Bağış Yap

Amount :
Other : USD

15 Mayıs 2013 Çarşamba

ABDÜLVÂHİD BİN ZEYD


ABDÜLVÂHİD BİN ZEYD;
Meşhûr hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden. Tebe-i tâbiînden olup, Basra'da
yaşamıştır. Künyesi Ebû Beşr el-Basrî'dir. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak
bilinmemektedir. 793 (H. 177) veya 802 (H. 186)'de, bir rivayete göre de 805 (H. 189)
senesinde vefât etmiştir.
Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri, Tâbiîn devrinde meşhûr hadîs ve fıkıh âlimleri olan, Ebû
İshâk, A'meş, Hasan-ı Basrî, Âsım'ül-Ahval, Sâlih bin Han, Amr bin Meymûn, Ebû İshak
Şeybânî gibi âlimlerin sohbetlerinde bulundu. Onlardan hadîs ve fıkıh öğrenerek bu ilimlerde
söz sâhibi oldu. Tebe-i tâbiîn devrinde Basra'da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinin ileri
gelenleri arasında yer aldı. Zamânını ilim öğrenmekle ve ibâdet yapmakla geçirdi. Senelerce
sabah namazını yatsı namazı abdestiyle kılıp, geceleri uyumamıştır. Duâsı çok makbûldü.
Hadîs ilminde sika, sağlam güvenilir bir râvi olduğunu bir çok âlim ile Yahyâ bin Saîd
bildirmektedir. Rivâyetleri "Kütüb-i Sitte'de" yer alır.
Öğrendiklerini insanlara öğretmeye çalışırdı. Cumâ namazından sonra evinin çevresi hadîs ve
fıkıh öğrenmek isteyen talebelerle dolardı. Bıkıp, yorulmadan saatlerce ders verir ve onların
yetişmelerini isterdi. Bir dakikasının boşa geçmesini istemez, ya öğrenir yâhut da öğretirdi.
Derslerine sâdece namaz vakitlerinde ara verdiğini talebeleri anlatmışlardır.
Abdülvâhid bin Zeyd çok talebe yetiştirdi. Hadîs ve fıkıh ilminde zamanlarının söz sâhibi
olan Abdurrahmân bin Mehdî, Kays bin Havs, Yahyâ bin Yahyâ en-Nişâbûrî gibi âlimler
onun ders ve sohbetleri sâyesinde yetiştiler.
Abdülvâhid bin Zeyd, dünyâya değer vermemesi, devamlı ibâdet ve ilimle meşgul olması,
herkese iyilik etmesi ile dikkati çekerdi. İnsanlar onu sever ve hürmet ederdi. Yaşayışı ve
hikmetli sözleriyle pek çok kimsenin doğru yola girmesini sağlamış, herkese örnek olmuştur.
Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri yaşadığı ibret verici hadîselerden bâzılarını, insanlara nasîhat
ve ders olması bakımından nakletmiştir. Şöyle anlatmıştır:
Bir rahibin odasının yanına yaklaşıp, ey râhip diye çağırdım. Fakat cevap vermedi. Üçüncü
defa çağırışımda başını uzatıp:
"Ey kişi ben rahip değilim. Rahip, Allahü teâlâdan korkan, O'na saygı gösteren, belâsına
sabredip, kazâsına râzı olan, nîmetlerine şükredip onun için tevâzu gösteren, izzet karşısında
zilleti kabûl eden, kudretine teslim olup, heybet ve azameti karşısında eğilen, hesap ve
azâbını düşünen, gündüzünü oruç, gecesini ibâdetle geçiren, Cehennem'i hatırladıkça uykusu
kaçan kimseye denir. Ben ise saldırgan bir köpeğim. İnsanlara zararım dokunmasın diye
kendimi buraya habsettim." dedi.
Bu sözleri üzerine şöyle sordum:
"Allahü teâlâyı bildikten sonra insanları Allahü teâlâdan uzaklaştıran şey nedir?"
"Kardeşim! İnsanları Allahü teâlâdan ancak dünyâ malı ve sevgisi uzaklaştırır. Çünkü dünyâ
isyan ve günah yeridir. Aklı başında olan dünyâyı kalbinden çıkarıp, günahlarına tövbe ederek
kendisini Allahü teâlâya yaklaştıracak şeye yönlendirir." diyerek daha önce kendisinin îmân
ettiğini söyledi.
Yine şöyle anlatmıştır:
Hacca gitmiştim. Yanımda bir genç durmadan Peygamber efendimize salâtü selâm
getiriyordu. Bâzı yerlerde okunması daha uygun duâlar olduğu halde, genç her yerde duâ
yerine salevât okuyordu. Dikkatimi çekti ve kendisine sordum. Genç şöyle dedi:
Babam ile birlikte hacca gitmiştik. Yolda uyudum. "Kalk baban öldü." dediler. Kalktım
gerçekten babam ölmüştü. Aynı zamanda yüzü de kararmıştı. Ölümü ve ayrıca yüzünün
kararması beni daha da üzdü. Bu üzüntü ile tekrar uykuya daldım. Bu sırada rüyâmda siyah
yüzlü dört kişi ellerinde demir kamçılar olduğu halde, babama yaklaştılar. Tam vuracakları
zaman nur yüzlü bir zatın geldiğini, onlara dönerek; "Vurmayın!" dediğini, eli ile de babamın
yüzünü sıvazlayarak nûrlandırdığını, sonunda bana; "Artık uyan, baban nûrlanmıştır." diye
söylediğini gördüm. "Sen kimsin?" diye sorduğumda, "Ben Peygamberim, bana salevât
getirdiği için ona şefâat ettim." dedi. Uyandım, söylendiği gibiydi. Bu sebeple ben de
salevât-ı şerîfeyi devamlı okuyorum.
Şöyle anlatmıştır:
Bir defâsında Eyyûb Sahtiyânî ile bir yolculuğa çıkmıştık. Şam'a doğru bir müddet yol
aldıktan sonra siyah renkli bir köleye rastladık. Bir odun dengini sırtına alıyordu. Köleye:
"Senin sâhibin kimdir?" dediğim zaman; "Benim gibi bir kul!" cevabını verdi.
Aslında, benim asıl sâhibim Allahü teâlâdır demek istedi. Sonra başını kaldırıp; "Ey yüce
Rabbim! Şu odunlar altın olsun. Bunları altına çevir." diye duâ etti. Bir de baktık odunlar
altın olmuş!
Bize bakıp; "Görüyorsunuz değil mi?" diye sordu. "Evet görüyoruz." dedik.
Sonra tekrar; "Allah'ım bu altınları tekrar odun haline çevir." diye duâ etti. Duâsı kabul
olunup tekrar odun halini aldı.
Sonra; "Âriflere sorunuz şüphesiz onların şaşılacak halleri bitmez, tükenmez." dedi.
Eyyüb Sahtiyânî de şöyle demiştir:
"Kölenin bu hâlinden ve sözünden dolayı hayretler içerisinde kaldım ve son derece mahcub
olup utandım."
Sonra köleye; "Yanında yiyecek bir şeyler var mı?" dedim.
Bu sözüm üzerine eliyle işâret etti. Bir de baktık ki, önümüze bir cam kap içerisinde bal geldi.
Balın rengi kardan beyaz, kokusu miskten güzeldi. Bize; "Yiyiniz! Allahü teâlâya yemin
ederim ki, bu bal arının yaptığı bal değildir." dedi. Hayâtımızda bu baldan daha tatlı ve
lezzetli bir şey yememiştik. Bu işe çok şaştık. Köle sonra bize:
"Allahü teâlânın yarattığı böyle hallere şaşanlar ârif değildir. Kim bu işlerden dolayı şaşarsa,
Allah'tan uzaktır. Kim de bu hârikulâde işleri görerek bu sebeple ibâdet ederse, şüphesiz o da
câhildir." dedi.
Yine şöyle anlatmıştır:
Bir defâsında Beyt-i Mukaddese gitmek üzere yola çıktım. Fakat yolu şaşırdım. Nereden
gideceğimi bir türlü bilemedim. Bu şaşkın halde karşıma bir kadın çıktı. Bana yaklaştı; "Ey
garib kimse, yolunu mu şaşırdın?" diye sordu. Sonra:
"Allahü teâlâyı tanıyan kimse nasıl garib olur? O'nu seven nasıl yolunu şaşırır?" dedi. Sonra
da bana elindeki değneği uzatıp; "Bu asânın ucundan tut, önümden yürü." dedi.
Asânın ucundan tutup önünde yürümeye başladım. Yedi adım kadar yürüdüm ve kendimi
Mescid-i Aksâ'da buldum. Gözlerimi oğuşturarak kendi kendime; "Herhalde yanlış
görüyorum, nasıl olur?" dedim.
Bunun üzerine bana yol gösteren kadın; "Ey kişi! Senin yürüyüşün zâhidlerin, benimki de
âriflerin yürüyüşüdür! Zâhid yürüyerek, ârif ise uçarak gider. Yürüyerek giden uçarak gidene
nasıl ulaşabilir?" dedi ve gözden kayboldu. Onu bir daha hiç görmedim.
Hizmetlerimi görmesi için bir köle satın almıştım. Gece evimde kalmasını istedim. Fakat
geceleri kapılar kapalı olduğu halde evde yoktu. Sabah olunca eve geldi ve bana üzeri
işlenmiş bir dirhem altın verdi. Bunu nereden aldın deyince:
"Efendim, ben size her gün böyle bir dirhem vereceğim. Karşılığında geceleri beni serbest
bırakmanızı istiyorum." dedi.
O günden sonra her gece evden çıkıp gider, sabahleyin döner ve bir dirhem getirirdi. Aradan
bir müddet geçti. Bir gün komşum yanıma gelip; "Kölen mezarları açıyor, kefen soyuyor."
dedi. Bu söz beni çok üzdü. "Ben onu eve hapsedeceğim." dedim. Kapıları kilitledim, akşam
oldu, yatsı namazından sonra kölem evden gitmek üzere kalktı. Tâkib ettim, kapalı kapılara
işâret edince, kapılar açılıveriyordu. Evden çıktı. Bu halde peşine düşüp, gizlice onu tâkib
ettim. Kurak bir yere vardı. Elbisesini çıkarıp üzerine eski bir çul giydi. Sabaha kadar namaz
kıldı. Sabaha doğru şöyle duâ etti:
"Ey yüce sâhibim! Efendime götüreceğim ücreti gönder!"
Gökten üzerine bir dirhem düştü alıp cebine koydu. Bu işe çok hayret ettim. Kalkıp abdest
aldım ve iki rekat namaz kıldım. Onun hakkında yanlış düşündüğümden dolayı tövbe edip,
Allahü teâlâdan af diledim. Sonra da bu kölemi âzâd etmeye, serbest bırakmaya karar verdim.
Fakat kölem kayboldu. Bir türlü bulamadım. Bu sebeple çok üzüldüm ve kederim gittikçe
arttı. Bulunduğum kurak yerin de neresi olduğunu bilmiyordum. Bir müddet sonra karşıma
kırata binmiş biri dikildi ve; "Ey Abdülvâhid! Burada ne oturuyorsun?" dedi. Durumu baştan
sona anlattım. Atlı; "Senin bulunduğun bu yer ile memleketin arası ne kadar mesâfedir?
Biliyor musun?" dedi. "Hayır bilmiyorum." cevâbını verdim.
"Süratli giden bir süvâri için altmış konaklık mesâfedir. Şimdi sen bulunduğun yerden
ayrılma. Kölen bu gece yanına dönecek dedi."
Oturup bekledim, ortalık kararınca bir de baktım ki, kölem geldi. Yanında bir sofra vardı.
Sofranın üzeri her çeşit yiyecekle doluydu. Bana; "Buyur ye efendim!" dedi.
O benzerini görmediğim yiyeceklerden yedim. Sabah namazından sonra kölem elimden tutup,
duâ etti. Sonra birkaç adım attık. Birdenbire kendimi evimin önünde buldum. Kölem bana
dönüp;
"Efendim, siz beni âzâd etmeye karar vermediniz mi?" dedi. "Evet." dedim. Yerden bir taş
alıp âzâd edilme bedeli olarak bana verdi. Bir de baktım ki, taş altın oldu. Sonra ayrılıp gitti.
Onun ayrılığından dolayı çok üzüldüm ve hep hasretini çektim.
Bu hadiseyi komşularıma anlatıp; "O, mezâr soyan değil nûr saçan imiş." dedim. Komşularım
onun kerâmetlerini duyunca ağlayıp, hakkında yanlış düşündüklerinden dolayı pişman olup,
tövbe ettiler.
Abdülvâhid bin Zeyd şâhid olduğu ibret verici başka bir hâdiseyi de şöyle nakletmiştir:
Bir defâsında gazâya niyet ettim. Bütün talebelerimi topladım. Mecliste bir şahıs meâlen;
"Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını
Allah Cennet karşılığında satın aldı." (Tövbe sûresi: 111) buyrulan âyet-i kerîmeyi okudu.
Bunun üzerine on beş yaşında bir genç ayağa kalktı. Bu gencin babası vefât etmiş, kendisine
pekçok mal kalmıştı. Âyet-i kerîmeyi okuyan zâta dedi ki:
"Efendim, Allahü teâlâ mü'minlerden canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın aldı mı?
Allah yolunda canını ve malını fedâ edene Cennet verilecek mi?"
O zât: "Evet, Allahü teâlânın kelâmı doğru ve vâdi haktır." dedi.
Genç büyük bir azim ve kararlılıkla şunları söyledi; "Şâhid olunuz ki, ben nefsimi ve malımı
Allahü teâlâya sattım."
Bu sözlerini dinleyen zât; "Vallahi bu büyük bir iştir. Sen küçüksün. Korkarım ki,
sabredemezsin ve çâresiz kalırsın." dedi.
Bunun üzerine, genç; "Ey Şeyh! Bir kimse Cenâb-ı Hakla ahitleşsin ve çâresiz kalsın! Hâşâ
ve kellâ. Hiç böyle şey olur mu? Şâhid ol hakîkaten ben nefsimi ve malımı Allahü tealâ için
fedâ ettim, Allah yoluna adadım ve pişmân olmayacağım." dedi. Sonra bütün malını sadaka
olarak dağıttı. Bizimle birlikte cihâd için sefere çıktı. Bize ve hayvanlarımıza hizmet etmeye
başladı. Biz uyurken o nöbet tutardı. Gündüz oruç tutar, geceleri namaz kılardı. Hepimiz
onun bu haline hayrandık. Tâ ki, Rum diyârına vardık. Biz harp hazırlıkları yaparken, o genç
kendinden geçmiş ve hayran bir vaziyette:
"Aynâ-yı merdiyyeye müştâkım ona kavuşmak istiyorum." deyip duruyordu.
Genç o hale gelmişti ki, herkes aklını kaybetti zannederdi. Bir gün onu yanıma çağırıp; "Bu
söylediğin sözün mânası nedir?" diye sordum.
Şöyle anlattı:
Bir gün uyumuştum. Rüyâmda birisi bana; "Aynâ-yı merdiyyeye git!" diyordu. Sonra
birdenbire bir bahçe karşıma çıktı. Bu bahçenin içinde berrak sulu bir ırmak ve kenarında da
güzelliği gözler kamaştıran süslenmiş hûriler vardı. Bu hâli anlatmam mümkün değildir. Beni
görünce birbirlerine: "Müjde işte Aynâ-yı merdiyyenin zevci." dediler.
Onlara selâm verip; "Aynâ-yı merdiyye aranızda mı?" diye sordum. "Bizim aramızda değildir,
biz onun hizmetçileriyiz daha ileri git." demeleri üzerine ilerledim. Bir başka bahçe gördüm.
İçinde her türlü güzellikler vardı. Hâlis sütten bir nehir gördüm. Nehir kenarında, benzerini o
âna kadar görmediğim güzellikte hûriler vardı. Onların güzelliğine hayrân oldum. Beni
görünce birbirlerine baktılar ve: "Bu gelen Aynâ-yı merdiyyenin zevcidir." dediler. Onlara
selâm verip; "Aynâ-yı merdiyye sizin aranızda mıdır?" diye sordum. "Hayır biz onun
hizmetçileriyiz." dediler.
İlerledim. Bir Cennet ırmağına rastladım. Etrafında güzellikleri gözler kamaştıran hûriler
vardı. Bunları görünce önceki hûrileri unuttum. Onlara da selâm verdim. "Sana selâm olsun
ey Allahü teâlânın velî kulu!" dediler. Aynâ-yı merdiyyeyi sordum. "Biz onun hizmetçileriyiz,
daha ileri git." dediler.
İlerledim. Saf bal akan bir ırmağa vardım. Bu ırmağın da etrâfında hûriler vardı. Bu hûriler
güzellikte öncekilerden daha da üstündüler. Öncekilerin hepsini unuttum. Selâm verdim ve;
"Aynâ-yı merdiyye aranızda mı?" diye sordum. Daha ilerde olduğunu söylediler. İlerledim.
İnciden yapılmış, ipleri nûrdan bir çadır gördüm. Kapısında ay yüzlü bir hizmetçi bekliyordu.
Beni görünce; "Ey Aynâ-yı merdiyye! İşte sana eş olacak kimse geldi." dedi. Çadıra yaklaşıp
içeri girdim. Aynâ-yı merdiyye adlı hûri; inci ve yâkut kaplı altın bir taht üzerinde
oturuyordu. Onu görür görmez meftûn oldum. Bana:
"Hoş geldin ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Sabret sen dünyâdasın, henüz vakit var. Yarın
gece bizim yanımızda olacaksın." dedi. Bu rüyâdan sonra birdenbire uyandım. O güzelliğe ve
nîmetlere kavuşmak için sabırsızlanıyorum.
Genç bunları anlattıktan biraz sonra savaş başladı. Genç de savaşıp kahramanlıklar gösterdi.
Büyük bir yara alıp, yere düştü. Onu kaldırıp baktıklarında gülüyordu. Gülerek rûhunu teslim
edip, şehîd oldu.
Fudayl bin İyâd hazretleri buyurdu ki:
"Bana Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri şöyle anlattı:
Üç gece üst üste şöyle duâ ettim: "Yâ Rabbi! Benim Cennet'teki arkadaşım kimdir, göster."
Üçüncü gece rüyâmda bana denildi ki: "Yâ Abdülvâhid! Senin Cennet arkadaşın Meymûnetü
Sevdâ'dır." "O şimdi nerededir?" dedim. "Kûfe'de ve falan kabîledendir, denildi.
Hemen Kûfe'ye gittim, tarif edilen kabîlenin yerini sorup buldum ve; "Meymûnetü Sevdâ
nerededir?" diye sordum.
"O delinin biridir, koyunlarımızı güder." dediler.
"Onu görmek istiyorum." deyince de; "Falan yerde bir han var. O hanın yanında bulursun."
dediler.
Târif edilen hanın yanına varınca onun, namaz kıldığını gördüm. Yanında bir asa ve üzerinde
yünden bir cübbe vardı. Baktım ki koyunları otluyor ve hayvanların yanında da birkaç kurt
dolaşıyor. Beni fark ettiğinde namazını bitirip, bana dönerek; "Ey İbn-ü Zeyd, sen buradan
git, burası senin yerin değildir. Biz seninle burada değil sonra birleşeceğiz." dedi. Bunun
üzerine ben ona; "Allahü teâlâ sana rahmet etsin. Sen benim İbn-ü Zeyd olduğumu nereden
bilirsin?" dedim. "Daha rûhlarımız dünyâya gelmeden ben senin İbn-ü Zeyd olduğunu
bilirdim." dedi. "Biraz nasîhat eder misin?" deyince; "Bir kimse sana bir şey verdiği zaman
ona nasıl teşekkür edersin. Halbuki Allahü teâlânın verdiği bu kadar nîmete karşılık neden
şükredilmiyor. Sana iyilik edene o iyiliği veren ve yaratan yine Allahü teâlâdır. Ona göre
bütün hamd ve şükürleri Allahü teâlâya yapmak lâzımdır." dedi. Sonra; "Koyunların arasında
dolaşan kurtlar, nasıl olur da zarar vermeden gezerler?" diye sordum.
"Ben Allahü teâlâya öyle ibâdet ederim ki, benimle onun arasında hiçbir duvar kalmamıştır.
Bunun için kurtlarla koyunların arasındaki düşmanlık kalkmış ve dostluk başlamıştır." diye
cevap verdi.
Abdülvâhid bin Zeyd'in en büyük özelliği; Allahü teâlâya karşı olan kusurlarından dolayı çok
üzülmesiydi. "Bütün insanlığın yaptığı ibâdet kadar ibadet yapsak Allahü teâlânın bize
verdiği nîmetlere karşı gene şükrü yerine getiremeyiz." derdi.
Muhammed bin Abdullah buyurdu ki:
Ben bir defâsında, Abdülvâhid bin Zeyd hazretlerinin; "Kim mîdesini haramlardan
koruyabiliyorsa, o kimse dînini ve güzel ahlâkını muhâfaza edebilir. Kim de karnını
haramlardan koruyamıyorsa, o kişi ne dînini ne de güzel ahlâkını muhâfaza eder." dediğini
işittim.
"Muhakkak ki her şeyin bir kestirme (yakın) yolu vardır. Cennet'in kestirme yolu da cihâd
yapmaktır."
"Kul için ancak bilerek ve huzur içinde kıldığı namazın sevâbını alacağında, İslâm âlimleri
ittifak etti."
"Eğer nefsinizde Allahü teâlâya karşı yaptığınız ibâdetlerde bir isteksizlik ve tembellik
hissederseniz, bir süre kuvvetli ve iyi yemekleri yemeyi bırakınız. Gıdânız tuz ve ekmek
olsun. Oruç tutunuz. Bu şekilde yapmanız vücudunuzdaki bazı yağları ve fazlalıkları erittiği
gibi Allahü teâlâyı hatırlamanızı arttırır."
"Dîni bütün ve vakar sâhibi olan kimselerle olunuz. Çünkü onların meclislerinde,
toplantılarında kötü, çirkin, ahlâka ve vakara sığmayan şeylerden bahsedilmez."
"Kulun Allahü teâlâya karşı takınacağı en güzel edep hali, O'nun emirlerine tereddütsüz
boyun eğip itâat göstermesidir. Allahü teâlâ onu bu haliyle dünyâda bırakırsa, bunu en hayırlı
ve sevimli şey kabul etsin. Şayet rûhunu alıp, âhirete götürürse (rûhunu alırsa), bunun da
Allahü teâlânın emri olduğunu bilsin ve bu da kendisine hoş gelsin."
5&&#1)$&&'2-$&&1+31'788
Abdülvâhid bin Zeyd şöyle anlatır:
Bir defâsında deniz yolculuğuna çıkmıştık. Bindiğimiz gemi fırtınaya tutuldu. Sonunda
dalgalar bizi bir adaya sürükledi. İnip dolaşmaya başladık. Puta tapan bir adama rastladım.
"Neden bu puta tapıyorsun. Bu ne fayda ne de zarar verir!" dedim.
"Siz kime taparsınız?" diye sorunca; "Her şeyi yaratan, her şeye kâdir olan Allahü teâlâya
ibâdet ederiz." dedim.
"Bunu size kim bildirdi?"
"Allahü teâlâ bize kerîm bir peygamber gönderdi, o bildirdi."
"O peygamber nerededir?"
"Bize Allahü teâlânın gönderdiği dîni bildirip, tebliğ vazîfesini tamamladıktan sonra vefât
etti. Allahü teâlâya kavuştu."
"Ondan hiçbir alâmet kaldı mı?"
"Evet O, Allahü teâlâdan bir kitap getirdi. Bizim yanımızdadır."
Aramızda geçen bu konuşmadan sonra:
"O kitâbı bana gösterin." deyince Kur'ân-ı kerîmi ona gösterdim.
"Ben bunu okumasını bilmiyorum." dedi. Sonra açıp bir sûre okudum. Ben okudukça o
ağladı. Sûreyi bitirince; "Lâyık olan şudur ki, kimse bu kelâmın sâhibine âsi olmasın!"
diyerek hemen müslüman oldu. Ona Kur'ân-ı kerîmden birkaç sûreyi ve kendisine yetecek
kadar din bilgisi öğrettik.
O gece yatsı namazını kıldık. Yatma zamânı gelince O yatmadı ve sabaha kadar ibâdet etti.
Talebelerime; "Bu yeni müslüman oldu. Aramızda biraz para toplayıp verelim de sıkıntı
çekmesin." dedim. Parayı toplayıp götürdüğümüzde; "Bu nedir?" dedi. "Bunu al, kendine
nafaka alırsın, sıkıntı çekmezsin." dedim.
"La ilâhe illallah. Ben daha önce bu adada iken, puta tapardım. Allahü teâlâyı bilmezdim,
fakat O beni zayi etmedi, korudu. Şimdi ise O'nu tanıyorum. Beni hiç zâyi eder mi?" dedi.
Üç gün sonra onun hastalanıp yatağa düştüğünü haber aldım. Hemen yanına koştum. "Bir
isteğin var mıdır?" dedim. Benim ihtiyâcımı, her ihtiyacı gideren Allahü teâlâ karşıladı." dedi.
Bu görüşmemizden bir gün sonra da vefât etti. O gece onu rüyâmda bir bahçe içinde gördüm.
Bahçenin üzerinde yüksek bir kubbe, kubbenin altında bir taht üzerine oturmuştu. Yanında da
bir hûri vardı. Meâlen; "...Melekler de her kapıdan yanlarına vararak şöyle diyeceklerdir:
Sabrettiğiniz için, size selâm olsun! Âhiret saâdeti ne güzeldir!" (Ra'd sûresi: 23-24) buyrulan
âyet-i kerîmeyi okuyordu.
*"!=!=&&3>3$)
Abdülvâhid bin Zeyd Tebe-i tâbiînden,
Basra denen beldede, yetişen âlimlerden.
Hazret-i Abdülvâhid bin Zeyd'in yanında,
"Mümin nasıl olmalı?", diye sorduklarında,
Buyurdu ki: "Allah'tan, korkup, benzi sararır,
Kaçınır haramlardan, emirlere sarılır.
Düşünür mahşerdeki, verecek hesâbını,
Titrer, hatırladıkça, Cehennem azâbını.
İşlemiş bulunduğu, günahlar sebebiyle,
Ayıplar kendisini, uğraşır nefsi ile.
Bir sözü söylemeden, düşünür, ölçer, biçer,
Hayırlı değil ise, söylemekten vazgeçer.
İşlediği günahlar, öyle üzer ki onu,
Göremez başkasının, ayıp ve kusurunu,
Bu, öyle kişidir ki, elinden ve dilinden,
Yanında bulunanlar, zarar görmez katiyyen."
Abdülvâhid bin Zeyd, çok mübârek zât idi,
Günahını düşünüp, devamlı ağlar idi.
Derdi: "Hak teâlâya, günboyu secde etsek,
Mümkün olmaz yine de, O'na tam şükreylemek."
Bir kimse, kendisinden, nasîhat isteyince,
Buyurdu ki: "Şükreyle, kuvvetin yettiğince,
İnsanlardan birisi, iyilik yapsa sana,
Nasıl memnun kalırsın, yaptığı bu ihsâna,
Halbuki o, bir kuldur, zavallı ve âcizdir,
Her ihsânın sâhibi, elbette Rabbimizdir.
Çünkü O, insanlara, vermese güç ve kuvvet,
Hiç kimse, hiç kimseye, ihsân edemez elbet."
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.6, s.155
2) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.6, s.434
3) Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.258
4) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.7, s.289
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.108
6) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.311,315,319
7) Tabakât-ül-Evliyâ (İbn-i Mülakkın); s.183
8) Tabakât-ı Ensârî; s.111
9) Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.287
10) Ravd-ur-Reyyâhîn; s.29,30,42,87,104,155,183, 235,236

ABDÜLVÂHİD BİN MUHAMMED


ABDÜLVÂHİD BİN MUHAMMED;
Kerâmetler sâhibi hikmetli sözler söyleyen, güzel ve tesirli vâz ve nasîhatlarıyla meşhûr
evliyâ bir zât. Ayrıca Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinden olup, tefsîr, hadîs ve usûl-i fıkıh
ilimlerinde meşhûr âlimdir. İsmi, Abdülvâhid bin Muhammed bin Ali bin Ahmed eş-Şîrâzî
el-Makdisî ed-Dımeşkî el-Ensârî es-Sa'dî el-Abbâdî el-Hazrecî'dir. Künyesi ise
Ebü'l-Ferec'dir. Irâkî ve Makdisî lakablarıyla tanınır. Harran'da doğmuş olup, doğum târihi
bilinmemektedir. 1093 (H.486) senesinde Şam'da vefât etti. Bâb-üs-Sagîr mezarlığına
defnedildi. Kabri meşhûr olup, ziyâret edilmektedir.
İlim öğrenmek için çok gayret gösterdi. Tahsil maksadıyla uzun seyahatler yaptı. Bağdat'ta
zamanının en büyük âlimlerinden Kâdı Ebû Ya'lâ'dan, Hanbelî fıkhının ince bilgilerini
öğrenmiş ve büyük fıkıh âlimi olmuştur. Ebû Ya'lâ'nın derslerinde, fıkıh ilmi ile ilgili devamlı
notlar alıp, kitap hâline getirmiş ve onun yazmış olduğu kitapları genişletmiştir.
Bağdat'tan Şam'a gitti, orada Ebü'l-Hasan Simsar'dan Ebû Osman Sâbûnî'den hadîs-i şerîf
dinledi, hadîs ilmini öğrendi. Diğer âlimlerden de ilim öğrendi. Kudüs'te bir müddet ikâmet
etti. Ehl-i sünnet îtikâdını ve Peygamber efendimizden nakledilen din bilgilerini bildiren dört
hak mezhebden biri olan Hanbelî mezhebini yaydı. Sonra Şam'a geldi. Kendine muhalif ve
karşı kimselerle yaptığı ilmî münâzaralarda, kuvvetli deliller getirerek sözlerinin doğruluğunu
isbât etti ve üstünlüğünü kabûl ettirdi. Kendisinden de birçok kimse ilim öğrenip, sohbetinde
bulundu. Burada vâzlarıyla meşhûr oldu.
Şam'da zamânın en büyük âlimlerindendi. İlmiyle amel eden, güzel huylu, herkesle iyi
geçinen, güler yüzlü, ihsânı bol, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem sünnetine uyan,
çok ibâdet eden, haramlardan kaçınan, şüphelilerden uzaklaşan, ârif, kerâmetler sâhibi, duâsı
makbûl olan Allahü teâlânın sevgili bir kuluydu. Hızır aleyhisselâm ile görüşmüş, onunla
sohbetler yapmıştır.
Devlet adamlarından bâzıları, doğru sözlülüğü ve hakîkatı beyânı sebebiyle ona düşmanlık
ediyor, eziyet veriyorlardı. O da bunların işini Allahü teâlâya havâle edip, duâ etti.
Bir gün vâz ederken, oradakilerden biri aşka gelerek, bir nâra attı ve oracıkta vefât etti. Buna
herkes şâhid oldu. Ebü'l-Ferec'in üstünlüğü ve vâz etmekteki ilim ve mârifeti her yere yayıldı.
Kendisine muhâlif olanlar; "Nasıl bir iş yapalım ki, bizim de meclisimizde biz konuşurken bir
kimse ölsün. Şimdiye kadar hiç kimse bizim meclisimizde aşka gelip ölmedi." dediler. Garip
bir adam buldular, ona on dirhem para verip; "Sen meclisimizde bulun. Meclis tamam olduğu
zaman büyük bir nâra at, sonra hiç konuşma ve hareket etme. Biz senin için, öldü, deriz.
Sonra seni bir eve götürürüz, geceleyin de bu şehirden çıkar başka bir yere gidersin." dediler.
Aynı konuştukları gibi yaptılar. O kimse müthiş bir nâra attı ve düştü. Onlar da öldü diyerek
bir eve taşıdılar. O eve bir zât geldi. Bu ölü gibi görünmek isteyen kimsenin sağına-soluna
dokundu ve canını acıttı. Hîlekâr kimse, canı yanınca acıyla bağırdı. "Aaa! Yaşıyor, yaşıyor!"
diye bağrıştılar. Orada bulunanları bir gülme aldı ve böylece ehli olmadığı hâlde evliyâ ve
rehber geçinen sahte kimselerin hîleleri anlaşıldı.
Nâsıh, Şeyh Muvaffaküddîn el-Makdisî'nin şu sözlerini nakletti:
Biz hepimiz, Abdülvâhid bin Muhammed'in bereketlerine kavuştuk. Kudüs'ten Bağdat'a teşrif
ettiği zaman, geldiğini haber alan müslümanlar, onu akın akın gelip ziyâret ettiler. O zaman
dedem Kudâme, kardeşine; "Gel bu zâtı ziyârete gidelim. İnşâallah bize duâ buyurur da
kurtuluruz." dedi. Ebü'l-Ferec'i ziyârete gittiler. Evvelâ söze Kudâme başlayıp; "Efendim!
Allahü teâlânın, Kur'ân-ı kerîmin hıfzını bana kolaylaştırması için duâ buyurmanızı ricâ
ediyorum." dedi. Ebü'l-Ferec de ona duâ buyurdu. Kardeşi bir şey istemedi ve eski hâli
üzerinde kaldı. Kudâme ise, Kur'ân-ı kerîmi kolayca ezberledi ve Ebü'l-Ferec hazretlerinin
duâsı bereketiyle büyük hayırlara kavuştu.
Birçok kıymetli eserler yazmıştır. Bâzıları şunlardır:
1) El-Cevâhirü fî Tefsîr-ül-Kur'ân: Otuz ciltlik tefsîr kitabıdır. Kızı Ümmü Zeynüddîn, bu
tefsîr kitabını ezberlemiştir. 2) El-Müntehab, 3) El-İzâh-ül-Mebhec (Hanbeli fıkhına
dâirdir.) 4) El-Burhân fî Usûliddîn, 5) Muhtasar fîl-Hudûd, 6) Et-Tebsîrâtü fî Usûliddîn,
7) Mesâil-ül-İmtihân.
1) Tabakât-ı Hanâbile; c.2, s.248
2) Tabakât-ı Hanâbile (Zeyli); c.2, s.68
3) Tabakât-ül-Müfessirîn; c.1, s.360
4) Tezkiret-ül-Huffâz; c.3, s.1199
5) Şezerât-üz-Zeheb; c.3, s.378
6) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.212
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.322

ABDÜLVÂHİD-İ LÂHORÎ


ABDÜLVÂHİD-İ LÂHORÎ;
Hindistan'daki evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdülvâhid'dir. Lahor şehrinden olduğu için
Lâhorî nisbet edildi. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Evliyânın gözbebeği İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin talebelerinin önde gelenlerindendir.
Abdülvâhid-i Lâhorî önceleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hocası Muhammed Bâkî-billah
hazretlerinin talebesi idi. Bâkî-billah hazretleri onun terbiye ve yetişmesini İmâm-ı Rabbânî
hazretlerine havâle ettiler. Abdülvâhid Lâhorî bundan sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
sohbetlerinde yetişip olgunlaştı.
Çok ibâdet ederdi. Bir gün, ibâdetten aldığı zevk ve neşe sebebiyle ders arkadaşı Muhammed
Hâşim-i Kişmî'ye; "Cennet'te namaz var mıdır?" diye sordu. "Yoktur. Çünkü orası, dünyâda
yapılan amellerin karşılıklarının verildiği yer olup, amel yeri değildir." cevâbını alınca bir âh
çekti, ağladı ve; "Yazıklar olsun namaz kılmayana. Allahü teâlâya kul olup da namaz
kılmadan nasıl yaşanır?.." dedi.
Abdülvâhid-i Lâhorî bir gün hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir mektup gönderdi.
Mektubunda; "Arasıra secdede öyle hâller oluyor ki, başımı secdeden kaldırmak
istemiyorum." diye yazmıştı.
Abdülvâhid-i Lâhorî hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hikmetli söz ve hâllerini
öğrenmeye can atar, öğrendiklerini naklederdi. Kendisi anlatır:
Hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, Lahor'a teşrif ettiği günler idi. Huzurlarına sebze
satıcılığı yapan yaşlı bir kimse gelip, ziyaret etti. Hocam o ihtiyâra, çok iltifâtta bulunup
yakınlık gösterdi. Bunu gören bizler hayretler içinde kaldık. Hocamın sevdiklerinden biri,
yalnız oldukları bir gün; "Efendim! Hâli belli olmayan o ihtiyâra bu kadar tevâzu
göstermenizin hikmeti neydi?" diye sormuş. Hocam da; "O kimse ebdâl ismi verilen
evliyâdandı." buyurmuşlar.
Abdülvâhid-i Lâhorî, hocası İmâm-ı Rabbânî hazretleriyle zaman zaman mektuplaşırlardı.
Hocasının kendisine yazdığı mektuplardaki nasîhatlerinden bâzıları şöyledir:
"Allahü teâlâya hamd olsun!O'nun sevgili Peygamberine bizden duâlar ve selâmlar olsun. Bir
kul, ibâdet ederken, bu ibâdette bulunan her güzelliği ve iyiliği Allahü teâlâdan bilmelidir!
Çünkü, O'nun güzel terbiye etmesinden ve ihsânındandır. İbâdette kusur ve aşağılık
bulunursa, bunların hepsi kuldan gelmektedir. Kulun özünde bulunan kötülükten hâsıl
olmaktadır. Hiçbir kusuru, aşağılığı Hak teâlâdan bilmemelidir. O makamda, yalnız iyilik,
güzellik ve kemâl vardır. Bunun gibi bu âlemde bulunan her güzellik ve üstünlük Allahü
teâlâdandır. Her kötülük ve aşağılık da, mahlûklardandır. Çünkü, mahlûkların aslı, özü
ademdir. Adem de, her kötülüğün ve aşağılığın başlangıcıdır. (Adem yokluk demektir.)
"Sübhânallahi ve bi-hamdihi" güzel kelimesi, bu iki şeyi açıkça bildirmektedir. Hak teâlânın
tenzîhini ve takdîsini, yâni O'na yakışmayan aşağılıklardan ve kötülüklerden uzak olduğunu
çok güzel bildirmektedir.
Bu güzel kelime, şükür yapmayı, hamd etmekle bildirmektedir. Çünkü hamd, her şükrün
başıdır. Hak teâlânın güzel sıfatlarına, işleri ile bütün nîmetlerine ve büyük ihsânlarına hamd
kelimesi ile şükretmektedir. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfte; "Bir kimse, bu güzel kelimeyi
gündüz veya gece, yüz kerre söylerse, o gün veya o gece, hiç kimse onun kadar sevâb
kazanamaz. Ancak onun gibi söyleyen kazanır." buyruldu. Başkalarının ibâdeti, onunla nasıl
bir olabilir ki, o kimse, bu güzel kelimenin son parçası ile, bütün iyiliklerin ve ibâdetlerin
şükrünü yapmış olmaktadır. Bu güzel kelimenin baş tarafı ise, ayrıca Hak teâlâyı
kötülüklerden ve aşağılıklardan tenzîh ve takdîs etmektedir. O hâlde, bu güzel kelimeyi her
gün ve her gece yüz kerre okumalıyız! İnsanları iyi işleri yapmaya ancak Allahü teâlâ
kavuşturur. (1. cild, 307. mektup)
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Abdülvâhid-i Lâhorî'ye yazdığı başka bir mektuptaki nasîhatleri
de şöyledir:
Kıymetli kardeşimin mektûbu geldi. Kalbin selâmeti için yazdıklarınız anlaşıldı. Evet, kalbin
selâmeti, onun mâsivâyı unutmasına bağlıdır. Öyle ki, zorla hatırlatmak isteseler
hatırlayamamalıdır. Allahü teâlâdan başka her şeye, yâni mahlûkların hepsine "Mâsivâ" denir.
Bu hâle "Fenâ-i kalb" denir. Bu yolun birinci basamağı, bu fenâya kavuşmaktır. Bu fenâ,
vilâyet derecelerine kavuşulacağının müjdecisidir. Talebeler, yaradılışlarındaki uygunluklara
göre, çeşitli derecelere yükselirler. Çok yükselmek istemeli, bunun için çok çalışmalıdır.
Çocuklar gibi, yolda önüne çıkan kozalaklara, cam parçalarına bağlanıp kalmamalıdır.
Hadîs-i şerîfte; "Allahü teâlâ, yüksek şeylere kavuşmak isteyenleri sever." buyruldu. Dünyâ
işleri ile çok uğraşmakta, dünyâ işlerine gönül bağlamak korkusu vardır. Kalbin selâmete
kavuşmasına da sakın aldanmayınız! Yine geri dönebilir.
Dünyâ işleri ile elden geldiği kadar az uğraşınız ki, dünyâya gönül bağlamak tehlikesine
düşmeyesiniz! Dünyâya düşkün olmak felâketinden Allahü teâlâya sığınırız. Dünyâya gönül
bağlamayan fakir bir çöpçü, gönlünü dünyâya kaptıran koltukdaki zenginden kat kat daha
kıymetlidir. Birkaç günlük hayatta dünyâya gönül vermemek, hiçbir şeye düşkün olmamak
için çok uğraşınız! Dünyâya düşkün olmaktan ve dünyâya düşkün olanlardan, aslandan
kaçmaktan daha çok kaçmalıdır. (1. cild, 116. mektup)
5):")&B'>%&:$,1788
Abdülvâhid-i Lâhorî ibâdet zevki ile ilgili bir hâtırasını şöyle anlatır:
Ticâret için Buhârâ'ya gitmiştim. Oranın câmilerinden birinde yatsı namazından sonra nâfile
namazla meşgûl oldum. Câmi hizmetlilerinden birisi bana; "Kendi evine git, nâfile namazları
evinde kıl. Kapıyı kapayacağım." dedi. Fakat söylerken sertçe söylemişti. Bu hizmetçi o gece
evliyânın şâhı Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerini rüyâda görmüş.
Benim için; "O derviş, bizim Hindistan'ın beldelerinden bir beldedendir. Onun kıymetini bil,
ondan özür dile." buyurmuş. Bunun üzerine geldi, özürler dileyip affedilmesi için ricâ etti.
1) Berekât-ı Ahmedî; s.388
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.149

ABDÜLULÂ


ABDÜLULÂ;
Hindistan evliyâsından. Doğum târihi ve yeri belli değildir. Hayatı hakkında fazla bilgi
yoktur. 1928 (H. 1347)'de Abdürrab Medresesinde vefât etti. Delhi'de hadîs âlimlerinin defn
edildiği kabristâna defnedildi. Tahsîl yaşına geldikten sonra ilim öğrenmeye başlayan
Abdülulâ, Mevlânâ Muhammed Kâsım Nânûtevî'nin önde gelen talebelerinden oldu. Mevlânâ
Ahmed Ali Sehârenpûrî'den de hadîs-i şerîf okudu. Tahsilini tamamladıktan sonra Delhi
Hüseyinbahş Medresesinde müderrisliğe başladı. Kısa zamanda baş müderris oldu. Bir
mesele yüzünden, medrese görevlileri ile arasında ihtilaf çıkınca yakın arkadaşlarıyla berâber
Delhi'den ayrılmaya karar verdi. Bu durumu öğrenen Mevlevî Abdülehad ve Feyz Ahmed
Han; "Böyle mübârek bir zâtı bırakmamak lazım." diyerek Abdülulâ'nın yanına gittiler ve;
"Efendim! Mevlevî Abdullah'ın mescidine teşrif edip, orada ders verseniz." diye teklif ettiler.
O da kabûl edip, talebeleri ile berâber orada yerleşerek ders vermeye başladı.
Abdülulâ felç hastalığına yakalandı. Sâdece elini biraz hareket ettirebiliyordu. On beş sene
kadar felçli vaziyette yattı. Şah Ebü'l-Hayr Abdullah onu sık sık ziyârete giderdi. O zaman
Abdülulâ, Şah Ebü'l-Hayr'ın eteğini yüzüne sürer; "Bana senin eteğinden Resûlullah
efendimizin kokusu geliyor." derdi. Şiir:
Gönlüm Habîbin kokusu ile mest oldu
Ne güzel koku ki, Habîbin tarafından gelir.
Abdülulâ hazretlerinde Peygamber efendimizin sevgisi çok fazla idi. Ramazân-ı şerîf ayının
başında talebelerinden biri Kasîde-i Bürde'den bir bölüm okudu. Bunun üzerine öyle ağladı
ki, konuşmaya tâkati kalmadı.
Mevlid hakkında soran birisine; "Bu zamanda insanlar vakitlerini oyun, eğlence ve günahlar
içerisinde geçiriyorlar. Biz de, onların kalblerinde Resûlullah efendimizin sevgisi hâsıl olsun
istiyoruz. Çünkü Resûlullah efendimizi sevmek, îmânın aslıdır. Biz bu maksatla mevlid
cemiyetleri yapıyoruz. Nitekim din büyükleri de mevlidi güzel görmüşlerdir." buyurdu.
Abdülulâ hazretleri zamânında Hicaz'da Vehhâbîler, kabirleri yıkıp, müslüman âlemi rencide
etmişlerdi. Bunun üzerine Medârik-i Işk adlı eserini yazarak, İbn-i Teymiyye ve onun yolunda
gidenlere cevap verdi.
1) Makâmât-ı Ahyâr; s.338

14 Mayıs 2013 Salı

ABDÜLMU'TÎ EFENDİ


ABDÜLMU'TÎ EFENDİ;
On beşinci asırda Mekke-i mükerremede yetişen evliyânın meşhurlarından. Aslen Kuzey
Afrikalı olup Kuzey Afrika memleketlerinden birinde doğdu, doğum ve vefât târihi
bilinmemektedir. Gençliğinde zamânın âlimlerinden ilim öğrendi. Kırâat hocası İbn-i
Cezerî'ydi. Mâlikî mezhebi fıkıh bilgilerinde âlim oldu. Zamânın büyüklerinden Zeynüddîn
Hâfî hazretleriyle tanışıp, onun talebeleri arasına katıldı. Yanında kalıp, yıllarca hizmet etti.
Maddî ve mânevî, zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsil etti. Nefsi, dünyâ sevgisinden kurtulup,
Allahü teâlânın emrine itâat eder hâle geldi, mutmeinne oldu. Resûl-i ekremin güzel ahlâkı ile
ahlâklandı. Selef-i sâlihînin yolunda, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için gayret eder hâle
geldi.Sevgi ve muhabbetini yaratılmışlardan kurtarıp, bir ve tek olan yaratana bağladı.
Zeynüddîn Hâfî'den icâzet alıp, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, Resûl-i ekremin güzel
ahlâkını, Selef-i sâlihînin yolunu insanlara anlatıp yaymak vazîfesiyle, Mekke-i mükerremeye
gönderildi. Zeynüddîn Hâfî hazretlerinin iki halîfesi daha vardı. Bunlardan biri Âşıkpaşazâde
Ahmed'in hocası Kudüslü Şeyh Abdüllatîf Kudsî, diğeri de Anadolu'da Merzifon'a yerleşen
ve Anadolu'ya aşk ateşini salan, Abdürrahîm-i Merzifonî Rûmî idi.
Abdülmu'tî Efendi, Mekke-i mükerreme büyükleri arasında Şeyh-ül-Harem lakabıyla,
kerâmet ve hâlleriyle de müslümanlar arasında meşhûr oldu. Mekke-i mükerremede hac ve
umre için gelen müslümanlara nasîhatlerde bulunup, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını
anlattı. Cömertliği, insanlara karşı şefkat ve merhameti çok fazla, ahlâkı pek güzeldi. Uzun
zaman kendisini gizledi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bir kerâmetini haber vermesi
üzerine, bütün hâlleri ortaya çıktı. Şânı her tarafa yayıldı. Pekçok talebe yetiştirip, âleme feyz
saçtı. Taceddîn Efendi'nin talebesi olup talebelerinden, İkinci Bâyezîd ve Yavuz devri
evliyâsından olan Seyyid-i Velâyet meşhûrdur. Abdülmu'tî Efendi, on beşinci asrın sonlarında
vefât etti.
Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr, Seyyid Kâsım Enverî, Şeyh Zeynüddîn Hâfî ve Abdülmu'tî Efendi
gibi büyüklerin sohbetlerinde bulunmakla şereflenen ve 120 seneden fazla yaşayan, Mahmûd
Hindî hazretleri şöyle anlatmıştır:
Bir sene, Hac için Mekke-i mükerremeye gittim. Abdülmu'tî Efendi ile karşılaştım.
Yaratılmışlardan alâkayı kesmiş, Rabbi ile meşgûl idi. Görür görmez, kalbimde ona karşı bir
muhabbet peydâ oldu. Âdetâ beni kendisine çekti. Aramızda kuvvetli bir kardeşlik ve samîmî
bir dostluk meydana geldi.
Mübârek sohbetleriyle bereketlendiğim birgünde bana; "Senin için Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr'ı
gördü derler, doğru mudur? Şimdi onu görsen tanıyabilir misin?" buyurdu. Ben de; "Evet,
onu görmekle şereflendim. Onu görünce de tanırım." dedim. Bunun üzerine; "Ubeydullah-ı
Ahrâr, işte burada, şu kalabalık arasındadır" dedi. Ben yerimden kalkıp, Kâbe-i muazzamayı
tavâf edenler arasına katıldım. Tavâf edenler arasında, Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerini arayıp
buldum. Yanında ben de tavâf etmeye başladım. Hâce Ubeydullah, benden önce Makâm-ı
İbrâhim'e varıp namaza durdu. Ben de tavâfı bitirdiğimde Makâm-ı İbrâhim'de namaza
başladım. Hâce hazretleri, ben henüz merâmımı anlatamadan kalabalığa karışıp gözden
kayboldu.
Bu hâdiseden sonra Şeyh Abdülmu'tî'nin yanına vardım. Bana; "Senin Hâce Ubeydullah'ı
gördüğünde şüphemiz kalmadı." buyurdular. Aradan yıllar geçti. Semerkand'a uğradım.
Ubeydullah-ı Ahrâr'la tekrar görüşmek şerefine eriştim. Bana; "Mekke-i mükerremedeki
mâcerâyı açıklama!" diye tenbihte bulundu. Bir zaman sonra tekrar Mekke-i mükerremeye
vardığımda Abdülmu'tî hazretlerinin şöhretinin her tarafa yayılmış olduğunu gördüm. Ziyâret
edip, sohbetleriyle şereflendim. Bir mikdâr sohbet buyurduktan sonra, bana; "Hâce
Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yüzünü sana gösterdik, onlar da şöhretimizin yayılmasına sebeb
oldular." buyurdu.
1) Şakayik-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.90
2) Tâc'üt-Tevârîh; c.5, s.61
3) Sicilli Osmânî; c.3, s.401
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.225

ABDÜLMUGÎS BİN ZÜHEYR


ABDÜLMUGÎS BİN ZÜHEYR;
Bağdad'da yetişen âlim ve evliyâdan. İsmi Abdülmugîs bin Züheyr bin Alevî'dir. 1106
(H.500) senesinde doğdu. İlim ve edeb üzere yetişti. Haram ve şüpheli her şeyden şiddetle
kaçınırdı. 1187 (H.583) senesi Muharrem ayının on üçüncü Cumâ günü vefât etti. Dört hak
mezhebden birisinin kurucusu olan Ahmed bin Hanbel hazretlerinin kabri yakınına
defnedildi.
Abdülmugîs bin Züheyr Bağdad'da zamânın en meşhur âlim ve evliyâsının sohbet ve
derslerinde yetişti. Güvenilir bir kişi oldu. Bilhassa hadîs-i şerîf ilminde üstün bir dereceye
yükseldi. Ebü'l-Kâsım bin Hüseyin, Ebü'l-İz bin Kâdeş, Ebû Gâlib, Ebû Abdullah bin Ali bin
el-Bennâ, Ebü'l-Hüseyin bin Ferrâ, el-Müzrefî, Kâdı Ebû Bekr el-Ensârî ders okuduğu
hocalardandır. Kendisinden de; Muvaffakuddîn, El-Hâfız Abdülganî, El-Beha Abdurrahmân
el-Makdisiyyûn, El-Fakîh Abdullah Ahmed gibi büyük zâtlar hadîs-i şerîf rivâyetinde
bulundular.
Abdülmugîs hazretleri zamânının büyük âlimleri ve devlet erkânının ileri gelenleri tarafından
ziyâret edilirdi. Bir defâsında halîfe En-Nâsır tebdîl-i kıyâfet yaparak yoksul bir kimse
kılığında Abdülmugîs hazretlerinin ziyâretine gitti. Abdülmugîs hazretleri halîfeyi o kıyâfette
tanıdıysa da belli etmedi. Halîfe; "Yezîd'e lânet etmenin câiz olup olmadığını öğrenmek
istiyorum." dedi. Abdülmugîs hazretleri; "Ben şahsen lânet edilmesine karşıyım. Çünkü bu
meseleye câiz diye fetvâ verecek olursak, insanlar şimdiki halîfeyi de lânetleme cesâretini
bulurlar." cevâbını verdi. Halîfe; "Niçin?" diye sordu. Abdülmugîs hazretleri; "Çünkü halîfe,
hoş olmayan bir takım işleri yapmaktadır." diyerek halîfenin hatâlarını îmâ etti. Bundan
gâyesi, halîfeyi bu kötü ve çirkin işlerinden vaz geçirmekti. Halîfe bu sözleri duyunca
yaptıklarına pişman oldu. Üzerinde hakkı olanlarla helallaştı. Çok geçmeden de vefât etti.
Abdülmugîs hazretleri, Allahü teâlânın emirlerini yapmaya ve yasaklarından kaçınmaya çok
dikkat ederdi. Dînine bağlılığı, Kur'ân-ı kerîm okumaktaki üstünlüğü ile çok meşhûr oldu.
Vefâtına kadar, insanların kurtuluş ve saâdeti için çalıştı.
Dûbeysî der ki: "Abdülmugîs, hadîs-i şerîf toplamak ve rivâyet etmekte büyük bir hassâsiyet
gösterirdi."
Abdülmugîs hazretlerinin cenâze namazı çok kalabalık oldu. Sevdiklerinden Yâkûb bin
Yûsuf el-Harbî der ki:
"Abdülmugîs'e rüyâda, Allahü teâlâ sana nasıl muâmelede bulundu? diye sordum. Cevâbında;
ilim, kabirde insanları diriltir. Cehâlet ise, diri insanı ölülere dâhil eder, buyurdu.
El-İntisar li-Müsned-il-İmâm Ahmed, er-Reddü alel-Müteassıb, Kitâb fi Fedâil-i Yezîd bin
Mu'âviye Abdülmugîs hazretlerinin en önemli kitaplarıdır.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.178
2) El-Bidâye ven-Nihâye; c.12, s.328
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s. 275-276
4) Zeylü Tabakât-ı Hanâbile; c.1, s.354
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.379

ABDÜLMELİK ET-TABERÎ


ABDÜLMELİK ET-TABERÎ;
Evliyânın büyüklerinden. Hayâtı hakkında kaynaklarda fazla ve yeterli bilgi yoktur. On ikinci
asırda Mekke'de yaşadı. Nizâmiye Medresesinde fıkıh ilmi tahsil etti.
Zühd ve verâ bakımından zamânında yaşayan evliyânın önde gelenlerindendi. Haramlardan
şiddetle kaçınır, şüpheli korkusuyla mübahların çoğunu terk eder ve dünyâya zerre kadar
meyl etmezdi. Çok ibâdet eder, nefsini terbiye etmek için sıkı riyâzet ve mücâhede ederdi.
Nefsinin isteklerini hiç yapmaz, istemediklerini yapmak için çok uğraşırdı. Elbise olarak sert
kumaşları tercih eder, katıksız yemek yer, vaktini sıkıntılara göğüs gererek sabırla geçirirdi.
Kendisine zikir olarak şu iki kelimeyi seçmişti. "Sübhânallahi ve bihamdihi,
sübhânallahilazîm ve bihamdihi."
Mekke'ye gelen Hibetullah Kuşeyri, Abdülmelik Taberî'yi ziyarete gitti ve ateşler içinde
buldu. Binbir zorlukla oturan Abdülmelik Taberî; "Hummaya yakalandığımda bununla
sevinirim. Çünkü nefs, hummâ, ile meşgûl olup, beni meşgûl etmez. Bu haldeyken kalbimle
istediğim gibi yalnız kalırım." buyurdu.
Suyuna el ulaşamayacak kadar aşağıda olan ve Anber denilen bir havuz vardı. Abdülmelik
Taberî abdest almak için havuza elini uzattığında su yükselir abdestini bitirdiğinde alçalırdı.
Bir gün yanına giden Hüseyin Zegandânî onu, başını göğsüne tamamen eğmiş murâkabe
hâlinde buldu. O sırada bir kısım insanlar gelerek ona sorular sordular. Abdülmelik Taberî
sorulan ilk iki suale cevap vermedi. Üçüncü sual sorulunca cevap verdi. Hüseyin Zegandânî
ona bunun sebebini sorunca; "Resûlullah efendimiz sadece üçüncü suâlin cevabını telkin etti.
Öncekilerine ise sükut buyurdular. Onun için ilk ikisine cevap vermedim." buyurdu.
Abdülmelik Taberî, bir gece El-Hüseynî isimli bir zâtla beraber Mescid-i Haram'da
bulunuyordu. Soğuk bir gece idi. Abdülmelik Taberî'nin gömleği olmadığından sırtı soğuktan
çatlayıp yarılmıştı. Mescidin kapısında sağ elini yanağı altına, sol elini başı üzerine koymuş
bir halde Allahü teâlâyı zikrediyordu. El-Hüseynî ona; "Şâyet mescidin bir köşesinde
uyursanız daha iyi olur. Soğuktan korunmuş olursunuz." deyince; "Bir gece Mescidde
uyudum. İki kişi gördüm. Mescide girdiler bana yaklaşıp "Mescidde uyuma." dediler. Onlara
kim olduklarını sorunca; "Biz melekleriz." dediler. Bunun üzerine uyandım ve bundan sonra
mescidde uyumadım." diye cevap verdi.
1) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.7, s.190-192
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.379

13 Mayıs 2013 Pazartesi

ABDÜLMECÎD ŞİRVÂNÎ


ABDÜLMECÎD ŞİRVÂNÎ;
Evliyânın büyüklerinden. Şirvan'da doğdu. Doğum târihi belli değildir. Künyesi
Ebü'l-Mehamid, lakabı, Nurullah'dır. Babası Şeyh Veliyyüddîn Şirvan bölgesinin en büyük
velîsi idi. İlim, fazîlet, şüpheli şeylerden sakınma ve takvâda çok yüksekti. Devamlı insanlara
vâz ve nasîhat eder, ders verirdi. "İnsanların en hayırlısı, onlara faydalı olandır." hadîs-i
şerîfinin açık bir nümûnesi idi.
Oğlu Abdülmecîd de küçük yaştan îtibâren böyle bir ilim ve sohbet halkasında yetişti. Zekâsı
yüksek, anlayış ve kavrayışının fevkalâde keskinliğinden kısa sürede akranlarını ve
emsallerini geçti. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde ilerledi. Genç yaşta Şirvan'ın Şemahı şehrine gitti
ve burada ders vermeye başladı. Kendisi bu yıllarını şöyle anlatmaktadır:
Şemahı'da talebelere bir şeyler anlatmak husûsunda çok gayret sarfediyordum. Zâhirî ilimlere
olan rağbetim ve onları öğrenme husûsundaki şevkim öyle artmıştı ki, gecelerimin çoğunu
kitapları mütâlaa ve okumakla geçirirdim. Bir mübârek gecede, mütâlaa ettiğim kitap hareket
edip şöyle konuştu:
"Ey Abdülmecîd! Ben senin Rabbin miyim ki, gece gündüz bana bakıyorsun? Var git, bu
bağlılığını Rabbine yap. Bu bağlılığı Rabbine yapman daha münasiptir."
Kitaptan gelen sesi duyunca, onu bir kenara bıraktım ve dağlara gittim. Oralarda bir mağara
buldum. O mağarada, tam dört sene gece-gündüz Allahü teâlâyı zikr ile meşgûl oldum. Bu
esnâda bana kerâmetler ihsân edildi. Abdest almak için dışarı çıktığım zaman, yırtıcı ve vahşî
hayvanlar bana saldırmaz ve benden kaçmazlardı. Hattâ bana yaklaşırlar, abdest aldıktan
sonra biriken suları içerlerdi. Bâzı yerlerde uçardım. Bir ânda bir vâdiden diğer vâdiye
geçerdim. Bu hâlleri, asıl maksad zannedip böyle kemâle erileceğini düşünüyordum. Bu
sebepten, tasavvuf yoluna girmek isteyene bir mürşid, yol göstericinin lâzım olmadığı
şeklinde yanlış bir düşünce içerisindeydim.
Ben bu hâl içerisinde iken, Şirvan mıntıkasının mürşid-i kâmili, büyük velî Şehkubâd
hazretleri, talebeleri ile bulunduğum mağaraya yakın nehrin kenarına gelip yerleşmişler,
ibâdet ve zikirle meşgûl oluyorlardı. Onların zikrettiklerini görüp, kalbimde berâber
zikretmek düşüncesi hâsıl olunca, şeytan kalbime vesvese vererek:
"Tâbi oldukları şeyh ümmîdir okuma yazması yoktur. Ona uyanların çoğu da câhil
kimselerdir. Bunlar arasına karışmaktansa, kendi başına oturup riyâzet, nefse karşı gelme ve
nefs muhâsebesi yapmak, vahşî ve yırtıcı hayvanlarla yakınlık kurmak daha iyidir." dedi.
Fakat bu sırada Allahü teâlânın tevfîk ve inâyeti yardıma yetişti ve kendi nefsime; "Zâhirleri
ile İslâmın emir ve yasaklarını yerine getirmeye çalışan, gece-gündüz Allahü teâlâyı zikreden
şu insanlara sû-i zanda, kötü düşüncelerde bulunmak yakışmaz. Hele onların hâllerini bir gör.
Mümin olan, insanların hâllerini ve hareketlerini görmeden karar vermez." diyerek, onlara
yakın bir yere gizlendim. Hâl ve hareketlerini, ne yaptıklarını iyice gördüğüm zaman,
kalbimden önceki tereddüt ve şüphelerin hepsi gitti. Sonra yanlarına varıp, bir kenara
oturdum. Mûtad zikirleri bittikten sonra, Kelime-i tevhîd söylemeye başladılar. Ben de elimde
olmadan Kelime-i tevhîd söylemeye başladım. Ansızın bende vecd, kendinden geçme hâli
meydana geldi, düşüp bayıldım. O zaman talebeleri, beni Şehkubâd hazretlerinin huzûruna
götürmüşler. Biraz sonra kendime gelip gözümü açınca, başımı Şehkubâd hazretlerinin
dizinde buldum. Derhâl Mevlânâ Şehkubâd'ın elini öptüm. Beni talebeliğe kabûl etmesini ricâ
ettim. Talebeliğe kabûl edince, emrettiği şekilde hareket etmeğe başladım. Ondan sonra
benden, önceki keşf ve kerâmetler kayboldu. İçimde öyle bir ilim hâsıl oldu ki, o mağarada
yalnız başıma nefsimi terbiye etmekle çok hatâlı bir yolda olduğumu anladım. Şehkubâd
hazretleri, bir ânda beni içerisinde bulunduğum o karanlık durumdan çıkarıp, himmetleri ile
kalbimi temizledi. Eğer hocam Mevlânâ Şehkubâd'ın sohbetleri ile şereflenmeseydim, Allahü
teâlâ korusun çok aşağı derecelerde kalacaktım.
Böylece Mevlânâ Şehkubâd hazretlerinin derslerinde kemâle eren Abdülmecîd Şirvânî
hocasının vefâtından sonra onun yerine geçti. İnsanlara nasîhat etmeye başladı. Abdülmecîd
Şirvânî, asîl, cömert, af ve mâzeretleri kabul edici, sohbetleri tatlı, halîm, selîm, merhametli
idi. Kendisine has bir üslub ile çok güzel vâz ve nasîhat ederdi. Minberlerde ve kürsülerde,
kalabalık cemâate, tasavvuf ve ibâdetle alâkalı meseleleri anlatırdı. Anlattıklarını, âlim, fâzıl
ve tahsili olmayanların hepsi anlardı. Herkes onun vâz ve nasîhatlerinden, öğrenmeyi istediği
bilgileri öğrenir, öyle ayrılırdı. Ramazân-ı şerîf ayında devamlı Mesnevî'den anlatırdı.
Mevlânâ hazretlerinin şu sözünü sık sık söylerdi.
"Men bende şüdem, bende şüdem, bende, şüdem
Men bende behaclet beser efkende şüdem
Her bende şeved şâd ki âzad şeved
Men şâd ezânem ki türâ bende şüdem"
(Allahım ben kul oldum, kul oldum, kul oldum. Kulluktaki vazîfemi yapamadığımdan
utanarak başımı eğdim. Her kul kapısından âzâd olduğunda sevinir mesrûr olur. Bense ne
zaman sana tam kul olursam o vakit şad olur, neşelenirim.)
Öyle tatlı Kur'ân-ı kerîm okurdu ki, yerdeki vahşi hayvanlar ve gökteki uçan kuşlar, onun
okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinlemek için etrafına toplanırlardı.
Abdülmecîd Şirvânî hazretleri Şirvân yöresinde ders verirken Tokat'ta tasavvuf ateşiyle yanan
ve sonradan Kara Şems diye meşhur olan Şemseddîn Ahmed Sivasî ismindeki genç, Şeyh
Mustafa Kirbâsî hazretlerinin huzûruna vararak kendisine talebe olmak isteğini bildirir. Şeyh
Mustafa Kirbâsî bu sırada yüz yaşını geçmiş durumda olduğundan ona şöyle buyurur:
"Evlâdım sen gençsin; ben ise ihtiyar ve hastalıklıyım. Riyâzet çekmeye, nefsin
istemediklerini yapmaya tâkatim ve kuvvetim yoktur. Senin terbiyen ile meşgûl olamam.
Lâkin sâdık bir talebeysen Cenâb-ı Hak mürşidini ayağına gönderir. Bekle bu mürşid altı ay
sonra Tokat'a gelecektir."
Kara Şems altı ay sonrasını şöyle anlatır:
Hocamın sözlerinden sonra Zile'ye giderek altı ay daha ilim öğretmekle meşgûl oldum. Altı
ay sonra Tokat'a döndüğümde Abdülmecîd Şirvânî adlı bir zâtın şehre geldiğini duydum.
Derhal huzurlarına gittim. Beni gördüklerinde:
"Ey Kara Şems! Benim Allahü teâlânın emri ve Sevgili Peygamberimizin işâreti ile kendi
memleketimi, âilemi ve sevenlerimi terk edip; dağ, tepe ve beldeleri aşıp gelmem sâdece seni
mânevî ilimlerde ilerletme ve terbiye içindir." buyurdular.
Böylece Abdülmecîd Şirvânî hazretleri bundan sonra bilhassa Kara Şems hazretleri olmak
üzere Anadolu'da talebeler yetiştirmeye ve doğru yolu göstermeye başladı.
Tokat'a gelmesi ile ismi ve yüksekliği, talebeleri terbiyedeki üstünlüğü kısa zamanda her
tarafta duyuldu. Çevresi sevenleri ile doldu. Katı kalpleri, sohbetinde, Allahü teâlânın ihsan
ettiği tesirli sözleri ile mum gibi etti. Talebelerini kısa zamanda evliyâlık derecelerine
ulaştırırdı. Bu sebeple sohbetlerine koşanların çokluğundan Tokat sanki bir evliyâ dergâhı
olmuştu.
Gaflet ehlinden birisi bir gün insanlık îcâbı Abdülmecîd Şirvânî hazretlerine muhalefet
ederek kalbini kırdı. Sonra da yakınlarını ziyâret maksadıyla Tokat dışına çıktı. Bu arada
kendini yokladı kalbinde ilâhî feyz ve bereketlerden hiçbir şey kalmadığını anladı.
O gece rüyâsında tamâmen som altın dolu bir hazîneye rastladı. Hazînenin bulunduğu yere
girdi. O sırada birisi; "Bu hazîne senin iken, niçin, parasız pulsuz geziyorsun?" dedi. O da;
"Evet öyle, fakat böyle basılmamış altınlarla pazara çıksam, belki bana onlarla bir şey
vermezler. Hatta, sen bunu nereden aldın diye, beni yakalıyabilirler. Bunları, sikkehâneye
götürüp sikke vurdurmam gerekir." dedi. Uyanınca, Sikkehânenin Mevlânâ Abdülmecîd'in
dergâhı olduğunu anladı. Mevlânâ Abdülmecîd'den özür dilemek için yola çıktı. Tokat'a
varınca, doğru bulunduğu mescide gitti. Mevlânâ Abdülmecîd, o sırada talebelerine ders
veriyordu. O şahıs bir köşeye gizlenip, dinlemeye başladı. Bu sırada Mevlânâ Muhammed, o
şahsın bulunduğu yöne doğru dönüp; "Bir hazîne altına sâhip olduğunu kabûl edelim. Mâdem
ki sikkesi yoktur, kendine güveniyorsan, sultânın çarşısına bir götür de gör, başına ne belâlar
gelir bakalım." diyerek, o şahsın rüyâsının tâbirini yaptı. O şahıs hemen kalkıp, Mevlânâ
Abdülmecîd'in ellerini öptü ve af diledi. Mevlânâ Abdülmecîd de onu affetti.
Makam sâhibi birisi, bir yolculuğu sırasında Tokat yolu üzerinde konaklamıştı. Bu sırada
Tokat eşrâfının ileri gelenleri, hoş geldin demek için yanına gittiler. Hoşgeldiniz deyip,
duâlarda bulundular. Teşrif ettiklerinden dolayı memnûniyetlerini belirttiler. Fakat o, kendini
beğenen, gurur ve kibir sâhibi birisiydi. Ziyârete gelenlere hiç iltifatta bulunmadı. Bir müddet
sonra; "Bizi karşılaması lâzım gelenlerin hepsi sizler misiniz?" diye sordu. Onlar da; "Evet
efendim." diye cevap verdiler. Makam sâhibi ısrarla; "Doğru söyleyin, beni ziyâret etmesi
gereken başka kimse kaldı mı?" dedi. Orada bulunanlar; "Hayır efendim! Fakat sâdece takvâ
sâhibi, haramlardan kaçmaya çok dikkat eden ve kerâmet ehli velî bir zât kaldı. O da zâten
dergâhından dışarı çıkmaz." deyince, kibir ve gurur içerisinde çok kızıp; "O nasıl adamdır?
Hemen, birkaç kişi gitsin, zorla da olsa, onu bana getirsinler. Onun hakkından geleyim." diye
emir verdi. Bunun üzerine orada bulunanlar, şöyle dediler:
"Efendim sizden daha önce gelen vezirler ve diğer devlet ileri gelenleri, onun bulunduğu
dergâha varıp, ellerini öptüler, ona çok hürmet ve ikrâmda bulundular. Onun için size de lâyık
olan, onu ziyâret edip ellerini öpmek ve hayır duâlarını almaktır."
Onlardan bu sözleri duyan kibirli ve gururlu şahıs, daha da kızdı. "Yarın dergâhına gidip,
lâzım gelen cezâyı vereyim de görün." dedi ve huzûrunda bulunanları kovdu.
Abdülmecîd Şirvânî hazretlerini sevenler durumu hemen ona bildirdiler. Mevlânâ
Abdülmecîd onlara; "Sizler gam çekmeyin ve üzülmeyin. Bizim onun yanına varmamız, onun
da bize gelmesi imkânsızdır." buyurdu.
Makam sâhibi zât sabah olunca Abdülmecîd Şirvânî hazretlerini cezâlandırmak üzere
harekete geçti. Yanına hizmetçilerini ve adamlarını da alarak dergâha doğru yola çıktı. Henüz
yolu yarılamıştı ki o zamâna kadar sâkin duran atı birden bire huysuzlanarak şaha kalktı ve
sâhibini yere vurdu. O zât "ah!" bile diyemeden can verdi.
Mevlâna Abdülmecîd'i sevenler ve ona bağlı olanlar sevinçle hâdiseyi kendisine
naklettiklerinde; "Benim bir veli kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur."
hadîs-i kudsîsini okudu.
1564 senesinde Tokat'ta şiddetli bir tâûn salgını başladı. Her gün pekçok insan vefât ediyor
gün geçtikçe hastalık daha da yaygınlaşıyordu. Kırk-elli gün süren tâûn salgınında, hastalıktan
binlerce kimse vefât etmişti.
Bunun üzerine şehir halkı; "Şeyh hazretlerinden duâ isteyelim. İnşâallahü teâlâ tâûn salgını
onun hayır duâları ile durur." dediler. Şehrin ileri gelenlerinden meydana gelen kalabalık bir
cemâat, durumu Mevlânâ Abdülmecîd'e arzettiler. Bunun üzerine Mevlânâ Abdülmecîd şöyle
duâ buyurdu:
"İlâhî! Bu musîbet bulutunu, kerem ve ihsân rüzgârınla def eyle."
O ânda Allahü teâlânın izni ile tâûn salgını durdu. O günden sonra, otuz sene Tokat şehrine
tâûn hastalığı isâbet etmedi. Tâûn yüzünden Tokat halkı orayı terk etmeye karar vermiş iken,
Mevlânâ Abdülmecîd'in duâsı bereketi ile, memleketlerini terk edip gurbette birçok eziyet ve
sıkıntılarla karşılaşmaktan kurtuldular. Mevlânâ Abdülmecîd'in bu kerâmetini gören Tokat
halkı, tövbe edip daha çok ibâdet etmeye başladılar. Ona olan muhabbet ve sevgileri arttı.
Abdülmecîd Şirvânî hazretleri de tâûn salgınından bir süre sonra aynı yıl içerisinde 1564 (H.
972) vefât etti. Kabri vasiyeti üzerine Kelkit Irmağının kıyısına yaptırıldı.
Vefâtından önce:
"Bizi sevenler kabrimizin üzerine türbe yapmak sûretiyle, bu âcizi diğer müslümanlardan
ayırmasınlar." diye vasiyet etmişti. Fakat Mevlânâ Abdülmecîd'i çok seven zenginlerden
bâzıları kabrinin üzerine türbe yaptırmak istediler. Kubbe tamamlandığı gece temelinden
yıkıldı. Birkaç kere kubbe yaptılar ise de aynı şekilde yıkıldı. Bunun üzerine kabri belli olsun
diye etrafını taşlarla çevirdiler. Hâlen bu kabir Tokat ve çevre halkı tarafından ziyâret
edilmektedir.
Abdülmecîd Şirvânî hazretleri talebelerine âhirette pişmân olmamaları ve istenmeyen
durumlarla karşılaşmamaları için devamlı nasîhatlerde bulunurdu. Bu hususta şöyle
buyururdu:
"Maksada ulaşmak ve kurtuluşa erişmek iki şekilde olur.
Birisi Cennet'te, Cennet'in yüksek derecelerine kavuşmaktır. Bu, seçilmiş kimselerin hâlidir.
Diğeri ise, zamansız ve mekânsız, nasıl olacağı bilinmiyen bir şekilde Allahü teâlânın cemâl-i
ilâhîsini görmektir. Bunu elde edebilmek için şu dört sebep vardır: 1) Îmân. 2) Takvâ.
Mürşid-i kâmilin yetişmiş ve yetiştirebilen rehberin işâreti ile nefsle mücâdele yapılarak ahlâk
güzelleştirilir. Günahlardan tamâmen sakınılır. Allahü teâlâdan başka her şeyden tamâmen
yüz çevrilir. 3) Allahü teâlâya kavuşmak için vesîle aramaktır. Birinci vesîle; Mürşid-i
kâmilin terbiyesinde olmaktır. İkinci vesîle; hoca, talebesini Resûlullah efendimize ulaştırıp,
irtibâtını temin etmesidir. Bu iki vesîle ile, îmânın ve takvânın kemâline erilir. İslâmın bütün
emir ve yasaklarına ve tasavvuf yolunun bütün âdâblarına uyulur. Böylece talebede
mârifetullah, muhabbet, sevgi hâsıl olur. 4) Allah yolunda cihâd."
Yine buyurmuşlardır ki:
"İblisin en mühim işi talebe ile hoca arasında soğukluk meydana getirmektir. Böylece talebe,
dünyâda ve âhirette hüsrana uğrayarak bedbaht olur. Bu durumda sâdık talebenin ilacı sevgi
ile hocasına bağlılığını yenileyip, aradaki soğukluğu gidermek ve ona tam teslim olmaktır.
Böylece şeytanın vesvesesini yıkmak, dünyâ ve âhiret saadetine kavuşmak nasîb olur."
"Müşfik ve şefkatli rehber yâni mürşid talebesini alçak dünyâ için kızıp azarlamaz.
Onların azarlamaları dünyâ için değildir. Zîrâ dünyânın onların yanında sivrisinek
kanadı kadar kıymeti yoktur. Onlar talebede gördükleri bozuk ve uygun olmayan
hallere kızarlar. Kısaca kızmaları, dînin emirlerine uymakta ve tasavvuf yolundaki
edeplerde olan kusurları sebebiyledir."
Mevlânâ Abdülmecîd hazretlerinin vefâtından sonra da görülen kerâmetleri talebeleri
tarafından anlatılmıştır. Nitekim talebelerinden birisi şöyle nakletmektedir:
Mevlânâ Abdülmecîd hayatta iken, bende kelâm ilmi ile alâkalı bâzı şüpheler meydana
gelmişti. Ancak meclisinde ve sohbetlerindeki heybetinden dolayı, suâllerimi arzedip
cevâbını alma imkânı bulamadım. Her zaman, bundan sonraki meclislerinde sorarım der, bir
türlü soramazdım. Mevlânâ Abdülmecîd âhirete intikâl edince, sorma fırsatını kaçırdığım için
çok üzüldüm ve pişmân oldum. 1574 senesinde hacca gitmek üzere yola çıktım. Şam'a
geldiğim zaman, gece rüyâmda, kendimi bir nehrin kenarında, hocam Mevlânâ Abdülmecîd'i
de karşı kıyısında gördüm. Bir sebze bahçesinde, ağacın gölgesi altında, çok güzel bir sûrette
olduğu hâlde oturuyordu. Ansızın bana seslenip; "Şüphelerini arzet ve cevaplarını al artık.
Zamânı gelmiştir." buyurdu. Ben de derhâl yanlarına gittim ve şüphelerimi bir bir arzettim. O
da her birine, kalbe şifâ olan cevaplar verdiler. Onun sözlerinin ve cevaplarının lezzeti ile
yavaş yavaş kendime geldim. Rüyamda öğrendiğim şüphelerin cevaplarını, uyandığımda
Allahü teâlânın izni ile aynen hatırladım.
1) Hediyyetü'l-İhvân (Süleymâniye Kütüphânesi); no:4587)
2) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.186, c.16, s. 15
3) Ziyârât-ül-Evliyâ; s.97

ABDÜLMECÎD EFENDİ


ABDÜLMECÎD EFENDİ;
Anadolu evliyâsından. 1877 (H.1294)'de Van'da doğdu. Babasının ismi Molla İsmâil'dir.
Abdülmecîd Efendi, on dört yaşına kadar Van'daki bir medresede okudu. Daha sonra
Başkale'ye giderek, Seyyid Abdülhakîm Efendinin husûsî medreselerinde dört sene ilim tahsîl
etti. Abdülhakîm Efendinin seçkin talebelerinden oldu. İcâzet, diploma aldıktan sonra talebe
yetiştirmeye başladı. Bu arada Mekteb-i İbtidâîde, ilkokulda Muallim-i evvel olarak vazîfe
yaptı. Ayrıca Rüşdiye, ortaokulda Arapça dersleri verdi.
Abdülmecîd Efendi, hocası Abdülhakîm Efendi ile çok meşakkatli bir hac yolculuğu yaptı.
Büyük bir kâfile ile Van-Doğubâyezîd-Iğdır-Tiflis yolundan Batum'a oradan da vapurla
İstanbul'a gittiler. Balkan harbi başlaması yüzünden hacca izin verilmemesi üzerine Pâdişâh
Mısır hidivinin vapuru ile onların hacca gitmelerine izin verdi. Vapurla İskenderiyye'ye,
oradan karayolu ile Süveyş'e, oradan da yelkenli ile Medîne'nin Yenbû iskelesine vardılar.
Abdülmecîd Efendi, Medîne'de hocası gibi Peygamber efendimize ve Eshâbına olan bağlılığı
ve sevgisi yüzünden şehir içinde abdest bozmayarak şehir dışına çıkardı.
Hac dönüşünde tekrar Van'a giden Abdülmecîd Efendi, Mahkeme-i şer'iyye başkatipliği ve
Van kâdı vekilliği vazîfelerinde bulundu. Şer'iyye vekâleti kaldırılınca Van müftülüğünde
memurluk yaptı. 1928'de sürgüne gönderilen Van müftüsü Şeyh Ma'sûm Efendi, yerine vekîl
olarak, Abdülmecîd Efendiyi bıraktı. Daha sonra memuriyeti bırakan Abdülmecîd Efendi, bir
köşeye çekilip münzevî bir hayat yaşadı.
Hem ilmen, hem teslimiyet yönünden kendini yetiştirdiği gibi ahlâken de örnek bir insandı.
1962 (H. 1382) senesinde Van'da vefât etti ve burada defnedildi.
1) Ýslâm Meþhurlarý Ansiklopedisi; c.1, s.179

ABDÜLLATÎF KUDSÎ


ABDÜLLATÎF KUDSÎ;
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdüllatîf bin Abdurrahmân bin Ahmed bin Gânim el-Hazreci
el-Ensârî el-Kudsî'dir. İbn-i Gânim ve İbn-i Benâne diye meşhur olan bir âilenin çocuğudur.
1384 (H.786) senesi Receb-i şerîf ayının yirmisinde Cumâ gecesi Kudüs'te doğdu. 1452
(H.856) senesi Rebîülevvel ayı başında Perşembe günü Evliyâ diyârı Bursa'da vefât etti.
Kabri üzerine bir türbe yapıldı. Abdüllatîf Kudsî hazretlerinin dergâhının olduğu ve
defnedildiği bu muhît daha sonra bağlı bulunduğu tarîkat sebebiyle Zeynîler mahallesi adını
aldı.
Abdüllâtif Kudsî önce Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sonra babasından ve başkalarından sarf,
nahiv, fıkıh, ferâiz, meânî, beyân ilimlerini okudu. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra
Tasavvuf; ahlâk ve gönül ilmine meyledip bu zevk ile Şeyh Abdülazîz'in talebesi arasına
katıldı. Kısa zamanda icâzet aldı ve irşâdla görevlendirildi.
Abdüllatîf Kudsî'nin oturduğu şehirde Mescid-i Aksâ'nın bulunması sebebiyle seyâhata çıkan
ve hacca giden pekçok kimse buraya uğrardı. O bu fırsatı kaçırmaz gelip giden büyüklerden
maddî manevî alışverişte bulunurdu. Horasandan kalkıp Kudüs'ü ziyâret edenlerden biri de
büyük velî Zeyniyye yolunun önderi Zeynüddîn-i Hâfî hazretleri idi. Abdüllatîf Kudsî
önceden ismini duyduğu bu zât ile karşılaşınca, evine dâvet etti. Birkaç gün başbaşa sohbette
bulundular. Abdüllatîf Kudsî onun sohbet ve mânevî ilimlerdeki derecesine hayran kalıp,
gönülden bağlandı. Elinden geldiğince hizmet ve hürmet etti. Feyz ve bereketlerine kavuştu.
Sonra Zeynüddîn-i Hâfî hazretleri Hicaz'a gitmek üzere ayrılmak isteyince, Abdüllatîf Kudsî
de, berâberinde bulunmak için, izin istedi. Fakat annesinin rahatsızlığı sebebiyle Zeynüddîn-i
Hâfî hazretleri müsâade etmedi. Hac dönüşü tekrar uğrayacağını ve kendisini beraberinde
Horasan'a götürebileceğini vâd ederek, Kudüs'ten ayrıldı. Böylece Abdüllatîf-i Kûdsî'nin
hayâtında yeni bir sayfa açıldı.
Hac dönüşü Zeynüddîn-i Hâfî hazretleri Kudüs'e uğrayıp Abdüllatîf'i yanına aldı. Birlikte
Horasan'a gittiler. Abdüllatîf mürşidinin (hocasının) terbiye ve tâlimi ile yetişip gösterdiği
şekilde halvete, çileye girdi. Sonra Câm şehrine gidip evliyânın büyüklerinden Ahmed
Nâmık-ı Câmî hazretlerinin türbesinde kırk gün nefis muhâsebesi ile uğraştı. Nefsini hesaba
çekti ve olgunlaşıp kemâle geldi. Bunun üzerine Zeynüddîn-i Hâfî hazretleri kendisine
icâzetnâme, diploma verip insanlara hak yolu göstermek ve irşâdla vazîfelendirdi. Bunun
üzerine Abdüllatîf Kudsî hazretleri, önce Şam'a, oradan Kudüs'e, sonra da Anadolu'ya geldi.
Konya'dan geçerek Bursa'ya geldi. Konya'da iken burada medfun bulunan Celâleddîn-i Rûmî,
Sadreddîn-i Konevî ve Şems-i Tebrîzî hazretlerinin kabirlerini ziyâret ederek, onlarla mânen
görüştü ve halleriyle hallendi. Bu durumunu şöyle anlatır:
Mevlânâ Celâleddîn'in türbesini ziyâret ettim. Kendimi üryân gördüm. Sonra Şeyh Sadreddîn
Konevî hazretlerini ziyâret eyledim. Beni kendine çekti. Sonra Şemseddîn Tebrîzî hazretlerini
ziyâret ettim. Orada duâ ve namazdan sonra Bursa'ya gitmeye karar verdim. Atımın üzerinde
giderken, uyku arasında bana; "Ehl-i mârifet seni bekler ve sana muntazırdır." dendi. Şâbân
ayında Bursa'ya geldim. Oradaki âlim ve âriflerle Ramazan'a kadar halvette kaldım.
Halvetteki ilk gecemde gaybdan bir ses; "Bu, Cennet'ten bir cemiyet, bir topluluktur ve
dünyâda bir benzeri yoktur." diyordu.
Abdüllatîf Kudsî hazretleri Bursa'da câmi ve dergâh inşâ edip talebe yetiştirmeye başladı.
Kurduğu dergâh Zeynîler Dergâhı adıyla meşhur oldu. Yerleştiği muhit daha sonra bağlı
bulunduğu tarîkat sebebiyle Zeynîler adını aldı. Vefâtına kadar kurduğu dergâhta talebe
yetiştiren Abdüllatîf hazretleri sohbet ve nasîhatleriyle talebelerine doğru yolu gösterdi.
Kimseye zarar vermemeyi, herkese iyilik etmeyi bildirdi.
Birgün kendisinden; "Sâdık, iyi bir mürid (talebe) nasıl olmalıdır?" diye soruldu. Cevap
olarak buyurdu ki:
"Hocasının huzûrunda iddiâ sâhibi olmamalı, makam ve rütbe için kendisinden
bahsetmemeli, yabancı kadınlarla ve genç oğlanlarla bir yerde yalnız kalmamalı, hocasından
hiçbir şeyi gizlememeli, izinsiz sohbet meclislerine katılmamalı, tamamen teslim olmalı,
şüpheye düştüğü konularda Kur'ân-ı kerîmin Kehf sûresindeki Mûsâ aleyhisselâm ile Hızır
aleyhisselâm kıssasını hatırlamalıdır."
"Mürşid, yol gösteren zâtın sohbeti nasıl olmalıdır?" denilince de şöyle buyurdu:
"Onun birbirinden farklı üç sohbeti olmalıdır: Birincisi; halkla sohbetidir. Bu sohbetlerde
müslümanların dînî bilgilerini öğrenmeleri için onlara ibâdet ve muâmelât, alış-veriş,
bilgilerinden bahsetmelidir. İkincisi; dostlar ve sevgililerle olan sohbettir. Bunda daha ziyâde
tasavvuf ile hallenmiş olanlara zikir, murâkabe, halvet, riyâzet, mücâhede gibi mevzûlar
anlatılır. Üçüncüsü; talebelerle tek tek sohbet şekli olup, onların eksik ve noksanlıkları işaret
edilip, hal çâreleri gösterilir."
Abdüllatîf Kudsî hazretlerinin bağlı bulunduğu Zeyniyye yolu Sühreverdiyye tarîkatının bir
kolu olup, silsileleri Zeynüddîn-i Hâfî, Nureddîn Abdurrahmân Mısrî, Abdurrahmân Şirsî,
Yûsuf-i Acemî, Hasan Şemsirî, Mahmûd İsfehânî, Nûreddîn Natanzî, Ömer Sühreverdî'ye
ulaşır (rahmetullahi aleyhim ecmaîn).
Abdüllatîf Kudsî hazretlerinin talebelerinin en meşhûru Şeyh Vefâ diye bilinen Müslihiddîn
Mustafa bin Ahmed el-Konevî ile Âşıkpaşazâde'dir. Şeyh Vefâ hazretleri Osmanlı ilim ve
kültür hayâtının feyizli kaynaklarından biri olmuş, İstanbul'daki dergâhı mânevî bir hayat
menbaı hâline gelmiştir.
Evliyâ Çelebi'nin büyük bir kapı diye övdüğü Zeyniyye Dergâhında Abdüllatîf Kudsî
hazretlerinden sonra, sırasıyla; Tâcüddîn İbrâhim Karamânî, Hacı Halîfe Kastamonî,
Muhammed Bolevî, Safiyyüddîn Mustafa Efendi, Nasûhî Tosyavî, Muallimzâde Mustafa
Efendi, Seyyid Ali Efendi, Safiyyüddînzâde Muhammed Çelebi, Safiyyüddînzâde Abdülazîz
Efendi,Safiyyüddînzâde Abdullah Efendi'dir. Muhammed bin Abdullah Muhammed Efendi,
Kâmri Efendi, Muhammed Efendi, Muhammed bin Abdullah, Muhammed Efendi, Şükrü
Halife ve Ali Efendi postnişînlik yapmışlardır.
Zeyniyye Tekkesi yanındaki su çok lezzetli olup, bunu Abdüllatîf Kudsî Efendi bulmuştur.
Zeyniyye Tekkesi, Zeyniyye Dergâhı ve Zeyniyye Hankâhı gibi isimlerle de anılmıştır.
Zâviyenin üst kısmı bugün Kur'ân-ı kerîm kursu olarak kullanılmaktadır. Zâviyeden bir nişan
olmadığı gibi bulunduğu yerde iki katlı evler vardır.
Abdüllatîf-i Kudsî hazretlerinin eserlerinden biri tasavvufî terimlerin açıklandığı
Tuhfet-ül-Vâhib-il-Mevâhib fî Beyan-il-Makâmât vel Merâtîb; ikincisi Hâdil Kulûb ilâ
Likâi'l Mahbûb olup, Allahü teâlânın zât ve sıfatlarından îtikâda dâir meselelerden
bahseder, Üçüncüsü; Keşf-ül-Îtikâd fî-Reddî alâ Mezheb-il- İlhâd'dır. Bozuk yol ve
inanışlara reddiye olarak yazılmıştır. Dördüncüsü; Şifâ-ül-Müteellim fî Âdâb-il-Muallim
vel-Müteallim olup ilim, ilmin fazîleti anlatılır. Beşincisi; Kitâb-ü Emr-Bil Ma'rûf ven
Nehy Ani'l- Münker. Altıncısı; İktibâsû Ref'ül İltibâs fî Beyân-ı Tarîk-in-Nâs. Yedincisi;
Nefehât-ül-Eshâ ve Rihlet-ül-Esrâr olup, eserlerin hepsi Arapça olarak yazılmıştır.
1) Mu'cem-ül-Müellifin; c.6, s.10
2) Ed-Dav-ül-Lâmi'; c.4, s.327
3) Þakâyýk-ý Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.87
4) Esmâ-ül-Müellifin; c.1, s.617
5) Þakâyýk-ý Nu'mâniyye; c.1, s.70
6) Kâmûs-ul-A'lâm; c.4, s.3090
7) Nefehât-ül-Üns; s.550
8) Keþf-üz-Zünûn; c.1, s.134,376,894, c.2, s.1398, 1487
9) Brockelmann; Gal.2; s.132
10) Sefînet-ül-Evliyâ; c.1, s.270
11) Güldeste-i Riyâzî Ýrfan; s.97
12) Âþýkpaþazâde Târihi; s.249-250
13) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.135

12 Mayıs 2013 Pazar

ABDÜLLATÎF EFENDİ (Pamuk Kâdı)


ABDÜLLATÎF EFENDİ (Pamuk Kâdı);
Anadolu'da yetişen İslâm âlimlerinden ve büyük velîlerden. İsmi, Abdüllatîf olup, "Pamuk
Kâdı" diye tanınmıştır. Kastamonu vilâyetinden olup doğum tarihi bilinmemektedir. 1532 (H.
939) senesi Ramazân-ı şerîf ayında, Kadir gecesi Edirne'de vefât etti.
Abdüllatîf Efendi, zamânındaki âlimlerden okuyup ilk tahsîlini tamamladıktan sonra,
Mevlânâ Muslihuddîn Yârhisârî ve Anadolu kadıaskeri olan İmâm Şeyh Mahmûd'un sohbet
ve hizmetlerine girdi. İlim öğrenmekteki gayret ve istidâdının çokluğu sebebiyle, kısa
zamanda yetişerek kemâle geldi ve medreselerde ders verecek, talebe yetiştirecek seviyeye
ulaştı. Evvelâ Dimetoka Medresesinde müderris oldu. Bundan sonra; Edirne'de Ali Bey,
İstanbul'da Eski İbrâhim Paşa, Kalenderhâne, Ebû Eyyûb-i Ensârî ve Mahmûd Paşa, Edirne'de
Üçşerefeli, Manisa'da Manisa medreselerinde müderrislik yaptı. Bu medreselerde tam bir
muvaffakiyet ile vazîfe yaptıktan sonra, Heşt Behişt (Sekiz Cennet) ünvânıyla tanınan Sahn-ı
semân medreselerinden birinde müderris oldu. Bundan sonra, Edirne'de Sultan Bâyezîd Hân
Medresesine müderris oldu. Burada da bir müddet vazîfe yaptıktan sonra, kâdılık yapması
uygun bulunup, yine Edirne kadısı oldu.
Bu vazîfesi sırasında Pamuk Kâdı nâmıyla meşhur olan Abdüllatîf Efendi, haram ve
şüphelilerden çok sakınan, zühd ve takvâ sâhibi, çok ibâdet eden, duâsı makbûl bir zât idi.
Temizliğe çok riâyet ederdi. Allahü tealâya olan muhabbeti ve bu muhabbetin elden çıkmak
endişesinden meydana gelen korkusu pek fazla idi. Bu muhabbet ve korku ile, tam bir tevâzu
ve gönül kırıklığı içerisinde ibâdet ederdi. Gâyet yumuşak huylu, hoş tabiatlı, pek latîf, hoş ve
her yönden temiz, ince rûhlu bir kimse idi. Zamanının zâhirî ve bâtınî ilimlerinde ihtisas
yapmış, söz sahibi olmuştu. Ayrıca "ilm-i ledün" denilen, hikmet ve muhabbet-i ilâhiyeye âit
yüksek ilimde de çok ileriydi. Zamânının tamâmını ilim ve ibâdete ayırmıştı. Vaktinin hiçbir
ânını zâyi etmez, evinde bulunduğu müddetçe zikir ve tâat ile meşgûl olur, kitap mütâlaa
ederdi. Beş vakit namazda câmiye gider, bâzı zamanlarda da câmide îtikâf hâlinde bulunurdu.
Yâni ibâdet niyetiyle câmide bir müddet kalırdı.
Allahü teâlâya ve O'nun dostlarına karşı muhabbet kaynağı olan güzel meclisinde, âsî ve aşağı
kimselerle, itâatkâr ve yüksek derece sâhibi olanları hep hayır ile yâd eder, insanların,
beğenilen, uygun olan iyi taraflarını söylerdi. Eğlenceye, alaya sebeb olacak boş ve lüzumsuz
sözleri söylemekten nefret eder, böyle yapmanın çirkinliğini anlatırdı.
Hep dünyâ ile meşgûl ve dünyâya düşkün olanlar ile hiç alâkadâr olmaz, onlara rağbet
etmezdi. Onlarla yakınlık ve berâberlik hâlinde olmanın, onların bitmeyen işleriyle,
tükenmeyen sıkıntı ve gamlarıyla gamlanmak olacağını bildirirdi. Faydası, menfaati az olan
dünyâ malının hevesiyle, sâf, pâk, arı ve temiz kalbini doldurmazdı. Âhirete yarar işleri
yapmakta gâyet titizlik ve hassâsiyet gösterir, bu hususta hiçbir zaman gevşek davranmazdı.
Dünyâ ile âhiretin birbirine zıt olduğunu bilir, birini memnûn etmeye çalışılınca, diğerinin
güceneceğini bildirirdi. Dünyâya düşkün olanların âhıretlerini harâb ettiklerini, âhiretini
düzeltmeye gayret edenlere ise Allahü teâlânın dünyâyı hizmetçi kılacağını söylerdi.
Rivâyet edilir ki, evliyâlık meclisinin parlak kandili, kerâmet âleminin bağı ve gülşeni olan
İbrâhim Gülşenî hazretleri, Mısır'ın Kâhire şehrinden İstanbul'a geldiği zaman, Mevlânâ
Abdüllatîf Efendi ile karşılaştı. İlm-i ledün sâhibi ve Hak âşığı olan bu iki zât, birbirlerine çok
muhabbet ettiler. İbrâhim Gülşenî hazretleri, kerâmet olarak Abdüllatîf Efendiye vefât
edeceği seneyi işâret edip, bu çok gizli sırdan haber vermişti. Aradan zaman geçip, Abdüllatîf
Efendi Edirne'deki vazîfesinden ayrılarak ikinci defâ Sultan Bâyezîd Han Medresesine
müderris oldu. Vefât ettiği senenin Ramazân-ı şerîf ayının ortasında, o aya aid olan ücreti
kendisine verildiğinde; "İnşâallah biz, bu Kadir gecesi vefât etsek gerektir. Vakfın hakkı
üzerimizde kalmasın." diyerek, üç günlük ücreti geri verdi. Bunu duyanlar, hayret ve
üzüntüye kapıldılar. Pamuk Kâdı, bildirdiği şekilde, Kadir gecesinde vefât edip, Kasım Paşa
Câmiinin avlusunda defnedildi.
1) Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.233
2) Sicilli Osmânî; c.3, s.359
3) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.459
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.183

ABDÜLLATÎF CÂMÎ


ABDÜLLATÎF CÂMÎ;
İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. Şeyhülislâm Ahmed-i Nâmıkî Câmî'nin
soyundandır. Bunun için Câmî nisbet edilmiştir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1555 (H.963)
senesinde Hârezm'de vefât etti.
Aslen Horasanlıdır. Eshâb-ı kirâm düşmanları Horasan'ı istilâ edince âilesi Mâverâünnehr
bölgesine hicret etti. Dedeleri ve babası âlim olup Semerkand ve Buhârâ'da pekçok talebe
yetiştirmişlerdir.
Abdüllatîf Câmî ilk tahsilini babasından aldı. Daha sonra devrin büyük âlimlerinden
Muhammed bin Sıddîk Hubûşânî'nin talebeleri arasına katıldı. Onun huzur ve sohbetlerinde
olgunlaşıp kemâle geldi. Zamânında bulunan âlim ve evliyânın önde gelenlerinden oldu.
Haramlardan ve şüphelilerden sakınmaya çok dikkat ederdi. Şüpheli olmak korkusu ile
mübahların bir çoğunu terk ederdi. Her hâli ve hareketi dînimizin emirlerine tam uygun idi.
Abdüllatîf Câmî hazretleri bundan sonra hocasından aldığı icâzetle, İslâmiyeti yaymaya
başladı. Çok sabırlı ve cömert olup güler yüzü, tatlı dili ile insanlara emr-i mârûf yapar, doğru
yolu gösterirdi. Talebelerini devamlı Allahü teâlânın dînine hizmet etmeye ve yaymaya teşvik
ederdi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bilmeyenlere öğretmeyenlerin mesûliyetten
kurtulamayacaklarını anlatırdı.
1550 senesinde hocasının mânevî işâretleri ile Anadolu'ya geldi. Zamânın pâdişâhı Kânûnî
Sultan Süleymân Han ile görüşüp sohbet etti. Kânûnî, sohbetlerinden çok istifâde eder ve
lezzet alırdı.
Osmanlı Devletinde Peygamber efendimizin mübârek neslinden olanların her türlü işleri ile
ilgilenip, onların kayıtlarını tutan Nakîb-ül-eşrâflık müessesesi vardı. Bu teşkilâtın başında
bulunan Nakîb-ül-eşrâfın vazîfesi, halîfelikten sonra en yüksek hizmetlerden biri kabul
edilirdi. Diğer büyük zatlar gibi, Abdüllatîf Câmî de Resûlullah efendimize ve O'nun temiz
nesline âşıktı. Bir gün Kânûnî Sultan Süleymân'a Nakîb-ül-eşrâf Seyyid Muhammed
Efendiyi; "O, Resûlullah efendimizin neslinden çok kıymetli bir zâttır. Eğer onların
(seyyidlerin) arzusu olmasaydı, Anadolu'ya gelmezdim." şeklinde medh etti. Bu sözleri ile
Nakîb-ül-eşrâflık müessesesinin ve Muhammed Efendinin, dolayısıyle seyyidlerin mevkiini
yükseltmiş, onlara verilen kıymet ve îtibârın daha da artmasına vesîle olmuştu.
Şeyh Abdüllatîf Câmî hazretleri 1551 senesinde Edirne'den Semerkand'a gitmek üzere iki yüz
dervişten fazla bir toplulukla Dobruca'ya doğru yola çıktı. Kendisini uğurlamak üzere
kazasker Abdurrahmân Efendi, Câfer Efendi, bâzı vezirlerle emirler hazır idiler. Ancak
dervişler pek yoksul olup yanlarında kendilerine yol azığı yapabilecek hiçbir şeyleri yoktu.
Atı olanlar atlarına verecek arpadan mahrumdular. Şeyh hazretleri de atını dervişlerden birine
verdiği için yaya kalmıştı. Bu hâl onları yolcu edenlerin üzülmelerine yolaçtı. Onların bu
üzüntülü hâlleri Şeyh'in gözünden kaçmadı. Muhabbet nazarı ile Edirne tarafına baktı. Kısa
bir müddet sonra Sultanın hazinedar başısı gelerek herkesin hayret dolu bakışları arasında,
yüz bin akçeden fazla bir parayı Şeyh hazretlerine teslim etti. Hazret-i Şeyh bu parayı yanında
bulunan yardımcısı Mevlânâ Şihâbüddîn'e vererek dervişlerin ihtiyâçlarını karşılattı. Herkes
ziyâdesiyle memnun olup Sultan'a hayır duâlar etti. Bunun gibi nice kerâmetleri görülmüştür.
<B'&:$),131!788
Abdüllatîf Câmî hazretleri birkaç defâ hacca gitti. Bir sene hac dönüşünde, yolda düşman
ve eşkıyâ tehlikesi olduğunu haber aldılar. Memleketlerine başka bir yoldan geldiler.
Yolda gelirken, bir yerde mola verip; "Burada birkaç gün istirahat etmemiz îcâb ediyor."
dedi. Yol arkadaşları kabûl edip, orada konakladılar. Fakat Hâce Selâhaddîn isminde bir
vezîr ve yanındaki birkaç kişi, yola çıkmakta acele ettiler. Onlar yola çıkınca, geride
kalanlardan birkaçı biz de çıkalım diye Abdüllatîf Câmî hazretlerine arzettiklerinde,
müsade etmedi ve gitmede yine acele etmedi. Fakat acele ile yola çıkanlar, eşkıyâ eline
düşüp şehîd edildiler. O büyük zâtı dinlememeleri sebebiyle, başlarına bu hâdise geldi.
Abdüllatîf Câmî ise birkaç gün sonra yola çıktı. Tehlike de geçmiş idi. Sâlimen
memleketlerine döndüler.
1) Dekâik-ul-Ahbâr (Süleymâniye Kütüphânesi Yazma Baðýþlar
kýsmý, No: 1978); Varak: 105 b.
2) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s. 72
3) Kevakib-us-Sâire; c. 3, s. 66
4) Menâkýb-i Ýbrâhim Gülþenî; s. 193, 423
5) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c. 13, s. 184

ABDÜLKUDDÛS


ABDÜLKUDDÛS;
Hindistan evliyâsından. Babasının ismi Abdullah'tır. Nesebi İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe
hazretlerine dayanır. Doğum yeri ve târihi belli değildir. 1538 (H.944) senesinde Hindistan'ın
Kenkûh şehrinde vefât etti. Kabri bu şehirdedir.
Zamânın âlimlerinden ilim öğrendi. Şeyh Muhammed bin Ârif bin Ahmed Abdülhak
Radulevî'nin sohbetlerinde bulundu ve talebesi olmakla şereflendi. Aynı zamanda Mahdum
Şeyh Muhammed'den, Sühreverdî ve Çeştî büyüklerinden olan Kâsım Evdehî'den icâzet,
diploma aldı. Abdülkuddûs, nefsinin isteklerini yapmamaya çalışmakta meşhûr olup,
kerâmetleri ile tanınmıştı. Sıdk ve ihlâsla huzûruna gelen dileğine kavuşur, kâmil, yetişmiş ve
yetiştirebilen evliyâdan olurdu. Abdülkuddûs nafakasını temin için zirâatle, çiftçilikle meşgûl
olurdu. Fakat kalbi dâimâ Allahü teâlâ ile berâber idi.
Abdülkuddûs hazretlerinin çok çocuğu oldu. Oğullarının hepsi âlim ve mânevî ilimlerde
mütehassıs idiler. Oğulları Delhi'de tahsil ederlerken, babalarını çok görmek isterlerdi.
Babalarına; "Büyük bir işimiz var, huzûrunuza kabul edilmek istiyoruz." diye yazarlardı. Şeyh
Abdülkuddûs hazretleri ise; "Onların bizim yanımıza gelmesi, ilim öğrenmelerine gevşeklik
ve durgunluk verir, bizim onların yanına gitmemiz lâzım." buyurur ve ihtiyarlığına rağmen,
kudretsiz hallerinde Dehli'ye giderlerdi.
Şeyh Abdülkuddûs birçok talebe yetiştirdi. Pekçok halîfesi vardı. İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin babası Abdülehad hazretleri, Abdülkuddûs'un talebelerindendi. Halîfelerinin
meşhûrları, büyük velî Şeyh Burev ve Şeyh Abdülgafur A'zampûrî idi.
Şeyh Abdülkuddûs hocasının hocası büyük velî Alâeddîn Sâbir hazretlerinin kabrini ziyâret
ve üzerine türbe yaptırmak için Kalyar'a gitti. O zamâna kadar Alâeddîn Sâbir'in kabri Allahü
teâlânın izni ile bir kılıç tarafından korunuyordu. Kılıç kimseyi kabre yanaştırmıyordu.
Abdülkuddûs; "Kılıç, eğer bu fakire saldırırsan, başım burada kalır, ancak vücudum
muhakkak, Mahdum Alâeddîn Sâbir'in ayaklarına erişecektir." dedi. Sonra Alâeddîn Sâbir
hazretlerine; "Efendim! Eğer benim gelmeme izin verdiyseniz, neden bu celâl kılıcı beni
gelmekten engelliyor?" diye münâcatta bulundu. O anda Allahü teâlânın izni ile Alâeddîn
Sâbir ona; "Sağ kolunun örtüsünü indir ve sol ayağını örtüsüyle sar. Bu kılıç sana saldırsa da
bir zarar vermeyecektir. Senin el ve ayak örtülerinden biraz kesebilir. Daha sonra yere
düşecektir. Onu al ve bana getir." dedi. Abdülkuddûs hazretleri söylenildiği gibi yaptı. Kılıç
ayak örtülerinden küçük kısımlar kesdikten sonra yere düştü. Abdülkuddûs kılıcı alarak kabr-i
şerîfin başına koydu ve orada bir şükür namazı kıldı. Alâeddîn Sâbir hazretlerinin rûhâniyeti
ile görüştü. Alâeddîn Sâbir; "Siz benim yolumda olduğunuz için, buraya gelmenize izin
verdim. Yoksa kimse buraya kıyâmete kadar giremezdi." buyurunca, Abdülkuddûs; "Ey
Efendim! Celâl yerine cemâl sıfatınızı gösterirseniz, insanlar sizi ziyâret ederek sizden
istifâde edeceklerdir." diye yalvardı. Bunun üzerine Alâeddîn Sâbir; "Bunu arzu etmememize
rağmen, bu isteğe uyarak, beni ziyâret edenlere mânevî faydalar sağlayacağım." buyurdu.
Böylece Abdülkuddûs iki asır sonra milyonlarca mânevî yardıma muhtaç insanın Kalyar'ı
ziyâret etmesine sebeb oldu. Daha sonra Kalyar'dan ayrılan Abdülkuddûs, her ayın beşinde
hocasını ziyâret ederek mânevî ihsânlarından faydalanırdı. Alâeddîn Sâbir hazretlerini kabûl
etmeyen Kalyar halkı Allahü teâlânın gazâbına uğramıştı. Bu yüzden bölgeye kimse
giremiyordu. (Bkz. Alâeddîn Sâbir).
Şeyh Abdülkuddûs hazretleri, Pâni-püt beldesine bağlı Çehazpur'da iken meşgûliyeti
esnâsında, birbiri ardınca; "Ey köy halkı, çabuk evlerinizden çıkınız. Eşyâlarınızı,
hayvanlarınızı da çıkarın ki, yangın bütün köyü yakacaktır!" diye birkaç defa yüksek sesle
bağırdı. Halk onu tanıdığı için, boşuna söz söylemeyeceğini bilirlerdi. Hemen emrolunanı
yaptılar. Çoluk-çocuklarını, eşyâlarını ve hayvanlarını çıkardılar. Bir saat geçmeden, yangın
zuhûr etti ve bütün köyü yaktı. Şeyh Abdülkuddûs'un sözünü tutmayanlar, ziyan ettiler. Çok
pişmanlık duydular, sonunda tövbe edip ona bağlandılar.
Abdülkuddûs hazretlerinin birçok kıymetli eseri vardır. En meşhûru Envâr-ül-Uyûn'dur.
Yedi bölüm üzere tertîb edilmiştir. Birinci bölümde hocası Abdülhak Radulevî'nin
menkıbelerini yazmıştır ve buyurur ki: "Her ne kadar ben Mahdûm Şeyh Muhammed'in
talebesi isem de, onun ceddi olan Şeyh Ahmed'den daha çok feyz aldım."
6"!+$)&!(-31+$)$&#$,7
Şeyh Abdülkuddûs oğluna yazdığı bir mektubunda şöyle nasîhat etti:
"Vaktin kıymetini bil! Gece ve gündüz ilim öğrenmeye çalış! Her zaman abdestli bulun! Beş vakit
namazı sünnetleri ile ve ta'dîl-i erkân ile, huzûr ve huşû ile, Allahü teâlâyı görür şekilde ve
Peygamberimizin bildirdiği gibi kılmağa çalış! Bunları yapınca, dünyâda ve âhirette sayısız
nîmetlere kavuşursun. İlim öğrenmek, ibâdet yapmak içindir. Kıyâmet günü, işten sorulacak, çok
ilim öğrendin mi diye sorulmayacaktır. İş ve ibâdet de, ihlâs elde etmek içindir. Her şeyi Allahü
teâlânın rızâsı için yapmak olan ihlâs da, hakîkî mâbûd ve kayıtsız şartsız var olan Allahü teâlâyı
sevmek içindir."
1) Ahbâr-ul-Ahyâr; s.227
2) Siyer-ül-Aktâb; s.227
3) Zübdet-ül-Makâmât; s.96
4) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.607
5) Îzâh-ül-Meknûn; c.1, s.145
6) Tam Ýlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.974
7) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.179
8) Sefînet-ül-Evliyâ; s.101
9) Hezînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.416

ABDÜLKERÎM KÂDİRÎ


ABDÜLKERÎM KÂDİRÎ;
Kânûnî Sultan Süleymân Hân zamânında yaşamış âlim ve velîlerden. Aslen Kirmasti
doğumludur. Doğum târihi bilinmemektedir. Müftî Şeyh adıyla meşhûr olmuştur. 1544
(H.951) senesinde vefât etti. Kabri, Kirmasti kasabasında, câmi ve zâviyesinin yanındadır.
Daha küçük yaşta iken, Kur'ân-ı kerîmin tamâmını ezberledi. Tecvîd ve kırâat ilimlerini de
öğrendi. Emîr Sultan Câmiinde, cumâ günleri Kur'ân-ı kerîm okurdu. Dînî ilimleri öğrenmek
için çok çalıştı. Mevlânâ Karabâlî'nin yanında da bir müddet ilim tahsil etti. Karabâlî'nin
derslerine devâm ederken, İmâm-zâde diye tanınan zâtın hizmetine girdi. Onun sohbetlerinde
bulunup, feyz aldı. Burada, mânevî hâllere ve makamlara kavuştuktan sonra, İstanbul'da
Küçük Ayasofya zâviyesinde, insanlara dünyâ ve âhiret saâdetinin yollarını öğretmeye
başladı. Hâfızası çok kuvvetli olduğundan, kısa zamanda pekçok fıkıh mes'elelerini öğrendi.
Hattâ bilgisinin çokluğu ile meşhûr oldu. İlminin çokluğunu, zamanın Pâdişâhı Kânûnî Sultan
Süleymân Han duyunca, maaş bağladı. Şeyhülislâm gibi halka fetvâ vermesi için ona ruhsat
verildi. Câmilerde ve meclislerde halka vâz ve nasîhat verirdi. Çok tesirli ve güzel konuşur,
dünyânın geçici, âhiretin ebedîliğinden ve Cennet nîmetlerinden bahsederdi. Kütüphânesinde
dâimâ okuduğu pekçok kıymetli kitap vardı.
Çok şiddetli riyâzet ve mücâhede yaptı. Hâli, "Ölmeden önce ölünüz." hadîs-i şerîfinin
mânâsına uygun idi. Mezar gibi bir çukur kazdırmıştı. Bu çukura girer, kırk gün tamam
oluncaya kadar beş vakit namazı o çukurda kılardı. Hattâ gece gündüz bu çukurda yatar
kalkardı. Bu hâlinden dolayı pekçok feyz ve berekete kavuşmuştu. O çukurda çok riyâzet
yapar, devamlı nefsine muhâlefet ederdi. Kırk günlük halveti bitince o çukurdan çıkar,
gelecek seneye kadar halka vâz ve nasîhat ederdi.
Taşköprü-zâde şöyle demiştir: "Bir gün Şeyh Abdülkerîm Kâdirî'ye unutkanlığımdan şikâyet
ettim. Bana, unutkanlığımın gitmesi ve hâfızamın kuvvetlenmesi için duâ etti. O zâtın duâsı
bereketiyle, o hâlden kurtuldum. Unutkanlığım kaybolup gitti."
1) Þakâyýk-ý Nu'mâniyye; c.2, s.58
2) Þakâyýk-ý Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.517,518
3) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.288

10 Mayıs 2013 Cuma

ABDÜLKERÎM EFENDİ


ABDÜLKERÎM EFENDİ;
Osmanlı Devleti şeyhülislâmlarından ve velî. Hanefî mezhebi fıkıh âlimidir. Doğum yeri ve
târihi bilinmemektedir. 1495 (H. 900) senesinde Edirne'de vefât etti.
Sultan İkinci Murâd Hanın beylerinden Mehmed Ağa tarafından, esir edilen hıristiyan
çocukları arasında Osmanlı başşehrine geldi. Yapılan zekâ testinde ilk derecelere girdi.
Bunun üzerineMehmed Ağa tarafından Şehzâde Mehmed Çelebiye (Fâtih) hediye edildi.
Abdülkerîm adını aldı.
Sarayda İslâm terbiyesine göre yetiştirilip, Türkçe öğretildi. Arapça ve Farsçaya vâkıf oldu.
Meşhûr âlim Alâeddîn Ali Tûsî'den ilim öğrendi. Molla Fenârî'nin oğlu Muhammed Şah
Fenârî ve Alâeddîn Tûsî'nin talebesi olan Sinân-ı Acemî'nin ilminden istifâde etti. Aklî ve
naklî ilimlerde âlim oldu. İstanbul'un fethinden önce bâzı medreselerde müderrislik yaptı.
Fetihten sonra, İstanbul'da açılan medreselerden birine, daha sonra da Sahn-ı Semân
medreselerine müderris tâyin edildi.
Molla Abdülkerîm Efendi, güzel ahlâkı, cömertliği ve insanlara olan şefkat ve merhametiyle
çok sevildi. Pekçok talebe yetiştirdi. Halktan ve devletin ileri gelenlerinden pekçok kimseye
nasîhatlerde bulundu. Pekçok günahkârın tövbe edip sâlih amel işlemesine, birçok kâfirin
müslüman olmasına vesîle oldu. Herkes tarafından sevildi ve hürmet gördü.
Kitap yazmak için fazla vakit bulamayan Abdülkerîm Efendi, Sa'deddîn Teftâzânî'nin
eserlerinden Telvîh'in baş kısmına ve Metâlî'ye hâşiyeler yazdı.
Abdülkerîm Efendi 1488'de Molla Gürânî'nin vefâtından sonra şeyhülislâm oldu. 1495
senesinde vefât edinceye kadar bu vazifede kaldı. Edirne'de Sultan Câmii yakınında yaptırmış
olduğu sıbyan mektebinin bahçesinde defnedildi.
;1,&!1%13&1-,1
Fâtih Sultan Mehmed Hanın vezirlerinden Mahmûd Paşaya yakınlığı ile tanınan Molla
Vildân anlatır:
Birgün Mahmûd Paşa, söz arasında beni çok sevdiğinden bahsetti. Ben de, onun Molla
Abdülkerîm Efendiye olan ilgisinden bahisle; "Siz, benden çok Abdülkerîm Efendiyi
seversiniz." dedim. Mahmûd Paşa da; "Evet, doğru söyledin." dedi. Sonra;
"MollaAbdülkerîm sizin Cennet'e girmenize sebep mi olacak ki, bu kadar seviyorsunuz?"
diye sordum. Mahmûd Paşa şöyle anlattı:
Cennet'e sokacak desem de olur. Çünkü o, benim günahlardan tövbe etmeme vesîle
oldu. Fâtih Sultan Mehmed Hanın kapıcıbaşısı iken, bir günâha mübtelâ olmuştum. Bir
sabah Abdülkerîm Efendi, evimizi şereflendirdi. Bir müddet sohbetten sonra, ayağa kalktı.
Hürmet ve tâzimle kapıya kadar yolcu ederken, bana döndü ve; "Dünyâ ve âhiretine
yarar bir sözüm var ki, iyi dinleyip kötülüklerden sakınasın." dedi. Ben de; "Buyurun."
dedim. Sözüne devâmla; "Elhamdülillah, ilim sâhibisin ve pâdişâhın da yakınlarındansın.
Çok geçmeden vezîrlik makâmına yükseleceğin âşikârdır. Ne yazık ki, içini ve dışını
günah pisliklerinden temizlemeye gayret etmezsin. Vezîrlik makamı, akıllı kimselerin
durağıdır. Osmanlı Devletinin yüce dîvânı, temiz insanların toplandığı bir yerdir. Gel
kerem eyle, içini o günah pisliklerine bulama ve dalâlet çukurlarına düşüp debelenme!"
dedi. O bana bu nasîhatleri verirken, hava soğuk olmasına rağmen boncuk boncuk
terledim. Hemen o ânda tövbe ettim ve onun bildirdiği doğru yoldan ayrılmadım.
Bunları dinleyince ben de; "Gerçekten onu sevmek yalnız size değil, bize de vâcib oldu."
demekten kendimi alamadım."
1) Þakâyik-ý Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.176
2) Devhat-ül-Meþâyýh; s.12
3) Tâc-ül-Tevârih (Ulemâ kýsmý)
4) Kâmûs-ul-Â'lâm; c.4, s.3089
5) Ýlmiye Sâlnâmesi
6) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi

ABDÜLKERÎM CÎLÎ


ABDÜLKERÎM CÎLÎ;
Bağdad'da yetişen İslâm âlimlerinden ve büyük velîlerden. Ehl-i sünnet âlimlerinin ve
evliyânın en büyüklerinden olan Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin torununun
oğludur. İsmi, Abdülkerîm bin İbrâhim bin Abdülkerîm el-Cîlî el-Kâdirî olup, lakabı
Takıyyüddîn'dir. 1365 (H.767) senesinde Bağdad'a bağlı Ciyl kasabasında doğdu. 1428
(H.832) senesinde vefât etti. Vefâtı için başka târihler de rivâyet edilmiştir.
Küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Çok zekî ve kavrayışı yüksekti. Bu sebeple onu ilimde
ilerlemesi için Zebid bölgesine gönderdiler. Burada büyük âlim ve evliyâ Şerefüddîn İsmâil
bin İbrâhim el-Cebertî dersler veriyordu. Abdülkerîm derhâl talebeleri arasına girerek
derslerini tâkibe başladı. Kısa zamanda hocasının teveccühlerini kazandı. Bilhassa hadîs,
fıkıh ve tasavvufta yüksek derecelere ulaştı.
Hanbelî mezhebinde bulunan Abdülkerîm Cîlî hazretleri bundan sonra hocasından aldığı
işâretle insanlara doğru yolu, Ehl-i sünnet vel-cemâat yolunu öğretmeye başladı. Yine
hocasının izni ve tasarrufu ile; Îmân-ı Kâmil adını verdiği eserini yazmaya başladı.
Abdülkerîm Cîlî hazretleri, talebelerini, bilhassa nefsin ve şeytanın aldatmalarına karşı çok
uyarır, dikkatli olmalarını öğütler ve hocalarının sözünden hiç çıkmamalarını sıkı sıkıya
tenbih ederdi. İblisin şöyle dediğini bildirirdi: "Vallahi, bana göre bin âlimi aldatmak, îmânı
kavi bir ümmiyi aldatmaktan daha kolaydır."
O insanlar üzerinde şeytanın hîle ve aldatmalarını şu şekilde özetler ve müslümanların uyanık
bulunmalarını isterdi.
Şeytan avam tabakasına yâni ilmi olmayan müslümanlara önce şehvete dâir işlerin sevgisini
aşılamaya çalışır. Böylece kalp duygularını öldürür. Sonra dünyâ sevgisini vererek dünyâlık
kazanmaya sevkeder. Böylece bu insanların bütün gâyeleri dünyâ talebi olur. Çünkü cehâletle
dünyâ sevgisi bir araya gelmiştir.
Sâlih kimseler iyi ameller işlediklerinde şeytan harekete geçer. Onlara işledikleri ameli güzel
gösterir. Böylece onları ucba ve kendini beğenmişliğe sürükler. Sonunda hiç bir âlimin öğüt
ve nasîhatini dinlemezler. İblis onları bu hâle getirdikten sonra şöyle der: "Başkaları sizin
ibâdetinizin binde birisini yapsa kurtulur". Bu telkinlere kananlar amellerini azaltırlar.
İstirâhat yolunu tutarlar. Kendilerini yüceltirler, başkalarını hafife alırlar. Artık bu hâlleri
onları peşpeşe günâha sürükler.
Şeytân âlimi aldatmak için ise onun ilmi ile devreye girer. Söylediği her sözün hak olduğunu
anlatır. Senin gibisi yok diye telkin eder. Şeytan bu yoldan gitmekle çok muvaffak olur.
Büyük İslâm âlimlerine tâbi olmayıp ilimlerine güvenenlerden pek azı bu hîleden kurtulabilir.
Talebelerine buyurduğu ve eserlerinde yazdığı bâzı kıymetli sözleri şunlardır:
"Allahü teâlânın azametini, büyüklüğünü ilimler kavrayamaz. Celâlinin hakîkatını fehimler,
düşünceler idrâk edemez. İlim sâhibi olan, O'nu idrâkten, anlamaktan yana aczini,
çâresizliğini îtirâf etti."
"Aklın nûru îmân nûrundan azdır. Sebebine gelince, akıl kuşu hikmet kanatları ile uçar.
Hikmet ise delillerden ibârettir. Deliller ise ancak eseri belli şeylere götürür."
"Bir kimse Allahü teâlânın kendisini gördüğüne yakîn olarak inanırsa, âzâlarını ve kalbini
günâh işlere kaptırmaz."
"İnsanın kemâl derecesine ulaşıp, tasavvuf makamlarında ilerlemesi, Allahü teâlâyı bilmesine
bağlıdır. Bu ise ancak seçilmişlere veya bir mürşidin, yol gösterici rehberin huzurunda
yetişenlere nasîb olur."
Abdülkerîm Cîlî, yüksek dedelerinin yoluna sımsıkı bağlı olan, olgun ve kâmil bir velî idi.
Allahü teâlânın ve O'nun dostlarının âşığı idi. Bu aşk ve muhabbet ile çok güzel şiirler
söylemiştir. İnsân-ı Kâmil fî Ma'rifet-il-Evâhir vel-Evâil başta olmak üzere, çok kıymetli
eserler yazdı. Eserlerinden bâzıları şunlardır: El-Kehfû ver-Rakîm fî Şerhi
Bismillâhirrahmânirrahîm, Menâzır-ul-İlâhiyye, Sefer-ul- Garîb, Hakîkat-ül-Yakîn,
Merâtib-ül-Vücûd, Şerhu Müşkilât-il-Fütûhât- il-Mekkiyye, Kemâlât-ül-İlâhiyye
fis-Sıfât-il-Muhammediyye, Nâmûs-ül- A'zam vel-Kâmûs-ul-Akdem, Kâ'be Kavseyn ve
Mültekâ en-Nâmûseyn, El-İsfâr, Kenz-ül-Mektûm, Hakîkat-ül-Hakâik,
Dürret-ül-Ayniyye fiş- Şevâhid-il-Gaybiyye, Nevâdir-ül-Ayniyye
fil-Bevadir-il-Gaybiyye.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.313
2) El-A'lâm; c.4, s.50
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.610
4) Îzâh-ul-Meknûn; c.1, s.79, 412, c.2, s.148,388, 681
5) Keþf-üz-Zünûn; s.181,740,1525,1568,1650, 1922
6) Mu'cemü'l-Matbûat; c.1, s.728-29
7) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.92

ABDÜLKEBÎR EVLİYÂ


ABDÜLKEBÎR EVLİYÂ;
Hindistan velîlerinden. Babası meşhûr âlim ve evliyâ Abdülkuddûs hazretleridir. Ne zaman
doğduğu bilinmemektedir. Aslen Pâni-püt şehrindendir. "Şeyh-i kebîr", "Vâlâ pîr" lakabları
verildi. On yedinci asrın ilk yarısında Pâni-püt şehrinde vefât etti.
Küçük yaşta, yüksek babası Abdülkuddûs hazretlerinin feyzlerinden istifâde etti. Sayısız
kerâmetleri görüldü. Daha yürümeye başladığı zamanlarda, elinin hareketiyle elbisesinin
kollarında bir arslan görünüp kaybolurdu. Talebesi olmakla şereflendiği hocalarından ve
yüksek babasından kısa zamanda çok şey öğrendi. Zamânın ilim ve hâl sâhipleri, onun
büyüklüğünü kabûl ve tasdîk ederler, hizmetinde bulunmayı şeref sayarlardı. Huzûruna
gelenler, heybetinden bir tek söz söyleyemeyip, başları önünde, geldikleri gibi giderlerdi.
Allah dostları ile sohbet etmekten çok hoşlanır, sık sık ziyâfetler vererek fakirlerin gönlünü
alır, insanları sohbetleri ile şereflendirirdi. Dört oğlunun dördü de babalarına talebe olup,
yüksek derecelere kavuştular.
İnsanlar, Hâce Abdülkebîr Evliyâ'ya talebe olmak için birbirleriyle yarış ederlerdi. Zengin,
fakir, âmir, memûr, âlim, câhil; duyan herkes ona koşar, istifâde etmenin yollarını arardı.
Birgün zamânın Dehli sultânı İskender bin Behlül Lodî, vezîri Meyân Behûde bin Havas Han
ve Melik Muhammed Misvânî'yi yanına aldı. Üçü bir olup, kerâmet ve hâllerini duyup da
ziyâretle şereflenemedikleri Hâce Abdülkebîr Evliyâ'ya gitmeye niyet ettiler. İçlerinde de bir
şüphe vardı. Aralarında konuşup; "Herbirimiz değişik birşey arzu edelim. Bizim arzularımızı
bilip de ikrâm ederse, onun büyüklüğü âşikârdır." dediler. Yolculuktan sonra bir gün gece
yarısı yüksek huzurlarına kavuştular. Hâce Abdülkebîr Evliyâ, misâfirlerine yemek ikrâm etti.
Sultan İskender'in önüne ceylan eti, Vezîr Meyân Behûde'nin önüne yahni, Melik Muhammed
Misvânî'nin önüne de tatlı koydu. Hepsinin de yeni pişmiş olduğu gözüküyordu. Herkesin
önüne arzu ettiği yemekler gelmiş, hepsinin şaşkınlıktan ağızları açık kalmıştı. Onların bu
hâlini gören Hâce Abdülkebîr Evliyâ; "Dostlar, hayrete ne hâcet var? Allahü teâlâya tevekkül
edip oturan fakir bir kulcağızını O, halka karşı aslâ mahcûb etmez." buyurdu. Misâfirler
yemeklerini yediler. Bu zamâna kadar gelip hizmetinde bulunamadıkları için çok üzülüp,
özürler dilediler. Sultan, o mübârek zâta ricâ edip yalvararak, iki köyü hizmetlerine vakfetti.
Vezîr de bir köy bağışladı. Melik Muhammed ise, biricik kızını Abdülkebîr Evliyâ
hazretlerinin nikâhıyla şereflendirdi.
1) Siyer-ül-Aktâb; s.230
2) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.50

ABDÜLKÂHİR SÜHREVERDÎ


ABDÜLKÂHİR SÜHREVERDÎ;
Irak'ta yetişen büyük velîlerden. Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Abdülkâhir bin Abdullah bin
Sa'd bin Hüseyin bin Kâsım bin Alkame bin Nadr bin Muâz bin Abdurrahmân bin Kâsım bin
Muhammed bin Ebî Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anhüm), künyesi Ebü'n-Necîb'dir. Yaklaşık
1097 (H.490) senesinde İran'ın Sühreverd kasabasında doğdu.
Küçük yaşta tahsile başlayan Abdülkâhir Sühreverdî ilim öğrenmek için gençliğinde Bağdad'a
gitti. Fıkıh ilmini Nizâmiye Medresesinde hocalık yapan Es'ad Mühenî'den, tasavvuf ilmini
İmâm-ı Gazâlî'nin kardeşi Ahmed Gazâlî'den, hadîs ilmini Ali bin Neyhan'dan tahsil etti.
Talebeliğinde bir gün hocasının huzûruna giren Abdülkâhir
Abdülkâhir Sühreverdî'de bir gevşeklik ve isteksizlik hâli vardı. Hocası buyurdu ki: "Sende
bir karartı, bir zulmet seziyorum." Bunun üzerine Abdülkâhir hazretleri hemen oradan ayrıldı.
İki-üç gün hiçbir şey yemedi. Yanında da yiyecek bir şeyi yoktu. Dicle kıyısına giderek suya
girip, açlığının böyle gitmesini istedi. Fakat yine açtı. Bir süre sonra bir sokaktan geçerken,
ellerindeki tokmaklarla pirinci döverek un hâline getiren insanlar gördü. Onlara; "Beni de
ücretle çalıştırır mısınız?" diye sordu. "Ellerini görelim." dediler. Gösterince; "Bu eller ancak
kalem tutar." diyerek ona içine altın konulmuş bir kâğıt verdiler. O da; "Bunu alamam, zîrâ
bir iş yapmadım. Eğer yazılacak bir şey varsa onu yapabilirim." dedi. İçlerinde uyanık birisi
hizmetçisinden bir tokmak isteyerek, Abdülkâhir Sühreverdî'ye verdi. Onlarla berâber pirinç
dövmeye başladı. Fakat bu işe alışık olmadığından bir saat kadar çalışabildi. İş sâhibi, ona bir
altın verdi ve; "İşte senin ücretin." dedi. Parayı alarak oradan ayrıldı. Allahü teâlâ ilim
öğrenmek arzû ve isteği verdi. Din bilgilerini en ince noktalarına kadar öğrendi.
Tasavvuf yoluna girince; uzlete çekildi ve uzun zaman insanlardan uzak yaşadı. Sonra
insanlar arasına döndü ve onları vâz u nasîhatlarıyla Allahü teâlâya çağırdı. Onun gayreti
sebebiyle çok kimse kötü huylarını terkedip Allahü teâlânın sevdiği iyi insan, iyi müslüman
olma saâdetine kavuştu. Kendisinden Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî, İbn-i Asâkir, Sem'anî,
Abdullah bin Mes'ûd bin Abdullah er-Rûmî gibi seçilmiş zâtlar ilim ve edeb öğrendiler.
Sühreverdî hazretleri, tarîkat hırkasını Kâdı Vecihüddîn'den giydi. O da Şeyh Ferec
ez-Zencânî'den, o, Şeyh Ebü'l-Abbâs en-Nehâvendî'den, o, Muhammed bin Hafif
eş-Şîrâzî'den, o, Kâdı Ruveym Ebû Muhammed el-Bağdadî'den, o da, Cüneyd-i Bağdâdî'den
ilim ve feyz almıştır.
Sühreverdî hazretleri, meşhûr Nizâmiye Medresesinde ders vermesi için dâvet edilince, 1150
(H.545) senesi Muharrem ayının yirmi yedinci günü bu dâveti kabul ederek, bir müddet hadîs
dersi verdi. Bir ara Şam'a gitti ve Câmi-i Atik'de vaz u nasîhatte bulundu. Sonra Bağdad'a
döndü. Bu vazlarından birinde buyurdu ki:
"Dinde inanılması lâzım gelen şeyleri dil ile söyleyip, kalb ile inanarak kabul ettikten sonra,
şartlarına uygun amel yapınca kalbdeki îmân parlar. Kişi îmânı dil ile söylemelidir. Hiç bir
zarûret olmadan dil ile îmânı söylememek küfre sebeb olur. Dili ile îmânı olduğunu söylediği
hâlde, kalbinden inanmayan müslüman değil münâfıktır. Ameli terk eden fâsık olur. Sünnet-i
seniyyeye uymayan, bid'at sâhibidir. İnsanlar îmân bakımından birbirlerinden farklı derecelere
sâhiptirler.
Allahü teâlâ kullarının küfründen, îmânsız olmasından ve günahlarından râzı değildir. Ehl-i
kıble olan bir kimse için, yaptığı bir hayır işten ve iyilikten dolayı, bu cennetliktir, diye
şehâdette bulunulamaz. Yine hiç bir kimsenin işlediği büyük günahtan dolayı, Cehennem'e
gideceğine şehâdet edilemez."
Abdülkâhir Sühreverdî, nefsine hakim, zâhir ve bâtın, görünen ve görünmeyen her hâliyle
İslâmiyetin edep dâiresinde hareket ederdi. Kendisi ve talebeleri için Bağdad'ın batı yakasında
büyük bir dergâh yaptırıldı. Onun sohbetleriyle pek çok kimse İslâmiyetin nûrlu yolunu
öğrenip, dünyâ ve âhiret saâdetine kavuştu.
Bir gün dergâhına üç hıristiyan ile üç yahûdî gelmişti. Onlara îmânı ve İslâmı anlattı. Kabûl
etmediler. Bunun üzerine Abdülkâhir Sühreverdî, herbirinin ağzına bir yudum süt verdi.
Sonra herbiri kelime-i şehadet getirerek müslüman oldular ve; "O sütü içince kalbimizdeki
(hıristiyanlık ve yahûdîliğin) bütün küfür pisliklerinin dışarı çıktığını hissettik." dediler.
Abdülkâhir Sühreverdî hazretleri ise; "Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizin önce müslüman
olmayışınızın sebebi, şeytanlarınızın mâni olması idi. Burada önce onlar yenildi. Size Allahü
teâlânın hidâyet vermesi için biz de duâ ettik." dedi. Sonra Sühreverdî hazretleri mübârek
ellerini onların gözlerine sürdü. Kerâmet olarak onlar uzak yerlerdeki tanıdıklarını gördüler
ve onlara müslüman olduklarını bildirip İslâm dînine dâvet ettiler.
Sühreverdî hazretleri bir talebesi ile Bağdad'ın Sultan çarşısından geçiyordu. Oradaki bir
kasap dükkanında soyulup asılmış bir koyuna bakmaya başladı. Daha sonra; "Bu koyun bana
leş olduğunu söylüyor." dedi. Bu sözleri işiten kasap düşüp bayıldı. Ayılınca suçunu
söyleyerek bir daha böyle yapmayacağına söz verip, tövbe etti.
Abdülkâhir Sühreverdî hac farîzasını yerine getirmek için kardeşinin oğlu ile Mekke'ye
gitmişti. Birgün Kâbe-i muazzamada murâkabe, Allahü teâlâyı tefekkür, düşünme hâlinde
iken, Hızır aleyhisselâm teşrif buyurdu. Fakat Abdülkâhir Sühreverdî hiç hâlini bozmayarak,
murâkabeye devâm etti. Hızır aleyhisselâm bir süre durduktan sonra, gitti. Bir müddet sonra
Şeyh hazretleri başını kaldırınca yeğeni; "Efendim! Bugün Hızır aleyhisselâm teşrif
buyurdular. Siz ise kendilerine hiç bakmadınız sebebi neydi?" diye sorunca, Abdülkâhir
Sühreverdî; "Sen bilmiyor musun ki, eğer Hızır aleyhisselâm gelmiş gitmiş ise yine teşrifleri
mümkündür. Fakat o zaman kavuşmuş olduğum ilâhî tecellîyi elimden kaçırmış olsaydım bir
daha nerede bulabilirdim. Belki onun pişmanlığı kıyâmete kadar devâm ederdi." dedi. Bu
sırada Hızır aleyhisselâm tekrar teşrif buyurdu. Bu defâ Abdülkâhir hazretleri hemen yerinden
kalkıp, edeple lâzım gelen hürmeti gösterdi.
Bir gün Abdülkâhir Sühreverdî hazretleri, yeğeni ile yolda sohbet ederek yürürken, köprü
üzerinde meyve götüren birisini gördü. Ona; "Bunları bana sat." buyurdu. "Niçin?" dediğinde;
"Meyveler içki için satın alındıklarından, kendilerinin benim tarafımdan satın alınmalarını
istiyorlar." dedi. Adam düşüp bayıldı. Sonra tövbe ederek; "Benim bu hâlimi Allahü teâlâdan
başka kimse bilmiyordu. Fakat Sühreverdî hazretlerine hâlim mâlum olmuş." dedi.
Abdülkâhir hazretleri yeğeni ile birlikte Kerh'e gelmişti. Bir evden sarhoş kimselerin seslerini
işitince, evin altına bir yere girerek namaz kılıp duâ etti. Sonra o adamların yanına gitti.
Odaya girdiğinde adamlar içtikleri şarabın su olduğunu gördüler. Hepsi tövbe ederek
Abdülkâhir hazretlerinin talebesi olmakla şereflendiler.
Abdülkâhir Sühreverdî dergâhında talebeleri ile meşgûl olduğu günlerden birinde yanına bir
köylü geldi. Berâberinde bir buzağı getirmişti. "Efendim bu buzağıyı size vermeyi
nezretmiştim. Buyurun." dedi. Köylü gittikten sonra Abdülkâhir hazretleri; "Bu buzağı, size
verilmek üzere nezr edilen ben değilim. Ben başka bir kişi için nezredildim. Sizin için nezr
edilen bir başkasıdır, diyor." dedi. Bir süre sonra köylü nefes nefese elinde bir başka buzağı
ile gelerek; "Efendim, size verilmek için nezr edilen, adanan budur. Elinizdeki başkasına
âittir." dedi. Öncekini alarak gitti.
Buyurdu ki:
Tasavvuf büyüklerinden birisine, Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde "İnşâallah" buyurması
hakkında sorulunca; "Allahü teâlâ "İnşâallah" buyurmakla, kullarına böyle söylemeyi,
öğretmeyi murâd etmiştir." buyurdu. Âyet-i kerîmede Allahü teâlâ kâmil ilmi ile "İnşâallah"
derse, ilmi noksan olan kulların konuşmalarında, "İnşâallah" demeleri gerektiği hakkında
işâret vardır. Bu yüzden Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem kabristânda;
"İnşâallah biz size yakında katılacağız." buyurmuştur. Halbuki, Peygamber efendimizin
ölüm hakkında ve onlara kavuşma husûsunda hiç bir şüphesi yoktu.
Tasavvuf hakkında bir suâl sorulduğunda şöyle cevap verdi:
"Tasavvufun başı ilim, ortası amel, sonu mevhibe yâni Allahü teâlânın lutf ve ihsânı olan
mânevî ilimdir. İlim, murâdı, maksadı açar. Amel, istemeye yardımcı olur. Mevhibe, amelin
meyvesine ulaştırır. Ahlâk ilmi ehli üç kısımdır. Mürîd, talebe durumunda olan tâlibdir. Orta
derecede olan, daha yoldadır. Sona varmış olan, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmuş olandır.
Talebe, murâdına ermek için çalışır. Orta derecede olan, makamların âdâbını gözetmekle
meşgûldür. Bir hâlden diğer bir hâle yükselir. O, devamlı ilerleme hâlindedir. Sona varan ise,
bütün makamları aşmış ve artık istikrâra kavuşmuş hâldedir. Çeşitli hâller, onda bir değişiklik
meydana getiremezler. Talebe, nefsiyle, şehvetiyle ve şeytanla mücâdele etme, hazlarından
uzak kalma mertebesindedir. Orta mertebede olan, murâda kavuşabilir miyim, yoksa
kavuşamaz mıyım korkusu ile, içinde bulunduğu hâllerde doğruluğa riâyet etme, makamlarda
edebi gözetme mertebesindedir. Sona ulaşan ise, bütün makamları elde etmiştir. Onun hâli,
darlıkta ve genişlikte eşittir. Yemesi açlığı, uykusu uykusuzluğu gibidir. Onda, dünyevî istek
ve lezzet hissi kalmamıştır. Onun zâhiri, görünüşü halk, bâtını, gizli yönü de Hak iledir."
İnsanlara doğru yolu göstermeğe çalıştığı vâzlarında ve sohbetlerinde sık sık buyururdu ki:
Allahü teâlâ için sevmek, O'nun için buğzetmek, îmânın en güvenilir ve sağlam
kulplarındandır. Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker iyiliği emredip kötülükten alıkoyma, herkese,
imkânı nisbetinde lâzımdır.
İyilik ve takvâ üzere yardımlaşmalıdır. Kazanç, ticâret ve sanat mübahtır. Kişi mecbur kalırsa,
başkasından bir şey isteyebilir. Zengin kimsenin istemesi doğru değildir. Rızâ gösterilen
fakirlik, zenginlikten üstündür. Bundan dolayı Resûlullah efendimiz fakirliği tercih etti.
Peygamber efendimize yeryüzünün hazînelerinin anahtarı arz edildiği zaman, Cebrâil
aleyhisselâm fakirliği işâret etti. Yine Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimize tevâzu
etmesini de işâret etti. Bu sebeple Resûl-i ekrem; "Yâ Rabbî! Bir gün aç, bir gün tok
olmayı istiyorum. Acıktığım zaman sana yalvarırım, doyduğum zaman sana hamd eder,
seni anarım." buyurdu.
Abdülkâhir Sühreverdî 1168 (H.563) senesi Cemâzilâhır ayının on yedinci Cumâ günü ikindi
vakti Bağdad'da vefât etti. Ertesi gün erkenden Dicle kenarındaki dergâhına defn olundu.
Sühreverdî hazretleri çeşitli ilimlere dâir birçok kitap yazmıştır. Eserlerinden bâzıları
şunlardır: 1) Âdâb-ül-Müridîn, 2) Şerh-ü Esmâ-ül-Hüsnâ, 3) Muhtasâr-ı
Mişkât-ül-Mesâbih lil-Begâvî, 4) Müsannef fî Tabakât-üş-Şâfiiyye.
1) Mir'ât-ül-Haremeyn; c.3, s.142
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.140
3) Câmi'u-Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.101
4) El-A'lâm; c.4, s.49
5) Tabakât-üþ-Þâfiîyye; c.7, s.173
6) Vefeyât-ül-A'yân; c.3, s.204
7) El-Bidâye ven-Nihâye; c.12, s.244
8) Þezerât-üz-Zeheb; c.4, s.208
9) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.311
10) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.606
11) Nefehât-ül-Üns; s.473
12) Brockelmann; Sup.1, s.780
13) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.262
14) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.346
15) Silsilet-ül-Muharrabîn (Belgradlý Münîri, Þehîd Ali No.
2819)

ABDÜLKÂDİR SIDDÎKÎ


ABDÜLKÂDİR SIDDÎKÎ;
Evliyânın büyüklerinden ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Abdülkâdir olup nisbeti Sıddîkî
ve Bağdadî'dir. Hazret-iEbû Bekr-i Sıddîk'ın soyundan olduğu için Sıddîkî denilmiştir.
Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. Nisbetinden Bağdad'lı olduğu anlaşılmaktadır.
Devrinin büyük âlimlerinin ders ve sohbetlerinde bulunarak yetişti. Zamânındaki âlim ve
velîlerin önde gelenlerinden oldu. Fazîletler sahibi, âlim, ârif, âbid ve velî bir zât idi.
İnsanlara İslamiyeti doğru şekilde öğretmek için çırpınırdı. Keşf ve kerâmet sahibi idi.
Kudüs'e yerleşti.
Bir gün talebesi Seyyid Muhammed bin Îsâ ile Dâvûd aleyhisselâmın makâmını ziyârete gitti.
Ziyâretten sonra, talebelerine Dâvûd aleyhisselâmın rûhâniyeti ile buluştuğunu bildirip,
vasıflarını anlattı. Bunun üzerine; "Acaba nasıl oluyor?" diye talebelerin kalbinde bir şüphe
uyandı. Daha sonra Me'nenullah kabristanına gitti. Orada İbn-i Battâl, Ebû Abdullah Kureyşî,
İbn-i Arslân ve Şeyh Birmâvî gibi âlim ve velî zâtların kabirlerini ziyâret etti. Abdülkâdir
Sıddîkî her ziyâretten sonra, o kabirde bulunan zât ile görüştüğünü söylüyor ve sıfatlarını
sayıyordu. Talebelerin şüphesi git-gide arttı. Nerede ise, böyle şey mi olur diye hocalarını
yalanlama durumuna düşeceklerdi. Abdülkâdir Sıddîkî, o sırada talebelerden birinin
babasının kabri başına geldi. O zâtı daha önce hiç görmediği gibi, o kabrin talebenin babasına
âid olduğunu bilmiyordu. Kabrin başında Kur'ân-ı kerîm okuduktan sonra talebesine dönerek;
"Bu kabirde, âlim, âmil, şerefli bir zât vardır. Seni görmekle, senin gelmen ve Kur'ân-ı kerîm
okuman sebebi ile çok sevindi, mesrûr oldu. Rûhâniyeti ile buluştum. Sıfatı şöyle şöyledir.
Fazîletleri de şöyle şöyledir. Bu zât senin babandır. Niçin bana daha önceden haber
vermedin?" dedi. Bu kerâmet karşısında talebe hocası hakkındaki itirazlarına tövbe etti ve
hocasına olan muhabbet ve bağlılığı gittikçe arttı.
Talebesi Seyyid Muhamed bin Îsâ içinden çıkılmaz bir mesele ile karşılaşınca, Abdülkâdir
Sıddîkî hazretlerine sual ederdi. O da başını eğer, bir müddet düşündükten sonra; "Ümid
olunur ki bu suâlin cevâbı şöyledir." diyerek talebesinin kalbini rahatlatırdı. "Efendim!
Madem ki bu suâlin cevâbı böyledir. O halde niçin kat'î, kesin olarak değil de, ümid olur ki
diye tahminli bir ifâde kullanıyorsunuz?" diye sorunca talebesine; "Çok biliyorum durumuna
düşmemek, böbürlenmemek için öyle söylüyorum." cevâbını verdi.
Bir gün Abülkâdir Sıddîkî, talebesi Seyyid Muhammed bin Îsâ'ya; "Bana amcamın oğlu
Seyyid Mustafa Sıddîkî'yi çağır." dedi. Seyyid Mustafa gelince, orada bulunan bir sandığın
anahtarını ona vererek buyurdu ki; "Ey amcamoğlu! Allahü teâlâ bilir ama benim âhirete
gitme vaktim yaklaştı. Vefâtımdan sonra beni en güzel şekilde techiz et. Seyyid Îsâ'nın
(talebenin babası) yanına defnet. Çünkü onun rûhâniyeti şu anda burada bulunuyor ve benim
kabrimin onun kabrine yakın olacağını haber veriyor. Vefâtım bu günün akşamında
olacaktır." dedi. Bildirdiği gibi o gün akşam vefât etti. Vefât tarihi 1735 (H.1148)'dir.
Amcasının oğlu da vasiyetlerini aynen yerine getirdi.
Abdülkâdir Sıddîkî hazretlerinin Şeyh Abdülganî Nablüsî'nin kasîdesine şerhi, vahdet-i vücûd
hakkında bir risâlesi ve başka risâleleri vardır.
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.289
2) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.603
3) Silk-üd-Dürer; c.3, s.61
4) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.97
5) Ýslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.261