleri anlattım. Beni hizmetine kabul etti. O da di er zat
gibi çok kıymetli zahid, abid bir kimse idi. Onun vefat zamanı aynı soruları ona da sordum.
O da bana Nusaybin'de bir zatı tavsiye etti. O vefat ettikten sonra ben de derhal Nusaybin'e
gittim. Bahsedilen kimseyi bulup yanında kalmak istedi imi söyledim, iste imi kabul etti ve
bir müddet de onun hizmetinde kaldım. Bu zat da vefat etmek üzere iken, beni ba ka birine
göndermesini söyledim. Bu sefer bana Amuriye'deki bir Rum ehrinde bulunan ba ka bir
kimseyi tarif etti. Vefatından sonra da oraya gittim. Tarif edilen bu son ahsı da bulup,
hizmetine girdim. Uzun bir zaman da onun yanında kaldım. Artık onun da vefatı yakla mı tı.
O'na da beni birine havale etmesini rica edince, imdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat
ahir zaman Peygamberinin gelmesi yakla tı. O Arablar arasından çıkacak, vatanından hicret
edip, ta lık içinde hurması çok bir ehre yerle ecek. Alametleri unlardır: Hediyeyi kabul
eder, sadakayı kabul etmez, iki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır, diyerek alametlerini
saydı.
Yanında bulundu um son zat da vefat edince, onun tavsiyesi üzerine, Arab diyarına
gitmeye hazırlandım.
Ben Amuriye'de çalı ıp, bir kaç öküz ile bir miktar koyun sahibi olmu tum. Beni Kelb
kabilesinden bir kafile Arap beldesine gitmek üzere idi. Onlara dedim ki, bu sı ırlar ve
koyunlar sizin olsun, beni Arap vilayetine götürün. Kabul edip beni kafilelerine aldılar.
Vadiyül Kura denilen yere gelince bana ihanet edip, köledir diyerek beni bir yahudiye
sattılar. Yahudinin bulundu u yerde hurma bahçeleri gördüm. Ahir zaman Peygamberinin
hicret edece i yer herhalde burasıdır diye dü ündüm. Fakat kalbim oraya ısınmadı. Bir
müddet yahudinin hizmetinde kaldım. Sonra beni köle olarak amcasının o luna sattı. O da
alıp Medine'ye getirdi. Medine'ye varınca, sanki bu beldeyi önceden görmü gibiydim,
öylesine ısındım. Artık günlerim Medine' de geçiyor, beni satın alan yahudinin ba ında
bahçesinde çalı ıp, ona hizmetçilik yapıyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavu ma
arzusuyla bekliyordum.
''Bir gün beni satın alan yahudinin bahçesinde bir hurma a acı üzerinde çalı ıyordum.
Sahibim, yanında biri ile bir a aç altında oturup konu makta idi. Bir ara dediler ki, Evs ve
Hazreç kabileleri helak olsunlar. Mekke'den bir kimse geldi. Peygamber oldu unu söylüyor.
Ben bu sözleri i itince kendimden geçip az kalsın a açtan yere dü üyordum. Hemen a a ı
inip, O ahsa ne diyorsun? dedim. Sahibim bana bir tokat vurdu ve "Senin nene lazım ki
soruyorsun, sen i ine bak" dedi. O gün ak am olunca bir miktar hurma alıp, hemen Kuba'ya
vardım. Resulullah'ın yanına girip "Sen salih bir kimsesin, yanında fakirler vardır. Bu
hurmaları sadaka getirdim" dedim. Resulullah yanında bulunan Eshaba "Geliniz hurma
yeyiniz" buyurdu. Onlar da yediler. Kendisi asla yemedi. Kendi kendime i te bir alamet
budur. Sadaka kabul etmiyor dedim. Eve dönüp bir miktar hurma daha alıp, Resulullaha
getirdim. Bu hediyedir dedim. Bu defa yanındaki Eshab ile birlikte yediler, i te ikinci alamet
budur dedim. Götürdü üm hurma yirmibe tane kadar idi. Halbuki yenen hurma çekirdekleri
yüzlerceydi. Resulullahın mucizesiyle hurma artmı tı. Kendi kendime bir alameti daha
gördüm dedim. Resulullahın yanına ikinci defa varı ımda bir cenaze defnediyorlardı.
Nübüvvet mührünü görmeyi arzu etti im için yanına yakla tım. Benim muradımı anlayıp,
gömle ini kaldırdı. Mübarek sırtı açılınca Nübüvvet mührünü görür görmez varıp öptüm ve
a ladım. O anda Kelime-i ehadeti söyleyerek müslüman oldum. Sonrada Resulullaha uzun
yıllardan beri ba ımdan geçen hadiseleri bir bir anlattım.
Hâlime teaccüb edip, bunu Eshab-ı kirama da anlatmamı emir buyurdu. Eshab-ı kiram
toplandı, ben de ba ımdan geçenleri bir bir anlattım.."
Selmani Farisi iman etti i zaman Arap lisanını bilmedi i için tercüman istemi ti.
Gelen yahudi tercüman, Selman-ı Farisi'nin Peygamber efendimizi meth etmesini aksi
ekilde söylüyordu. O esnada Cebrail aleyhisselam gelip Selman'ın sözlerini do ru olarak
Resulullaha bildirdi. Durumu yahudi anlayınca, Kelime-i ehadet getirerek müslüman oldu.
Selman-ı Farisi müslüman olduktan sonra, köleli i bir müddet daha devam etti.
Peygamber efendimizin, "Kendini kölelikten kurtar ya Selmân" buyurması üzerine
sahibine gidip, azad olmak istedi ini söyledi. Buna zorla razı olan yahudi, üçyüz hurma
fidanı dikerek yeti tirip ve hurma verir hale getirme i ve kırk rukye altın (o zamanki ölçüye
göre bir miktar altın) vermesi artıyla kabul etti.
Bunu Resulullaha haber verdi. Resulullah eshabına; "Karde inize yardım ediniz"
buyurdu. Onun için üçyüz hurma fidanı topladılar. Resulullah "Bunların çukurlarım hazır
edip, tamam olunca bana haber ver" buyurdu. Çukurları hazırlayıp, haber verince
Resulullah te rif edip, kendi eliyle o fidanları dikti. Bir tanesini de Hz. Ömer dikmi ti. Hz.
Ömer'in dikti i hariç, hepsi, Allahü teâlânın izni ile, o sene hurma verdi. O bir taneyi de
söküp, kendi mübarek eli ile yeniden dikti ve dikti i anda hurma verdi. Bundan sonra Ehl-i
suffa arasına katıldı.
Buyurdular ki: Bir gün bir zat beni arıyor ve "Selman-ı Farisi'yi Mükatib-i fakir
(Efendisi ile hürriyetine kavu mak için belli miktarda anla an köle) nerdedir" diye
soruyordu. Beni buldu ve elindeki yumurta büyüklü ündeki altını verdi. Bunu alıp
Peygamberimize gittim ve durumu arzettim.
Resulullah altını tekrar Selmân-ı Farisi'ye verip, "Bu altını al borcunu öde" buyurdu.
Selman-ı Farisi, "Ya Resulallah, bu altın yahudinin istedi i a ırlıkta de il" deyince,
Resulullah o altını alıp, mübarek dilinin üzerine sürdü. "Al bunu! Allahü teâlâ bununla
senin borcunu eda eder" buyurdu. Selman-ı Farisi, "Allah hakkı için o altını tarttım, tam
istenilen miktarda geldi. Götürüp onu da sahibime verdim. Böylece kölelikten kurtuldum"
dedi.
Uzak diyarlardan geldi i için Eshab-ı kiramdan biriyle karde lik kurması emir
buyurulunca, Ebü Derda ile karde oldu. Hendek sava ından itibaren bütün gazalara katıldı.
Bedir ve Uhud sava ından sonra, Medine üzerine üçüncü defa yürüyen mü riklere kar ı nasıl
bir savunma yapılması gerekti i isti are ediliyordu. Bütün mü riklerin birle erek hücum
etti i bu sava ta Selman-ı Farisi, Resulullaha hendek kazmak suretiyle savunma yapmayı
söyledi. O'nun bu teklifi kabul edilip, hendek kazıldı. Bu sebeple bu sava a, Hendek Sava ı
denildi. Selman-ı Farisi, içlerinde Amr bin Avf, Huzeyfe bin Yeman, Nu'man bin Mukarrin
ile Ensar'dan altı ki inin bulundu u bir grubla beraber bulunuyordu. Kendisi güçlü ve
kuvvetli bir zat idi. Hendek kazma i inde gayet mahir ve becerikli idi. Yalnız ba ına on
ki inin kazdı ı yeri kazardı. Cabir bin Abdullah: "Selman'ın kendisine ayrılan be ar ın
uzunlu unda, be ar ın derinli inde yeri vaktinde kazıp bitirdi ini gördüm." buyurmu tur.
Hz. Selman'ın çalı masına Kays bin Sa'sa'nın gözü de mi ve Hz.Selman birden bire yere
yıkılmı tı. Eshab-ı kiram hemen Resulullaha ko mu ve ne yapmaları lazım geldi ini
sormu lardı. Peygamberimiz, "Kays bin Sa'saya gidin. Selman için bir kabta abdest
alsın. Abdest suyu ile Selman yıkansın. Su kabı Selman'ın arkasından ba a a ı
çevrilsin" buyurmu tur. Eshab-ı kiram, Peygamberimizin buyurdu u gibi yapınca, Selman-ı
Farisi bulundu u halden kurtulmu , kendine gelmi ve açılmı tı. Hendek sava ındaki gayret
ve hizmetinden dolayı Selman-ı Farisi'ye Peygamberimiz "Selman-ül Hayr""Hayırlı
Selman" buyurdu.
Selman-ı Farisi hazretleri müslüman olup, kölelikten kurtulduktan sonra, geçimini
sa lamak için ince hurma dallarından sepet örüp satarak geçimim temin ederdi. Kazancının
bir kısmını da fakirlere sadaka olarak da ıtırdı. Resulullah'ın yakınlarından olup, bazı
geceler huzurunda bulunarak ba ba a saatlerce sohbetinde kalırdı. Eshab-ı kiram tarafından
da çok sevilip hürmet görürdü. Selman-ı Farisi hazretleri dünyaya hiç ra bet etmezdi.
Ayakta duramayacak hale gelinceye kadar namaz kılar, sonra bedeni yorulunca oturur
dili ile zikir ederdi. Dili yoruldu u zaman da Allahü teâlânın yarattı ı eylerdeki hikmetleri
dü ünürdü ki, bu tefekkürü Peygamberimizin "Bir saat tefekkür bin sene ibadetten
hayırlıdır" buyurdukları tefekkürdü. Birazcık dinlenince "Ey nefsim sen iyi dinlendin.
imdi kalk Allahü teâlâya ibadet et."
Diline de "Ey lisanım, sen de Allahü teâlânın zikrine ba la" derdi. Müslüman olduktan
sonra bütün ömrü boyunca ak amdan sabaha kadar böyle ibadet etti. Hiç bir gece bu
ibadetleri kaçırmadı. Selman-ı Farisi hazretleri zaten Eshab-ı Suffe denilen ve
Peygamberimizin bizatihi kendilerini ilim ö renmekle vazifeli kıldıkları ve
Peygamberimizden hazarda ve seferde bir an ayrılmayan kimselerdendi.
Kalbinde zerre kadar Allah ve Resulullah a kından ba ka bir ey bulunmayan Selman-ı
Farisi hazretleri, kendisine gelen bütün dünya malını Allah rızası için da ıtırdı.
Elinde mal bulundurmazdı. Kinde kabilesinden bir hanım ile evlenmi ti. Evlendi i
kadının evine girdi i zaman duvarlarına süs e yalarının asılmı oldu unu gördü.
Zinetli, süs örtülerin Ka'be-i Muazzamaya yakı aca ını söyledi ve eve girmedi. Kapının
örtüsü hariç bütün örtüler kaldırıldı. Eve girdi i zaman bir hayli mal gördü. "Bunlar kimin
içindir" diye sordu. Dediler ki, "Senin ve hanımının malıdır. Buyurdu ki: "Resulullah bana
bunu tavsiye etmedi. Fakat bana bir yolcunun malından ve ihtiyacından fazla bir ey
bulundurmamamı tavsiye etti." Biraz sonra bir hizmetçi gördü. "Bu hizmetçi kimin" diye
sordu. "Senin ve ehlinindir" dediler. Buyurdu ki: "Halilim (sallallahü aleyhi ve sellem) bana
bunu tavsiye etmedi ve evinde nikahlı zevcenden ba ka kimse bulundurma, buyurdu. E er
bulundurursam onlar kadınların yapması icabeden eyleri (yalanı, geçimsizli i, dedikoduyu)
yaparlar diye tavsiye etti." Bunun üzerine hizmetçi kadını da gönderdi. Daha sonra
hanımının yanına girdi ve ona "Sen bana emretti im eylerde itaat edecek misin" diye sordu.
Hanımı "Senin meclisine itaat etmek üzere oturdum". Yani sana itaat etmek üzere
geldim, evlendim dedi. Bunun üzerine Halilim (sallallahü aleyhi ve sellem) bana buyurdu ki,
"Sen ehlinle Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek üzere bir araya gel" dedi.
Bundan sonra namaz kılmaya kalktı ve ehline de namaz kılmasını emretti. Çok ibadet
edip gözya ı döktü ve bereketli kılması için Allahü teâlâya dua etti. Selman-ı Farisi
hazretleri hanımı ile de gayet zahidane bir hayat sürdüler. Eshab-ı Suffe içerisinde
Resulullahın önünde, islam ilimlerini ö reniyordu. Hz. Selman (radıyallahü anh) senelerce
fakirlik ve kölelik içerisinde çekti i sıkıntıları, vahiy pınarının berrak sularından, kana kana
içip gideriyordu. Ehl-i Suffe içerisinde Resulullaha en yakın olan Selman-ı Farisi hazretleri
idi. Hz. Ai e buyuruyor ki: "Selman-ı Farisi geceleri uzun zaman Resulullah ile beraber
kalırdı ve sohbetinde bulunurdu. Neredeyse Resulullahın yanında bizden fazla kalırdı.
Peygamberimiz "Allahü teâlâ bana dört ki iyi sevdi ini bildirdi. Ve bu dört ki iyi
sevmemi emretti. Bunlar: Hz. Ali, Ebü Zerr-i Gıfarı, Mikdad ve Selman-ı Farisi"
buyurdular.
Hz. Ebu Bekir devrinde Medine'den ve Hz. Ebu Bekir'in sohbetinden bir an ayrılmayan
Hz. Selman, Hz. Ömer zamanında ran fethine katılmı tır, islam ordusunun büyük zaferlere
kavu tu u bu seferlerde Selman-ı Farisi'nin çok büyük hizmetleri olmu tur, iranlılar
hakkında büyük malumat sahibi idi. Çünkü kendisi iranlıydı. ranlıları kendi lisanlarıyla dine
davet ediyor, onlara islamiyeti anlatıyordu. ranlılar sava larında fil kullanıyorlardı.
Müslümanlar o zamana kadar fil görmedikleri için çok a ırdılar. Hz. Selman fillerle nasıl
çarpı ılaca ını ve nasıl öldürülece ini islam askerlerine gösterdi. ran'ın Medayin ehri
alınınca onu Hz. Ömer ehre vali tayin etti. lmi, basireti vazifesindeki adaleti ve nezaketi ile
Medayin halkı tarafından çok sevilip sayıldı. Böylece islamiyet orada süratle yayıldı.
Selman-ı Farisi hazretleri Hz.Ömer zamanında Medayin valisi iken otuz bin ki iye hutbe
okudu u zaman yanında da iki parçadan müte ekkil bir hırka vardı. Hırkasının bir parçasını
namazlık olarak serer namaz kılar, di er parçasını da giyerdi. Ondan ba ka hiçbir elbisesi
yoktu. Vali oldu u için kendisine maa verildi. Maa ını aldı ı zaman ondan hiçbir ey
harcamaz hepsini fakirlere da ıtırdı. Kendi eme i ile geçinirdi. Topraktan tabak çanak yapar
üç dirheme satardı. Onun bir dirhemi ile bir daha tabak yapmak için malzeme alır, bir
dirhemini sadaka verir, bir dirhemiyle de evinin ihtiyacı olan eyler alırdı. Üzerinde damı
(tavanı) bulunmayan basit bir evde ya ardı. Bir tarafta güne gelince, duvarlardan güne
gelmeyen yere geçer, oraya güne gelince güne gelmeyen di er tarafa geçerdi. Medayin'de
vali iken am'dan bir kimse geldi. Yanında bir çuval incir vardı. Selman-ı Farisi hazretlerini
tek bir hırka ile görünce i çi zannetti ' "Gel unu ta ı" dedi. Hz. Selman çuvalı yüklendi ve
yürümeye ba ladı. Hz. Selmanı tanıyanlar adama "Sen ne yapıyorsun bu validir" dediler.
Adam, Hz. Selman'a dönüp "Kusurumu ba ı layınız, sizi tanıyamadım. Çuvalı indirin" dedi.
Hz. Selman; "Hayır niyet ettim gidece in yere kadar götürece im" dedi ve adamın evine
kadar götürdü. Selman hazretleri böylesine de tevazu sahibi idi.
Çok sade bir hayat ya ayan Selman-ı Farisi hazretleri, Hz. Osman devrinde hastalandı.
Bu sırada kendisini ziyarete gelen Sa'd bin Ebi Vakkas'a artık dünyadan ayrılaca ım ve
bütün servetinin bir kase (tas), bir le en, bir kilim ve bir hasırdan ibaret oldu unu söyledi.
Kendisini ziyarete gelen Eshab-ı kiram nasihat isteyince, onlara hasta oldu u halde devamlı
nasihatde bulunuyordu. Bu hastalı ı neticesinde Medayin'de vefat etti. Vefat etti inde
ikiyüzelli ya ında bulunuyordu 35 (m. 655).
Selman-ı Farisi hazretleri, Peygamberimizden altmı civarında hadis-i erif rivayet
etmi tir. Bunlardan otuz kadarında Buhari ve Müslim ittifak edip, kitaplarına almı lardır,
ilim ö retmeyi çok severdi.
Çok âlim yeti tirmi tir. Ebü Said el-Hudri, ibn-i Abbas, Evs bin Malik, Onun talebeleri
arasında idi. Ebü Hureyre ondan hadis-i erif rivayet etmi tir. Tabiinin büyüklerinden ve o
zaman Medine'de Fukaha-i Seb'a denilen, yedi büyük âlimden biri olan, Kasım bin
Muhammed de Selman-ı Farisi'nin talebelerindendir. O'nun derslerinde ve sohbetlerinde
kemale gelmi tir.
Selman-ı Farisi hazretleri, Resulullahın huzurunda ve sohbetlerinde kemale geldi.
Zahir ve batin ilimlerinde çok yüksek derecelere kavu tu. Eshab-ı kiramın hepsi de
böyle olmu tu. Fakat Resulullahdan herkes, kendi kabiliyeti ve kapasitesi kadar feyz alırdı.
Hz. Ebu Bekir'in kavu tu u derecelere hiçbir Sahabi kavu amadı.
Selman-ı Farisi hazretleri, Resulullahdan sonra Hz. Ebu Bekir'in sohbetinde ve
hizmetinde de çok bulunarak, O'ndan da feyz aldı.
Hanımı anlatır: Vefatına yakın bana: "Evde biraz misk olacak, onu suya koy ve ba ımın
etrafına saç, insan ve cin olmayan kimseler (melekler) yanıma geleceklerdir" dedi. Söyledi i
gibi yaptım. Dı arı çıktım.
Odadan, "Esselamü aleyke, ey Allahın velisi ve Resulullahın arkada ı" diyen bir ses
duydum, içeri girdi imde ruhunu teslim etmi ti. Yata ında uyuyor gibiydi.
Said bin Müseyyeb, Abdullah bin Selam'dan naklen anlatır: "Selman-ı Farisi bana: "Ey
karde im, hangimiz evvel vefat ödersek, vefat eden kendini, hayatta olana göstersin" dedi,
ben de bu mümkün müdür? dedim. "Evet, mümkündür. Çünkü mü'minin ruhu bedeninden
ayrılınca, istedi i yere gidebilir; kâfirin ruhu Siccinde habsedilmi tir" dedi. Selman vefat
etti. Birgün kaylüle yaparken (gün ortasında uyurken) Selman'ın geldi ini gördüm. Selam
verdi. Selamına cevap verdim. Yerini nasıl buldun diye sordum, " yidir. Tevekkül et.
Tevekkül ne iyi eydir" dedi ve üç kere tekrarladı."
Selman-ı Farisi hazretlerinin ilmi ile fazileti pek çoktu. Her ilimde âlim idi. Hz. Ali,
"Selman-ı Farisi evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini ö renmi bitmez tükenmez bir denizdir"
buyurmu lardır. Resûlullaha sıdk ve muhabbeti sebebiyle Eshab-ı kiramın seçkinleri arasına
Resulullah tarafından dahil edildi. Muhacirlerle Ensar arasında, Muhacirlerden mi yoksa
Ensardan mı meselesinde ihtilaf çıkınca Peygamberimiz, "Selman bizdendir, ehl-i
beyttendir" buyurdu.
Hadis-i eriflerde buyuruldu ki:
"Cennet üç ki iye mü taktır (Yani evkle onları beklemektedir) Aliyyül Murtaza,
Ammâr bin Yaser ve Selman-ı Farisi."
"Dört ki i fazilette öne geçmi tir. Ben Arabları, Süheyl Rumları, Selman Farsları,
Bilal Habe ileri geçmi iz."
"Ey Selman, hastanın duası kabul olunur. Dua et ve anlıyarak dua yap! Sen dua et,
ben de amin diyeyim!"
"Ey Selman Kur'an-ı kerimi çok oku!"
Ebu Hureyre hazretleri, Onun iki kitabı da bildi ini söylemi tir. Bunlardan birisi incil
di eri de Kur'an-ı kerimdir.
Buyurdu ki:
"Mü'min, doktoru yanında olan hastaya benzer. Doktoru, ona yarayan ve yaramıyanı
bilir. Hasta, kendine zararlı bir eyi isterse, mani' olur ve yersen ölürsün der.
Mü'minin hali budur. O birçok eyleri arzular, ama Allahü teâlâ mani' olur, ta ölünciye
kadar. Sonra Cennete gider."
" a ılır u kimseye ki, dünyaya hırsla sarılır, ama ölüm onu aramaktadır. Unutmu ama
unutulmu de ildir. Güler, ama bilmez ki, Rabbi ondan razı mıdır, yoksa de il midir?"
"Üç ey beni hayrete dü ürdü. Bunlar; ölüm kendisini yakalamak üzere oldu u halde,
dünyalık pe inde olan kimselerin hali, kendisi gaflete dalıp, kendini unuttu u halde
unutulmamı olup, hesaba çekilecek olan kimseler ve Rabbinin kendinden razı olup,
olmadı ını bilmedi i halde, a ız dolusu gülen kimselerin hali."
Gayet az yerdi. Bir sofrada kendisine daha ziyade yemesi için ısrar edilince,
Peygamberimizin kendisine; "insanların ahirette çok açlık çekecek olanları, dünyada
doyuncaya kadar yemek yiyenlerdir." buyurdu unu haber verdi. Çok cömert olan Selman
hazretleri günlük gelirinin ço unu da ıtırdı ve el eme i ile geçinirdi. Fakirleri daima
doyurur, onlarla beraber yerdi. Kendisi çok ihtiyar oldu u halde kendi i ini kendi görürdü.
Bir ey ta ırken elleri titrerdi. Halk etrafına toplanır, e yalarını biz ta ıyalım derler, onlara;
"Hayır yerine kadar kendim götürece im" derdi. Halbuki emrinde binlerce ki i vardı.
Buyurdular ki; "ilim çoktur fakat ömür kısadır. O halde önce dinde zaruri lazım olan
ilimleri ö ren!"
"Kalb ile bedenin hali kör ve topal bir kimsenin hali gibidir. Kör bir a acın altına gider,
fakat onda meyve oldu unu göremez. Topal, a açtaki meyveyi görür fakat alamaz, ilahi
nimetleri kalb bilmeli, inanmalı, beden de onunla amil olmalı ki ahıretteki sonsuz ni'metlere
kavu mak nasib olsun."
"Sizler mümkün oldu u kadar sabah çar ıya ilk çıkan ve ak am en son dönen olmayınız.
Çünkü bu iki vakit eytanların harp ettikleri zamanlardır."
"Mü'minler de çok eyler arzu ederler. Fakat Allahü teâlâ onlara faydalı olanları yaratır,
zararlı olanları yaratmaz. Mü'minler bu ekilde vefat ederler. Ve Allahü teâlânın Cennetine
girerler."
"Bir kimse Allahü teâlâya açık günah i lerse; tövbesi açık, gizli olarak günah i lerse
tövbesi gizli olur. Tövbe ettikten sonra: "Ya Rabbi bu tövbe ile günahımı affet" diye dua
etsin."
"Üç ey beni devamlı a latır: Birincisi, Resulullahın vefatı. Bu ayrılı a dayanamadım ve
durmadan a lıyorum. kincisi, kabirden kalktı ım zaman hâlim ne olur, onu bilmedi im için
a lıyorum. Üçüncüsü, Allahü teâlâ beni hesaba çekti i zaman Cennetlik miyim Cehennemlik
miyim bilemiyorum. O zaman hâlim ne olur, bilemiyorum, onun için a lıyorum."
Selman-ı Farisi hazretleri bir gün bir vesk (bir deve yükü = 250 litre, nafaka sabn aldı.
Bir kimse onu gördü ve "Ya Selman bu kadar nafakayı ne yapacaksın. Bunu bitirecek kadar
ömrün oldu unu biliyor musun?" diye sordu. Hz. Selman; "Nefis nafakasını aldı ı zaman
insan mutmain (rahat; olur. Ondan sonra nafaka ve ba ka bir ey dü ünmeden Allahü
teâlânın zikri ile me gul olabilir, insan nafakası tamam olunca, ibadetler ve vesveselerden
emin olur." dedi.
Selman-ı Farisi hazretleri arkasından bir kimsenin yürüdü ünü gördü ü zaman, "Bu hal,
sizin için hayırlı, fakat benim için fenadır" buyurur, hiç kimsenin arkasından yürümesini
istemezdi.
"Bir zenginle arkada oldu un zaman, onun yanında dereceni dü ürmek istemiyorsan
kendisinden bir ey isteme. Çünkü istemek insano lunun yüzünde siyah bir lekedir. Verileni
red eden kimse ise, verenin gözünde büyük ve ona kar ı makamını korumu olur."
"Farzları tam yapmadı ı halde, nafilelerle derecesini yükseltmeye çalı an kimsenin hali,
sermayesi elinden çıktı ı (iflas etti i) halde kâr pe inde ko an bir tüccarın haline benzer."
"Mü'minin ölüm zamanında alnının terlemesi, gözleri ya arıp, burun deliklerinin
kabarması, Allahü teâlânın rahmetine nail oldu unun alametidir."
Kur'an-ı kerimi tilavet eden bir kimseden Hicr süresindeki, " üphesiz ki o azgınların
hepsine va’d olunan yer, Cehennemdir." Ayetini i itince, feryad etti ve ba ını iki eli
arasına alıp, çıkıp gitti Üç gün kendine gelemedi. Ne yaptı ını dahi farkedemiyordu.
Medayin'de iken Ebü'd-Derda'ya yazdı ı mektubta, "Hastaları tedavi etmek için tebabete
ba ladı ını ö rendim. Gerçek tabib isen nasihata devam et. Çünkü sözün ifadır. Yok e er
hakiki tabib de il isen Allah'dan kork, müslümanların kanına girme" buyurdu.
"Namaz bir ölçekdir. Kim dolu dolu ölçer, onu hakkıyla kılarsa, büyük ecir ve mükafata
kavu ur. Kim ki, eksik ölçerse (adabına uygun kılmazsa Allahü teâlâ'nın buyurdu u Veyl'i
(Cehennemi) hatırlasın” Ebü Vail diyor ki: Bir arkada ımla Selman'ın ziyaretine gittim. Bize
bir miktar arpa ekme i ile biraz da tuz getirdi. Arkada ım " u tuzun yanında biraz da sater
(kekik gibi bir ot) olsaydı" dedi. Bunun üzerine Selman matarasını rehin vererek o otu aldı
geldi. Yeme i bitirince arkada ım, "Bize verdi i nimete kanaat etti imiz, Allahü teâlâ'ya
hamdederiz" dedi. Selman: "E er kanaat etseydin, benim matara rehin olmazdı" buyurdu.
"Eline geçmedi i halde geçmi gibi nimetlere ükür edip razı olan, eline geçmi
hükmündedir" buyurdu.
Kendisine hakaret edip, kötü sözler söyleyen birisine "E er ahirette günahlarım a ır,
sevaplarım hafif gelirse; senin söyledi inden çok daha kötüyüm. Yok günahlarım hafif,
sevablarım a ır gelirse; senin sözlerinin bana bir zararı olmaz" diye cevap verdi.
"Dünyada Allah için tevazu edin Dünyada tevazu' sahibi olanları Allahü teâlâ kıyamet
günü yüceltir"
"Cehennemin zulmeti ve azabı, dünyada iken insanların kendilerine ve ba kalarına
yaptıkları zulümdür."
Kendisine niçin yeni güzel elbise giymiyorsun diyenlere buyurdu ki: "Kölenin güzel ve
iyi elbise ile ne münasebeti olabilir. Azad oldu u (Cehennemden kurtuldu u zaman hiç
eskimeyecek ve çok güzel elbiseler kendisine giydirilecektir."
Sa'd'a (radıyallahü anh), nasihatında "Bir eyi yapmaya niyet etti in zaman niyetinin,
azminin üzerinde Allahü teâlâ'dan kork (haram ve günah olan bir eye azmetme)" buyurdu.
Selman-ı Farisi hazretleri ölüm dö e ine yattı ı vakit a ladı. Sebebini soranlara
"Dünyadan ayrıldı ım için a lamıyorum.
Ancak Resul-i Ekrem Efendimiz; "Dünyadan ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol
azı ından fazla olmasın" buyurmu tu, i te buna a lıyorum" dedi. Halbuki öldü ü vakit
bıraktı ı malın kıymeti on dirhem civarında idi.
Bir gün yanında misafiri oldu u halde Medayinden çıkıp bir yere gidiyorlardı. Yolda
karınları acıktı, yiyecek bir eyleri de yoktu. Orada geyikler vardı ve süvari atıyla dahi onlara
yeti emezdi. Ku lar vardı. Fakat avcılar onları vuramazlardı. Zira uzaktan hemen kaçarlardı.
Selman-ı Farisi hazretleri bir geyik ile bir ku u yanına ça ırdı, ikisi de yanlarına geldi.
Onlara "Bu kimse benim misafirimdir. Sizi ona ikram etmek istiyorum" buyurdu. Geyik ve
ku hiç itiraz etmediler. Onları kesip yediler. O zat bu i e çok hayret etti ve "Ey efendim,
geyik ve ku u ça ırdınız hiç kaçmadan yanınıza geldiler, ben buna hayret ettim" dedi. Hz.
Selman buyurdu ki "Bunda hayret edilecek bir ey yok. Bir kimse Allahü teâlâ'ya itaat eder
ve O'na hiç günah i lemezse, her ey ona itaat eder."
"Allahü teâlâ mü'minin hastalı ını ona kefaret yapar ve günahlarının affına sebeb olur.
Fasıkın hastalı ı ise, sahibi tarafından ba lanan devenin hali gibidir. Daha sonra salındı ında
niçin ba landı ını ve neden salındı ını bilmez."
Selman-ı Farisi hazretlerinin, Peygamberimizden rivayet etti i hadis-i eriflerden
bazıları unlardır:
" nsanlar ilim ö renip, ameli terk ettikleri, dil ile sevi ip kalbten dü manlık
besledikleri ve sıla-ı rahmi (akraba ziyaretini) terk ettikleri zaman, Allah onlara lanet
eder, kulaklarını sa ır (hakikati dinlemez), gözlerini kör (do ruyu göremez) eder."
"Allahü teâlâ'nın yüz rahmeti vardır. Bunlardan yalnız birini dünyaya indirdi.
insan ve cin, ku ve bütün hayvanlar, bu bir rahmetin tesiriyle birbirine acır ve
birbirlerine merhamet ederler. Di er doksandokuz rahmeti Ahirete bıraktı. Onlar ile
de kullarına merhamet edecektir."
"Muhakkak ki sizin Rabbiniz haya ve kerem sahibidir. Kulları, ellerini kaldırıp
kendisinden bir ey istedikleri zaman, onları bo çevirmekten haya eder."
Hz. Selman; "Resul-i Ekrem, bizde olmayan eyi misafir için almak suretiyle külfete
girmememizi ve mevcut ile yetinmemizi bizlere emretmi tir" demi tir.
"Dünya malından nasibiniz, yolcunun azı ı gibi olsun"
"Malıyla Allahü teâlâ'ya itaat eden ve malının zekatını veren mal sahibi, kıyamet
günü serveti ile beraber gelir.
(Sırat köprüsünden geçerken) her ne zaman Sırat önüne dikilirse, malı, "geç, geç
zira sen Allahü teâlânın bende olan hakkını ödedin" der. Sonra da malındaki Allahü
teâlânın hakkını ödemeyen gelir. Malı yanında Sırat köprüsü önüne çıkınca, mal,
"Yazık sana, neden Allahü teâlânın bende olan hakkını ödemedin?" diye onunla alay
eder durur. Ta ki adam "Vay bana, ben ne yaptım" deyinceye kadar. Sıratı geçip
Cennete kavu amaz"
"Misafir için külfete girmeyin; misafir buna üzülür. Kim ki misafiri küstürürse,
Allahü teâlâyı küstürmü olur. Allahü teâlâyı küstürene de Allahü teâlâ b

23 Nisan 2013 Salı

Silsile-i aliyye - 1- Ebubekr-i Sıddîk


1- Ebubekr-i Sıddîk
Hz. Ebû Bekir, daha Müslüman olmamı tı. Çok te’sîrinde kaldı ı bir rü’yâ gördü. Gökten dolunay
inip, Kâ’be-i muazzamaya gelmi ve sonra parça parça olmu , parçalar Mekke’deki her evin üzerine
dü mü , sonra da tekrar bir araya gelip gö e yükselmi ti. Fakat, kendi evine dü en ay parçası evde
kalmı tekrar gö e yükselmemi ti. Hz. Ebû Bekir, evin kapısını kapayarak, ay parçasının çıkmasına
mâni olmu tu.
Kavminden Peygamber gelecek
Sabahleyin heyecanla uyanan Hz. Ebû Bekir, hemen bir Yahûdî âlimine gidip, rü’yâsını anlattı. O da
dedi ki:
- Bu rü’yâ karı ık rü’yâlardan biridir. Bunun ta’bîri yapılamaz.
Fakat bu söz O’nu tatmin etmemi ti. Devamlı bu rü’yânın ta’bîrini dü ünüyordu.
Bir zaman sonra ticâret maksadıyla gitti i yerde, râhip Bahîra’ya rü’yâsını anlattı. Rü’yâ Bahîra’nın
çok dikkatini çekti. Bunun için Hz. Ebû Bekir’e sordu:
- Sen nerelisin?
- Kurey ’tenim.
- Tamam. imdi rü’yânı ta’bîr edeyim. Mekke’de, bu kavimden bir peygamber gelecek, O’nun hidâyet
nûru her yere yayılacak. Sen, O hayatta iken O’nun vezîri, vefâtından sonra da Halîfesi olacaksın!..
Hz. Ebû Bekir ne yapaca ını a ırmı hâldeyken, râhip Bahîra sözlerine öyle devam etti:
- imdi sen hemen memleketine dön! O’na ula ! O’na vahiy gelmeye ba ladı ında, git herkesten
önce O’na îmân et!
Hz. Ebû Bekir bu ta’bîri kimseye anlatmadı. Peygamber efendimiz, peygamberli ini teblî e
ba layınca sordu:
- Peygamberlerin, peygamber olduklarına dâir delîlleri vardır. Senin delîlin nedir?
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Peygamberli ime delîl, o rü’yâdır ki, bir Yahûdî âliminden ta’bîrini istedin. O âlim, “Karı ık bir
rü’yâdır, i’tibâr edilmez” dedi. Sonra râhib Bahîra, do ru ta’bîr etti. Yâ Ebâ Bekr, seni Allahü
teâlâya ve Resûlüne îmân etme e da’vet ederim.
Bunun üzerine, Hz. Ebû Bekir, kelime-i ehâdet getirerek Müslüman oldu. Zaten bir gece önce öyle
dü ünmü tü:
Aklıma yatmıyor
“Baba ve dedelerimizin seçti i din, hiç aklıma yatmıyor. Zîrâ hiçbir zarar ve fayda vermeye kâdir
olmayan bir heykele tapınmak, ibâdet etmek akıllıca bir i de ildir. Bu kadar muazzam bir kâinâtın bir
yaratıcısı olması lâzımdır. Fakat bunu kendi aklım ile bulmam mümkün de ildir. Yarın gidip durumu
Muhammed aleyhisselâma anlatayım. Bu durumu ancak O’na arz edebilirim. Zîrâ, olgun ve akıllı,
do ru görü lü, hiç yalan söylemiyen bir kimsedir. Herkes O’ndan Muhammed-ül emîn diye
bahsetmektedir. O, ne yapmamı isterse ona göre hareket ederim.”
Resûlullah efendimiz de, aynı gece, Hz. Ebû Bekir’i slâm’a da’veti dü ünmü tü. Sabah olunca her
ikisi de aynı dü ünce ile birbirlerinin evine gitmek üzere evlerinden çıktılar. Yolda kar ıla tıklarında,
“Sözle meden birle tik” dediler.
Hz. Ebû Bekir, Peygamber efendimizin huzurlarında Müslüman olur olmaz, hemen yakın arkada ları
hatırına geldi:
- Yâ Resûlallah, müsâade ederseniz, yakın arkada larımı da huzûrunuza getirip, onların da
Müslüman olmalarını arzû ediyorum. Onların da ebedî saâdete kavu malarını istiyorum, diyerek
arkada larına ko tu.
Arkada larım dedi i, Hz. Osman, Hz. Talhâ bin Ubeydullah, Hz. Zübeyr, Hz. Abdurrahmân bin Avf,
Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh gibi, ileride Eshâb-ı kirâmın ileri
gelenlerinden ve Cennetle müjdelenenlerden olacak kimselerdi.
Gelin îmân edin
Hz. Ebû Bekir, yeni Müslüman olmasının a k ve evkiyle, Mescid-i Harâma vardı ında,
dayanamayıp, mü rikler tarafına dönerek seslendi:
- Bütün kâinâtın yaratıcısı olan Allahü teâlâyı bırakıp, niçin gidip, bu âciz putlara tapıyor,
onlara yüz sürüyorsunuz. Gelin, Allaha ve O’nun resûlü Muhammed aleyhisselâma îmân edin!
Bunun üzerine mü rikler, hep birlikte üzerine yürüdüler. Kendisini çok fecî ekilde dövdüler.
Kabîlesinden gelen ba’zı kimseler, kendisini baygın bir hâlde evine götürdüler.
Hz. Ebû Bekir, uzun bir süre kendisine gelemedi. Ayılması için yapılan bütün gayretlerden bir netîce
alınamıyordu. Artık, ümitsiz bir ekilde ba ında beklemeye ba ladılar. Nihâyet ak am üstü biraz
kendine gelir gibi oldu. Gözünü açar açmaz, a zından çıkan ilk kelâm u oldu:
- Resûlullah, ne yapıyor, O ne hâldedir? O’na bir ey oldu mu?
Annesi Ümmülhayr sevinç içinde dedi ki:
- Yavrum, bir ey arzû eder misin, yiyip içmek ister misin?
- Anneci im, ben Resûlullaha bir ey oldu mu diye soruyorum. O’nun hakkında bana bilgi getirmedi in
takdîrde, ne bir lokma yerim, ne de bir ey içerim.
- Evlâdım, vallahi, O’nun hakkında bir bilgim yok. Onun için sana cevap veremiyorum. Sen biraz ye,
kendine gel. Sonra O’nun durumunu ö renirsin.
- Hayır anne!.. Sen Ümm-i Cemil’e git ve de ki: O lum Ebû Bekir, senden Resûlullahı soruyor. Acaba
ne hâldedir?
Annesi de îmân etti
Annesi hemen gidip, Ümm-i Cemil’e durumu anlattı.
Daha sonra, annesi ve Ümm-i Cemil’in yardımıyla, yava yava Hz. Erkam’ın evine vardı.
Peygamber efendimizi sa sâlim görünce çok sevindi, Resûlullaha sarıldı. Artık bütün a rılarını
unutmu tu. Peygamber efendimize dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bu benim annem Selmâ’dır. Ona duâ etmenizi istiyorum. O da hidâyete kavu sun!
Peygamber efendimiz duâ buyurdu. Böylece annesi de, îmân ile ereflendi ve ilk Müslümanlardan
oldu.
Resûlullah efendimiz Mi’râca çıktıktan sonra, ertesi gün, Kâ’be yanında mi’râcını anlatınca, i iten
mü rikler, inkâr edip, alay etmeye ba ladılar. Müslüman olmaya niyetli olanlar da vazgeçtiler.
Mü rikler, “Tamam, bu defa bir koz yakaladık” diyerek Hz. Ebû Bekir’e gidip sordular:
- Ey Ebâ Bekr! Sen çok defa Kudüs’e gidip geldin. yi bilirsin. Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek, ne
kadar zaman sürer?
- yi biliyorum. Bir aydan fazla.
Mi'râcınız mübârek olsun!
Kâfirler bu söze sevindi. “Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur” dediler. Gülerek, alay ederek ve
Hz. Ebû Bekir’in de kendi kafalarında oldu una sevinerek, “Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip
geldi ini söylüyor” diyerek, Ebû Bekir’e sevgi, saygı gösterdiler.
Hz. Ebû Bekir, Resûlullahın mübârek adını i itince;
- E er O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip gelmi tir, deyip içeri girdi.
Kâfirler neye u radıklarını anlıyamadı. Önlerine bakıp gidiyorlar ve bir taraftan da diyorlardı ki:
- Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imi . Ebû Bekir’e de sihir yapmı .
Hz. Ebû Bekir hemen giyinip, Resûlullahın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle dedi
ki:
- Yâ Resûlallah! Mi’râcınız mübârek olsun! Allahü teâlâya sonsuz ükürler ederim ki, bizleri, senin
gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla ereflendirdi. Parlıyan yüzünü görmekle ve kalbleri alan,
rûhları çeken tatlı sözlerini i itmekle ni’metlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün do rudur.
nandım. Canım sana fedâ olsun!
Böylece Hz. Ebû Bekir, o gün tereddüde dü en Müslümanların tereddütlerini giderdi, di erlerinin
ma’nevîyatlarını güçlendirdi. Böyle tereddütsüz îmân etmesinden dolayı Resûlullah, o gün Hz. Ebû
Bekir’e Sıddîk dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi.
Beraber hicret ederiz
Mekke’de mü riklerin, Müslümanlara yaptıkları baskılar ve i kenceler üzerine, Müslümanların ço u,
Resûlullah efendimizin izniyle Medîne’ye hicret etti. Hz. Ebû Bekir de hicret için izin istedi inde,
Resûl-i ekrem buyurdu ki:
- Sabreyle. Ümîdim odur ki; Allahü teâlâ bana da izin verir. Beraber hicret ederiz.
- Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Böyle ihtimâl var mıdır?
- Evet vardır.
Peygamber efendimizin bu cevapları, Hz. Ebû Bekir’i sevindirmi ti.Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir
hazırlıklara ba ladı. Hicret için iki deve satın aldı ve o günü beklemeye ba ladı. Artık Mekke’de
sadece; sevgili Peygamberimiz ile Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, fakîrler, hastalar, ihtiyârlar ve mü riklerin
hapse attı ı mü’minler kalmı tı.
Di er taraftan Medîneli Müslümanlar, ya’nî Ensâr, hicret eden Mekkelileri ya’nî Muhâcirleri çok iyi
kar ılayıp, misâfir ettiler. Aralarında kuvvetli bir birlik meydana geldi.
Resûlullah efendimiz, hicret gecesi, Allahü teâlânın emriyle evinde Hz. Ali’yi bırakıp, mü riklerin
üzerine toprak saçarak uzakla ıp, Hz. Ebû Bekir’in evine gitti. Hz. Ebû Bekir’e buyurdu ki:
- Hicret etmeme izin verildi.
Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk heyecanla sordu:
- Mübârek aya ınızın tozuna yüzümü süreyim yâ Resûlallah! Ben de beraber miyim?
Efendimiz cevap verdiler:
- Evet...
Anam-babam fedâ olsun
Hz. Ebû Bekir sevincinden a ladı. Gözya ları arasında dedi ki:
- Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Develer hazır. Hangisini murâd ederseniz, onu kabûl
buyurunuz.
- Benim olmayan deveye binmem. Ancak bedeliyle alırım.
Bu kesin emir kar ısında mecbur kalan Hz. Ebû Bekir, devenin bedelini söyledi.
Hz. Ebû Bekir, Abdullah bin Üreykıt isminde, kılavuzlu u ile me hûr olan zâtı ça ırıp, yol göstermesi
için ücretle tuttu ve develeri üç gün sonra Sevr da ındaki ma araya getirmesini emretti.
Safer ayının 27’si per embe günü, Peygamber efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk, yanlarına bir miktar
yiyecek alarak yola çıktılar. zleri belli olmasın diye parmaklarına basarak gidiyorlardı. Hz. Ebû Bekir,
Resûlullahın çevresinde, ba’zan sola, ba’zan sa a, öne, arkaya gidiyordu. Peygamberimiz, niçin
böyle yaptı ını sorunca dedi ki:
- Etraftan gelecek bir tehlikeyi önlemek için. E er bir zarar gelirse önce bana gelsin. Canım yüksek
zâtınıza fedâ olsun yâ Resûlallah!
- Yâ Ebâ Bekr! Ba ıma gelecek bir musîbetin, benim yerime, senin ba ına gelmi olmasını
ister misin?
- Evet yâ Resûlallah! Seni hak dinle, hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim
ki, gelecek bir musîbetin, senin yerine, benim ba ıma gelmesini isterim.
Ma ara kapısı önüne geldiklerinde, Hz. Ebû Bekir dedi ki:
- Allah için yâ Resûlallah, içeri girmeyin! Ben gireyim, orada zararlı bir ey varsa, bana gelsin,
mübârek zâtınıza bir keder, bir elem de mesin.
Aya ını yılan soktu
Sonra içeri girip, süpürüp temizledi. Sa ında, solunda irili ufaklı birçok delikler vardı. Hırkasını
parçalayıp, delikleri kapadı, fakat biri açık kaldı. Onu da ökçesi ile kapayıp, Resûlullahı içeri da’vet
eyledi.
Peygamber efendimiz içeri girdi ve mübârek ba ını Hz. Ebû Bekir’in kuca ına koyup uyudu. O
zaman, Hz. Sıddîk’ın aya ını yılan soktu. Resûlullahın uyanmaması için sabredip, hiç hareket
etmedi. Fakat gözya ı Resûlullahın mübârek yüzüne damlayınca buyurdu ki:
- Ne oldu yâ Ebâ Bekr?
- Aya ım ile kapattı ım delikten, bir yılan aya ımı soktu.
Resûlullah efendimiz, Ebû Bekir’in yarasına, iyi olması için mübârek a zının ya ından sürünce, acısı
hemen dindi, ifâ buldu.
Resûlullah efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk içerde iken, mü rikler, iz takip ederek ma aranın önüne
geldiler. Ma aranın a zının bir örümcek tarafından örüldü ünü ve iki güvercinin de yuva yaptı ını
gördüler. z sürücü Kürz bin Alkama dedi ki:
- te burada iz kesildi.
Mü rikler dediler ki:
- E er, onlar buraya girmi olsalardı, kapının üzerindeki örümcek a ının yırtılmı olması lâzım gelirdi.
Bu örümcek, a ını, Muhammed do madan önce örmü tür.
çeri bakmadan geri döndüler
Mü rikler kapı önünde münâka a ederken, içeride Hz. Ebû Bekir endi eye kapıldı. Kâinâtın sultânı
efendimiz buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Bekir! Üzülme! üphesiz Allahü teâlâ bizimledir.
Mü rikler içeri bakmadan geri döndüler.
Ma arada üç gece kalıp, pazartesi gecesi yola çıktılar. Eylül ayının 20 ve Rebî’ul-evvelin 8. pazartesi
günü Medîne’de Kubâ köyüne geldiler. O gün, Müslümanların Hicrî emsî sene ba langıcı oldu.
Hz. Ebû Bekir, hazerde ve seferde Resûlullahtan hiç ayrılmadı. Ona her zaman arkada lık etti. Her
zaman, malını, canını fedâ etmeye hazır hâlde yanında beklerdi.
Bedir sava ında bir ara, slâm askeri zorlanmaya ba ladı. Bunun üzerine, Peygamber efendimiz,
Sa’d ve Sa’îd hazretlerini gönderdi. Sonra Hz. Ebû Zer’i gönderdi. Daha sonra da Hz. Ömer’i
gönderdi. Bir saat geçti i hâlde, zorlanma devam ediyordu. Bunu gören, Hz. Ebû Bekir, kılıcını çekip
atına binmek isteyince, Peygamber efendimiz elinden tutup buyurdu:
- Yanımdan ayrılma yâ Ebâ Bekr! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek
yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle kalbim kuvvetleniyor.
Peygamber efendimiz, Hz. Ebû Bekir’i a larken görünce buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Bekir, a lama! Arkada lı ı ve malı, bana, senden daha bereketli olanı yoktur.
Hz. Ebû Bekir'in îmânı
Hz. Ebû Bekir, diline hâkim olmak, lüzûmsuz hiçbir ey konu mamak için mübârek a zına ta
koyardı. Mecbûr kalmadıkça aslâ dünya kelâmı konu mazdı. Hadîs-i erîfte buyuruldu ki:
(Ebû Bekir’in îmânı, bütün mü’minlerin îmânı ile tartılsa, Ebû Bekir’in îmânı a ır gelir.)
Peygamber efendimizin ilk halîfesi ve peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmak fazîleti,
üstünlü ü, sadece Hz. Ebû Bekir’e nasîb olmu tur. O, dîni kuvvetlendirmek, Peygamber efendimizi
memnûn etmek için malını vermekte, dü mana kar ı cihâd etmekte, hep önde olmu tur.
Hadîd sûresinde meâlen buyuruldu ki:
(Mekke-i mükerremenin fethinden önce, malını veren ve cihâd eden kimseye, fetihten sonra
malını da ıtan ve cihâd edenden daha büyük derece vardır. Allahü teâlâ hepsine Cenneti
va’detti.)
Bu âyet-i kerîmenin, Hz. Ebû Bekir’in fazîletini ve derecesinin yüksekli ini gösterdi ini âlimlerimiz söz
birli i ile bildirmi lerdir.
Tevbe sûresinde de, önce îmâna gelenlerden, her fazîlette öne geçenlerden, Allahü teâlânın râzı
oldu u bildirilmi tir.
Tebük gazâsında, Resûlullah, herkesin yardım yapmasını emir buyurunca, herkes malının bir kısmını
getirip verdi. Hz. Ömer, her zaman en çok yardımı yapan Hz. Ebû Bekir’i, bu defa geçeyim diye,
malının yarısını alıp getirdi. Sonra Hz. Ebû Bekir de malını getirip teslîm etti. Peygamber efendimiz
sordu:
- Yâ Ömer, evine ne kadar mal bıraktın?
- Yâ Resûlallah, bu kadar da eve bıraktım.
Allah ve Resulünü bıraktım
Sonra Hz. Ebû Bekir’e dönüp sordu:
- Yâ Ebâ Bekr, sen evine ne bıraktın?
- Yâ Resûlallah, evime bir ey bırakmadım. Tamamını buraya getirdim. Onlara Allah ve Resûlünü
bıraktım.
Resûlullah efendimiz Hz. Ömer’e dönerek buyurdu ki:
- kinizin arasındaki fark, cevaplarınız arasındaki fark kadardır.
Hz. Ebû Bekir’in, Peygamber efendimizin vefâtından sonra da çok büyük hizmetleri oldu. Zîrâ
Peygamber efendimiz vefât edince, Eshâb-ı kirâmın aklı ba ından gitti. Mescidde a la maya
ba ladılar. Hiç kimsenin inanası gelmiyordu.
Hele Hz. Ömer tamamen kendinden geçmi bir hâlde idi. Peygamber efendimizin mübârek yüzüne
bakıp diyordu ki:
- Resûlullah bayılmı , fakat baygınlı ı çok a ır.
Ölüm sözünü a zına almadı ı gibi, kimsenin de söylemesini istemiyordu. Dı arı çıkıp dedi ki:
- Kim “Resûlullah öldü” derse, kılıcımla boynunu vururum!
Resûlullah da vefât edecektir
Hz. Ebû Bekir ile Hz. Abbâs’ın Eshâb-ı kirâm arasında bir a ırlı ı vardı. Eshâb-ı kirâmı ancak bunlar
teskin edebilirdi. Bunun için beraber mescide gittiler. Hz. Ebû Bekir buyurdu ki:
- Ey insanlar! Resûlullahın, “Ben vefât etmiyece im” dedi ini içinizde duyan var mı?
- Hayır, böyle bir söz duymadık.
Sonra Hz. Ömer’e dönüp sordu:
- Yâ Ömer, bu husûsta sen bir ey duydun mu?
- Hayır duymadım.
Sonra Eshâb-ı kirâma dönüp buyurdu ki:
- Hiç kimse, Resûlullahın vefât etmiyece ini söyliyemez. Cenâb-ı Hakka yemîn ederim ki, Resûlullah
ölümü tatmı bulunmaktadır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, “Muhakkak, sen de öleceksin, onlar da
ölecektir” buyurmaktadır. Resûlullah, slâmiyetin bütün hükümleri tamamlandıktan sonra, aramızdan
ayrıldı. Artık kendimize gelip, defin i lerini tamamlayalım.
Sonra, Hz. Abbâs da buna benzer konu malar yaptı. Böylece Eshâb-ı kirâmın aklı ba larına geldi.
Sevgili Peygamberimiz bir gün Eshâb-ı kirâm ile sohbet ederken, “ ehîdli in fazîletlerini”
anlatıyorlardı. ehîdlerin efâ’ati hakkında buyurdu ki:
- Kıyâmet gününde ehîdler, mah er yerine gelirlerken, orada bulunan Peygamberler aya a
kalkarlar. Onlar, çocukları, akrabâları ve dostlarından 70 bin ki iye efâ’at ederler.
Gazânız mübârek olsun
Bu sözleri i iten Hz. Nevfel, Resûlullah efendimizden, ehîd olmak için duâ istedi. Resûlullah
efendimiz de duâ ettiler.
Bir müddet sonra, muhârebeye çıkıldı. Peygamber efendimiz de aralarında bulunuyordu. Bu
muhârebe Hz. Nevfel’in duâsından sonraki ilk muhârebe idi. Ve bu muhârebede Hz. Nevfel ehîd
dü erek, arzûsuna kavu tu.
Peygamber efendimiz ve Eshâbı, muhârebeden dönüyorlardı. Kar ılamaya gelenler arasında, Hz.
Nevfel’in hanımı, çocukları ve ya lı annesi vardı.
Ya lı annesi, “Gazânız mübârek olsun” dedikten sonra Resûlullaha, o lunu sordu. Peygamber
efendimizin gözleri nemlendi. O lunun ehîdlik haberini vermeye mübârek kalbi dayanamadı.
Elleriyle arkayı i âret edip, yoluna devam etti.
Hz. Nevfel’in annesi, Peygamber efendimizin hemen arkasından gelen, Allahın arslanı Hz. Ali’ye de
aynı ekilde o lunu sordu. O da ehîdlik haberini veremeyip, arkayı i âret etti.
Ya lı kadın daha sonra, Hz. Ömer’e ve Hz. Osman’a rastladı. Onlara da o lunun durumunu sordu.
Onlar da cevap veremeyip Resûlullahın yaptı ı gibi arkayı i âret ettiler.
En son gelen Hz. Ebû Bekir idi. Kadınca ız büyük bir ümitle sevgili Peygamberimizin azîz arkada ına
yakla arak aynı eyleri sordu.
Hz. Ebû Bekir kendi kendine dü ündü:
“Yâ Rabbî! Ne kadar zor bir durumdayım. E er do ruyu söylersem, mahzûn kalbleri üzmü
olaca ım. Bunu yapmaktan sevgili Peygamberimiz çekindi. O’na nasıl aykırı davranabilirim. Sen
bana öyle bir ey ilhâm et ki, bu gariplerin yüre i daha fazla yanmasın Allahım!”
Yâ Allah!.. Yâ Nevfel!..
Daha sonra, Hz. Ebû Bekir, bütün kalbiyle:
- Yâ Allah!.. Yâ Nevfel!.. diye ba ırdı.
te o sırada, yaydan fırlamı ok gibi bir atlı, yıldırım hızıyla yanlarına yeti erek dedi ki:
- Buyur yâ Sıddîk, beni mi ça ırdın?
Bu atlı, Hz. Nevfel’den ba kası de ildi.
Sonra, Cebrâil aleyhisselâm gelip, Peygamber efendimize unları söyledi:
- Yâ Resûlallah! Hak teâlânın selâmı var. “E er Peygamberin ma ara arkada ı Sıddîk, bir kere
daha (ALLAH) deseydi, yüceli im hakkı için, bütün ehîdleri diriltirdim. Çünkü, Ebû Bekir,
câhiliyye devrinde bile yalan söylememi tir” buyurdu.
Bu hâdiseden sonra, Hz. Nevfel senelerce ya adı. Nihâyet, “Yemâme” cenginde tekrar ehîdlik
erbetini içti.

Silsile-i aliyye - Muhammed aleyhisselam


Muhammed aleyhisselam
Muhammed aleyhisselam, Allahü teâlânın Resulüdür. Habibidir. Peygamberlerin en
üstünü ve sonuncusudur. Babası Abdüllahdır. Miladın be yüzyetmi bir [571] senesi nisan
ayının yirmisine rastlayan, Rebi’ul-evvel ayının onikinci pazartesi gecesi, sabaha kar ı,
Mekkede tevellüd etdi. Babası, daha önce vefat etmi idi. Altı ya ında iken annesi, sekiz
ya ında iken dedesi vefat etdi. Sonra, amcası Ebu Talibin yanında büyüdü. Yirmibe ya ında
iken, Hadice-tül-kübra ile evlendi. Bundan dört kızı, iki o lu oldu. lk o lunun adı Kasım
idi. Bundan dolayı, kendisine (Ebül-Kasım) da denir. Kırk ya ında iken, bütün insanlara ve
cinne Peygamber oldu u bildirildi. Üç sene sonra, herkesi imana ça ırma a ba ladı.
Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine verdi i iyilikleri, ihsanları sayarak, Onun mubarek
kalbini ok arken, kendine güzel huylar verdi ini, (Sen güzel huylu olarak yaratıldın)
mealindeki ayet-i kerime ile bildirmekdedir. Akreme buyuruyor ki, Abdüllah ibni Abbasdan
i itdim: Bu ayet-i kerimedeki (Huluk-ı azim), ya’ni güzel huylar, Kur’an-ı kerimin
bildirdi i ahlakdır. (Hadaik-ul-hakayık) kitabında diyor ki, (Ayet-i kerimede, (Sen huluk-ı
azim üzeresin) buyuruldu. Huluk-ı azim demek, Allahü teâlâ ile sır, gizli eyleri bulunmak,
insanlar ile de güzel huylu olmak demekdir. Çok kimselerin islam dinine girmesine,
Resulullahın güzel ahlakı sebeb oldu).
Muhammed aleyhisselamın bin mu’cizesi göründü, dost dü man herkes de bunu söyledi.
Bu kadar mu’cizelerin en kıymetlisi, edebli olması ve güzel huyları idi.
(Kimya-i Se’adet) kitabında diyor ki, (Ebu Sa’id-i Hudri buyurdu ki, Resulullah,
hayvana ot verirdi. Deveyi ba lardı. Evini süpürürdü. Koyunun sütünü sa ardı.
Ayakkabısının sökü ünü dikerdi. Çama ırını yamardı. Hizmetcisi ile birlikde yirdi.
Hizmetcisi el de irmeni çekerken yorulunca, ona yardım ederdi. Pazardan öte beri alıp torba
içinde eve getirirdi. Fakirle, zenginle, büyükle, küçükle kar ıla ınca, önce selam verirdi.
Bunlarla müsafeha etmek için, mubarek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, be i, siyahı ve
beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun, ça ırılan yere giderdi. Önüne konulan eyi, az olsa
da, hafif, a a ı görmezdi. Ak amdan sabaha ve sabahdan ak ama yemek bırakmazdı. Güzel
huylu idi. yilik etmesini sever idi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi.
Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Fakat, çatık ka lı de ildi. A a ı gönüllü idi.
Fakat, alçak tabi’atli de ildi. Heybetli idi. Ya’ni saygı ve korku hasıl ederdi. Fakat, kaba
de ildi. Nazik idi. Cömerd idi. Fakat, israf etmez, faidesiz yere bir ey vermezdi. Herkese
acır idi. Mubarek ba ı hep önüne e ik idi. Kimseden bir ey beklemezdi. Se’adet, huzur
isteyen, Onun gibi olmalıdır.)
(Mesabih) kitabında, Enes bin Malik buyuruyor ki, (Resulullaha on sene hizmetcilik
etdim. Bana bir kerre üf demedi. unu niçin böyle yapdın, bunu niçin yapmadın buyurmadı).
Yine (Mesabih)de, Enes bin Malik diyor ki, (Resulullah insanların en güzel huylusu idi.
Beni birgün, bir yere gönderdi. Vallahi gitmem dedim. Fakat, gidecektim. Emrini yapmak
için dı arı çıkdım. Çocuklar sokakda oynuyordu. Onların yanından geçerken arkama bakdım.
Resulullah arkamdan geliyordu. Mubarek yüzü gülüyordu. (Ya Enes! Dedi im yere gitdin
mi?) buyurdu. Evet gidiyorum ya Resulallah dedim).
Ebu Hüreyre diyor ki, (Bir gazada, kafirlerin yok olması için düa buyurmasını
söyledik. (Ben, la’net etmek için, insanların azab çekmesi için gönderilmedim. Ben,
herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavu ması için gönderildim) buyurdu).
Enbiya suresinin yüzyedinci ayetinde mealen, (Seni, alemlere rahmet, iyilik için
gönderdik) buyuruldu.
Ebu Sa’id-i Hudri (Resulullahın hayası, bakire islam kızlarının hayalarından daha
çokdu). buyurdu
Enes bin Malik diyor ki, (Resulullah bir kimse ile müsafeha edince, o kimse elini
çekmedikce, mubarek elini ondan ayırmazdı. O kimse, yüzünü çevirmedikce, mubarek
yüzünü ondan çevirmezdi. Bir kimsenin yanında otururken iki diz üzerinde oturur, ona saygı
olmak için mubarek baca ını dikip oturmazdı).
Cabir bin Sümre diyor ki, (Resulullah az konu urdu. Lüzumlu oldu u zaman veya
bir ey sorulunca söylerdi). Bundan anla ılıyor ki, her müslümanın (Mala-ya’ni), faidesiz ey
söylememesi, susması lazımdır. Mubarek sözlerinde tertil ve tersil vardı. Ya’ni, gayet açık
ve metodlu konu ur ve kolay anla ılırdı.
Enes bin Malik buyuruyor ki, (Resul hastayı ziyarete gider, cenaze arkasında yürür,
ça rılan yere giderdi. E e e de binerdi. Resul aleyhisselamı Hayber gazasında gördüm.
Yuları bir ip olan e ek üzerinde idi. Resul sabah namazından çıkınca, Medine çocukları ve
i çileri su dolu kablarını önüne getirirler. Mubarek parma ını içine sokmasını dilerlerdi. Kı
ve so uk su olsa da, herbirine mubarek parma ını sokar, gönüllerini yapardı). Yine Enes
diyor ki, (Bir küçük kız, Resul aleyhisselamın elini tutup bir i için götürseydi, birlikde
gider, mü kilini hal ederdi).
Cabir diyor ki, (Resul aleyhisselamdan bir ey istenip de yok dedi i i itilmedi).
Enes bin Malik buyuruyor ki, (Resul ile birlikde gidiyordum. Üzerinde bürd-i Necrani
vardı. Ya’ni Yemen kuma ından bir palto vardı. Arkadan bir köylü gelip, yakasından öyle
çekdi ki, paltonun yakası mubarek boynunu çizdi, yeri kaldı. Resul geriye döndü. Köylü
zekat malından bir ey istedi. Resul, onun bu haline güldü. Ona bir ey verilmesi için emr
buyurdu). (Tetimmet-ül mazher) kitabında diyor ki, (Buradan anla ılaca ına göre,
insanların ba ında bulunan kimsenin, Resul aleyhisselama uyarak, bunların eza ve
sıkıntılarına katlanması lazımdır. Zaten sıkıntıya katlanmak, herkes için iyi bir huydur.
Üstlerin katlanması ise daha güzel olur).
(Zad-ül Mukvin) kitabında diyor ki, (Resul aleyhisselamın kom usu bir ihtiyar kadın
vardı. Kızını Resul aleyhisselama gönderdi. Namaz kılmak için örtünecek bir elbisem yok.
Bana, namazda örtünecek bir elbise gönder diye yalvardı. Resul aleyhisselamın o anda ba ka
elbisesi yokdu. Mubarek arkasındaki antariyi çıkarıp, o kadına gönderdi. Namaz vakti
gelince, elbisesiz mescide gidemedi. Eshab-ı kiram, bu hali i itince, Resul o kadar
cömerdlik yapıyor ki, gömleksiz kalıp, mescide cema’ate gelemiyor. Biz de her eyimizi
fakirlere da ıtalım dediler. Allahü teâlâ, hemen sra suresinin 29. ayetini gönderdi. Önce
habibine, hasislik etme, bir ey vermemezlik yapma buyurup, sonra da, sıkıntıya dü ecek ve
namazı kaçırarak, üzülecek kadar da da ıtma! Sadakada ortalama davran buyurdu.
O gün, namazdan sonra, hazret-i Ali “kerremallahü vecheh”, Resulullahın yanına gelip,
(Ya Resulallah ! Bugün, çoluk çocu uma nafaka yapmak için sekiz dirhem gümü ödünc
almı dım. Bunun yarısını size vereyim. Kendinize antari alınız) dedi. Resul çar ıya çıkıp, iki
dirhem ile bir antari satın aldı. Geri kalan iki dirhem ile yiyecek alma a giderken gördü ki,
bir a’ma oturmu , Allah rızası için ve Cennet elbiselerine kavu mak için, bana kim bir
gömlek verir diyordu. Almı oldu u antariyi bu a’maya verdi. A’ma, antariyi eline alınca,
misk gibi güzel koku duydu. Bunun, Resul aleyhisselamın mubarek elinden geldi ini anladı.
Çünki, Resul aleyhisselamın bir kerre giydi i her ey, eskiyip da ılsa bile, parçaları da misk
gibi güzel kokardı. A’ma düa ederek, (Ya Rabbi! Bu gömlek hurmetine, benim gözlerimi aç)
dedi. ki gözü hemen açıldı. Resulün ayaklarına kapandı.
Resul oradan ayrıldı. Bir dirhem ile bir antari satın aldı. Bir dirhem ile de yiyecek satın
alma a giderken, bir hizmetci kızın a ladı ını gördü. (Kızım, niçin böyle a lıyorsun?)
buyurdu. Bir yehudinin hizmetcisiyim. Bana bir dirhem verdi. Yarım dirhem ile bir i e ve
yarım dirhem ile de ya satın al dedi. Bunları alıp gidiyordum. Elimden dü dü. Hem i e,
hem de ya gitdi. imdi ne yapaca ımı a ırdım dedi. Resul, son dirhemini kıza verdi.
(Bununla i e ve ya al. Evine götür) buyurdu. Kızca ız, eve geç kaldı ım için, yehudinin
beni dö ece inden korkuyorum dedi. Resul , (Korkma! Seninle birlikde gelir, sana bir ey
yapmamasını söylerim) buyurdu. Eve gelip, kapıyı çaldılar. Yehudi kapıyı açıp, Resulullahı
görünce a ırıp kaldı. Yehudiye, olanı biteni anlatıp, kıza bir ey yapmaması için efa’at
buyurdu. Yehudi, Resulullahın ayaklarına kapanıp, (Binlerce insanın ba tacı olan, binlerce
arslanın, emrini yapmak için bekledi i ey koca Peygamber! Bir hizmetci kız için, benim gibi
bir miskinin kapısını ereflendirdin. Ya Resulallah! Bu kızı senin erefine azad etdim. Bana
imanı, islamı ö ret. Huzurunda müslüman olayım) dedi. Resul, ona müslümanlı ı ö retdi.
Müslüman oldu. Evine girdi. Çolu una çocu una anlatdı. Hepsi müslüman oldu. Bunlar, hep
Resulullahın güzel huylarının bereketi ile oldu.
O halde, ey müslüman! Sen de Resulullahın güzel huyları gibi ahlaklanmalısın! Hatta,
Allahü teâlânın ahlakı ile ahlaklanmak, her müslümana lazımdır. Çünki, Resul (Allahü
teâlânın ahlakı ile huylanınız!) buyurdu. Mesela, Allahü teâlânın sıfatlarından biri
(Settar)dır. Ya’ni günahları örtücüdür. Müslümanın da din karde inin aybını, kusurunu
örtmesi lazımdır. Allahü teâlâ, kullarının günahlarını afv edicidir. Müslümanlar da,
birbirlerinin kusurlarını, kabahatlerini afv etmelidir. Allahü teâlâ kerimdir, rahimdir. Ya’ni
lutfü, ihsanı boldur ve merhameti çokdur. Müslümanın cömerd ve merhametli olması
lazımdır. Bütün güzel ahlak da böyledir.
Resul aleyhisselamın güzel huyları pek çoktur. Her müslümanın bunları ö renmesi ve
bunlar gibi ahlaklanması lazımdır. Böylece, dünyada ve ahıretde felaketlerden, sıkıntılardan
kurtulmak ve O iki cihan efendisinin efa’atine kavu mak nasib olur.

ABDÜLFETTÂH-I BAĞDÂDÎ AKRÎ


ABDÜLFETTÂH-I BAĞDÂDÎ AKRÎ;
İstanbul'un en yüksek üç evliyâsından biri. İsmi Abdülfettâh-ı Bağdâdî el-Akrî'dir. 1778
(H.1192) senesinde doğdu. Kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen âlim ve evliyânın en
meşhurlarından olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetlerinde yetişip olgunlaştı.
Onun emriyle İstanbul'a gelip senelerce insanlara hak yolu öğretmek vazîfesiyle meşgul oldu.
1865 (H.1281) senesi Muharrem ayının dokuzuncu Cumâ günü vefât etti. Kabr-i şerîfi
Üsküdar'da Eski Vâlide Câmiinden Karacaahmed mezarlığına çıkan yol ile
SelimiyeBağlarbaşı caddesinin kesiştiği köşedeki Şeyhül islâm Ârif Hikmet Beyin
kabristanındadır.
Abdülfettâh Efendi, küçük yaşta Bağdâd'ın tanınmış âlimlerinden ilim öğrendi. Çok zeki olup
kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Gayret ve devamlı çalışması ile de arkadaşlarının ve
hocalarının dikkatini çekti. Genç yaşta tefsîr, hadîs ve bilhassa fıkıh ilminde mütehassıs bir
âlim oldu.
Din ilimlerinde kendisini yetiştiren Abdülfettâh Efendi tasavvuf adı verilen Resûlullah
efendimizin mübarek kalbinden çıkıp evliyânın kalplerine gelen bilgilere de sâhib olmak
istedi. Asrının en büyük âlimi, İslâm bilgilerinin mütehassısı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretlerine talebe oldu. Bundan sonra hocasının her emrini yerine getirmek için canla başla
çalıştı.
Verilen her vazîfeyi ânında yapardı. Nefsinin hiçbir arzusunu yapmaz, arzu etmediği şeyleri
yapardı. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terkeder,
dünyâya hiç meyletmezdi. Tek arzusu hocasından hiç ayrılmamak, onun kalplere şifâ olan
kıymetli sohbetlerini dinlemek, verdiği vazîfeyi canı pahasına da olsa yerine getirmekti.
Dertlere, sıkıntılara, meşakkatlere çok dayanıklı idi. Gelen sıkıntıları gülerek karşılar, verenin
Allahü teâlâ olduğunu düşünerek sevinirdi. Hattâ, dert ve belâ gelmediği zaman; "Rabbimin
husûsî ihsânına kavuşamadım." diye üzülürdü.
Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, bu güzel hasletlerini bildiği için, ona en zor işleri yaptırır,
diğer talebeleri ile haberleşmeye bunu gönderirdi. Yolculukta herhangi bir vâsıtaya, bineğe
binmesini yasaklamıştı. Yaya gitmesini emrederdi. O da bunu zevk ile yapar, çok uzak
yolculuklara hiçbir şeye binmeden giderdi. Yürüyerek, yolculuk ânında doğan mihnetlere,
sıkıntılara katlanarak nefsini terbiye eder, rûhunun yüksek derecelere vâsıl olmasını sağlardı.
Vazîfeli olarak İstanbul'a iki defâ yaya gitmişti. Bu tahammülü sebebiyle hocasının
iltifâtlarına kavuştu ve önde gelen talebeleri arasına girdi. Öyle ki artık hocasının evine girer
çıkar, hizmetini ve işlerini görürdü. Bu hizmeti netîcesinde çok faydalara kavuştu. Kendisine
insanları yetiştirmek, ilim ve edeb öğretmek izni verildi.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin ilminin derinliği, evliyâlığının üstünlüğü, dünyânın her tarafına
yayılmıştı. Her yerden akın akın talebeler, onun ilminin bir damlasına kavuşmak için
geliyordu. Saltanat şehri olan İstanbul'dan da pekçok kimse, Bağdad'a gidip, onun talebesi
olmakla âhirette yüksek derecelere kavuşmak istiyorlardı. İsteklilerin hepsinin Bağdad'a
gitmesi mümkün değildi. Bu sebeple Mevlânâ Hâlid hazretleri, Hak âşıklarının yanan
rûhlarını serinletmek için Abdülfettâh-ı Bağdâdî'yi İstanbul'a gönderdi.
Abdülfettâh hazretleri, İstanbul'un Üsküdar semtinde Karacaahmed Kabristanı ile Bağlarbaşı
arasında, Nûh Kuyusu mevkiindeki dergâha yerleşti. Bunu işitenler dergâha akın ettiler.
Abdülfettâh hazretleri, bu Hak âşıklarının hasta ve ölü rûhlarına hayat veriyor, kararan
kalplerine nûr akıtarak Ahrâriyye yolunun Müceddidî ve Hâlidiyye kolunun feyzlerini
sunuyordu. Kısa zamanda, devlet erkânından vezîrler, komutanlar, paşalar, âlimler, velîler
onun talebesi olmak için etrâfını doldurdular. O âb-ı hayat pınarı, herkesi kâbiliyetlerine göre
yetiştiriyordu. Bu şekilde senelerce çalışarak, pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına vesîle
oldu.
Abdülfettâh-ı Bağdâdî Akrî hazretleri, ömrünün son senelerinde, Allahü teâlâya ve otuz
dokuz sene önce vefât eden mübârek hocası, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye kavuşmak arzusu
ile yanmaya başladı. 1865 (H.1281) senesinde Muharrem ayının ortalarında talebeleri ve
tanıdıkları ile helâlleşti, vedâlaştı. Vasiyetini bildirdi. Muharrem'in on dokuzunda Cumâ günü
talebelerinin başında okudukları Kur'ân-ı kerîmi dinleyerek son nefesini verdi.
Bütün âlimler ve evliyâlar sözbirliği ile Eyüp'te medfûn bulunan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb
el-Ensârî ve diğer Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) hâriç, İstanbul'un en yüksek üç velîsinden birinin
Abdülfettâh-ı Akrî hazretleri olduğunu bildirdiler. Âşıkları onun feyz ve nûr saçan mübârek
kabr-i şerîfini ziyâret etmekte, bereketlenmektedirler. Diğerleri ise Edirnekapı-Eyüp
arasındaki Murâd-ı Münzâvî ile Zeyrek'teki Mehmed Emîn Tokâdî hazretleridir.
!(%!&-(,&*$'31+&1++$
Hâlid-i Bağdâdî'nin, şânını o zamanlar,
Duymuştu dünyâdaki, bilcümle müslümanlar.
Yayılınca şöhreti, her yerine dünyânın,
Bağdad'a geliyordu, insanlar akın akın.
Hem İstanbul'dan dahi, birçok âşık olanlar,
Ona kavuşmak için, Bağdad'a yollandılar.
Bu gelen insanların, şu idi tek gâyesi:
"Hâlid-i Bağdâdî'nin, olmaktı talebesi."
Zîrâ Resûlullah'tan, fışkıran bütün "nûrlar",
Ondan yayılıyordu, herkese o zamanlar.
İstanbul'dan Bağdad'a, taşınan insanlara,
Baktığında, Mevlânâ, kıyamadı onlara.
Emir verip hemence, Abdülfettâh Akrî'ye,
Gönderdi İstanbul'a, "feyzini saçsın" diye.
Abdülfettâh Efendi, İstanbul'a gelince,
Nuh kuyusu denilen, yere geldi hemence.
Bu mübârek velî zât, buraya vardığında,
Cümle Hak âşıkları, buldu onu ânında.
Etraftan akın akın, geliyordu insanlar,
Zîrâ ondan akardı, ilâhî feyiz, nûrlar.
Devlet ricâlinden de, vezir, paşa, kumandan,
Gelirdi akın akın, bu dergâha o zaman.
On binlerce müslüman, gelerek bu dergâha,
Bağlardı kalplerini, hepsi Resûlullah'a.
Abdülfettâh Efendi, kırk yıldan daha fazla,
Bu dergâhta böylece, hizmet etti ihlâsla.
Mevlânâ Hâlid ise, o gelince Bağdad'dan,
Otuz dokuz yıl önce, ayrılmıştı dünyâdan.
Onun ayrılığına, hiç dayanamıyordu,
Hocasına kavuşmak, aşkıyla yanıyordu.
Bin sekiz yüz altmış dört, yılı Muharreminde,
Cümle talebesiyle, helâlleşti evinde.
Ayın on dokuzunda, hem de bir Cumâ günü,
Kur'ân'ı dinler iken, teslim etti rûhunu.
Âlim ve evliyâlar, sözbirliği hâlinde,
Şunu bildirdiler ki: "İstanbul dahilinde,
Binlerce evliyâdan, eshâbın hâricinde,
Üçü, en büyüğüdür, bu velîler içinde.
Bu üçünden biri de, Abdülfettâh Akrî'dir,
Kabri, âşıklarının, istifâde yeridir.
İkisi de şunlardır, bu üç büyük velînin,
Murâd-ı Münzâvî'yle, Tokâdî Mehmed Emîn.
Yâ Rabbî, bu üç büyük, velînin hürmetine,
Şifâ ver hasta olan, Muhammed ümmetine.
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.971
2) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.23
3) Şems-üş-Şümûs
4) Mecd-i Tâlid Tercümesi; s.84
5) Hadâik-ul-Verdiyye; s.259